PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Zikirde Amaç (Gaye, Hedef, Niyet) Nedir?



muhsin iyi
29-11-2012, 21:21
Zikirde Amaç (Gaye, Hedef, Niyet) Nedir?
Bir hocanın kitabında şunu okudum. Düşüncesini eleştirdiğim, hatta karşı olduğum için değil de pek çok taraftarı, seveni olduğu ve onları da manevi olarak yaralamamak için hocanın adını vermek istemiyorum: ‘Allah Allah… diye zikirde gaye, tefekkürdür. Çünkü tefekkür en büyük ibadettir. Peygamberimiz (s.a.s) bir saatlik tefekkürün yetmiş yıllık ibadete denk olduğunu söylemiştir…’ Bir sofi düşünün ki, bu tefekkür öncesinde en az beş bin kez kalbinden ‘Allah’ diye zikredecek. Sonra da Allah üzerinde düşünecek. Gerçi hiç kimse Allah’ın zatı üzerinde düşünemez. Bu hadis-i şerifle yasaklanmıştır. (Ama Allah’ın zatının huzurunda olma duygusu (ihsan), yani murakabe başka bir konudur. Bu tasavvufun gayelerinden birisidir.) Bu sofi hak yolda olaraktan Allah’ın sıfatları, güzel isimleri, varlıklar üzerinde tecelli eden manaları üzerinde düşünsün, kabul edelim. Size soruyorum, bunun için zikir yapması mı daha uygun olur, yoksa bu yolda yani tefekkür sahasında yazılmış kitapları okuması mı? Elbette düşünce kafayla yapıldığına göre bu yolda yazılmış kitaplar daha yararlı olur. Kaldı ki, sofi için tefekkür ihmal edilmemesi gereken bir ibadetse de onun asıl büyük derdi, gayesi Allah (c.c.) aşkıdır (muhabbetullahtır). Allah zikrindeki asıl gaye, kalpte Allah muhabbetini uyandırmak, geliştirmektir.

Elbette insanlar çeşit çeşittir. Tuttukları yol da bu açıdan büyük bir farklılık göstermektedir. İnsanların büyük çoğunluğu Allah’ı zikrederken sevap kazanma, ahrette cezadan kurtulma, cennete girme… gayelerini güderler. Bunlar yanlış şeyler değildir. Hatta övülecek hasletlerdir. Herkesin bu niyetlerle çekebileceği kadar bir zikir edinmesini tavsiye ederiz. Ben şahsen pek çok Müslüman’ın bu tür niyetlerle kendi kendilerine değişik zikirler edindiğine ve bunları şu kadar yıldan beri çekiyoruz dediklerine tanık oldum. Bundan daha güzel bir şey mi olur?.. Seneler bizi toprağa, kabre doğru yaklaştırıyor, böyle kişiler de yarın kabirde, ahrette kendilerine lazım olacak sermayelerine bir şeyler katıyorlar. Geçen zamanı, belli sayıda değişik zikirleri kendilerine günlük virt edinmekle lehlerine kullanmaktadırlar. Ama bu ebrarın (iyilerin, kitabı sağ tarafından verilecek olanların) yoludur. Mukarrebun (Allah’a yakın) olanların yolunda sadece Allah aşkı ve O’nun rızası için zikir yapılır. Sofinin de zikirdeki gayesi bu olmalıdır. Yoksa tasavvuf yolunda olması mümkün değildir.

Bilindiği üzere Vakıa suresinde cennetlikler iki gruba ayrılmışlardır: Eshabu’l-Yemin (Kitabı sağ tarafından verilecekler, ebrar), Es-Sabikunlar (İmanda ve amelde öne geçenler, daha doğrusu Allah aşkında ve rızasını elde etmede önde olanlar, mukarrebun) olmak üzere. İyiler, cennette yükseltilmiş döşeklerde otururken ileri geçenler, değerli mücevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler (bk. Vakıa suresi, 15,34). Elbette bu iki grup cennette olmakla büyük bir ikrama nail olmuştur. Ama bunların cennette birbirinden ayrılan dereceleri ve makamları vardır.

