Orijinalini görmek için tıklayınız : 15.12.2008 Sağlık Haberleri...
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:26
İsviçre'de 'ötanazi turizmi' başladı! Umutsuz hastalar ül***e akın ediyor... 15.12.2008 14:11:56
İngiltere’de yasak olduğu için İsviçre’deki bir ötanazi kliniğinde doktor yardımıyla intihar eden Craig Ewert’in ölürken çekilen görüntüleri, İngiliz televizyonunda belgesel olarak yayınlanması yeni bir tartışma başlattı.
Bir insanın kendi isteğiyle ölmeyi seçmesi ne kadar etik. Ancak bir çok ülke ötanaziye izin vermezken, işi ticarete döken İsviçre'deki kliniklere dünyanın her tarafından yüzlerce umutsuz hasta akın ediyor.
Ötanazinin yasal olduğu tek ülke olan İsviçre, işi ticarete döktüğü için eleştirilse de Zürih’teki kliniklere her yerden umutsuz hasta akıyor. İşlem binlerce dolara mal oluyor
Haftada ortalama iki kişinin ölme hakkını kullanmak için gittiği İsviçre, ‘ötanazi turizmi’ yaptığı iddiasıyla kamuoyundan tepki alsa da, tüm dünyadan binlerce umutsuz hasta için son çare olmaya devam ediyor.
Kliniğe gelenlerin bazıları çok genç, bazıları yaşlı. Ortak özellikleri çaresiz bir hastalığa yakalanmış olmaları. Kendi ülkelerinde ötanazi yasal olmadığı için İsviçre’ye giden hastalar ve yakınları durumdan memnun olsa da ülkedeki bazı gruplar durumu protesto ediyor. Ötanazinin yasal olduğu tek ülke olan İsviçre’nin Zürih kentindeki kliniklere Almanya, Hollanda, Fransa, İngiltere, Amerika ve diğer ülkelerden her yıl yüzlerce kişi ölmek için gidiyor.
Geçen hafta Amerikalı profesör Craig Ewert’in ölümünün İngiliz televizyonlarında yayınlanmasıyla gündeme oturan ötanazi kliniklerinin bu işi turizme dönüştürmesi, etik tartışmalara sebep oluyor. Ewert, kendi ötanazi deneyiminin televizyonda yayımlanmasının, toplumun ötanaziyle yüzleşmesi için etkili bir ‘eylem’ olacağını söylemiş, ötanazinin tüm dünyada yasallaşması için herkesin bilinçlenmesi gerektiğini açıklamıştı.
Motor nöron hastalığına yakalandıktan beş ay sonra yatağa mahkum olan profesörün eşi Mary Ewert son anına kadar başucunda moral vermişti. Ancak ölüm anı görüntüleri kamuoyunu ikiye bölmüş, ötanazi karşıtları görüntülerin insanları ötanaziye özendireceğini söylemişti.
İLAÇLA SONSUZA DEK UYUYORLAR
İsviçre’deki ötanazi kliniklerinden en ünlüsü Dignitas. Latince ‘onur’ anlamına gelen Dignitas, kurulduğundan bu yana yüzlerce kişinin ölüm hakkını kazanmasına yardımcı olmuş. Dignitas’ın hastayı kabul etmesi için önkoşulları var. Kişinin iyileşemeyecek derecede hasta olması, tedaviye cevap vermemesi ve hastalığın verdiği acılardan kurtulmak istemesi. Bu koşullara sahip kişilerin ölmesine yardımcı olan klinik, kentin en pahalı ötanazi kliniği. Burada ölmek 8 bin 300 dolara (yaklaşık 13 bin YTL) maloluyor.
Ötanazi, İsviçre’de 1942’den bu yana yasal. İçeceğe katılan ilaçlarla hasta acı çekmeden uykuya dalıyor. İlacın verilmesinden yarım saat sonra ölüm gerçekleşiyor. Bu ilaç ‘sodyum pentobarbital’ adlı kimyasal karışımdan oluşuyor. Başlangıçta apartman dairesinde hizmet veren Dignitas’ın yakınlarında oturanlar, evden her gün ceset çıkmasından etkilenmiş. Kimyasalların kendilerine de zarar verdiğini düşünen halk, kliniğin müstakil bir yere taşınması için dilekçe yazmış. Klinik şimdi mobil evlerde hizmet veriyor.
SON BAKIŞ
İngiltere’de yasak olduğu için İsviçre’de bir ötanazi kliniğinde doktor yardımıyla intihar eden Craig Ewert’in ölürken çekilen görüntüleri, İngiliz televizyonunda belgesel olarak yayınlanmıştı. Kanal büyük tepki çekerken, Ewert’in 37 yıllık eşi Mary Ewert ise, "insanların ölüm hakkında düşünmesini istedik. Kocam ölümün korkunç olmadığını göstermeyi arzuladı. Bir tabuyu yıktık" demişti.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:26
Vitamin kanser oluşumunu önlemiyor ABD'li bilim adamları araştırdı, sonuçlar bilinenin aksini kanıtlıyor... 15.12.2008 13:27:13
C veya E vitaminlerinin, başta prostat olmak üzere kanser hastalığına yakalanma olasılığını azaltmadığı bildirildi.
ABD’de yapılan ve sonuçları American Medical Association dergisinde yayımlanan iki büyük araştırma, söz konusu vitaminleri alanlarda kansere yakalanma oranında azalma olmadığını gösterdi. Teksas Üniversitesi ve Cleveland Lerner Kliniği Tıp Fakültesi’nin yaptığı ilk araştırma çerçevesinde, 35 bin 533 sağlıklı erkek 4 gruba ayrıldı, her birine ayrı ayrı, selenyum minerali, E vitamini, her ikisi veya placebo verildi. Araştırma sırasında katılımcıların 7 yıl süreyle izlenmesi planlanırken, sonuçların fazlasıyla umut kırıcı olması nedeniyle deneyin erken sonlandırıldığı belirtildi.
Araştırmacılar, 4 ayrı gruptaki erkeklerde prostat kanserine yakalananların sayısında istatistik olarak herhangi bir farklılık gözlenmediğini söylediler.Her grupta 5 yıl içinde prostat kanseri teşhisi koyulanların oranının yüzde 4 ila 5 olduğu kaydedildi.
Boston Brigham ve Kadın Hastanesi’nin yaptığı ikinci bir araştırmada da düzenli E ve C vitamini alımının kanser üzerindeki etkilerini test etmek için 14 bin 641 erkek doktorla çalışıldı. 8 yıl süren araştırma sırasında E vitaminin prostat veya diğer kanser türlerine yakalananların sayısını etkilemediği, C vitaminin de benzer bir etkiye yol açmadığı gözlendi.
Vitaminlerin, belirli kanserlere yakalanma olasılığını azaltabileceği yönünde yaygın bir görüş bulunuyor.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:27
Sezaryen mi, normal doğum mu? 15.12.2008 13:21:00
Her kadının doğum eylemi ve bu sırada duyacağı ağrı şiddeti farklıdır. Bu fark sizin ağrı toleransınıza, çocuğunuzun büyüklüğüne ve pozisyonuna, rahminizin kasılma gücüne ve daha önce doğum yapıp yapmadığınıza bağlı olarak değişir.
Analjezi tamamen ya da kısmen ağrı duymamanın; anestezi ise bölgesel olarak sinir yollarının daha kuvvetli bloke edilerek ağrı duymamanın yanı sıra kasların gevşemesinin veya hareketsizliğinin sağlanması olarak tanımlanır. Hangi tip yöntemin uygulanacağını, sizin isteğiniz kadar tıbbi durumunuz ve doğum ve anestezi doktorlarınızın seçimi de belirler...
VKV Amerikan Hastanesi Ağrı Kliniği’nden Doç. Dr. Ömür Erçelen’in konu ile ilgili görüşleri:
Doğum
Doğum üç evreden oluşur. Birinci evre, ağrılı kasılmaların başlamasından rahim ağzının tamamen açılmasına kadar sürer. İkinci evre ise, rahim ağzının tam açılmasından başlar ve bebeğin doğmasıyla sona erer. Üçüncü evre, plasentanın atılmasıyla biter. Tüm bu evreler süresince anne adaylarının ağrılarının kontrol edilmesi gerekir. Bu, iki şekilde yapılır:
1- İlaçların damardan veya kas içine uygulanması
2- Epidural analjezi
Birinci yöntemde kuvvetli ağrı kesici ilaçlar, damardan veya kas içine uygulanır. Bebekte yan etkilere yol açmayacak şekilde belirlenen dozlarda uygulanabilir. Ağrıyı kısmen ve ancak kısa bir süre engelleyebilir. Sürekli uygulanamaz. Ani ve hızlı gelişen doğumlarda faydalı olabilir. En etkili yöntem ise epidural analjezidir.
Lokal bloklar
Doğum doktoru tarafından, ya rahim ucuna yakın sinirlere ya da çocuğun çıkım anında yapılan ve epizyo denilen cerrahi kesilerde ağrı duyulmaması için yapılır. Doğum eyleminde ağrıyı belirgin olarak engellemez.
Santral bloklar
Epidural, spinal ya da kombine spinal - epidural olmak üzere üç tiptir. Bu tekniklerden normal doğumda epidural analjezi, sezaryende ise epidural anestezi ve kombine spino - epidural anestezi daha sık uygulanır.
Anestezik gazlar
Sezaryende genel anestezi şeklinde, normal doğumda ise çocuk çıkmasına yakın analjezi için uygulanır.
DOĞUMDA EN SIK UYGULANAN YÖNTEM
Epidural Analjezi
Beldeki omurların sivri çıkıntıları arasından iğne ile girilerek sinir yollarına yakın bir bölgeye, 1 - 2 milimetrelik çok ince bir plastik boru yerleştirilmesi ile uygulanır. Bu işlem oturma veya yan yatma pozisyonlarında yapılır. İşleme başlamadan önce tansiyonun düşmesini engellemek için damar yolu ile serum verilir. Belden aşağıda ve bacaklarda his değişikliği (uyuşukluk) oluşur.
Doğumun birinci evresinde, yani rahim ağzı tam açık hale gelinceye kadar olan dönemde, rahim kasılmaları devam ederken anne ağrı duymaz ve konforlu bir bekleyiş ortamı oluşur. İlaç genellikle bilgisayarlı bir alet ile verilir. Doğum anında da, ilaç tipi ve dozuna bağlı olarak kas gücü korunduğu için anne rahatlıkla ıkınarak, doğum kanalında çocuğun ilerlemesini ağrı duymadan sağlar.
SEZARYENDE EN SIK UYGULANAN YÖNTEM
Kombine Spinal - Epidural Anestezi
Doğumdaki epidural analjeziye çok benzer. Tek farkı, ince boru yerleştirilmeden önce epidural iğnesinin içinden kıl gibi bir iğne geçirilerek, spinal bölgeye ilaç verilmesidir. Böylece 1 - 2 dakika içinde ameliyatın başlaması sağlanarak, tam kas gevşemesi ile sezaryen ameliyatı kolaylaştırılır. Ameliyat sonrası dönemde de epidural kateter ile bilgisayarlı bir aletten ilaç yollanarak, ağrısız, konforlu bir ortam hazırlanır.
SEZARYENDE SIKLIKLA UYGULANAN DİĞER YÖNTEM
Genel Anestezi
Damar yolundan verilen anestezik ilaçlar ile solunum yolundan -bir tüp yerleştirilerek- verilen anestezik gazlar ile uygulanır. Anne sezaryen boyunca tamamen uyutularak, geçici bir süre bilinç kaybı sağlanır.
SIK SORULAN SORULAR
Epidural teknikte ağrısız dönem ne zaman başlar, ne zaman sona erer?
İlaç etkisi, epidural teknikte ortalama 15 dakika içinde; kombine spinal - epidural teknikte ise bir dakika içinde başlar. Yerleştirilen plastik borudan gönderilen ilaçların kesilmesi ile belirli bir süre sonra ilaç etkisi de biter.
Bu tekniklerde yan etkiler nelerdir?
Kan basıncında düşme gözlenebilir. Sıvı ve ilaçlarla kan basıncındaki bu düşme kolaylıkla önlenir. Doğum eylemi ve ilaçlar titreme yapabilir. İlaçlar ve ısıtma ile titreme de yine çok kolaylıkla engellenir. Doğumdan sonra nadiren
24 - 48 saat baş ağrısı gözlenebilir. İlaç tedavisiyle ağrı giderilir.
Riskli midir?
Deneyimli doktorlar, gelişmiş teknoloji ve ilaçlar sayesinde komplikasyonları son 20 yıl içinde belirgin bir şekilde azaltılmıştır.
Doğum analjezisinin bebeğe - anneye etkileri nelerdir?
Çağdaş ilaçların bebeğe etkisi olmadığı gibi anneye de yan etkileri çok azdır. Ağrının engellenmesi, sadece konfor sağlamaz. Ağrı duyusunun engellenmesi ile doğum ağrısında ortaya çıkan enzimler ve hormonlar oluşmayacağı için hem annenin hem de bebeğin daha sağlıklı olması sağlanır.
Hastaneye gelirken
- Bir şey yememeye çalışın; ihtiyacınız varsa sadece su içebilirsiniz.
- Mümkünse ılık bir duş alın.
- Bol ve rahat giysiler giyinin.
- Lens, takı, saat gibi şahsi eşyalarınızı çıkarın.
- Doğum ve anestezi doktorlarının siz ve bebeğiniz için en doğru ve sağlıklı girişimi planlayacaklarını unutmayın.(ntvmsnbc)
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:27
'Hayalet hastane' açılıyor! 13 yıl sonra nihayet... 15.12.2008 12:45:05
İzmir'de, 1995 yılında temeli atılan ve yeterli ödenek ayrılmaması nedeniyle bir türlü bitirilemediği için adı 'hayalet hastane'ye çıkan 125 yataklı Buca Kadın Doğum Hastanesi ve Çocuk Bakımevi, nihayet açılıyor. Başhekimi atanan hastanenin Ocak 2009'da geçici kabulünü yapacaklarını belirten İl Sağlık Müdürü Mehmet Özkan, "Hastaneyi eksiksiz açmak istiyoruz. Yeni yılın en geç ilk altı ayı içinde açmayı planlıyoruz" dedi.
Buca'ya Kadın Doğum Hastanesi ve Çocuk Bakımevi'nin yapılmasına 1991 yılında karar verildi, projelendirildi. 1995'te ihale edildi, 200 milyar lira (200 bin YTL) harcanarak 31 Ekim 1998 tarihinde bitirilmesi planlandı. Kuruçeşme'de temeli atılan hastanenin inşaatına 165 milyar lira (165 bin YTL) ödenek çıkarıldı. Para bitti, inşaat durdu. Projelendirildikten sonra 5 yıllık dönemin sona ermesi üzerine hastane binası için 1996'da yeniden planlama yapıldı ama yeterli ödenek gelmeyince inşaat tamamlanamadı.
12 BAKAN ESKİTTİ
Yıllarca ilgisizliğin kurbanı olan hastane projelendirildiği yıldan itibaren sırasıyla Sağlık Bakanı olan Halil Şıvgın, Dr. Yaşar Eryılmaz, Dr. Yıldırım Aktuna, Rıfat Serdaroğlu, Kazım Dinç, Dr. Doğan Baran, Nafiz Kurt, Doç. Dr. İsmail Karakuyu, Dr. Halil İbrahim Özsoy, Dr. Mustafa Güven ve Doç. Dr. Osman Durmuş'un dönemlerini gördü. Prof. Dr. Recep Akdağ'ın döneminde de yine ilgisiz kalınan hastane için ilk kez geçen mart ayında ciddi bir adım atıldı. Kabası yüzde 80-90 tamamlanmış binanın bitirilmesi için ikmal ihalesi yapıldı. 3.5 milyon YTL ödenek çıktı. 13 yıl önceki projede otomasyon, çağrı, tam sterilizasyon sistemleri gibi sistemler yer almadığı için yeni projeye bunlar eklendi. İki olan ameliyathane sayısı 5'e çıkarıldı. Proje bugünün koşullarına göre değişimden geçirildi, yarı steril yerine tam steril malzemeler kullanıldı.İl Sağlık Müdürü Mehmet Özkan, önümüzdeki ay içinde hastanenin geçici kabulunü yapmayı, yeni yılın ilk 6 ayı içinde de eksiksiz olarak hizmete açmayı planladıklarını belirtti. Özkan şöyle konuştu:
"Geçici kabulden sonra mefruşat işleri başlayacak. Hastanenin hekim ve yardımcı sağlık çalışanı kadroları oluşturulacak. Bu kadroları İzmir'deki kadrolardan karşılayacağız. Bazıları için de Bakanlığımızdan talep edeceğiz. Bu hastanemizin yanısıra 30 yataklı Dikili Devlet Hastanesi'ni de aynı süreçte hizmete açmayı planlıyoruz. Kemalpaşa'daki 50 yataklı devlet hastanemizi de yaza kadar açabileceğimizi düşünüyoruz."
BAŞHEKİM YUSUF KURTULMUŞ
125 yataklı Buca Kadın Doğum Hastanesi ve Çocuk Bakımevi'nin başhekimliğine Uzm. Dr. Yusuf Kurtulmuş atandı. Üç yıl Hıfzısıhha Bölge Enstitüsü'nün Müdür Yardımcılığı görevini yürüten Dr. Kurtulmuş, Dr. Behçet Uz Çocuk Hastanesi'ne başhekim yardımcısı olarak atanmış, buradaki kısa görevinden sonra Prof. Dr. Mine Sükan'ın görevden alınması üzerine Çeşme Alper Çizgenakat Devlet Hastanesi Başhekimliği'ne atanmıştı. Dr. Sükan'ın yargı kararıyla göreve dönmesi üzerine boşta kalan Dr. Kurtulmuş bu kez Buca'da yeni açılacak hastaneye kurucu başhekim olarak atandı.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:27
Genç kalmak için doğal şifreler! Hücre yenileyen, cilt dostu ürünlerle yapılacak çok şey var... 15.12.2008 11:37:31
Doğadaki herşey, sağlıklı ve genç yaşamak için çözüm sunuyor.. Genç kalmak için yapılacak çok şey var. Bunun için hücre yenileyen ve cilt dostu olan doğal ürünleri bilmek gerekli. Çünkü yaşlanma sürecini yavaşlatıyorlar ve yapılandırıcı özellikte oldukları için cildi onarıyorlar.
Vücudun temizlemesi, eksik elementlerin tamamlanması, hücrelerin yenilenmesi için doğada kusursuz bir denge var ama maalesef bunun farkında değiliz. Güzellik için kainatın anbarından yararlanmak istiyorsanız, onların yenileyen, onaran özelliklerini öğrenmelisiniz.. Genç bir cilt için hücre koruyucu madde ihtiva eden ürünlere ağırlık vermek lazım. Bunların yanı sıra sağlıklı beslenmeye de dikkat edilirse dinç ve güzel yaşamak daha kolay.. Herbalium adlı firma doğal güzellik çözümleri üzerinde çalışıyor. Şifalı bitkilerin ve doğal kaynaklı ürünlerin cilt, vücut ve saç vb için yarattığı etkilerin sonuçlarını bir losyon ya da doğal bir karışım olarak sunuyorlar. Herbalium (Only the registered members can see the link) yetkilileri "Son yıllarda kadınların şifalı bitkilere daha fazla eğilmesinin altında doğaya dönüş yatıyor. Güzel kalmak için doğal olana rağbet etmek ise son derece sağlıklı bir yol" düşüncesini dile getiriyorlar.
Doğa harikası olan bir çok ürün hücre yenileyici özellikte. Doğada her bitki insan ve hayvan bedeninin ihtiyaçlarına göre tasarlanmış. Biz bunlarla hücrelerimizi doğru beslerken, yenilenmelerini de sağlıyoruz. Aynı zamanda hastalıklı hücrelerimizi de bedenden atmış oluyoruz. Doğaya ters düşmemek ve doğal olanı tüketmek bir yaşam tarzı olunca, ödülü de en iyisi oluyor. Doğal ürünler konusunda bilinçlenen kadınlar, herşeyi bu gözle elden geçiriyor.. Sağlığına ve cildine zararlı olanları eliyor. Vücudunun ona uzun yıllar "genç" ve sağlıklı olarak hizmet vermesinin de temelini atıyor.
Doğal Ürün Uzmanı Volkan Kurt (Only the registered members can see the link)Doğal bakıma yönelik ilginin artmasının, eskimeyen güzelliğe sahip olma arzusundan da kaynaklandığını söylüyor. Cilt, saç ve ellere yapılan bakımı kalıcı hale getirmek, zinde kalmak ve gençliği korumak için bitkilerin özellikleri hakkında bilinç sahibi" olmalı" diyor. O'na göre bir çok insan, güzelliğini ve gençliğini bu tip ürünlerle koruyor.
İşte size hücre yenileyen doğal sırlar...
Polen: A ve C vitaminleri de vardır ama B vitaminleri çok yüksek orandadır polen’in içinde. "Uzun ömür vitamini" olarak bilinen B vitamini, dış etkenlere karşı hücreyi, bağışıklık sistemini uyararak korur. Sürekli hücre yeniler. Polen’in bu özelliğini unutmadan, hergün tüketmek lazım. (Ama gerçek polen olursa faydalı)
Buğday ve kayısı: Bu iki bitki de cildin en büyük dostu. Özellikle yağlarını belli periyodlarla yüzünüze sürün. Hücre yenileyen özelliği bir süre sonra etkisini gösterecektir.
Zeytinyağı: İçerdiği vitaminler, hücre yenileyici özelliklere sahip oldukları için, gençleşme uygulamalarında kullanılır. Cildi besler ve korur. Bu mucize yağdan cildinizi ve saçınızı mahrum etmeyin.
Hurma: Meyveler genellikle protein ihtivası açısından yeterli değildir. Hurma ise protein de ihtiva eder. Hücreleri yeniler ve vücut sıvısını dengeler. Bence mutfaktan eksik edilmemeli.
Ginseng: Bu bitki, doğal doping maddesi olarak kabul edilir. Hücrelerin yenilenmesini sağlar ve sinir sistemini sağlıklı yapıya kavuşturur.. Vücuda dinçlik ve rahatlık verir. Uykusuzluğa, yorgunluğa da iyi gelir.
Mısır unu: Bunun da doğalı gerekli. Çünkü piyasada genetiği bozulmuş olan çok fazla mısırunu satılıyor.. En doğal olanını elde edin ve yoğurtla karıştırın. Bu bulamaç yüze sürüldüğünde cilteki ölü hücreler temizlenir. Daha çok var elbette. Sonrakı yazılarımızda hepsine sıra gelecek.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:28
Ekonomik kriz, öldürüyor! İşsizlik yüzünden intihar vakaları 3 kat arttı.. 15.12.2008 11:29:01
Türkiye Psikiyatri Derneği Dış İlişkiler Sekreteri Uzman Dr. Halis Ulaş, dünya genelinde yaşanan ekonomik krizin, ruh sağlığını tehdit ettiğini belirterek, "İşini kaybedenlerde, çalışan bireylere göre 2 kat daha fazla depresyon gözlenmektedir" dedi.
Ulaş, ekonomik krizin, hem işverenlerde hem çalışanlarda hem de işsizlerde ruhsal problemlere yol açabileceğini söyledi. 1980 sonrasında dünya genelinde birçok ülkede ekonomik krizler yaşandığını anımsatan Ulaş, 1992-1993'de Avrupa Para krizi, 1994-1995'te Latin Amerika krizi, 1997-1998'de Güney Doğu Asya krizi, 1998'de Rusya krizi, 1999'da Brezilya ve 2002'de Arjantin krizleri olduğunu, Türkiye'de de özellikle 1980, 1994, 2001 ve 2004 ekonomik krizlerinin ülke ekonomisini ve özellikle sosyo-ekonomik düzeyi düşük kesimleri olumsuz etkilediğini bildirdi.
Ulaş, Güney Doğu Asya krizinin ardından Kore, Tayvan ve Endonezya'da, Türkiye'de de 2001 krizi sonrasında işsizlik ve yoksulluk oranlarında artış
saptandığını dile getirerek, şunları kaydetti:
"Dünya Bankasının 2003 yılı raporlarına göre Türkiye'de 2000'in 3. çeyreğinde işsizlik oranı yüzde 5.63 iken, 2002'nin 1. çeyreğinde bu oran yüzde
11.76'ya yükselmiştir. İşsizliğin artışına paralel olarak 2001 krizi sonrasında kişi başına düşen gelir de önemli ölçüde azalmıştır. 2000'de kişi başına düşen Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) 3 bin 95 ABD doları iken, 2001'de 2 bin 261 ABD dolarına gerilemiştir."
-KRİZİN TOPLUM SAĞLIĞINA ETKİSİ-
Bugüne kadar gerçekleştirilen bazı araştırmaların, işsizlik ve yoksulluğun fiziksel hastalıklar, bedensel yakınmalar, stres bozuklukları,
depresyon, umutsuzluk, içe kapanma, öz saygı yitimi, bunaltı bozuklukları ve davranış bozuklukları gibi ruh sağlığı sorunlarına yol açtığını anlatan Halis Ulaş, 1987-1996 yılları arasında işsizlik ve ruh sağlığı arasındaki ilişkiyi araştıran 16 çalışmanın 14'ünde, işsizliğin psikolojik iyilik halini olumsuz etkilediğinin saptandığını söyledi.
