PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : İSLÂM'DA KADININ DEĞERİ VE HAKLARI



kral41
05-10-2015, 02:23
Önce Anne

Kur’ân-ı Kerîm’de, "ana-babaya saygı gösterilmesi" emredilen bir çok âyet-i kerîmede (5) anne, öncelik verilerek zikredilmiştir. Bu öncelik, annenin babadan daha saygıdeğer olduğuna dikkati çekmektedir.

Bir gün Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’e bir kimse geldi ve:

"Benim kendisine hizmet ve ülfet etmeme, insanlar içinde en lâyık ve en çok hakkı olan kimdir?" diye sordu.

Rasûlullâh (s.a.v.):

"Anandır." buyurdular. O zât:

"Sonra kimdir?" dedi. Rasûlullâh (s.a.v.) yine:

"Anandır." buyurdular. O zât tekrar:

"Sonra kimdir?" deyince, Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz tekrar:

"Anandır." buyurdular. O zât yine:

"Sonra kimdir?" diye sorunca, Rasûlullâh (s.a.v.) bu sefer:

"Babandır." karşılığını verdiler. (6) Bu hadîs-i şerîf de, annenin evlâd üzerinde babaya nisbetle üç misli iyilik ve ihsân hakkı olduğunu açıkça ifâde eder.

Veysel Karanî Hazretleri, ihtiyâr, âmâ ve hasta annesine hizmeti sebebiyle, her ne kadar Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’i göremediyse de O’nun eşsiz lutuf ve ihsânlarına nâil olmuştur.

İslâm hukûkuna göre, bir kişinin, ana ve babasından yalnız birisinin nafakasını sağlamaya gücü yetse, annesinin nafakasına öncelik tanınır. (7)

Evlâd üzerinde elbette babanın da hakları vardır. Çocuğunun ihtiyaçlarının karşılanmasında büyük fedâkârlıkları bulunmaktadır. Doğumda annenin karşılaştığı sıkıntılara o da ortak olmuştur. Hadîs-i şerîfte, babanın evlâdı üzerindeki hakları şöyle açıklanmıştır:

"Hiçbir evlâd babasının hakkını ödeyemez. Ancak; babasını köle olarak bulur, satın alır ve âzâd ederse, bu durum müstesnâdır." (8)

Muhammed Bahâeddîn Nakşibend (k.s.) Hazretleri, bir vasiyetinde şöyle buyurur:

"Benim kabrimi ziyâret etmek isteyenler, evvelâ annemin kabrini ziyâret etsinler, sonra da benimkini.." (9)

kral41
05-10-2015, 02:24
Anne Olmak Şerefi

Kadınlık meziyetlerinin başında anne olmak şerefi gelir. Annelik, bir gönül ve mânâ şiiridir. Toplumu ihyâ edip âbâd eden de ve tersine berbâd eden de yine annedir. Toplumun kurtuluşu, hakîkî annelerin yetiştirilmesiyle mümkündür.

İslâmiyet, anne olmak sıfatıyla kadına en yüksek ve pek muhterem bir mevkî vermiştir. Târihin çeşitli dönemlerinde zillet ve hakâret içinde yaşayan kadın, lâyık olduğu en yüksek şerefe İslâm sâyesinde kavuşmuştur.

Herkese iyilik etmeyi, herkesin hakkını gözetmeyi emreden İslâm Dîni, kişinin babasına, özellikle annesine karşı en iyi şekilde davranmasını, haklarına dikkatle riâyet etmesini emretmiştir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulmuştur:

"Biz insana ana-babasını (onlara iyilik yapmasını) da tavsiye ettik. Anası onu (karnında) meşakkat üstüne meşekkatle taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl sürmüştür. Bana, ana ve babana şükret! Dönüşün ancak banadır (dedik).." (10)

Gerçek anne, hayâtı boyunca maddesini ve mânâsını evlâdına fedâ eder. Anne, yavrusunu bir müddet cisminde, ondan sonra kollarında ve hayâtı boyunca kabre kadar da kalbinde taşır. (11)

Abdullâh b. Mes’ûd (r.a.) der ki: Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’e:

"Allah katında en sevgili amel hangisidir?" diye sordum. Şöyle buyurdular: "Vaktinde kılınan namazdır." "Namazdan sonra hangisi daha sevgilidir?" diye tekrar sorduğumda:

"Anaya babaya iyilik etmektir." buyurdular.

Bunlardan sonra hangisinin en sevgili olduğunu sordum:

"Allah yolunda cihaddır.." buyurdular. (12)

*

Müslüman olmasa dahi, anneye iyilik etmenin İslâmî açıdan ne kadar önemli olduğunu Hz. Ebûbekir (r.a.)’ın kızı Hz. Esmâ’ (r. anha)’nın şu rivâyeti apaçık bir şekilde ortaya koymaktadır:

"Müşrike olan (Allâh’a ortak koşan) annem Rasûlullah (s.a.v.) zamanında bana gelmişti. Rasûlullah (s.a.v.)’den sordum ve dedim ki:

"Anam geldi. Bana ümid bağlamıştır. Ben onu görüp gözetebilir miyim?" Rasûlullah (s.a.v.):

"Evet, ananı görüp gözet!" buyurdu. (13)

Ana-babaya itâat, Kur’ân-ı Kerîm’de ısrarla tavsiye edilmiştir. Konu ile ilgili olarak İsrâ Sûresi 23 ve 24. âyetlerinde şöyle buyurulur:

"Rabbin, "Kendinden başkasına kulluk etmeyin. Ana-babaya iyi muâmele edin!" diye hükmetti. Eğer onlardan biri veya her ikisi senin nezdinde ihtiyarlığa ererlerse, onlara "öff!." (bile) deme! Onları azarlama! Onlara çok güzel (ve tatlı) söz (ler) söyle! Onlara acıyarak tevâzû kanadını (yerlere kadar) indir! Ve: Yâ Rab! Onlar beni çocukken nasıl terbiye ettilerse, sen de kendilerini (öylece) esirge!. de.."

Hz. Peygamber (s.a.v.), ana-babaya iyi muâmele hakkında:

"Siz iffetli olun ki, hanımlarınız da iffetli olsun! Siz ana-babanıza iyi davranın ki, evlâdlarınız da size iyi davransınlar!" buyurur. (14)

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Hz. Peygamber (s.a.v.) birgün;

"Burnu sürtülsün!. Burnu sürtülsün!. Burnu sürtülsün!." buyurdu.

"Kimin burnu sürtülsün ey Allâh’ın Rasûlü?." diye sorulunca, şu açıklamada bulundu:

"Ana-babasının her ikisinin veya sadece birinin yaşlılığına ulaştığı halde cennete giremeyenin..." (15)

Ana ve babaların en itâat ve hizmete ihtiyaç duydukları ihtiyarlık çağlarında onlara gereken hizmet, hürmet ve şefkati göstermeyip, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını ve cenneti kazanamayan çocukların elbette burunları sürtülmeyi hak etmiş olurlar.

*

İslâm Dîni, ana-babaya itâate son derece önem vermiş, ana-babaya karşı gelmeyi de büyük günahlar arasında saymıştır.

Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, bu konuda şöyle buyurmuşlardır:

"Büyük günahlar; Allâh’a eş koşmak, ana-babaya âsî olmak, haksız yere adam öldürmek ve yalan yere yemîn etmektir." (16)

Yine Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz:

"Bir kimsenin ana ve babasına sövmesi büyük günahlardandır." buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kirâm:

"Yâ Rasûlallah! Bir adam ana ve babasına söver mi?" dediler. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de:

"Evet, bir kimse başkasının babasına söver, o da buna karşılık onun babasına söver. (Eğer yine bir kimse) başkasının anasına söverse, o da onun anasına söver." buyurdu. (17)

Diğer bir hadîs-i şerîfde de Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"En büyük günahlardan size haber vereyim mi?" buyurdu.

Ashâb-ı kirâm da:

"Evet Yâ Rasûlallah!" deyince Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Allâh’a eş koşmak, ana ve babaya âsî olmak.."

buyurdu. Dayanmış olduğu yerden doğrulup oturdu ve:

"Haberiniz olsun, aman yalan sözden ve yalan şehâdetten sakınınız!" buyurdu. Ve bu cümleyi defalarca tekrarladı. (18) *

Ana ve babaların emir ve istekleri, dîne uygun olduğu sürece yerine getirilir. Dîne aykırı olan emirlerine itâat edilmez. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de Lokman Sûresi’nin 15. âyetinde:

"Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itâat etme! (Ancak) onlarla dünyada iyi geçin!.." buyurulur.

Bu âyet-i kerîmenin nüzûl sebebi, Sa’d b. Ebî Vakkâs Hazretleri’nin müslüman olmasıdır. Hz. Sa’d (r.a.), Hz. Ebûbekir (r.a.)’ın vâsıtası ile müslüman olunca annesi, öfkesinden üç gün yememiş, içmemiş ve tâkatten düşmüştü. Bunu gören Hz. Sa’d (r.a.):

"Anneciğim!

Allâh’ı ve Rasûlü’nü senden daha çok seviyorum. Vallâhi senin bin canın olsa ve bunları, birer birer İslâmiyet’i bırakmam için versen, ben yine dînimden vazgeçmem!.. Artık dilersen ye, dilersen yeme!." demişti.

Bunun üzerine annesi, oğlunun îmânındaki sebât ve kararlılığını görünce çâresiz kalarak yemeğini yemiştir. (19)

kral41
05-10-2015, 02:24
Ana Gibi Yâr Olmaz

Atalarımız;

"Ana gibi yâr, vatan gibi diyâr olmaz." demişlerdir.

Hakîkaten dünyâyı diyâr diyâr gezsek, anamız gibi bizi bağrına basarak sevecek ve şefkatle kucaklayacak bir ana bulamayız. İnsan, hanımı gibisini veya ondan daha iyisini her yerde bulabilir, fakat ana gibisini hiç bir diyârda bulamaz.

Âile içinde çocuk üzerinde en çok hakkı olan ve hizmeti geçen annedir. Anne, hâmile kaldığı andan itibâren çocuk yüzünden sıkıntı çekmeye başlar. Doğum sırasında bu sıkıntı, zirveye ulaşır. Kimi zaman doğum, annenin hayâtına mâl olur.

Annenin esas hizmeti, doğumdan sonra başlar. Çocuğun emzirilmesi, giydirilmesi, temizliğinin yapılması, terbiye edilmesi ve tedâvîsi gibi ardı arkası kesilmeden ömür boyu sürecek bir hizmet dönemi içersine girer.

Cenâb-ı Hakk’ın özellikle annelere lutfettiği şefkat duygusu, anneleri; istirâhatini, sıhhatini, yeme-içme ve giyinmesini düşünmeden bütün imkânlarıyla çocuğuna hizmete sevkeder.

Annenin bu sonu ve sınırı olmayan fedâkârlıklarının bedelini, evlâdın maddî bir karşlıkla ödemesi mümkün değildir.

Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in huzuruna bir adam geldi ve:

"Yâ Rasûlallâh! Anam iyice ihtiyarladı. Ben onu kendi ellerimle yediriyor, içiriyor ve sırtımda taşıyorum.. Hâsılı her türlü ihtiyâcını karşılıyorum.. Mükâfâta hak kazandım mı?." dedi.

Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz cevâben:

"Hayır, bu senin yaptıkların, ananın senin üzerindeki haklarının yüzde birine bile karşılık değildir. Fakat sen, iyilik ediyorsun. Allâh sana bu az iyilik karşılığında çok sevap verir." buyurdular. (20)

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in:

"Cennet annelerin ayakları altındadır." (21) hadîs-i şerîfi de annelerin lâyık oldukları yüce mertebeyi belirlemekte ve erkekle eşit olmaktan öte üstün haklara sahib bulunduklarına işaret etmektedir.

İbn-i Amr (r.a.) anlatıyor:

"Bir adam cihâda iştirâk etmek için Hz. Peygamber (s.a.v.)’den izin istedi. Rasûlullâh (s.a.v.):

"Annen, baban sağ mı?" diye sordu. Adam:

"Evet." deyince Rasûlullâh (s.a.v.):

"Onlara hizmet de cihâd sayılır, sen onlara hizmet ederek cihâd yap!" buyurdu. (22)

kral41
05-10-2015, 02:25
Çocuk Terbiyesinde Anne:

Çocuk terbiyesi, anne ve babanın en başta gelen vazîfelerindendir. Çocuklarını güzel terbiye eden milletler, huzûrun ve medeniyetin zirvesine ulaşırlar.

İslâm’ın yaşandığı bir âile içinde büyüyen çocuğun istîdâdları, îmân istikâmetinde gelişip olgunlaşır. Âilede verilen terbiye kalıcıdır. İnsanlık târihi boyunca âile terbiyesi üzerinde önemle durulmuştur. Çocukların dünyâ ve âhıret seâdetini kazanmaları için en büyük gayret, sâliha hanımlara düşmektedir.

Çocuk, ilk ana terbiyeyi âile ocağında, anneden alır. Anne, tabiî olarak vaktinin çoğunu ev içinde çocuklarının bakımı ve terbiyesi ile geçirir.

Çocuk, dünyâya geldiği günden itibaren annesinin gönlünde ve kucağındadır. Aslında çocuk, her hususta annesinden bir parçadır. Anne, doğuncaya kadar karnında taşıdığı yavrusunu, bu sefer ölünceye kadar gönlünde taşır.

Dînimizde çocuk terbiyesinin temeli, İslâm’a uygun bir nikâha dayanır. Zîrâ nikâhsız olarak doğan bir çocuk, veled-i zinâ olur.

Çocuk terbiyesinde dikkat edilecek diğer mühim esas da, "helâl lokma"dır. Anne, bu konuda çok dikkatli ve titiz olmalı, haram ve şüpheli lokmalardan kaçınmalıdır. Çünkü yavrusunun maddî ve mânevî yapısı bu lokmalardan oluşmaktadır. Bu suretle doğacak çocuk, anne ve babasına saygılı ve itâatkâr, dînine ve milletine hizmetkâr olur. Bunların hepsi, rızkın ve gıdânın helâl ve temiz olmasının bereketiyle meydana gelir.

Hâmilelik döneminde de anne, kendilerine hürmet ve muhabbet duyduğu kimseleri tefekkür etmeli ve onları dâimâ hatırlamalıdır. Bu da, cenînin zihinde yer eden bu şahıslara benzemesine sebebiyet verir. İnsan tabîatının bu hususdaki kabiliyeti, herkesin bildiği ve tıbbın da kabul ettiği bir gerçektir. (23)

Ebenin dindâr olması, hiç olmazsa çocuğu alırken "besmele" çekmesi gerekir. Doğumdan kurtulan anneye de, "geçmiş olsun!" demeli ve bir çocuk dünyâya getirdiği için onu tebrik etmelidir. Zîrâ çocuğu olanı tebrik etmek müstehabdır. (24)

Dünyâya gelen çocuğun, önce sağ kulağına ezân, sol kulağına da kaamet okumalıdır. Böylece çocuğa, ilk İslâmî telkîn ve dâvet yapılmış olur. Kalbi de, ezânın derin tesirinden bir hisse alır. Nitekim bu dünyâdan ayrılırken de, insana kelime-i tevhîd telkîn edilir.

Hz. Fâtımâ (r. anhâ), Hz. Hasan’ı dünyâya getirdiğinde Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, O’nun kulağına ezân okumuşlardır. (25)

Ayrıca, yeni doğan çocuğun damağına tatlı bir şey sürmek müstahabdır. Buna "tahnik" denir. Tahnik, hurmayı ağızda iyice çiğnedikten sonra onu çocuğun ağzına dokundurmaktır. Hurma bulunmadığında, herhangi bir tatlı gıdâ da olabilir.

Ashâb-ı kirâmdan Ebû Mûsâ (r.a.) anlatıyor:

"Bir oğlan çocuğum dünyâya geldi. Onu alıp Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e götürdüm. Çocuğun adını İbrâhîm koydu. Sonra da ağzına hurma alıp iyice çiğneyerek çocuğumun ağzına sürdü. Ve bereket ile duâ ederek çocuğu tekrar bana verdi." (26)

Dünyâya gelen çocuğa yapılacak ilk iyilik ve ikrâm, ona güzel isim vermektir. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Kıyâmet gününde siz, kendi isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. O halde isimlerinizi güzelleştiriniz.." (27)

Konacak isimler hakkında da hadîs-i şerîfde şöyle buyurulur:

"Peygamberlerin isimleriyle isimleniniz. İsimlerin Allâh’a en sevimlisi, Abdullâh ve Abdurrahmân’dır." (28)

Çocuğun, yedinci günü adı konuldukdan sonra saçları kesilip ağırlığınca altın veya gümüş sadaka olarak verilir. Nitekim Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Hasan’ı dünyâya getirdiği zaman Hz. Fâtımâ (r. anhâ)’ya şöyle buyurmuştur:

"Yâ Fâtımâ, çocuğun başını tıraş et ve ağırlığı kadar da gümüşü sadaka olarak ver." (29)

Akîka kurbanı da, çocuğun doğduğu günden bülûğa ereceği güne kadar kesilebilir. Fakat, yedinci günü kesilmesi daha fazîletlidir. Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, akîkanın durumunu soran Ümm-i Kürz’e şu cevâbı vermiştir:

"Oğlan çocuğunda iki, kız çocuğunda bir koyun (kesilir)." (30)

Diğer bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulur:

"Her oğlan çocuğu akîka kurbanı ile rehindir. Akîka, çocuğun doğumunun yedinci günü kesilir. Adı konulur ve başı tıraş edilir." (31)

Akîka, vâcib değil, müstehabdır. Normal kurban gibidir. Eti, derisi satılmaz. Kemikleri kırılmaz. Akîkanın etinden kesen de yiyebilir.

Akîka, çocuğu rehin olmaktan kurtarır. Zîrâ o, akîkasına karşılık bir rehindir. İmâm Ahmed b. Hanbel der ki:

"Çocuk, ana-babasına şefâat etmekten alıkonulur, ancak.akîka ile şefâat hakkı doğar." (32)

Sünnet olmak, peygamberlerin yoludur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyururlar:

"Dört şey peygamberlerin sünnetlerindendir: Sünnet olmak, güzel koku sürünmek, misvak kullanmak ve evlenmek." (33)

Hz. Câbir (r.a.) da der ki:

"Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, torunları Hasan ve Hüseyin’e akîka kurbanı kesti. Yedinci günlerinde de onları sünnet ettirdi." (34)

Âile içersinde gördüğü ve işittiği herşey, çocuğun hâfızasında bir model olarak yer alır. Çocuk, her gördüğüne dikkatle bakar, sonra da bu gördüklerini taklîd etmeye ve yapmaya çalışır. Her işittiğini de dikkatle dinler. Zamanla bu işittiklerini söylemeye gayret eder. Bu bakımdan anne ve babalar, her hususta yavrularına nümûne olmalıdırlar. Çocuğun îmânı, daha küçük yaşta iken âile ocağında istikamet kazanır. Eğitim konusundaki temel kaideye göre, anne ve babasının dîni üzere yetişir. Nitekim hadîs-i şerîfde:

"Her çocuk İslâm fıtratı üzere doğar. Daha sonra ana-babası onu; yahûdî, hıristiyan veya mecûsî yaparlar." (35) buyurulur.

Çocuk konuşmaya başladığı zaman, ona söyletilecek ilk kelime, "Allâh" lafzı olmalıdır. Böylece, kalbe îmân tohumları ekilirken, çocuğun gönül ufku da zikrullâhın nûruyla aydınlanmaya başlar.

Çocuklara ilk cümle olarak da, îmân telkîn eden kelime-i tevhîdin öğretilmesinde ısrâr edilmelidir. Hadîs-i şerîfde:

"Çocuklarınızı (n ağzını) ilk olarak sözü ile açınız. Ölüm ânında onlara yine sözünü telkîn ediniz." (36) buyurulur.

Ayrıca çocuklarımıza, küçük yaşlardan itibaren Kur’ân-ı Kerîm öğretmeliyiz. Böylece, çocukların sâf ve temiz gönülleri, Kur’ân-ı Kerîm’in feyzi ve nûruyla berraklaşır. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Çocuklarınızı üç haslet üzerine yetiştiriniz: Peygamberinizin sevgisi, ehl-i beytinin sevgisi ve Kur’ân tilâveti.." (37) buyurur.

Çocuklarımızın körpe dimağlarına; Allâh sevgisini, Peygamber (s.a.v.) sevgisini, ehl-i beytinin, ashâb-ı kirâmın, evliyâullâhın ve İslâm büyüklerinin sevgilerini aşılamalıyız. Çünkü bu sevgi ile çocuğun his ve duyguları harekete geçer, İslâmî şuûr ve hassasiyet kazanır. Güçlü ve örnek şahsiyetlere benzemeye çalışır.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, yedi yaşı, öğretim çağının başlangıcı olarak belirlemiştir. Çocuk yedi yaşına girdiği zaman, ona abdest almak ve namaz kılmak öğretilmeli; on yaşına girince namaza başlatılmalı, yalan söylemenin, haram yemenin kötülükleri anlatılmalıdır. Bu konuda hadîs-i şerîfde:

"Çocuklarınıza yedi yaşından itibâren namaz kılmalarını emrediniz. On yaşına vardıklarında kılmazlarsa, hafifçe dövünüz. Ve (ayrıca) yataklarını ayırınız." (38) buyurulur.

Burada dövmekten maksad, korkutmak olup, bu cezâdan sonra çocukta bir düzelme görülürse, ona şefkatle ve güler bir yüzle yönelmelidir.

Anne ve baba, çocuğuna iyi bir arkadaş seçiminde yardımcı olmalı ve onu kötü arkadaşlarının zararlarından korumalıdır. Zîrâ kötü arkadaş, bütün kötülüklerin kaynağıdır.

Anne ve babaların mühim vazîfelerinden biri de, çocuklarını; temiz, düzenli ve disiplinli olarak yetiştirmek ve onlara daha küçük yaşlardan itibaren dînlerini, ahlâk ve âdâb-ı muâşeret kâidelerini öğretmektir.

Çocuklar, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere birer emâneti olup, sâf ve temiz kalpleri bir cevherdir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa ne ekilirse, onun meyvesi alınır.

Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Ey îmân edenler, kendinizi, evlerinizde ve emirlerinizde olanları ateşten koruyunuz." (39) buyurulur.

Anne-babanın, evlâdlarını cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından daha önemlidir. Cehennem ateşinden korumak da, îmânı, farzları ve haramları öğretmekle, ibâdete alıştırmakla ve dinsiz ve ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur.

Evlâdına, Allâh Teâlâ’yı ve Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’i öğretmeyen, sevdirmeyen ana ve babalar, onların hem dünyâ, hem de âhıret kaatilleri sayılır.

Evlâdına dînini öğretmeyen ana-baba, dünyânın en merhametsiz insanlarıdır.

Çocuk üşümesin, uykusuz kalmasın, diye onu namaza kaldırmamak, cinâyetlerin en büyüğüdür. Bu iyilik değil, ona karşı en büyük kötülüktür.

Doktor, hastasına merhamet ettiği için, îcâbında onu bıçağın altına yatırır. Ve ameliyat eder. Doktorun gâyesi, bu ameliyatla onu sıhhatine kavuşturmak ve rahat ettirmektir.

Ana-baba, merhametli iseler, evlâdlarını seviyorlarsa, evvelâ dînlerini öğretirler, sonra da dünyâ ile alâkalı ilimleri..

Kaldı ki evlâdına karşı merhametli olmak demek, kendisine de merhamet etmek demektir. Çünkü ana ve baba da, çocuklarına dînini öğretmedikleri için yanacaklardır. Yâni çocuğuna İslâmiyet’i öğreten, kendisi de cehennemden korunmuş olacaktır. (40)

Yavrularımız, bizim en kıymetli varlıklarımızdır. İslâm, onların omuzları üzerinde asırdan asıra kıyâmete kadar sürüp devam edecektir.

Âilenin en değerli meyvesi olarak bizlere emânet edilen yavrularımızın gönüllerinde hizmet, merhamet ve şefkat hislerini filizlendirerek, onları istikbâle mîrâs bırakmalıyız.

Anne ve babanın en güzel âhıret yatırımı, hayırlı bir evlâd yetiştirmektir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyururlar:

"İnsan öldüğü zaman, (sevab kazanmaya vesile olan) üç ameli kesilmez: Sadaka-i câriye, istifâde edilen ilim ve kendisine duâ eden çocuk.." (41)

Diğer bir hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulur:

"Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul der ki: Ey Rabbım! Bu sevab nereden geldi? Cenâb-ı Hakk da ona şöyle der: Çocuğun senin için duâ etti, istiğfârda bulundu." (42)

Cenâb-ı Hakk’dan; evlâdlarımızı sâlihlerden ve sâlihâttan kılmasını niyâz ederiz.

kral41
05-10-2015, 02:25
Ana Duâsı:

Müslüman evlâdı, her zaman ana-babasının hayır duâlarını almaya çalışmalıdır.

Bâyezîd-i Bistâmî (k.s.) Hazretleri’nin ihtiyar ve hasta bir annesi vardı. Gece yarısı uykusundan uyanıp kendisinden bir bardak su istemesi üzerine, destiden su doldurup getirinceye kadar anası tekrar uykuya dalmıştı. Bâyezîd-i Bistâmî (k.s.), elinde bir bardak su ile uyanacak diye anasını sabaha kadar bekler.

Sabah Namazı için uyanan anası, oğlunun, elinde bir bardak su ile ayakta beklediğini görünce, son derece duygulanır. Ve bu fedâkâr oğlu için; "Ârifler sultânı olasın oğlum!" diye yürekten duâ eder. (43)

Annesinin duâsı bereketi ile Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, gerçekten ârifler sultânı olur. Ve bütün tasavvuf kitaplarında hep bu ünvân ile anılır.

Bununla birlikte anne bedduâsından da son derece sakınmalıdır. Onların bedduâsını alan evlâdın, dünyâda iki yakası bir araya gelmeyeceği gibi, âhırette de ebedî hüsrâna uğrayacağında şüphe yoktur.

Sahâbe-i kirâmdan Alkame adında bir zât vardı. Evlendikten sonra annesine karşı tutum ve tavrı iyice değişmişti. Bu durumdan ihtiyar annesinin gönlü incinmiş, kalbi kırılmıştı.

Böylece günler geçti. Birgün Alkame, hastalanarak ölüm yatağına düştü. Annesine olan kırıcı davranışından dolayı dili tutuldu. Son nefesinde söylemesi gereken kelime-i şehâdeti söyleyemedi.

Nihâyet Rasûlullâh (s.a.v.)’in ısrârı ile, yaşlı anne, evlâdını affedip hakkını helâl etti. O anda Alkame’nin dili çözüldü ve kelime-i şehâdet getirmeye başladı. Rûhunu da bu îmânla teslîm etti.

Alkame yıkanıp kefenlendikten sonra, namazı kılınıp defnedildi. Ardından Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz, kabri başında durarak orada bulunanlara şöyle hitâb etti:

"Ey muhâcirler!

Ey ensâr!

Kim karısını, annesinden daha üstün tutarsa, Allâh’ın lâneti onun üzerinedir. Onun diğer ibâdet ve iyiliklerinin de kendisine bir fâidesi yoktur, kabul olunmaz." (44)

Ancak bu hadîs-i şerîf; eşin, kayınvâlide karşısında ezilmesi ve hiçbir hak sâhibi olmaması anlamına gelmez. Çünkü İslâm’da eşin de, annenin de hak ve sorumlulukları dengelenmiştir.

kral41
05-10-2015, 02:27
En Hayırlı Kadın

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Kadınların en hayırlısı, kocası ona baktığı zaman mesrûr olur, bir şey söylediğinde emrini yerine getirir. Nâmûsunda ve malında, kocasının hoşlanmıyacağı bir harekette de bulunmaz." (45) buyurur.

Başka bir hadîs-i şerîflerinde:

"Dünyâ’nızdan bana üç şey sevdirildi; kadın, güzel koku ve gözümün nûru namaz." (46) buyurmakla, kadına sevgi, saygı ve şefkat gösterilmesi gerektiğine dikkati çekmişlerdir.

"Dünyâ’nın hepsi metâ, eşyâdır. Ve Dünyâ’nın en hayırlı varlığı ise, sâlihâ kadındır." (47) hadîs-i şerîfi de, İslâm’ın kadına verdiği büyük kıymetin bir başka ifâdesidir.

Sâliha kadınların huzur ve sükûn kaynağı olduklarına işâretle Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz:"Cenâb-ı Hakk her kime iyi bir eş nasîb etmişse, onun ayakta durmasına ve dîninin yarısına yardım etmiştir. (Dîninin diğer) yarısını da kendi çalışarak muhâfaza etsin ve Allâh’dan korksun." (48) buyurmuşlardır.

Bu anlamda diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulur:

"Dört şey kime verilmişse, ona dünya ve âhiretin hayrı verilmiş olur; Şükreden kalb, Allâh’ı anan lisân, belâya sabreden beden, nâmûsunda ve kocasının malında hıyânet etmeyen kadın." (49)

kral41
05-10-2015, 02:27
İSLÂM’DA KADIN HAKLARI

İslâm Dîni, kadın hakları üzerinde titizlikle durmuş ve kadını, hiçbir nizâm ve sistemin veremediği müstesnâ bir makâma sâhib kılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’inde:

"Erkeklerin kadınlar üzerinde hakları olduğu gibi, kadınların da erkekler üzerinde hakları vardır." (50) buyurmuştur.

Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz de erkekleri, kadınların hak ve hukûkunu gözetmeye dâvet etmekte ve bu konuda:

"Kadınların haklarını yerine getirme husûsunda Allâh’dan korkunuz! Zîrâ siz onları Allâh’ın bir emâneti olarak aldınız." (51) buyurmaktadır.

Başka bir hadîs-i şerîflerinde de:

"Sizin en hayırlınız, ehline (eşine ve çocuklarına) en hayırlı olanınızdır. Ve ben de ehline karşı en hayırlı olanınızım." (52) buyurur.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, erkeklere, kadınlara dâimâ iyi davranmalarını tavsiye ederek:

"Mü’minlerin îmân bakımından en olgunu ve en hayırlısı, hanımına karşı en hayırlı olanıdır." (53) buyurmaktadır.

Vedâ Haccı’ndaki meşhûr hutbesinde Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Ey insanlar! Kadınlar hakkında Allâh’dan korkunuz! Sizin kadınlarınız üzerinde hakkınız vardır. Kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır." buyurarak daha yedinci yüzyılda yüzyirmi dört bin müslüman hacı namzedine karşı, kadınların haklarını ilk olarak açıklamışlardır.

Muâviye bin Hayde (r.a.) der ki; Rasûlullâh (s.a.v.)’e:

"Ey Allâh’ın Peygamberi, bizim herhangi birimizin hanımının, kocası üzerindeki hakkı nedir?" dedim. Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki: "Yediğin gibi onu da yedirmek, giydiğin gibi onu da giydirmek ve yüzüne vurmamak, onu kötülememek, bir de darılıp ayrı yatmaya mecbûr kaldığında onu, ancak ev içinde yapmaktır." (54) Başka bir hadîs-i şerîflerinde:

"Onlara yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin, onları dövmeyin, onlara çirkin demeyin, fenâ söz söylemeyin!" (55) buyurmuşlardır.

Kadınlarla iyi geçinmek Kur’ân-ı Kerîm’in emridir:

"Kadınlarınızla iyi geçinin; eğer onlardan hoşlanmadı iseniz bile!.. Olabilir ki bir şey, sizin hoşunuza gitmez de, Allâh onda bir çok hayır takdîr etmiş bulunur." (56)

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bu konuda:

"Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz!" (57) buyurmaktadır. Kadınlara karşı daima hoşgörülü olmalıdır. Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

"Mü’min bir erkek, mü’min bir kadına kızıp darılmasın! Eğer onun bir huyundan hoşlanmazsa, öbüründen memnûn olabilir." (58) buyurulur.

Bir insanın her işi ve her huyu hoşumuza gitmeyebilir. Fakat iyi niyetli ve ülfet edilir insan, kendi hanımında hoşuna gidecek nice meziyetler bulabilir. Onlarla kendisini memnûn ve mes’ûd edebilir. Bunun için ayıp aramaya değil, meziyet aramaya bakmalıdır. Zîrâ mârifet iltifâta tâbîdir. İltifatsız mârifet zâyîdir. (59)

kral41
05-10-2015, 02:27
Dînimizde Kadın-Erkek Eşitliği:

İslâm Dîni, kadın-erkek bütün insanların yaratılışta eşit olduğunu ilan ederek, kadını, insanlık şeref ve haysiyetine, gerçek benliğine ve kişiliğine kavuşturmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

"Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sizi, sırf birbirinizle tanışmanız için büyük büyük cemiyetlere, küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz ki, sizin Allah nezdinde en şerefliniz takvaca en ileride olanınızdır." (60)

"Ey insanlar! Sizi bir tek candan yaratan, ondan da yine onun zevcesini vücûda getiren ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türeten Rabb’inizden korkun!" (61)

Kur’ân-ı Kerîm, kadın ile erkek arasında hiçbir ayırım yapmamakta, her ikisine de aynı hak ve sorumlulukları yüklemektedir. Bununla ilgili olarak âyet-i kerîmede: "Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, tâate devam eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, mütevâzî erkekler ve mütevâzî kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını) koruyan kadınlar, Allâh’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfât hazırlamıştır." (62) buyurulur. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de:

"Şüphe yok ki, kadınlar erkeklerin dengi, benzeri ve tam bir eşidir." (63) buyurur.

Diğer bir hadîs-i şerîfte:

"Kadın-erkek bütün insanlar, tarak dişleri gibi birbirlerine eşittirler." (64) buyurulur.

*

Hz. Ömer (r.a.) bir gün Medîne-i Münevvere’de Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in minberine çıkıp cemâate hutbe îrâd etmiş, hutbesinde müslümânlara, evlenirken mehri azaltmalarını söylemişti. Kadın cemâatten uzun boylu bir hanım çıkıp:

"Ey Ömer, bunu söylemeğe hakkın yoktur!"

demiş ve Kur’ân-ı Kerîm’den en-Nisâ sûresinin 20. ve 21. âyet-i kerîmelerini delîl göstermişti. Bunun üzerine Halîfe:

"Allâh Allâh! Kadın, Ömer’le mübâhase etmiş ve onu susturmuş!.." diyerek sözünü geri almıştı. (65)

Yine Hz. Ömer (r.a.), halîfeliği esnasında kadınlarla istişârede bulunuyor, onların görüşlerini alıyordu. Hz. Ömer (r.a.), kızı Hz. Hafsa (r.anha)’ya, kadınların kocalarından ne kadar süre ayrı kalmaya sabredeceklerini sormuş, kızının O’na verdiği cevaba uygun olarak, bu süreyi dört ay olarak belirlemiştir. Ayrıca Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in Hz. Aişe (r.anhâ) hakkında:

"Dîninizin yarısını bu Hümeyrâ’dan öğreniniz!" buyurması da dikkat çekicidir.

Bu örneklerden; kadın için aklî ve dînî yönden herhangi bir eksikliğin söz konusu olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Eğer böyle olsaydı, aklî yönden eksik olan bir varlığın, herhangi bir dînî sorumluluğunun olmaması gerekirdi. Oysa kadın ve erkek her müslümanın, Allâh’ın emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak hususunda aynı derecede mükellef oldukları, âyet-i kerîmelerde açıkça belirtilmektedir. (66)

*

Dînî sorumluluk bakımından da erkekle kadın arasında eşitlik vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Mü’min olduğu halde, erkek ve kadından kim bir takım sâlih amellerde bulunursa, işte bu gibiler cennete girerler ve zerre kadar zulmedilmezler." (67)

âyetiyle inanıp da iyi işler işleyen herkesin, erkek olsun kadın olsun, aynı şekilde mükâfâta kavuşacakları ve kendilerine en küçük bir haksızlığın yapılmayacağı belirtilmektedir.

Başka bir âyet-i kerîmede de:

"Erkek ve kadın, mü’min olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfâtlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeliyle veririz.." (68) buyurulur.

Bu âyet-i kerîmede yüce Allâh, kadın-erkek ayırımı yapmadan, inanıp sâlih amel işleyenlere güzel bir hayat yaşatacağını müjdelemektedir.

İslâm dînine göre kadın ve erkek, birbirlerinin hak yoldaki yardımcısı ve destekleyicisidirler. Birbirlerini Allah yolunda ilerlemeye teşvik ederek, yaratılışlarının amacı olan dünyâ ve âhıret mutluluğunu kazanmaya çalışırlar. Kur’ân-ı Kerîm de:

"Mü’min erkekler de, mü’min kadınlar da birbirlerinin dostları ve yardımcılarıdır. İyiliği emrederler, kötülükten vaz geçirmeye çalışırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, Allah’a ve Rasûlü’ne itâat ederler. İşte bunları, Allah rahmetiyle bağışlayacaktır. Gerçekten Allah, Azîz’dir, Hakîm’dir." (69) buyurarak kadını hakîkî mânâda insan olma mertebesine ulaştırmıştır.

kral41
05-10-2015, 02:28
Cezâ ve Mükâfâtta Eşitlik

Kadın, suçlu olduğu takdîrde erkek gibi cezâ görür. Kötülük yaparsa günâh, iyilik yaparsa sevâb alır. Cennet veyâ cehennemlik olmakta da erkekle aynıdır. (70) Mâide Sûresi’ndeki şu âyet-i kerîme bu konuya açıklık kazandırmaktadır: "Hırsızlık eden erkek ve kadının yaptıkarına karşılık bir cezâ ve Allâh’dan bir ibret olmak üzere ellerini kesin!. Allâh izzet ve hikmet sahibidir." (71) İslâmiyet, kadına mânevî sahâda erkekle eşit haklar verdiği gibi dünyevî hükümlerde de gereken hak ve eşitliği sağlamıştır.

Kadın-erkek eşitliğinde, Dünyâ’ya âid cezâlarda fark yoktur. Kadına karşı işlenen suçlar, ister kadının şahsına, ister malına, ister şerefine olsun, erkeğe karşı işlenen şuçlar gibi cezâ gerektirir. Hattâ bu husûsda kadının lehine bazı durumlar bile vardır. Meselâ, bir erkek bir kadına fuhuş isnâd eder ve bu iddiâsını isbât edemezse, iftira cezasına çarptırılır. Ayrıca ömrünün sonuna kadar da şâhidliği kabûl edilmez (72). Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de: "Namuslu kadınlara zinâ isnâdında bulunup, sonra (bunu isbat için) dört şâhid getiremeyenlere seksener sopa vurun! Ve artık onların şâhidliğini hiçbir zaman kabul etmeyin.. (Artık) onlar tamamen günahkârdırlar." (73) buyurulur. Yine yüce dînimize göre, müslüman olduktan sonra başka dîne dönen mürted kimse tevbe etmezse, ölüme mahkûm edilir. Hanefî mezhebine göre, mürted kadın ise öldürülmez, tevbe etmesi amacıyla hapsedilir (74).

kral41
05-10-2015, 02:28
Kız Erkek Ayırımı Yok

İslâm Dîni’ne göre, çocuklar arasında kız ve erkek ayırımı yapmak, birini diğerinden üstün tutmak, câiz değildir. Çünkü kız evlâdı da, erkek evlâdı da insana veren Allâh’dır. Kulun burada hiçbir rolü yoktur. Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Göklerin ve yerin mülk ve tasarrufu Allâh’ındır. O, dilediğini yaratır. Kimi dilerse, ona kızlar bağışlar, kimi dilerse ona erkekler lutfeder. Yahut (çocukları) erkekler-dişiler olmak üzere çift verir. Kimi de dilerse, onu kısır bırakır. Muhakkak ki, O âlimdir, herşeyi bilir. Kâdirdir, herşeye gücü yeter." (75) buyurulur. Hiç bir müslüman, çocuğunun erkek olmasıyla övünemeyeceği gibi, kız olmasıyla da yerinemez. Çünkü önemli olan, çocuğun "kız veya erkek" olması değil, "hayırlı bir evlâd" olmasıdır. (76)

İslâmiyyet’ten önce Arabistan’da yaygın olan kız çocuklarını diri diri gömme âdeti, İslâmiyyet’le tamamen ortadan kaldırılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm, kız evlâdının öldürülmesini şiddetle yasaklamıştır:

"Evlâdlarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin; onları da, sizi de biz rızıklandırırız! Muhakkak ki onları öldürmek, büyük bir suçtur." (77)

Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’de kıyâmetin dehşeti tasvir edilirken şöyle buyurulur:

"... diri diri gömülen kızın hangi suçundan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman..." (78)

Hz. Peygamber (s.a.v.) de bir hadîs-i şerîflerinde:

"Çocuklarınız size Allâh (c.c.)’ın bir hîbesi (hediyyesi) dir; dilediğine kız, dilediğine erkek verir." (79) buyurmuşlardır.

O halde Allâh (c.c.) ’ın bu bağışına karşı çok şükretmeli ve O’nun emâneti olan çocuklarımızı en güzel bir şekilde terbiye etmelidir.

İslâm Dîni, ana-babaların çocuklar arasında kız-erkek ayırımı yapmadan eşit muâmelede bulunmalarını emreder.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Kimin kızı doğar da, onu gömmez, horlamaz, oğlan çocuğunu ona tercih etmezse, Allâh o kimseyi, bu kızı sebebiyle cennetine kor."(80) buyurur.

Ebû Hüreyre (r.a.)’ın haber verdiği bir hadîs-i şerîfde:

"İçinde kız çocukları olan eve, hergün gökten on iki rahmet iner. Ve meleklerin o evi ziyâreti hiç kesilmez. Her gece-gündüz anne ve babalarına bir senelik ibâdet sevâbı yazarlar." (81) buyurulur.

Hz. Enes (r.a.) ’ın rivâyet ettiğine göre:

"Bir adam Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanında otururken, oğlunun biri gelir. Adam çocuğu öper ve dizinin üstüne oturtur. Az sonra kızı gelir. Adam onu öpmeksizin önüne oturtur. Bunun üzerine Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz;

"Aralarında eşit davranmıyor musun?" diye adamı uyarır." (82)

Çocuklara eşit davranmaya çok önem veren Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Bağış ve ihsanda çocuklarınızın arasını eşit tutun. Eğer ben birini üstün tutacak olsaydım, kızları üstün tutardım." (83)

buyurarak, erkek çocuklarını kız çocukarından üstün tutan ve kızları hor gören zihniyeti tamâmen yıkmıştır.

kral41
05-10-2015, 02:29
Fizyolojik ve Psikolojik Farklılık

Cenâb-ı Hakk, erkek ve kadına farklı husûsiyetler ve meziyetler vermiş ve onların toplum içindeki mevkîlerini de farklı kılmıştır. Haklar ve mes’ûliyetler, bu farklı husûsiyetlere göre tanzîm edilmiştir. Erkek ve kadın, aynı zamanda birbirlerinden farklı, güzel kabiliyetlerle de donatılmıştır.

Allâh Teâlâ, erkeğe; güç, kuvvet, metânet, mihnet ve meşakkatlere tahammül, tedbir, temkin ve sebat, hâdiseler karşısında dayanma ve direnme, sevinç ve hüzünde muvâzene ve îtidâl, savaş gücü, irâdî ve aklî üstünlük gibi özellikler vermiştir.

Hanımlara ise; duygu derinliği, incelik, şefkat, merhamet, hayâ, fedâkârlık, çocuk bakımı ve neslin muhâfazası gibi meziyetler ihsân etmiştir. Onlar, bünye olarak nârin olduklarından hayâtın çeşitli safhalarında birtakım süprizlerle karşılaştıklarında bazen bedenî ve rûhî zaaflara düşerler. Zîrâ hisleri, fevkalâde kuvvetlidir. Merhamet duyguları yüksektir. (84)

Görülüyor ki erkek; kadından daha kuvvetli, zorluklara daha dayanıklı, hâdiseler karşısında daha soğukkanlıdır. Hareketlerinin neticelerini daha iyi düşünür. Kadın ise, fıtraten zaîf, hılkaten nahîftir. His yönünden çok zengin, şefkat yönünden de engin bir deryâ gibidir. Mutlaka bir erkeğin himâye ve desteğine muhtaçdır. Erkeğin kadına göre üstün tarafları olduğu gibi, kadının da erkeğe göre üstün tarafları bulunmaktadır. Her biri ancak bu farklı yaratılışının îcâbını yapabilir.