Nasıl bir deli aynı kelimeyi yüzlerce, binlerce kez söylerse sofi de ilahi aşkla, muhabbetle zikre yaklaşmalı, ‘Allah’ kelimesini mübarek bir delilikle veya şevkle söylemelidir. Bunda Allah’ın (c.c.) rızası dışında başka bir gaye gözetmemelidir. Zaten Nakşibendiyye tarikatında her yüz ‘Allah’ kelimesini zikirden sonra söylenilen (bazgeşt), ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, Senin rızanı talep ediyorum.)’ cümlesi de zikirde gaye olan bu aşk halinin rotasını vermektedir.

Nefis, şeytanlar zikri her zaman bulandırırlar. Onu dünyevi bir gaye için çekme yoluna sevk edebilirler. Bu elbette büyük bir yanlışlıktır. İnsanın ahretteki nasibini yok edebilecek büyük bir hatadır. Zira yüce Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: “Kim ahiret mahsulü isterse onun ürünlerini fazla fazla artırırız. Kim de sırf dünya menfaati isterse ona da ondan veririz, ama ahirette onun hiç nasibi olmaz. (Şûrâ suresi, 20).” Zikrin tabiatında bir aşk hali, bir muhabbet zaten vardır. Yani insan zikir çekerken büyük bir duygu ve coşku seline istemese de kapılmaktadır. Düşünün, böyle kalbinde dünyevi bir gaye ile zikreden insanın halini. Ne kadar çirkin bir duruma düşmektedir. Elbette dualarımızda ahreti unutmamak şartıyla Allah’tan dünyalık şeyleri de isteyebiliriz. Bu meşrudur. Ama biz burada zikirde amaçta dünyalık şeyleri istemenin yanlışlığına değiniyoruz. Hele hele bir insan zikrin sağladığı bu aşk ve muhabbet duygusu ile dünyaya yönelirse dini açıdan manzara ne kadar korkunç olur!

Tabii sofi için en büyük tehlike başkadır. Zikirde sevap kazanma, cehennemden kurtulma, cenneti isteme… gibi gayelere düşebilir. Elbette bunlar meşru isteklerdir. Bu amaçlarla zikir çeken insanlar yanlış yolda değillerdir. Bilakis doğru yoldadırlar. Çünkü sonuçta bu meşru istekleri Allah’ın rızası dışına çıkmamaktadır. Ama bunlara sofi denmez. Bu, tasavvuf yolu değildir. Sofinin çıtası yüksektir. O Allah aşkını ve rızasını talep etmektedir. Bunlara, yani sevap kazanma, cehennem korkusu, cennet aşkına takılan sofinin gayesine ulaşması ise imkânsızdır. Hâlbuki Allah aşkı ve rızası elde edildiğinde sevap kazanma, cehennemden kurulma, cenneti kazanma gibi endişelerin bir manası kalmayacaktır. Böyle bir kul Allah (c.c.) indinde büyük ikramlara nail olacaktır. Dahası Allah dostu (veli) mevkisine çıkacaktır. Tabii tüm bunların elde edilebilmesi için sofiye öncelikle bir mürşid-i kâmilin rehberliği ve rabıtasına ihtiyaç vardır.

Sofi için zikirde en büyük tehlike ise, manevi hal ve makam elde etme, keramet sahibi olma isteğidir. Bu istekler saniyede olan şeylerdir. Çünkü kalp hadis-i şerifte de belirtildiği üzere saniyede halden hale girer, değişir. Onu bir yolda tutmak kolay değildir. Sofi bu cümle ile, yani ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, Senin rızanı talep ediyorum.)’ diyerek hemen zikrini rotasına sokmalıdır. Nefis ve şeytanların telkinlerini boşa çıkarmalı, zikri Allah aşkı ve rızası için çektiğini belli bir sayıdan sonra hafif bir sesle yinelemelidir. Şeytanın ve nefsin bu tür vesveselerini sindirmelidir. Bu son durum, halleri yaşayan sofiler için mukadderdir. Yani sofinin zikir sırasında her saniye bu tehli***e düşmemesi şaşılacak bir şeydir. Sofinin kalbini her yüz tane ‘Allah’ zikrinden sonra rotaya sokması zaruret halini alır. Bu cümle olmadan zikir gayesine uygun olarak çekilemez. Başka bir noktaya kayar. Nefsin ve şeytanların vesveseleri ile bozulur.