Ulaş, şunları söyledi: "İşini kaybedenlerde, çalışan bireylere göre 2 kat daha fazla depresyon gözlenmektedir. Kayıt dışı çalışmanın, ruh sağlığı üzerine etkisi ile ilişkili yeterli çalışma bulunmamaktadır. Oysa işsizlik artışı kayıt dışı çalışma oranlarını artırmaktadır. Kayıt dışı çalışmanın ruh sağlığı üzerine etkisini inceleyen bir araştırmada, güvenceli çalışanlar, kayıt dışı çalışanlar ve işsizler sık ruhsal bozukluklar açısından değerlendirilmişler. Hem kayıt dışı çalışan işçilerde hem de işsizlerde sık ruhsal bozukluk oranı güvenceli çalışan işçilere göre 2 kat daha fazla saptanmıştır. Yani ruh sağlığı sorunlarına sadece işsizlik değil güvencesiz çalışma da neden olabilmektedir."
-İŞSİZLİK VE İNTİHAR-
Türkiye Psikiyatri Derneği Dış İlişkiler Sekreteri Uzman Dr. Halis Ulaş, intiharlarla ilişkili sosyal faktörler arasında işsizlik ve sosyo-ekonomik
düzeyin önemli bir yer tuttuğunu bildirdi. İşsizlik ve intihar arasındaki nedensel ilişkiyi araştıran bir çalışmada, "İşsiz olan bireylerin çalışanlara göre intihara bağlı ölümlerinin 2-3 kat arttığının" tespit edildiğini ifade eden Ulaş, şöyle devam etti:
"İntiharın ekonomik krizle ilişkisinin ele alındığı bir araştırmaya göre, 1997 Güney Doğu Asya krizi sonrasında Kore'de intihar oranları yüzde 63
oranında artmıştır. Aynı çalışmada, intihar oranlarının sosyo-ekonomik düzeyi düşük insanlarda daha fazla görüldüğü belirtilmektedir. Benzer şekilde kriz sonrası intihar oranları 1999'da Tayvan tarihindeki en yüksek orana ulaşmıştır.
Ülkemizde yapılan çalışmada da diğer ülkelerdeki araştırma sonuçlarına uygunluk gösteren, düşük sosyo-ekonomik düzeyli kesimlerde intiharların daha sık görüldüğünü destekleyen bulgular elde edilmiştir. Farklı bir çalışmada ise hastaların sağlık güvencelerinin olmaması ile intihar arasında bir ilişki saptanmıştır."
-YOKSULLUK VE ŞİZOFRENİ-
Ulaş, ruhsal sorunlara sahip olmanın, işsizlik ve yoksullukla ilişkili olduğunu vurgulayarak, "Dünya Sağlık Örgütü 2001 verilerine göre Etiyopya,
Finlandiya, Almanya, Hollanda, ABD ve Zimbabwe'de gelir düzeyi düşük olan bireylerde yüksek gelir düzeyine sahip olanlara göre 1.5-2 kat daha fazla
depresyon gözlenmektedir" diye konuştu.
Yapılan çalışmalara göre, ABD'de 16-54 yaş arasındaki 6 milyon işçinin ruh sağlığı sorunlarına bağlı olarak ya işini kaybettiğini ya iş arayamayacak
durumda olduğunu bildiren Halis Ulaş, "İngiltere'de son 20 yıl içinde şizofreni hastalarında istihdam oranları yüzde 10-20 arasında değişmektedir" dedi.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:28
Türk bilim adamlarından büyük keşif! Ergenliği başlatan sinyal sistemini keşfettiler, keşif dünya tıp literatüründe... 15.12.2008 11:24:47
Only the registered members can see the linkı Bilim insanları ergenlik sürecinin başlatılmasında görev alan bir sinyal sistemi buldular.
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ali Kemal Topaloğlu ve arkadaşları, insan beyninde ergenlik sürecinin başlatılmasında rol alan bir sinyal sistemi ve bu sistemde yer alan iki genin rollerini ilk kez ortaya çıkardı.
Topaloğlu, ''İki genden biri bozuk olduğunda insanlar ergenlik sürecine giremiyor, kendi cinslerine ait fiziksel ve cinsel özelliklere sahip olamıyorlar ve ileride ancak çok özel tedavi yöntemleri ile çocuk sahibi olma şansına sahip olabiliyorlar. Keşif sorunun yanıtına ulaşmak için önemli bir basamak sağlayabilir'' dedi
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi, dünya tıp literatürü için çok önemli bir buluşa imza attı. Çocuk Endokrinoloji ve Metabolizma Bilim Dalından Prof. Dr. A. Kemal Topaloğlu ve arkadaşları, insan beyninde ergenlik sürecinin başlatılmasında rol alan bir sinyal sistemi ve bu sistemde yer alan iki genin rollerini ilk kez ortaya çıkardı. Topaloğlu,” İki genden biri bozuk olduğunda insanlar ergenlik sürecine giremiyor, kendi cinslerine ait fiziksel ve cinsel özelliklere sahip olamıyorlar ve ileride ancak çok özel tedavi yöntemleri ile çocuk sahibi olma şansına sahip olabiliyorlar. Bu buluş bu sorunun yanıtına ulaşmada önemli bir basamak sağlamıştır.”dedi
DENEYSEL OLARAK KANITLANDI
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji ve Metabolizma Bilim Dalından Prof. Dr. A. Kemal Topaloğlu ve arkadaşları tarafından yapılan araştırma Nature Genetics dergisinin (Only the registered members can see the link) 11 Aralık 2008 Perşembe günü yayınlanan sayısında yayınlandı. Prof. Dr. Ali Kemal Topaloğlu’nun makalesine göre; insan beyninde ergenlik sürecinin başlatılmasında rol alan bir sinyal sistemi ve bu sistemde yer alan iki genin rolleri ilk kez ortaya çıkarıldı. Bu ileti sisteminin adı Neurokinin sinyal sistemi ve burada rol alan genlerin adı TAC3 ve TACR3’tür. TAC3 neurokinin B adlı bir beyin hormonunu ve TACR3 ise bunun alıcısını (reseptörünü, NK3R) kodlamaktadır. Bu iki genden biri bozuk olduğunda insanlar ergenlik sürecine giremiyor, kendi cinslerine ait fiziksel ve cinsel özelliklere sahip olamıyorlar ve ileride ancak çok özel tedavi yöntemleri ile çocuk sahibi olma şansına sahip olabiliyorlar. Bu hastalık “Hipogonadotropik Hipogonadizm” olarak adlandırılıyor.
İnsanda ve diğer memelilerde ergenlik sürecinin nasıl başladığı günümüz biliminde hala yanıtı olmayan sorulardan biridir. 2005 yılında Science Dergisinde ‘Ergenlik sürecini ne başlatıyor?’ sorusu günümüz biliminin bütün alanlarında yanıtı olmayan 125 sorudan birisi olarak lanse edilmiştir. Bu buluş bu sorunun yanıtına ulaşmada önemli bir basamak sağlamıştır.
TUBİTAK ve Çukurova Üniversitesi’nden destek alınarak yapılan bu araştırmada Prof. Dr. Topaloğlu ve arkadaşları Hipogonadotropik Hipogonadizm hastalığı olan kişilerde bu genlerden birine ait bozuklukları (mutasyonları) saptadılar. Cambridge Üniversitesi’nden Dr. Stephen O’Rahilly ve Dr. Robert K. Semple ve arkadaşları ile yapılan işbirliği çerçevesinde bu mutasyonların kodladıkları proteinlerin fonksiyonlarını bozduğu deneysel olarak kanıtlandı. Bu buluş Nature Genetics adlı dergide Çukurova ve Cambridge Üniversiteleri ortak adresli olarak yayınlandı. Genellikle yeni keşfedilen genlerin yayınlandığı, Genetik ve Moleküler Biyoloji alanında en yüksek etki değerine sahip olan bu saygın bilim dergisinde ilk kez Türk bilim insanları bir Türk Üniversitesi adresli olarak bir makale yayınlanmış oldular.
PROJE NASIL BAŞLADI.
Prof. Dr. A. Kemal Topaloğlu, Nature Genetics Dergisi'nde yayınlanan projenin başlangıcından bugüne kadar geçen evresini şöyle açıkladı:
“2004 yılında projenin ilk fikri oluştu. Çukurova Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Birimi’nin maddi desteği ve etik kurul onayı alındıktan sonra Hipogonadotropik Hipogonadizm’e sahip hastalar ve ailelerinden kan örnekleri alınmaya başlandı. 2005 yılında Eurepean Molecular Biology Organization (EMBO) desteğiyle 6 ay süreyle Cambridge Üniversitesi’nde Profesör Stephen O’Rahilly’nin laboratuarında projenin pilot çalışması yapıldı. 2006 yılında proje genişletilerek 3 yıllık bir süre için yaklaşık 240.000 YTL'lik TÜBİTAK desteği sağlandı. Bu destek ile Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji ve Metabolizma Bilim Dalı laboratuarında Moleküler Endokrinoloji ünitesi kuruldu. Halen sürmekte olan proje çerçevesinde ilk olarak ergenlik sürecinin başlatılmasında Neurokinin B sinyal sisteminin rolü ortaya çıkarıldı. ”
HABER: İSMAİL BAŞKAN
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:29
Eczacılar için tehlike çanları! Çok uluslu şirketlere ait zincir eczaneler işsiz bırakabilir... 15.12.2008 11:09:09
Ege Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Eczacılık İşletmeciliği Anabilim Dalı Öğretim Görevlisi Bülent Kıran, serbest eczacılıkta tehlike çanlarının çaldığını belirterek, "Serbest eczacılık alanı şimdi de IMF ve Dünya Bankası direktifleri doğrultusunda çokuluslu ilaç dağıtım şirketleri ve onların yerli işbirlikçilerinin rekabet alanına açılma tehdidi altında. 24 bin serbest eczaneden büyük bir kısmı kapanacak, yerlerini şirketlere ait zincir eczaneler alacak. Böylece en az 10 bin eczacı işsiz kalacak, her yıl mezun olan bin eczacı da işsizler ordusuna katılacak" iddiasında bulundu.
İzmir Eczacı Odası Onur Kurulu Başkanı Bülent Kıran, üMD+BOMD-ITMD-BOlkemizde eczanelerin halkın en kolay ulaşılabildiği sağlık birimleri, eczacıların da ilaç konusunda en yetkin ve ücretsiz danışmalık hizmeti veren sağlık elemanları olduğunu, ancak eczacıları ve eczacılık mesleğini kara günlerin beklediğini söyledi.
İŞLERİ TEHDİT ALTINDA
Eczacılık fakültelerinden mezun olanların yüzde 85'inin serbest eczacılık yaptığını, ülke genelinde 24 bin eczanede halk sağlığına hizmet verdiklerini belirten Kıran, şöyle konuştu: "MD+BOMD-BOHastanelerde ve ilaç endüstrisinde yeterli sayıda eczacı istihdamı için gerekli yasal düzenlemelerin devlet tarafından bugüne kadar yapılmaması yüzünden eczacılık fakültesi mezunlarına serbest eczacılık dışında başka bir çalışma ve istihdam alanı yok. Ancak eczacılak alanındaki gelişmeler bu mesleğin geleceğini daha şimdiden tehdit altına almış durumda. Hazırlıkları süren yasal düzenlemeler serbest eczanelerin büyük bir kısmının kapanmasına neden olacak. Yerlerini şirketlere ait zincir eczaneler alacak. Bu da eczacıların ciddi bir bölümünün işsiz kalması, bundan sonra mesleğe atılacak gençlerin de işsiz kalacağı gerçeğidir. Sonuçta, eczacılar Türkiye'nin en pahalı ve zor eğitiminden geçip, atıl hale gelmiş bir meslek grubu olacak ve ülkenin insan ve para kaynakları boş yere heba edilecek, ülkemizin insan sağlığını tehdit eden koşullar giderek artacaktır."
Halk sağlığını tehdit eden uygulamalara son verilmesini isteyen Kıran, "Türk halkının kendisine en yakın sağlık birimi ve elamanları olan mahallesindeki eczanelerden ve eczacılardan uzaklaştıran yasal düzenlere ve eğitim alanındaki çarpık uygulamalara son verilerek, toplumun ihtiyaçlarına ve ülke gerçeklerine ve menfaatlerine en uygun yasal düzenlemelerin bir an önce gerçekleştirilmesi ve halk sağlığını tehdit eden durumlara son verilmesi tarihsel bir sorumluluktur" dedi.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:29
Kayınvalideyle yaşamak hasta ediyor! Kalp hastalıklarında risk 3 kat daha fazla... 15.12.2008 09:57:36
Bilim adamlarına göre, geniş ailede yaşayan kadınların ciddi kalp hastalıklarına yakalanma riski diğer kadınlara göre 3 kat daha fazla.
Kayınvalideyle birlikte aynı çatı altında yaşamanın kadınların sağlığını olumsuz etkilediği belirlendi.
Daily Mail gazetesinin haberine göre, bilim adamları evde hem bir kız evlat hem anne hem de eş rollerinin stresiyle yaşamanın, tansiyonun yükselmesine ve hatta şeker hastalığına yol açarak kalp sorunlarının kapısını açtığını belirttiler.
Japon bilim adamları, aile hayatının sağlık üzerindeki etkisini anlamak için sağlıklı orta yaştaki 91 bin kadın ve erkek üzerinde 14 yıl süren araştırma yaptı.
1990-2004 yılları arasında araştırma kapsamındakilerden 671’inde koroner damar hastalıkları görüldü. 339 kişi kalp hastalığından ölürken 6255’i diğer sebeplerden hayatını kaybetti.
Araştırma sonucunda, geniş ailede yaşayan kadınların kalp hastalığına yakalanma riskinin sadece eşiyle yaşayanlara oranla 3 kat fazla olduğu belirlendi. Araştırmaya göre, çocuklarla yaşamak da çocuksuz yaşayanlara oranla bu riski iki kat artırıyor.
Halk sağlığı uzmanı Prof. Hiroyasu İso, geniş ailede yaşamanın kadını kalp hastalığına yatkınlığı artıran sigara, içki gibi alışkanlıklardan uzak tuttuğunun düşünüldüğünü hatırlatarak, ancak “çeşitli aile rollerini üstlenmekten kaynaklanan stresin” kadının bu hastalıklara karşı hassasiyetini önemli ölçüde artırdığını söyledi.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:29
Nöbetçi eczaneler bir tık ötede! Pazartesi gecesi hangi eczaneler nöbette? 15.12.2008 09:44:38
Gecenin bir yarısında nöbetçi eczane bulmak kadar zor bir iş yoktur. Bu sıkıntıyı yaşamamanız için sitemizde günün nöbetçi eczanelerine kolaylıkla ulaşabileceğiniz bir link yayınlıyoruz. Linki tıklayıp sorgulama alanından istediğiniz il ve ilçede bulunan nöbetçi eczaneyi öğrenmeniz mümkün.
İşte 15.12. 2008 tarihinde hizmet veren nöbetçi eczaneler...
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:30
Hangisini seçerdiniz? İşte erkeklerin **** ve futbola bakışı... 15.12.2008 14:01:40
Kadınlar yıllardır erkeklerin futbola ****ten fazla önem vermesinden şikayet etti. Bilim adamları ise nedenini araştırdı.
Nöroloji uzmanlarına göre erkekleri için tuttuğu takımın gol atmasını izlemek **** yapmaya benzer bir duygu.
Glasgow'daki McLean Nörolojik Bilimler Enstitüsü tarafından yürütülen araştırmada uzmanlar futbol taraftarlarının beyinlerini inceledi. Buna göre erkeklerin tuttuğu takımı gol attığında beynin cinsel uyarım ve tatmin duygusuyla ilişkilendirilen kısmı akif hale geçiyor. Ancak gol kaçırıldığında ya da top orta sahada olduğunda beynin ayrı kısımları hareket geçiyor. Çalışma 9 fanatik Glasgow Rangers taraftarı ile yürütüldü.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:30
Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Göz Hastalıkları Uzmanı Doç. Dr. Özlem Evren, bilgisayar başında çalışanlarda gözlerde yorgunluk hissi, yanma, batma, kızarıklık, bulanık görme ve baş ağrısı gibi şikayetler ortaya çıkabildiğini belirterek, "Bilgisayarda 20 dakika çalıştıktan sonra, gözleri kapatarak ya da uzağa bakarak 20 saniye dinlenmek gözleri korur" uyarısında bulundu.
Evren, uzun süreli bilgisayar kullanımından kaynaklanan, "Ekrana Bakma Sendromu" olarak adlandırılan sorunların, göz sağlığını tehdit ettiğini
vurguladı. Günde 6 saatten fazla bilgisayar başında çalışanların yüzde 75'inde, zaman içinde gözlerde yorgunluk, yanma, batma, kızarıklık, bulanık görme ve baş ağrısı gibi şikayetler görüldüğünü anlatan Evren, "Buradaki dikkat çekici nokta, bu sorunların daha önce göz sağlığı yerinde olanlarda ortaya çıkması" dedi.
Bilgisayar başındaki işlerin göz sağlığına olumsuz etkisinin masa başındaki diğer işlerden daha fazla olduğunu kaydeden Evren, şöyle konuştu:
"Kitap okurken gözler aşağıya doğru baktığı için, yakına bakmak ve gözün uyum sağlaması daha kolaydır. Gözleri yormaz. Oysa, bilgisayar ekranı karşısında yazıları, gözlerimiz düz karşıya bakarken okuruz. Bu, gözleri zorlayan bir durumdur. Ayrıca, bilgisayar ekranına düz baktığımız için göz kapaklarımız daha aralıktır. Bu durum, gözyaşının daha çok buharlaşmasına ve gözün kurumasına neden olur. Ayrıca, bilgisayar başında yoğun çalışırken göz kırpma sayımız yarı yarıya düşer. Bu durum da gözlerde kuruluğa neden olur."
IŞIK YANSIMASI VE ÇÖZÜNÜRLÜK
Bilgisayar ekranından ışık yansıması ve çözünürlüğün de göz sağlığı üzerinde önemli etkileri olduğuna dikkati çeken Evren, ekrandan yansıyan ışığın
gözü yorduğunu bildirdi. Bilgisayar ekranına doğru direkt aydınlatma yapılmaması gerektiğini anlatan Evren, "Bu, bilgisayar ekranının üzerine bir ayna konularak test edilebilir. Oturduğunuz noktadan aynada bir ışık kaynağı görüp görmediğinize bakın. Aynada ışık kaynağı görüyorsanız, ekrana direkt yoğun ışık düşüyor ve yansıyor demektir" şeklinde konuştu.
Ekranın çözünürlüğü arttıkça, yazıların daha kolay okunduğunu ve göz yorgunluğunun azaldığını belirten Evren, "Bilgisayar başındaki göz yorgunluğunun nedenlerinden birisi de teşhis edilmemiş kırma kusurlarıdır. Özellikle gizli, yani teşhis edilmemiş hipermetropisi olanlarda bu şikayetler daha çabuk ortaya çıkar" diye konuştu.
Evren, "Ekrana Bakma Sendromu"nun sağlıklı bireylerde bile problem olduğu düşünüldüğünde; kuru göz sorunu olan, göz yaşı miktarını azaltan ve
vücuttan su atmaya yönelik diüretik grubu tansiyon ilacı, alerji için antihistaminik, doğum kontrol hapı ya da kontakt lens kullananlarda bu sorunun
daha belirgin ve hızlı ortaya çıkacağı uyarısını dile getirdi.
ÇOCUKLAR VE BİLGİSAYAR
Çocukların bilgisayar kullanımına yönelik açıklamalar da yapan Evren, şunlara dikkati çekti: "Çocuklar bilgisayar oyunlarına kendilerini çok kaptırırlar ve genellikle yorulduklarını fark etmeden gözlerini son noktaya kadar zorlarlar. Çocukların mükemmel uyum mekanizmaları olduğu için, gözleri ağrısa da kızarsa da bundan şikayetçi olmazlar. Bu da olumsuz durumun farkına varılmasını zorlaştırabilir. Göz kızarıklığı ve gözlerini ovuşturma, böyle bir durumda ortaya çıkan sorunların başındadır."
Çocuklar için önemli başka bir durumun da bilgisayarların yetişkinlere göre ayarlanması olduğunu kaydeden Evren, çocukların bilgisayar karşısında ekrana bakmak için başlarını daha fazla kaldırmak zorunda olduklarını bildirdi. Evren, bunun, çocukların göz kaslarının daha çok yorulmasına, gözlerinin kurumasına ve duruş bozukluklarından dolayı olumsuz beden gelişimine neden olduğuna dikkati çekti.
NELER YAPILMALI
Evren, bilgisayar kullanan çocukların gözlerini korumak için şu önlemlerin alınması gerektiğini bildirdi:
-Kırma kusurunu araştırmak için mutlaka göz muayenesi olmaları gerekir.
-Bilgisayar kullanım süreleri günde en fazla 3-4 saat ile sınırlandırılmalıdır. Her saat başında en az 10 dakika ara vermeleri, oturdukları yerden kalkarak hareket etmeleri sağlanmalıdır.
-Bilgisayar ekranının yüksekliği boylarına uygun olmalıdır.
-Ortam aşırı aydınlatılmamalıdır.
-Bilgisayar ekranının çözünürlüğü yüksek ve mümkünse yansıma yapmayan cinsten olmalıdır.
Evren, erişkinlere yönelik de şu tavsiyelerde bulundu:
-Teşhis edilmemiş bir kırma kusuru açısından göz muayenesinden geçmeleri yararlı olur.
-"20-20" kuralına uymak yararlıdır. Bilgisayarda 20 dakika çalıştıktan sonra, gözleri kapatarak ya da uzağa bakarak 20 saniye dinlenmek gözleri korur.
-Bilinçli olarak gözleri kırpmak göz yaşı kaybını azaltır.
-Bilgisayar ekranı göz hizasının altında olmalıdır. İdeali, bilgisayar ekranının orta noktasının, göz hizamızın 8-10 santimetre altında olmasıdır.
-Fazla yansımaya neden olacağı için bilgisayar ekranı pencereye dönük olmamalıdır. Daha ideali yansıma yapmayan ekran kullanmaktır.
-Çalışma ortamı fazla aydınlatılmamalıdır. Aşırı aydınlatma yapan masa lambalarından kaçınmak gerekir.
-Ekrandaki yazıların netliği ve rengi önemlidir. Görüntü yenileme frekansı yüksek ekranlar daha kolay okunabilir görüntü sağlar. Ayrıca beyaz zemin
üzerine siyah yazı karakterleri, siyah zemin üzerine olanlardan daha az yorucudur.
-Çalışma ortamındaki havanın fazla kurumasını önlemek ve nemlendirmek çalışma konforunu artırır.
-45 yaş üzerinde ve yakın gözlüğü takma ihtiyacı olanlarda yakın gözlüğü dışında, bir de bilgisayar ekranına odaklanan 'Bilgisayar Gözlüğü' kullanılması, ekrana aşırı yaklaşma gerekliliğini azaltır, okuma kolaylığı sağlar.
-Tüm bu önlemlere rağmen gözlerde kızarıklık, batma, yanma şikayetleri oluyorsa, koruyucu içermeyen yapay göz yaşı damlaları kullanılabilir.
-Sorunlar erken dönemde fark edilir ve gerekli basit önlemler alınırsa, kalıcı hale dönüşmesi önlenir.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:31
Türk-İş tarafından yapılan çalışmada, uzun çalışma saatleri, kısa zamanda aşırı iş, ayrımcılık, düşük iş tatmini, düşük ücret, kötü çalışma atmosferi, sosyal güvence ve iş güvencesinden yoksunluk gibi nedenlerin akıl sağlığı problemlerini artırdığı belirtildi.
Çalışmada, "Kimi ulusal ve uluslararası örgütlerin Türkiye'ye sundukları, kıdem tazminatını kaldırma, esnek çalışma, işten çıkarmayı kolaylaştırma, bölgesel asgari ücret gibi reçetelerin, yol açacağı sonuçlar düşünüldüğünde akıllara zarar olduğu gözden kaçırılmamalıdır" denildi. Türk-İş Uluslararası İlişkiler Uzmanı Uğraş Gök, OECD'nin, 2008'de üye ülkelerdeki istihdamın genel durumuna ilişkin verilerinden yararlanarak, istihdam koşullarının akıl sağlığına etkilerine ilişkin bir çalışma yaptı. Buna göre, OECD üyesi ülkelerde hastalık izinlerine, maluliyete nedenolan ve kamunun sağlık yükünü artıran ana hastalıklardan birini akıl sağlığı problemleri oluşturuyor. Meslek hastalıkları içerisinde dünya çapında ilk sırada kas ve iskelet rahatsızlıkları gelirken, bunu akıl sağlığı problemleri izliyor.
Akıl sağlığı problemlerinin tedavi maliyeti ve üretimde neden olduğu dolaylı kayıpların İngiltere'de Gayri Safi Milli Hasılanın yüzde 2'sinden ve Kanada'da yüzde 1,7'sinden fazla olduğu tahmin ediliyor. Çalışan nüfustaki demografik değişimlerin, sosyal güvenceden yoksun ve düşük ücretli işler gibi yapısal değişikliklerin işle ilgili stresi ve dolayısıyla bahsedilen maliyetleri daha da artıracağı öngörülüyor.
