PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Makale : İNSANLIĞIN MİTOSTAN BİLİME OLAN YOL...



Abiju
14-01-2006, 20:14
Sayın Güngör Kavadarlı'ya gönülden teşekkürlerimizle,



İNSANLIĞIN MİTOSTAN BİLİME OLAN YOLCULUĞUNUN
YAŞAMSAL BİR DÖNEMECİNDEYİZ


Çağımız, mitostan kaynaklanan ve önündeki ufuklar sonsuz gibi gözüken bilim yolunun yaşamsal bir dönemeç veya sapağına varmak üzeredir. Bilim yaklaşık dört, beş yüzyıl önce ıskaladığı, yanlış yöne girerek yitirdiği benzeri bir yol kavşağını bugün bir kez daha kaçırmayı kaldıramaz. Tercih felaketse yönünü değiştirmeyebilir tabiî, ancak seçim selâmetse bilimin başka seçeneği olmadığı kesindir. Anafikri böylece özetlenebilecek denememin geri kalan bölümlerinde ayrıntılara girerek bu yargının nedenleri açıklanacaktır.

Konuyu önce tarihsel perspektif içinde ele alınca, klâsik fiziğin oluşturduğu, şartlandırdığı ve bugün bilime egemen olan sakıncalı mekanistik bilimin, önceki çağlar boyunca varolmadığı, herşeyin 1600’lü yıllarda başladığına işaret etmek gerekir. Bugünkü kültürümüzün temelinde yatan dünya görüşü ve değerler sisteminin anahatları 16. ve 17. yüzyıllarda formüle edilmiştir. 1500 ile 1700 seneleri arasında insanların dünyayı resimlemesi ve tüm düşünce biçimleri dramatik şekilde değişti. Evren hakkındaki yeni anlayış, Batı uygarlığına modern çağın belirleyici özelliklerini kazandırdı. Bunlar Batı kültürünü en az üç yüz senedir yönlendirmiş olan paradigmanın, yani model veya kalıbın, çıkış noktasıdır ve gerekli değişiklik günümüzde başlamak üzeredir.

1500 yılından önce bütün diğer kültürlerde olduğu gibi, Avrupa’da da örgensel (organik/uzvî) bir dünya görüşü hakimdi. İnsanlar küçük, birbirine bağlı birimlerde yaşıyor ve doğanın manevî özelliklere sahip olduğunu düşünüyorlardı. Ayrıca, maddesel olguların karşılıklı bağımlılığına, toplumsal gereksinimlerin kişisel gereksinimlere üstün tutulması gerektiğine inanıyorlardı. Bu organik dünya görüşünün bilimsel çatısı Aristoteles ve Kilise gibi iki otorite üstüne dayandırılmıştı. 13.yy.da Thomas Aquinas, Aristoteles’in kapsamlı doğa sistemini Hıristiyan teolojisi ve etiği ile birleştirerek Ortaçağ boyunca aksi iddia edilmeyen kavramsal yapıyı oluşturdu. Ortaçağ bilimi, günümüz biliminden öz olarak çok farklıydı. Aynı anda sağduyu ve inanca dayanıyor, esas olarak da cisimleri tahmin ve kontrol etmeyi değil, onların anlamını, önemini kavramayı amaçlıyordu. Böylece organik, yaşayan, ruhanî evrenin yerine, mekanik bir dünya geçti. Artık makina – dünya fikri modern dönemlerin egemen metaforu (istiaresi) oldu. Bu değişimi meydana getiren şey sonuçta Copernicus, Galileo, Newton, Bacon, Descartes gibi dehaları yaratan, fizik, astronomi gibi alanlardaki devrimsel değişikliklerdi.

Bilimsel devrim, Ptolemy (Batlamyus) ve İncil’in bin yılı aşkın süreyle bir dogma olarak kabullenilen jeosantrik, yani dünyayı evrenin merkezi kabul eden, görüşün yıkılmasıyla başladı. Ardından Keppler ve sonra Galileo, Copernicus’un teorisini kanıtladılar. Galileo, bilimsel deneyciliği, doğa yasalarını matematiksel lisan kullanarak ifade etmekle birleştiren ilk kişi olduğu için modern bilimin babası sayılır. Galileo’nun bilim adamlarının dikkatini, maddenin rakamlandırılabilecek özelliklerine yönlendirmesi modern ilim açısından çok başarılı olmuştur. Ne var ki bu, aynı zamanda, bilime ağır bir bedel de ödetmiştir. Psikiatrist Laing bu gelişmeden üzüntüyle şöyle bahsediyor: “Görme, ses, tad, dokunma ve koku dışlanırken bunlarla birlikte estetik, etik duyarlılık, değerler, kalite, biçim; tüm duygular, güdüler, niyetler, ruh, bilinç, şevk de bir kenara atıldı. Deneyimleme ve duyuş böylece bilimin alanı dışında bırakıldı.” Yine Laing'e göre, son dört yüz yılda hiçbir şey dünyamızı, bilim adamlarının ölçme ve rakamlandırma tutku veya saplantısı kadar değiştirmedi.