Biz nefsin ve şeytanların saniyelik vesveseleri ile zikirde gaye olan ilahi aşkın ve Allah rızasının bulanacağını, berraklığını yitireceğini belirtirken ilgili hoca zikrin yolunu tamamen şaşırtmaktadır. Daha başta onu başka bir mecraya kanalize etmektedir. Bu hocanın tasavvuf ve tarikat yolunda önde gelen isimlerden birisi olarak tanınması ise akıl almaz bir şeydir.

Peygamberimiz (s.a.s) ‘Bir saatlik tefekkür bin yıllık ibadete denktir.’ demiştir. Ama başka bir hadis-i şerifinde ‘Kalpteki bir cezbe hali, insan ve cinlerin bütün hayırlı amellerinden üstündür.’ diye buyurmuşlardır. Kaldı ki sofinin derdi mütefekkir (düşünür) olmak değildir. İlahi aşkı yaşamaktır. Biz elbette birini diğerinden üstün görme gibi bir yol tutmuyoruz. Sadece zikirdeki gayenin saptırılmasına itiraz ediyoruz. Bu apaçık bir aldatmaca, kandırmaca, en hafifinden sofiyi başka bir yola sokmadır.

Başka bir hoca ise zikirde gayenin murakabeye ulaşmak olduğunu, murakabe derslerinde zikre gerek kalmadığını söylemektedir. Hâlbuki böyle bir şey yoktur. Murakabe derslerinde zaman endişesi nedeniyle zikir dersleri biraz azaltılsa da zikrin tamamen terk edilmesi doğru değildir. Zira sultani zikrin (bedenin her hücresinin Allah diye titremesi) oluşması ve devamı için zikre ihtiyaç hayat boyu sürer. Bu zikir olmadan bir sofinin, hatta bir mürşidin şeytanların hücumlarından korunması mümkün değildir.

Zikir ile amaçlanan gaye ilahi aşk ve Allah rızasıdır. Bu gayeyi en güzel şekilde varlık âlemi göstermektedir. Öyle ki fena (yok olma) halinin güzelliği ile ileri derecedeki bir sofi adeta yaşarken ölümden sonraki halini yaşamaktadır. Toprak olmuş bedeni tüm varlık âlemi ile Allah’ı (c.c.) zikretmektedir: “Yedi kat gök, dünya ve onların içinde olan herkes Allah’ı tespih eder. Hatta hiçbir şey yoktur ki O’na hamd ile O’nu tespih etmesin. Lakin siz onların bu tespihlerini anlayamazsınız. Muhakkak O kullarına karşı Halîm ve Gafûr’dur ( İsrâ suresi, 44).”

‘Biz emaneti göklere, yere, dağlara arz ettik. Onlar onu yüklenmeye yanaşmadılar, ondan korktular da onu insan yüklendi. O cidden çok zalim, çok cahildir. (Ahzab suresi, 72)’ Tefsirlerde yukarıda söz konusu edilen ‘emanet’in insana yüce Allah (c.c.) tarafından verilen ruh olduğu belirtilmektedir. Burada anlatılan, tasvir edilen durum bir haldir. Yoksa dinlemekten, konuşmaktan, düşünmekten, irade sahibi olmaktan uzak olan dağlarla, yerlerle, göklerle yüce Allah’ın (c.c.) bizim anladığımız manada bir iletişimi gerçekleşmemiştir. Soğuktan tiril tiril titreyen, çok üşüdüğü yüzünden, gözlerinden, ellerinden belli olan bir insanın hal dili ile bize yaşadıklarını anlatması gibi dağlar, yerler, gökler de Allah’ın onlara sunacağı emaneti karşısında hal dili ile bir tavır takınmışlardır. Yüce Allah (c.c.) yukarıdaki ayette bu varlıkların sunduğu emanet karşısında tavırlarındaki hal dilini konu edinmiştir.

Dağların, yerlerin, göklerin emanete (ruh sahibi olmaya) karşı tavır almalarının nedeni, zikirden geri kalma kaygı ve korkusudur.