"TÜRKİYE'DE YETERİNCE ÖNEM VERİLMİYOR"
Bu arada, Türkiye'de akıl sağlığı problemleri, iş yerinde stres gibi konulara yeterince önem verilmiyor. Çalışanların büyük bölümü yaşadıkları iş yeri kaynaklı stres ve akıl sağlığı problemlerini istenmeyen sonuçlarla karşılaşmamak için gizliyor. Başta işsizlik olmak üzere patron baskısı, iş yerinde kötü ve sağlıksız fiziki koşullar, işini sevmeme, düşük tatmin, yetersiz ücret, işinden olma korkusu, gelecekle ilgili endişe gibi daha pek çok nedenle stres ve psikolojik rahatsızlıklar yaşanıyor. Bu durum, Türk çalışanlarının aile yaşantılarını ve sosyal yaşamlarını da olumsuz yönde etkiliyor. Öte yandan, işsizler ve aktif olmayanlar, çalışanlardan daha yaygın şekilde akıl sağlığı problemleri yaşıyor. İşsizlikle gelen mali ve psikolojik sorunlar akıl sağlığı problemlerini daha da artırıyor. Ayrıca, işsizliğin, yeteneklerin aşınmasından ve işsiz kalan kişinin becerilerini kaybetmesinden dolayı ileride daha düşük ücretlerle çalışmak zorunda kalınmasına neden olacağı belirtiliyor. İşsizlerin akıl sağlığında, işe yerleştirilmelerinin ardından kayda değer iyileşme gözlemleniyor. Türkiye'de de yaşanan uzun süreli yüksek işsizlik oranları dikkate alındığında, iş arayan pek çok işçinin sadece akıl sağlığının değil, becerilerinin de bu durumdan olumsuz etkilendiği ifade ediliyor.
"SUNULAN REÇETELER AKILLARA ZARAR"
Çalışmaya göre, özellikle uzun çalışma saatleri, kısa zamanda aşırı iş, karmaşık görevler, yardım alacak meslektaştan yoksunluk, ayrımcılık, düşük iştatmini, düşük ücret, kötü çalışma atmosferi, sosyal güvence ve iş güvencesinden yoksunluk gibi nedenler akıl sağlığı problemlerini artırıyor. Ayrıca işten atılanların ve uzun süreli işsiz kalanların akıl sağlığı zarar görüyor. İşçinin iş yeri ile yaptığı sözleşmenin biçimi, çalışma saatleri, vardiyalı çalışma, düşük iş güvencesi gibi faktörler de akıl sağlığını olumsuz etkiliyor. Örneğin, uzun süreli sözleşme yapanların ve iş güvencesine sahip olanlar daha az akıl sağlığı sorunları yaşıyor. Geçici işte çalışanların akıl sağlığı,sürekli bir işte çalışanlarınkinden daha çok zarar görüyor. Tam zamanlı çalışan bir kişinin geçici ya da part-time çalışmaya başlaması veya normal standartlara sahip bir işte çalışırken daha düşük standartlarda çalışmak durumunda kalması halinde akıl sağlığının bozulabileceği belirtiliyor.
Türk-İş'in çalışmasında, Türkiye'de bu sorunları yoğun şekilde yaşayan kesimler arasında, sendikal faaliyetleri nedeniyle veya özelleştirme sonrasında işten çıkarılan on binlerce işçinin de yer aldığı ifade ediliyor. Çalışmada, Türkiye'nin özellikle ekonomik alanda yaşadığı sorunlara çeşitli kesimlerin öneriler sunduklarına işaret edilerek, "Kayıt dışı ile mücadele, işsizliği azaltma, rekabet koşullarını geliştirme konularında, kimi ulusal ve uluslararası örgütlerin Türkiye'ye sundukları, kıdem tazminatını kaldırma, esnek çalışma, işten çıkarmayı kolaylaştırma, bölgesel asgari ücret gibi reçetelerin, yol açacağı sonuçlar düşünüldüğünde akıllara zarar olduğu gözden kaçırılmamalıdır" denildi.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:31
Ondokuz Mayıs Üniversitesi (OMÜ) Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Funda Elmacıoğlu, çocuklarda obezitenin, ortaya çıkmasından önce veya başlangıç döneminde önlenmesinin önemli olduğunu bildirdi.
Doç. Dr. Elmacıoğlu, anne sütüyle beslenen bebeklerde obezitenin nadir görüldüğünü söyledi. Mamayla (formüla) beslenen bebeklerin şişman olma olasılığının çok daha yüksek olduğunu belirten Doç. Dr. Elmacıoğlu, "Bunun nedeni bebeğe gerektiğinden fazla mama verilmesi, mamanın verilen miktardan daha fazla yoğunlukta hazırlanması, mamaya bebe bisküvisi, ekmek içi, mısır gevreği gibi gıdaların konulmasıdır" dedi.
Bebeğin her ağlamasının, acıktığını göstermediğini vurgulayan Doç. Dr.Elmacıoğlu, şöyle devam etti: "Bu nedenle bebek her ağladığında beslenmemelidir. Eğer bebek mamayla besleniyorsa buna başka bir şey ilave edilmemeli ve mama suyla hazırlanmalıdır. Mama hazırlanırken bebeğin ayına uygun ölçüde toz konmalıdır. Ek gıdalara erken başlanmamalı, bu konuda mutlaka bir beslenme uzmanına danışılmalıdır. Ek gıdalara başlandıktan sonra ise mama azaltılmalıdır. Biberonla beslenen bebeklerin bir yaşından sonra biberonu bırakmasını sağlamak gerekir. Hazırlanan taze meyve suları, su ve yoğurta asla şeker ilave edilmemelidir."
Doç. Dr. Elmacıoğlu, 5 yaşın altındaki çocuklara kalori hesabıyla diyetin asla önerilmediğini bu dönemde ailelerin yüksek kalorili gıdalardan kaçınması gerektiğini bildirerek, şöyle konuştu:
"Bu yaş çocuklarına kızarmış patates, cips, köfte, börek gibi gıdalar verilmemeli. Çocuklara mümkün olduğunca yağsız kırmızı etle yemekler hazırlanmalı. Ödül amacıyla çikolata, pasta ve kekler verilmemeli. Bu yoğun şekerve yağ karışımları yerine çocuk, kitap, boya, çocuk tiyatrosu, aktiviteyi artıracak oyuncakla ödüllendirilmeli. Çocuğa ana öğünler öğretilmeli ve bu öğünlerde taze salata, yoğurt ve sebze yemeklerinin olması sağlanmalıdır."
Şişmanlığa eğilimli ve sütü seven çocuklar için yarım yağlı süt alınmasıve bu tüketimin günde 2 su bardağını geçmemesi gerektiğine dikkati çeken Doç. Dr. Elmacıoğlu, "Tam yağlı peynir çeşitleri yerine de az yağlı veya yağsız peynirler tercih edilmeli. Piyasada çocuklar için mevcut olan büyüme süt veya büyüme peynirlerinin, gereksiz kalori kaynağı olduğu, çocuğu obeziteye götürebileceği unutulmamalıdır" dedi.
Fast food restoranlarının da çocuklar için uygun yerler olmadığını vurgulayan Doç. Dr. Elmacıoğlu, çocuğu ödüllendirmek adına bu tür menülerin arasıra (ayda bir) tüketilebileceğini ifade etti. İleriki yaşlarda fazla kilolardan kurtulmak için yapılan tıbbi mücadelenin genellikle sonuçsuz kaldığını, bu nedenle çocuklarda obezitenin ortaya çıkmasından önce veya başlangıç döneminde önlenmesinin önemli olduğunu bildiren Doç. Dr. Elmacıoğlu, verdiği bilgiler doğrultusunda ailelerden yemekyeme, yemek pişirme alışkanlıklarını yeniden gözden geçirmelerini önerdi. Doç. Dr. Elmacıoğlu, ayrıca 3-4 yaşındaki çocuğu, çocuk arabasına bindirmenin uygun olmadığını, çocuğa düzenli fizik aktivite alışkanlığı kazandırılması gerektiğini söyledi.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:32
Only the registered members can see the linkİngiltere’de yapılan bir araştırma erkek cinsinin zayıfladığını hatta geçmişe göre daha kadınsı özellikler taşıdığını ortaya koydu.
Erkeklerin kadınsılaşmasının en önemli nedeni çevre kirliliği ve hayatın her alanına giren kimyasallar. Kimyasallar, üremeyi etkiliyor, erkeklerin çocuk sahibi olma kapasitesini düşürüyor.
Chemtrust Vakfı’nın 250’den fazla bilimsel araştırmayı derlediği çalışmaya göre, çevre kirliliği ve son yıllarda hayatın her alanına giren kimyasallar, erkekleri giderek daha kadınsı bir hale getiriyor.
Araştırmada, omurgalı hayvanların her temel sınıfındaki erkek türlerinin çevredeki kimyasallardan etkilendiği, birçok omurgalı türünün erkeklerinde feminen özellikler yaygın şekilde görüldüğü ortaya çıktı.
Gıda ambalajı, kozmetikler, bebek pudraları, mobilya ve elektrikli eşyalar gibi birçok ürün bu kimyasalları içeriyor.
2 KAT FAZLA KIZ ÇOCUĞU
Kanada, Rusya ve İtalya’da bu tür kimyasallarla yoğun biçimde kirlenen bölgelerde yaşayan topluluklarda erkeklerden 2 kat fazla kız çocuğu doğduğu gözlendi. Amerika Birleşik Devletleri ile Japonya’da ise kız bebek sayısı erkek bebekleri 250 bin geçti. Ayrıca 20 ülkede, erkeklerin sperm sayısının son 50 yıl içinde önemli ölçüde düştüğü de belirlendi. Bilim adamları, yetkilileri, çevre kirliliğiyle mücadelede acil önlem almaya çağırdı.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:32
Dermatoloji uzmanlarına danıştık ve sizi daima sağlıklı, pürüzsüz ve pırıl pırıl bir cilde kavuşturacak 10 sırrı derledik.
Sürekli en iyi enstitülerde cilt bakımına gitmek mi yoksa en pahalı kozmetik ürünleri kullanmak mı? Hayır, sağlıklı ve güzel bir cilde sahip olmanın sırrı tüm bunlardan çok daha basit. Yapmanız gereken sadece biraz durmak ve cildinizi dinlemek, sonra da onun ihtiyaçlarına vakit ayırmak. İşte bunun için size yardımcı olacak çok önemli 10 sır:
1- Su, su, su! İşte birinci ve en basit kural. Tam iki litre olmasa bile, günde en az 5-6 bardak su içmelisiniz. Bunu yapmak zaman zaman size çok kolay gelmeyebilir ama su, sağlığınız için olduğu kadar güzelliğiniz için de son derece önemli.
2- Unutmayın ki, yağlı cilt, kirli cilt demek değil! Bu birikim bazılarımızda fazlayken, bazılarımızda daha az oluyor sadece... Az olduğunda cilt kuruyor ve pul pul dökülebiliyor. Bu yüzden önce cilt tipinizi bir uzmanın yardımıyla öğrenmeli ve cildinize uygun ürünler kullanmalısınız.
3- En yaygın problemlerden biri siyah noktalar ve ne yazık ki bunlar hepimizde var. Küçücük olmalarına rağmen bizi çok üzen bu noktacıkların oluşması cildimizin nefes almasını da engelliyor aynı zamanda. Haftada bir gün peeling yaparak yani ölü derilerinizi yok ederek cildininizin nefes almasını sağlayabilirsiniz. Bunun dışında 1 litre kadar suyu kaynattıktan sonra bir kaba boşaltın, içine birkaç tutam papatya kurusu ekleyin ve başınıza bir havluyla örterek kabın içine eğilin. Bir müddet böyle bekleyin. Bu da gözeneklerin açılmasını sağlar ve siyah noktaların atılmasını kolaylaştırır.
4- Cilt temizliğinizde doğal malzemeleri seviyorsanız işte size harika bir tarif daha: Ananas suyu ve yulafı karıştırabilir ve yüzünü bu karışımla temizleyebilirsiniz. Çünkü ananas ölü cilt hücrelerini eriten enzimler içeriyor. Yulafsa cilt yüzeyinin yeniden canlanmasına yardımcı oluyor.
5- Eğer cildiniz makyaj yaptıktan ya da duş aldıktan sonra kaşınıyorsa, bu hassas olduğu anlamına geliyor. Bu durumda yapmanız gereken; cilt tipine göre hazırlanmış bir tonikle yüzünüzü temizlemeniz. En iyi toniğin doğal bir gül suyu olduğunu da hemen hatırlatalım.
6- Stresli olduğunuz ve sürekli geç yattığınız günler çoğunluktaysa, bunun cildinizi etkilemesi kaçınılmaz. Stresle başa çıkmak biraz zor olabilir ama yorgunluğunuzu atmak için dinlenmeye ve stresten arınmaya mutlaka zaman ayırmalısınız. Bunu yapmak da en az kaliteli cilt bakım ürünleri kullanmak kadar önemli.
7- Soğuk kış günlerinde bile güneş cildimize zarar verebiliyor. Güneşin en büyük zararı ise cildi kurutmak. İşte bu nedenle güneş kreminin sadece yaz aylarında kullanılan bir ürün olduğunu düşünmeyin ve kış mevsimine uygun bir koruyucuyu mutlaka çantanızda bulundurun.
8- Cildiniz yağlıysa, mat görünümlü fondötenleri, kuruysa nem veren kapatıcıları tercih etmelisiniz. Çok pürüzsüz bir görünüm için de, fondöteninizi sıvı bronzlaştırıcı veya nemlendiriciyle karıştırarak sürebilirsiniz. Bu oldukça iyi bir sonuç verecektir.
9- Cildiniz kuruysa, donuk ve mat görünüyorsa işte size anında etki edecek özel bir tarif. Bunu, önemli günlerde, makyaj yapmadan hemen önce uygulayabilirsiniz. Bir şeftaliyi ezin, balla karıştırın ve yüzünüze sürün. 10 dakika bekledikten sonra durulayın. Cildiniz kesinlikle ipek gibi olacak...
10- Ve son olarak harika bir öneri daha: Cildinizin güzelliğiyle dikkat çekmesini istiyorsanız yaptığınız makyajın doğal olmasına dikkat etmelisiniz. Pastel tonlarda bir far, şeffaf bir rimel, tatlı pembe bir allık ve parlatıcı bir ruj... Bu yumuşak renkler cildinizi her zaman olduğundan çok daha doğal, taze ve güzel gösterecektir.(Milliyet)
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:33
Medical Park Göztepe Hastane Kompleksi Kanser Hastanesi Onkoloji Direktörü Prof. Dr. Erkan Topuz, 2020 yılında dünyada 25 milyon insanın kanser hastası olacağının tahmin edildiğini belirterek, "Kanser olmamak için bugünden tedbir alın" dedi.
Topuz, AA muhabirine yaptığı açıklamada, dünyadaki kanser vakası sayısının her geçen gün arttığını, sağlıksız beslenme ve kullanılan ürünlerin
hastalığı tetiklediğini ifade etti.
Kanser denilince akla hemen ölüm geldiğini ama kanserin tedavisini bulma yolunda önemli adımlar atıldığını anlatan Topuz, şöyle konuştu:
"Kalp hastası olacağına kanser ol. Kanser çaresiz bir hastalık değildir. Esas olan bilimdir. Tedavi aşamasında alternatif tedavi yöntemleri de gündeme
geliyor. Hiçbir zaman şarlatanlar bilimsel tıbbın önüne geçemez. Şarlatanların icat ettiği bazı bitkiler hastalığı geciktirmekte ve ölüme neden olmaktadır.
Kemoterapi sırasında bazı bitkiler vardır ki hastayı zehirler. Alternatif tıp diye bir şey yoktur, tamamlayıcı tıp vardır. 15 maydanoz koy, 20 dereotu koy, sakın 10 dakika değil, 8 dakika kaynat... Bunlar halkı kandırmaya yönelik tarifler. Bunu diyenler tıp doktoru bile değil, ziraat mühendisi falan."
Dünyada 2020 yılında 25 milyon insanın kansere yakalanacağının tahmin edildiğini anımsatan Topuz, "Hemen kanser olmayı beklemeyin. Kanser olmamak
için bugünden tedbir alın" dedi.
Kanserle mücadelenin anne karnında başladığını dile getiren Topuz, iyi beslenen annenin çocuğunda kanser çıkma riskinin 5 kat daha az olduğunu
söyledi.
Tarım ilacına maruz kalan köylülerin şehirde yaşayanlara göre beyin, lenf ve lösemiye 7 kat daha fazla yakalanma riski bulunduğunu dile getiren Topuz,
"bilinçsiz köylü kansere bizden daha yakın" görüşünü dile getirdi.
-TAMAMLAYICI TIP-
Topuz, kanserden koruyan ve kanser tedavisinde hastalara destek olan tamamlayıcı tıbbın "ruhsal ve bedensel yaklaşımlar" ile "bitkiler" şeklinde
ikiye ayrılabileceğini ifade ederek, tamamlayıcı tıp hakkında şu bilgileri verdi:
"- Dünyada bilinçli kişiler tarafından uygulanan hipnozun kanser ağrılarını azalttığı kabul edilmiştir.
- Bir yerde namaz da Hristiyanların, Musevilerin ibadeti de yoga da meditasyondur. Yani doğrudan doğruya yaratana odaklanarak iyi şeyler dilemek,
güzel düşünmek...
- Kemoterapi ve ilaç tedavisi olan hastalarda önerilmeyen akupunktur, ehil kişiler tarafından uygulanınca bulantı ve kusmayı engelleyebiliyor, kronik
ağları yüzde 36'ya kadar azaltabiliyor, kemoterapi sonrası el ve ayak uyuşukluğunu gideriyor.
- Çin yakın dövüş sanatlarından olan taichi egzersizleri kan ve enerji sirkülasyonunu olumlu etkilediğinden hastalıklara karşı direncin artmasına
yardımcı oluyor, kemik kaybını geciktiriyor.
- Masaj bilinçli kişiler tarafından yapılırsa hastayı rahatlatıyor.
- Acılı arabesk değil, huzur veren müzikler, Mozart, Haydn, Schubert, Beethoven, Brahms dinleyin. Kaos oluşturan gürültülü müzikler dinletilen
farelerin kanser olduğu görüldü. Dans edin.
- Son 10 senede yapılan araştırmalar, ailesinden birini, yakınını kaybedenlerde kanserin daha hızlı çıktığını gösterdi. Stresin kanser üzerindeki
olumsuz etkisi ispat edildi. Mutlu olun, devamlı gülmeye çalışın. 3-4 bin yıl önce Mezopotamya'da çaresiz hastalığa yakalanan insanlar maskların önünden
geçirilir ve güldürmeye çalışılırmış. Eskiler 'Bir kahkaha bir kilogram pirzolaya bedel' der. İnsan neşeli ve mutlu olduğu zaman vücudu potansiyel zararlı maddelere karşı koruyan immun sistemi güçleniyor. Günde 5-6 kez içten kahkaha atın.
- Sevgi-inanç tedavisi önemli. İster Müslüman, ister Hristiyan, ister Musevi ol, seni yaratana inan. Seni yaratana inandığında ve güvendiğinde, sana
destek olacağına inan. Güveneceğiniz bir doktor seçin. Aile sevgisi de çok önemli. Hastayı, ailesi, arkadaşları, komşuları, dostları hayata bağlar.
- Spor yapın. Her 8 kadından birinin meme kanserine yakalanma riski var. Bu nedenle her gün yarım saat yürüyün, aletsiz jimnastik yapın ya da yüzün.
Vücudunuzdaki yağı yakmaya bakın aynı zamanda spor yapınca insan stresten uzak kalır."
-EN UCUZ ANTİOKSİDAN BİBERİYE-
Erkan Topuz, Türkiye'nin yiyecek açısından dünyanın en zengin ülkelerinden biri olduğunu belirterek, doğal olması şartıyla kanser tedavisinde
olumlu etkileri olan yiyecekleri şöyle sıraladı:
"- D-limoen: Limon ve mandalina kabuğunda olan D-limoen kanser tümörünü eritiyor ve çoğalmasını durduruyor. Limon ve mandalina kabuklarını atmayın.
Sirkeli su ile iyice yıkadıktan sonra yiyin.
- Nar: Meme kanserinde nar suyu çok faydalı. Kabuğunda ve çekirdeğinde de büyük şifa var. Meyve ve sebzeleri mevsiminde tüketin. Meyveleri posasıyla
yiyin.
- Mantar: Çeşitli terapötik özellikleri olduğu bilinen en azından 270 mantar türü mevcuttur. Japonya, Çin ve Kore'de yürütülen çok sayıda bilimsel
çalışma mantarların sağlığa yararlı yeni uygulamalarını ortaya koymuştur. Draje halinde satılan bu mantar haplarını eczanelerden bulabilirsiniz. Ayrıca kültür mantarlarından beyaz olanları değil, esmer olanları yiyin. Çünkü mantarlar kanserojen madde ile beyazlatılıyor.
- Kansere karşı etkili olan ellagıc asit, bütün kırmızılarda bulunan bir antioksidandır. Ahududu, çilek, böğürtleni mevsiminde bol bol yiyin.
Yapraklarından çay yapın. Bunlar kemik iliğini harekete geçirir, immun sistemini güçlendirir, tümörlerin erimesine neden olur.
- En ucuz antioksidan olan biberiye tüketin. Çok arsız bir bitkidir, saksıda bile yetişir. Her türlü tümörde etkili olan biberiyeyi aktardan almak
yerine balkonunuzda yetiştirin. Yaşını salatalarınıza atın, kurusunun da çayını yapın. Karahindiba, kuzu kulağı, tere, ökse otu da tüketin.
- En çok havuçta bulunan A vitamini cilt, lenfoma, böbrek, kolon, meme kanserinde çok faydalı.
- Uzun ömrün sırrı domates, erkeklerde prostat, kadınlarda meme kanserinde çok faydalıdır. Ama mevsimlik domates... İyi ev hanımları, 1 Temmuz
ile Eylül sonu arasında üretilen domatesi kışın kullanmak için salça yapar. Ev salçası ve ketçapı kullanın.
- E vitamini için selenyum açısından zengin ananas, yoğurt, enginar, brokoli, karnabahar, kırmızı ve beyaz lahana, semizotu çok tüketin. Bunlar
memedeki ödemi alır."
-YEŞİL ÇAY İÇİN-
Topuz, kanser tedavisinde olumlu etkileri olan yiyecekleri sıralarken, şöyle devam etti:
"- Hücre bölünmesini yavaşlattığı için yeşil çay için. Koyu çay, mide kanseri riski oluşturur. Çayı, açık ve şekersiz olarak tüketin. Günde 2 kupa,
8-10 dakika demlenen yeşil çay için. Her gün papatya ve zencefil çayı için.
- Güçlü bir antioksidan olan indol-3-karbinol, en çok brokoli, karnabahar, kırmızı ve beyaz lahana, semizotu ve turunçgillerde bulunuyor.
Bunlar, meme kanserini önleyen en önemli gıdalar. Dünyadaki en ucuz ve şifalı bitki olan lahanayı haftada bir kez yiyin. Lahana, bağırsak ve karaciğerdeki zehirleri bloke ediyor, tümörlerin bilinçsizce çoğalmasını durduruyor.
- Soya keten tohumu ile birlikte fibrokistlerde, meme kanserinde ve prostat kanserinde çok faydalı. Yemeklerde kullanacağınız yarı zeytinyağı, yarı soya yağı sizi meme kanserinden belli ölçüde koruyacaktır. Soya ayrıca kemik yoğunluğunu da artırıyor. Menopoz döneminde de sıkıntıyı gideren bir özelliği
vardır.
- Antikansorejen olan meyan kökü ülseri kapatır ve ağız yaralarına iyi gelir. Tansiyon ve diyabeti olmayanlar 2 ay meyan kökü içsin, 3 ay ara versin.
- Yoğurt, probiyotik yoğurt kullanılarak evde yapılmalı. Günde 300 gram yoğurt tüketmek meme, kolon, mide, yumurtalık, endometriyoz kanserinde
koruyucu."
- Acı biber, Arnavut biberi mide kanserinden koruyor. Çok şifalı. İmmun sistemini güçlendiriyor. Ancak Gaziantep, Şanlıurfa gibi yerlerde damda
yetiştirilmiş, kurutulmuş biberler aflatoksin denen bir madde ihtiva eder ki karaciğer kanseri yapar. Siz biberinizi saksıda yetiştirin, sonra blender ile çekin ve yemeğinizin üzerine atın.
- Bağışıklık sistemini güçlendiren beta glukan arpa, maya, nişasta, mantar, esmer pirinç ve ekmekte bulunuyor. Özellikle meme kanserine karşı
koruyucu özelliği var.
- D vitamini kanseri önler, belli dozda tüketilmeli.
- At kestanesi. Özellikle hemoroid tedaivisinde iyi. 4-5 tane atkestanesini alın, içine biraz da krem koyarak blendarda ezin, hemoroid tedevisinde kullanın. Ayrıca varis, hemoroid ve meme kanserine bağlı ödem oluşan kollarda kullanılır.