Çocuğun çeşitli ihtiyaçları karşısında annedeki değişken duyguları ve imkanları erkekte bulamazsınız. Erkekdeki, tabiatın dâimî sert tezâhürlerine ve hayatın sayısız güçlüklerine karşı koyacak bir yaratılış husûsiyetini de kadında bulamazsınız. Bunun için İslâm Dîni, âile müessesesinde, kadınla erkek arasında kendi maddî ve mânevî kabiliyetlerine göre vazîfe taksîmi yapmıştır. Her cinse görebileceği işi vermiş; kadına, yapamıyacağı işi teklif etmemiş, taşıyamıyacağı mes’ûliyyeti de yüklememiştir. (85)

kral41
05-10-2015, 02:29
Erkek Âilenin Reisidir

Dînimize göre erkek, âilenin reîsi ve mes’ûlüdür. O, hayatın meşakkatlerine göğüs germiş, maîşet yükünü yüklenmiş, kadının nafakasını da üzerine almıştır. Erkek bu ağır vazîfeye karşı, kadından meşrû işlerde kendisine itâat hakkına mâliktir. İyi kadınlar itâatli olanlardır. Nitekim hadîs-i şerîfde: "Kadın beş vakit namazını kılar, yılda bir ay orucunu tutar, nâmûsunu korur ve kocasına itâat ederse, Cennet kapılarından dilediğinden girsin!" (86) buyurulur. Başka bir hadîs-i şerîfte de:

"Eğer bir kimseye, Allâh’dan başka birine secde etmesini emredecek olsam, kadınlara, kocalarına secde etmelerini emrederdim. Bunun sebebi, Allâh’ın erkekler için kadınlar üzerine kıldığı haklardır." (87) buyurulur.

Kadın, kocasının evinde bir bekçidir, muhâfızdır. Kocasının malını muhâfaza, çocuklarını terbiye etmekle mükellef olduğu gibi, nâmûsunu da haramdan koruyacaktır. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bir hadîs-i şerîflerinde erkeklerin kadınlar üzerindeki haklarını:

"Yatağınızı başkalarına çiğnetmemeleri, hoşlanmadığınız kimselerin evlerinize girmelerine izin vermemeleri.." (88) diye özetler.

Kur’ân-ı Kerîm’de:

"İyi kadınlar, itâatli olanlardır. Allâh kendi haklarını nasıl korudu ise, onlar da öylece göze görünmeyeni koruyanlardır." (89) buyurulur.

Burada "göze görünmeyen" tâbirinde, erkeğin malı, âile sırları, nâmûsu, hattâ kadının karnındaki çocuk dâhildir. Kadının bunları muhâfaza etmesi, çocuğunu düşürmemesi lâzımdır. Kadın, ancak bu şekilde en büyük dînî vazîfelerinin bir kısmını yerine getirmiş olur.

Erkek de, kadına her zaman saygı gösterir. Âile işlerinde kadını ortak yapar. Erkeklik şânına yaraşır bir tarzda kadını himâyesine alır. Kadın zengin bile olsa erkek, kadının nafakasını tedârike mecburdur. Kadın, erkek gibi tahsîl yapar. Âlim olur. Müftü olur. Hukuk hâkimi olur. Yalnız halîfe olamaz (90). Nitekim İslâm kadınları arasında pek çok âlimler ve ârifler yetişmiştir.

Kadının medenî hakları vardır. Muâmelâtta kadının hakları, erkeğin hakları gibidir. Kadın kendi malını hiç kimseye danışmadan istediği gibi kullanma, harcama ve hediye etme yetkisine sahiptir.

kral41
05-10-2015, 02:30
Kadının Tahsîl Hakkı:

İslâm Dîni, ilme büyük önem verir. Nitekim onun ilk emri; "oku!.." şeklindedir. Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?." (91) buyurulur.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de:

"Beşikten mezara kadar ilim öğreniniz!"

"İlim Çin’de de olsa arayınız!"

"İlim öğrenmek, kadın ve erkek her müslümana farzdır." (92) buyurmuşlardır. Kadın da erkek gibi, Allâh’ın emirlerini öğrenip yapmak, yasaklarını da belleyip kaçınmakla mükelleftir.

Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Ey îmân edenler, kendinizi ve âilenizi cehennem ateşinden koruyunuz." (93) buyurulur.

Bu âyet-i kerîmeyi Hz. Ali (r.a.):

"Çocuklarınızı terbiye edin, onlara ilim öğretin.." tarzında tefsir etmiştir. (94)

Kadının âile ocağındaki en başta gelen vazifesi, çocuklarını yetiştirip güzel terbiye etmesidir. Ayrıca, zaman, mekân ve imkân yönünden de buna müsâid olmasıyla kadın, en mükemmel bir terbiyecidir. Bu itibarla kadınlarımızın, ilim, ahlâk ve irfân sahibi olmaları şarttır. Çocuğa küçük yaşta iken kazandırılan güzel alışkanlıkların önemi, herkesçe mâlumdur. Atalarımız bu gerçeği sözü ile dile getirmişlerdir. İlim, ahlâk ve fazilet sahibi kadınlar, kocaları tarafından daha da çok sevilirler. Ve hüsn-i kabul görürler.

Ancak, kadınlarımıza bu üstün faziletleri kazandıracak müesseselerin, İslâm’dan hiç taviz vermeden; doğuştan Allâh tarafından kızlarımıza bahşedilmiş şefkat, hayâ ve iffet ... gibi üstün hasletleri muhâfaza etmesi ve daha yüksek bir seviyede geliştirmesi gerekmektedir. Zîrâ ahlâk, hayâ ve iffet, kadına kadın olma özelliğini kazandıran yüce meziyetlerdir.

Bu meziyetlerin yanısıra onlara, ev muhtevâsına uygun bilgi ve kâbiliyetleri kazandırmak zarûrîdir. Bu husûsda onları yaradılış istikâmetine yönlendirecek şu nasîhat ne kadar mânâlıdır:

"Kızım, hayat süprizlerle doludur. Ne gibi şartlarla karşılaşacağın belli değildir. Dikişi, nakışı, yemek yapmayı, ev düzenini îtinâlı öğren! Meslek ve mâhâret kola takılmış bir altın bileziktir. Belki Allâh Teâlâ, senin rızkını ilerde bu yoldan verebilir." (95)

Nitekim Asr-ı Seâdet’te de Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, kadınların okuma-yazma ve âile hizmetlerine dâir bilgileri öğrenmelerini daima teşvik ve emr ederlerdi. Hz. Ömer (r.a.)’ın yakın akrabasından olan ve Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in dünyâya teşriflerinde Hz. Âmine vâlidemize ebelik yapan Şifâ Hatun, çok iyi okuma ve yazma bilirlerdi. Daha sonra sahâbiye olma şerefine nâil olan Şifâ Hatun, Hz. Ömer (r.a.)’ın kızı ve Hz Peygamber (s.a.v.)’in zevce-i muhteremesi Hz. Hafsa (r. anha)’ya okuma-yazma öğretmiştir. (96)

Medîne-i Münevvere’de kadınlar toplanıp Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’e gelmişler ve:

"Erkekler her zaman yanınıza gelip sizden ilim öğrenirler, bilmediklerine vâkıf olurlar. Biz ise, onlardan fırsat bulup yanınıza gelemiyoruz. Bize kendiliğinizden müstakil bir gün tahsis edin, gelip sizi dinleyelim ve bilmediklerimizi öğrenelim.."

demişler, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz de, onlara bu istekleri üzerine bir gün tahsis etmişti. O gün kadınlara va’z eder, emirler verirdi. (97)

Medîneli müslüman hanımlar, bütün müşkillerini Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’den sorup öğrenirlerdi. Bu sebeple Hz. Âişe (r.anha) şöyle demiştir:

"Ensar kadınları, ne iyi kadınlardır, sıkılganlıkları dînlerini öğrenmelerine mânî olmamıştır." (98)

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz devrinde ilme ehemmiyet veren kadınlardan biri de, Hz. Âişe (r. anha) vâlidemizdi. Hz. Âişe (r. anha) vâlidemiz, devamlı ilimle meşgul olur, bilmediği bir şey duyduğu zaman, onu iyice belleyinceye kadar, tekrar tekrar sorar ve iyice anlamaya çalışırdı. (99)

Hz. Âişe vâlidemiz, bilhassa fıkıh ilminde ihtisas kesbetmiş ve daha sonraları en âlim kimseler tarafından bile, kendisine bir hukukçu olarak, kanâatini almak üzere mürâcaat olunmuştur.

Ashâb-ı kirâmdan Ebû Mûsâ (r.a.) der ki:

"Rasûlullâh (s.a.v.)’in ashâbı olan bizlere müşkil gelen hiçbir mesele yoktur ki, Hz. Âişe (r. anha)’nın nezdinde ona dâir bir ilim bulunmasın!.." (100)

Hz. Âişe (r. anha)’nın Hz. Peygamber (s.a.v.)’den 2210 hadîs-i şerîf rivâyet etmiş olması da, O’nun ilimdeki kudretini göstermektedir.

Ayrıca Hz. Fâtımâ (r. anha) vâlidemiz, Hz. Ebûbekir (r. a.)’ın kızı Hz. Esmâ (r. anhâ) ve Ümmi’d-Derdâ (r. anha), fetvâ vermekle şöhret bulmuşlardı. (101)

Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Ey îmân edenler, Allâh’dan korkun ve sâdıklarla berâber olun!.." (102) buyurulmaktadır.

Muhakkak ki insanların, salâh bulmaları ve kurtuluşa ermeleri için sâlih kimselerle berâber olmaları ve onların sohbetlerinden istifâde etmeleri lâzımdır. Hanımların da, sâliha hanımların meclislerinde ve sohbetlerinde bulunmaları gerekir. Yoksa kadın, erkeklere karışıp sokak hayâtına girdiği zaman kadınlık duygularını ve özelliklerini yitirmekten kendini kurtaramaz. Çünkü insan, kiminle oturup kalkarsa, onun hâliyle hâllenir. Bu bir psikoloji kânûnudur. (103)

Bu sebepten genç kızlarımızın mânevî yönden eğitilmelerine daha fazla önem verilmeli, öncelikle rûhî zenginliklerle bezenecek şekilde yetiştirilmeli ve kalb âlemleri zenginleştirilmelidir. Böylece Hz. Hatice (r.anhâ) ve Hz. Âişe (r.anhâ) vâlidelerimizin gönül ikliminden hisse almış kızlarımız yetişecek ve kalbî hayatlarıyla topluma yön vereceklerdir.

kral41
05-10-2015, 02:30
Kadının Evlilikteki Durumu

Evlenmekle ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’in Nûr Sûresi’nde şöyle buyurulur:

"İçinizden bekârları ve kölelerinizden, câriyelerinizden iyi davranışta olanları evlendirin! Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lutfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lutfu) geniş olan ve (herşeyi) bilendir." (104)

Görüldüğü gibi evlenmek, Kur’ân-ı Kerîm’in emridir. Bu emir, mükellefin evlenme ihtiyacı ve durumuna göre farzdan harama doğru derecelenir.Hadîs-i şerîfde: "Kişi evlenmekle dîninin yarısını tamamlamış olur. Diğer yarısı için de Allah’dan korksun!" (105) buyurulur.

Bir başka hadîs-i şerîfde de Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Size dîninden ve huyundan memnun olduğunuz bir kimse kız istemeye gelince, onu evlendiriniz. Eğer (böyle) yapmazsanız, yeryüzünde fitne ve büyük fesad zuhur eder."

"Yâ Rasûlallah! dediler, eğer onda fakirlik ve soy asâletsizliği varsa?

Hz. Peygamber (s.a.v.):

"Size dindarlığını, huyunu beğendiğiniz bir adam gelince onu evlendiriniz!" (106) buyurdu ve bunu üç defa tekrar etti.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz âile ocağında karı-kocanın mes’ûliyetlerini şöyle belirtir:

"Dikkat ediniz ki, hepiniz çobansınız. Ve her biriniz güttüğünden sorumludur. Devlet reîsi bir muhâfızdır. Ve maiyyetindekilerden (emri altındakilerden) mes’ûldür. Erkek, ev halkının üzerinde bir muhâfızdır. O da ev halkından mes’ûldür. Kadın da, kocasının evinde bir çobandır ve güttüğünden sorumludur. Hizmetçi, efendisinin malı üzerinde bir bekçidir ve ondan mes’ûldür. Hulâsa, sizin her biriniz bir çobansınız ve beklediklerinizden mes’ûlsünüz." (107)

kral41
05-10-2015, 02:31
Evliliğin Gâyesi

İslâm’da evliliğin en başta gelen gâyesi, îmânlı bir neslin yetiştirilmesi ve İslâm ümmetinin sayısının çoğaltılmasıdır. Bu hususda Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Evlenin ve çoğalın! Çünkü ben (kıyâmet gününde) diğer ümmetlere karşı sizin (çokluğunuzla) iftihar edeceğim!" (108) buyurmuşlardır.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, evliliğin gözü haramdan koruduğuna ve namuslu yaşamaya vesile olduğuna işaretle şöyle buyurur:

"Ey gençler topluluğu! İçinizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin! Çünkü bu, gözü (haramdan) koruyan, namuslu kalmaya yardımcı olan çaredir. Kimin de evlenmeye gücü yetmezse, (farz oruçlarından başka nafile) oruca (da) sarılsın. Çünkü o (oruç), kendisinin şehvetine ve nefsine hâkim olmasını sağlar." (109)

Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz, evleneceklerin, dindarlığı ve ahlâk güzelliğini diğer meziyetlere tercih etmelerini tavsiye etmişlerdir:

"Kadınları yalnız güzellikleri için nikah etmeyin!. Muhtemeldir ki, güzellikleri onları ahlâken alçaltır. Onlarla mallarının hatırı için de evlenmeyin! Belki malları kendilerini azdırır. Kadınlarla dindarlıkları yüzünden evlenin! Muhakkak ki yırtık elbiseli, siyah, fakat dindar bir kadın daha kıymetlidir." (110)

İslâm Dîni, evliliğin uzun ömürlü olması için iyi bir eş seçimi yapılmasını esas alır. Yuvanın huzur, uyum, mutluluk ve karşılıklı güveni sağlayacak sağlam bir temel üzerine binâ edilmesi gerekmektedir. Bu temel, dîn ve ahlâktır. Dindarlık yaşlandıkça daha da artar. Ahlâk, zaman ve tecrübelerle daha olgunlaşır. Ahlâk güzelliği, insan için en kıymetli servettir. Asıl güzellik, ahlâk güzelliğidir. Çünkü ahlâkı güzel insan, her yaşta güzeldir.

Zenginlik, güzellik, soy-sop gibi insanların çoğunun peşinde koştuğu şeyler geçici olup, evlilik bağının devamını sağlamaz. Üstelik bu özellikler, kibri, ucbu (kendini beğenmeyi), övünmeyi ve ilgi çekmeyi getirmektedir. (111)

İşte bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Kadın dört şey için nikâh edilir; malı, güzelliği, soyu ve dindarlığı... Sen bunlardan dindar olanını araştır, bul. Mes’ûd olursun.." (112) buyurmuşlardır. Zîrâ erkekler evlenirken umûmiyetle bu dört hususu gözönünde bulundururlar, dindârlığı ise en sona bırakırlar.

kral41
05-10-2015, 02:31
Evlilikte Denklik (Küfüv):

Kelime olarak küfüv, denklik ve eşi olmak demektir.

Fıkıhda ise, evlenecek olan çiftlerin, birbirlerine bazı konularda denk olmaları demektir.

Evlenmede denklik, kadınlar için erkekte aranır. Yâni bir erkeğin, evleneceği kadına, müslümanlık, neseb, hür olma, meslek ve zenginlik gibi niteliklerde denk durumda bulunması, özellikle kadını korumak için öngörülmüştür.

Mezhepler, evlenecek kişiler arasında dindârlık bakımından eşitlik bulunmasının kesinlikle gerekli olduğu görüşünde birleşmişlerdir. Bunun yanında Hanefîler, erkeğin soy bakımından, kadından daha aşağı olmaması gerektiğini söylemişlerdir. (113)

İslâm hukûkunda denklikten maksad, evlenecek eşler arasında dînî, ekonomik ve sosyal seviye bakımından yakınlık ve denklik bulunmasıdır. Bu denkliğin, hem çiftler arasında, hem de hısımları arasında seâdet, huzûr ve sevgiye vesîle olacağı düşünülmüştür.

Evlilikte denklik, bir sıhhat şartı değil, bağlayıcılık şartıdır. Yâni denklik, evlilik için mecbûrî bir şart olmayıp, ancak âile seâdetinin te’mîni içindir. Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Ali (r.a.)’a hitâben şöyle buyurmuşlardır:

"Üç şeyi geciktirme:

Vakti gelince namazı; hazır olduğunda cenâzeyi; dengini bulunca evlenecek kızı..." (114)

Ayrıca başka bir hadîs-i şerîfde:

"Kadınları denkleriyle evlendirin, onları velîleri evlendirsin.. On dirhemden az mehir yoktur." (115) buyurulur.

Hanefîler’e göre denklik (kefâet), altı yerde aranır. Bunlar: Dindârlık, İslâm, hürriyet, neseb, mal ve meslektir.



1. Dindârlık: Dînî kurallara bağlı olmayan ve ahlâk bakımından zayıf olan fâsık bir erkek, iffetli ve fazîletli bir kadına denk sayılmaz. Aynı şekilde, dînî kurallara bağlı olmayan ve ahlâk bakımından zayıf olan fâsık bir kadın da, iffetli ve fazîletli bir erkeğe denk sayılmaz.

2. İslâm: Burada denklikten maksad, kocanın müslüman olması değildir. Zîrâ kocanın müslüman olması, evliliğin sıhhat şartıdır. Müslüman olmada denklik, kocanın, babası veya büyükbabası bakımından aranır.

3. Hürriyet: Çoğunluğa göre köle, hür olana denk değildir.

4. Neseb: Bu konudaki denklik, Araplar arasında geçerli sayılmıştır.

5. Mal: Eşlerin, aynı derecede mal ve servet sahibi olması da, evlilikte önemli bir unsurdur.

6. Meslek: Evlenecek erkek ve kadının velîlerinin iş ve meslekleri arasında bir denkliğin bulunması gerekir. (116)

Ayrıca çiftler arasında boy ve güzellik gibi fizîkî ölçülere de dikkat edilmesi, eşlerin anlaşabilmeleri ve birbirleriyle uyum sağlayabilmeleri açısından önemli bir husustur.

Netice olarak İslâm hukukçularının büyük çoğunluğu, nikâhın mûteber olmasında kocanın kadına denk olmasının şart olduğunda müttefiktirler. Denkliğin, mutlakâ dindârlık ve güzel ahlâkda aranması gerektiği üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Asr-ı seâdetteki tatbîkâta bakıldığında da denkliğin, en başta dindârlık ve güzel ahlâkda arandığı açıkça görülür. Ashâb-ı kirâmdan Sehl b. Sa’d es-Sâidî (r.a.) anlatıyor:

"Birgün Rasûlullâh (s.a.v.)’in huzûrundan bir adam geçti. Hz. Peygamber (s.a.v.) yanında oturanlardan birine;

"Şu geçen hakkında ne dersin?" buyurdu.

O da:

"Eşrâfdan biridir. Vallâhi kız istese kendisine verilmesine, bir şey hakkında konuşsa, sözünün dinlenmesine çok lâyıktır." cevâbını verdi.

Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz sustular. Bir müddet sonra bir başkası geçti. Bu sefer yine:

"Ya bunun hakkında ne dersin?" buyurdu.

Adam cevap verdi:

"Yâ Rasûlallâh, bu müslümanların fakirlerinden biridir. Kız istese reddedilmeye, bir şey hakkında şefâat etse, kabul olunmamaya ve konuştuğu vakit, sözü dinlenmemeye lâyıktır."

Bunun üzerine Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdular:

"(Hayır) bu (adam), yeryüzü dolusunca öbüründen hayırlıdır." (117)

Evlenecek eşler, güzellik ve zenginlik câzibesine kapılarak ahlâkı ve dîni zayıf kadınlarla evlenmemelidirler. Böyle evlilikler, çoğu zaman hüsranla neticelenmektedir. Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, dâimâ dindâr olan kadınların tercih edilmesini tavsiye buyurmuşlardır.

Hakîkatte denklik; erkeğin değil, kadının menfaatine yönelik bir haktır. Eşlerin, gönül ve görüş birliğine sâhip olmaları da zarûrîdir. Zîrâ, bu yönlerden anlaşamayan çiftler, mutlu bir hayât yaşayamazlar.

kral41
05-10-2015, 02:32
Kadının Eşini Seçme Hakkı

İslâm Dîni, kadına evlenceği kimseyi seçme hakkını vermiştir. Hattâ evlilik birliğini kurmada kadının irâdesine öncelik tanımış ve "îcâb"da bulunma yetkisini kadına vermiştir. İlk söz hakkı kadınındır. Bundan sonra erkek bu "îcâb"ı "kabûl" eder. (118)

Ayrıca İslâm Dîni, evlenecek kimselerin birbirlerini görmelerini de şart koşmuştur. Evlenmek isteyen kız ve erkeğin birbirlerini görmeleri isteği, pek çok hikmete dayanmaktadır. Şüphesiz ki birbirlerini görmek, gelecekteki hayatta daha mutlu ve huzurlu bir yuva kurabilmek açısından önemlidir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bir kadınla evlenmek isteyen Muğîre b. Şu’be’ye evleneceği kadını görüp görmediğini sormuş; Muğîre:

"Görmedim!" deyince de;

"Ona bak! Çünkü bu, ileride birbirinizi sevmenize ve evliliğin devamlı olmasına vesile olur." (119) buyurmuşlardır.