Aynı dönemde İngiltere'de Francis Bacon'dan kaynaklanan “Baconcu ruh veya bakış açısı”, bilimsel arayışın özünü ve amacını değiştirdi. Çünkü eski çağlardan beri bilimin gayesi bilim ve irfan, doğanın düzenini anlama ve onunla uyum içinde yaşamaktı. Bilim, “Tanrı’nın yüce şanı için”, veya Çinlilere göre, “doğal düzenin yolunda gitmek” ve “Tao’nun akışını izlemek için” yapılıyordu. Başka açıdan bakılırsa, bu fikirler “yin” paralelinde, yani bütünleştirici idi. Bu yaklaşım da bilim adamlarının tavrını ekolojik kılıyordu. 17. asırdan sonra bu tavır aksi kutuba kayarak “yang”cı oldu. Dolayısıyla bütünleştirici temel, iddiacı, kendini kabul ettirici şekle dönüştü. Bacon’dan sonra bilimin amacı, aydınlanmak ve doğayı anlamak yerine, doğaya egemen olup onu denetleyecek bilgiyi elde etmeye döndü. Bunlar sonucunda günümüzde bilim ve teknoloji antiekolojik bir kişilik kazandı.

Bacon ampirik (amelî) yönteme dayanan araştırma metodunu ileri sürerken düşüncelerini tutkulu hatta garazlı terimler kullanarak açıkladı. Örneğin, ona göre doğa, “başıboş dolaşmalarında kıstırılıp avlanmalı” idi, “hizmete mecbur edilmeli” ve “köle” yapılmalı idi. Doğa “dizgin altına alınmalı”, ve “sırları işkence ile zorla ortaya çıkarılmalı” idi. Bacon’ı bu şiddet içeren ifadeleri kullanmaya sevkeden şey, başsavcılığını yaptığı Kral I. James döneminde cadılıkla suçlanan kadınların yargılanmalarına aşinalığı olsa gerek. Bacon’ın dişi olarak algıladığı doğaya lâyık gördüğü bu muamele, bilimsel düşüncede giderek etkili olan ataerkil tesirin çok güzel bir örneğidir. Böylece o döneme kadar “besleyici bir ana” gözüyle bakılan doğa, Bacon’ın yazılarında radikal şekilde değişti ve hemen ardından gelen Descartes ve Newton gibi iki dev ismin vurduğu bitirici darbeler, Bilimsel Devrimin doğaya eski bakış açısını tamamen silip götürdü.

Büyük bir matematikçi olan Descartes, modern felsefenin de kurucusu kabul edilir. Kendinden önceki geleneksel bilgiyi reddedip yepyeni bir düşünce sistemi kurmaya girişti. Aristoteles’den beri kimse böyle bir şeye kalkışmadığından bu durum, bilimin ilerlemesinin sağladığı özgüvene bağlanır. Descartes’ın yaptıklarında, Eflatun sonrası hiçbir öndegelen filozofta rastlanmayan bir tazelik vardır. Yirmi üç yaşındayken Descartes tüm hayatını yönlendiren bir hayal görür ve Tanrı’nın kendisine misyon yüklediğine kesinlikle inanır. Bu görevini “sürekli veya kesikli tüm nicelikler” (yani, “kontinü ve diskontinü tüm kantiteler”) sorularını açıklayacak yepyeni bir bilimi insanlara kazandırmak şeklinde açıklar. Descartes’ın gördüğü hayal onda, bilimsel bilginin kesinliği konusunda şaşmaz bir inanç yerleştirdi. Böylece o, hayatı boyunca her öğrenim alanında doğruyu yanlıştan ayırmayı hedefledi.

Descartes’ın ortaya koyduğu Kartezyen felsefenin ve bundan türeyen dünya görüşünün temelinde bu yüzden bilimsel bilginin kesinliğine inanma fikri yatar. Tabiî bu da daha işin en başında Descartes’ı yanlışa saplandırdı. Zira 20. yy. fiziği bize, bilimde hiç mutlak gerçek olmadığını, tüm kavram ve kuramlarımızın sınırlı ve yaklaşık olduğunu tereddütsüz biçimde gösterdi. Buna rağmen Kartezyen felsefedeki bilimsel gerçek inancı bugün hâlâ yaygındır. Ne yazık ki Batı toplumları ve bilim adamları, evreni anlamakta geçerli tek yolun bilimsel yöntem olduğu düşüncesini sürdürmektedirler. Descartes’ın düşünce yöntemi ve doğa görüşü, bütün modern bilimleri etkilemiştir ve bugün yine çok yararlı olabilir. Ancak yararları, sınırlarının teslim edilmesiyle mümkündür. Kartezyen görüşün, mutlak gerçek ve Descartes yönteminin bilgi yolunda geçerli tek yol olarak görülmesi, günümüzde Batı’daki kültürel dengesizliğin oluşumunda önemli rol oynamıştır.

Descartes yönteminin temeli radikal şüphedir. Yöntem, çözümleyici (analitik) olduğundan, düşünce ve problemleri önce parçalara ayırıp sonra bunları mantıksal bir sıraya göre düzenler. Bu çözümleyici yöntem herhalde Descartes’ın bilime en büyük katkısıdır. Bu yaklaşım bilimsel kuramların geliştirilmesi ve karmaşık teknolojik projelerin gerçekleştirilmesinde çok faydalı olmuştur. Fakat, diğer taraftan da, Kartezyen yönteme gereğinden fazla bel bağlanması, bugün bizim genel düşüncelerimizdeki ve akademik alanlardaki parçalanma, farklılaşma yanında, bilimde yaygın olan indirgemeciliğe de sebep olmuştur. Bilimsel indirgemecilik, karmaşık bir olguyu bileşen parçalarına ayırmakla o olgunun tüm yönleriyle anlaşılabileceği inancı demektir.