- Karadut hormon atılmayan tek ağaç. mevsiminde bol bol tüketin.
- Kanserden koruyucu etkisi olan melatonin salgısı açısından mutlaka karanlıkta uyuyun. Kanser hücresi aydınlıkta çoğalır, karanlığı sevmez. Saat
22.30-23.00 gibi yatın. Işıksız ve rahat bir uyku, güneşin doğuşuyla kalkmak sağlıklı yaşam tarzınız olsun. Gece vardiyasında çalışanlarda ve aydınlıkta
uyuyanlarda meme kanserine yakalanma riski 5 kat artıyor."
-KORUNMA YOLLARI-
Topuz, kanserden korunmak için yapılması gerekenleri de şöyle sıraladı:
"- Çikolata, kola ve kahveden sakının. Salam, sosis, sucuk, hazır meyve suyu, mayonez, ketçap, konserve tüketmeyin. Yamuk yumuk elma alın.
- Hayvanlara büyüme hormonu verilince süt ve eti artıyor. Bunlar insana da geçiyor. Akciğer kanseri hastalarında aşırı süt tüketenlerde ömür daha da
kısalıyor. Kırmızı ette kuzu eti tercih edin, genellikle kuzular zehirlenmemiştir. Kırmızı et yerine beyaz et tercih edin. Kümes hayvanlarından
köyde yetişenleri yemeye çalışın. Marketlerden aldığınız kümes hayvanlarının derisini yemeyin.
- Beyaz un, şeker ve tuzu hayatınızdan çıkarın.
- Daima bebe şampuanı, defne sabunu ve saf sabun kullanın. Oda spreyi, ter önleyici koltuk altı kremi, deodorant kullanmayın. Organik denilen saç
boyaları bile kanserojendir, kullanmayın, kına yakın.
- Küçük balık tercih edin, dip balığı yemeyin. Balık yaşlandıkça kanserojen etkisi artar. Haftada en fazla bir kilo balık tüketin. En ucuz balığı
tüketin.
- Fast-food'tan uzak durun. Haftada 3 kezden fazla fast-food yiyenlerde kanser riski daha fazla.
- Alkolü kısıtlı kullanın. Sigara içmeyin.
- Stresten uzak durun, pozitif olun.
- Kanserden korunmak bebeklikte başlar. Çocuğunuza gülmeye alıştırın, onu mutlu edecek şeyler yapın. 12 yaşından önce cep telefonu kullanmasına izin
vermeyin. Cep telefonunu kendinizden uzakta şarj edin. Çocuk odasında şarj etmeyin. 30-45 saniyeden fazla konuşmayın. Uzun yolculukta kapatın.
- Televizyonu 5 metre uzaktan izleyin.
- Sprey şeklindeki böcek ilacı kullanmayın.
- Badana yapılan eve 15-20 gün girmeyin. Mobilya cilası kanserojendir. Eski mobilyalarınıza sahip çıkın.
- Sentetik halıdan uzak durun.
- Çocuklarınızın plastik çim bahçelerinde oynamasına izin vermeyin.
- Çocuk bahçelerini ilaçlamayın.
- Mutfakta plastik, bakır, alüminyum kullanmayın.
- Bulaşık makinenizin parlatıcı gözüne sirke koyun. Makineden çıkardıklarınızı sirkeli sudan geçirin. Ne kadar durulansa da üzerinde deterjan
kalır.
- Çamaşır makinesinde zeytinyağlı sabun kullanın."
-ZAYIFLAMA İLAÇLARI KANSEROJEN-
Bütün zayıflama ilaçlarının kanserojen olduğunu vurgulayan Topuz, "Hızlı kilo vermek kanserojendir. Bir ayda 1-1,5 kilo verilir. Kısa sürede aşırı kilo
verenlerde kanser olma riski daha yüksek" dedi.
Prof. Dr. Erkan Topuz, vatandaşları mangal konusunda da uyararak, "Fazla mangal yapmayın. Yaparsanız da fazla pişirmeyin, yakmayın. En ufak yanık
kanserojen riskini artırır. Mangal yerine fırın haşlama, buğulama tercih edin" diye konuştu.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:33
Gıda Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Atakan Güney, ülkedeki illerin yarısında laboratuvar bulunmadığını, yapılan denetimlerde alınan örneklerin diğer illere gönderilip analiz edildiğini bildirdi.
Güney, AB yolundaki Türkiye'de gıda güvenliğinin istenilen düzeyde sağlanamadığını, halen sağlıksız gıda tüketiminin yaygın olduğunu savundu. Özellikle gıda denetimi ve kontrolüne yönelik görevlendirilen Tarım ve Köyişleri Bakanlığının aradan geçen 13 yılda bunu başaramadığının görüldüğünü iddia eden Güney, gıda için ayrı bir bakanlık, başkanlık ya da müsteşarlık oluşturulması, bakanlığın diğer asli görevlerini yürütmesi gerektiğini söyledi.
Gıda konusunda sorunların giderek büyüdüğünü ve içinden çıkılmaz halegeldiğini öne süren Güney, şunları kaydetti: "Ülkede 30 binden fazla üretim, 500 bin civarında da gıda satış yeri bulunuyor. Bakanlığın elindeki personel 5 bin 500. Bu kadar personelle üretim ve satış yerlerinin etkin denetimi çok zor, hatta imkansız. Özellikle yaz aylarında et, süt ve ürünleri, meyve suları ve meşrubatların soğuk zinciri korunmalıdır. Bunlar birkaç saat içinde bozulabilir. Bu gıdalar uygun koşullar sağlanmazsa ölümlere yol açabilecek enfeksiyonlar yaratabiliyor. Buna rağmen denetimler yeterli düzeyde olmadığı için toplum sağlığı risk altına sokuluyor."
'HER İLE LABORATUVAR ŞART'
Bunun yanı sıra 13 yıl önce laboratuvar sayısının 38 olduğunu belirten Güney, şöyle dedi:
"Bugün sayı 40 olmadı. Yani bir iyileşme, gelişme yok. Ülkedeki 81 ilin yarısında laboratuvar yok. Yapılan denetimlerde alınan örnekler diğer illere gönderilip analiz ediliyor. Gelişen Türkiye'de bu kabul edilemez bir durum. Her ile laboratuvar kurulmalı, böylece denetim etkin yürütülmeli. Bu tür aksaklıklar toplum sağlığını tehdit ediyor."
Halk sağlığında en önemli halkanın gıda mühendisleri olduğunu vurgulayan Güney, yapılacak düzenlemelerle gıda güvenliğinin etkin şekilde sağlanması için, gıda mühendislerinin istihdamına ağırlık verilmesi, denetimlerin bilirkişiler tarafından yapılması gerektiğini kaydetti. Güney, denetimlerin özel bir kuruluş tarafından bile yapılabileceğini ifade ederek, sözlerini şöyle sürdürdü:
"Gıda konusu bütün bileşenleriyle, özel sektörü, üniversiteleri, meslek odalarıyla birlikte ele alınmalı. Mutfaktaki yemekte herkesin katkısı olmalı. İşin içinden ancak bu şekilde çıkabiliriz. Bu konuda en önemli köprü olduğumuzu biliyoruz. Biz her zaman göreve, ülkedeki gıdayla ilgili sorunların çözümüne katkıya hazırız."
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:34
Medical Park Göztepe Hastane Kompleksi Kanser Hastanesi Onkoloji Direktörü Prof. Dr. Erkan Topuz, 2020 yılında dünyada 25 milyon insanın kanser hastası olacağının tahmin edildiğini belirterek, "Kanser olmamak için bugünden tedbir alın" dedi.
Topuz, yaptığı açıklamada, dünyadaki kanser vakası sayısının her geçen gün arttığını, sağlıksız beslenme ve kullanılan ürünlerin hastalığı tetiklediğini ifade etti. Kanser denilince akla hemen ölüm geldiğini ama kanserin tedavisini bulma yolunda önemli adımlar atıldığını anlatan Topuz, şöyle konuştu:
"Kalp hastası olacağına kanser ol. Kanser çaresiz bir hastalık değildir. Esas olan bilimdir. Tedavi aşamasında alternatif tedavi yöntemleri de gündeme geliyor. Hiçbir zaman şarlatanlar bilimsel tıbbın önüne geçemez. Şarlatanların icat ettiği bazı bitkiler hastalığı geciktirmekte ve ölüme neden olmaktadır. Kemoterapi sırasında bazı bitkiler vardır ki hastayı zehirler. Alternatif tıpdiye bir şey yoktur, tamamlayıcı tıp vardır. 15 maydanoz koy, 20 dereotu koy,sakın 10 dakika değil, 8 dakika kaynat... Bunlar halkı kandırmaya yöneliktarifler. Bunu diyenler tıp doktoru bile değil, ziraat mühendisi falan."Dünyada 2020 yılında 25 milyon insanın kansere yakalanacağının tahminedildiğini anımsatan Topuz, "Hemen kanser olmayı beklemeyin. Kanser olmamakiçin bugünden tedbir alın" dedi. Kanserle mücadelenin anne karnında başladığını dile getiren Topuz, iyi beslenen annenin çocuğunda kanser çıkma riskinin 5 kat daha az olduğunu söyledi.Tarım ilacına maruz kalan köylülerin şehirde yaşayanlara göre beyin, lenfve lösemiye 7 kat daha fazla yakalanma riski bulunduğunu dile getiren Topuz,"bilinçsiz köylü kansere bizden daha yakın" görüşünü dile getirdi.
TAMAMLAYICI TIP
Topuz, kanserden koruyan ve kanser tedavisinde hastalara destek olantamamlayıcı tıbbın "ruhsal ve bedensel yaklaşımlar" ile "bitkiler" şeklindeikiye ayrılabileceğini ifade ederek, tamamlayıcı tıp hakkında şu bilgileri verdi:"
- Dünyada bilinçli kişiler tarafından uygulanan hipnozun kanser ağrılarını azalttığı kabul edilmiştir.
- Bir yerde namaz da Hristiyanların, Musevilerin ibadeti de yoga da meditasyondur. Yani doğrudan doğruya yaratana odaklanarak iyi şeyler dilemek,güzel düşünmek...
- Kemoterapi ve ilaç tedavisi olan hastalarda önerilmeyen akupunktur,ehil kişiler tarafından uygulanınca bulantı ve kusmayı engelleyebiliyor, kronikağları yüzde 36'ya kadar azaltabiliyor, kemoterapi sonrası el ve ayakuyuşukluğunu gideriyor.
- Çin yakın dövüş sanatlarından olan taichi egzersizleri kan ve enerji sirkülasyonunu olumlu etkilediğinden hastalıklara karşı direncin artmasına yardımcı oluyor, kemik kaybını geciktiriyor.
- Masaj bilinçli kişiler tarafından yapılırsa hastayı rahatlatıyor.
- Acılı arabesk değil, huzur veren müzikler, Mozart, Haydn, Schubert,Beethoven, Brahms dinleyin. Kaos oluşturan gürültülü müzikler dinletilen farelerin kanser olduğu görüldü. Dans edin.
- Son 10 senede yapılan araştırmalar, ailesinden birini, yakınını kaybedenlerde kanserin daha hızlı çıktığını gösterdi. Stresin kanser üzerindekiolumsuz etkisi ispat edildi. Mutlu olun, devamlı gülmeye çalışın. 3-4 bin yılönce Mezopotamya'da çaresiz hastalığa yakalanan insanlar maskların önündengeçirilir ve güldürmeye çalışılırmış. Eskiler 'Bir kahkaha bir kilogram pirzolayabedel' der. İnsan neşeli ve mutlu olduğu zaman vücudu potansiyel zararlımaddelere karşı koruyan immun sistemi güçleniyor. Günde 5-6 kez içten kahkahaatın.- Sevgi-inanç tedavisi önemli. İster Müslüman, ister Hristiyan, isterMusevi ol, seni yaratana inan. Seni yaratana inandığında ve güvendiğinde, sanadestek olacağına inan. Güveneceğiniz bir doktor seçin. Aile sevgisi de çokönemli. Hastayı, ailesi, arkadaşları, komşuları, dostları hayata bağlar.- Spor yapın. Her 8 kadından birinin meme kanserine yakalanma riski var.Bu nedenle her gün yarım saat yürüyün, aletsiz jimnastik yapın ya da yüzün.Vücudunuzdaki yağı yakmaya bakın aynı zamanda spor yapınca insan stresten uzakkalır."
EN UCUZ ANTİOKSİDAN BİBERİYE
Erkan Topuz, Türkiye'nin yiyecek açısından dünyanın en zenginülkelerinden biri olduğunu belirterek, doğal olması şartıyla kanser tedavisindeolumlu etkileri olan yiyecekleri şöyle sıraladı:
- D-limoen: Limon ve mandalina kabuğunda olan D-limoen kanser tümörünü eritiyor ve çoğalmasını durduruyor. Limon ve mandalina kabuklarını atmayın.Sirkeli su ile iyice yıkadıktan sonra yiyin.
- Nar: Meme kanserinde nar suyu çok faydalı. Kabuğunda ve çekirdeğinde debüyük şifa var. Meyve ve sebzeleri mevsiminde tüketin. Meyveleri posasıyla yiyin.
- Mantar: Çeşitli terapötik özellikleri olduğu bilinen en azından 270 mantar türü mevcuttur. Japonya, Çin ve Kore'de yürütülen çok sayıda bilimsel çalışma mantarların sağlığa yararlı yeni uygulamalarını ortaya koymuştur. Drajehalinde satılan bu mantar haplarını eczanelerden bulabilirsiniz. Ayrıca kültürmantarlarından beyaz olanları değil, esmer olanları yiyin. Çünkü mantarlarkanserojen madde ile beyazlatılıyor.
- Kansere karşı etkili olan ellagıc asit, bütün kırmızılarda bulunan bir antioksidandır. Ahududu, çilek, böğürtleni mevsiminde bol bol yiyin. Yapraklarından çay yapın. Bunlar kemik iliğini harekete geçirir, immun sisteminigüçlendirir, tümörlerin erimesine neden olur.
- En ucuz antioksidan olan biberiye tüketin. Çok arsız bir bitkidir,saksıda bile yetişir. Her türlü tümörde etkili olan biberiyeyi aktardan almakyerine balkonunuzda yetiştirin. Yaşını salatalarınıza atın, kurusunun da çayını yapın. Karahindiba, kuzu kulağı, tere, ökse otu da tüketin.
- En çok havuçta bulunan A vitamini cilt, lenfoma, böbrek, kolon, memekanserinde çok faydalı.
- Uzun ömrün sırrı domates, erkeklerde prostat, kadınlarda memekanserinde çok faydalıdır. Ama mevsimlik domates... İyi ev hanımları, 1 Temmuzile Eylül sonu arasında üretilen domatesi kışın kullanmak için salça yapar. Evsalçası ve ketçapı kullanın.
- E vitamini için selenyum açısından zengin ananas, yoğurt, enginar, brokoli, karnabahar, kırmızı ve beyaz lahana, semizotu çok tüketin. Bunlar memedeki ödemi alır."
YEŞİL ÇAY İÇİN
Topuz, kanser tedavisinde olumlu etkileri olan yiyecekleri sıralarken, şöyle devam etti:
- Hücre bölünmesini yavaşlattığı için yeşil çay için. Koyu çay, midekanseri riski oluşturur. Çayı, açık ve şekersiz olarak tüketin. Günde 2 kupa, 8-10 dakika demlenen yeşil çay için. Her gün papatya ve zencefil çayı için.
- Güçlü bir antioksidan olan indol-3-karbinol, en çok brokoli, karnıbahar, kırmızı ve beyaz lahana, semizotu ve turunçgillerde bulunuyor. Bunlar, meme kanserini önleyen en önemli gıdalar. Dünyadaki en ucuz ve şifalı bitki olan lahanayı haftada bir kez yiyin. Lahana, bağırsak ve karaciğerdeki zehirleri bloke ediyor, tümörlerin bilinçsizce çoğalmasını durduruyor.
- Soya keten tohumu ile birlikte fibrokistlerde, meme kanserinde veprostat kanserinde çok faydalı. Yemeklerde kullanacağınız yarı zeytinyağı, yarısoya yağı sizi meme kanserinden belli ölçüde koruyacaktır. Soya ayrıca kemik yoğunluğunu da artırıyor. Menopoz döneminde de sıkıntıyı gideren bir özelliği vardır.
- Antikansorejen olan meyan kökü ülseri kapatır ve ağız yaralarına iyigelir. Tansiyon ve diyabeti olmayanlar 2 ay meyan kökü içsin, 3 ay ara versin.
- Yoğurt, probiyotik yoğurt kullanılarak evde yapılmalı. Günde 300 gramyoğurt tüketmek meme, kolon, mide, yumurtalık, endometriyoz kanserinde koruyucu.
- Acı biber, Arnavut biberi mide kanserinden koruyor. Çok şifalı. İmmunsistemini güçlendiriyor. Ancak Gaziantep, Şanlıurfa gibi yerlerde damda yetiştirilmiş, kurutulmuş biberler aflatoksin denen bir madde ihtiva eder kikaraciğer kanseri yapar. Siz biberinizi saksıda yetiştirin, sonra blender ileçekin ve yemeğinizin üzerine atın.
- Bağışıklık sistemini güçlendiren beta glukan arpa, maya, nişasta,mantar, esmer pirinç ve ekmekte bulunuyor. Özellikle meme kanserine karşıkoruyucu özelliği var.
- D vitamini kanseri önler, belli dozda tüketilmeli.
- At kestanesi. Özellikle hemoroid tedaivisinde iyi. 4-5 tane atkestanesini alın, içine biraz da krem koyarak blendarda ezin, hemoroidtedevisinde kullanın. Ayrıca varis, hemoroid ve meme kanserine bağlı ödem oluşankollarda kullanılır.
- Karadut hormon atılmayan tek ağaç. mevsiminde bol bol tüketin.
- Kanserden koruyucu etkisi olan melatonin salgısı açısından mutlakakaranlıkta uyuyun. Kanser hücresi aydınlıkta çoğalır, karanlığı sevmez. Saat 22.30-23.00 gibi yatın. Işıksız ve rahat bir uyku, güneşin doğuşuyla kalkmak sağlıklı yaşam tarzınız olsun. Gece vardiyasında çalışanlarda ve aydınlıkta uyuyanlarda meme kanserine yakalanma riski 5 kat artıyor."
KORUNMA YOLLARI
Topuz, kanserden korunmak için yapılması gerekenleri de şöyle sıraladı:
- Çikolata, kola ve kahveden sakının. Salam, sosis, sucuk, hazır meyvesuyu, mayonez, ketçap, konserve tüketmeyin. Yamuk yumuk elma alın.
- Hayvanlara büyüme hormonu verilince süt ve eti artıyor. Bunlar insanada geçiyor. Akciğer kanseri hastalarında aşırı süt tüketenlerde ömür daha dakısalıyor. Kırmızı ette kuzu eti tercih edin, genellikle kuzularzehirlenmemiştir. Kırmızı et yerine beyaz et tercih edin. Kümes hayvanlarındanköyde yetişenleri yemeye çalışın. Marketlerden aldığınız kümes hayvanlarınınderisini yemeyin.
- Beyaz un, şeker ve tuzu hayatınızdan çıkarın.
- Daima bebe şampuanı, defne sabunu ve saf sabun kullanın. Oda spreyi,ter önleyici koltuk altı kremi, deodorant kullanmayın. Organik denilen saçboyaları bile kanserojendir, kullanmayın, kına yakın.- Küçük balık tercih edin, dip balığı yemeyin. Balık yaşlandıkçakanserojen etkisi artar. Haftada en fazla bir kilo balık tüketin. En ucuz balığıtüketin.
- Fast-food'tan uzak durun. Haftada 3 kezden fazla fast-food yiyenlerdekanser riski daha fazla.
- Alkolü kısıtlı kullanın. Sigara içmeyin.
- Stresten uzak durun, pozitif olun.
- Kanserden korunmak bebeklikte başlar. Çocuğunuza gülmeye alıştırın, onumutlu edecek şeyler yapın. 12 yaşından önce cep telefonu kullanmasına izinvermeyin. Cep telefonunu kendinizden uzakta şarj edin. Çocuk odasında şarjetmeyin. 30-45 saniyeden fazla konuşmayın. Uzun yolculukta kapatın.
- Televizyonu 5 metre uzaktan izleyin.
- Sprey şeklindeki böcek ilacı kullanmayın.
- Badana yapılan eve 15-20 gün girmeyin. Mobilya cilası kanserojendir.Eski mobilyalarınıza sahip çıkın.
- Sentetik halıdan uzak durun.
- Çocuklarınızın plastik çim bahçelerinde oynamasına izin vermeyin.
- Çocuk bahçelerini ilaçlamayın.
- Mutfakta plastik, bakır, alüminyum kullanmayın.
- Bulaşık makinenizin parlatıcı gözüne sirke koyun. Makinedençıkardıklarınızı sirkeli sudan geçirin. Ne kadar durulansa da üzerinde deterjankalır.
- Çamaşır makinesinde zeytinyağlı sabun kullanın.
ZAYIFLAMA İLAÇLARI KANSEROJEN
Bütün zayıflama ilaçlarının kanserojen olduğunu vurgulayan Topuz, "Hızlı kilo vermek kanserojendir. Bir ayda 1-1,5 kilo verilir. Kısa sürede aşırı kilo verenlerde kanser olma riski daha yüksek" dedi. Prof. Dr. Erkan Topuz, vatandaşları mangal konusunda da uyararak, "Fazla mangal yapmayın. Yaparsanız da fazla pişirmeyin, yakmayın. En ufak yanık kanserojen riskini artırır. Mangal yerine fırın haşlama, buğulama tercih edin" diye konuştu.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:35
Obezite, diyabet, kalp-damar gibi hastalıklarda tedaviye yardımcı olması açısından yapay tatlandırıcılar kullanılabilir. Ancak ‘light’, ‘diyet’, ‘şekersiz’, ‘kalorisiz’ veya ‘diyabetik’ ibareleri besinlerin sınırsız tüketilebileceği anlamına gelmez.
İnsan sağlığını önemli ölçüde tehdit eden hastalıklarda medikal tedavinin yanı sıra en etkin yol diyet tedavisidir. Bu hastalıkların tedavisi için diyetlerinde şeker ve şekerli yiyeceklerin tüketimi kısıtlanır. Kısıtlamanın yanı sıra; diyabetli hastalarda tatlı algılama duyusunun azalması ve tatlı yiyeceklerin genelde sevilmesinden dolayı tatlı yeme isteği artmaktadır. Bu ihtiyaçtan dolayı; şeker yerine kullanılabilecek, aynı tadı veren ancak sağlık açısından sakıncası olmayan düşük kalorili veya kalori içermeyen bazı yapay tatlandırıcılar kullanılmaktadır.
Yapay tatlandırıcılar ile hazırlanmış ürünlerin dikkatli tüketilmesi gerektiğini belirten Ataşehir Memorial Tıp Merkezi Beslenme ve Diyet Bölümü’nden Diyetisyen Şefika Aydın, yapay tatlandırıcıların genel olarak 2 gruba ayrıldığını söyleyerek şu bilgileri verdi:
ENERJİ İÇEREN YAPAY TATLANDIRICILAR
Sükroz: Sofra şekeri olarak da bilinen şeker pancarı ve kamışından elde edilen bir disakkarittir. Bal, mısır şurubu ve esmer şekerin yapısındadır.
Fruktoz: Fruktoz meyvelerde ve balda doğal olarak bulunmaktadır. Diyabetik ürünlerin yapımında da kullanılmaktadır.
Sorbitol: Sebze ve meyvelerde doğal olarak bulunmaktadır. Günlük alım miktarı 30 gramı geçtiğinde hazımsızlığa ve ishale yol açabilir.
Mannitol: Tatlılık derecesi glikoz kadardır. Gıda sanayinde, çiklet ve şeker üretiminde tatlandırıcı olarak kullanılmaktadır.
Ksilitol: Meyve ve sebzelerde (Çilek, malta eriği, karnabahar) bulunmaktadır. Diş çürüklerine karşı koruyucu etkisi bulunmaktadır.
ENERJİ İÇERMEYEN YAPAY TATLANDIRICILAR
Aspartam: Ülkemizde diyabetik baklavada, diyet içeceklerde, kahvaltılık tahıllarda, süt, yoğurt, tatlı, çay ve kahvede kullanılabilmektedir.
Asesülfam-K (Asesülfam potasyum): Çay, kahve, kahvaltılık tahıl, tatlı, çiklet, meyve ve diğer yiyeceklerde kullanılabilir.
Sakkarin: Çay şekerinden 300-400 kat daha fazla tatlıdır. Yüksek dozda sakarin alımının hayvanlarda üriner sistem tümörlerine neden olduğu ortaya çıkınca insanlarda sakarin kullanımının kanser ile ilişkisi olabileceği riski nedeniyle kullanımı yasaklamıştır.
Siklamat: Sukroza göre 30 kere daha tatlıdır. Aşırı siklamat alımı ishale neden olmaktadır.
İDEAL BİR TATLANDIRICI NASIL OLMALIDIR?