Dağlar, yerler ve gökler daim zikir halindedirler. Aslında dağlar ile yerler birdir. Allah’ın azametine dikkat çektiği için yerlerin en yüksek noktaları olan dağlarla vurgu yapılmıştır. Burada yerlerle dağlarla kastedilen dünyadır. Gökler ile de bütün gök cisimleri, gezegenler, yıldızlar işaret edilmiştir. Onların, yani dünyanın, gezegenlerin, yıldızların emaneti yüklenmeye yanaşmamaları bu büyük vazifeyi (yani zikri) ihmal sadedindeki kaygıları ve korkularıdır. Şayet dağlar, yerler, gökler ruh emanetini alsalardı irade sahibi olacaklardı. O zaman zikirde ihmalkâr davranabileceklerdi. Dolayısıyla yaratılmış oldukları asli vazifelerini (zikirlerini) de yerine getiremeyeceklerdi.

Bilindiği üzere dünya, gezegenler, yıldızlar hem mikro hem de makro düzeyde daima zikir halindedirler. Maddenin en küçük parçası atomlarda bu zikir hali çekirdeğin etrafındaki elektronların büyük bir hızla dönmesi ile meydana gelmektedir. Dünyanın ve gezegenlerin gerek kendi gerekse bağlı bulundukları yıldızın (güneşin) etrafındaki dönüşleri de makro düzeydeki zikir halinin ifadesidir. Yıldızlar adeta secde halindedirler. Yıldızların kendi ekseni etrafında dönüşleri ve bağlı oldukları sistemle kâinatta bir yere doğru akmaları ise başka birer zikir halidir.

İnsan zalim ve cahil olduğu için emaneti, yani ruhu yüklendi. Böylece mikro ve makro âlemdeki bu asli işten (zikir vazifesinden) koptu. İrade sahibi oldu. İmtihana tabi tutulmayı kabul etti. Oysa bunun gerçek anlamını bilmiyordu. Çünkü o cahildi, nefsine uydu; benlik sevdasına düştü, böylece zalimleşti. Tabii bu dünyada zikir ehli olanlar bundan müstesnadır. Daha doğrusu en azından namaz kılan insan, emaneti Allah’ın izni ile yerine getirmektedir. Çünkü namazın diğer bir adı da zikirdir.

Hz. Ali’nin (r.a.) namaz öncesinde beti benzi atar, sarardığı görülürmüş. Nedenini sorduklarında Hz. Ali (r.a) yukarıdaki ayete telmihte bulunarak yerlerin, dağların, göklerin kabul etmediği emaneti yerine getirmek gibi azim bir işe girişeceği için kaygı ve korku duyduğunu ve bunun sonucu olarak bu halleri yaşadığını beyan buyurmuştur. Dikkat edilirse, Kuran-ı Kerim’in, ayetlerin tefsirinin Hz. Peygamberden (s.a.s) işittiği şüphe olamayan Hz. Ali (r.a), ‘emanet’ kavramına yorumlarımıza uygun olarak bir mana vermiştir.

Zikir, insana kulluğunu hatırlatmalıdır. Zikirde bizim en büyük rakibimiz cansız varlıklardır, yani yeryüzü, gezegenler, yıldızlardır. Ölüm bizleri bu mertebeye ulaştıran bir köprüdür. Cansız bedenimiz dünyada zikir ehli ise, kabirde de buna devam edecektir. Bu sayede kozmik âleme intibak edecektir.

İnsan zikirdeki gayesinin bilincinde oldukça, bu konuda cansız varlıkların çok ötelerde olduğunu keşfedince tasavvufta vahdet-i vücut gibi insanların ayaklarının kaydığı çukurlara veya hallere pek düşmeyecektir. İlahlık davası nerede, cansız varlıklar gibi daimi zikir halinde bir kulluğu kabullenmek nerede! Gerçi büyük sofilerin ağzından çıkan ve vahdet-i vücut halinin ifadesi olan sözler, onlardaki birer manevi sarhoşluğun ifadesidirler. Onların zikre yanlış bir gaye atfetmelerinin neticesi değildirler.