Evlilik, karşılıklı sevgi, saygı, hoşgörü, anlaşma ve güven üzerine kurulmuş bir müessesedir. İslâm, evlenecek kızla erkeğin yanlarında yakın akrabâlarından en az biri bulunmak şartıyla birbirlerini görmelerine ve karşılıklı konuşup anlaşmalarına izin vermiştir. Yalnız olarak görüşmeye aslâ müsâde edilmemiştir. Nitekim bunun mahzurlu oluşu hadîs-i şerîfde açıkça zikredilmiştir:

"Bir erkek yalnız olarak bir kadınla kaldı mı, mutlaka onların üçüncüleri şeytandır." (120)

İslâm’da evlilik, erkekle kız birbirlerini hiç görüp tanımadan, sadece ana-babanın kararlarıyla gerçekleşen bir anlaşma (ahid) değildir. Bilakis, erkekle kızın birbirlerini görüp beğenmeleri, konuşmaları, anlaşıp anlaşamayacaklarını araştırmaları dînimizin emrettiği hususlar arasındadır. Ancak bu birbirlerini görme, hiç bir zaman birlikte gezip dolaşmak, eğlenip yaşamak şeklinde olmamalıdır.

Eş seçimi konusunda, kadın da erkek gibi aynı haklara sahiptir. Kadın, istemediği bir erkekle evlendirilemez.

Kadın sahâbiyelerden dul bir hanım olan Hizâm kızı Hansa’yı babası bir adama nikâh etmişti. Ama Hansa, bu evliliğe râzı değildi. Kalkıp Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e geldi. Ve babasının nikâhladığı adamla evlenmek istemediğini bildirdi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de, onun bu sözü üzerine derhal nikâhı bozdu ve böyle bir evliliğin olamayacağını söyledi. (121)

İbn-i Abbas (r.a.)’ın rivâyetine göre, bir defasında bâkire bir kız Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in yanına gelerek dert yandı. Babasının, kendisini arzu etmediği biriyle evlendirdiğini söyledi. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, kıza bu evliliği devam ettirip ettirmemekte tamamen serbest olduğunu söyledi. (122)

Yine dul bir kadın olan Sübey’a el-Eslemiyye’ye iki kişi evlenme teklîfinde bulunmuş ve bu hususta kendisine istemediği kimseyle evlenmesi için baskı yapılmıştı. Bunun üzerine Sübey’a Hz. Peygamber (s.a.v.)’e gelip, olayı anlattı. Hz. Peygamber (s.a.v.) de, onun istediği ile evlenme hakkına sahip olduğunu ifade buyurdu. (123)

kral41
05-10-2015, 02:33
Kadının Üç Temel Hakkı

Kadının, evlilik akdiyle tahakkuk eden temel hakları mehir, nafaka ve mesken olmak üzere üçtür.

I. Mehir:

Mehir, evlenirken erkeğin nikâhı altına aldığı kadına vermek üzere aralarında kararlaştırdıkları para veya maldır. Mehir, kadının kendi hakkıdır. Onunla çeyiz yapmak mecburiyetinde değildir. Erkeğin, bu meblağı kadına ödemesi, üzerine şarttır. Nitekim Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Kerîm’inde:

"Aldığınız kadınlara mehirlerini seve seve verin! Şayet ondan birazını kendileri gönül hoşluğu ile bağışlarlarsa, onu da içinize sine sine yiyin!" buyurur. (124)

Bu âyet-i kerîme, erkeklerin, kadınlara mehirlerini vermelerinin vâcib olduğuna delâlet eder. Mehir, annenin, babanın veya velînin değil, kadının Allâh tarafından belirlenmiş en tabiî hakkı ve hayat garantisidir. Bu, erkek tarafından verilen bir nevî tazminattır. Harcama sahası, meşrû çerçevede tamamen kendi irâdesine bağlı olmakla beraber, kocası ile istişarede bulunması da âile saâdeti için daha uygundur. Kadın, mehrini ya da, varsa diğer mal varlığını, hayır yolunda harcayabileceği gibi, ticârî işletmelerde de kullanabilir. Çünkü kendi sosyal güvenliği, evlenmekle garanti altına alınmıştır. Ev için ve kendisi için gerekli bütün zarûrî harcamalar, kocasının üzerinedir.

Mehrin çoğuna bir sınır yoktur. Âyet-i kerîmede:

"Onlardan birisine yüklerle mehir vermiş olsanız bile, içinden birşey almayın!" (125) buyurulur.

Hz. Ömer (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in eşi ve kızları için en çok 480 dirhem gümüş para mehir uyguladığını dikkate alarak, kendi hilâfeti zamanında mehri en çok 400 dirhemle sınırlamak istemişti. (O devirde beş dirhem, yaklaşık bir kurbanlık koyun bedeliydi.) Hz. Ömer (r.a.), minberden indikten sonra Kureyşli bir kadın, yukarıdaki âyet-i kerîmeyi okuyarak, Allah Teâlâ’nın mehir için bir sınır getirmediğini, aksine kadınları yükler dolusu mehre lâyık gördüğünü söyledi. Bunun üzerine yeniden minbere çıkan Hz. Ömer (r.a.), şöyle demiştir:

"Size kadınlarınız için 400 dirhemden fazla mehir vermenizi yasaklamıştım. İsteyen, malından dilediği kadar mehir verebilir." (126)

Mehrin en az miktarına dâir ise, çeşitli görüşler ileriye sürülmüştür. Hanefî mezhebine göre, mehrin en azı on dirhem gümüş veya bunun karşılığıdır. (127)

Bir kadınla evlenmek isteyen bir sahâbîye Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, mehir olarak birşeyler vermesini bildirmiş, ancak erkeğin fakir olduğunu görünce:

"Demirden bir yüzük bile olsa, evde araştır ve getir!" buyurmuşlar. Adam bunu da temin edemeyince, onu bildiği Kur’ân-ı Kerîm karşılığında bu kadınla evlendirmiştir. (128)

İslâm Dîni’nde evlenme güçleştirilemez. Bilakis neslin çoğalması, fuhşun ortadan kalkması için kolaylaştırılır. Binâenaleyh mehrin, erkeğin durumuna göre fazla olmaması makbuldür. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Mehrin en iyisi az olanıdır." (129) buyurur.

Mehir, iki kısma ayrılır:

1. Mehr-i müsemmâ: Mehir, evlilik akdi sırasında taraflarca tesbit edilmişse, buna mehr-i müsemmâ denir. Bu da kararlaştırılan ödeme şekline göre ikiye ayrılır:

a. Mehr-i muaccel: Tesbit edilen mehir, peşin ödenecekse, buna mehr-i muaccel denir.

b. Mehr-i müeccel: Mehrin, kısmen veya tamamen ödenmesi, ilerdeki bir tarihde olacaksa, buna da mehr-i müeccel denir.

2. Mehr-i misil: Nikâh akdi sırasında mehir, hiç zikredilmez veya usûlüne uygun bir şekilde takdîr edilmezse, mehr-i misil tahakkuk eder. Mehr-i misil, kadının emsâline bakılarak takdîr edilen mehirdir.

Aslında mehir, evlilik süresinde kadın için bir yedek akçe niteliğindedir. Çünkü beklenmedik bir zamanda kocasını kaybetmesi veya boşanmaları durumunda, kendisine yeni bir hayat programı hazırlayıncaya kadar, mehir ona destek sağlar.

Görüldüğü gibi İslâm Dîni’nde kadın, geçim konusunda hiçbir derdi ve endişesi olmayan, yani alabildiğine sosyal güvenliği bulunan bir insan konumundadır.

II. Nafaka:

Nafaka, normal bir hayat yaşayabilmesi için gerekli olan mesken, yiyecek, içecek, giyecek ve tedâvî masrafları nafaka mefhumu içinde yer almaktadır. (130)

Bir kadın, evlenip kocasının evine yerleştikten sonra, onun yiyecek, içecek, elbise ve mesken masrafları kocasına âiddir. Bunlar, isrâfa kaçmadan ve cimrilik de etmeden eşlerin sosyal seviyelerine göre sağlanır. Eşlerin her ikisi de zengin ise, buna uygun harcama yapılır. İkisi de fakir ise, kadın kocasından, zenginler seviyesinde bir harcama isteyemez. Birisi zengin, diğeri fakirse, ortalama bir yol izlenir.

Nafaka ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

"Annelerin yiyecek ve giyeceği, gücünün yettiği ölçüde çocuğun babasına âiddir." (131)

"Hâli vakti geniş olan, nafakayı genişliğine göre versin! Rızkı kendisine daraltılan fakir de, nafakayı Allâh’ın ona verdiğinden versin! Allâh hiçbir kimseye, ona verdiğinden başkasını yüklemez. Allâh, güçlüğün arkasından kolaylık ihsân eder." (132)

Erkek, gücü oranında hanımının ve çocuklarının nafakasını helâl yoldan sağlamak zorundadır. Kadını, nafaka kazanmaya ve bunun için çalışmaya zorlayamayacağı gibi, başka bir yolla da âile bütçesine katkıda bulunmaya mecbur edemez. Hanımının ve çocuklarının rızkını helâlinden sağlamak, erkeğin, çoluk çocuğuna karşı en önemli vazifelerinden birisidir. Hatta koca fakir, kadın zengin olsa, yine de âilenin geçimini sağlamak kocanın görevidir.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de erkeğin, âilesinin geçimini sağlamak hususunda cömert olmaya dâvet ederek buyurur:

"Kişinin ehline (eşine ve çocuklarına) sarfettiği şey sadakadır." (133)

Bu anlamda bir başka hadîs-i şerîfde:

"Âilene yaptığın her harcamadan, hattâ hanımının ağzına koyduğun lokmadan bile sevap kazanırsın..." (134) buyurulur.

Açıkça görülüyor ki erkek, âilesine Allah’ın rızâsını gözeterek yaptığı her hizmet ve harcadığı her kuruş için sadaka sevâbı kazanmaktadır.

III. Mesken:

Evliliğin doğurduğu nafaka hakkının kapsamına giren hususlardan biri de mesken hakkıdır. Konu ile ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de:

"İmkân ve varlıklarınıza uygun olarak oturduğunuz yerde kadınları da oturtun!." (135)

buyurulur ki, kocanın hanımına bir mesken temin etmekle mükellef olduğunu ve bu meskenin de kadının sosyal durumuna uygun olması gerektiğini ifâde etmektedir. Bu mesken, müstakil bir ev olabileceği gibi, dayalı döşeli bir dâire de olabilir.

İkâmetgâhı belirleme hakkı, kocaya âiddir. Ancak eşlerin oturacağı mesken, sağlığa elverişli olmalı, oturulan bir yörede bulunmalı, iyi komşulu olmalı, bir ev için gerekli mûtâd eşyâya sahip bulunmalı, diğer yandan kocasının hısımları aynı meskende oturmamalıdır. Ancak kadın, onlarla birlikte oturmayı kabul eder ve hizmetlerini görürse, bu onun ahlâkının güzelliğindendir. (136)

kral41
05-10-2015, 02:33
Kadının Fedâkârlığı:

İslâm hukûkuna göre evli kadın, kocasının evinde bir işçi, kocası bir iş veren değildir(137). Ancak müslüman bir hanımın, iyi geçimin bir gereği olarak, kocasının evinde severek hizmet etmesi ve ev işlerini görmesi, büyük bir fedâkârlık sembolüdür. Bu husûsda kadınların, yapmaları uygun olan hizmetleri yerine getirmekten kaçınmaması, erkeğini memnûn etmeğe çalışması ve elinden geldiği kadar ona yardımcı olması gerekir (138).

Müslüman hanımı, Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfini her zaman kendine rehber edinmelidir:

"Eğer bir kimseye, Allâh’dan başka birine secde etmesini emredecek olsam, kadınlara, kocalarına secde etmelerini emrederdim. Bunun sebebi, Allâh’ın erkekler için kadınlar üzerine kıldığı haklardır." (139)

Nitekim ashâb-ı kirâmın hanımları ev işlerinde çalıştıkları gibi, kocalarının işlerine bile yardım ederler ve onları memnun etmeye son derece gayret sarfederlerdi. Hz. Fâtıma (r.anha) ile Hz. Ali (r.a.) evlendiklerinde Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, geçim işlerini aralarında taksim ederek, evin dış işlerini Hz. Ali (r.a.)’a, iç işlerini de Hz. Fâtıma (r.anha)’ya vermiş ve Hz. Fâtıma (r.anha)’ya hitaben şöyle buyurmuştu:

"Kızım Fâtıma, sen Ali’ye câriye ol ki, o da sana köle olsun." (140)

Hz. Fâtıma (r.anha), babasının bu tavsiyelerine uyarak, kocası Hz. Ali (r.a.)’a gücünün üstünde hiç bir masraf yüklemeyip daima eldeki ile yetinirdi. Bütün âile fertlerinin elbiselerini bizzat kendi elleriyle biçip dikerdi. İbâdet dışında hep ev işleriyle uğraşırdı. Evin ihtiyacı olan suyu, kuyudan çekip çıkarır, omuzuna koyup getirirdi. Bu yüzden ip boynunu kesmişti. Un elde etmek için devamlı olarak el değirmenini bizzat kendisi çeviriyordu. Nihayet elleri nasırlaşmıştı (141). Ayrıca evini süpürüyor, yemek de pişiriyordu (142).

Hz. Ebûbekir (r.a.)’ın kızı Hz. Esmâ (r.anha) vâlidemiz, kocası Hz. Zübeyr (r.a.)’ın işlerinde çalışır, atının bütün hizmetlerini görür, başının üzerinde tohum ve hurma çekirdeği taşırdı. (143)

İslâm hanımının evi ve âilesi, kendisi için huzûr ve mutluluk yeridir. Âile sorumluluğunu tam mânâsıyla idrâk ederek, onlara hizmet etmeyi üzerine borç bilmeli ve vazîfelerini hakkıyla başarmalıdır.

Âilede erkek de boş vakitlerinde hanımına yardımcı olmak durumundadır. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, evde uygun zamanlarında elbiselerini yamar, ayakkabılarını ta’mir eder, hayvanları sağardı. (144)

Ashâb-ı kirâmdan Esved b. Yezîd, Hz. Aişe (r.anha)’ya Rasûlullâh (s.a.v.)’in evde bulunduğu zamanlarda ne işle meşgul olduğunu sorduğunda şu cevabı almıştı: "Ev halkına, ev işlerinde yardım eder, ezânı işitince namaza çıkar idi." (145)

kral41
05-10-2015, 02:34
Kadınlara İbâdetlerde Kolaylıklar:

İslâm Dîni, ibâdetlerin yapılış şeklinde kadınlara bazı kolaylıklar tanımıştır. Bunlar; namaz, oruç, hac, zekât ve cihâd gibi ibâdetlerdir.

Namaz:

Kadınlar, beş vakit namazla mükellef olmakla birlikte, cumâ, bayram ve cenâze namazlarından muaf tutulmuşlardır. Beş vakit namazı, cemâatle kılmak yerine, evde kılmalarının üstün tutulması, başka bir kolaylıktır. Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde:

"Kadının namazını evinde kılması, dışarda kılmasından daha fazîletlidir." (146) buyurmaktadırlar.

Kadınların namaz için ezân ve kâmet okuma mecbûriyetleri yoktur.

Ayrıca kadın, ay hâlinde veya lohusalık günlerinde namaz kılmaz. Bu günlere rastlayan namazlar, kılınmış hükmünde olup iâdesi gerekmez. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Fâtıma bint-i Ebî Hubeyş’e hitâben:

"Hayız gördüğün zaman namazı bırak!" (147) buyurmuşlardır.

Oruç:

Kadınlar, hayız ve nifâs hâlinde oruçlarını tutmazlar. Ancak, Ramazân-ı Şerîf Ayı’nda tutamadıkları oruçları daha sonra kazâ ederler. Hz. Âişe (r.anha)’nın bu konuda şöyle dediği rivâyet edilir:

"Biz Rasûlullâh devrinde âdet görüyorduk. Namazı kazâ etmekle emrolunmuyor, ancak, tutamadığımız orucu kazâ etmekle emrolunuyorduk." (148)

Ramazân-ı Şerîf Ayı’nda hâmile veya emzikli olan kadınların, kendilerine veya çocuklarına bir zarar gelmesinden korkmaları hâlinde oruç tutmamaları mübâhtır. Daha sonra bunları, gününe gün kazâ ederler.

Kadın, altmış gün kefâret orucunu tutarken aybaşı veya lohusalık durumu olursa, orucu keser ve temizlendiği günden itibâren kalan günleri tamamlar.

Zekât:

Zekât, erkekler gibi zengin olan kadınlara da farzdır. Zekât için nisâb miktarı mala sahip olmak gerekir. Kadına âid; altın, gümüş, para veya ticâret malı, nisâb miktarına ulaşır ve üzerinden de bir yıl geçerse, kadın, zekât vermekle mükellef olur. Amr b. Şuayb, babası yoluyla dedesinden şu hadîs-i şerîfi nakletmiştir:

"Yemenli bir kadın, kızıyla birlikte Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanına gelmişti. Kızının kolunda iki tane altın bilezik vardı. Allâh’ın Rasûlü (s.a.v.) kadına:

"Bunların zekâtını veriyor musun?" diye sorunca, kadın:

"Hayır!" dedi.

Hz. Peygamber (s.a.v.):

"Kıyâmet gününde yüce Allâh’ın bu iki bileziği senin koluna ateşten bilezik olarak takmasını ister misin?" buyurdu.

Bunun üzerine kadın, bilezikleri kızının elinden çıkarıp Allâh elçisinin önüne bıraktı ve şöyle dedi:

"Bilezikler, Allâh ve Rasûlü’ne âiddir." (149)

Hac:

Kadının hac ibâdetini yapması için, haccın diğer şartlarının yanında, ayrıca yol arkadışının bulunması, boşanma veya ölüm iddetlisi olmaması gerekir. Hadîs-i şerîflerde şöyle buyurulmuştur:

"Kadın, yanında mahremi bulunmadıkça, üç günden fazla yolculuk yapamaz." (150)

"Bir kadın, yanında kocası bulunmadıkça hac yapmasın!" (151)

Hac veya umrede ihrâma giren kadınlar, normal elbiseleri ile ibâdet yaparlar. Telbiye getirirken seslerini yükseltmezler. Hayızlı ve nifâslı kadınların, ihrâma girerken temizlenmek gâyesi ile boy abdesti almaları sünnettir. Hadîs-i şerîfde:

"Hayızlı veya nifâslı kadınlar, boy abdesti alır, ihrâma girer ve Beytullâh’ı tavâf etmek dışında haccın bütün menâsikini îfâ ederler." (152) buyurulur.

İhrâmdan çıkarken de kadınlar, saçlarının ucundan biraz keserler.

Ayrıca sa’y esnâsında kadınların, remel (omuzları silkerek çalımlı yürüme) yapması ve iki yeşil direk arasında koşarak yürümesi gerekmez.

Cihâd:

Güçlüklerine rağmen, kadın sahâbîlerin cihâda katılarak geri hizmetlerde bulunduklarını İslâm Târihi’nden okumaktayız.

Cihâdın çok büyük ecir kazandırdığını öğrenen kadınlar, erkekler gibi cihâda katılamayışlarına üzülmüşler ve kendileri için cihâdın yerini tutabilecek bir amelin olup olmadığını Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e sormuşlar; bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz; Kadınların cihâdının hacc ve umre olduğunu bildirmişlerdir. Bir hadîs-i şerîflerinde:

"Hac, ne güzel cihâddır!.."(153) buyurmuşlar ve hac veya umre ziyâreti yapan hanımların, düşmanla cihâda katılmış gibi ecir kazanacaklarını müjdelemişlerdir.

kral41
05-10-2015, 02:34
Kadın ve Cihâd:

İslâm hukûkuna göre kadın, askerlik yapmak ve harbe iştirâk etmekle mükellef değildir. Erkekler için;

"Cennet, kılıçların gölgeleri altındadır.." (154) buyurulurken, kadınlar için de;

"Cennet, annelerin ayakları altındadır." (155) buyurulmaktadır.

Aslında kadın; dîni, milleti ve memleketi için en samîmî çalışan bir insandır. Bütün bir milletin "insan gücü" nü hazırlayan, yetiştiren ve vatana bağışlayan, hep fedâkâr kadınlardır. Kadınlar, gerçekleşmeden önce harplerin ve gazâların çilesini çeken, gerçekleştikten sonra da ızdırâbını sînesinde duyan çilekeş insanlardır.

Kadının, illâ cephede bi’l-fiil savaşması mecbûrî değildir. Fakat bu, kadının hiç bir sûrette bu tür hizmetlere katılamayacağı anlamına gelmez. İslâm hukûkçularına göre, düşman, tâ memleketin içine doğru hücûm eder ve iş, bir ölüm-kalım savaşına dönerse, kadınlar da harbe iştirâk ederler. (156) Nitekim İslâm Târihinde bunun örnekleri çoktur.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in devrinden günümüze kadar İslâm kadını, hem ordular için dünyânın en cesûr mücâhidlerini ve en mert yiğitlerini yetiştirmiş, hem de zaman zaman bizzat harbe iştirâk ederek büyük kahramanlık örnekleri vermiştir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz zamanında, kadınlık, İslâm uğrunda ilk şehîdini vermiştir. Kadın, İslâm’ın en ızdıraplı Mekke devrinde dîni uğrunda erkekle birlikte her türlü işkenceye katlanmış, gerektiğinde yurdunu terkedip hicret etmiş, müslümanlara tatbik edilen muhâsara ve açlık yüzünden gözü önünde cân veren evlâdının dayanılmaz acısını çekmiştir.

Kadın, İslâm ordusunun yaptığı seferlerin bir çoğuna katılmış ve ordunun yaralı gâzîlerini nakil ve tedâvî etmek, şehîdleri taşımak, mezâr kazmak, yemek pişirmek, su taşımak, levâzım muhâfızlığı yapmak gibi birçok hizmetler îfâ etmiştir. Ayrıca, bizzat kılıç ve ok kullanmış, düşmanları öldürmüş, kendisi de gâzî veya şehîd olmuştur.

Çağımızda ise, savaş metodları değişmiş olup artık eğitim ve kültür savaşları yapılmaktadır. Ana hedef, müslüman hanımının örtüsü, hayâsı, iffeti ve çocuğudur. Günümüzün müslüman kadınının en büyük cihâdı ise, nâmûsunu korumak, çocuğunu küfür ve ahlâksızlık batağından kurtarıp, îmânlı bir nesil olarak yetiştirmek, kocasına itâat etmek ve İslâm’a uygun örtünerek Allâh’a kulluk etmektir. Bütün bunları başaran kadın, gerçek bir mücâhidedir. Bu cihâdın bayrağı, onun şerefli örtüsü, silâhı da, yetiştirdiği îmânlı gençliktir.

kral41
05-10-2015, 02:35
İslâmî Tebliğde Kadın:

Kadın sahâbîler, Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in İslâm dâvetinde, üzerlerine düşen vazîfelerini en iyi bir şekilde yaparak İslâmî harekette ve tebliğde önemli bir yer işgâl etmişler ve geleceğin müslüman hanımlarına güzel örnek olmuşlardır.

Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in zamanındaki ilk İslâm cemâatinin dörtte birini kadınlar oluşturmaktaydı. İslâm’a giren erkeklerin çoğunun, hanımları da onlarla birlikte İslâm’ı kabul etmişler, bu örnek tavırlarıyla kocalarına dâimâ yardımcı ve destek olmuşlardır.

İslâm’ın bu yüce mücâhideleri Allâh ve Rasûlü’nden gelen her emir ve yasağı âdetâ kanlarına işlercesine bu konuda eşsiz bir tablo sergilemişlerdir.

İlk İslâm’a giren kişi, bir kadın olan Hz. Hatîce (r.anhâ) idi. Ve ilk şehîd edilen de Hz. Sümeyye (r.anhâ) adında bir mücâhide idi. Ve daha niceleri!..

Onlar, Allâh ve Rasûlü’nün kendilerinden ne istediğinin şuûrundaydılar. İslâm’ın yücelmesi için gereken her şeyi yapmaktan çekinmediler. Onlar, bu dâvâ için neler yapmamışlardı ki!.

İslâmiyyet’in başlangıcında İslâm’a koşup müslüman olan ilk kadın sahâbîlerden olmak şerefini kazanan Hz. Zınnîre (r.anhâ), inancından dolayı kendisine yapılan işkencelerin neticesinde gözlerini fedâ etmemiş miydi?!:

Hattâb’ın kızı Fâtımâ (r.anhâ), kanlar içinde yere serilme pahâsına da olsa, henüz müslüman olmayan ağabeyi Ömer’e karşı İslâm’ı haykırmamış mıydı?!.

Uhud harbinde Nesîbe Hatun (r.anhâ), Rasûlullâh (s.a.v.)’i cânı pahâsına korumamış mıydı?!.

Hz. Hatice (r.anhâ) Vâlidemiz, bütün malını Allâh için verirken; Hz. Sümeyye (r.anhâ), en kıymetli varlığı olan cânını, kocasını ve çocuğunu İslâm için fedâ ederken; diğer sahâbî hanımlarının da, kimileri kocasını, kimileri de çocuklarını Allâh yolunda kaybederlerken; bugünün müslüman hanımları, acabâ İslâm yolunda Allâh ve Rasûlü için nelerini verebiliyorlar?!. Canlarından, evlâdlarından ve mallarından yana ne gibi fedâkârlıkta bulunabiliyorlar?!.

Artık müslüman hanımı, uyanmalı ve kendi öz benliğine dönmeli. İslamı; ilmi, irfanı, güzel ahlâkı ve örtüsü ile, hâli ve kâli ile, kalbi ve kalıbı ile en güzel bir şekilde yaşamalı ve örnek bir hanımefendi olmalı...

İşte, müslüman kadınının gerçek tebliği budur.

kral41
05-10-2015, 02:36
Tesettür, Kadının İffetini Korur:
Tesettür, şer’an örtülmesi gereken yerleri örtmek demektir.

Bir kimsenin örtmesi gereken ve başkasının bakması haram olan yerlerine avret yeri denir.

Örtünmenin gâyesi, başkasının bakışlarından korunmak ve ırzı, meşrû olmayan isteklerden sakınmaktır. İnsandaki edeb ve hayâ duygusu, örtünmeyi gerektirir. Örtünmede asıl gâye, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak olmalıdır.

Kadının örtülü olması, hürriyetini kısmak için değil, bilakis şeref ve iffetini korumak içindir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Ey Peygamber! Zevcelerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, dış elbiselerinden üstlerine giymelerini söyle. Bu, onların tanınıp eziyet edilmemelerine daha uygundur. Allâh çok yarlıgayıcıdır, çok esirgeyicidir." (157) buyurulur.

İslâm Dîni, örtünmeyi emretmekle kadını muhâfaza etmek, onun kıymetini arttırmak ve hürmete lâyık bir insan olduğunu ortaya koymak istemiştir. Dış etkilerden korumayı istediğimiz her şeyi örtü ile muhâfazaya çalıştığımız da bir gerçektir. Örtünme ile ilgili olarak Nûr sûresinin 31. âyet-i celîlesinde:

"Mü’min kadınlara söyle: Gözlerini haramdan sakınsınlar,ırzlarını korusunlar, ziynetlerini açmasınlar! Bunlardan görünen kısmı (yüzler ve eller) müstesnâ, başörtülerini, yakalarının üstüne koysunlar..." buyurulur.

Hz. Âişe (r.anhâ), ilk başörtüsü uygulamasını şöyle anlatır:

"Allâh ilk muhâcir kadınlara rahmet etsin! Onlar âyeti inince, etekliklerini kesip bunlardan böş örtüsü yaptılar."

Yine Safiyye bint-i Şeybe şöyle anlatır:

"Biz Âişe ile birlikte idik. Kureyş kadınlarından ve onların üstünlüklerinden söz ediyorduk. Hz. Âişe (r.anhâ) dedi ki:

"Şüphesiz Kureyş kadınlarının birtakım üstünlükleri vardır. Ancak ben, Allâh’a yemîn olsun ki, Allâh’ın Kitâbı’nı daha çok tasdîk eden ve bu Kitâb’a daha kuvvetle inanan ensâr kadınlarından daha fazîletlisini görmedim. Nitekim en-Nûr Sûresi’ndeki âyeti inince, onların erkekleri bu âyetleri okuyarak eve döndüler. Eşlerine, kızlarına, kızkardeş ve hısımlarına bunları okudular. Bu kadınlardan her biri, eteklik kumaşlarından, Allâh’ın Kitâbı’nı tasdîk ve O’na îmân ederek başörtüsü hazırladılar. Ertesi sabah, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in arkasında başörtüleriyle sabah namazına durdular. Sanki onların başları üstünde kargalar vardı." (158)

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Allâh bülûğa ermiş kadının namâzını, başörtüsüz kabul etmez." (159) buyuruyorlar. Başka bir hadîs-i şerîflerinde: "Kadın avrettir (örtünmesi gereklidir. Sokağa) çıkınca, şeytan onu daha câzip gösterir." (160) buyurur.

Bunun için kadının evden dışarıya çıkışında güzel koku sürünmesi hadîs-i şerîfde yasaklanmıştır:

"Bir kadın koku sürünerek dışarı çıkar ve koku ulaşsın diye bir topluluğun yanına giderse, zinâya bir adım atmış olur." (161)

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in baldızı ve Hz. Ebûbekir’in (r.a.) kızı Esmâ, bir gün ince bir elbise ile Rasûlullâh (s.a.v.) ’in huzuruna girmiş, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de ondan yüzünü çevirerek:

"Esmâ! Kadın bülûğa erdikten sonra, -mübârek ellerine ve yüzüne işâret ederek- şundan ve şundan başka yerinin görünmesi câiz değildir." (162) buyurmuşlardır.

Erkeklerin de dışarıda gözlerini muhâfaza etmeleri ve yolda yürürken ayaklarına bakarak yürümeleri tavsiye edilmekte ve tasavvufda bu duruma "nazar ber-kadem" denilmektedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, Hz. Ali (r.a.)’a şöyle buyurmuşlardır:

"Ey Ali!

Bakış, bakışı izlemesin! İlk bakış, sana âid (mübah), sonraki ise sana âid değildir." (163)

Buradaki ilk bakışdan maksad, elde olmadan meydana gelen göze çarpmalardır.

Bir başka hadîs-i şerîfde de şöyle buyurulur:

"Bir müslüman erkeğin gözü, (mahremi veya nikâhlısı olmayan) bir kadının güzelliklerine takılır da, sonra (Allâh’dan korkarak) gözünü ondan sakınırsa, Allâh Teâlâ ona ibâdet ecri verir. Ve o kimse, kalbinde ibâdetin tadını bulur." (164)

Ayrıca, mahrem olmayan kadın ile erkeğin birbirine dokunması, musâfaha etmesi ve tokalaşması helâl değildir. Hadîs-i şerîfde buyurulduğu gibi bu da, elin veya dokunan uzvun bir zinâsıdır:

"Gözlerin zinâsı bakmaktır. Kulakların zinâsı dinlemektir. Dilin zinâsı konuşmaktır. Elin zinâsı yapışmak, tutmaktır. Ayağın zinâsı da yürümektir. Nefis ise, (bu kötü işleri) sever, temennî ve arzu eder...." (165). Hz. Âişe (r.anhâ) yemin ederek anlatıyor ki:

"Rasûlullâh’ın eli aslâ yabancı bir kadının eline değmemiştir.." (166)

Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyuruyor:

"Birinizin başının, demirden bir şişle dürtülmesi, onun için, nâmahrem bir kadına dokunmasından daha hayırlıdır." (167)

Örtünmekten maksad, avret yerlerini, hem görünmeyecek ve hem de vücûd hatları belli olmayacak şekilde kapatmaktır. Binâenaleyh, teni gösteren şeffaf elbise, örtü sayılmaz. Böylesi, uzvu daha câzip gösterir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bu konuda şöyle buyurur:

"Cehennem halkından iki sınıf var ki, ben onları görmedim.. (Fakat onlar birgün türeyecektir): Ellerinde sığır kuyrukları gibi kamçılar bulunup onlarla halkı döven insanlar, bir de giyinmiş, fakat çıplak olan (yâni vücûdun çirkin yerlerini örtüp câzip kısımlarını açan veya tenin rengini gösteren ince elbise giyenler), vücûdlarını sağa sola eğip çalımlı olarak yürüyen ve başları Horosan develerinin hörgüçleri gibi (saçları kabartılmış) olan kadınlar... (İşte) bunlar, cennete giremezler, kokusunu da hissedemezler. Halbuki cennetin kokusu, şu kadarlık yoldan alınır." (168)

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, giyim, beden veya davranışlarıyla erkeğe benzemeye çalışan kadına ve kadına benzemeye çalışan erkeğe lânet etmiştir:

"Kadınlardan erkeklere benzeyenlerle, erkeklerden de kadınlara benzeyenler bizden değildir." (169)

Abdullâh b. Abbas (r.anhümâ)’dan nakledilmiştir:

"Nebî (s.a.v.), erkekleşen kadınlarla, kadınlaşan erkekleri lânetledi. Ve:

"Onları evlerinden çıkarınız!" buyurdu." (170)

Abdullâh b. Ömer (r. anhümâ), Allâh elçisinin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

"Üç kimse vardır ki, cennete giremez ve kıyâmet günü Allâh onlara rahmet nazarı ile bakmaz:

1. Ana-babasını dinlemeyen kimse,

2. Erkeklere benzemeye çalışan kadın,

3. Eşini kıskanmayan koca." (171)

Hülâsa müslüman hanımı, kendi cinsine âid giyim ve davranışlara özenmeli, erkeklere âid elbise ve tavırlara meyletmemelidir. Zîrâ her cins, kendi özellikleri içinde bir değer ifâde eder. Bunun için kadın, yüzü ve bileklere kadar elleri hariç olmak üzere vücûdunun geri kalan kısımlarını, temiz, sade ve diğer kadınlara örnek olacak tarzda muntazam olarak örtmekle yükümlüdür. İşte bu kadındır ki, başkalarına hürmet, şefkat ve muhabbet telkin eder. Dînimizin yücelttiği ve Cennet’in ayaklarının altında olduğunu müjdelediği kadın da budur. (172)

kral41
05-10-2015, 02:38
Kadın ve Şâhidlik:

İslâm hukûkunda şâhidlik konusuna ayrı bir önem verilmiştir. Sebebi ise, adâleti sağlama husûsundaki titizliktir. Çünkü adâletin gerçekleşmesi, ancak şâhidlerin doğru ifâdeleriyle mümkündür. Bu yüzden İslâm Dînî, şâhidlerin sözlerinin geçerli sayılması için, onlarda adâlet, hürriyet, İslâm ve şehâdet lâfzı gibi özellikleri şart koşmuştur. Şâhidin dış görünümü bu sıfatları taşırsa yeterlidir, için tezkiyesi gerekmez. Ancak hadlerde ve kısasta, için tezkiyesi de şarttır. Çünkü bunlar, ağır cezâyı gerektirdiğinden içini de bilmek gerekli görülmüştür. (173)

Kur’ân-ı Kerîm’de şâhidlikle ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır:

"Ey îmân edenler!

Adâleti titizlikle ayakta tutan hâkimler ve Allâh için şâhidlik eden insanlar olun!. (O hükmünüz veya şâhidliğiniz) velev ki kendinizin veya ana ve babalarınızın ve yakın hısımlarınızın aleyhine olsun!. İsterse onlar, zengin veya fakir bulunsun!.." (174)

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, yalan şâhidlik konusunda birgün ashâbına üç kere:

"Büyük günahların en büyüğünü size haber vereyim mi?" diye sormuşlar, onların da:

"Hay hay buyurun Yâ Rasûlallâh!" demeleri üzerine şöyle buyurmuşlardır:

"Allâh’a şirk koşmak, anaya, babaya karşı gelmek.."

Bundan sonra da Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, yaslandıkları yerden doğrularak:

"Dikkat ediniz, biri de yalan şâhidliktir!.." diye o kadar tekrar etmişler ki, ashâb-ı kirâm, bu manzara karşısında şaşırıp:

"Keşke sükût etse!.." diye temennîde bulunmuşlardır. (175)

Şâhidliğin maddî cezâsı da vardır. Meselâ, zinâ isnadı ile birinin aleyhine şehadette bulunmak ve gerektiği şekilde bunu isbat edememek, şâhidin seksen değnek yemesine ve bir daha sözünün muteber tutulmamasına yol açar (176).

İşte İslâm hukûkunda şâhidliğin bu tehlikeli ve ağır sorumluluğu dikkate alınarak, kadına bir mes’ûliyet arkadaşı verilmiştir. Ve bunun içindir ki, Allâh hakkı olarak cezâları tertip ve tayin edilmiş bulunan zinâ, zinâ ile iftirâ, içki, hırsızlık gibi fiillerde ve bir de kısasta kadın şâhidlikten muaf tutulmuştur (177).

Hanefî mezhebinin müctehidleri, had ve kısâs dışındaki bütün dâvâlarda iki erkeğin şâhidliğini veya bir erkekle iki kadının şâhidliğini câiz ve yeterli görmüşlerdir. (178)

Şâhidlikte esas mes’ele hakkın zâyî olmaması ve adâlete gölge düşürülmemesidir. Bazen ölüme kadar varan had ve kısas cezâlarında kadının şâhidliğine mürâcaat edilmemesinin hikmeti, bu gibi ağır cezâlarda en küçük bir şüpheye mahal verilmemesi hassasiyetidir. Çünkü kısas gibi ciddî bir dâvâda eksik bir beyanla, bir insan ölebilecek veya ölümü hak ettiği halde bir cânî kurtulacaktır. Kadınlardaki unutkanlık, acıma duygusu, hislerine mağlub olmak gibi bir durum bu mes’eleye gölge düşürebilir. Zîrâ Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Gücünüzün yettiği kadar, şüphelerle had cezâlarını düşürünüz!.." buyurmuşlardır. (179)

İslâm hukûkunda erkeklerin vâkıf olamayacağı ve tamamen kadınların ilgi sahası olan doğum, bekâret, emzirme ve aybaşı gibi kadınlara mahsûs hallerde, erkeğin değil, sadece kadının hattâ tek kadının şâhidliği yeterlidir. (180) Bu gibi konulara, kadınların çokça şâhid olmaları ve erkeklerden fazla gözlem ve tecrübelere sahip bulunmaları sebebiyle, tek kadının şâhidliği bile geçerli sayılmıştır. Hattâ Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in emzirme konusunda tek kadının şâhidliğini kabul ettiği bilinmektedir. (181). Nitekim:

"Erkeklerin muttalî olmadıkları şeylerde kadınların şâhidliği makbûldür." (182) buyurması bunun en güzel delîlidir.

Doğum için de tek bir kadının şâhidliği kabûl edilmektedir. Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz:

"Doğum konusunda bir kadının şâhidliği yeterlidir.." (183) buyurmaktadırlar.

Hz. Ömer (r.a.), boşanma konusunda yalnız başına kadınların şâhidliğini kabul etmiştir. Hz. Ali (r.a.) da, bir çocuğun öldürülmesine şâhid olan kadınların şâhidliğini muteber saymıştır (184).

Hattâ ashâb-ı kirâm, çocukların kendi aralarında cereyân eden yaralama hâdiselerinde, yine çocukların şâhidliğini kabûl ederlerdi 185).

İbn-i Kayyım, âlimlerin şu konuda ittifâk ettiklerini kaydeder:

"Normal zamanlarda bazı hususlarda şâhidlikleri kabûl olunmayan kimselerin, ihtiyaç ve zarûret hâlinde, hakkın zâyî olmaması için aynı hâdiseler hakkındaki şâhidlikleri kabûl olunabilir." (186)

İslâm hukûkunda bazı konularda iki kadının bir erkek şâhid yerine geçmesi, kadınların erkeğin yarısı kabul edilmesinden veya erkekten daha aşağı görülmesinden dolayı değil, kendi yaratılışlarından, fizyolojik ve psikolojik özelliklerinden dolayıdır. Kendileriyle ilgili konularda yalnız başlarına şâhidliklerinin geçerli sayılması da bunun en açık ve en güzel isbâtıdır. Allâh Teâlâ, kadının his dünyâsını zengin yaratmıştır. Çabuk sevinir, çabuk üzülür. Onun esas mizacı, heyecandır ve heyecanlarıyla yaşar. Muhâkemeden daha çok duygularıyla hareket eder. Merhamet ve şefkat tarafı ağır bastığından hâdiselere sevgiyle yaklaşır.

Ayrıca kadının en büyük vasfı anneliktir. Anne, tabiî olarak vaktinin çoğunu ev içinde, çocuklarının bakımı ve terbiyesiyle geçirir. Dışarıda, cemiyette cereyan eden hâdiselere fazla şâhid olamaz.

Bu sebeple, şâhidlik gibi ağır sorumluluğu olan bir olayda kadınlara yardımcı bir arkadaş verilerek kolaylık getirilmiştir.

İki kadın şâhid olunca, kadınlardan birisi "Diğeri nasıl olsa işin aslını söyleyecek" diyerek, şâhidliğini rahat ve doğru bir şekilde yapar. Öbür kadın da aynı şekilde ve aynı mantıkla şâhidlik vazîfesini yerine getirir. Her ikisi de kalben müsterih ve rahat olurlar. Bu durum, hem kadınların yaratılışına ve tabiatına uygundur, hem de onlara bir rahmet ve kolaylıktır. Ayrıca hâkimin karşısında kadının tek başına şâhidlik yapmasının mahremiyet açısından sakıncası da önlenmiş olur. Aslında iki kadının şâhidliğinin bir erkeğin şâhidliğine denk olduğu iddiâsı, gerçeklerle hiçbir ilgisi olmayan asılsız bir iddiâdır. Konu ile ilgili olarak Bakara sûresinin 282. âyet-i kerîmesinde şöyle buyrulur:

"Ey îmân edenler! Belirli bir vâdeye kadar birbirinize borçlandığınız zaman onu yazın. Bunu, aranızda bir kâtib doğru olarak yazsın. Erkeklerinizden iki de şâhid tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, şâhidlerden kendilerine güvendiğiniz bir erkek ve -biri unutunca diğerinin hatırlatması için- iki kadın yeter." Yukarıda görüldüğü gibi bir bütün olarak ele alındığında, âyetin genel olarak şâhidliği düzenleyen umûmî bir hüküm koymadığı, âyet-i kerîmedeki hükmün sadece vâdeli borçlanmalarla ilgili olduğu açıkça görülür.

Âyet-i kerîmede iki kadının şâhidliğinin bir erkeğin şâhidliğine denk sayıldığı değil, iki kadın şâhid bulundurulması gerektiği ifâde edilmektedir.

İki kadın şâhid önerilmesinin sebebi, birisi yanılırsa diğerinin ona hatırlatması içindir. Ancak âyette "iki kadın şâhidden biri mutlaka yanılır veya unutur" denmemektedir. "Yanılırsa veya unutursa" denmektedir.

O halde iki kadın şâhidden birisi, şâhidlik ettiği borçlanma akdiyle ilgili olarak yanılmaz veya unutmazsa, şâhidliğini tam olarak yaptığı için, erkek şâhid ile kadın şâhidin şâhidlikleri yeterli, aynı zamanda eşit değerde olacaktır. Bu ise kadının şâhidliğinin, erkeğin şâhidliğine denk olabileceğini gösterir.

kral41
05-10-2015, 02:39
Mîrâsda Kadın’ın Durumu:

İslâm Dîni’nde miras, şahısların ihtiyaç ve mes’ûliyetlerine göre taksime tâbi tutulmuştur. Âile hayatında geçim yükü, genellikle erkeğin omuzlarındadır. Erkek, hem kendisini, hem de hanımını olmak üzere en az iki kişinin geçimini sağlamak zorundadır. Bunun yanında çocuklarını, annesini, babasını geçindirmek de erkeğe düşer. Oysa kadın, kocasının nafakasını sağlamak zorunda değildir. Kadına, ya kocası veya oğlu, babası yahut kardeşleri bakar. İster anne, ister eş, isterse kız çocuk, isterse kız kardeş olsun, kadının geçimi kendisine âid olmayıp, oğul, koca, baba veya erkek kardeşin sorumluluğundadır. Çoğunlukla kadın, kendisi dışında başkalarının geçimini sağlamakla da yükümlü değildir. Erkek ise tam aksine eşinin, kızının, annesinin ve kızkardeşinin geçimini sağlamakla mükellefdir.

İşte hem kendisine, hem hanımına, çocuklarına, gerektiğinde annesine, babasına, kızkardeşlerine bakmak, onların geçimlerini sağlamak zorunda bulunan erkeğin, gerektiğinde yine kendisinin bakıp himâye edeceği kızkardeşinden bir kat daha fazla miras alması, adâlete aykırı değil, adâletin tâ kendisidir.

Kadın, kendi mal varlığında istediği gibi tasarruf etme hakkına sahiptir. Kadının malî durumu yerinde olsa bile, âilenin harcamalarına katılmak zorunluluğu yoktur. Bu açıdan bakılınca, kadın ile erkeğe aynı pay verilecek olsa, hisseleri aynı olduğu halde erkek, âilenin geçimini sağladığı, kadının ise böyle bir sorumluluğu olmadığı noktasında, denge erkek aleyhine bozulmuş olacaktır ki bu, erkeğe haksızlık edilmesi demektir.

Erkek, evlenme sırasında kararlaştırılan ve mehir adı verilen bir mikdar mal veya parayı kendisi ile nikahlandığı kadına vermekle mükellefdir. Kadının ise, erkeğe karşı böyle bir yükümlülüğü yoktur.

Kadın boşandığı takdirde, iddet sûresince onun barınma, yeme-içme, giyim-kuşam masraflarını ödemek, kadını boşayan kocanın görevidir. Kadının ise kocasına karşı böyle bir sorumluluğu yoktur.

Görüldüğü gibi, malî mükellefiyetler bakımından kadın, erkeğe karşı eşit olmak bir yana, avantajlı bir konumda bulunmaktadır. Pek çok konudaki malî yükümlülükler erkeğe verilmiştir. Bu yüzden, erkeğe malî yükün ağırlığına uygun olarak iki hisse, erkeğe nazaran hemen hiçbir malî yükümlülüğü olmayan kadına da bir hisse verilmektedir.

Mîrâsla ilgili olarak Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

"Allâh size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (mîrâs vermenizi) emreder. (Çocuklar) ikiden fazla kadın iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer yalnız bir kadınsa, yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, ana-babasından her birinin mîrâsdan altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da, ana-babası ona vâris olmuş ise, anasına üçte bir (düşer). Eğer ölenin kardeşleri varsa, anasına altıda bir (düşer. Bütün bu paylar, ölenin) yapacağı vasiyyetten ve borçtan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan hangisinin size, fayda bakımından yakın olduğunu bilemezsiniz.. Bunlar Allâh tarafından konmuş farzlardır (paylardır). Şüphesiz Allâh, ilim ve hikmet sahibidir.

Yapacakları vasiyyetten ve borçtan sonra, eşlerinizin, eğer çocukları yoksa, bıraktıklarının yarısı sizindir. Çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Çocuğunuz yoksa, sizin de yapacağınız vasiyyetten ve borçtan sonra, bıraktığınızın dörtte biri, onlarındır (zevcelerinizindir). Çocuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadının, ana-babası ve çocukları bulunmadığı halde, malı mîrâsçılara kalırsa ve bir erkek yahud bir kızkardeşi varsa, her birine altıda bir düşer. Bundan fazla iseler, üçte bire ortaktırlar. (Bu taksim) yapılacak vasiyyetten ve borçtan sonra, kimse zarara uğramaksızın (yapılacak) tır. Bunlar Allâh’dan size vasiyyettir. Allâh her şeyi hakkıyle bilendir, halîmdir. Bunlar, Allâh’ın (koyduğu) sınırlardır. Kim Allâh’a ve Peygamberi’ne itâat ederse, Allâh onu zemîninden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır, (onlar) orada devamlı kalıcıdırlar, işte büyük kurtuluş budur!

Kim Allâh’a ve Peygamberi’ne karşı isyan eder ve sınırlarını aşarsa, Allâh onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azâb vardır.." (187)

Mîrâsdan kadına erkeğin yarısı kadar hisse verilmesi, kadının mîrâsçı olarak sahib olabileceği bütün konular için değil, sadece kadının, aynı ana-babanın çocuğu olarak erkek kardeşi ile birlikte mîrâsçı olması durumunda söz konusudur.

Kadının mîrâsdaki payının durumu, iddiâ edildiği gibi, sadece erkeğin yarı hissesi değildir. Bilakis, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde de açıkça ifâde edildiği gibi, ölenin sadece kız çocukları varsa ve sayıları da ikiden fazla ise, o zaman mîrâsın üçte ikisi onların olur. Şayet ölenin mîrâsçısı tek bir kız çocuğu ise, o takdirde mîrâsın yarısını almaya hak kazanır.

Yine âyet-i kerîmeye göre; şâyet bir anne-babanın çocuğu vefat eder de mîrâs bırakırsa, ölenin çocukları da varsa, anne-babanın her birine mîrâsın altıda biri verilir. Burada görüldüğü gibi, bir anne olarak kadına, çocuğunun mîrâsında verilen pay, bir baba olarak erkeğe verilen paya denktir. Bu da açıkça göstermektedir ki, kadına, erkeğin payının yarısı kadar hisse verilmesi, umûmî bir hüküm değildir. Hattâ yukarıdaki âyet-i kerîmeler, ölenin çocuğu yok ise, annenin, mîrâsın üçte birini alacağını da açıkça ifâde etmektedir. Konu ile ilgili âyet-i kerîmede, bir erkeğin veya kadının, anne veya babası vefat etmişse ve çocuğu da yoksa, sadece bir erkek veya kızkardeşi varsa, mîrâsdan her birine eşit olarak altıda bir hisse düşeceği beyân edilmekle, bu durumda kadın ile erkeğin eşit hisse alacakları hükme bağlanmıştır. Bu hususda kadının hangi durumda olursa olsun, mîrâsdan erkeğin hissesinin yarısı kadar pay alacağı iddiâsının ne derece asılsız ve maksadlı olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Böylece, Kur’ân-ı Kerîm’de miras ile ilgili âyet-i kerîmeler incelendiğinde görülmektedir ki, mirasta kadının payının, erkeğin payının yarısı olduğu iddiâsı, bütün durumlar için geçerli olmayıp sadece kız çocuğunun erkek kardeşi ile birlikte anne-babasına mirasçı olması durumunda söz konusudur. Bunun dışında bir anne veya kızkardeş olarak ölene mirasçı olma durumunda kadının payı değişmekte, bazen ölenin kızkardeşi olarak mirasçı olma durumunda olduğu gibi- erkek ile eşit hisse de alabilmektedir.

Demek ki, mirastan kadına, erkeğin hissesinin yarısı kadar pay verilmesinin, erkeği kadından üstün tutmak düşüncesi ile hiç bir ilgisi yoktur. Bilakis bu taksimat, kadın ile erkeğin külfetleri ile nimetlerinin dengelenmesi ve sosyal adâletin sağlanması amacına yöneliktir.

kral41
05-10-2015, 02:40
İslâm’da Boşanma:

İslâm hukûkunda boşanma, evlilik hayâtının devamına imkân kalmadığı zaman başvurulacak son çâredir. Karı-kocanın, içine düştükleri sıkıntılardan kurtulmaları için bir çıkış yolu olarak meşrû kılınmıştır. Yoksa, sebepsiz yere boşanmak haramdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de:

"Kadınlar size itâat ederlerse, aleyhlerinde bir yol aramayın!" (188) buyurulur.

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de:

"Evleniniz, fakat boşanmayınız!. Zîrâ Allâh, zevkine düşkün erkek ve kadınları sevmez..." (189) buyururlar.

Diğer bir hadîs-i şerîfde:

"Sırf zevk için sık sık kadın değiştiren erkeklerle, sık sık koca değiştiren kadınlara Allâh lânet etsin!.." (190) buyrularak, boşanmayı âdet hâline getiren eşler, şiddetle îkâz olunmaktadır.

İslâm Dîni, boşanmayı, yapılması istenmeyen bir helâl olarak görmektedir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Boşanmak, Allâh katında mübah olan şeylerin en sevimsizidir." (191) buyurur.

Yine bir hadîs-i şerîfde:

"Evleniniz, fakat kurduğunuz bu âile yuvasını talâkla (boşanmakla) yıkmayınız!. Talâk var ya, onun fenâlığından arş-ı ilâhî titrer." (192) buyurulur.

Basit sebeplerden boşanmayı isteyen kadınlar hakkında da hadîs-i şerîfde şöyle buyurulur:

"Herhangi bir kadın, mühim bir geçimsizlik olmadan kocasından kendisini boşamasını isterse, ona cennetin kokusu dahi haramdır." (193)

Âile reisinin dikkat edeceği önemli bir husus da, başkalarının, kendi hanımı hakkında söylediklerine hemen inanıp hüküm vermemesidir. Zîrâ bu gibi sözler, arayı açmak için yapılmış bir iftirâ da olabilir. Nitekim Hz. Âişe (r. anha) vâlidemiz hakkında da böyle bir iftirâ (ifk hâdisesi) tahakkuk etmişti. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk en-Nûr Sûresi’nin 12. ve 15. âyet-i kerîmelerinde şöyle buyurmuştur:

"Bu iftirâyı işittiğinizde kadın ve erkek mü’minlerin, kendi vicdanları ile hüsn-i zanda bulunup da: demeleri gerekmez miydi?"

"Siz bu iftirâyı dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sâhibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyorsunuz. Bunun önemsiz olduğunu sanıyorsunuz. Halbuki bu, Allâh katında çok büyük (bir suç) tur."

Âyet-i kerîmelerden açıkça anlaşıldığı gibi, bir kimse hakkında kesinlik kazanmadan söylenen dedikodularla hüküm vermemek ve meselenin tahkîkâtını iyi yapmak ve meseleye hüsn-i zanla bakmak gerekmektedir. Aksi takdirde Allâh Teâlâ katında büyük bir suç işlenmiş olur.

Görülüyor ki, İslâm Dîni’nde iki eşin arasını bozmaya çalışmak, en büyük günâhlardandır.

Eşlerin arasını bozmanın ve karı ile kocanın arasına girip bozgunluk çıkarmanın çok kötü bir fiil olduğu hadîs-i şerîfde şöyle açıklanıyor:

"Kim bir kadını kocasının aleyhine kışkırtırsa, bizden değildir." (194)

kral41
05-10-2015, 02:40
Boşanmanın Safhaları:

İslâm Dîni, karı-koca arasında baş gösteren anlaşmazlıkları halletmek için sevgiye dayanan bir takım usûller koymuştur. Bu usûller; iyi muâmelede bulunup hanımdan gelen üzücü hareketlere sabır ve tehammül göstermek, nasîhat etmek, yatağını ayırıp dargın gibi durmak, te’dib hakkını kullanmak ve en sonra da hakem göndermek gibi yollardır.

Erkeğin, hayırlı bir işte hanımının kendisine isyan etmesi durumunda onu terbiye etme hakkı vardır. Eğer itâat ederse, terbiye etme yolu bırakılmalıdır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyurulur:

"Size itâat ettikleri takdirde kendilerini incitmeye bir bahâne aramayın!." (195)

Sâliha olan kadınların te’dîbe ihtiyaçları yoktur:

"İyi kadınlar, Allâh’a itâatkârdırlar.. Ve Allâh kendilerini koruduğu cihetle kocalarının gıyâbında (ırz ve mallarını) muhâfaza ederler." (196)

Zevcelik haklarını ihlâl eden, kocasına âsî olan kadın, terbiye ile yola getirilir. Önce yumuşak bir dille nasîhat edilir. Âyet-i kerîmede:

1) "Fenâlık ve geçimsizliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince, önce kendilerine öğüt verin!" (197) buyurulur.

Eğer öğütten müsbet bir netice alınmazsa, kadın âsî olur ve itâatten kaçınırsa, veya kocasının izni olmadan evinden dışarı çıkarsa, erkek istediği süreye kadar kadının yatağını ayırır, onu yatağında yalnız bırakır. Zîrâ kocanın, yanına yatmamak sûretiyle kadını yatağında terketmesi, kuvvetli bir disiplin cezâsıdır. Âyet-i kerîmede:

2) "Sonra uslanmazlarsa, kendilerini yataklarında yalnız bırakın!." (198) buyurulur.

Eğer kadın, isyân ve geçimsizlikte ısrâr ederse, şiddetli olmamak şartıyla te’dîb edilebilir. Yalnız bunun, vücûdu sakatlayıcı ve fazla can acıtıcı olmaması şarttır. Âyet-i kerîmenin devâmında:

3) "Yine dinlemezlerse, (hafifçe) dövün!.." (199) buyurulur.

Bütün bu gayretlerin de bir sonuç vermemesi durumunda İslâm Dîni, her iki tarafın âilesinden birer hakem şeçilerek aralarının düzeltilmesine çalışılmasının uygun olacağını belirtir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

4) "Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endîşeye düşerseniz, bir hakem erkeğin âilesinden ve bir hakem de kadının âilesinden kendilerine gönderin.. Bu ara bulucu hakemler, gerçekten barıştırmak isterlerse, Allâh karı-koca arasındaki dargınlık yerine geçim verir..." (200)

Bu iki hakem; müslüman, hür, erkek, âdil, mükellef, âlim, birleştirme ve ayırma mes’elelerini iyi bilen kimseler olmalıdır. Çünkü hakemlik etmek, fikir ve görüş sâhibi olmayı gerektirir. (201)

Hakemler, her iki tarafı da özel olarak dinleyerek aralarını bulmaya çalışırlar. Hakemlerin iki tarafın âilelerinden seçilmesi ise, âile sırlarının dışarıya çıkmaması ve eşlerin durumlarını açık yüreklilikle ortaya koyabilmeleri açısından en uygun olanıdır. Hakemler, söze kibarca ve yumuşaklıkla başlamalı, gerektiğinde korkutmalı, barışmayı arzu etmelerine teşvik etmeli, birini tutup diğerini ihmâl etmemelidir.

Hanefîlere göre hakemler, tarafların istedikleri şeyi hâkime götürürler. Boşanmayı gerçekleştiren kişi kâdı olur. Ve bu baîn (açık) bir talâkdır. Çünkü onların kararıyla gerçekleşmektedir. Hakemler, ayırmaya ancak bununla yetkili kılınırlarsa, karar verebilirler. (202)

Bütün yollar denendikten sonra boşanma hakkında Kur’ân-ı Kerîm şöyle buyurur:

5) "Eğer karı-koca birbirlerinden boşanıp ayrılacak olurlarsa, Allâh her birini fazl ve keremi ile ihtiyaçdan müstağnî kılar. Allâh’ın lutfu geniş, hikmeti büyüktür." (203)

Evlilik hayâtı, bütün tedbirlere rağmen yürümüyorsa ve âile ocağı, cehennem ocağına dönüşmüşse, yoksulluk ve çâresizliğe düşme korkusu ile bu cehennemî hayata katlanmak yersizdir. Lutfu ve keremi bol olan Allâh (c.c.), her iki tarafa nice kapılar açar.

kral41
05-10-2015, 02:41
Kadının Hafifçe Dövülmesinin Îzâhı:

İslâm Dîni’nde, gerektiğinde kadını hafifçe dövme izni, erkeğin kafasının kızdığı her konuda değil; ancak kadının, kocasına haksız yere isyân etmesi, evlilik birliğini doğrudan doğruya veya dolayısıyla yıkmaya kalkışması durumuna mahsûsdur. Bunun dışında erkeğin, kadını dövmeye hakkı yoktur. Üstelik bu konularda da erkek, hafif bir biçimde dövmenin fayda vermeyeceğini tahmin etmesi durumunda, yine kadını dövemez. Çünkü amaç kadını dövmek değil, ısrâr ettiği çirkin davranıştan onu döndürmek ve boşanmakla meydana gelecek âile fâciâlarının kötü sonuçlarından onu korumaktır. (204)

Hakîkatte kadının hafifçe dövülmesi, aşırı fıtrattakilere, hırçınlık ve taşkınlık göstermeleri durumunda uygulanabilecek bir metoddur. Yoksa kadın, Allâh’ın kocaya bir emânetidir. Nitekim hadîs-i şerîfde:

"Kadınların haklarını yerine getirme husûsunda Allâh’dan korkunuz!. Zîrâ siz onları, Allâh’ın bir emâneti olarak aldınız..." buyurulur. (205)

Bir başka hadîs-i şerîflerinde Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Kadınları dövenler, hayırlı adamlar değildir." (206) buyurmuşlardır.

Hz. Âişe (r. anha) da, Rasûlullâh (s.a.v.)’in, ne hanımlarından ne de hizmetçilerinden kimseyi dövmediğini, eliyle hiç bir kimseye vurmadığını haber verir. (207)

Hz. Enes (r.a.) der ki:

"Hz. Peygamber’in elinden daha yumşak ne atlas ve ne de ipek tutmadım. Onun kokusundan daha hoş bir koku koklamadım. On sene Hz. Peygamber’e hizmet ettim de bana bir defa olsun demedi. Yaptığım bir iş hakkında demedi." (208)

Yine Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, kadınları işâret ederek:

"Allâh’ın kullarını dövmeyin!.." buyurmuşlardır.

Bir müddet sonra Hz. Ömer (r.a.) gelerek:

"Kadınlar, kocalarına büsbütün kafa tutmaya başladılar." diye şikâyette bulundu. Bunun üzerine Rasûlullâh (s.a.v.) erkeklere, hanımlarını dövmeye izin verdi. Bu sefer de Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’e gelip kocalarından şikâyet eden kadınların sayısı çoğaldı. Nihâyet Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Muhammed âilesine birçok kadın gelip gitmektedir. Kocalarından şikâyet ediyorlar...

Hanımlarını dövenler, şüphe yok ki sizin hayırlınız değildir." (209) buyurdular.

Psikologlar, bazı kadınlarda "masochisme" (=mazohizm) denilen bir rûhî özelliğin hâkim olduğunu ortaya koymuşlardır. Bu tipteki kadınlar, kendilerine baş eğen zayıf kimseleri sevmezler. Yerine göre sert ve haşin olmasını bilen, otoritesini gösteren erkeklerden hoşlanırlar. Kadının, kocası ile sebepsiz yere kavga etmesinin nedeni budur. Bağırılmak, azarlanmak, hattâ hafifçe dövülmek, sonra da erkeğin şefkatini celbederek sevilmek isterler. (210)

Bu dövme izninde mazohist (dövme ve eziyet edilmekten hoşlanan) kadınların bu psikolojik hastalıkları için hafifçe dövmenin son bir çâre olması da söz konusudur. Dövmeye en son çâre olarak ve ancak fayda vereceğinin umulduğu durumlarda izin verilmesi, bu görüşü doğrulamaktadır.

Aslında İslâm Dîni, cihân-şümûl bir dîn olup başlıbaşına bir hayat nizâmıdır. Bu sebeple, en nâdir ve en istisnâî meselelere de çözüm getirmektedir. İnsanlık târihinde korkutmak maksadıyla hafifçe dövülmeyi hak eden tek bir kadın da olsa, bu konuyu da elbette bir esasa bağlamak durumundadır. Yoksa her kadın, itâatsizlik ettiğinde mutlakâ dövülecek şeklinde anlaşılmamalıdır. Ayrıca bu usûl; âsî, hırçın ve geçimsiz kadınlar için caydırıcı bir özellik de taşımaktadır.

Bütün bu metodların tatbik edilmesi neticesinde kadın kocasına itâat ederse, koca, artık bu tür uygulamalardan hemen vaz geçer. Eğer vazgeçmez de kadına eziyet etmeye devam ederse, veya onu boşamak niyeti ile bu metodları tatbik ederse, hâkim tarafından cezâlandırılır. Allâh nezdinde de mes’ûl olur.

kral41
05-10-2015, 02:42
Boşanmanın Erkeğin Elinde Olmasının Hikmeti:

Boşanma hakkının erkeğin elinde olmasının sebebi, evlilik hayatını muhâfaza etmek, iyi düşünülmeden, alelacele bu hayata son verilmesinin vahim neticelerini önlemektir. Çünkü mehri veren, evin ve hanımının nafakasını temin eden erkek olduğu için genellikle neticeyi, o daha iyi takdir eder. Büyük zararlara yol açacak keyfî tasarruflardan daha uzak bulunur. Ayrıca boşanmanın ardından mehri müecceli ödemek, iddet içinde nafaka, giyim ve diğer ihtiyaçları temin etmek gibi bir takım mâlî yükümlülükler gelmektedir. İşte bu mâlî sorumluluklar, erkeği, boşanma hakkını kullanmakta daha dikkatli ve tedbirli haraket etmeye zorlar.

O halde boşanma hakkının, evlilik hayatının devamında sorumluluğu ve külfeti daha fazla olan tarafın elinde bulunmasında zarûret ve fayda vardır.

Kadın ise, boşanmada mâlî bakımdan hiçbir zarar görmez. Ayrıca kadın, erkekten daha duygulu olması, çabuk etkilenmesi ve sinirlenivermesi sebebiyle boşanma hakkını kullanma noktasında temkinli hareket edemez. Sonra kadın, boşanma hakkının erkeğin elinde olduğunu bildiği halde, evliliği kabul etmektedir. Erkek râzı olursa, nikâh akdi esnâsında kadın, bu hakkın kendisine âid olmasını şart koşabilir. Ve yine erkek tarafından kendine bir zarar gelirse, karşılıklı anlaşma yoluyla veya malının bir kısmını kocasına vermek sûretiyle evliliğe son verme hakkını kullanabilir. (211)

kral41
05-10-2015, 02:43
Kadının Boşanma Hakkı:

İslâm hukûkunda evlenme, sürekli olmak üzere yapılan bir akiddir. Bu yüzden geçici evlilik, geçerli değildir. Fakat evliliğin devamı için eşler arasında sevgi, şefkat ve anlayışın bulunması gerekir. Evlilik hayatının temeli budur.

Eşler arasındaki sevgi ve şefkat ortadan kalkınca ve bütün gayretlere rağmen durum düzeltilemeyince, boşanmaktan başka çare kalmamaktadır. Bu konuda tasarruf sadece erkeğin elinde bulunmamakta, kadına da bazı haklar tanınmaktadır.

İslâm hukûkuna göre kadın veya erkek, evlenirken bazı şeyleri şart koşabilir. Kadının şart koşma hakkına sahip olduğu hususlardan birisi de "boşanma hakkı"nın kendi elinde olmasıdır. Bu şart da geçerli olup uyulması gereklidir. Buna tefvîz-i talâk denir.

Boşanma yetkisine sahip olan erkek, nikâh akdinde hanımına istediği zaman boşayabilme hakkını verebilir. Koca, bu hakkı nikah akdi sırasında verebileceği gibi, nikahdan sonra da verebilir. Kadına verilen boşama yetkisi, kocanın yetkisinde azalma meydana getirmez. Ancak koca, verdiği yetkiyi artık geri alamaz. (212) Buna rağmen kadın da, erkeğin rızâsıyla sahip olduğu bu boşanma hakkını kötüye kullanmamalı ve basit sebeplerden dolayı boşanmaya kalkışmamalıdır. Zîrâ Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde: "Hangi kadın kesin zorunluluk olmaksızın boşanmak isterse, Cennet kokusu ona haram olur." (213) buyurmaktadır.

Ayrıca kadın, anlaşamadığı, fakat kendisini boşamak da istemeyen kocasından, kendine âid olan malı karşılığında boşanmak (muhâlea) yoluyla da ayrılabilir. Erkek de hanımından alacağı meblağ ile maddî zararını karşılayacak ve tekrar evlenebilmek imkânını elde etmiş olacaktır. (214)

Ashâb-ı kirâmdan Sâbit b. Kays’ın hanımı, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e gelerek:

"Yâ Rasûlallâh!

Kocamın huyu ve dindarlığı hakkında bir şikâyetim yoktur. Fakat onu sevemedim. Bir müslüman olarak nankörlük etmek de istemiyorum." dedi.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ona:

"Sana mehir olarak verdiği bahçesini geri vermek ister misin?" buyurdu.

O da:

"Evet.." deyince Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, onun kocasına:

"Bahçeyi kabul et ve onu boşa!" (215) buyurdular.

kral41
05-10-2015, 02:44
İslâm’a Göre Boşanma Sebepleri:

İslâm’da boşama, prensip olarak kocanın tek yanlı irâdesiyle ve mahkeme kararına gerek olmaksızın meydâna gelir. Koca, bizzat boşayabileceği gibi, bir vekil aracılığı ile de boşayabilir. Ya da karısına boşama yetkisi (tefvîz) verebilir. Diğer yandan bazı boşanma sebepleri ortaya çıkınca, kadının da mahkemeye baş vurarak evliliğe son verdirmesi mümkündür. Bu boşanma sebepleri altı maddede toplanabilir:

1. Hastalık veya özür: Evlilik akdi sırasında mevcûd olan veya evlilik sırasında meydana gelen bazı özür veya hastalıklar yüzünden kadının boşanmak hakkı vardır. Bunlar, akıl hastalığı, cüzzam ve zührevî hastalıklar gibi birlikte yaşama hâlinde zararı kaçınılmaz olan hastalıklardır.

2. Kocanın Nafakayı Sağlamaması: Kadının yeme-içme, giyim ve barınma masrafları kocasına âiddir. Koca varlıklı olduğu halde, eşiyle ilgilenmez ve onu açlık ve sefâlet içinde bırakırsa; kadının önce kocasından nafaka almaya çalışması, bu mümkün olmazsa, boşanmak için çâre araması hakkı olur. Koca fakir ise, kadınının onu yalnız bırakması, hattâ bu sebeple ondan ayrılmaya kalkışması, vefâsızlık olur.

3. Kocanın Evi Terketmesi: Kocanın evi terketmesi ve bu yüzden, sıkıntı ve fitneye düşmek tehlikesi karşısında kadının mahkeme aracılığıyla evliliğe son vermesi söz konusudur. Erkeğin hayat ve ölümüne dâir haber almaktan ümid kesildiği târihten îtibâren dört sene beklenir, bu zaman zarfında haber alınmadığı ve kadın boşanmakta ısrâr ettiği takdirde hâkim, ayrılığa hükmeder.

4. Kocanın Hapsedilmesi: Mâlikîler dışında çoğunluk müctehidlere göre, kocanın hapsedilmesi veya tutuklanması, yahut düşmana esir düşmesi bir boşanma sebebi değildir. Çünkü bu konuda âyet ve hadîs yoktur.

5. Şiddetli Geçimsizlik ve Kötü Muâmele: Eşlerin birbirlerinin şeref ve haysiyetlerine yönelik ithamları sonucunda çıkan soğuk tartışmalara şiddetli geçimsizlik denir.

Kötü muâmele ise, kocanın, eşini söz veya fiil ile rahatsız etmesidir. Sövmek, dövmek ve Allâh’ın haram kıldıklarını yapmaya zorlamak gibi davranışlar, kötü muâmeleler arasında sayılabilir.

Geçimsizlik her iki taraftan kaynaklanabilir. Mağdur olan eş, hâkime baş vurarak hakem yoluyla arabulma veya boşanma isteğinde bulunabilir.

6. Zinâ: Zinâ da evliliği sona erdirme sebebidir. Ağır ve yüz kızartıcı bir suçtur.

Boşanma, âileyi dejenere olmaktan koruyan bir tedbirdir. Aslında boşanma, çiftler için bir anlamda selâmet ve rahmettir. Boşanmayı yasaklamak, evlenmenin azalmasına sebep olabilir. Zîrâ, ihtiyaç halinde boşanamıyacağını bilen kimse, evlenmeye yanaşmaz. Gireceği bir kapının ebediyyen üzerine kapanacağını bilen insan, o kapıdan girmek istemez. Evlenenlerin azalması da, fuhşun artmasına ve âilelerin çözülmesine sebep olur. Bütün bu zararlar, neticede kadına dokunur.

kral41
05-10-2015, 02:44
Mut’a Nikahı:

Mut’a nikâhı, bir kadınla ücret karşılığında belli bir vakit için evlenmektir. Câhiliyye devrinden kalan bir nikâh şeklidir.

Bu nikâha, İslâm’ın ilk yıllarında ve bilhassa harp zamanlarında, uzun zaman kadınlardan uzak kalan askerler için izin verilmişti. Hayber savaşına kadar mubah olan mut’a nikâhı, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in sünneti ile yasaklanıp haram kılınmıştır. Konu ile ilgili olarak Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurur:

"Ey insanlar!

Ben size mut’a nikâhı ile kadınlardan faydalanmanız için izin vermiştim. Şüphesiz ki Allâh, bunu kıyâmete kadar haram kılmıştır. Kimin yanında bunlardan bir kadın varsa, hemen onu serbest bıraksın, onlara verdiği şeylerden hiçbir şeyi geri almasın!.." (216)

Hz. Ali (r.a.), İbn-i Abbas (r. anhümâ)’ya şöyle demişti:

"Rasûlullâh (s.a.v.), mut’a nikâhından ve ehil merkeblerin etlerini yemekten Hayber’in fethi günü bizleri menetti." (217)

Mut’a nikâhı, zinâdan başka bir şey değildir. Dört mezheb imâmına göre haramdır ve bâtıldır. (218)

Görülüyor ki yüce dînimiz, kadının hiçbir şekilde şehvet metâı hâline getirilmesine aslâ müsaade etmemektedir.

kral41
05-10-2015, 02:45
Hulle:

Bir erkeğin hanımı üzerinde üç defa boşama yetkisi vardır. Üç boşama salâhiyetini de kullanıp hanımından ayrılan erkek, aynı kadınla tekrar evlenemez. Ancak kadın, başka bir kocaya gider de, günün birinde ondan boşanır veya kocası vefat ederse, gereken iddeti bekledikten sonra, birinci koca onunla tekrar evlenebilir. Aksi halde evlenmesi mümkün değildir.

İşte kadına eski kocasına yeniden dönme imkânı sağlayan bu ara evliliğine hulle denir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:

"Yine erkek, karısını üçüncü defa olarak boşarsa, bundan sonra kadın kendinden başka bir erkeğe nikâhlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz. Bununla birlikte, eğer bu yeni koca da onu boşarsa, onlar Allâh’ın sınırlarını ayakta tutacaklarını sanırlarsa, birbirlerine dönmelerinde hiçbiri hakkında bir sakınca yoktur." (219)

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde:

"... Allâh Teâlâ, hulle yapana da ve kendisi için hulle yapılana da lânet etsin!." (220) buyurur.

Hz. Ömer (r.a.) da, bununla ilgili olarak şöyle buyurur:

"Allâh’a yemîn olsun ki, bana hulle yapanı da, kendisi için hulle yapılanı da getirmiş olsalar, onları recm ederim (taşlayarak öldürürüm)." (221)

Hulle, yapılsın diye değil, erkeklik haysiyetini düşüreceği için bu yola tevessül edilmesin diye konulan şartlı bir cezâdır. Erkeğin nikâhı hafife almaması ve evliliğin devamının sağlanması için konulmuş, ağır ve caydırıcı ilâhî tedbirdir. Ayrıca hulle, erkeğin, hile yapıp kendi nefsânî arzularına göre dîni istismâr etmesini önleyerek, kadının hakkını korumaktır. Zîrâ erkek için en zor şey, hanımının başka biriyle evlenip beraber kalmasıdır.

İslâm’da evlenme, karşılıklı huzûr, sevgi ve şefkat üzerine kurulmuştur. Muvakkat (geçici) nikâh, mûteber değildir. Nikâhın devamlı olması, âile birliğinin kurulması ve çocuğun yetiştirilip terbiye edilmesi, İslâm’ın en önem verdiği husûslardandır. Üç talâkla boşanan çiftler, bütün bu ulvî gâyeleri hiçe sayarak nikâh ni’metini tepmektedirler. Bunun cezâsı olarak, boşanmanın bütün haklarını kullanan bu çiftler, birbirleriyle tekrar evlenemezler. Boşandıktan sonra, hiçbir engelle karşılaşmadan aynı kişilerin yeniden birbirleriyle evlenmesi, boşanma hâdiselerini çoğaltır. Bu ise, âilede yaralar açar, toplumun düzenini ve âhengini bozar.

kral41
05-10-2015, 02:46
Teaddüd-i Zevcât (Birden Çok Kadınla Evlenme)

Allâhü Teâlâ en-Nisâ sûresinin 3. âyet-i kerîmesinde:

"Eğer yetîm kızlar hakkında adâleti yerine getiremiyeceğinizden korkarsanız sizin için helâl olan diğer kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin! Şâyet (bu sûretle de) adâlet yapamayacağınızdan korkuyorsanız o zaman bir tane ile, yahut mâlik olduğunuz câriye ile yetinin. Bu (tek hanım veya câriye) sizin için hakdan eğrilip sapmamanıza daha yakındır." buyurmaktadır.

Bu âyet-i kerîmeden anlaşılan, birden fazla evlenmenin İslâm’ın bir emri değil, bir izni olduğudur. Yani bu hüküm, yapılması gerekli bir görev değil, zarûrî durumlarda kullanılabilecek bir izindir. Ancak bu izinden faydalanılabilmesi için de erkeğin, eşleri arasında her konuda eşitlik ve adâlet esaslarına uygun hareket edebileceğine inanması gerekmektedir.

Birden fazla kadınla evli olan bir erkek, eşleri arasında her hususta adâletli davranmaya dînen mecbûrdur. Nöbetleşe beraber kalır. Birinin nöbetinde iken, onun izni olmaksızın diğerine gidemez. Ortakların güzeli ile çirkini, yaşlısı ile genci bu hususta aynı durumdadır. Kocanın bu konuda hiç bir özrü geçerli değildir. Yedirme, giydirme, mesken, davranış gibi bütün konularda da hiçbir ayırım yapmaması şarttır. (222) Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Bir erkeğin nikâhında iki kadın bulunur da aralarında adâleti gözetmezse, kıyâmet gününe bir tarafı düşük, felçli olarak gelir." (223) buyurmaktadır.

Kaldı ki, birden fazla evlenme hususunda bir zorunluluk yoktur. Teaddüd-i zevcât, yapılması mecbûrî bir emir olmayıp, ancak bazı zaruretler karşısında cemiyeti ahlâksızlıktan ve fuhuştan kurtarmak için konulmuş ictimâî bir tedbirdir. Bunu gerçekleştirmeye, ne erkek ve ne de kadın mecburdur. Bir erkek, gerek görürse bundan faydalanır, gerek görmezse bir hanım ile yetinir. Kadın da uygun görürse, evli bir erkekle evlenmeyi kabul eder. Uygun görmezse kabul etmez. İlk hanım da, üzerine evlenilmesini arzu etmediği takdirde, bu hususu, nikâh esnasında uygun bir şart ile, meselâ boşanma hakkı elinde bulunmak şartıyle sağlayabilir. (224) İlk hanım evlenirken üzerine evlenilmemesini şart koşmuş ise, ikinci evlilik yapılamaz. Esasen bir hanım ile yetinilmesi "Adâletli davranamayacağınızdan korkarsanız bir tane ile yetinin!" âyet-i kerîmesine göre daha uygun görülmektedir. Ayrıca şartlarına uyamıyacak kimselerin birden fazla kadınla evlenmeye kalkışmaları, Allah indinde sorumluluğu gerektirir. Bu yüzden hukûku çiğnenen bir hanım da mahkemeye mürâcaat ederek haklarını savunabilir. (225) İslâm Dîni’nde erkekler, birden fazla evlenmekle emrolunmadıkları gibi, kadınlar da ortak kabul etmek zorunda değillerdir. (226) İstenmemekle beraber boşanma, bazen bir zaruret halini aldığı gibi, çeşitli zamanlarda bazı toplumlarda birden fazla evlenmek de mecbûriyet arzedebilir. Bu ve benzeri gerçekleri dikkate almayan bir nizamın ömrü kısa olur. Halbuki İslâm Dîni, başlı başına bir hayat nizâmıdır. Gerçekten birden fazla evlenme, bazı durumlarda kadın için bir kurtuluş, bir nimet olabilmektedir. Meselâ kadının yaradılışdan veya herhangi bir hastalıktan zevcelik vazifesini yerine getirememesi veya çocuk yapmaya muktedir olmaması durumunda, kocasına evlenebilme hakkı verilmediği takdirde, erkek, ya bu kadıncağızı boşayıp bir başkası ile evlenecek, ya da kötü yollara düşecektir. Bu her iki durumda, hem erkek ve hem de kadın için büyük bir zulüm sözkonusudur. Birden fazla evliliğin zarûret hâline geldiği noktalardan biri de, savaş sonrası ortaya çıkan durumdur. Savaşlar sonucu erkek nüfûsun, kadınlara oranla çok daha azaldığı bir gerçektir. Bu durumda birden fazla evlilik, ahlâksızlık ve zinâyı önleyecek en tesirli bir yoldur. Şu halde teaddüd-i zevcât, normal hayatta her zaman uygulanabilecek bir kâide değil, özel durumlarda mürâcaat edilmek üzere verilmiş müstesnâ bir tedbirden ibârettir.

*

Buraya kadar, yüce dînimizin kadına verdiği üstün değeri ve onlara tanıdığı ulvî hakları, gücümüz nisbetinde açıkladıktan sonra; genç kızlarımıza örnek alacakları rehberlerden bahsederek, kuracakları âile yuvalarında muhakkak dikkat etmeleri gerekli hususlara kısaca temâs etmeyi uygun bulmaktayım.

kral41
05-10-2015, 02:46
Kadınlarımızdan Fazîlet Örnekleri:

Târih boyunca kadın, gerek âilesine ve gerekse İslâm’a hizmet etmekte büyük bir fedâkârlık sembolü olmuştur. Bu fazîlet timsâli kadınlarımızın gönül iklîminden bir hisse nasîb olması ümîdiyle, kendilerinden bir kaç misâl vermek herhalde yerinde olacaktır.

Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ):

İbn-i Abbas (r.a.), rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde şöyle anlatıyor:

"Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r. anhümâ), küçükken hastalanmışlardı. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, ashâb-ı kirâmdan bir kaç kişi ile torunlarını ziyârete gittiler. Bu esnâda ziyâretçilerin bazıları, Hz. Ali (r.a.)’a:

-Yâ Alî, çocukların için bir nezir yapmak istemez misin? dediler.

Hz. Alî ve Hz. Fâtımâ (r.anhümâ) da, Allâh (c.c.)’ın rızâsını taleb ve O’na şükretmek ve çocuklarının şifâ bulmasını Cenâb-ı Hakk’dan niyâz etmek üzere üç gün oruç tutmayı nezir ettiler.

Derken çocukları hastalıktan kurtuldular. Bunlar da oruçlarını tutmaya niyet edip oruca başladılar. Fakat iftar için yiyecekleri yoktu.

Hz. Alî (r.a.), Hayberli Şem’un isminde bir yahûdîden üç gün iftar edebilmek için ödünç olarak üç çömlek arpa aldı. Hz. Fâtıma (r. anha), arpanın bir çömleğini öğütüp kendi âdetleri kadar, yâni beş tanecik ekmek yaptı. Akşam olup iftarı bekliyorlardı. O sırada bir fakir miskin gelip:

"Es-selâmü aleyküm Yâ Muhammed ehl-i beyti!

Ben müslüman bir fakîrim. Beni doyurunuz ki, Allâh sizleri cennet sofraları ile doyursun.." dedi.

Onlar da derhal sofralarındaki ekmekleri, bu fakir miskine ikrâm ettiler. Ve Hz. Alî (r.a.), Hz. Fâtımâ (r. anha)’ya hitâben:

"Ey insanların en hayırlısının kızı! Ey îmân ve şerefin kemâline sâhib olan Fâtımâ!

Görüyorsun, ciğerler paralayıcı hâliyle kapıda duran şu miskin, açlığını bizlere arzederken, hâl lisânıyla da Allâh’a nâz ve niyâz etmektedir." dedi.

Hz. Fâtımâ (r. anha) ise, Hz. Alî (r.a.)’a şöyle cevâb verdi:

"Ey amcamoğlu!

Emrinize âmâdeyim.. Gerçi o miskini hoşnûd edecek ve memnûn kılacak bir şeye sâhib değilim. Fakat umarım ki, aç bir kimseyi doyurmak sûretiyle, hayırlı insanlardan sayılıp cennete girer ve şefâate ererim..."

Böylece hepsi de bir lokma almadan, sofralarındaki ekmekleri fakir miskine verdiler, kendileri de su ile iftar ettiler.

Ertesi gün, oruçlarına devam ettiler. Fâtımâ (r.anha), o gün de, arpanın ikinci çömleğini ekmek yaptı. Akşam yaklaşınca, ekmeği sofraya koydular. İftarı beklemeye başladılar. Derken kapıya bir yetîm geldi:

"Es-selâmü aleyküm Yâ Muhammed ehl-i beyti!

Ben muhâcir çocuklarından bir yetîmim. Babam Akabe Harbi’nde şehîd oldu. Beni doyurunuz, ne olur beni doyurunuz! Allâh da sizleri cennet taamlarıyla doyurur.." dedi.

Onlar da, ekmeklerini bu yetîme ikrâm ettiler ve yine suyla iftâr ederek o akşam da aç yattılar.

Ertesi günü Fâtımâ (r.anha), üçüncü çömlekteki arpayı ekmek yaptı. Akşam olunca yine sofrayı önlerine koydukları sırada, bu sefer de kapıya fakir bir esir geldi. Ve:

"Es-selâmü aleyküm Yâ Muhammed ehl-i beyti!

Ben esirlerden biriyim. Bana ikrâm ediniz. Allâh da sizlere cennet taamlarından ikrâm etsin!" dedi.

Bunlar da, sofralarındaki yiyeceği, bu sefer de esire ikrâm ettiler. Tekrar suyla iftâr etmek zorunda kaldılar.

Onların bu fedâkârâne ikrâmları üzerine, Cenâb-ı Hakk, kendilerini Kur’ân-ı Kerîm’in şu âyet-i kerîmesiyle takdir ve taltif etti, fazîletli kıldı:

"Hakîkî mü’minler, Allâh’a olan muhabbetlerinden dolayı, kendi yiyeceklerini miskîne, yetîme ve esîre ikrâm ederler." (227), (228)

kral41
05-10-2015, 02:47
Nesîbe Hatun (r.anhâ):

Nesîbe Hatun, Kâ’b’ın kızı ve ensârdan Zeyd b. Âsım’ın hanımıdır. Uhud harbine kocası ve iki oğluyla berâber katılan İslâm’ın bu mücâhide kadını, kahramanlıkta herkesi hayretler içinde bırakmıştı. Hattâ Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in üzerine hücûm eden fedâîlerden bir süvârînin ayağını kılıçla ikiye ayırdı ve atından aşağı düşürüp öldürdü. Kendisi de birkaç yerinden yaralanıp her tarafı kana boyandığı halde, kocasını ve çocuklarını harbe teşvik ediyordu.

Bu sırada Kureyş’in azılı meşhûrlarından İbn-i Kamie;

"Bana gösteriniz; ya o, ya ben!" diyerek bizzat Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’e saldırmıştı.

Bunun üzerine Nesîbe Hatun, hemen yetişti. Ve İbn-i Kamie’ye üç kere kılıç çaldı. Fakat kestiremedi. Çünkü İbn-i Kamie’nin üzerinde iki zırhı vardı. İbn-i Kamie ise, kılıçla Nesîbe Hatun’u omuzundan yaraladı.

Düşman, her ne taraftan Rasûlullâh (s.a.v.)’in üzerine hücûm etse, Nesîbe Hatun, hemen kocası ve oğulları ile birlikte yetişip müdâfaa ederdi.

Hz. Peygamber (s.a.v.), O’nun hakkında şöyle buyurur:

"Uhud gününde, sağa sola her baktığımda Ümm-i Ümâre’yi (Nesîbe Hatun’u) yanımda savaşır gördüm." (229)

Yine bu fedâkârâne hizmetlerinden dolayı, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, bu mübârek âile hakkında:

"Yâ Rab!

Bunları bana cennette refîk eyle!.." (230) diye duâ buyurdular.

Cenâb-ı Hakk; bizleri de bu mücâhide ve kahraman vâlidemizin hürmetine cennette Habîb-i Kibriyâsı’yla refîk eylesin!

Âmîn!..

kral41
05-10-2015, 02:47
Şâire Hansa Hatun (r.anhâ):

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz zamanında, Amr’ın kızı meşhûr şâire Hansa, çok güzel kahramanlık şiirleri söylerdi. Müslüman olduktan sonra, İslâm onu, üstün bir ferâgât ve fedâkârlık timsâli yapmış ve îmânda kemâle erdirmişti. Dört çocuğu Kadisiye Harbi’nde şehîd olduğu halde, cesâret ve sebâtında aslâ bir sarsılma olmamıştı. Aynı İslâmî şuûrunu muhâfaza ederek şehîd anası olmanın verdiği tesellî, ona evlâd acısını bile unutturmuştu.

Şâire Hansa, muhârebe meydanına giderek çocuklarını şu târihî sözleriyle coşturmuştur:

"Benim kahraman evlâdlarım,

Yemin ederim ki, siz aynı ananın ve aynı babanın çocuklarısınız. Ben kocama ihânet etmiş bir kadın olmadığım gibi, babanız da mâzîsi lekeli bir insan değildir. Hem de ben, zorla değil de kendi isteğimle İslâm’ı kabûl ettim. Ve yine kendi arzumla hicret ettim. Sizler işte böyle tertemiz bir mâzîye sâhipsiniz.

Sizden; gireceğiniz savaşta bu asâletinize uygun bir cesâret ve celâdet bekliyorum. Dîn düşmanlarına ilk hücûm eden sizler olmalısınız. Sizlerin arkada değil, dâimâ en ön safta çarpıştığınızı görmeliyim. Çünkü bu harp, eski savaşlarımız gibi âdî menfaatler uğruna yapılan çapulculuk ve yapmacılık hareketi değildir. Elleriyle yaptıkları putlara tapan, kız çocuklarını diri diri gömecek kadar vahşete devam eden putperestlere, doğruyu ve hakkı gösterme hareketidir. Kısaca bu cihâdda emir Allâh’dan, kumanda da Rasûlullâh (s.a.v.)’dendir.

Başka söze ne hâcet!.."

Bu sözlerden sonra çocuklarını ayrı ayrı kucaklayan şâire Hansa, ilâve ederek diyor ki:

"Ya İslâm’ın zafer bayrağını Kadisiye’de dalgalandıracaksınız; yahut da dîn uğruna cihâd ederek şehîd olduğunuzu duyacağım!.."

Bir annenin evlâdlarına karşı böyle kahramanca konuşması, orada bulunan diğer mücâhidleri de coşturuyor ve Kadisiye’de İslâm’ın zafer bayrağının dalgalanmasına sebep oluyordu.

Nitekim öyle de olmuştur. Hasta yatağında yatarken dört oğlunun da şehâdet haberi getirilince:

"Yâni ben, şehîd anası mı oldum şimdi?" diye soruyor.

"Evet." diyorlar, "Hem de dört şehîd anası..."

Tekrar soruyor:

"Zafer kimlerde?"

"Zafer, müslümanlarda.. Şimdi Kadisiye’de İslâm’ın bayrağı dalgalanıyor!.." diyorlar.

"İslâm’ın bir zaferi için dört oğlum da fedâ olsun!.." diyen Hansa Hatun, ellerini kaldırarak şöyle yalvarıyor:

"Yâ Rabbî!

Bana emânet ettiğin dört kahramanı yine senin dînin uğrunda fedâ etmiş bulunuyorum. Artık beni şehîd anaları defterine kaydeyle!. Benim için şehîd anası olmak kâfî ikrâmdır. Bunu benden esirgeme!.."

Her ne zaman Hansa Hatun’dan söz edilse Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, O’nun için:

"Örnek bir İslâm kadını..." buyururlardı. (231)

kral41
05-10-2015, 02:50
Îmân Kal’ası Mâşite Hâtun :

Firavun’un sarayında Mâşite Hatun nâmında bir kadın vardı. Bu kadıncağız, Allâh’ın birliğine îmân ettiği için, dâimâ "Allâh birdir" zikrini tekrar ederdi. Birgün Firavun’un kızı, bunu işitmiş ve keyfiyeti babasına bildirmişti.

Bunu haber alan Firavun, öfkelenerek Mâşite Hatun’u çağırmış, bu inancından vazgeçirmek için hayli uğraşmıştı. Tesir etmeyince, ihtirâsı uğruna hayli işkenceleri bu kadın üzerinde icrâ ettirdiyse de, kadıncağız dîni uğruna tâviz vermiyor, "Allâh birdir" sözünü tekrar ediyordu.

Bu durum karşısında zâlim Firavun’un kini ve öfkesi artıyordu. Mâşite Hatun ise, îmânda sebât ederek:

"Benim ilâhım tekdir. O da Allâh Teâlâ’dır. Zâten O’ndan gayrı ilâh yok..." diyordu.

Kadıncağızın, üç-beş yaşlarında bir kızı, bir oğlu, bir de üç aylık mâsum bir yavrusu vardı. Firavun, gadabını teskin edemeyerek intikâm almak istiyordu. Önce kız çocuğunu anasının yanına getirip:

"Ey Mâşite! Bana, sen Tanrı’sın de; yoksa bu kızın kanlar içinde ölecektir." diye haykırdı.

Mâşite Hatun, Firavun’un merhametsiz bir zâlim olduğunu biliyordu. Ve nitekim o mâsum yavrucağızın boğazına bıçağı dayadı ve mel’ûnâne kin dolu bayağı bir tehevvürle kızcağızın boğazını kesti. Bu elîm manzarayı gören îmân kal’ası Mâşite Hatun, vakar içinde Rabb’ısına teslîm olmuş, îmânına zerre kadar halel gelmemişti. Yalnız , "Allâh birdir" sözünü tekrar ediyordu. Firavun’un öfkesi artmış, ne yapacağını bilmiyordu. Bu sefer adamlarına dedi ki:

"O üç aylık çocuğu bana getirin!."

Ardından kızgın bir fırın yakmalarını emretti. Bir taraftan Mâşite Hatun’a şöyle bağırdı:

"Şimdi de benim Tanrılığımı tasdik etmez isen, bu bebeğini fırında cayır cayır yakacağım; kızının âkıbetinin ne olduğunu biliyorsun. Gel inâd etme de, beni dinle!."

Kâfir, bebeği yakmakta kararlı idi. Zâlim, bebeği aldı. Fırındaki kaynar su dolu bakır kazana yaklaştı. Bu sırada Mâşite Hatun:

"Kalbimden onu tasdik etmediğim halde, dediğine evet demekte îmân bakımından bir sakınca yok!" diye düşündü.

Fakat buna da içi râzı olmuyordu. O böyle üzüntü içinde iken, gaddar ve zâlim Firavun, yavrucağı kazana atıp onun da bu şekilde ölümüne sebep oldu.

Annenin kederi son dereceyi bulduğunda bebek o an dile gelerek, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle annesine şöyle seslendi:

"Anneciğim!

İçinden geçeni sakın söyleme! Biraz daha sabredersen, ferâha kavuşacaksın. Cennete girmemize pek az bir zaman kaldı. Firavun’un dediğini sakın söylemeyesin. Ablamla ben, şu anda cennetteyiz. Senin de cennete gelmeni dört gözle beklemekteyiz."

Yavrusunun bu sözleri Mâşite Hatun’u rahatlattı. Kederi ve hüznü sevince döndü. Aynı zamanda kendisine, cennetteki makâmı gösterildi. O da,bir an evvel yerine kavuşmak arzu ediyordu. Zâten binbir türlü hakâret ve ızdıraplara karşı vücûdu zayıf düşmüş, iyice yıpranmıştı. Sonunda o da yavruları gibi şehîden âhırete intikâl etmiş, Allâh Teâlâ’nın rızâsına nâil olmuş, hem cennete, hem de yavrularına kavuşmuştu. (232)

kral41
05-10-2015, 02:51
Râbiatü’l-Adeviyye:

Tâbiînden olup Süfyân-ı Sevrî (k.s.) ve Hasan-ı Basrî Hazretleri ile aynı asırda yaşamış büyük bir veliyye hanımdır.

Gönlü aşk-ı ilâhî ile dopdoluydu. Gözü devamlı yaşlıydı:

"Bizim istiğfârımız yeni bir istiğfâra muhtaçtır." derdi.

Geceleri kâim (huzûr-i ilâhîde ibâdet hâlinde), gündüzleri sâim (oruçlu) idi.

Birgün ona:

"Kul, ne zaman rızâ makâmına ulaşmış olur?" diye sordular.

O da:

"Başa gelecek musîbetler, kişiyi ni’metler gibi sevindirecek olursa..." şeklinde cevap verdi.

O’nun en meşhûr bir duâsı da şudur:

"Yâ Rabbî!

Sana cennetin için ibâdet ediyorsam, beni cennetine koyma!. Eğer sana cehenneminden korktuğum için ibâdet ediyorsam, beni cehenneminden çıkarma!.. Eğer sana senin rızân için ibâdet ediyorsam, beni cemâlini seyretmekten mahrûm etme!.."

Cenâb-ı Hakk’dan; bu mübârek vâlidemizin duâsı hürmetine bizleri de cemâliyle müşerref kılmasını niyâz ederiz. (233)

kral41
05-10-2015, 02:51
Bezm-i âlem Vâlide Sultan:

Sultan II. Mahmûd’un hanımı ve Sultan Abdülmecîd’in annesidir. Akıllı, tedbirli, şefkatli, cömert ve dînine bağlı bir hanımdı. 1852 senesinde vefât etmiş, Sultan Mahmûd Han’ın türbesine defn olunmuştur.

Bezm-i âlem Vâlide Sultan, fakir hastaların yatıp tedâvî edilmesi için yüz yataklı Vakıf Gurabâ Hastanesi’ni inşâ ettirdi. Ayrıca "Bezm-i âlem Vâlide Sultan Mektebi" (Bugünkü İstanbul Kız Lisesi) ve Beşiktaş’ta büyük bir çeşme, Yahyâ Efendi dergâh ve mescidine ilâveler ile Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’de pek çok hayır hizmetlerinde bulundu. Bu müesseselerin ayakta durmaları için de vakıflar te’sis etti.

Ayrıca Bezm-i âlem Vâlide Sultan hakkında şöyle bir menkıbe anlatılır:

"Vâlide Sultan, yağmurlu bir havada faytonla saraya giderken bir su birikintisi içersinde boğulma tehlikesi ile başbaşa kalmış, çırpınmakta olan bir kedi yavrusu görür. Hemen faytonu durdurur. Ve titremekte olan kedi yavrusunu alır, üzerindeki suları elleriyle silerek ayaklarının arasına alır ve onu büyük bir anne şefkatiyle ısıtmaya çalışır. Daha sonra saraya geldiklerinde kediyi güzelce doyurur ve ona gereken bütün ihtimâmı gösterir; böylece zavallı kediciğin ölümden kurtulmasına vesile olur.

Vefâtından sonra sevenlerinden biri, kendisini rüyâsında görür. Merakla sorar:

"Vâlide Sultanım, siz dünyâ hayâtında büyük hayır-hasenât sâhibi bir kimseydiniz. Kimbilir Cenâb-ı Hakk, sizlere ne büyük ikrâm ve ihsânlarda bulunmuştur!"

Vâlide Sultan şöyle cevap verir:

"Evet, yaptığım bu hayır ve hasenâta karşılık Cenâb-ı Hakk, bana büyük ikrâmlarda bulundu. Fakat asıl büyük ikrâmı, boğulmakta olan bir kedi yavrusuna gösterdiğim şefkat dolu hizmetimden dolayı bahşetti."

Ayrıca, Bezm-i âlem Vâlide Sultan’ın sık sık kullanmış olduğu mühründe kazınmış olan aşağıdaki ibâre, O’nun bu mânevî şahsiyetininin kaynağını ortaya koyan güzel bir örnektir:

"Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?
Zuhûrundan Bezm-i âlem oldu vâsıl!.."

Cenâb-ı Hakk’dan; istikbâlin annelerine de, şefkat âbidesi Bezm-i âlem Vâlide Sultan’ın bu engin şefkatinden bir hisse nasîb etmesini dileriz. (234)

kral41
05-10-2015, 02:51
Kızlarımıza Nasîhatlar

Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, muhterem kerîmeleri Hz. Fâtıma-i Zehrâ (r.anhâ)’ya gelin olurken şu nasîhatta bulunmuşlardır: "Kızım kendini temiz tut! (Devamlı) Rabbini zikret! Efendin sana baktığı zaman Sen’den memnun olsun, büyük bir ferahlık duysun! Gözlerini sürmele! Sürme, kadınların ziynetidir. Kızım! Kocan sana baktığı zaman gözlerini ondan ayırma; Sen de mukâbele et! Böyle yaparsan sevgin fazla olur. O başka tarafa bakarken, Sen onun yüzüne bak! Bunun büyük mükâfâtı vardır.. Güzel bakışlarınla, güler yüzle onu takip edip memnun etmene bir ay nâfile orucu sevâbı yazılır.

Kocanın yanında sessiz ve ilgisiz durma! Onun hoşlandığı şekilde güzelce söyle ki, sana muhabbet etsin.. Kocanın hatâlarını başkalarına söyleme! Eğer söylersen, Allah Teâlâ sana gazab eder.. Sonra melekler, peygamberler ve nihâyet kocan sana gücenir..." (235)

*

Ashâb-ı Kirâm’dan Hâris (r.a.)’ın kızı Esmâ (r.anha), gelin olup giderken annesi ona şu nasîhati yapmıştı:

"Kızım, evimizden çıkıp başka bir eve, ülfet etmediğin bir kimseye gidiyorsun.. Sen kocana yer ol ki, o sana gök olsun! Sen ona hizmetçi ol ki, o sana köle olsun! Kocana yumuşak davran! Öfkeli hallerinde sessizce yanından kayboluver.. Öfkesi geçinceye kadar ona görünme.. Ağzını ve kulağını muhâfaza et.. Kocan sana fenâ söylerse, söylediklerini duyma; sakın mukâbelede bulunma! Ona karşı gelme! Dâimâ senden güzel söz işitsin, güler yüz görsün.. Bu suretle sana iyi nazarla baksın.." (236)

*

Arap kabilelerinin reislerinden Avf b. Milham’ın Ümm-i Unâs adında bir kızı vardı. Bu kızını Arap meliklerinden Kinde emiri Hâris b. Amir ile evlendirmeye karar verdi. Kızın annesi Ümâme, gelin olacağı gün kızını karşısına oturtup asırlardır kıymetini ve tazeliğini muhâfaza eden şu târihî nasihatlarını yapmıştı: "Bak yavrum! Sana bazı şeyler anlatacağım. Onları belleyip îcâb ettiği şekilde hareket et ki, kocanla güzel geçinip aranız bozulmasın:

1. Hâline râzı ol! Yâni kocan, yenilecek ve giyileceğe dâir ne alır getirirse kabul et! Zîrâ kalb rahatlığının ilk yolu kanâattir.

2. Kocanla olan sohbetlerinde, onun sözlerine itâat ederek konuş! İtiraz ve isyan ederek hürmet ve itâatte kusûr etme!. Böyle karşılıklı anlaşma ve itâat ile yapılan sohbetlerden Allah Teâlâ râzı olur..

3. Efendinin göreceği yerlere dikkat ve ehemmiyet göster! Sakın onun gözüne çirkin birşey çarpmasın!.

4. Kokusu olabilecek yerleri kolla, hassasiyet göster.. Daima güzel kokulu durmasını temin et.. Burnuna kötü koku gitmesin! Şunu unutma ki, güzellik ve temizlik getiren şeylerin en iyisi ve âlâsı sudur.

5. Yemek saatini iyi tesbit et.. İstediği anda hemen hazır bulundur..

6. Uyuyacağı vakti geciktirme.. Adeti ne zamansa, o zamanda yemeğini ve yatağını hazırla! Zîrâ açlık, insanı huysuzlandırdığı gibi, uykusuzluk da öfkelendirir, geçiminin bozulmasına sebep olur.

7. Mal ve eşyasını muhâfaza etmekte titizlik göster.. Çünkü malı muhâfaza etmek, iş bilmekten doğar.

8. Akrabâ ve yakınlarına hizmette kusur etme! Kocanın hısım-akrabâsına hürmet etmek de iyi idâre ve tedbirli olmaktan ileri gelir.

9. Efendinin, haberdar olduğun sırlarını sakın kimseye duyurma.. Eğer duyuracak olursan, itimâdını kaybeder, sen de ondan emin olamazsın...

10. Kocanın dîne aykırı olmayan isteklerini yerine getir.. Zıddını söyleme ve karşı gelme! Eğer karşı gelip isyan edersen, kendine kinlendirip düşman edersin.. O, kederli olduğu zaman sen neşeli olmaktan; neşeli olduğu vakit de sen hüzünlü görünmekten çekin! Zîrâ onun üzüntülü zamanında senin neşeli görünmen, neşeli zamanında da kederli bulunman onu sevmemenin, hislerine ve dertlerine ortak olmamanın delilidir. Bu hal ise, sizi birbirirnizden ayırmaya kadar götüren soğuk bir davranıştır.

Şunu iyi bil ki, bu nasihatlarımı yerine getirip gereği gibi hareket edebilmen için; isteklerine, eşinin isteklerini tercih etmen gerekmektedir. Onun isteklerini nefsinin isteklerine tercih edebilirsen, bu söylediklerimi kolayca yapabilirsin..." (237) Büyüklerimizin tecrübe mahsûlü olarak kızlarına yaptıkaları bu nasihatlar; ağız tadıyla geçinmek, evini ve çocuklarını güzelce idâre etmek ve onları mutlu kılmak isteyen hanım kızlarımızın kulaklarına küpe olmalıdır.

kral41
05-10-2015, 02:51
Âilede Seâdet Prensipleri:

*Aile seâdeti, eşler arasında karşılıklı sevgi, saygı, hürmet ve anlayış esasına dayanır. Birbirlerine karşı olan vazifelerin bilinmesi ve yapılması şarttır.

*Erkek, evine her zaman güleryüzle ve selâm vererek girmelidir.

*Kadın da, akşamleyin yorgun bir şekilde işinden dönen kocasını, kapıda güleryüz ve tatlı bir edâ ile "hoş geldiniz!" diyerek karşılamalı, hal ve hatırını sorarak gönlünü almalıdır.

*Kadın, her sabah efendisini evinden uğurlarken de, yine güleryüz ve nezâketle kapıya kadar uğurlamalı ve hakkında hayır duâda bulunmalıdır.

*Kadın, sofrayı vaktinde, efendisinin arzu ettiği yemekleri hazırlayarak, güzel bir şekilde tanzim edip kurmalı ve yemeği aslâ geciktirmemelidir.

*Kadın, herşeyde becerikli, temiz, tertipli ve düzenli olmalı, kocasının karşısında da güzel giyimli ve görünümlü bulunmalıdır.

*Kadın, evini ve çocuklarını mahâretle idâre etmelidir.

*Kadın, kocasının akrabâ ve yakınlarına iyi davranmalı ve bu vesile ile kocasının sevgisini kazanmalıdır.

*Kadın, kocasının sırlarını gizlemeli ve başkalarına açmamalıdır.

*Kadın, kocasının sözünü dinlemeli, İslâm’a uygun her emrini yerine getirmeli ve ona aslâ itiraz ve muhâlefette bulunmamalıdır.

*Kadın, efendisine karşı hürmet, hizmet ve itâatte kusur etmemeli, erkek de hanımına karşı olan vazifelerinde dikkat ve itina göstermelidir.

*Kadın, kocasına başka kadınların güzelliklerinden ve özelliklerinden bahsetmemelidir. Nitekim hadîs-i şerîfde şöyle buyurulur:

"Hiç bir kadın, kocasına başka bir kadını tasvîr edip, özelliklerini anlatmasın!. Öyle ki, kocası sanki o kadını görüyormuş gibi olur.." (238)

*Erkek, Allâh’ın kendisine bir emaneti olan hanımına, daima güleryüz ve tatlı dille muâmelede bulunmalıdır.

*Erkek, hanımının kendisine ve yaptığı işlere çirkin dememeli ve yaptığı işleri beğenmemezlik etmemelidir.

*Erkek, hanımıyla güzel geçinmeli, sebepsiz ve basit meselelerden dolayı ona darılıp kızmamalı ve onu yalnız başına terketmemelidir.

*Erkek, hanımının meşrû olan arzu ve isteklerini titizlikle yerine getirmelidir.

*Her iki taraf, birbirlerinin sevinç ve üzüntülerini paylaşmalıdır.

*Yapacakları işleri birbirleriyle istişare ederek ve danışarak yapmalı, böylece âilede karşılıklı güven, ülfet ve muhabbet, birlik ve beraberlik sağlamaya çalışmalıdır.

*Ailede erkek ve kadın, birbirlerine karşı daima şefkat ve muhabbetle, hürmet ve itâatle, güleryüz ve tatlı dille davranmalıdırlar.

*Her iki taraf, kendi anne ve babalarına nasıl hürmet ve itâat ediyorlarsa, kayınpeder ve vâlidelerine de aynı şekilde hürmet, hizmet, itâat ve muhabbet etmelidirler. Onlara yaptıklarının aynısını, zamanla kendi damad ve gelinlerinden göreceklerini unutmamalıdırlar. Çünkü ne ektiysek onu biçeceğimiz muhakkaktır. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:

"Ebeveyninize itâat ve ikrâm ediniz ki, evlâdlarınız da size ikrâm ve itâat etsin!" (239) buyurmuşlardır.


İSLÂM'DA KADININ
DEĞERİ VE HAKLARI

Osman Ersan


Kaynak:Altınoluk Dergisi