“Düşünüyorum, öyleyse varım,” ifadesi Descartes’ı, aklı maddeden daha kesin görmeye, ve bu iki unsurun birbirlerinden ayrı ve temelden farklı oldukları sonucuna götürdü. Descartes bu görüşünü, “Beden kavramında akıla ait hiçbir şey içerilmez; ve akıl kavramında da bedene ait birşeye yer yoktur,” yargısıyla belirtti. Akıl ve maddenin böylece ayrıldığı Kartezyen bakış açısı, Batı düşüncesini derinden etkiledi. Kişiye kendini, bedeni “içinde” varolan, yalıtılmış, ayrı bir ego olarak görmeyi telkin etti. Bize, akılsal çabayı el çabasından üstün saydırdı. Ayrıca, canlılarla uğraşan bilimlerde akıl ile beyin arasındaki ilişki konusunda sonsuz karışıklığa yolaçtı. Fizikte ise, kuvantum kuramı kurucularının atomik olguları yorumlamalarını aşırı zora soktu. Bu sorunla yıllarca uğraşan Heisenberg’e göre, “Bu bölünme Descartes sonrası üç asırda insan beyninde derinlemesine yer etti, ve bu da ‘gerçeklik sorunu’na yepyeni bir tavırla yaklaşılması için gereken sürenin çok uzamasına neden oldu.”

Descartes, doğa görüşünü, birbirinden temelde ayrı ve bağımsız alanlar olarak gördüğü iki âleme dayandırdı. Bir âleme, yani akıla, “düşünen şey”, diğerine, yani maddeye, “yaygın şey” dedi. Akıl ve madde dünyaları, Tanrı tarafından yaratıldığı gibi, Tanrı bu ikisinin de ortak referans noktasıydı. Tanrı, kesin olan doğal düzenin kaynağı ve insan aklının bu düzeni anlamasını sağlayan sağduyu ışığı idi. Descartes’ın bilimsel felsefesinde Tanrı’nın varlığı başlıca öğe olmasına rağmen, sonraki asırlarda bilimadamları Tanrı’yı açıkça anmayı ihmal ettiler ve teorilerini geliştirirken, hümaniter bilimler “düşünen şey”, doğal bilimler ise “yaygın şey” üzerinde yoğunlaştı.

Descartes’ın görüşünce maddesel evren bir makina olduğundan, maddede amaç, hayat ve manevîlik söz konusu değildi. Doğanın işleyişi mekanik kurallara tabi olduğu için, maddesel âlemdeki her şey, onu oluşturan parçaların düzeneği ve hareketi ile açıklanabilirdi. Bu yaklaşım, 20. yy. fiziği esastan bir değişiklik getirinceye kadar, tüm bilimsel gözlemciliği, ve doğal olguları, ifade eden tüm kuramların şekillenmesini etkiledi. Doğa ve evren görüşü Descartes’ınkine benzer olan Newton’un bilime katkısı, mekanik bir yapısı olan ve kesin matematiksel yasalara uyan doğanın, komple bir matematiksel formülasyonunu geliştirmesiydi. Newton bunu yapmakla Copernicus, Keppler, Bacon, Galileo ve Descartes’ın eserlerinin bir büyük sentezini sağlamış oldu. Newton öncesi 17. yy. biliminde, Bacon’ın temsil ettiği deneyimsel, tümevarımlı yöntem ile, Descartes’ın temsil ettiği mantıklı, tümdengelimli yöntem gibi birbirine karşıt iki akım vardı. Newton iki yöntemin uygun bir karışımını yaparak, sistematik yorumu yapılmamış deneylerin, ve deneysel kanıtlara dayanmayıp sadece esas ilkelerden yola çıkan tümdengelimin, güvenilir sonuçlara veya kuramlara varamayacağını vurguladı. Newton sistematik deneyciliğiyle Bacon’ı, matematikselliğiyle de Descartes’ı aşarak bu iki eğilimi birleştirdi, ve o günden beri doğal bilime temel olan metodolojiyi geliştirdi.

Abiju
14-01-2006, 20:14
Doğanın bir organizma yerine bir makine olarak görülmeye başlanması, insanların doğal çevreye yönelik tavırlarını da kuvvetle etkiledi. Ortaçağlarda bakış açısı örgensel (organik) iken, dayandığı temel sistem, ekolojik davranışa yatkındı. Carolyn Merchant bunu şöyle özetliyor:

“Dünyanın yaşayan bir organizma ve besleyen bir ana biçiminde imgelenmesi (tasvir edilmesi), insanların eylemleri üzerinde dizginleyici bir unsurdu. Kişi anasını kolayca katledemez, bağırsaklarını altın için deşemez veya vücudunu sakatlayamaz... Dünya canlı ve duyarlı olarak görüldüğü sürece onu yokedici davranışlar insan ahlâkına aykırı görülecekti.”

Bilimin makineleşmesi oranında kültürel engeller haliyle yokoldu. Yani Kartezyen evren görüşünün mekanik oluşu, Batı kültüründe doğayı kullanmak ve sömürmek için adeta bilimsel bir yetki haline geldi. Böylece bilimsel bilgi “kendimizi doğanın efendisi ve sahibi” yapmak amacına hizmet için kullanıldı. Çağımızda Kartezyen görüşün yararlılığı yanında yetersizlikleri de bütün bilimlerce önemli ölçüde anlaşılmaya başlandı. Ancak Descartes’ın getirdiği analitik düşüncenin gücü bugün hâlâ geçerli. 18. asırda Montesquieu’nün dediği gibi, “Descartes kendisinden sonra gelen bilimadamlarına, kendisinin hatalarının nasıl bulunacağını öğretti.”

Newton mekaniğinde tüm fiziksel olgular, madde parçacıklarının birbirlerini çekme gücünden kaynaklanan harekete indirgenir. Bu gücün bir parçacık veya herhangi bir maddesel nesne üzerindeki etkisi, matematiksel olarak klâsik mekaniğin temeli olan ve değişmez kabul edilen Newton'un hareket denklemleri ile betimlenir (ifade edilir). Newton’cu bakış açısına göre, Tanrı başlangıçta maddesel parçacıkları, ve aralarındaki güçler ile hareketlerin temel yasalarını yarattı. Tüm evren bu şekilde harekete geçirildi ve hiç değişmeyen yasalara uyarak o zamandan beri bir makine gibi çalıştı. Bu yüzden mekanistik doğa görüşü, kesin bir belirlemecilikle (determinizmle) yakından ilişkilidir. Bu çerçevede evren, nedensel ve belirlenmiş özellikler taşıyan devâsâ bir makine gibidir. Olmuş olan her şeyin kesin bir nedeni olduğu gibi, bu şeyler ilerisi için de kesin etkiler yaratırlar. Bu sistemin herhangi bir parçasının geleceği, ilke olarak, o parçanın herhangi bir andaki durumunun bütün ayrıntılarıyla bilinmesiyle kesin olarak tahmin edilebilir.

Bu mükemmel makine – dünya görüşü, dışarıdan etkili olan, dışsal bir yaratıcıyı ve kendi ilahî yasasını dünyaya egemen kılarak onu yukarıdan yöneten monarşik bir tanrıyı ima ediyordu. Fiziksel olgular hiç bir şekilde ilâhi değildi, ve bilim böyle bir tanrıya inanmayı giderek zorlaştırınca, ilâhi unsur, bilimsel dünya görüşünden tümüyle kayboldu ve yerine, Batı kültüründe belirgin olan manevî bir boşluk bıraktı. Doğanın lâikleştirilmesindeki felsefî temel, ruh ve madde arasındaki Kartezyen ayırımcılıktır. Bu ayırımcılık sonucunda, mekanik bir sistem olan dünyanın, gözlemci olan insandan hiç bahsedilmeden, tamamen betimlenebileceği düşünüldü. Böyle nesnel bir doğa tasviri de tüm bilimin ideali oldu.

Newton mekaniğinin yalnız büyük ölçekle (makroskopik) sınırlı kalmayıp atomik ölçekte, atomlar ve moleküller düzeyinde de geçerli olduğu, kimyada Dalton’un gaz karışımları kanunuyla da görüldü. Bunun yanında Newton Yasaları’nın astronomideki parlak başarısı, fizikçilerin bu yasaları akışkanların hareketlerine ve elastik cisimlerin titreşimlerine uygulamasına yolaçtı. Bu alanlarda da başarılı olundu. Artık maddenin yapıtaşları olan atomların sert, katı haldeki çok ufak parçacıklar olduğu inancı yaygın bir bilimsel görüş haline geldi. Kuşkusuz bu imge, fiziğin bir “sert bilim” olarak itibar kazanmasına, ve buna dayalı olarak doğaya zarar veren “sert teknoloji”nin gelişmesine katkıda bulundu.

İş pozitif bilimlerle de kısıtlanmadı. 18. yy. düşünürleri Newton yaklaşımını, insan doğasını ve insan topluluklarını inceleyen bilim dallarına da aktardılar. Örneğin Locke, toplumun temel yapıtaşını insan olarak gören atomistik bir görüş ileri sürdü. Bir gazın niteliklerini atom ve moleküllerin hareketlerine indirgeyen fizikçiler gibi, Locke da toplumda gözlenen davranış biçimlerini, bireylerin davranışlarına indirgemeye çalıştı. Böylece önce bireyin doğasını incelemeye, daha sonra da insan doğası konusundaki ilkeleri ekonomik ve politik sorunlara uygulamaya başladı. Locke’ın ünlü metaforuna göre insan aklı, doğumda bomboş olan bir levhaya benzetilebilirdi. İnsanlar sonradan duyusal deneyimler sonucu edindikleri bilgiyi bu levhaya işliyorlardı. Locke, bütün insanların doğduklarında eşit olduğuna ve gelişme yönlerinin tümüyle çevrelerine bağlı olduğuna inanıyordu. İnsanları güdüleyen şey de kendi çıkarları kabul ettikleri şeylerdi. Bu konularda Locke’a rehber olan düşünce, fiziksel evreni yöneten yasalar gibi, insan toplumunu yöneten benzer yasaların varolduğuydu. Bir gazdaki moleküllerin dengeye gelmesi gibi insan bireyleri de toplumda, doğanın o zaman dilimi içinde bulunduğu duruma uygun bir dengeye yerleşeceklerdi. İnsanlara ve toplumlara egemen olan doğa yasaları, daha herhangi bir yönetimin ortaya çıkmamış olduğu dönemlerde bile vardı. Yine Locke’a göre bu doğal yasalar tüm bireylerin özgürlük ve eşitliği yanında, mülkiyet hakkını içeriyordu. Dolayısıyla Locke’ın fikirleri Aydınlanma Çağının temel değerleri olarak modern ekonomik ve politik düşüncenin gelişimini kuvvetle etkiledi. Kökenleri Locke’a kadar giden bireycilik, mülkiyet hakları, serbest pazarlar, temsili yönetim idealleri gibi kavramlar, Jefferson’u da etkileyerek Amerikan Bağımsızlık Bildirgesine ve Anayasasına yansıdı.

19. yy.’da., bilimadamları evrenin mekanistik modelini fizik, kimya yanında biyoloji, psikoloji ve sosyal bilimlerde de özenle işlediler. Bunun sonucu makine-dünya giderek daha karmaşık ve esrarengiz bir yapı hüviyetini kazandı. Genişleyen uygulama alanları neticesinde yeni buluşlar, yeni bakış açıları Newton modelinin sınırlamalarını ortaya çıkararak 20. yy.’ın bilimsel devrimlerinin önünü açtı. Klâsik bilim artık sonun başlangıcına gelmişti. 19. yy.’ın yeni gelişmelerinden biri, elektriksel ve manyetik olgularda mekanistik modelin yeterince betimleyemediği yeni bir tür gücün bulunmasıydı. Bu önemli adımı Faraday atmış, Maxwell tamamlamıştı. Bu ikili, yeni bilim yolunda bir devrim niteliğindeki görüşleriyle, “güç” kavramı yerine, çok daha ince ve zor anlaşılır bir kavram olan “güç alanı” kuramını getirerek Newton fiziğini aştılar. Elektrodinamik adını taşıyan bu kuram, alanların kendi gerçekliğinin olduğu ve maddesel hiçbir cisme bağlı olmadan incelenebileceğini gösterdi. Işığın bir madde olmayıp, uzayda dalgalar halinde yolalan hızla değişen bir elektromanyetik alan olduğu anlaşıldı.

Elektromanyetizmin, Newton mekaniğini, doğal olguların en yüksek kuramı tahtından indirmesi paralelinde, yalnız 19. yy.’a değil, gelecekteki tüm bilimsel düşünceye yön verecek yeni bir düşünce eğilimi gelişti. Bu eğilimde anafikir olarak evrimi, değişimi, büyümeyi ve gelişmeyi görüyoruz. Evrim fikri önce jeolojide, sonra Kant ve Laplace’ın güneş sistemi hakkındaki evrimci veya gelişimci kuramlarıyla kendini gösterdi. Evrimsel yaklaşım Hegel ve Engels’in politik felsefelerinde de çok önemliydi. Zaten 19. yy. boyunca ozan ve düşünürler varoluş problemiyle derinden ilgiliydiler.

Antik çağlardan beri doğa filozofları “büyük varoluş zinciri”ni durağan bir hiyerarşi biçiminde ifade edegelmekteydiler. Biyolog Lamarck ve Darwin bütün canlıların ilkel, basit şekillerden başlayarak çevrelerinin baskı ve etkisi altında evrimleştiğini göstererek, gelişimci yaklaşımı güçlendirmekle kalmayıp, biyolojik türler konusunda Yahudi-Hıristiyan tezini de yıkmış oldular. Darwin, evrim konusundaki görüşlerini açıklarken, şansa bağlı değişiklikleri, bugünkü deyimiyle, rastlantısal mutasyonu, ve doğal seçim kavramlarını da tanıttı. Böylece evren, Yaratıcısının elleriyle kurulmuş olan bir makine yerine, karmaşık yapıların, daha basit formlardan oluştuğu, sürekli evrimleşen ve değişen bir olgu olarak görülmeye başlandı. Yalnız ortaya ilginç bir durum çıktı. Evrim biyolojide, giderek artan düzen ve karmaşıklık anlamındayken, fizikte tam tersi, yani düzensizlik demekti.

Bu arada Newton mekaniğini ısıl olgulara uygulama çalışmalarından termodinamik bilimi doğdu. Termodinamiğin ikinci yasası, Kartezyen bakışı daha da çürüttüğü gibi modern yaklaşımın geçerliliğini güçlendirdi. Bu yasa, tersinmez süreçlere (geri döndürülemeyen proseslere) “zaman oku” kavramını getirdi. Buna göre fiziksel olgularda belirli bir yöne eğilim vardır ve yalıtılmış, dışarıyla alışverişi olmayan kapalı sistemlerde bu eğilim kendiliğinden artan düzensizlik yönündedir. Entropi denilen nicelik ise böylece, bir fiziksel sistemin geçirdiği evrimin ölçüsüdür.

Modern bilimsel yaklaşımın başlıca farklarından önemli biri karmaşık sistemlerin davranışını kesinlikten uzak biçimde, istatistiksel yasalar veya olasılıklar olarak görmesidir. Burada evrenin temelindeki paradokslardan bir başkası karşımıza çıkıyor. Küçük ölçekli sistemlerde Termodinamiğin İkinci Yasası sürekli çiğnenirken, büyük ölçekli sistemlerde bu kurala uymama olasılığı sıfıra çok yakındır. Klâsik Newton mekaniğine göre entropi artması sonucu bir gün maksimum entropiye ulaşacak evrenin yazgısı, “ısı ölümü”ne uğrayıp tümüyle hareketsiz kalmak olacaktır. Ama evrimsel olan modern yaklaşım bu kasvetli resme katılmıyor, ve klâsik modeli, yaşamın evrimsel niteliği karşısında aşırı basite indirgenmiş buluyor.

20. yy.’ın ilk otuz yılında peşpeşe gelen Görecelilik Kuramı ve Kuvantum Kuramı, Kartezyen dünya görüşü ile Newton mekaniğininin ana kavramlarının tümünü parça parça etti. Bu gelişmenin mimarları Max Planck, Einstein, Niels Bohr, De Broglie, Schrödinger, Pauli, Heisenberg ve Paul Dirac gibi bilimadamlarıydı. Onlara bu içgörüyü kazandıran, atomik ve atomaltı dünyadaki çalışmalarıydı. Vardıkları sonuçlar onları tuhaf ve beklenmedik gerçeklerle yüzyüze bırakarak dünya görüşlerini altüst etti ve tamamen farklı düşünmeye zorladı. Ta en başından beri bilimde böyle birşey olmamıştı. Yüzyılımızda fizikçiler, evreni anlayabilme yeteneklerine ilk kez ciddi bir meydan okumayla karşılaştılar. Örneğin, bir atomik deneyde doğayla ilgili bir konuyu araştırmak istediklerinde, doğanın gözlemlenen davranışı çelişkili ya da mantığa aykırı geliyordu. Sorunu ne denli açıklığa kavuşturmak isterlerse, paradokslar da o denli keskinleşiyordu. Yeni gerçekliği kavrayabilme çabaları, bilimadamlarına bildikleri temel kavramların, tüm bakış açılarının, kullandıkları dil ve kelimelerin, atomik olguları betimlemede yetersiz olduğu acı gerçeğini öğretti. Bu açmaz, artık bilimadamları için, entelektüel bir problemden çok, duygusal yönleri ağır basan bir varoluş problemi haline geldi.

Abiju
14-01-2006, 20:15
Fizikçiler ancak uzun bir süre sonra karşılaştıkları paradoksların atom fiziğinin temel bir yönü olduğunu, ve atomik olgulara klâsik kavramlarla yaklaşılınca paradokslarla karşılaşılacağını anladılar. Bu kabulle de onları çelişkilere atmayacak doğru soruları sormasını öğrendiler. Bilim, önceleri yalnızca ışıkta varolduğunu zannettiği ikiliğin (düalite) madde için de geçerli olduğunu anladı. Madde de ışık gibi hem parçacık, hem dalgadır. Aslında parçacık ve dalga terimleri bile atomik olguları yeterince betimleyemeyen klâsik kavramlar ya neyse. Bir parçacığın aynı zamanda çok ufak bir hacme sıkışan bir varlık, ve uzayın geniş alanlarına dağılan bir dalga olabileceğini kabullenmek çok güç. Meselâ, bir elektron ne parçacık ne de dalgadır, ama bazı durumlarda parçacık, bazılarında dalga özellikleri sergiler. Parçacık gibi davranırken, parçacık özelliği pahasına dalga özelliğini geliştirebilir, ya da aksini yapabilir. Yani parçacıktan dalgaya, dalgadan parçacığa sürekli dönüşümler yapar. Bu da ne bir elektronun ne de atomik ölçekli başka bir nesnenin çevresinden bağımsız aslî nitelikleri olamayacağı demektir. Bu gibi nesnelerin bir yönü ne denli vurgulanırsa, öbür yönü veya özelliği o kadar belirsizleşir, ve bu iki yön arasındaki kesin bağlantı ancak “belirsizlik kuramı” ile ifade edilebilir. Niels Bohr bu paradoksu daha iyi anlayabilmek için "tamamlayıcılık fikri”ni ileri sürdü. Buna göre, bir gerçekliğin birbirini tamamlayıcı iki betimlemesi, ve her biri ancak sınırlı aralıklar için geçerli olan kısmî doğruluğu vardır. Atomik gerçekliği tümüyle ifade edebilmek için iki betimleme de gereklidir, ve ikisi de belirsizlik ilkesinin koyduğu sınırlamalar içinde uygulanabilir. Çin kültürünün çok öncelerden beri geliştirmiş olduğu “yin ve yang”a dayalı evren görüşü, tamamlayıcılık fikrine güzel bir örnektir. Bilindiği gibi yin ve yang birbirleriyle kutupsal veya tamamlayıcı ilişki içinde olan zıtlıklardır.

Atomik düzeyde maddenin belirli bir noktada kesin olarak bulunması diye birşey yoktur, fakat orada bulunma eğilimi vardır. Aynı şekilde, atomik olayların belirli şekillerde, belirli anlarda yeralmasında kesinlik olamaz, fakat onların “yeralmaya eğilimi”nden bahsedilebilir. Özetlersek, bir atomik olayı kesin biçimde tahmin edemeyiz; sadece o olayın gerçekleşme olasılığını kestirebiliriz. Ayrıca, atomaltı parçacıklar “şeyler” olarak değil, fakat “şeyler” arasındaki birbiriyle bağlantılı olmalar, ve yine, bu “şeyler”in de başka “şeyler” ile birbiriyle bağlantılı olmaları şeklinde düşünülmelidir. Kuvantum Kuramında varılan nokta hiçbir zaman “şeyler” değildir, daima birbirine bağlı olmalar bahis konusudur. Modern fizik evrendeki temel birliği, vahdeti böyle ifade eder. Bize dünyayı birbirlerinden bağımsız olarak varolan en küçük birimlere ayıramıyacağımızı bu yolla gösterir. Maddenin iç yapısına sızabildiğimiz oranda doğa bizi, ayrı temel yapıtaşları yerine, birleşik bir bütünün parçaları arasında anlaşılması güç bir ilişkiler örgüsüne götürür. Demek ki vahdet, ayrı parçalar fikrini yok ederek, en küçük ölçekte kendini böyle gösteriyor.

Peki küçük ölçekte böylece sergilenen temel birlik, büyük ölçekte yok mu? Var olmasına var da bizler sınırlı zaman ve mekân imkânları ile, kısıtlı algılama yeteneklerimizle bütünü görüp kavrayamıyoruz. “Ol mâhiler ki derya içredir, deryayı bilmezler,” deyişinde olduğu gibi. Makro düzeydeki bu bütünü suyun doğada yaşadığı çevrime ilişkin bir metaforla açıklayabiliriz. Evrensel birlik veya kozmik bilinç bir okyanusa benzetilebilir. Okyanus ayırımsız, akışkan bir kütledir. Yaratılışın ilk adımı dalgaların oluşumudur. Dalganın kendi başına bir varlığı yoktur, çünkü dalga denizdir, deniz de dalgadır. İkisi arasında nihaî bir ayırımdan söz edilemez. Yaratılışın ikinci adımı, kayalara çarpan dalgadan yayılan su serpintileridir. Bunlar ancak çok kısa bir süre bireysel varlıklar, yani damlacıklar, olarak kalır sonra yeniden denizle bütünleşir. Burada sadece bir anlık bir kendi başına varolmadan bahsedilebilir. Yaratılıştaki üçüncü evre, sahildeki kayalıklarda patlayan dalganın çekilirken kayaların üzerinde bıraktığı ufak birikintilerdir. Belki de oraya kadar erişip birikintiyi sinesine katıp tekrar okyanusa dönecek dalga bir müddet gelmeyecek ve birikinti ayrı bir varlık halinde bir süre kalacaktır. Ama bir zaman sonra su birikintisi, kaynağı olan okyanusa katılacaktır. Yaratılıştaki dördüncü aşama, denizin buharlaşıp bulut olmasıdır. Bu durumda ilk kaynak olan denizle, ondan türeyen bulut arasında hâlâ varolan birlik, daha belirsiz ve örtülü olarak sürer. Burada gerçek bir fiziksel dönüşüm meydana gelmiştir. Yine de temelde bulut denizdir, deniz buluttur. Buluttaki su sonradan yağmur olup tekrar denize düşecektir. Evet, beşinci ve son aşamaya geldik. Bu etapta ana kaynakla bağlantı tümüyle unutulmuş, gizlenmiş gibidir. Buluttaki su zerreleri billurlaşmış ve kartanesi olmuşlardır artık. Kartanesi görünüş olarak ilk kaynağına hiç benzemeyen, ileri düzeyde yapısallığa sahip, ayrı bir varlıktır. Bu aşamada hâlâ kartanesinin aslında deniz, denizin kartanesi olduğunun farkına varmak için çok gelişmiş, yani sofistike, bilgi gerekir. Okyanusla tekrar, başlangıçta olduğu gibi bütünleşmesi için, kartanesi yapısını ve ayrı varlığını terketmek zorundadır. Başka deyişle bir ego ölümü yaşayarak tekrar kaynağına dönmelidir.

Bu metafor doğrultusunda bakılınca ekoloji ile manevî dünya arasındaki sıkı bağlantıyı seziyoruz. Özünde, “ekolojik bilinç”, tüm yaşamın birliğine ve yaşamın çoklu belirişlerine, ayrıca, değişim ve dönüşüm çevrimlerinin karşılıklı bağımlılığına olan sezgisel farkındalık şeklinde düşünülebilir. Hatta manevîliği veya insan ruhunu, bizi evrenle bir bütün olarak duyumsayan bilinç hali olarak da tanımlayabiliriz. Böyle olunca ekolojik farkındalık, en temelde fiziksel veya biyolojik değil, manevî bir nitelik kazanıyor. O halde, modern fiziğin ortaya çıkardığı holistik ve ekolojik yeni gerçeklik görüşünün, manevî geleneklerin bakış açısıyla uyumlu olması kimseyi şaşırtmamalıdır.

Bu çok karmaşık konuların daha iyi anlaşılabilmesi için üzerinde durulması gereken son kavram da yerel ve yerel olmayan nedenler düşüncesidir. Kuvantum Kuramında bireysel olaylar her seferinde iyice tanımlanabilen nedenlere bağlanamaz. Ama bu demek değildir ki atomik olaylar tamamen rastlantısaldır. Sadece, bu tür olaylar yerel sebeplerle gerçekleşmez demektir. Herhangi bir parçanın davranışı, onda yerel olmayanın bütüne olan bağlantısıyla belirlenir. Bu bağlantılar da kesinlikle bilinmediğinden, klâsik görüşün dar açılı sebep-sonuç fikrini, daha geniş bir kavram olan istatistiksel nedensellik fikriyle değiştirmeliyiz. Atom fiziğinin yasaları, atomik olayların olasılığının, sistem bütününün dinamiğine göre belirlendiği istatistiksel yasalardır. Klasik mekanikte parçaların niteliği ve davranışı bütününkileri belirlerse de, kuvantum mekaniğinde bu görüş tersyüz edilmiştir; yani parçaların davranışını bütün belirler. Ayrıca bazı düşünürler ve bilimadamları, "Herhangi bir şey kendi başına ne olduğuyla değil, fakat onun başka şeylerle olan ilişkilerine göre tanımlanmalıdır,” diyorlar. Atomaltı ölçekte, bütünün parçaları arasındaki ilişkiler ve etkileşimler, parçaların kendilerinden daha temeldir. Başka türlü söylemek gerekirse, hareket vardır, ama sonuçta, hareket eden nesneler yoktur; rol vardır, fakat aktörler yoktur; dansçılar yoktur, fakat sadece dansın kendisi vardır. Görecelilik kuramı, kozmik örgüde içkin olan devingen özelliği ortaya çıkartarak, onu adeta yeniden canlandırmış, kozmik aktivitenin, varoluşun özü olduğunu göstermiştir.

Yerel olmama ve istatistiksel nedensellik kavramları, maddenin yapısının mekanik olmadığını açıkça göstermiştir. David Bohm 1951 yılında kuvantum süreçleri ile düşünce süreçleri arasındaki benzeşim (kıyas, analoji) üzerinde ilginç fikir jimnastikleri yapmıştır. Ondan bile yirmi yıl önce James Jeans, “Bilgi akışının mekanik olmayan bir gerçekliğe gittiği yönünde geniş bir fikirbirliği vardır. Evren giderek büyük bir makineden fazla, büyük bir düşünce gibi gözükmekte,” demiştir.

Kartezyen bölünmeyi aşmasıyla modern fizik, sadece klâsik görüşün nesnel doğa betimlemesini geçersiz kılmadı, bilimin değerlerden uzak olduğu yanılgısını da sorguladı. Çünkü bilimadamlarının doğada gözlemlediği desenler, kendi kafalarındaki desenler, kendi kavramları, düşünceleri ve kendi değerleri ile çok yakından ilişkilidir. Onların bakış açıları ve inançları, elde edecekleri sonuçları da, geliştirmek istedikleri teknolojik uygulamaları da önceden şartlandırır. Her ne kadar yaptıkları ayrıntılı incelemeler araştırmacıların değer yargılarına belirgin biçimde bağımlı değilse de, incelemelerin yürütüldüğü geniş paradigma hiçbir zaman değer yargılarından tümüyle arındırılamaz. Bu nedenle bilimadamları, araştırmalarından ve onların sonuçlarından yalnız entelektüel değil, ahlâksal açıdan da sorumludur. Bu çok aşırı bir şekilde dile getirilmek istenirse, “Bilimin yolu bizi Buda’ya veya bombaya götürecektir,” diyebiliriz. Tercih hepimizindir.

Artık bilimadamlarının gerçeklik kavramlarındaki devrimsel nitelikli değişiklikler, modern fizik sayesinde tutarlı bir dünya görüşünü yavaş yavaş su yüzüne çıkarıyor. Bu yeni görüş, bölücü ve katı olmak yerine, organik, holistik ve ekolojik özellikler taşıyor. Yani, bir bütünü parçalarına ayırıp, parçaların incelenmesiyle o bütünü anlamaya çalışan indirgemeciliğin modası geçiyor. Zira son dönemlerde bilim farkına vardı ki, örgensel veya bütünleşik (entegre) bir bütünün, onu oluşturan unsurlardan bağımsız, ve o parçaların toplamından fazla olan bir gerçekliği vardır. Holistik görüşten kasıt budur. Duyularımıza, alıştığımız düşünce ve bakış açılarına ne denli ters gelse de gerçeği değiştiremeyeceğimizden, evreni böyle algılamak, bizi çelişkilerden koruduğu gibi, onun ritmini derinimizde hissetmeye götürür. Demek ki evren gerçekliğine bir an için bile sızabilmek isteyen, onu, parçaları temelde birbiriyle ilişkili, bölünmez, devingen bir bütün ve kozmik süreçlerin desenleri olarak görmek zorundadır. Çok çarpıcı ve şaşırtıcı bir nokta, Doğu’nun mistik geleneklerinin asırlar boyunca, modern bilimin ancak bugün varabildiği noktayı işaret etmekte oluşudur. Her geçen gün daha çok sayıda bilimadamı, mistik düşüncenin, çağdaş bilim kuramlarıyla ilişkili ve onlarla tutarlı felsefî bir zemin veya fon oluşturduğu bilincine erişiyor. Bu iklimde, bilimsel buluşlar, kişilere dünyayı kavrayışlarının kendi manevî amaçları ve dinî inançları ile uyum halinde olduğunu gösterecektir. Allah’ın tüm insanları, sezgisel akıl ve hikmetin yerine, sadece gözlemci bilimselliği koymakla cahillikten kurtulduğunu sanmak gafletine düşmekten korumasını dilerim.

Güngör KAVADARLI
29.09.2002