Zikirde gayede en çok soru aldığım konu ise Esma-i Hüsna hakkındadır. Bu konuda yazılan kitapları okuyan kişiler, çeşitli dünyevi gayelere ulaşmak için Allah’ın güzel isimlerini belli bir sayıda çekmeye başlıyorlar. Şunu unutmamak gerekir ki, dinin amacı ahrettir. Bu dünya her şeyiyle bir imtihan yurdudur. Elbette yüce Allah (c.c.) bu dünyanın mamur edilmesini de istemiştir. Onun için şeriat (hukuk) göndermiştir. Allah’ın güzel isimleri onun rızası istikametinde çekilmelidir. Örneğin Allah’ın güzel bir ismi ile dualarında dünyalık isteyen bir kişi bunun yanında ahreti asla ihmal etmemeli, istediği dünyalık ile Allah (c.c.) rızasını hedefleyen güzel işleri düşünmelidir. Bu dünyanın bir ceza ve mükâfat yeri olmadığını, her şeyle (zenginlik- fakirlik, hastalık-sağlık, afiyet-bela ve musibetle…) imtihan edildiğimizi asla unutmamak gerekir.

Allah’ın (c.c.) zikrinde gözetilecek asıl amaç, O’nun rızasıdır. O’nun güzel isimleri ile sadece dünyalık isterken utanmamız gerekir. Zira Allah’ın (c.c.) indinde bu dünyanın hiçbir değeri yoktur. Bu konuya Peygamberimiz (s.a.s) bir hadis-i şeriflerinde şöyle işaret etmişlerdir: “Eğer Allah’ın yanında dünyanın bir sivrisinek kanadı kadar değeri olsaydı kâfirler ondan bir yudum su içemezlerdi.” Başka bir hadis-i şeriflerinde de “Dünya lanetlidir, dünyada olan her şey lanetlidir; yalnız Allah için olan bunun dışındadır.” buyurmuşlardır.

Esma-i Hüsna zikrinde amaçlanan asıl şey, yüce Allah’ı övmektir. Allah’ı tanımaktır. Bazı isimler onun uluhiyyetini gösterirler. Bunda kula düşen vazife yüce Allah’ı bu isimle yüceltmektir (El-Azim, El-Aliyy, El-Kebir vs.). Bazı isimlerde ise kula bakan yönler vardır. Bunlar yüce Allah’ın Rabbaniyyetini tanıtırlar. Örneğin yüce Allah El-Kerim’dir (cömerttir). Kulunun da cömert olmasını ister. Bu güzel ismin zikrinden gaye öncelikle Allah’ı (c.c.) dosdoğru tanımak, sonra da kulun Allah’ın (c.c.) ahlakı ile ahlaklanmasıdır. Hâlbuki çoğu kişi, Allah’ın bu güzel ismini zengin olmak için zikreder. Sadece Allah’ın kendisine dünyalık vermesini ister. Kalbinde bu istekle yanıp tutuşur. Cömertlik pek nefsini okşamaz. Oysa yüce Allah’ın (c.c.) bu ismindeki birinci gayesi Kendisini tanıtmaksa ikinci gayesi kulunu Kendisi gibi cömert kılmaktır. Bunun gibi Allah’ın Rabbaniyyetini ortaya seren isimlerini Allah’ı (c.c.) dosdoğru tanıma yanında nefsi terbiye etme, Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak gayesi ile çekmek en doğru yoldur. Yüce Allah (c.c.) bu güzel isimleri gayesine uygun bir yolla zikrettiğimizde elbette dünyaya bakan hediyelerinden bizleri mahrum bırakmayacaktır. Ama sadece dünyaya bakan hediyelerine göz dikersek bizleri ahret nimetlerinden, daha da kötüsü rızasından mahrum bırakabilir. Üstesinden kalkamayacağız imtihanları önümüze sürebilir. Bu açıdan Esma-i Hüsna zikrinde bu dengeye, yani dünya ve ahret dengesine çok dikkat etmemizi şu ayet-i kerime adeta ihtar etmektedir: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na en güzel isimlerle dua edin. O’nun isimleri hakkında eğri yola gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına çarptırılacaklardır (Araf suresi, 180).”

Esma-i Hüsna zikrinde zikrin başında, sonunda veya belli aralıklarla ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, Senin rızanı talep ediyorum.)’ demek, bu konudaki niyetimizi Allah’ın (c.c.) izni ile istikamet üzere kılacaktır. Bu açıdan bu sözü daima zikrimizde virt edinmek gerekiyor.

Allah (c.c.), rızası istikametinde Kendisini zikretmemizi nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi