PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Küresel süreçte Türk milliyetçiliği



saraçTürk
09-03-2007, 19:47
Küresel Süreç Karşısında Türk Milliyetçiliği

İster masum ve tabii, ister kurgu olsun küresel süreç, tüm devletleri olduğu gibi Türk Devleti’ni ve Türk Kültürünü de tehdit etmektedir. Dünya tarihinin son bin yıllık döneminde başrol oynamış bir milletin küresel süreç ve tehdit karşısındaki tavrı, hiç şüphesiz köksüz ve alternatif/farklı bir uygarlık anlayışının mümessili olmamış toplumlarla aynı olamaz. Türk aydınları olup bitenlere, arkalarında bin yıllık tarih yapan bir geçmiş bulunduğu şuuruyla bakmak, buna göre çözümler veya teklifler üretmek zorundadır. Tersine olarak, teslimiyetçi sömürge aydını gibi davranmak nefsine ağır gelmelidir.

Türk milliyetçiliğinin Doğuşu ve Gelişimi: 1980’e Kadar Olan Dönem

Ulus ve ulusçuluk fikri Türk düşünce hayatına, daha önce de temas edildiği gibi hem seçilen kelime hem de muhteva bakımından önemli ölçüde farklılaşarak dahil olmuştur. 1900’lü yılların başında oluşan fikri çerçevede, Avrupa dillerinde ‘nation’ ve ‘nationalizm’ olarak karşılık bulan olgu, Türk kültür ve siyaset dünyasında,geleneksel, dini, kültürel, ahlaki ve tarihsel irtibatlarını da kurarak, millet ve milliyetçilik olarak kavramlaştırılmıştır. Bu kavramı tercih edenler o dönemin Türkçü’leridir. Kavram ‘İslamcılar’ın ya da ‘Osmanlıcılar’ın benimsediği kavramlar da değillerdir. Bu dönemde kavramların içi tarihsel ve kültürel arka plana da uygun olarak oldukça isabetli doldurulmuştur. Kavramlar Ziya Gökalp’in sloganlaştırdığı biçimiyle ‘Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak’ olarak geçmiş ve gelecek irtibatlarını da sağlayarak çok güzel ifade edilmiştir. Çok verimli entelektüel alt yapı oluşmuştur. Ancak özellikle 1930’dan (İsmet İnönü’nün devlet yönetiminde etkisinin artmasına bağlı olarak) sonra, millet, milliyetçilik ve milli devlet kavramlarının yerine ulus, ulusçuluk ve ulus-devlet kavramlarının tercih edildiğini görmekteyiz. Bu tavır bir kelime tercihinin ötesinde ideolojik ve kültürel açıdan cok ciddi anlam farklarına tekabül etmektedir. Bunun farkına varan başta Nihal Atsız olmak üzere Türkçü aydınlar harekete geçmişlerdir. Bu hareket dış şartlarında etkisiyle Türkçü hareketin İsmet İnönü tarafından bastırılması politikalarını getirmiştir. 1944 Türkçülük Olayları meselesi herkesin bildiği gibi İsmet İnönü’nün milli olmayan; Hiçbir zaman da olmamış, tersine her zaman mandacı olan kafasının ve vehimlerinin ürünüdür. Bütün baskı, işkence ve hapis cezaların rağmen Türkçüler millet, milliyetçilik ve Milli devlet kavramları etrafında Türkçü Hareket’i tekrar canlandırmışlar ve bugünlere ulaşmasını sağlamışlardır.

Özellikle 1960-1980 döneminde Türk Kültür ve Siyaset tarihinde önemli roller oynayan Milliyetçi Hareket Partisi, kendi isminde de olduğu gibi millet, milliyetçilik ve milli devlet kavramları etrafında tarihi bir mücadele vermiş, bu ideoloji etrafında önemli miktarda toplum kitlelerini etrafında toplamayı başarmıştır.

Bugün yine kavramlarla oynanmakta ve maalesef kendisini Türkçü addeden bazı kimseler önemsiz bir ayrıntıymış gibi, ulus, ulusçuluk,ulus-devlet kavramlarını kullanmaktadırlar.

Peki bu iki tür kavramlar arasında anlam farkları nelerdir ve bu farklar neye tekabül etmektedir? Hemen işin başında dil bilim bakımından ulus kavramı millet kavramının kavrayıcılığı, kapsayıcılığı ve derinliğine sahip değildir. İbrahim Kafesoğlu’na göre, ‘ulus’ kavramı yanlış kullanılmaktadır. Doğru şekli ‘uluş’tur ve 13’ncü yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren, Moğol idari yapısında kullanılmış; Batı’daki feodalitenin malikane rejimine benzer bir yapılanma anlamında, kabileler birliğine ad olarak verilmiştir. (Only the registered members can see the link_ftn5)Ulus milletin karşılığı olmadığı gibi, ulusçuluk da milliyetçiliğin karşılığı değildir. (Only the registered members can see the link_ftn6)

Asıl önemlisi, kelimenin doğru veya yanlış kullanılmasından ayrı olarak Türk Milliyetçiliğini nasıl anlamak gerekmektedir? Bu soru, içinden geçmekte olduğumuz süreç itibariyle yüksek önemi haiz bir sorudur. Bu sorunun cevabını değerli ilim adamımız merhum Erol Güngör’ün 1978 yılında Milliyetçiler Kurultayında sunduğu tebliğden verebiliriz:




“ Milliyetçiliğin en belirgin tarafı, millete onu başkalarından ayırt eden bir hüviyet verme gayreti olmuştur. Bu yüzden milliyetçilerin Türkiye’de bir milli kültür yaratma ve geliştirme gayretleri Batı’ya benzemekten ziyade, yerli olan unsurlar
üzerinde durmak şeklinde olmuştur. Fakat yerli unsurların aynı zamanda tarihi unsurlar olması ve Türkiye’nin yakın zamanda bu tarih çizgisi üzerinde devam etmekte kendisi için tehlike görmesi, onu milli kültür anlayışında ikileşmeye
götürmüştür. Cumhuriyet kendini imparatorluğun, yani tarihin bir antitezi olarak gördüğü için geleneksel kültüre bazen yabancı, bazen düşman bir tavır takındı. Cumhuriyetçiler aynı zamanda hareketli birer milliyetçi olarak Türkiye’de bir milli
kültür kurma ve bunu çağdaş Batı ülkelerinin kültürleri seviyesinden daha yükseğe çıkarma azminde idiler. Geleneksiz bir kültür olamazdı, ama geleneği devam ettirmek kendi varlıklarını inkar etmek gibi görünüyordu. Bu yüzden Batı kültürü ile Türk kültürünün kök itibariyle aynı olduğunu, böylelikle Batı kültürü almakla kendi özümüze dönmüş olduğumuzu söylemeye kadar varan yorumlara başvurdular.

Türk milliyetçiliği Cumhuriyetin yerleşmesinden ve yakın tarihin artık siyasi bir gaile teşkil edemeyecek kadar uzakta kalmasından sonra yeni bir istikamet tutturdu. Tarihimizde Batı tipi demokrasinin girişi ile aynı zamana rastlayan bu yeni milliyetçilik akımı artık tarih ve tarihi kültürü, korkulacak değil faydalanılacak bir kaynak olarak görmüştür. Bu yeni milliyetçilik akımına katılmayıp ta eski anlayışı sürdüren, yani Türk kültürünün Batı kültürü olması gerektiğini söyleyen inkılapçı milliyetçiler ise, günümüzde sosyalist akıma iltihak etmiş bulunuyorlar.

İki milliyetçilik anlayışının Türk kültürü üzerindeki çalışmaları da birbirinden çok ayrı yollar tutturmuştur. Örnek olarak söylersek, fikir ve sanat hayatımızı düzenlemek üzere eski Yunan ve Latin eserlerini Türkçe’ye çevirerek yayınlama faaliyeti birinci tip anlayışın, Türk klasiklerini yayınlamak ise, ikinci tip anlayışın eseri olmuştur. Batı’nın ilim eserlerini Türkçe’ye aktarmanın zarureti her iki grup tarafından da kabul edilmiş, ama kültür eserleri konusunda anlayışlar çok farklar göstermiştir. Bu ayrılık git gide şiddetlenerek devam etmiştir.

Kültürün en büyük meselesi kendini devam ettirmek, yani kendini taşıyan ve geliştiren insanlara sahip olmaktır. Bu bakımdan farklı kültür anlayışına sahip olan gruplar asıl kavgayı yeni nesillerin hangi kültürle yetiştirileceği konusunda verirler. Bizde yabancı kültür ve milli kültür mücadelesi bu sahada sürmektedir. İnkılapçılar ve sonra onların bir devamı olan bugünün devrimcileri, yeni nesilleri tarihi 1923’le başlayan bir milletin Batı’yı model edinmek zorunda olan çocukları olarak gördüler ve öylece yetiştirmeye çalıştılar. Kapitalist Batı dünyasına karşı bütün nefretlerine rağmen, Marksisler de Batı’cıdırlar; zaten onların çıkışı Batı kültürü içinde bu kültüre yine Batı’nın bir reaksiyonu olmuştur. Batı’dan ayrı, Türk’e mahsus bir kültür kurma iddiası sadece Milliyetçilere kalmıştır. İnkılapçılar Batı kültürünü yerleştirebilmek için geleneksel kültürün ortadan kalkmasını şart görmüşler, bütün eğitim programlarını bu anlayışa göre ayarlamışlardır.
Burada kullanılan başlıca yollardan biri de dilde süratli değişmeler yaparak geleneksel kültürün asıl kuvvetli tarafını teşkil eden sözlü ve yazılı kaynakları,millet hayatının dışında bırakmak olmuştur.

Milliyetçilerin milli kültüre dayalı bir eğitim sistemi kurabilmek üzere yaptıkları en önemli teşebbüs ders kitaplarını Türk kültür esasına göre yeniden düzenlemeleridir.Bu düzenleme ile Cumhuriyetin başlangıcından Atatürk’ün ölüm tarihi olan 1938’ekadar eğitime hakim olan milliyetçi görüşe dönülmüş, ayrıca o devrin eksik ve yanlış bazı noktaları da düzeltilmiş oluyordu.

1960’lı yılların sonunda başlayıp, 1980 askeri müdahalesi ile çok ağır darbe yiyen ülkücü hareketin temsil ettiği Türk Milliyetçiliği ideolojisi, yeni Türkiye devletinin farklılaşan dünya şartları dikkate alındığında en sağlıklı eksende oluşmuş, bir milliyetçilik hareketi idi. Öyle ki bu dünya görüşü tüm Türk Dünyası, hatta tüm dünyayı kavrayan ve kapsayan evrensel iddialara da sahipti. Bazılarının yersiz endişelerle emperyalist eğilimler olarak tanımlandığı bu bakış açısı, aslında Türk tarihindeki sürekliliği; ‘nizam-ı alem’ düşüncesini ifade ediyordu. Bu hareket birkaç bin yıllık Türk milletinin tarih içinde yapmış olduğu yolculuğun bütününü dikkate alıyor, buradan hareketle geçmişten geleceğe bir sürekliliği ve gelişmeyi temsil eden Türk tarihini, Türk kültürünü temsil hareketine dönüşüyordu. Sadece ideolojik değil entelektüel muhitini de oluşturan bir fikir hareketine tahvil oluyordu. Bu hareketin başarısı olarak kaydedilmesi gereken bir diğer husus ise bugün Türkiye’nin karşısına etnik problem olarak ortaya çıkan çeşitli etnik kökene sahip insanları, ortak bir tarih, din ve kültür şuuru etrafında bütünleştirebilmesidir. Marksist ideolojilerin en güçlü olduğu o günün dünyasında kürt, gürcü, çerkez, laz vb. kökenli ülkücülerin sayısının oldukça yüksek olduğu, bütün bu insanların ortak bir dava etrafında şeksiz şüphesiz buluştuğu ve ortak davranışlar ortaya koydukları; yani Devletin başaramadığı millet olma şuurunu ülkücü hareketin başarmış olmasıdır.

12 Eylül askeri müdahalesi bu oluşumu kırmış, dağıtmış, yok etmiştir. Daha sonra gelişen mikro milliyetçilik akımlarının da etkisi ile özellikle kürt kökenli insanlarımız kendilerini yeniden tanımlayarak, bölücü bir noktaya doğru sürüklenmişlerdir. Bu gelişimde devlet düzeneğinin 1980 sonrası ülkücü hareketin en alt kademesinden en üst kademesine kadar uyguladığı tutuklama, baskı, işkence ve idamların da rolü bulunsa gerektir. 1980 sonrasından bu yana ise toplumun önemli bir kesiminde artarak gelişen bir devlet düşmanlığı olgusu vardır.


Türk Milliyetçiliği’nin Bugünkü Durumu

Bugüne geldiğimizde tüm milliyetçi hareketler gibi Türk milliyetçiliği de küresel hegemonik gelişmelerin tehdidi ile karşı karşıyadır. Bu tehdit Türk milliyetçi hareketinin en önemli, en değerli varlığına; Türk Devleti’ne yöneliktir ve ciddidir. Her ne kadar Türk Devleti’nin, ülkücü-milliyetçi insanlara muamelesi hep acı verici olmuştur ama yüksek seciyeli Türk milliyetçileri, acılarını unutarak Türk Devleti’nin karşı karşıya bulunduğu tehditlerden nasıl kurtulabileceğini düşünmek basiretini ve olgunluğunu göstermektedirler.

Türk milliyetçiliğinin yeniden anlamlandırılması ve oluşturulması ihtiyacı bulunmaktadır. Böylece Türk milletini yeniden milli ve yüksek ülküler etrafında toparlamak mümkün olabilecektir. Aksi halde iddiasını kaybetmiş bir insan topluluğu olarak Türk halkı, küresel rüzgarlar önünde savrulup, paramparça olacaktır. Küresel gelişmelerin sunmuş olduğu fırsatlar üzerinde yükselen etnik bölücü hareketler ise Türk milleti ve Devleti’nin yok edilmesi yönünde küresel güç odaklarına ciddi iç destekler sağlamaktadır. Bu coğrafyada bin yıldan bu yana uğruna kan dökülen ve Türk İslam Tarihi’ni sembolize eden Türk Bayrağı yerine yabancı bayraklar baş tacı edilmektedir.

Peki içinde bulunduğu şartlar içinde Türk milliyetçiliği nasıl yeniden oluşturulmalıdır? İdeolojinin temel tezleri ve dayanakları neler olmalıdır? Aşağıda daha önce bu konuda yazılan yazılar da dikkate alınarak bazı değerlendirmeler yapılmıştır:

Tarihsel süreklilikten kopartılmış Türk milliyetçiliği olamaz. Böyle bir Türk milliyetçiliğinin yaşama şansı yoktur. Hele tarihsel bağlantıları yok edilmiş, ‘ulusalcılık’ olarak takdim edilen bir yaklaşımın Türk milliyetçiliği ile uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin karşı karşıya bulunduğu ortak tehdit algılaması bizleri, devletin korunması yönünde hiç şüphesiz müşterek bir ‘Kuvva-yı Milliye’ dayanışmasına götürmelidir. Ancak bu, ulusalcıların zihinlerindeki Türkiye algılaması ile Türk tarih ve kültürünün devamlılığı ve sürekliliği üzerinde ideolojilerini oluşturmuş, bunun için kanını vermiş bulunan Türk milliyetçilerinin zihinlerindeki Türkiye modeli ile aynı olamaz. Unutulmamalıdır ki bugünkü Türkiye’nin devasa sosyal, kültürel ve siyasal sorunlarının bir diğer nedeni de ulusalcılar ve bunların anladıkları ulusalcılıktır. Bu düşüncelerin bugüne kadar Türkiye’ye kazandırdığı bir şey olmadığı gibi gelecekte de olmayacaktır. Çünkü bakış açıları ve ideolojik kabulleri tarihe, kültüre, geleneklere ve millete uymamaktadır. Bu bakış açısı devletle milletin arasını açmaktadır.

Bu kopukluk millet tarafından oluşturulmamıştır. Bu kopukluğun nedeni, rahmetli Erol Güngör’ün belirttiği gibi, önceleri ‘İnkılapçı/Devrimci’ sonraları ‘Sosyalist/Devrimci’, şimdilerde ise ‘Ulusalcı Sol’ olarak tanımlayan kesimler tarafından, Türk kültürünü modernleştirmek ve çağdaşlaştırmak iddiasıyla Grek ve Latin kültür kaynaklarının Türk toplumuna empoze çalışmaları olmuştur.

Dinle, dindarla ve tarihle kavgalı, tarihi iyiler ve kötüler şeklinde kesin bir şekilde ayırarak anlayan ideolojiler Türk milliyetçiliği olamaz. Bu bakış açısı ‘Batılılaşmayı’ öncelikle Batı’nın bilimsel ve teknik gelişmelerini anlamak ve kavramak olarak görmemiş; toplumu bilimsel olarak üretme ve yenileme yerine, kültürel olarak dönüştürmeyi amaçlamıştır. Bu başarılamamış, ancak tüm başarısızlıklara rağmen uygulama her defasında tekrarlanmış; bu bakış açısının en son örneği çok yakın tarihimizde, siyasi tarihimize ’28 Şubat Süreci’ olarak geçen oluşumla yaşanmıştır.. Bu son örnek, Türk tarihinde siyasal ve kültürel olarak yeni bir kırılmaya yol açmış, bunun sonucu olarak, son yıllara kadar ülke insanlarının kahir ekseriyetinin sadakatle bağlı olduğu Türk Devleti’ne ve Türk Ordusu’na karşı bir sadakat krizi ortaya çıkmıştır. 28 Şubat Süreci yaşanmadan önce Avrupa Birliği’ne karşı oldukça dikkatli, mesafeli hatta karşı olan milletin mütedeyyin kesimi, 28 Şubat Sürecinde ve sonrasında maruz kaldığı muameleler sonucu, maalesef kayıtsız-şartsız AB’nin yanında yer alır hale gelmiştir. Bu insanlarda AB, kendi devletleri tarafından verilmeyen tabii ve normal haklarının, verilmesinin yolu olarak görülmüş; 28 Şubat Süreci böyle bir yanılsama (İllüzyon) meydana getirmiştir.

Şu gerçek ortaya apaçık çıkmıştır ki; 28 Şubat ve benzeri toplumsal mühendislik projeleri, devleti tahkim etmek yerine zayıflatmaktadır. Bu nedenle Türk Milliyetçiliği fikir hareketine her zamankinden daha çok ihtiyaç bulunmaktadır.

Türk Milliyetçiliği Türk-İslam tarih ve kültür geleneği üzerinde yükselmek zorundadır ve ancak bu gelenek üzerinde yükselebilir. Bunun haklı nedenleri vardır: Türk Tarihi’nin ve İslam Tarihi’nin son bin yıllık kesiti Türk İslam Tarihi’dir. Dünya Tarihi’nin de son bin yıllık tarihi Doğu-Batı ayrımında yine Türk İslam Tarihi’dir.

Bu gün türk Devleti tıpkı yakın tarihimizdeki II. Abdulhamit Han’a karşı verilen mücadelenin bir benzerini yaşamaktadır. O gün II. Abdulhamit’in yerine Devlet’i koyun, tam bugün yaşanan resim elde edilir: Şartlar ve olup bitenler büyük benzerlik arz etmektedir. Şöyle ki; o günün, İslamcı, Avrupacı, İttihatçı aydınları ile, Ermeni, Rum, vb. gibi azınlıkları ile Genç Osmanlılar, Jön Türkler gibi teşkilatları; hemen hepsi bir nedenle II. Abdülhamit’e karşı mücadele etmişler, tahttan indirmişlervi iktidarı da ele geçirmişlerdi. Bunların hemen hepsi özgürlük, eşitlik, adalet ve zenginlik istiyordu. Onlara göre II. Abdulhamit Han bütün bunlara şahsi ihtirasları için engel oluyordu. Ancak bunlar doğru değildi. Nitekim arkasından Balkanların elden çıkması ile başlayan süreç, imparatorluğu dağıtmış, bu çöküş İstiklal Mücadelesi ile son bulmuştur. Onbeş yıl içinde, üç kıtadaki imparatorluk ancak Anadolu’ya sıkışarak yeni bir devlet ortaya çıkarabilmiştir. Ancak,tarih karşı olanları değil II. Abdulhamit’i haklı çıkartmıştır. Yarın da tarih, devlet olgusuna karşı olanları değil, Türk Milliyetçilerini haklı çıkartacaktır.

İstiklal Mücadelesi’nin arkasından İmparatorluğun devamı olarak, yeni devleti ortaya çıkaran temel toplumsal/kültürel dinamik bilinmelidir ki Türk-İslam Kültür Geleneği olmuştur. Bunun böyle olduğunu Mustafa Kemal de Çanakkale savunması esnasında: “biliyorlardı ki birkaç dakika içinde ölecekler, Kur’an okumasını bilenler Kur’an okuyor, bilmeyen bildiği duaları okuyor, ama hiçbiri yılgınlık göstermiyor... işte Çanakkale Savaşını kazanan bu imandır” diyerek çok açık bir şekilde belirtmiştir.

Türk Milliyetçileri hiç şüphesiz tarih anlayışlarını, bütün bir Türk Dünyası Tarihi üzerine bina etmişlerdir. Bu bağlamda Nihal Atsız’ın ‘Sürekli ve Bütüncü Tarih Tezi’ genel kabul görmüştür. 1944’lerde bütün varlığı ile ortaya çıkan ve bugünlere uzanan Türk Milliyetçi Hareketi, Şah İsmail’i de Timur’u da Türk Devletleri Tarihinin önemli şahsiyetleri olarak kabul etmiştir. Ancak bu durum, Hazar/Kafkasya Coğrafyasında bugün Anadolu Türklüğü’nün Orta ve Uzak Asya Türklüğü ile coğrafi irtibatını kesen İran gibi bir ülke varsa, bunun nedeninin Şah İsmail olduğu gerçeğini unutmamalarını gerekli kılmaktadır. Keza Batı Türklüğü’nün Anadolu’ya sağlam şekilde yerleşip Avrupa içlerine uzamasını yaklaşık 15-20 yıl geciktiren ve Papalık Avrupa’sının, Müslüman Türklerin tekrar Asya içlerine sürme politikasında, ekmeğine yağ süren etkenin Timur’un cihangirlik arzusu olduğunu bilmesine de engel teşkil etmemelidir. Çünkü bunların bilinmesi eski yaraların taze tutulması, ihtilafların derinleştirilmesi için değil, geleceğe doğru sağlam ve doğru adımların atılması için zaruridir. Ayrıca hiçbir Türk milliyetçisi ne Timur’u ne de Şah İsmail’i düşman bilmemiştir.

Osmanlı Devleti’nin siyasi hükümranlığı ve bu hükümranlığın üç kıtada gerçekleşmiş olmasının bir sonucu olarak, biz bugün Anadolu’da bir vatana sahip bulunmaktayız. Aksine Osmanlı kadar güçlü bir devleti bu topraklarda kuramasaydık bugün Türkiye Cumhuriyeti diye bir devlet olmayacaktı. Nitekim bugün bir Safevi Devletinden söz edemiyoruz. Bu nedenle Osmanlı Devleti ve Hanedanı Türk Tarihi bakımından bugünlerimizi bize bahşeden tarihi geçmişimizin çok önemli bir kesitini oluşturmaktadır. Bu görüşten hareketle Osmanlı Hanedanı Türk Milliyetçileri için en az Karahanlı, en az Selçuklu Hanedanları kadar kutsal bir Hanedan olmak durumundadır.

Türk Devleti olmadan Türk Milleti olamayacağı gibi, Türk Milleti olmadan da Türk devleti vücut bulamayacaktır. Bu nedenle Türk Tarihi bize göstermiştir ki Türk Devleti, Türk Milletinin milliyetçi aydınları tarafından daima var edilecektir. Bunu canlı tutmanın temel şartı Türk milliyetçilerinin ideolojilerini Türk İslam Kültür ve Tarihinden oluşturmalarıdır. Küreselleşmenin önünde ilahi/dini/kutsal irtibatları olmayan değerler sistemi ile özgün ve bağımsız kalabilmek mümkün değildir. Tarihle, dinle, kültürle ve gelenekle irtibatını koparmış ulusalcıların ortaya koyduğu yaklaşımlarla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ne bölgesinde ne de dünyada güçlü olma şansı bulunmamaktadır. Çünkü küreselleşme bir seküler olgudur ve seküler olgulara seküler kültürlerle, anlayışlarla karşı durmak mümkün değildir. Çünkü seküler dünya, hayat ve kültür anlayışı son tahlilde, tüm dünyayı kapsayan aynı kültür anlamına gelir ki bu da küreselcilerin istediğinden başka bir şey değildir. Bu nedenle ‘seküler bir Türk Milliyetçiliği İdeolojisi’, Türk Milletinin çocuklarını, küresel sisteme entegre edecek olan süreçten başka bir sonuç üretemez ve Türk Milleti ve Devleti bakımından oldukça sakıncalı bir yaklaşımdır.

Türk Kültürü’nün ve Türk Devletinin Din’den ve tarihten ‘Kutsalları’ olmalıdır. Ayrıca İslam Dini’nin Türkiye’de Türk milliyetçisi olmayan kesimlerin elinde kullanılmasından acilen kurtarılması gerekmektedir. Devlet/Millet sadakat krizinin aşılması, milli birlik ve bütünlüğün yeniden sağlanması için bu iş zaruridir ve bunu yapacak olan da sadece Türk Milliyetçileridir.

Aşağıdaki başlıklar altında içinden geçmekte olduğumuz sürecin şartları dikkate alınarak, Türk Milliyetçiliği’nin ve Türkiye’nin meseleleri ele alınmaya çalışılmıştır.


Kültür Ve Milliyetçilik

Türkiye’de milli kültür, özellikle küreselleşme süreci ile birlikte önemli ölçüde tahrip olmuş, milli olmaktan çıkarak; küreselleşmenin evrensel bir toplum ütopyasına matuf olmak üzere birey odaklı ve birey öncelikli bir anlayışla dönüşmeye başlamıştır. İnsanlarımızda Türk Devleti, Türk Milleti, Vatan, Bayrak gibi değerlere karşı, büyük ölçüde heyecan kaybı olduğu gözlenmektedir. Bu değerlerden söz edildiği durumlar, ‘vatan-millet-sakarya’ edebiyatı olarak hafife alınmakta, hatta bunları dile getirenlerle istihza edilmektedir. Bu değerlerin artık çağının geçtiği, dünya’nın dünya vatandaşlığı’na doğru gittiği söylenmektedir.

Türk Kültürü, insanlarını bir arada tutacak ve onları heyecanlandıracak olan kutsallarını kaybetmiştir.

Çağın kutsalları olarak, zenginlik, refah, tüketim ve hazzın öne çıktığını; bunların bireysel davranışları belirlediğini görmekteyiz. İnsanlar kendileri için dünyevi anlamda getirisi olmayan değerlere itibar etmemektedirler. Hele bu tür değerler için fedakarlık yapmayı asla düşünmemektedirler.

Bu durum tamamen seküler bir ahlaka tekabül etmektedir: Sekülerizm dünyanın yaşanabilecek yegane yer olduğu ön kabulü ile ahlakın kaynağını aklın ve dünyanın dışında, üstünde ve ötesinde; yani müteal/aşkın olan Allah’ta ve kutsalda aramaz. Seküler bakış açısı varlığın anlamını, etrafımızı çevreleyen fiziki çevreyi, tabiatı, evrenin varlığını ve değerini ilahi veya metafizik olanla açıklamaz. Bu halde fedakarlık, feragat, çile, sıkıntı anlamına gelen metafizik veya dini tüm disiplinler, eğer kişiye bu dünyada birşeyler kazandırmıyorsa anlamsızdır. Bu bağlamda eğer herhangi bir ilahi/dini disiplin kişiye ekonomik fayda, haz sağlayabiliyorsa bir değer taşır. Aksi halde onu ya reforma tabi kılmak ya da ondan kurtulmak gerekir. Katı,asketik (zühd ve riyazete dayalı) Kalvinci ve Lutherci protestan Hristiyanlık yorumu, bu unsurları bünyesinde barındırdığı için işe yaramıştır. Halbuki, kilisenin ortaya koyduğu Hristiyanlığa karşı, bir protesto hareketi olarak ortaya çıkan Reformasyon’un öncüsü Hristiyan ilahiyatçıların amaçları içinde, bugünkü dünyanın oluşturulması yoktu. Modern kapitalist oluşumun altyapısındaki dini değerler tamamen İncil’den çıkartılmış Lakin aynı zamanda İncil’den bir sapmaya tekabül etmektedir. Çünkü İncil; “zenginlerin göklerin hükümranlığına girmesinin devenin iğne deliğinden geçmesinden daha zor olduğunu” (Only the registered members can see the link_ftn7)söyler.

Sekülerizm, ya ilahi olandan kendisini bağımsız kılarak ya da onu tahrif ederek hayat alanı bulmuştur. Ancak nasıl oluşursa oluşsun içinde bulunduğumuz dünyayı, bilimsel gelişmeleri, sosyal ve siyasal yapılarımızla ahlaki değerlerimizin çoğunu seküler bakış açısından ürettik. Dolayısıyla Batı düşüncesinin bir ürünü olan sekülerizm, bir taraftan bilimsel bilgi üretimimizin dinamiğini oluştururken, öbür yandan da emperyalizmi, ırkçılığı, sömürgeciliği ve çevre sorunlarını üretmiştir.

Dünya kültürünün tamamen sekülerleşmesi, son tahlilde tüm kültürel kodların ve ahlaki değerlerin aynı yere varması anlamına gelecektir. Seküler kültür ve ahlak anlayışı ister ulusal, ister uluslararası karakterli olsun aynı sonucu üretecektir. Teorik olarak bu durumda, kendini farklılaştıran ve farklı iddialar taşıyan bir milli kültürden söz etmek mümkün olamayacaktır. Eğer olsa bile bu, evrensel iddiasını kaybetmiş kuru bir inattan başka bir şey olmayacaktır. Bugün Fransa’nın ya da Almanya’nın kültür ve ahlak değerleri ve bunların yaşanma biçimi, Amerikan kültüründen ne kadar farklıdır?

İlahi temelden yoksun, aşkın olanla irtibatını kesmiş bütün kültürel ve ahlaki değerler sistemi, insanın temel varoluşsal sorunlarına anlamlı ve ikna edici cevaplar veremez; sadece verir gibi yapar ve insanı aldatır. Doğru cevapları sadece insanı belirli bir disiplin altında anlamlandıran ve biçimlendiren din vermektedir.

Türk insanının milli kültür değerlerinin önemini ve değerini kaybetmesinin altında yatan temel etken, Batı ile aramızda meydana gelmiş bulunan bilim, teknoloji ve ekonomik gelişmişlik farkıdır. Bu fark Türk insanında, dünden bu güne intikal eden ve milli kültür açısından yüksek olması gereken değerleri sorgulanır yapmaktadır. Sorgulama neticesinde özellikle genç nesillerde, milli değerlere karşı bir güvensizlik baş göstermekte, bu durum onları hakim yabancı kültür değerlerine açık hale getirmektedir. Böylece küresel hakim değerler rahatça insanlarımızı kendisine benzetebilmektedir.

Öncelikle gençlerimiz olmak üzere insanlarımızın pek çoğu, başta ABD menşeli olmak üzere yabancı tüm kültürlere açık hale gelmiş bulunuyorlar. Başta ABD olmak üzere Batı uygarlığı, bilgi ve teknolojik gücüne bağlı olarak tüm kültürler üzerinde baskın bir etkiye sahiptir. Bu da tabiidir. Teknoloji hayatımızı daha kolay,daha renkli daha zevkli yapmaktadır. Bütün bunların bir sonucu olarak teknolojiyi üreten kültürel muhitin değerlerinin üstünlüğü ve hakimiyeti söz konusu olmaktadır. Tam olarak hakim olmasa bile bir cazibenin oluştuğunu söylemek zorundayız..

Türkiye, çağdaş bilgi ve teknolojik düzeye sahip olamadıkça milli kültüründeki aşınmayı durduramaz. Ancak, fertleri yüksek bir milli kültüre iman etmemiş ve zihni alt yapısında geleceğe dair milli ve evrensel iddiaları bulunmayan toplumların, yüksek bilgi ve teknoloji ile donanımlı hale gelebilmeleri de milli kültürlerini korumada yeterli olamamaktadır.

Bu durumda milli kültürü koruyabilmenin temel iki şartı bulunmaktadır: Birincisi bilgi ve teknolojiye sahip olmak, ikincisi ise tarihi ve dini referanslarla oluşmuş, insanlarının sahip olmaktan onur, gurur ve heyecan duydukları; iman ettikleri birtakım değerlerin mevcudiyetidir. Milli kültür, bu temel değerler üzerine inşa edilebilir.

Küresel kültürel hegemonyanın karşısında direnç odağı olarak dünyada, sadece İslam kültürü kalmıştır. O’nun dışındaki bütün farklı kültür ve değerler sistemi, ya teslim bayrağını çekmiş ya da küresel sistemin içine fantastik unsurlar olarak katılmış durumdadır. Veya Latin Amerika Komünist hareketinin efsanevi önderlerinden olan Che’nin posterlerinde olduğu gibi, küresel kapitalist sistem tarafından ticari kullanıma sokularak; küresel kapitalizmin ticari motifleri haline getirilerek tüketilmektedir. Tek başına yüksek teknolojiye sahip olmak ya da bunu üretebilmek de milli kültürü korumaya yetmemektedir. Örneğin yüksek teknolojiye ve ekonomik güce sahip olmasına rağmen Japonya ve Avrupa, ABD kültürü karşısında çözülmeye ve onlara benzemeye devam etmektedir. Gözlemler ve araştırmalar her geçen gün biraz daha Amerikan kültür ve hayat tarzının Japonya’da ve Avrupa’da yayıldığını göstermektedir. Aynı durum Türk insanı için de söz konusudur. Unutmamak gerekir ki bir insan çok iyi bir mühendis, çok iyi bir uzman ya da bilim adamı olabilir ancak, o insan milli kültürünün sadık bir mümini değilse, uzmanlığını ve çalışmalarını rahatça başkalarının hizmetine de sunabilir. Gerçi bunun bilimsel anlamda haklı başka nedenleri de var olmakla birlikte; yani İbn-i Sina’nın dediği gibi; “bilim ve bilim adamının itibar göreceği muhite kaçması kaçınılmaz” ise de yine de bilim adamının milli olarak kalması gelişmekte olan ülkeler için bir zarurettir.

Türk Milliyetçiliği davasının temel önceliği, bilim ve teknolojide çağın düzeyinde, hatta önünde gidecek bir heyecanı, ülke insanlarının zihni yapılanmasında hakim kılmaktır. Eşzamanlı olarak yapılması gereken diğer iş ise milleti aynı zamanda ‘nizam-ı alem’ ‘kızıl elma’ hedeflerinin alp erenleri yapmaktır. Milliyetçi Türkiye eğitim ve bilim sistemini bu hedeflere yönelik olarak yeniden oluşturmak zorundadır.

Milli kültürün inşasının temel şartı dildir. Türk devletinin okullarında eğitim dili mutlaka Türkçe olmalıdır. Bununla birlikte Türk Eğitim Sistemi insanlarına mutlaka en az bir yabancı dili öğretmek zorundadır. Dünyayı anlamadan olup bitenlere karşı tedbir geliştirmek mümkün değildir. Hakim veya yabancı kültürlerin kodlarını ve düşünme düzeneğini anlamadan mücadele mümkün değildir.


Bilgi Üretimi ve Teknoloji

Halihazırdaki mevcut bilgilere sahip olamamış, bunun üzerine etkin bir bilgi üretim altyapısını oluşturamamış hiçbir ülkenin ve ideolojinin, geleceğin dünyasında özgün ve özgür yaşama şansı bulunmamaktadır. Modern dünyamızı inşa eden, bilgi ve onun ürünü olan teknolojidir. Bu bilgi ve teknoloji kabul etmek zorundayız ki Batı’da üretilmiştir ve halen de onların tekelindedir; bilginin harcıalem/anonim hale gelmiş bulunanları piyasaya çıkmakta, herkesin haberdar olabileceği hale gelmektedir. Ancak, yeni, özel ve özgün buluşlar sahibinde kalmakta ve onu diğerlerine karşı üstün kılmaktadır. Küreselleşmenin, bilginin de herkesin kullanım alanına çıkacağı bir süreç olacağına dair iddialar gerçekleşmemiştir. Çünkü küreselleşme diğer alanlarda olduğu gibi bilgide de ona sahip olanlara güç sağlamakta, onun küresel hakimiyetini pekiştirmektedir. Piyasaya düşen bilgi değil, malumattır.

Bilgi üretiminin arka planında, mevcut bilgi birikimi olduğu kadar, belki bundan daha önemli olmak üzere, çağdaş bilimsel bilgi üretme zihniyetinin varlığı bulunmaktadır. Bilimsel bilgi üretebilmeye müsait bir zihni yapılanmanın olduğu beyinler bilgiyi üretmektedir. Bu zihniyetin olmadığı toplumlarda bilgi, üretilmek yerine taklit edilmekte veya satın alınmaktadır.

Geçmişte; 8’nci yüzyılda başlayıp 15’nci yüzyılın sonlarına kadar bilimsel bilgi üretiminin neredeyse tamamı Türk-İslam dünyasında gerçekleşmekteydi. Asya’dan Avrupa’ya; Semerkant, Buhara, Bağdat, Endülüs ve İstanbul havzaları bilgi üretimi bakımından güneş gibi parlıyorlardı. Batı Uygarlığı özellikle Endülüs yoluyla bu mirası devralmıştır. İslam kültürünün, bu ihtişamına rağmen Rönesans ve Batılı anlamıyla ‘Rasyonalizm-Aydınlanma’ benzeri bir bilimsel bilgi üretme hamlesini çıkaramamasını da tartışmak gerekmektedir: Bu bir zihniyet meselesidir; dünyaya ve hayata atfedilen değerle alakalı birşeydir. Nitekim aynı zihni altyapıdan merkantilizm, pozitivizm, sömürgecilik, ırkçılık ve kapitalizm de çıkmamıştır.

Bu bir eksiklik değil farklılıktır: Dünya’ya ve insana atfedilen anlamla bağlantılı bir zihni yapı farklılığıdır. (Only the registered members can see the link_ftn8)Batı düşüncesi dünyayı/eşyayı, ahenk içinde birlikte yaşanması gereken bütüncül bir varlık olarak değil, zaptedilmesi, fethedilmesi, hükmedilmesi ve zevk alınması gereken bir varlık olarak kabul etmiştir. Örnegin ‘Aydınlanma’nın önde gelen düşünürlerinden Bacon’ a göre tabiat, “insanlığa hizmet etmeye mecbur ve insanlar tarafından köle yapılması gereken bir varlıktır ve bilim adamına karşı direnirken bilim adamlarının hedefi, onun gözünün yaşına bakmadan ondaki sırları, işkence yöntemiyle de olsa söküp almak olmalıdır.” (Only the registered members can see the link_ftn9)Bilfiil yaşamakta olduğumuz modern dünya bu bakış açısının ürünüdür.

Bütün bu sakıncalı bakış açılarına rağmen bugün gelinen noktada Türk Milliyetçiliği, Batı’nın bilimsel birikim ve yöntemlerine eksiksiz sahip olmak ve kullanmak zorundadır. Dolayısıyla bu yaklaşım, gelenekle bağlantısını koparmamakla birlikte, geleneksel yöntemlerden bir kopmayı da gerektirmektedir ve bu zaruridir. Eğitim/öğretim sistemi buna uygun yapılanmalı, Türkiye bilmsel bilgi üretim merkezi haline getirilmelidir. Bu gelişmelerin tabii sonucu teknolojidir. Teknolojinin kültürü dönüştürdüğü artık açık bir gerçeklik olarak görülmektedir. Peki bu durumda milli kültür nasıl korunabilecektir? İşte bu nedenle İlahi olanla irtibatını devam ettiren kültür bize lazım olan kültürdür. Çünkü İlahi/Dini irtibatlarını devam ettirmeyi başaran kültür ancak seküler ahlak, kültür ve dünya anlayışının insanımızı bozucu etkilerinden koruyabilir. Tersine olarak, eğer pozitivistlerin kabul ettiği gibi bilimsel bilgi ve teknoloji, kendi dilinden konuşuyorsa ve bu herkesi bağlıyorsa, geleceğin dünyasında milli kültürlere yer yoktur; bilimin ürettiği ortak seküler/bilimsel bir dil ve kültür vardır. Bu da bugünkü küreselcilerin savunduğu, istediği ve kaçınılmaz gördüğü şeydir.

SONUÇ

Küreselleşme, evet ya da hayır denilecek bir olgu ya da süreç değildir;vardır.
İnsanlık bilgi üretmeye devam ettiği sürece de var olmaya devam edecektir. Milli varlıkların, küreselleşmenin bozucu ve yıkıcı etkilerine karşı mevcudiyetlerini koruyacak dinamikleri geliştirmek mecburiyeti bulunmaktadır. Aksi halde dünya, bugünkünden daha özgür ve güzel olmayacaktır. Küresel ideolojinin zevk, haz ve tüketim cihetinden ele aldığı bireyselleşmiş dünyada insan nasıl özgür kalabilir? İnsanın özgürlüğünün sınırları, nefsine karşı verdiği mücadelenin başarısıyla mütenasip olacaktır. İnsan asla tüketerek özgür olamaz.


[/URL] Herbert HEATON, Avrupa İktisat Tarihi, Çev. M. Ali Kılıçbay- Osman Aydoğuş, ankara 1985, s. 215., M.Naci BOSTANCI, “Hikayesi Modernlikte Saklı Milliyetçilik”, TürkYurdu, Mart-Mayıs 1999, s. 286-292., Veysel BOZKURT, “Ulus Devletlerin Aşılması ve Avrupa Birliği”, Türk Yurdu, Mart-Mayıs 1999, s. 406-410., Ünver GÜNAY, “Ulus-Devlet Din ve Küreselleşme”, Türk Yurdu, Mart-Mayıs 1999, s. 399-405.


(Only the registered members can see the link_ftnref1) Herbert HEATON, a.g.e., s. 219.



Herbert HEATON, a.g.e., s. 215-217.



(Only the registered members can see the link_ftnref3) Mithat BAYDUR, “Ulus-Devletin Muhtemel Ontolojik Alanı”, Türk Yurdu, Mart-Mayıs1999, s. 262-264.



İbrahim KAFESOĞLU, “Yanlış Kullanılan Türk Kültür Terimlerinden Birkaç Örnek. Ulus, Yasa, Kurultay”, Türk Tarih Enstitüsü Dergisi (XI), İstanbul 1992’den nakleden, Mustafa Erkal, “Millet, Milliyetçilik, Ulusçuluk ve Kültür Mozayiği”, Türk Yurdu, Mart-Mayıs1999, s. 277-285.



(Only the registered members can see the link_ftnref5) Mustafa ERKAL, a.g.m.,s. 279.



Matta, 20/23-24.



(Only the registered members can see the link_ftnref7) Bu zihni yapı, robotların prototipini yapar ancak bunu sultanın abdest suyunu dökmekte kullanır. Aynı şekilde füze denemesi yapar, ancak fütuhata dayalı bir devlet olmasına rağmen, bu imkanı savaşlarda kullanmaz. Benzer zihni yapı Doğu’nun genelinde vardır: Çinliler barutu ve pusulayı ilk bulan toplum olmasına rağmen bu iki gücü, ne savunma amaçlı ne de sömürgeci ya da yayılmacı amaçla kullanmamıştır. Barutu havai fişek gösterilerinde kullanmışlardır. Genel olarak Doğu’nun bu zihniyeti atom bombasını da üretememiştir.
[URL]Only the registered members can see the link