Sağlık Bakanlığı’nın “özel beslenme amaçlı gıdalar” tebliğinde kullanılmasına izin verilen yapay tatlandırıcılar belirlenmiştir. İdeal bir tatlandırıcı; şekerin duyusal özelliklerini içeren, çözelti halindeyken renksiz, kokusuz, suda çabuk eriyebilen, ekonomik, fonksiyonel, ısıya dayanıklı, düşük kalorili, ağızda acı ve metalik tat bırakmayan hoş bir tada sahip olmalıdır. Toksik ve kanserojenik olmamalıdır.
TÜKETİM SIKLIĞI VE MİKTARINA DİKKAT
Daha çok tercih edilen yapay tatlandırıcılar enerji içermeyenler olup tablet formu sıkça kullanılmaktadır. Özellikle tablet formu yüksek ısıda acı tat bırakmasından dolayı kaynamakta olan besinin içerisine atılmamalıdır. Diyabetliler, obezler, ve kilolarını korumak isteyen kişiler için enerji içermeyen tatlandırıcılarla yapılan hazır yiyecek ve içeceklerin tüketimi sıklığına ve miktarına dikkat edilirse sağlığa zararlı olmaz. Özellikle piyasada bulunan tatlandırıcı ile yapılmış bu hazır gıdaların etiket bilgisi ve beslenme programında yer alması için değişim ölçümlerinin bilinmesi ve bilinçli tüketilmesi gerekmektedir. Çünkü besinlerde; “light”, “diyet”, “şekersiz”, “kalorisiz” veya “diyabetik” ibarelerinin olması bu besinleri herkesin rahatça, sınırsız tüketeceği anlamına gelmez.
HAMİLELER YAPAY TATLANDIRICI KULLANMASIN
Gebelikte kullanımı sakıncalı çünkü; laboratuvar hayvanlarında plasentayı geçerek fetüste biriktiği görülmüş ve bebek için sakıncalı hale gelmiştir. Bu nedenle de hamile kadınların tatlandırıcı kullanması yasaklanmıştır. Hazır gıda tüketimlerinin de mümkün olduğunca sınırlandırılması gerekmektedir.
GÜNDE 10 ADET KULLANILMASINDA SAKINCA YOK
Sağlığa zararı olmadığı bilinen aspartam, sakkarin ve asesulfam-K gibi enerji içermeyen tatlandırıcılar yeterli ve dengeli bir beslenme kapsamında yiyecek ve içeceklerin tatlandırılmasında belirli ölçülerde tüketilebilir. Bu miktarı Dünya Sağlık Örgütü ve besin ilaç örgütü günde 10 adete kadar kullanımının sakıncalı olmadığını bildirmişlerdir. Özellikle diyabetlilerde en yüksek günlük dozun öğretilmesi gerekir. Amerikan Tıp Konseyi bu miktarı 2,5 mg/kg/gün olarak alımı sağlık olarak güvenli miktar olarak belirlemiştir.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:35
Eskişehir'de 31 yaşındaki bir kadının midesinden, ameliyatla 1.5 kilo ağırlığında saç çıkarıldı.
Eskişehir'in Seyitgazi İlçesi'nde oturan bir aylık evli Ü.A., kusma ve iştahsızlık şikayetiyle yakınları tarafından Eskişehir Özel Anadolu Hastanesi'ne götürüldü. Yapılan tetkikler sonucunda ameliyata alınan Ü.A.'nın midesinden 1.5 kilo saç çıkarıldı.
Özel Anadolu Hastanesi genel cerrahi uzmanlarından Op. Dr.İhsan Oruk, Ü.A.'nın psikolojik rahatsızlığı nedeniyle 3 yıldan bu yana saçlarını yediğinin anlaşıldığını belirterek şöyle konuştu:
"Bu tip hastalar saçın yanı sıra metal, pamuk veya bitki artıklarını yutuyorlar. Saç yumakları mide çıkışını tıkadığı için hasta bize karın ağrısı, kusma ve yemek yiyememe şikayetiyle geldi. Yapılan tetkiklerde mide bölgesinde büyük bir kitlenin olduğunu tespit ettik. Yaptığımız ameliyatla hastanın midesinden bir buçuk kilo saç çıkarttık."
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:36
ABD'de yapılan bir araştırma, çocukluğunda ya da gençliğinde pasif içici olan kadınların kısırlık sorunu yaşamaya da düşük yapma ihtimallerinin oldukça yüksek olduğunu ortaya koydu.
Araştırmaya göre, sigarada bulunan toksinler, üremeyle ilgili hormon faaliyetlerini etkileyerek, kadınların bünyelerinde kalıcı hasara yol açabiliyor. New York'ta bulunan Rochester Üniversitesinin öğretim üyesi Luke Pepponeve Roswell Park Kanser Enstitüsünde görevli Dr. Kenneth Piazza'nın öncülüğünde yapılan, 4 bin 800 kadının durumunun incelendiği çalışmada, sigara içen ya da pasif içici olan kadınlara, hamileliklerinin detayları, hamile kalma girişimlerive yaptıkları düşüklerle ilgili sorular soruldu.
Sonuçları "Tobacco Control" dergisinde yer alan çalışmada, denek kadınların yüzde 11'inin hamile kalmakta zorlandığı, üçte birinin ise en az bir düşük yaptığı belirlendi. Araştırmaya göre, ebeveynleri sigara içen kadınlar, sigarasız ortamda büyüyen kadınlara göre yüzde 26 oranında daha zor hamile kalıyor ve düşük yapma oranları da söz konusu kadınlara kıyasla yüzde 39 daha fazla.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:36
Only the registered members can see the link binden fazla kişi üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, mutlululuk iş arkadaşları dışında, arkadaşlar ya da aile bireyleri arasında bulaşıcı.
Harvard Tıp Okulu’ndan Nicholas Christakis ve Kaliforniya Üniversitesi’nden James Fowler, 5 binden fazla kişinin katıldığı araştırmanın sonucunda mutluluk ve mutsuzluğun sosyal ve coğrafi yakınlık kıstaslarına bağlı olduğu sonucuna vardı.
Buna göre, örneğin bir kişinin arkadaşı kendisine 800 metreden az uzaklıkta yaşıyorsa bu kişinin mutluluğunun artma ihtimali yüzde 42. Arkadaşın 1,5 kilometreden az uzaklıkta yaşaması durumundaysa mutluluk yüzde 25 artıyor, uzaklık arttıkça mutluluk oranı azalıyor.
1971-2003’te arasında yapılan, 21-70 yaş grubunda 5124 kişinin katıldığı araştırmaya göre, mutluluk şansı mutlu bir eşle beraber yaşama durumunda yüzde 8, yakında mutlu bir arkadaşın yaşaması durumunda yüzde 14, mutlu komşuların olması durumundaysa yüzde 34 artıyor.
Mutluluğun sosyal gruplar arasında yayılabildiğine dikkati çeken araştırmacılar, ancak bu formülün iş yerinde geçerli olmadığını, burada duygusal durumun yayılmasının sınırlı kalabileceğini belirtti.
Araştırma, İngiliz Tıp Dergisi’nde yayımlandı.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:37
Only the registered members can see the link İstanbul İl Sağlık Müdürü Mehmet Bakar, korsan ambulansların polis telsizi dinleyerek 112 Ambulanslarından önce olay yerine gittiğini söyledi. Bakar, korsan ambulansların hasta ve yaralıları anlaşmalı oldukları hastaneye pazarladıklarını belirtti.
Geçtiğimiz günlerde özel bir ambulansın trafik kazası geçiren yaralıyı karga tulumba taşıması ile ilgili görüntüler, özel ambulansların hasta kapma yarışını gündeme getirmişti. Hasta kapma yarışı yapan bazı özel ambulansların polis telsizi dinleyerek olay yerine 112 ambulanslarından önce gittikleri ortaya çıktı. Konuyla ilgili Cihan Haber Ajansı'nın sorularını cevaplayan İl Sağlık Müdürü Mehmet Bakar, özel ambulansları periyodik olarak denetlediklerini, şartlara uymayanların ruhsatlarının iptal edildiğini belirtti. Şartları uygun olan bazı ambulansların ise korsan olarak hasta ve yaralılara müdahalede bulunduğunu vurgulayan Bakar, "Zaten bu ambulanslar İstanbul'un her yerinde faaliyet göstermezler. Birkaç yerde kendilerini konumlandırmışlardır. Olay yerine hızlı gitmek için polis telsizi dinliyorlar. Asıl amaç hastaya erken ulaşmak değil orada. Ana mesele hastayı götürecekleri hastaneyle olan ilişkileridir. Ya o hastanenin ambulansıdır. Ya da bazı özel hastanelere hasta pazarlamak gibi bir iştir bu." diye konuştu. Emniyetin telsiz dinlemeyi engellemediğini söyleyen Bakar, "Biz de engelleyemeyiz." ifadesini kullandı.
Korsan ambulansların yakalandıktan sonra ruhsatlarına el konulduğunu bildiren Bakar, hasta sahipleri şikayet etmediği için bir şey yapamadıklarını vurguladı. Bakar, "Ortada bir şikâyet söz konusu değilse biz bir şey yapamıyoruz. Burada amaç anlaşmış olduğu hastayı götürüp hasta üzerinden prim alması söz konusu olabilir." ifadesini kullandı.
Korsan özel ambulansların vatandaşları fahiş fiyatlarla taşıdıklarını aktaran Bakar, şikayet gelmesi halinde işlem yapılacağını dile getirdi. Bakar, "Vatandaş farkında bile olmadığı için orada fahiş fiyatlarla taşınıyor. Eğer vatandaşımız, kendisini rahatsız edecek bir fiyat istendiği takdirde bunu ispat edebileceği bir fatura söz konusuysa müdürlüğümüze müracaat ettiğinde biz gereken işlemi yaparız." şeklinde konuştu.
Yapılan yanlışların tüm özel ambulanslara mal edilemeyeceğine dikkat çeken Bakar, "Bunlar sadece birkaç ambulanstan ibarettir. Bunu çok geniş bir özel ambulans ağıyla karıştırmamak lazım." Şeklinde konuştu.
"İSTANBUL HAVA AMBULANSARINA KAVUŞUYOR"
İstanbul'da çok kısa bir süre içinde 2 helikopterin hava ambulansı olarak hizmete başlayacağını belirten Bakar, 1 hava ambulansının da kafileye ekleneceğini ifade etti. Hava ambulanslarının daha çok yakın illerden İstanbul'a getirilecek hastaları taşımak için kullanılacağının altını çizen Bakar, "Bütün altyapımızı hazırladık. Yakında helikopterlerimizi gelecek. Gelir gelmez İstanbul'a komşu vilayetlerden sürekli hasta nakli olur. Biz en kısa zamanda hava ambulansımızı aktif bir şekilde kullanmak istiyoruz. " dedi.
Bu doğrultuda bazı hastanelerin bahçelerine helikopter pistleri yapıldı. İstanbul'da hizmet verecek 3 hava ambulansı yakın şehirlerden getirdiği acil vakaları kısa bir süre içinde ilgili hastaneye ulaştırabilecek.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:37
Çocuklarda daha çok 4 ila 12 yaşlarında nöbet biçiminde görülen “gece korkularının” (pavor nocturna) kalıtsal olabileceği belirtildi.
Kanada’nın Montreal kentindeki Uyku Bozuklukları Merkezinden bir ekibin yaptığı araştırma, “gece korkularının” yüzde 40’ının soya çekimle açıklanabileceğini ortaya koydu.
En büyüğü 30 aylık 390 tek ve çift yumurta ikizleri üzerinde yapılan araştırma, tek yumurta ikizlerinden biri böyle bir sorun yaşadığında diğerinde bu bozukluğun görülme ihtimalinin yaklaşık yüzde 68 olduğu görüldü. Çift yumurta ikizlerindeyse bu riskin yüzde 24’e düştüğü belirlendi.
Araştırmacılar, ebeveynleri bu davranış bozukluğuna sahip çocuklarda “gece korkularının” görülme riskinin daha fazla olduğu sonucuna vardı.
Önceki araştırmaların da kalıtsal etkenlerin, uyurgezerlik ya da uykuda konuşma vakaları gibi bazı uyku bozukluklarının nedeni olabileceğini gösterdiğini belirten araştırmacılar, ateş, uyumadan hemen önce yemek yemek, idrar torbasının dolu olması ya da ailede stresli bir olayın yaşanması gibi başka etkenlerin de “gece korkularına” yol açabileceğini vurguladılar.
Tüm durumlarda gece korkularının (sık ve sürekli olduğu durumlar hariç) psikolojik veya sosyal sonuçlar doğurmadığına dikkati çeken araştırmacılar, bu bozukluğun yaş ilerledikçe kendiliğinden kaybolabileceğini belirttiler.
Araştırma Pediatrics dergisi ve Fransız Nouvel Observateur gazetesinin internet sitesinde yayımlandı.
PAVOR NOCTURNA NEDİR?
“Gece korkuları” çocuklar uykuya daldıktan 1-2 saat sonra nöbet biçiminde görülen önemli bir bozukluk. “Gece korkuları” olan çocuk panik şekilde çığlık atarak uyanır, terlenir.
Çocuğun yatakta derin soluk alıp verdiği ve kalbinin hızlı çarptığı gözlenir. Bu nöbet 10 dakika içinde kendiliğinden geçer. Bozukluk, genellikle, yaş ilerledikçe kendiliğinden kaybolabiliyor, ancak bazı durumlarda tedavi gerekebiliyor.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:38
Fareler üzerinde denenen yeni kök hücre tedavisi ile yıpranmış kalp onarılabilecek. Geliştirilen yeni kök hücresi tedavisiyle, gelecekte kalp nakilleri tarihe karışabilir.
Zira, fareler üzerinde denenen yöntem, insanlarda da başarı sağlarsa, tespit edilen özel hücreler geliştirilerek yıpranmış kalp onarılabilecek.
Her 1 milyon normal kalp hücresinde, sadece 300 tane bulunuyor. İşlevi, kalbi yıpranma ve aşınmalara karşı korumak. ABD’li Profesör Michael Schneider’ın kalp kasında tespit ettiği özel kök hücre, kalp nakillerini ortadan kaldırabilir.
ABD’li profesör İngiliz meslektaşlarıyla fareler üzerinde denediği yöntemle özel hücreleri, kalpten ayırıp laboratuar ortamında klonladı ardından da hücreleri çoğaltıp farenin kalbine doku olarak yerleştirdi.
Yöntem farelerde başarılı oldu. Bu sayede kalp onarıldı, kan pompalama gücü de arttı.
Bilimadamları çalışmayı insanlara benzer bir anatomiye sahip domuzlar üzerinde denemeye hazırlanıyor. Bunu 2-3 yıl içinde insanlar üzerindeki deneyleri izleyecek.
Yeni buluşlara verilen tıbbın Oscar’ı, The Medical Futures Innovation ödülüne layık görülen yöntemin, kalp hastalıklarının tedavisinde çok önemli kazanımlar sağlaması bekleniyor.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:39
Sezaryenle doğan bebeklerin astıma yakalanma riskinin normal doğanlardan daha fazla olabileceği bildirildi.
Son yıllarda özellikle gelişmiş ülkelerde astıma yakalanan çocukların sayısı arttı. Hollanda'daki Sağlık ve Çevre Enstitüsünden Dr. Caroline Roduit ve ekibi, 8 yıl boyunca Hollanda'da Mayıs 1996 ile Aralık 1997'de dünyaya gelen, 247'si (yüzde 8,5) sezaryenle doğmuş 2 bin 917 çocuğun sağlık durumunu araştırdı.
Bu çocuklardan yüzde 12,4'ünün 8 yaşından itibaren astıma yakalandığını gören bilim adamları, sezaryenle doğan çocukların astıma yakalanma riskinin daha fazla olduğu sonucuna vardı.
Araştırmacılar, anne ya da babası alerjik bünyeye sahip çocukların astım riskinin iki kat, bu riskin anne ve babası da alerjik olanlarda üç kat arttığına dikkati çekiler.
Thorax adlı dergide yayımlanan araştırmanın, çocuğun astıma yakalanmasında kalıtsal ve çevresel etkenlerin birleşmesinin önemini gösterdiğini belirten bilim adamları, sezaryen oranının artmasının tıbbı gereklilik olmadan, kısmen annelerin talebinden kaynaklandığını ifade ettiler.
Son yıllarda özellikle gelişmiş ülkelerde astıma yakalanan çocukların sayısı arttı. Sezaryenle doğum oranı da gelişmiş ülkelerin çoğunda artış gösterdi. Sezaryenle doğum oranı 1970'lerde yüzde 5 iken bazı yerlerde 2000'de yüzde 30'un üzerine çıktı.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:39
Yoksa **** bağımlısı mısınız?Uzmanlar, **** bağımlılığının en çok çocukluğunda ihmal edilmiş kişilerde görüldüğü konusunda hemfikir.
**** bağımlılığının pek çok nedeni olsa da uzmanlar, özellikle çocukluğunda ihmal edilmiş ya da cinsel istismara uğramış kişilerin ileride bağımlı olabileceklerini vurguluyorlar. **** bağımlılığının ne kadar yaygın olduğunu tam olarak bilemediklerini söyleyen uzmanlar, bunun cinsiyetle, eğitim seviyesiyle, sosyal ya da ekonomik durumla ilgili olmadığını belirtiyor.
İnsanların bu konularda dürüstçe açıklama yapmamaları, sorunun toplumsal boyutunu tahmin etmeyi güçleştiriyor. Sıradan bir ev kadınından kıdemli bir yargıca kadar hemen herkes aslında bir **** bağımlısı olabilir.
TERAPİ YÖNTEMİ
Sorunun çözümü için bağımlının terapiye başvurması gerektiğini söyleyen uzmanlar, ilk adımın, kişinin kendine ve karşısındakilere zarar verdiğini kabul etmesi olduğunu belirtiyorlar. Pek çok terapist, bu tür hastaları için 'motivasyon artırma' yöntemini benimsiyor. Değişim için hastanın motive edilmesini temel alan bu yaklaşımda uzmanlar, hastaya bütün hayatlarıyla ilgili sorular sorarak, sorunun kaynağı olarak görülen alanlara ayna tutuyor.
Hastanın değişmek için istekli olmasını sağlamaya çabalıyor. Bir sonraki aşamada da tedavi hedefleri belirleniyor. Kimi terapist hastalarına ****ten uzak durmayı öğütlerken, bazıları da bunun ters tepki yapabileceğini söylüyor. Her hastanın yaşamının ve deneyimlerinin ayrı birer vaka olarak ele alınıp, sapmaya yol açan nedenleri teker teker incemek gerektiği vurgulanıyor.
SİZ DE BAĞIMLI MISINIZ?
- **** ve aşk hayatınızı insanlardan saklar mısınız?
- Çevrenize nereye gittiğiniz ve kimlerle görüştüğünüz kokusunda yalan söyler misiniz?
- Cinsel ihtiyaçlarınız normalde tercih etmeyeceğiniz kişilerle beraber olmanıza neden oldu mu?
- Kendinizi, **** isteğini arttıran dergilere ya da bir otel odasındaki ***** film kanallarına bakarken buluyor musunuz?
- Partnerinizle **** yaptıktan sonra birlikte vakit geçirmek ve konuşmak yerine ondan uzaklaşıyor musunuz?
- İnternette **** sitelerine ya da **** hakkında konuşmak için chat odaları giriyor musunuz?
- Kendinizi sanal ****e kaptırıp zamanın nasıl geçtiğini unutuyor musunuz?
- **** yapmak istemediğinizi düşünüyor ya da vücudunuzdan utanıyor musunuz?
- **** yapmak eskiden olduğu kadar heyecanlanmanıza ve rahatlamanıza neden oluyor mu?
- Hiç röntgencilik, teşhircilik, fuhuş, kendinden küçüklerle **** ya da açık saçık telefon görüşmeleri yaptınız mı? Yaptıysanız suçüstü yakalandınız mı?
- **** yaparken, hastalık, hamile kalma, baskı ve şiddet riskini göze alıyor musunuz?
- ****le ilgili davranışlarınız, kendinizi umutsuz, depresif, suçlu ya da dışlanmış hissetmenize sebep oldu mu?
TEST DEĞERLENDİRMESİ
Eğer sorulardan dört ya da daha fazlasına "Evet" yanıtı verdiyseniz, **** bağımlısı olma ihtimaliniz oldukça fazla. Bu durumda, terapi görmeniz etkili olabilir.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:39
Her kadın mükemmel bir ciltle doğuyor. Ancak zaman ilerledikçe sivilce, gözenek ve lekeler cildin güzelliğini tehdit ediyor. Bunlarla savaşın yolu ise bilinçli bakımdan geçiyor
Cildinizle temas eden her şey, cildinizin yıpranmasına neden oluyor. Lekeler, sivilceler, gözenekler ve siyah noktalar cildimizin dış faktörlerden etkilendiğinin en büyük kanıtı. Birçok uzman, çevresel faktörlerin cildimizin yaşlanmasına sebep olduğunu söylüyor. Bu etkenlerin hiç olmadığı varsayıldığında, normal insan cildinin 40-50 yaşına gelene kadar kırışık, yıpranma gibi sorunlarla karşılaşmayacağı biliniyor. Yani bu bilgiye göre bu etkileri en aza indirmek ve cildimizin kaderini değiştirmek elimizde.
Lekeler
Uzun süre güneşe maruz kalan ciltler UVA ve UVB ışınlarından zarar görüyor ve deride güneşin olumsuz etkileri ortaya çıkıyor. Bu etkiler güneşe bağlı deri yaşlanması, ciltte ince veya kalın çizgilenme, kuruluk, ince kırmızı damarcıklar, renk bozukluğu, derinin esnekliğinin azalması, gözeneklerin ve siyah noktaların büyümesi şeklinde sıralanabilir. Her gün düzenli olarak güneş koruyucusu kullanırsanız, uzun yıllar sonra bile genç bir cilde sahip olabilirsiniz.
Belirginleşen çiller
Çiller açık ve daha koyu lekeler olarak en çok yanak, alın ve çene bölgesinde görülüyor. Genelde güneşli mevsimlerde artarken güneşsiz mevsimlerde azalma fark edilebiliyor. Açık renk tenli kişilerde özellikle de kızıl saçlı kişilerde daha çok çil oluyor.
Kış aylarında derinin renk pigmenti olan melanin daha az üretilirken, güneşli havalarda üretim artıyor. Çiller yaz aylarında bu nedenle daha belirginleşiyor. Çiller için her zaman güneşten korumanın dışında bakıma gerek yok. Yüksek koruma faktörlü kremler devamlı ve dikkatli bir şekilde kullanılırsa çillerin rengi de solabiliyor. Ayrıca bazı leke giderici kremlerin düzenli kullanımı da fayda sağlıyor. Kimyasal peeling de, lazer ve ışın terapileri yenilenmeyi hızlandıracağından, çillerden kurtulmanızı da hızlandırabiliyor.
Yetişkin akneleri
Sivilceler yağ bezelerinin fazla çalışmasından, hormon veya metabolizma bozukluklarından kaynaklanıyor. Sivilcelerle oynamamak ve sıkmamak, yüzü günde 3-4 kez temizlemek gerekiyor.
Ergenlik döneminden sonra sivilceler genellikle âdet döneminde yaşanan hormonal bozukluklar ve stresle ortaya çıkabiliyor. Stresli hissettiğimiz dönemlerde, böbrekler kortizol denen hormonları salgılıyor ve bu hormonlar cildin yağlanmasına neden oluyor. Bunun için sivilcelere karşı temizleyici bir ürün kullanarak hafif ovalamayla ciltteki ölü tabakaların atılması şart.
Genişleyen gözenekler
Gözeneklerin yağ üretme ve salgılama görevi cildi alerjiden ve çevre kirliliğinden korur. Gözeneksiz bir cilt yapısına sahip olsaydık, yağlar derinin altına iner, yüzde kistler oluşur ve deri altında enfeksiyonlar meydana gelirdi. Bu nedenle gözeneksiz bir cilt hayali kurmak pek doğru değil. Bazen gözenekler fazla yağlanma nedeniyle tıkanabilir. Gözenekleri kapatmaya çalışmak yerine, fazla yağlanmayı engellemek ya da dengelemek gerekiyor.
35 yaşın altındaki dengeli ve genç ciltlerde gözeneklerin kapanması kolaydır. Ama 35 yaşın üzerinde biraz zorlaşır. Çünkü deri kalınlaşmış, çizgiler belirginleş-miştir. Gözenekleri kapatmak için mücadele vermek yerine, daha fazla büyümelerini önlemek gerekir. Cildi türüne göre süt ve tonikle temizlemek en doğrusudur. Ardından sürülecek bir nemlendirici kremle bakım tamamlanabilir./Nazlı Barantan-Milliyet
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:40
Only the registered members can see the linkılan araştırmalarda bel ağrısının gelir düzeyi yüksek ülkelerde, gelir düzeyi düşük olan ülkelere göre 2-4 kat daha fazla görüldüğü tespit edilmiştir.
Bel ağrıları, insanlık tarihinin en eski hastalıklarından biridir. Bel ağrıları hakkındaki ilk yazılı belgeler M.Ö. 1500 yıllarına kadar uzanır. Yapılan araştırmalarda bel ağrısının gelir düzeyi yüksek ülkelerde, gelir düzeyi düşük olan ülkelere göre 2-4 kat daha fazla görüldüğü tespit edilmiştir.Bel ağrısı pek çok ülkede iş gücü kaybında ikinci sırayı almaktadır. Bu da üretim azalmasını etkilemektedir.
Bel ağrısı, tüm dünya nüfusunun yüzde 80’inde, hayatın herhangi bir döneminde ortaya çıkabilir. Bel ağrısının görülme sıklığı insanın yaşı ile de yakından ilgilidir. En sık 45-54 yaş grubunda görülür. 60 yaşından sonra görülme sıklığı azalır. Kadınlarda görülme sıklığı erkeklere göre daha fazladır. Burada etken kadınların yapısından ve daha duyarlı oluşlarındandır. Bel ağrısında uğraşılan meslekler risk faktörleridir.
Kilo bel fıtığı sebebi mi?
Yapılan çalışmalarda bel ağrısıyla vücut yapısı arasında anlamlı bir ilişki kurulamamıştır. Yani kilolu biri, bel ağrısı riski daha fazla olan bir insan değildir. Fakat mesleklerin rolü fazladır. Ağır bedensel iş gücüne ihtiyaç duyulan mesleklerde özellikle de bir ağırlığı dönerek kaldıranlarda bel ağrısı sık görülür. Uzun süreli oturanlarda ve devamlı araç kullananlarda da bel ağrısına sık rastlanır.
Kadınlar ağır işçi
Özellikle sağlık personeli, ağır vasıta sürücüleri, ağır sanayide çalışanlarda da risk yüksektir. Bu arada ülkemizdeki kadınları da ağır işçi kabul etmek durumundayız. Ağır iş yapanlarda bel ağrısı görülme sıklığı diğerlerine göre dört misli civarındadır.
Bel ağrısının ana nedenlerinden biri de sosyo- psikolojik faktörlerdir. Stres, işi sevmeme, işten tatmin olmama ve hatta kötü bir yönetici de bel ağrısı nedenleri arasında sayılabilir. Devamlı egzersiz yapan kişilerde ve fiziksel aktiviteleri iyi olanlarda bel ağrısı daha az görülür. Bel ağrısı oluştuğu zaman bazen uzun süreli istirahatlar, ikinci bel ağrısı gelmemesi için korkularak davranılması da bel kaslarında güçsüzlüğe ve kısalmalara neden olacağından yine risk faktörleri arasında sayılabilir. Sigara içmek de bel ağrısı nedeni olarak bilinmektedir. Ayrıca uzun süreli devam eden öksürük ve kemik erimesinin (osteoporoz) de bel ağrısını artırdığı görülmüştür.
Kişilerin bel ağrısı nedeniyle çevrelerinden gördükleri ilgi ve yardım etme gibi davranışlar da bel ağrılarını daha sık hale getirmektedir. Ayrıca ülkemizdeki ekonomik şartlar da insanların belini bükmektedir.
Her “belim ağrıyor” dendiğinde bel fıtığı düşünmemek gerekir. Bel ağrısı yapan nedenler içinde kanserler, enfeksiyonlar, romatizmal hastalıklar, kas zorlanmaları, böbrek hastalıkları, damar anomalileri vb. sayabiliriz.
Peki “Bu kadar çok bel ağrısı nedenleri arasında bel fıtığının oranı nedir?” diye sorarsak...
Oldukça büyük bir orandır. Bel fıtığının belirti verenleri ve vermeyenleri de var. Bilimsel bir çalışmada 20-60 yaş gurubu insanlarında hiçbir bel sorunu olmayan kişilerde MR çekildiği zaman ortalama yüzde 30- 40 oranında bel fıtığı gözlemlenmiştir. Demek ki MR’ın hayatımıza, sağlık teknolojisine girmesiyle birlikte bel fıtığı olan hastalarda bir artma görülmüştür.
Ayrıca bel fıtığında diskin sinire bası yaptığı yere göre de hastalardaki bulgular değişmektedir. Bazen ağrı sadece belde oluşur, bazen kasıklara, bazen de bacağa vurur. Fakat bizim burada korkacağımız bulgu ağrı değildir. Sinirdeki basılara bağlı oluşacak kas gücü kayıplarıdır, refleks ve ileri duyu kayıplarıdır.
Otururken bele çok yük biner
Hasta bir yana eğik yürüyorsa (kompansatuar scolyoz) burada vücudun kendi kendini savunması devreye girmiştir. O bölgedeki sinirin zedelenmemesi, fonksiyonlarında bir bozukluk olmaması için vücut kendi tedbirlerini almaktadır. Yine vücut hastaya bazen de oturma demektedir. Çünkü bele en çok yük bindiği pozisyondur oturma pozisyonu, yani hastanın kilosunun iki misli. Yani 70 kg’lık bir hasta ise otururken bele binen yük 140 kg’dir. Ayaktayken ise bu 20 kg daha eksiktir. Hasta uzandığı zaman ise bele sadece 20 kg yük biner. Vücut da 20 kg’lık yükü onaylar. Yatarken de o kendine göre en uygun pozisyonu bulur.
Yattığı yerin ortopedik olması kaydıyla en uygun pozisyon da ana rahmindeki çocuğun pozisyonudur. Hasta ağrıyan bacağını karnına doğru topladığında daha rahat ettiğini görecektir.
Ayrıca bel fıtığı hastalarının otururken ve ayaktayken balenli lumbostat korse kullanmaları şarttır, yatarken çıkarmak kaydıyla. Tabii ki korse kullanımı da hastalığın akut dönemleri için gereklidir. Çünkü uzun süreli korse kullanımı da hasta da bel kaslarının ve karın kaslarının zayıflamasına neden olur.
Tedavinin başlangıcında hastalara ilaç tedavisi ve fizik tedavi programları uygulanır. Ayrıca istirahat tavsiye edilir. Fakat istirahat de uzun süreli olmamalıdır. Fizik tedavinin 10. gününden itibaren hastalara egzersiz ve rehabilitasyon programları uygulamaları başlanır.
Yalnız bir şeyi unutmamak lazım, şayet hastanın ayak parmaklarında güç kaybı oluşmaya başlamışsa, tedavinin daha ilk gününden bu güç kaybına bağlı sorunu düzeltmek için kas kuvvetlendirici egzersizlere başlanmalıdır. Ciddi yapılan bir tedavide parmak-lardaki güç kaybı 12. veya 13. günlerde düzelebilmektedir.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:40
Geçmiş yıllarda madde kullanımına başlama yaşı 12 iken, merkezimize yapılan başvurularda alt sınırın 10'a düştüğü saptandı
Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Alkol ve Madde Bağımlılığı Tedavi ve Eğitim Merkezi (AMATEM) ve 2. Psikiyatri Kliniği Şefi Doç. Dr. Nesrin Dilbaz, uyuşturucu madde kullanım yaşının her geçen gün düştüğünü belirterek, ''Geçmiş yıllarda madde kullanımına başlama yaşı 12 iken, merkezimize yapılan başvurularda alt sınırın 10'a düştüğü saptandı'' dedi.
Dilbaz, AA muhabirine yaptığı açıklamada, bağımlılığın bir aile hastalığı olduğunu, tedavinin ömür boyu sürdüğünü ve hastalığın tedavisinde gönüllülüğün esas alındığını, hastayla birlikte eş, kardeş, anne ve babanın da bu süreçten etkilendiğini belirtti.
Tedavinin başarılı olabilmesi için hastanın istekli olmasının, hekime ve tedaviye inanmasının, ailesinden her türlü desteği almasının çok önemli olduğunu vurgulayan Dilbaz, bağımlılığın kronik bir hastalık olduğunu, zaman zaman iyileşme görülürken zaman zaman da ataklar gelişebileceğini kaydetti.
''MADDE BAĞIMLISI SAYISI ARTIYOR''
Dilbaz, son yıllarda yapılan çalışmalarda madde bağımlığı nedeniyle tedavi gören hasta sayısının artış gösterdiğine dikkati çekerek, özellikle madde bağımlılığına gençlik döneminde başlandığını ifade etti.
AMATEM 2004-Haziran 2008 verilerine göre madde bağımlılığı (bali, ecstacy, eroin, esrar gibi) nedeniyle tedavi gören hasta sayısının her geçen yıl arttığının tespit edildiğini belirten Dilbaz, bu sürede merkezde toplam 3018 hastaya yataklı tedavi hizmeti verildiğini, bunların yüzde 55'inin Ankara, yüzde 45'inin ise Ankara dışından başvuruda bulunduğunu bildirdi.
Yatan hastaların yüzde 90'ının sosyal güvencesi olduğunu ifade eden Dilbaz, şunları kaydetti:
''1486 (yüzde 43,4) alkol, 713 (yüzde 30,8) eroin, 275 (yüzde 5,7) uçucu, 343 (yüzde 19,9) diğer maddeler yatış nedenidir. Madde kullanmaya başlama yaşı 10-63 arasında değişmektedir. Geçmiş yıllarda madde kullanımına başlama yaşı 12 iken, merkezimize yapılan başvurularda alt sınırın 10'a düştüğü saptanmıştır.
Alkol nedeni ile yatan hastaların yüzde 76'sı Ankara'da yaşamaktadır. Eroin nedeni ile yatan hastaların illere göre dağılımı ise yüzde 38 Gaziantep-Kilis, yüzde 20 Van-Hakkari, yüzde 9 Hatay, geri kalanı ise diğer illerdir.
Uçucu madde nedeni ile yatan hastaların ikamet yerleri ise yüzde 58 Ankara, yüzde 10 Kayseri, yüzde 4 Yozgat, yüzde 4 Niğde ve yüzde 3 Konya illeridir.
Yatan hastaların yüzde 18'ini 18 yaş altı gençler oluşturmaktadır. Gençlerin yüzde 77'si aileleri ile yaşarken sadece yüzde 6'sı sokakta yaşamaktadır. Hastaların yüzde 95'i 15-18 yaş grubundadır. İkamet yerleri: yüzde 47 Ankara, yüzde 9,1 Kayseri, yüzde 7,6 Niğde, yüzde 6,1 Yozgat, yüzde 4,5 Konya'dır. Esas kullandıkları madde ise yüzde 71 bali, yüzde 16 esrar olarak saptanmıştır.''
Damar içi madde kullanıcılarının çoğunun enjektörü ortak kullandıklarını ifade eden Dilbaz, ''Damar içi madde kullanıcılarının bulaşıcı hastalık açısından ikinci bir sağlık problemi oluyor. Çünkü birden fazla kullanıcı aynı enjektörü kullanıyor. Bu da hepatit ve AIDS gibi kan yoluyla bulaşan hastalıklara neden oluyor'' diye konuştu.
''SOSYAL ÇEVRENİN ETKİSİYLE TEKRAR BAŞLIYORLAR''
Tedavi olan hastaların bir kısmının tekrar bağımlılık kazandığına işaret eden Dilbaz, şöyle konuştu:
''Hastalık, tedavi edildikten sonra zaman zaman tekrarlıyor. Tedavinin yaşam boyu sürmesi gerekiyor. Aynı diyabet gibi, onda nasıl şeker alımı kontrol ediliyorsa bunda da madde alımının kontrol edilmesi gerekiyor. AMATEM ve benzer merkezlerde sadece tıbbi tedavi yapılıyor. Tedavi, rehabilitasyon ile desteklenmeli. Hastaların, maddeye tekrar başlamamaları için madde kullandıkları gruptan çıkıp, başka bir sosyal gruba katılmış olmaları gerekiyor.''
''TÜM ÇEVREMİ KAYBETTİM''
Uçucu madde bağımlısı S.G, babasının ani ölümünün ardından psikolojik sıkıntı yaşadığını ve arkadaşlarının etkisiyle uçucu madde kullanmaya başladığını anlatan 18 yaşındaki S.G, ''Babamın ölümünün ardından okuldan uzaklaştım, yalnızlaştım. 12 yaşından bu yana uçucu madde kullanıyorum. Çok pişmanım'' dedi.
Birkaç yıl önce tedavi gördükten sonra 1.5 yıl hiçbir şey kullanmadığını ancak kız arkadaşının terk etmesinden sonra tekrar kullanmaya başladığını ve şu an tedavi altında olduğunu ifade eden S.G, yaşamın çok güzel olduğunu ve bir daha kullanmamak için elinden geleni yapacağını söyledi.
Eski eroin bağımlısı 24 yaşındaki A.S de tekstil sektöründe çalıştığını ancak eroin, bali, ecstacy kullanmaya başladıktan sonra işini ve sosyal çevresini tamamen kaybettiğini dile getirerek, ''İlk olarak 14 yaşında alkol, ardından da çevremin etkisiyle diğerlerini kullanmaya başladım. Artık işsizim ve uyuşturucuyla tanıştığım günden bugüne tüm çevremi kaybettim. Bugün taburcu oluyorum. Tedavi sonrasında yeni bir hayata başlıyorum'' diye konuştu.
39 yaşındaki H.P. (39) ise 25 yıldır eroin bağımlısı olduğunu, ilk 14 yaşındayken Almanya'da kullanmaya başladığını belirterek, ''Arkadaş çevresiyle başladım. Tedavinin başarılı olabilmesi için mutlaka çevre değiştirilmeli. Yepyeni insanlarla tekrar hayata başlanmalı. Çünkü bu öyle pis bir şey ki siz tedavi olduktan sonra bir kez gördüğünüz mü kendinizi tutamıyorsunuz'' dedi.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:41
Vücuda başka yararlarının yanı sıra özellikle "karaciğerin dostu" olarak bilinen turpun, bol vitamini nedeniyle kış aylarında sofralardan eksik edilmemesi gerektiği belirtildi.
Türkiye’nin turp üretiminin yüzde 70’inin karşılandığı Osmaniye’nin Kadirli ilçesinde hasat başladı. Yıllık 25 ton üretim gerçekleşen ve ilçe
ekonomisine 15 milyon YTL katkı sağlayan turp, bu yıl da üreticilerin yüzünü güldürmeye devam ediyor. Özellikle havaların yağışlı gitmesinin üreticileri daha da mutlu ettiğine değinen Kadirli Ziraat Odası Başkanı Hanifi İspir, sabahın ilk ışıklarıyla soğuk havaya rağmen tarlada başlayan turpun zahmetli yolculuğunun şehir merkezinden geçen Savrun Çayı üzerine kurulu havuzlarda yıkanıp paketlenmesi ile devam ettiğini belirtti.
İspir, adına her yıl uluslararası festival düzenlenerek ağalık seçimi yapılan turpun ortalama 5 bin kişiye istihdam sağladığını belirterek, "havaların
son günlerde yağışlı gitmesi nedeniyle fiyat olarak sezona iyi başladı. Bu yıl 35 bin dekar alana ekimi yapılan turpun kilosu 25 ile 30 YKr’den alıcı buluyor. Piyasada ise 50 YKr’den satılıyor. Kadirli ekonomisi için çok büyük katkısı var" dedi.
HER GÜN BİR FİNCAN TURP SUYU
Kadirli İlçe Tarım Müdürü Fatin Rüştü Özeser de vitamin yönünden çok zengin olan turpun böbrek taşı, astım, sarılık, safra kesesi, bronşit, öksürük,
karaciğer ve romatizma gibi hastalıklara iyi geldiğini vurguladı. Turpun içerisinde C, B1, B2 vitaminleri, şekerler, nişasta, hardal yağı ve askorbik asidin bulunduğuna değinen Özeser, şunları kaydetti: "İster yeşil salataya süs olarak, isterseniz rendelenmiş olarak yiyebilirsiniz. Özellikle kış aylarında turpu sofranızdan eksik etmeyin. Her gün içilen 1 kahve fincan turp suyu karaciğeri güçlendirip safra kesesindeki taşları eritiyor. Ayrıca, soğuk algınlığı sebebiyle ortaya çıkan inatçı öksürükte 1 tatlı kaşığı turp suyu içmek, öksürük şurubu kadar etkili. Turp, böbreklerdeki mikropları öldürür, kum taşlarının dökülmesine de yardımcı olur. Aynı zamanda kabızlığı giderip, diş etlerini kuvvetlendirir."
Özeser, Türkiye genelinde bilinen 10 türü bulunan ve anavatanı Akdeniz Bölgesi olan turpun "Japon", "kırmızı", "siyah" ve "beyaz" olmak üzere
dört çeşidinin Kadirli’de yetiştirildiğini söyledi. Özsezer, turpun çiğ köfte ve pilav gibi yemeklerin yanında sofraların vazgeçilmez yiyeceklerinden biri olduğunu sözlerine ekledi. Her yıl turpun para etmesinin festivalde ağalık seçimlerini kızıştırdığını anlatan Kadirli Belediye Başkanı Mustafa Türkmenoğlu ise, "2007 yılında ’Turp Ağalığı’, turpun para etmemesi nedeniyle 5 bin YTL’ye giderken, bu yıl ’Turp Ağalığı’ için 20 bin YTL ödendi. Buradan elde edilen gelir bir sonraki turp festivalinde değerlendirilecek" diye konuştu.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:41
Beyinden ve bağırsaklarımızdan salgılanan hormonlar yeme olayında etkilidir. Bu sayede iştah azaltır veya artar. Ghrelin iştahı arttırdığı bilinen tek hormondur. Açsanız, sürekli yeme isteği duyacaksınız. O nedenle doymak diyetin en büyük sırrıdır.
Yapılan araştırmalar beynin hipotalamus bölgesinin iştah kontrolü üzerinde önemli olduğunu gösterir. Bu bölgeden salgılanan hormonlar iştahı etkiler, tokluk ve açlık hissini doğurur. Bağırsaklarımızdan salgılanan hormonlar da yemede etkilidir. Kan şekerinin azalması veya artması beyne etki eder. İştah azalır veya artar.
KİLOYU KORUMAK İÇİN
Bunun içinde ghrelin adlı hormon iştahı arttırdığı bilinen tek hormondur. Mide dolduğunda çok az ghrelin üretilir. Ama mide boşaldığında salınımı artar. Bu hormon üzerinde yapılan çalışmalar aynı zamanda kilo kaybı ile birlikte salınımın arttığını gösteriyor. Bu da kilo verdikten sonra kiloyu korumayı zorlaştıran etmenlerden biridir.
Kolay kilo vermenizi sağlayacak öneriler
1-DİYETİN SIRRI
Diyette hedefi yakalamanın yolu tok kalmaktır. ''Açsanız diyet yapamazsınız''. Açsanız, sürekli yeme isteği duyacak ve bir sonraki öğünde daha çok yemek durumunda kalacaksınız. Dikkatiniz sürekli midenizde yoğunlaşacak ve aklınızda hep yeme fikri dolaşacaktır. O nedenle doymak diyetin en büyük sırrıdır. Tok tutacak yiyecekleri tercih ederek ilk adımı başarıyla geçmiş olacaksınız.
2-LİFLER BÜYÜK NİMET
Lifler diyet için sunulan en büyük nimettir. Tok tutucu gıda tipi olan lif oranı yüksek besinler uzun süre tokluk hissetmenizi sağlarken diğer besinlere oranla daha fazla tüketseniz de toplamda daha az kalori almanızı sağlayacaktır.
3-TOK KALMANIN YOLU
Protein içeriği yüksek gıdalar tokluk hissi yaratır. Karbonhidratlı besinlerden daha doyurucudur. Diyet yaparken yağsız et balık ve baklagillere öğünlerinizde yer vermek tokluk hissini uzun süre sürdürerek diyeti kolaylaştırır.
4-ÇORBADAN YARARLANIN
Kalorisi düşük sebze çorbaları en büyük diyet sırrıdır. Açlık hissini baskılayarak midenizi dolduracak çorba zayıflama diyetinizin en etkili adımdır. Bununla birlikte su içeriği yüksek gıdalar tokluk hissini yaratacaktır. Sebzeler ve meyveler bu grup içinde sayılabilir.
5-AKŞAM SEBZEYİ ARTIRIN
Akşam sofradan az kalori alarak tok kalkmak için tabağınızda sebzeye ayırdığınız miktara daha çok yer açın. Bol salata ve sebze yöntemi gece atıştırmalarının da önüne geçecek mide gurultularını engeller.
6-HOBİLERLE ZAYIFLAYIN
Stres, üzüntü, kaygı halleri yeme dürtünüzü uyandırabildiğini unutmayın ve sizi sıkıntıya sürükleyen durumlardan uzaklaşmaya çalışın. Çevrenize sürekli diyette olduğunuzu söylemeyin. Hobilerinizi geliştirmek diyetinize inanılmaz destek verecektir. (Bugün)
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:41
Özellikle 40 yaş üstü kişilerin dost edinme ihtiyacını 20-30 yıl önceki arkadaşlarıyla sanal dünyada giderme girişimi mevcut dostları kaybetme tehlikesi doğuruyor.
Son 20 yılda gerçekleşen bilgisayar ve internet devrimi, sosyal anlamda da önemli değişimlere yol açtı. Eskiden yüz yüze kurulan ilişkiler, internette sohbet imkanı sağlayan programlar ve Türkiye'de 1 milyonu aşkın kullanıcısı bulunan Facebook gibi sosyal ağ sitelerinin popüler hale gelmesiyle internet üzerinden kurulmaya başlandı.
Mersin Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Başkanı Doç.Dr. Yaşan Erjem, insanın yapısında diğer insanlarla sosyal ilişki kurma ihtiyacı bulunduğunu söyledi. İnternetle birlikte kişilerin dünyanın dört bir yanındaki insanlarla kolayca iletişim kurabilmesinin mümkün hale geldiğini, bu durumun çekiciliğinin insanları cezbettiğini ifade eden Doç. Dr. Erjem, "Ancak internette kurulan sosyal ilişkiler, yüz yüze kurulan sosyal ilişkilerle eş değer değil" dedi.
"SANAL İLİŞKİLERİ DENGELİ KURALIM"
Bilgisayar ve internette oluşan sosyal ortamın sanal ilişkiler yarattığını ifade eden Erjem, "Özellikle Facebook gibi sosyal ağ siteleri,kendine has bir sosyal dünya barındırıyor. Ancak sadece ekranda yer alan kelimeler ve görüntülerle kurulan bu sosyal ortam yüz yüze görüşülen kişilerle kurulan ilişkileri aksatmaya başlarsa sorun var demektir" diye konuştu. Erjem, sanal sosyal ortamların sosyal yaşamı gençlere göre daha fazla olan orta ve üst yaş gruplarını da kendine çektiğini vurgulayarak, şunları söyledi:
"Özellikle 40 yaş üstü kişilerin dost edinme ihtiyacını 20-30 yıl önceki arkadaşlarıyla sanal dünyada giderme girişimi, mevcut dostları kaybetme tehlikesi doğurabilir. Teknolojiyle kurulan ilişkileri dengeli kurmalıyız. Çevremizdeki insanlarla sahici ilişkiler yaşamamız gerekiyor. İş yerindeki arkadaşlarımız,komşumuz, yakın akrabalarımızla ilişkilerimizi geliştirmemiz gerekirken sanal aleme aşırı yönelmemeliyiz." Erjem, gerçek mutluluğun yakındaki insanlarla kurulan ilişkilerde aranması gerektiğini belirtti.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:42
Only the registered members can see the link veya bedensel engelli çocuğa sahip annelerde, bedensel yakınmalar, depresyon ve anksiyete bozukluğu, alkol bağımlılığı gibi ruhsal bozuklukların daha sık görüldüğünü bildirdi.
Türkiye Psikiyatri Derneği Genel Başkanı Dr. Şeref Özer, 3 Aralık Dünya Engelliler Günü nedeniyle, yaptığı açıklamada, engelliliğin, "Doğuştan veya sonradan herhangi bir hastalık veya kaza sonucu bedensel, zihinsel, ruhsal, duygusal ve sosyal yetilerini çeşitli derecelerde kaybetmiş, normal yaşamın gereklerine uyamama" olarak tanımlandığını söyledi. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre, gelişmiş ülkelerde nüfusun yüzde 10'unun, gelişmekte olan ülkelerde ise yüzde 12'sinin engellilerden oluştuğunu kaydeden Özer, "Buna göre dünyada yaklaşık 500 milyon engelli bulunmaktadır. Avrupa'da fiziksel ve zihinsel engelli sayısı 46 milyondur" dedi. Özer, Türkiye'de Devlet İstatistik Enstitüsü tarafından 2002'de gerçekleştirilen Türkiye Engelliler Araştırması verilerine göre, engelli nüfusun toplam nüfusa oranının yüzde 12.29 olarak saptandığını bildirdi.
"ENGELLİLERİN ANNELERİ DEPRESYONA DAHA YATKIN"
Engelliliğin, sadece bu sorunu yaşayan kişiyi değil, ailesini ve yakın çevresini de ekonomik, sosyal ve psikolojik olarak etkilediğine işaret eden Özer, "Araştırmalar, zihinsel veya bedensel engelli çocuğa sahip anne-babaların,özellikle annelerin, engelli çocuğa sahip olmayan anne-babalara göre daha çok stres altında olduklarını ve anksiyete düzeylerinin daha yüksek olduğunu göstermiştir. Zihinsel veya bedensel engelli çocuğa sahip annelerde bedensel yakınmalar, depresyon ve anksiyete bozukluğu, alkol bağımlılığı gibi ruhsal bozukluklar daha sık görülmektedir" diye konuştu. Özer, engelliliğe neden olan genetik etkenler, akraba evliliği, gebelik sırasında yaşanan ilaç kullanımı, radyasyon, alkol ve madde kullanımı gibi sorunların tümünün önlenebilir olduğunu söyledi.
"YOKSULLUK DOĞRUDAN ETKİLİ"
Yapılan çalışmalarda engelliliğin yaygınlaşmasında "yoksulluğun doğrudan etkili olduğunun" belirlendiğini ifade eden Şeref Özer, şöyle devam etti: "Yoksulluk, engelliliğin hem nedeni hem de sonucudur. Yapılan araştırmalar, dünyanın her yerinde engellilerin çok büyük çoğunluğunun toplumun yoksul kesimlerinden geldiğini göstermiştir. Engellilik işsizliğe de yol açarak, bireylerin toplumsal yaşamla bütünleşmesini ve kendine yeterliğini sağlamasını engellemektedir. Engellilerin iş gücüne katılmaları ile ilgili verilere bakıldığında,yaklaşık yüzde 80'inin iş gücüne dahil olmadığı, yaşamlarını sürdürmek içinbaşkalarının desteğine muhtaç oldukları ancak yüzde 19'unun çalışarak kendigeçimlerini sağlayabilir durumda olduğu görülmektedir.Engelliler, özellikle toplumun kendisine yönelik olumsuz tutumdan dolayıiçe kapanma, işe yaramama, yetersizlik duygusu, güvensizlik, endişe, korku,ümitsizlik gibi duygular yaşayabilirler. Etkinliklere katılmama, çekingenlik,yalnız kalma eğilimi gösterebilirler."
YASAL DÜZENLEMELER
Türkiye Psikiyatri Derneği Genel Başkanı Dr. Özer, Türkiye'de yasal düzenlemelerle, engelliliğin önlenmesi, engellilerin sağlık, eğitim,rehabilitasyon, istihdam, bakım ve sosyal güvenliğine ilişkin sorunlarının çözümüne ilişkin tedbirlerin alındığını ancak bunların yetersiz olduğunu savundu. Özer, "Yasal düzenlemelerin yaşama geçirilebilmesi için gerekli mali kaynak, mali kaynakların dağılımı, yasal düzenlemelerin sağladığı haklara ulaşım ve bu alanda hizmet verenlerin sayı ve nitelik açısından yeterliliği konusunda önemli sorunlar bulunmaktadır" dedi. Gerek kamu gerekse özel binaların çoğunda, giriş, merdiven ve asansörlerin, toplu taşıma araçlarının, yol, üst geçit ve kaldırımların bedensel engellilerin yaşamını kolaylaştıracak düzenlemelerden yoksun olduğuna dikkati çeken Özer, "Engellilerin insani koşullarda ve ayrımcılığa maruz kalmadıkları bir yaşama ulaşmalarını sağlamak için geliştirilmiş yasal düzenlemeler ve yasal düzenlemelere uygun kurumsal yapılar en kısa zamanda oluşturulmalıdır. Sosyal politikalar geliştirilerek, kamusal bir hizmet olarak yaşama geçirilmeli ve bu alana daha fazla bütçe ayrılmalıdır" diye konuştu.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:42
Sivas Numune Hastanesi acil servisinde, şiddet mağduru kadınlara gereksinimleri doğrultusunda danışmanlık ve rehberlik hizmeti vermek amacıyla "Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Birimi" kuruldu.
Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Birimi Sorumlusu Sosyal Hizmet Uzmanı Aziz Şeker bu birimin, Sağlık Bakanlığı ve Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünün yürüttüğü Kadına Yönelik Aile İçi Şiddetle Mücadele Projesi kapsamında kurulduğunu söyledi. Birimde şiddet mağdurlarına gereksinimleri doğrultusunda danışmanlık ve rehberlik hizmeti verileceğini belirten Şeker, çalışmaları hakkında şu bilgileri verdi:
"Birimde, aile içi şiddet görüşmesi, risk değerlendirmesi, güvenlik planı geliştirilmesi, koruma ve destek hizmetlerine yönlendirmek gibi konularda takım çalışması içinde hizmet sunuluyor. Şiddete uğrayan veya risk altındakilere geçici süre barınma ihtiyacını karşılamak için toplum kaynaklarıyla iletişime geçiliyor. Şiddete maruz kalan veya risk altına olanların hastane acil servisine başvurması dahilinde tedavi sürecinde konuyla ilgili yasal sürecin başlaması için mevzuatın gerektirdiği şekilde işleyiş sağlanıyor. İstismar, ihmal, fena muamele, şiddet gören kadına, çocuğa ve yaşlıya yönelik hizmet veren kuruluşlar arasında işbirliği sağlanıyor. Aile içi şiddetin önlenmesi, çocuk istismarı ve ihmali gibi konularda personel eğitiminin yanı sıra ayrıca toplum temelli eğitim çalışmaları yapılıyor."
Geleneksel ataerkil toplumsal yapılarda şiddet denildiğinde akla ilk olarak kadına yönelik şiddet geldiğini ifade eden Şeker, "Toplumda cinsiyet ayrımcılığına uğrayanların başında yine kadınlar gelmektedir. Yalnızca şiddete maruz kalmak değil, risk altında bulunmak da toplumda çeşitli kurum ve kuruluşlara başvurmayı gerektirir" dedi. Ailenin kadın dışındaki diğer üyelerinin de çeşitli gerekçelerle şiddete maruz kalabildiğini vurgulayan Şeker, "Bundan dolayı Türkiye'de 4320 sayılı Ailenin Korunmasına Dair Kanun çıkartılmıştır. Öte yandan, Uluslararası Sözleşmeler, BM Tavsiye Kararları, Avrupa Konseyi Tavsiye Kararları da bağlayıcılığı olan sosyal mevzuatı oluşturmaktadırlar" diye konuştu.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:43
Only the registered members can see the linkürkiye’deki bazı firmaların ürettiği yumurtaların sarısında, göz ve kalp-damar sağlığı açısından büyük önem taşıyan lutein ve zeaksantin gibi önemli antioksidanlar bulundu.
Celal Bayar Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Özlem Tokuşoğlu, Celal Bayar Fen Bilimleri Enstitüsü master öğrencisi İrade Alakır’ın yürüttüğü tez projesinde, yumurta sarısının incelendiğini söyledi.
Çalışmada yumurta sarısına rengi veren maddelerinin düzeylerinin ortaya konulduğunu ifade eden Doç. Dr. Tokuşoğlu, yapılan araştırmalarda, yumurta sarısında lutein, zeaksantin gibi önemli antioksidanların bulunduğunu bildirdi.
Doç. Dr. Tokuşoğlu, lutein ve zeaksantinin, yumurta rengine katkısının ve antioksidan etkilerinin yanı sıra hayvan sağlığı açısından verimliliği artıran bileşenler olduğunu kaydetti.
KAYNAMAYA DA DİRENÇLİ
Rengi sağlayan bu iki maddenin oranının metabolizma açısından önemli olduğuna dikkati çeken Doç. Dr. Tokuşoğlu, şöyle dedi:
“Türkiye’deki yumurtalarda ilk kez lutein ve zeaksantin arandı, incelendi. Lutein miktarı, yurt dışındaki yumurtalara oranla oldukça yüksek çıktı. Bu oldukça iyi bir gelişme. Ayrıca özellikle de luteinin göz sağlığı açısından kataraktı ve maküler dejenerasyon riskini (AMD) azalttığı biliniyor. Kalp-damar sağlığı açısından olumlu yararları da bulunuyor. Kaynama ve rafadan pişirme yöntemleri sonucunda bu maddelerin miktarında çok büyük kayıp olmuyor.”
Doç. Dr. Tokuşoğlu, tüketilen yumurtanın sarısı ne kadar koyu ise lutein miktarının o kadar yüksek olacağını vurgulayarak, şöyle devam etti:
“Bu çok önemli bir ayrıntı. Türkiye’de lutein ve zeaksantinin kodeksteki düzeyleri, yakında önem kazanacak. Lutein dozu gıda kodeksi açısından önemli olacak. Artık firmalar, gelecekte yumurta sarısındaki lutein ve zeaksantin maddelerinin oranını belirtmek zorunda kalacak.”
Doç. Dr. Tokuşoğlu, bu araştırmayı, Dünya Bilimsel Tavukçuluk Derneği Türkiye Şubesi Başkanı Prof. Dr. Rüveyde Akbay organizasyonunda 27-28 Kasım’da İstanbul’da gerçekleştirilen ve yurt dışından çok önemli yumurta uzmanlarının katıldığı “Uluslararası Yumurta Sempozyumunda” sunduğunu ve ilgi gördüğünü bildirdi.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:44
Doğum kontrol haplarına ilişkin pek çok şey spekülasyon söz konusu. Zararlı olduğu, şişmanlattığı ya da kanser yaptığı gibi, oysa gerçek çok farklı... İşte doğum kontrol haplarıyla ilgili yanlış bilinenler...
Adet döngüsünü durdurur
Yapılan çalışmalar gösteriyor ki, kullanılan çeşitli metodların adet döngüsünü bastırmasında hiçbir tehlike yok. Pensilvanya Delaware County Memorial Hastanesi’nden Dr. Rebecca Gould açıklıyor: “Hormonlar rahim duvarının ince olmasını sağlıyor, yani hiçbir yeni oluşum meydana gelmiyor.
Doğum kontrol haplarıyla beraber diğer haplar da alınabilir
Depresyon için kullanılan bazı ilaçlar, doğum kontrol haplarını etkisiz hale getirmektedir. Araştırmacılar, bu ilaçların, doğum kontrol hapının metabolizmasını hızlandırarak, hormonların görevlerini yapmalarını önlediğini düşünüyorlar.
Yan etkileri ömür boyu sürer
Dr. Gould, hormonal doğum kontrol yöntemlerinin yan etkilerinin ilk üç ay içinde ortadan kalktığını belirtiyor.
Doğum kontrol hapları migreni tetikliyor
Bu yanlıştır, ama migren ağrıları olan kadınlarda doğum kontrol hapları felç riskini artırıyor. Bu kişiler için östrojen içermeyen hormonal metotlar öneriliyor.
Doğum kontrol hapları, kanser riskini artırır
Doğum kontrol haplarını uzun süre kullanmaDoğum kontrol hapları, kanser riskini artırır: Doğum kontrol haplarını uzun süre kullanmak, gerçekte rahim kanseri ve yumurtalık kanseri riskini azaltır. Peki ya meme kanseri? Bugüne kadar yapılmış araştırmalar ne yazık ki bu konuda yetersiz kalıyor. Hormonlar kanser hücrelerini uyardığı için meme kanseri hikayesi olanların kullanmamaları öneriliyor.
Doğum kontrol hapları şişmanlatıyor ve cinsel soğukluğa neden oluyor
Çoğu kadın şişmanlamasının nedeni olarak doğum kontrol haplarını görür, ancak bunların ani kanamalar dışında hiçbir yan etkisi yoktur. Bazı çalışmalar hapların cinsel isteği azalttığını, bazıları ise arttığını gösteriyor.
Spiral doğum kontrol haplarından daha etkilidir
Spiraller oldukça güvenli. Ayrıca spiral, doğum kontrol haplarından daha etkili ve daha ucuz. Uygulanırken üç dakika kadar âdet ağrısına benzer bir acı hissedilir, sonraki bir hafta kramplar ve kanama olabilir.
Diyafram, doğum kontrol hapı kadar etkilidir
Serviksi (rahim ağzı) tamamen kapatan diyaframlarda, risk hapa göre daha yüksektir. Normal doğum yapmış kadınlarda, serviks genişlediği için, yüzde 32 gibi büyük bir risk vardır. Daha iyi bir korunma için, prezarvatifle beraber kullanılması gerekir.
Uzun süre kullanılmamalıdır
Doğum kontrol haplarının kullanımına ara verdiğinizde, hamile kalma riskiniz vardır. Bırakan kadınların yüzde 50’si ilk üç ay içinde hamile kalır.
40 yaşın üzerinde doğum kontrol hapı alınmamalıdır
Doğum kontrol haplarını menopoza girinceye kadar kullanabilirsiniz.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:44
Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Kardiyoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof.Dr. Abdurrahman Oğuzhan, Kurban Bayramı'nda et ve şeker tüketiminin arttığını hatırlatarak şeker, kalp damar, tansiyon hastalarını uyardı. Prof.Dr. Oğuzhan, "Şeker, tansiyon, kalp damar hastaları, sağlıkları için ısrarlı ikramları geri çevirmesini bilsinler" dedi.
Prof. Dr. Abdurrahman Oğuzhan, yaklaşan Kurban Bayramı öncesi şeker ve et tüketimi konusunda önerilerde bulundu. Bayramda herkesin et ve şeker tüketimine dikkat etmesini özellikle de şeker, kalp damar ve tansiyon hastalarının daha titiz davranmasını öneren Prof.Dr. Abdurrahman Oğuzhan, şöyle dedi:
"Kırmızı etin yağlı tarafının fazla miktarda tüketiminden kaçınılmalı. Kırmızı et, yağsız yerinden haşlama olarak tercih edilmeli. Fazla miktarda sucuk içi tüketiminden de kaçınılmalı. Aksi durumda yağlı kırmızı etle yapılan kavurmaların çok miktarda tüketimi kolesterolün yükselmesine neden olmakta, şeker, kalp damar ve tansiyon hastaları için ciddi sağlık riski doğurmaktadır. Biz bu tür hastalara kurban eti tüketmesin demiyoruz. Yağsız yerinden haşlama olarak az miktarda yesinler. Şeker, tansiyon, kalp damar hastasının çok sayıda evde aynı ikramla karşılaştığı düşünüldüğünde, sonuç hüsran demektir. Hastalara önerimiz; sağlıkları için ısrarlı ikramları geri çevirmesini bilsinler, gerekirse ısrarı yapan kişiyi kibarca üzsünler."
Kardiyoloji Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Abdurrahman Oğuzhan, kurbanlık hayvanın kesimi konusunda da şeker, kalp damar ve tansiyon grubu hastalara uyarılarını sürdürdü. Prof.Dr. Oğuzhan, özellikle, büyükbaş kurbanlıkların kesiminin zor olduğunu ve büyük efor gerektirdiğini hatırlatırken, "Kişi şeker, kalp- damar ya da tansiyon hastası, hem de aşırı heyecanlı ise, kurbanı kendisi kesmemeli. Çünkü bu durumda çok heyecanlanacak, kalbini çok zorlayacaktır. Bu kişilerin kesim sırasında kriz geçirmemesi için kurbanlarını başkasına kestirmeleri gerekir" diye konuştu.
Prof. Dr. Abdurrahman Oğuzhan, halk arasında koyun etinin sığır etine oranla daha yağlı ve vücuda daha zararlı olduğu anlayışının hakim olduğunu hatırlattı. Prof.Dr. Oğuzhan, koyunların sığır gibi hayvanlara göre daha doğal beslendiğini bu nedenle besin değerinin daha yüksek olduğunu bildirirken "Fakat koyun eti tüketirken de yine yağsız yerinden, haşlama olarak tüketmeye dikkat etmek gerekir" diye ekledi.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:45
Yağ bezleri tarafından salgılanan fazla sebumun sebep olduğu siyah noktalar cilt problemlerinin başında geliyor. Deri altındaki yağ hücrelerinin salgıladığı bu sebum gözenekleri tıkıyor, havayla temas ettiğinde de oksitlenerek rengi koyulaşıyor ve siyah noktalara dönüşüyor. Peki ne yapmak gerek?
Yüzünüzü süngerle temizleyin!
Bu sorunu önlemek için yumuşak bir sünger yardımıyla ölü hücrelerin ve siyah noktaların üzerini hafif masaj yaparak temizleyin. Parmak ucunuza bir miktar parçacıklı jel (peeling jeli)sürerek haftada bir ya da iki kere özellikle burnunuzu, alnınızı ve çene bölgenizi masaj yaparak ovalayın.
Buhar banyosu yapın!
Siz de evinizde kolayca buhar banyosu yapabilirsiniz. Nasıl mı? Önce temiz bir kabın içine kaynamış suyu dökün, ardından başınızın üstüne bir örtü örterek yüzünüzü bir süre bu suyun buharına tutun. Bu yöntem, cildinize yumuşaklık kazandırmakla birlikte gözeneklerinizi açacak ve siyah noktalara müdahale edebilmeniz için en uygun ortamı sağlayacak.
Pamuktan yardım alın
Buhar banyosundan sonra siyah noktaları çıkarmak daha kolay olur. Bunun için elinize iki parça temiz pamuk alın. Ardından tırnağınızın ucuyla en belirgin siyah noktaların üzerine hafifçe bastırın. (Bu işlemi yaparken tırnağınızın direkt olarak cildinize değmemesine dikkat edin, pamuklardan yardım alarak cildinize dokunun!) Siyah noktaları çıkarırken son derece nazik olun ve cildinize zarar vermemeye özen gösterin. İşlem sırasında cildinizde kırmızılıklar oluşmaya başlıyorsa bir hafta ara vermeniz yerinde olacaktır.
Gözenekleri sıkılaştırın
Sıkı gözenekler siyah noktanın baş düşmanıdır. Bu yüzden, sebum üretimini dengeleyici ve gözeneklerinize derinlemesine etki sağlayacak bir ürün, örneğin doğal gülsuyu kullanın. Böylelikle siyah noktaların oluşumu azalacaktır.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:45
Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) Başkan Vekili Fatih Acar, sağlık alanındaki istismarları önlemek için "Akıllı Kart" uygulamasına geçileceğini söyledi.
Acar, Topkapı Eresin Oteli'nde sosyal güvenlik reformunu tanıtmak amacıyla düzenlenen akşam yemeğinde basın mensuplarıyla bir araya geldi.Sosyal güvenlik reformunun Türkiye'nin uzun süredir beklediği bir reform olduğunu dile getiren Acar, Türkiye'deki genç nüfusa rağmen aktif-pasif oranının çok düşük olduğunu belirtti.
Acar, OECD kriterlerine göre dört çalışana bir emekli olması gerekirken, erken emeklilik ve kayıt dışı istihdam nedeniyle iki çalışana bir emekli oranının dahi tutturulamadığını ifade etti.
Kanuna göre 2000 yılından sonra ilk defa işe giren kadın sigortalıların 58, erkeklerin ise 60 yaşında emekli olacağını anlatan Acar, 2036'ya kadar emeklilik yaşında bir değişikli olmayacağını, bu tarihten sonra emekli olacaklarda ise kademeli artış ile erkeklerde 2046, kadınlarda ise 2048 yılında 65 yaşın uygulanacağını kaydetti.
Akıllı Kart uygulaması
Acar, genel sağlık sigortası düzenlemeleri ile ülkedeki tüm vatandaşların sağlık güvencesine kavuşturulduğunu belirterek, 18 yaşından küçüklerin de otomatik olarak güvence altına alındığını anımsattı.
Genel Sağlık Sigortası primini ödeme gücü olmayan vatandaşları primlerinin devlet tarafından karşılanacağını ifade eden Acar, amaçlarının etkin ve verimli çalışan bir sosyal güvenlik kurumu oluşturmak olduğunu belirtti.
Acar, "Sağlık alanındaki istismarı önlemek için Akıllı Kart uygulamasına geçeceğiz. TÜBİTAK ile çalışmalara başladık. Aralık ayında Bolu'da pilot uygulamaya başlayacağız. Bolu'da 76 kart erişim cihazı kurduk" dedi.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:45
BM tarafından yayımlanan bir araştırmaya göre bebeklere HIV testi yapılması, virüs taşıyan pek çok bebeğin hayatını kurtarıyor. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), BM Çocuk Fonu (UNICEF), BM AIDS Programı(UNAIDS) ve BM Nüfus Fonu tarafından hazırlanan araştırma, yeni doğan çocuklara bu testin yapılması gerektiğinine işaret ediyor.
UNICEF Başkanı Ann Veneman raporla ilgili yaptığı açıklamada "HIV virüsü taşıyan çocukların yarısı maalesef gerekli tedaviyi göremedikleri için ikinci doğum günlerinde hayatta olmuyor" dedi. Veneman, HIV virüsüyle doğan çocukların virüsün teşhis edilmesi ve ilk 12 haftada tedaviye başlanması halinde hayatta kalma şanslarının yüzde 75'lere kadar çıktığını da belirtti.
Raporda HIV virüsü taşıdıkları bilinmeyen 1 yaşın altındaki pek çok bebeğin AIDS'in yol açtığı hastalıklardan dolayı öldüğü belirtilerek özellikle Afrika'daki ülkelerde bebeklere HIV testi yapılmasının yaygınlaştığı, bunun son derece olumlu olduğu belirtildi.
BM verilerine göre, dünyada halen 33 milyon civarında insan AIDS hastalığına yol açan HIV virüsü taşıyor ve bugüne dek 25 milyon kişi AIDS'ten dolayı hayatını kaybetti.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:47
Only the registered members can see the link Aralarında Pozitif Yaşam Derneği, TOG ve UNIAIDS'in de bulunduğu çeşitli kurumlar 1 Aralık Dünya AIDS Günü'nde ilk kez sokağa çıktı. "Hangimiz HIV+ ne farkeder deyip, kol kola yürüyeceğiz" diyen kurumlara sanatçılar da destek verdi.
“Biz HIV pozitif kişiler ve yakınları, biz HIV/AIDS alanında çalışan aktivistler, biz kadın örgütleri, biz gençlik örgütleri, biz doktorlar, biz sanatçılar, biz özel sektör temsilcileri, biz Beyoğlu halkı, biz gönüllüler… Hepimiz 1 Aralık Günü HIV/AIDS; kadınların, erkeklerin, gençlerin, orta yaşlıların, bakkalın, öğretmenin, polisin, işadamının, ev kadınının yani bizim meselemizdir demek için sokağa çıkıyoruz.”
1 Aralık Dünya AIDS’le Mücadele Günü vesilesiyle çeşitli etkinlikler düzenleyen AIDS/HIV Pozitif’le mücadele dernekleri Ankara ve İstanbul’da sokağa çıktı.
30 Kasım Pazar günü Ankara’da, 1 Aralık Pazartesi günü İstanbul’da yapılacak yürüyüşlere sivil toplum örgütlerinin yanı sıra Buket Uzuner, Harun Tekin , Mehmet Ali Alabora, Murat Daltaban ve Mustafa Alabora’nın da aralarında bulunduğu sanatçılar da katıldı.
Pozitif Yaşam Derneği (PYD), Türk Tıp Öğrencileri Birliği (TurkMSIC) , Toplum Gönüllüleri Vakfı (TOG), Gilead İlaç, İletişim Ünitesi Reklam Hizmetleri, GfK Türkiye ve Birleşmiş Milletler Tema Grubu/UNAIDS’in birlikte organize ettikleri etkinlikler arasında sanat atölyeleri ve partiler var.
İşte Ankara ve İstanbul’daki HIV Pozitif etkinliklerini destekleyen kurumlar:
Beyoğlu Belediyesi, Uluslararası Af Örgütü (UAÖ), Lamdaistanbul, Pozitifler Derneği, AIDS Savaşım Derneği, HIV/AIDS STK Platformu, Hangar Sanat Derneği, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı (İKGV), Fotoğraf Vakfı, Pembe Hayat LGBTT Dayanışma Derneği, Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklarla Savaşım Derneği, Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği (KLİMİK), Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıkları Önleme Derneği (Kadın Kapısı), Kaos GL.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:47
Only the registered members can see the link tarzı beslenme alışkanlığının Alzheimer hastalığına yakalanma riskini artırabileceği bildirildi.
Stockholm’deki Karolinska Araştırma Enstitüsünden bilim adamları, önce insanlarda Alzheimer hastalığı riskini arttıran ve kolesterolü taşıyan APOE4 geninin etkisini görmek için farelerin genleriyle oynadı, daha sonra 9 ay boyunca yağ, şeker ve kolesterol bakımından zengin yiyecekler verilen bu farelerin davranışlarını inceledi.
Araştırmaya imza atanlardan Susanne Akterin, farelerin beynini incelerken Alzheimer hastalarının beynindekine benzer kimyasal bir değişime rastladıklarını belirtti. Fosfat miktarının arttığını, bunun da bazı hücrelerin normal işlevlerini yerine getirmesini engellediğini vurgulayan araştırmacılar, yiyecekteki kolesterolün büyük bir bölümünün, hafızanın depolanması süreciyle ilgili, beyindeki “Arc” adı verilen proteinin oluşumunu azalttığına dikkati çekti.
Araştırmacı Akterin, fazla miktarda yağ ve kolesterolün, APOE4 geni gibi başka etkenlerle birleştiğinde beyindeki birçok maddeyi etkileyebileceğini, bunun da Alzheimer hastalığına yakalanma nedenlerinden biri olabileceğini ifade etti.
Daha önce yapılan araştırmalar, beslenme biçimi ve Alzheimer hastalığı arasında bağlantı olabileceğini göstermişti.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:48
Türk Kardiyoloji Derneği, Türkiye’deki ölümlerin birinci sebebi olan kalp ve damar hastalıklarına dikkat çekmek için bir kampanya başlattı. ‘Kalbini Sev Kırmızı Giy’ kampanyasına destek olabilir, kırmızı giyerek kalp hastalıklarına dikkat çekebilirsiniz.
Türkiye’de her 2,5 dakikada bir kişi kalp ve damar hastalıkları nedeniyle yaşamını yitiriyor. Dünyada en ölümcül hastalıkların başında gelen kalp hastalıklarından korunmanız mümkün. Yaşamınızda yapacağınız ufak değişikliklerle; mesela dengeli beslenip, egzersiz yaparak veya sigara içmeyerek kalp ve damar hastalıkları riskini yüzde 80 oranında azaltabilirsiniz.
Bireysel anlamda hastalıklardan nasıl korunmanız gerektiği konusunda daha fazla bilgi almak istiyorsanız, kampanya kapsamında oluşturulan Only the registered members can see the link sitesini ziyaret edebilirsiniz.
Web sitesinde sağlıklı bir kalp için neler yapmanız gerektiği ile ilgili ayrıntılı bilgiler sizleri bekliyor. Türk Kardiyoloji Derneği uzmanlarına kalbinizle ilgili merak ettikleriniz sorabilir, aynı zamanda biyolojik yaşınıza kıyasla kalp yaşınızı da öğrenebilirsiniz.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:48
Türkiye’nin protein haritasını ortaya koyan araştırmaya göre, halkın yüzde 30’u protein konusunda bilgi sahibi değilken, yüzde 80’i bitkisel protein kaynaklarını yanlış biliyor ve ıspanağı bir protein kaynağı olarak görüyor.
Sağlıklı Tavuk Bilgi Platformu (STBP) tarafından ERA Araştırma ve Danışmanlık şirketine yaptırılan “Türkiye’de Protein Bilgi Düzeyi ve Tüketimi Araştırması”nın sonuçları açıklandı. Türkiye’de protein konusundaki bilinç düzeyini ve protein tüketimine ilişkin mevcut durumu ortaya koyan araştırma, toplam 22 ilde 3 bin 692 hane ile görüşülerek gerçekleştirildi. Araştırma kapsamında, 1-16 yaş arası çocukların yaşadığı hanelerde yemek alışverişini yapan veya ne alınacağına karar veren aile fertleriyle yüz yüze ve telefonla görüşme yapıldı.
100 kişiden yalnızca 4’ü ‘tavuk’ dedi
Araştırmanın sonuçlarını değerlendiren STBP Yönetim Kurulu Başkanı Zuhal Daştan, “Halkımızın üçte biri proteinin ne olduğunu, ne işe yaradığını bilmiyor. Toplumun sağlıklı ve dengeli beslenme konusunda eğitimi için her kurum üzerine düşen görevi yerine getirmeli” diye konuştu.
STBP olarak halkın protein konusunda bilinçlendirilmesi ve hayvansal protein tüketiminin artırılması amacıyla ‘Sağlıklı Büyüyen Türkiye İçin Daha Çok Protein!’ adlı sosyal sorumluluk projesini başlattıklarını dile getiren Daştan, “Proje kapsamında çocuklara sağlıklı beslenmenin önemini ***ifli bir dille anlatan masal serisi ile anne-babalara çocuk beslenmesinde proteinin önemini aktaran kitapçık dizisi yayımlıyoruz” diye konuştu. Daştan, iki ayrı seri halinde hazırlanan kitapların 100’er bin adet basılarak yurt genelinde ücretsiz olarak dağıtıldığını, yıl sonuna kadar 200 bin haneye ulaşılmasının hedeflendiğini belirtti.
“Eğitim seviyesi arttıkça bilinç de yükseliyor”
Türkiye’nin protein haritasını ortaya koyan araştırmanın danışmanlığını yürüten Beslenme ve Diyet Uzmanı Dilara Koçak, yüksek protein içeren besinlerin en çok Ege Bölgesi’nde bilindiğini belirterek, “Bu oranın en düşük olduğu yerler ise Güneydoğu ve Doğu Anadolu bölgeleri. Öte yandan kişilerin eğitim seviyesi arttıkça proteinin hangi gıdalarda bulunduğuna dair bilincin de yükseldiğini görüyoruz” dedi.
Proteinlerin vücutta hücrelerde meydana gelen bütün biyolojik olayların anahtar noktası olduğunun altını çizen Koçak, “Hayvansal proteinin hangi gıdalarda bulunduğunu biliyoruz ama ne işe yaradığını bilmiyoruz. Görüşülen kişilerin yüzde 80’i de bitkisel protein konusunda yanlış cevap vermiş. Maalesef sebzelerden özellikle ıspanak, bitkisel protein kaynağı olarak düşünülüyor. Ispanak hem her mevsim bulunmayan hem de protein içermeyen bir gıdadır. Tavuk ise hem ucuz, hem lezzetli, hem sağlıklı, hem de iyi kalite protein içeren bir besindir” dedi.
Tavuk, en ekonomik ve sağlıklı protein kaynaklarından biri
Tavuk etinin yağsız, proteince zengin ve kısa lifli oluşu nedeniyle çiğnenmesi ve hazmı kolay bir gıda olduğunu kaydeden Dilara Koçak, sözlerini şöyle sürdürdü:
“Tavuk, ekonomik oluşu sayesinde de bol miktarda tüketilebilecek en önemli protein kaynaklarından biridir. Protein ve yağ içerikleri açısından önemli avantaja sahip olan tavuk eti özellikle demir, fosfor ve B grubu vitaminlerinin de iyi kaynağıdır. Tavuktaki but eti, göğüs etine göre daha fazla B2 ve B1 vitamini, daha az da niasin vitamini içerir. Tavuk but etinde, göğüs etine kıyasla demir, çinko ve sodyum içerikleri de daha fazladır. Tavuk etinin, dana ve koyun etine göre protein değeri daha yüksek olmasına rağmen yağ oranı daha düşüktür. Günümüzde koroner kalp hastalıklarından korunmanın en önemli yolu doymuş yağ miktarını azaltmaktır. Düşük miktarda yağ alımını hedefleyen beslenme biçiminde tavuk eti tüketimi son derece doğru ve sağlıklı bir tercihtir. Beslenme değerinin yüksekliği yanında kırmızı ete kıyasla daha düşük fiyatla tüketime sunulması, tavuk etini cazip kılan diğer önemli özelliktir.”
Araştırmadan çarpıcı sonuçlar
Türkiye’de Protein Bilgi Düzeyi ve Tüketimi Araştırması’ndan çıkan önemli sonuçlar şöyle:
-Araştırma, görüşülen kişilerin % 30’unun protein konusunda bilgi sahibi olmadığını veya yanlış bilgi sahibi olduğunu ortaya koyuyor.
-Hayvansal protein denince halkın aklına ilk olarak kırmızı et (% 53,7), süt (% 46,5) ve yumurta (% 37,4) geliyor. Beyaz et/tavuk yanıtını verenler % 17,8 ile altıncı sırada. Protein içermeyen tereyağı ve zeytinyağını hayvansal protein kaynağı zannedenlerin oranı ise %8.
-“Bitkisel protein denince ilk aklınıza gelen gıdalar hangileri?” sorusuna yanlış cevap verenlerin oranı % 80,1. “Bitkisel protein” denince akla ilk gelen gıdalar sırasıyla sebzeler (% 55,8), ıspanak (% 35,9), kuru baklagiller (% 19,9) ve meyveler (% 10,9). Oysa sadece kuru baklagiller protein içeriyor.
-En çok protein içeren 3 gıda maddesi sorusuna en fazla verilen yanıtlar sırasıyla süt (% 21,5), kırmızı et (% 17,7) ve yumurta (% 16,3). Beyaz et/tavuk, % 1,3 ile son sırada.
- Et, tavuk ve balığı haftada bir ve daha sık tüketen çocukların oranı Marmara’da %88 ile ilk sırada, % 69,8 ile de Doğu Anadolu’da son sırada.
- Tavuk ve kırmızı et haftada 1-2 kez tüketilirken, balık haftada 1’den seyrek tüketiliyor.
- Eğitim durumu düştükçe hayvansal protein konusunda fikri olmayanların oranı artıyor. Tavuk, bölgeler bazında en çok Marmara’da, en az Güneydoğu Anadolu’da, kırmızı et en çok Marmara’da, en az Güneydoğu Anadolu’da, balık en çok Ege’de, en az Güneydoğu Anadolu’da, kuru baklagiller ise en çok Doğu Anadolu’da, en az Marmara’da tüketiliyor.
- Kuru baklagiller en çok akşam yemeklerinde tercih edilirken, öğle yemeklerinde en çok patates tüketiliyor. Özellikle yağlar ve şekerli gıdaların tüketimi, sabah kahvaltısında oldukça yüksek. Patatesi sabah kahvaltısında tüketenler arasında çoğunluğu Marmara, Orta Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayanlar oluşturuyor.
HÜCRELERİN YAPITAŞI PROTEİN
Protein, Hücre büyümesi ve gelişmesi için büyük öneme sahiptir. Bağışıklık sistemimizi korur, güçlendirir. Metabolizmamızı çalıştırır. Kas, kemik ve kan hücrelerini oluşturur. Hücrelerin, enzimlerin ve hormonların yapıtaşıdır. Hücrelerin yenilenmesini sağlar.
Ne kadar proteine ihtiyacımız var?
Beslenmede, enerjinin yaklaşık olarak yüzde 12- 15’inin proteinden gelmesi tercih edilir.
Sağlıklı yetişkin bir bireyin, ağırlığı oranında, kilogram başına günde ortalama 1 gram proteini alması gereklidir.
Çocuklarda protein ihtiyacı
Çocuklarda protein gereksinimi, erişkinlerdeki gibi sadece dokuların tamiri ve yeniden yapılanması için değil, vücudun büyümesi ve gelişmesi için de gereklidir. Çocuklarda vücut dokularının büyümesi için sürekli protein sentezi gereklidir. Bu nedenle çocuklara iyi kaliteli protein verilmelidir. Hayvansal kaynaklı protein iyi kaliteli proteindir.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:49
ABD’li bilim adamları, bazı sporcuların performanslarını artırmak için ****** kullandıkları haberleri üzerine, Dünya Dopingle Mücadele Kurumunun (WADA) isteğiyle, bu küçük mavi hapın sportif alanda doping etkisi bulunup bulunmadığını araştıracak.
ABD’nin Florida eyaletindeki Miami Üniversitesi ve Pennsylvania eyaletindeki Marywood Üniversitesi tarafından yapılacak araştırmanın sonucuna göre, ******’nın 2010’da doping etkisi yaratan yasak ürünler listesine girmesi muhtemel olacak.
Bazı sporcuların ****** kullandıklarının aşikar olduğunu belirten WADA bilimsel direktörü Olivier Rabin, “Bunun sosyal amaçlı mı, yoksa sportif performansı artırmak için mi kullanıldığını anlamak önemli. Sporcuların özel yaşamlarında olduğu kadar sportif yaşamlarında da performanslarını artırmak için bu bu hapı aldıkları göz ardı edilemez” dedi.
Projeleri WADA tarafından finanse edilen Amerikalı araştırmacılar, özellikle ******’nın yüksek rakımlı veya havası kirli kentlerdeki müsabakalarda kullanımı sırasında sporcuların oksijen kullanma kapasitelerine olası etkilerine odaklanacaklar.
NEFES DARLIĞI AÇIĞINI KAPATABİLİR
Daha önce yapılan tüm araştırmaların ******’nın deniz seviyesinde işe yaramadığını, ancak yüksek rakımlarda etkili olduğunu belirten Rabin, 3500-4000 metre irtifada insanların yüzde 30 ila yüzde 40’ının nefes darlığı çekebileceğini ve bu açığın da ****** ile kapatılabileceğini kaydetti.
Rabin, bunun aslında performans artırmak değil, akciğer kapasitesinin yeniden oluşturulması anlamına geldiğini belirterek, “Sorun, ortalama 1500 ila 2000 metre yükseklikteki etkisini anlamak” dedi.
Bu yüksekliklerde başta kayak olmak üzere çok sayıda spor müsabakası düzenleniyor.
Yüksek rakımların dışında, ******’nın ayrıca Pekin gibi havası kirli kentlerde oksijen kullanma kapasitesini artırdığı düşünülüyor.
WADA’nın bilimsel komisyonu bu iki araştırmanın sonuçlarını gelecek yıl değerlendirdikten sonra, kurumun yürütme kuruluna ******’nın 2010’da doping etkisi yaratan yasak ürünler listesine girip girmeyeceği konusunda tavsiyede bulunacak.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:49
Artık erkekler 'Bu gece olmaz' diyor!Yapılan bir araştırmaya göre karısına "Bu gece olmaz" diyen erkeklerin sayısında yüzde 40 artış var.
İngiltere’nin en büyük evlilik danışmanlık şirketi "Relate"e göre erkekler giderek ****ten soğuyorlar."Bu gece olmaz" diyen erkekler, fiziksel olarak **** yapmalarına bir engel bulunmadığı halde canlarının istemediğini itiraf ediyorlar.
Relate yetkililerinden Peter Bell, "Eskiden erkekler iktidarsızlık şikayetiyle bize gelirlerdi. Artık bunu ****** çözmüş durumda. Şimdi ise birçok erkek eskiden kadınların yaptığı gibi, ’**** yapabiliyorum ama canım yapmak istemiyor. Zevk almıyorum’ diye geliyor" dedi.
Bell, bu erkeklerin yarısının libido eksikliği yaşadığını, 10 yıl önce bu tür şikayetlerin var olmadığını belirtti. Bell, bunun nedenlerinden bir kısmının kadınların artık ****te ne istediklerini daha iyi bilmelerinden ve bunu erkeklerden talep etmelerinden kaynaklandığını öne sürdü.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:50
Rize'de yaşayan Koto ailesinin 3.5 yaşındaki kızları Seda, doğuştan yakalandığı metabolik protein parçalayamama hastalığı nedeniyle gelişemeyerek, 6 aylık bir bebek gibi görünüyor.
Alınan bilgiye göre, Şenol ve Gül Koto çiftinin ikinci çocukları olarak dünyaya gelen Seda, doğumdan yarım saat sonra komaya girdi. Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Farabi Hastanesi'nde yaklaşık 3 ay boyunca solunum cihazına bağlı kalan Sedanın, ''protein parçalayamama hastalığı'' olduğu belirlendi. Bunun üzerine Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne gönderilen küçük Seda, burada da yaklaşık 1 yıl tedavi gördü. Birçok ameliyat geçiren Seda, daha sonra Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde tedavi görmeye başladı. Seda, bugün 3.5 yaşında olmasına rağmen hastalığı nedeniyle 6 aylık bir bebek görünümünde.
Gül Koto, Seda'nın hastalığı nedeniyle protein içeren gıdaları tüketemediğini, bu nedenle yurt dışından getirtilen özel mamalarla beslendiğini söyledi.
Çocuğunun hastalığı nedeniyle bugüne kadar birçok kez ameliyat geçirdiğini belirten Koto, ''Seda'nın hastalığı nedeniyle epilepsi, astım, kronik karaciğer rahatsızlığı, görme bozukluğu, gelişme ve büyüyememe sorunları var. 3.5 yaşında ama 6 aylık gibi duruyor. Yürüyemiyor, konuşamıyor. Sadece kollarında biraz hareket var'' diye konuştu.
Sosyal güvence olarak yeşil kartlarının bulunduğu ifade eden Koto, şunları anlattı:
''Seda'nın gezip konuşabilmesi için İstanbul'da özel bir hastanede 'oksijen terapi tedavisi' denilen bir tedavi alması lazım. Ama bunu yaptırmaya gücümüz yok. Ayda 2 bin YTL tutan özel mamaları kullanması gerekiyor. Bunu yeşil kart karşılıyor. Ama bunun dışında kullanması gereken mamalar var. Bunları karşılamadığı için kendi imkanlarımla almam gerekiyor. Şu anda su çiçeği hastalığına yakalandı. Bundan kolayı komaya bile girebilir. Ne zaman ne olacağı hiç belli olmuyor. Evde oksijen tüpü var. Bazen havale geçiriyor. Her an başında bekliyorum.''
'HAYIRSEVERLERDEN YARDIM BEKLİYORUZ'
Gül Koto, eşinin evin ihtiyaçlarını güçlükle karşılayabildiğini belirterek, ''Bugüne kadar valilik bize yardımda bulundu. Ancak onların yardımları da bir yere kadar. Çocuğumun özel bir hastanede tedavi olması için hayırseverlerin yardımına ihtiyacımız var. Hayırseverlerin bize yardımcı olmalarını bekliyoruz'' diye konuştu.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:50
Only the registered members can see the link'taki Charles Üniversitesi'nde 2 bin 300 kadın üzerinde yapılan araştırma, kadınların ön sevişmeden aslında o kadar da haz duymadıklarını kanıtlıyor. Öyle ki araştırmanın sonuçları kadınların, ön sevişme sonrasından daha zevk aldığını gösteriyor.
Yapılan ankete göre birçok kadın, ön sevişmeyi sıkıcı ve ****e girmeden önceki 'uzatma' olarak değerlendirirken, orgazm olmak için ön sevişmeye gerek duymadıklarını belirtti.
Çek Cumhuriyeti'nden kadınların katıldığı araştırma aynı zamanda ön sevişme ve ön sevişme sonrası ****in süreleri hakkında da bilgi verdi. Buna göre ön sevişmenin gerçek süresi tam olarak 15 dakika 4 saniye olarak ifade edilirken, ön sevişme sonrası ****in süresinin 16 dakika 2 saniye olduğu tespit edildi.
**** TERAPİSTLERİ AYNI DÜŞÜNCEDE DEĞİL
Ancak görünen o ki, kadınların sevişme öncesinden hoşnut kaldığını söyleyen **** terapistleri, araştırmanın gerçeği yansıtmadığı görüşünden hareketle geleneksel bilginin doğru olduğunu savunuyor.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:51
Only the registered members can see the link Yaşam Derneği Başkanı Nejat Ünlü, Türkiye'de her yıl 200 civarında yeni HIV taşıyıcı tanısı konulduğunu ancak bu yılın ilk 6 ayında 250 kişilik artış olduğunu belirterek, "Trend korkutucu. Çünkü bu, yılda yaklaşık 500 kişi demek. Son 20 yılın en ciddi rakamı" dedi.
Ünlü, 1 Aralık Dünya AIDS Günü nedeniyle yaptığı açıklamada, HIV/AIDS virüsünün tüm dünyada 1980'li yıllarda görülmeye başlandığını, Türkiye'de ilk vakanın 1985'te ortaya çıktığını, ilk zamanlar daha çok eşcinsellerde yaygın olduğunun düşünüldüğünü ifade etti.
90'LI YILLARDA ÖLÜMLERİN ÖNÜNE GEÇİLDİ
Birkaç yıl sonra hetero****üellerin ve kadınların da bu hastalıktan ölmesi üzerine tüm dünyada ciddi bir panik başladığını dile getiren Ünlü, 1990'lı yıllarda antiretroviral tedavinin çıkmasıyla ölümlerin önüne geçildiğini kaydetti.
Ünlü, bu tedavinin Türkiye'de de yapıldığını ve gelişkin ilaçlarla özellikle batıda ölümlerin durdurulduğunu ancak hala Afrika ve Asya gibi kıtalarda bulunan ülkelerde bu hastalıktan ölümlerin yaşandığını vurguladı.
Türkiye'de tedavi seçeneklerini kabul etmeyen veya bilmeyen ya da kendisinin hasta olduğunu anlamayanların yaşamlarını yitirdiklerini ifade eden Ünlü, bu nedenle insanların mutlaka test yaptırmaları gerektiğini, erken tanının bu hastalığın tedavisinde çok önemli olduğunu anlattı.
Ünlü, AIDS tablosuna girdikten sonra da tedavi edilebildiğini ancak hastalık vücutta hasar bırakmadan, herhangi bir yıkım olmadan tedaviye başlamanın önemli olduğunu aktardı.
40 MİLYON HIV TAŞIYICISI
Dünya Sağlık Örgütünün 2000'li yılların başında AIDS'ın bulaşıcı hastalıklardan öte tıpkı, şeker veya kalp gibi kronik hastalıklar kategorisine aldığını anımsatan Ünlü, şöyle devam etti:
"Şu an tüm dünyada 40 milyon HIV taşıyıcısı olduğu tahmin ediliyor. Ne kadarının hasta olduğu tam olarak bilinmiyor. Sağlık Bakanlığının son verilerine göre, Türkiye'de 3 bin 170 HIV taşıyıcısı var. Burada ilginç bir durum var. Normalde her yıl ülkemizde 200 civarında yeni tanı olurdu. Oysa bu yılın ilk 6 ayında 250 kişilik bir artış var. Trend korkutucu. Çünkü bu, yılda yaklaşık 500 kişi demek. Son 20 yılın en ciddi rakamı."
Nejat Ünlü, HIV alındıktan sonra hemen semptom vermeyen bir hastalık olduğunu, aradan 3, 5 hatta 10 yıl geçtikten sonra semptomların ortaya çıktığını hatırlatarak, şunları kaydetti:
"Bugünkü sayılar 5 yıl öncesine yapılan projeksiyon aslında. O nedenle bugünkü gerçek sayıyı bilmemiz aslında mümkün değil. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) de Türkiye gibi gelişmekte olan veya gelişmemiş ülkeler için bilinen sayıların ülkelerin gerçeklerine 8-10 veya 20 ile çarpılması gerektiğini belirtiyor. Yani 8 ile çarparsak Türkiye'de şu an 20-25 bin kişinin taşıyıcı olduğunu söyleyebiliriz."
Toplumun 5 yıl önce daha bilinçsiz durumda bulunduğunu, korunmasız cinsel ilişkinin çok yaygın olduğunu, özellikle gençler arasında kondom kullanımının pek bilinmediğini anlatan Ünlü, "Korkumuz, bundan sonraki yıllar bu sayı binleri bulursa tedavi şansının da kalmayabileceği" dedi.
YÜZDE 70'İ HETERO****ÜEL
HIV'ın hetero****üellerde arttığını ifade eden Ünlü, "Dünya ölçeğinde HIV taşıyıcıların yüzde 30'u eşcinsel, yüzde 70'i hetero****üeldir. Hastaların yarısının kadın olması da çok ciddi diğer bir sonuç" diye konuştu.
Eskiden eşlerinden dolayı ev hanımlarında taşıyıcılık oranının yüksek olduğunu hatırlatan Ünlü, son 2 yıldır gençler arasında bir artış görüldüğünü, bunun da turizm yoluyla bulaştığını kaydetti.
Pozitif Yaşam Derneği Başkanı Ünlü, Türkiye'de 3 bin 170 HIV'linin ne durumda olduğunun, ne kadarının hayatını kaybettiğinin bilinmediğine işaret ederek, "Biz bu konuda Sağlık Bakanlığına baskı yapıyoruz. Çok ciddi bir değerlendirme yapılması gerekiyor. İzleme, değerlendirme yapacak kişiler, hastanelerde takibi yapan doktorlar. Onların kullanacağı program ve anketlerle bu mümkün" dedi.
Devlet ve üniversite hastanelerinin tamamında bu tedavilerin yapıldığını, sağlık güvencesi olanların bu hizmeti ücretsiz aldıklarını, olmayanların ise yeşil kart uygulaması ile yararlanabildiğini anlatan Ünlü, şunları kaydetti:
"Reçeteler çalıştıkları kurumlara gittiği için tedavi almayanlar var. Kurumuna bu belge giderse işini ve çevresini kaybedeceği veya ayrımcılık yaşayacağı için tedavi olmuyorlar. Özellikle devlet memurları için çok ciddi problem bu. Türkiye'de devlet memuru olup HIV pozitif olduğu bilinen sadece birkaç kişi var. Hakimler, savcılar, avukatlar, öğretmenler, bir sürü grup var ama bunların arasında sadece 1-2 kişi HIV taşıyıcısı görünüyor. Çünkü diğer arkadaşlar, bu durum ortaya çıkmasın diye kendileri dışarıdan satın alarak tedavilerini yaptırıyorlar."
Nejat Ünlü, Türkiye'de veremle savaş için bir yasa çıkarıldığını ve kurulan verem savaş dernekleri aracılığıyla ilaçlar verildiğini anımsatarak, AIDS konusunda da böyle bir uygulamaya geçilmesi gerektiğini, böylece ilaçların alınması için kimsenin çalıştığı kuruma gitmeyeceğini, ilaç almak ve tedavi olmak için dolaşmak durumunda kalmayacağını belirtti.
Türkiye'de devletin ve ilgili bakanlığın hala bunu önemli bir sorun olarak görmediğini savunan Ünlü, "Devlet bunu önemli bir sorun olarak görmeli, önüne koymalı ve önceliklerin üzerine çıkarmalıdır. Çünkü sayılar gerçekten çok hızlı artıyor. Bu bir yangına dönüşürse nasıl söndürülecek biz de bilmiyoruz" şeklinde konuştu.
POZİTİF YAŞAM DERNEĞİ
Nejat Ünlü, derneğin HIV/AIDS ile yaşayan kişiler arasında bir iletişim ağı kurarak tedaviye erişimlerini kolaylaştırmak, yaşam kalitelerini artırıcı bilgilendirme çalışmaları yapmak, kendilerinin ve yakınlarının fiziksel, ruhsal ve sosyal açıdan güçlenmelerini sağlamak, yaşadıkları hak mahrumiyetlerinde savunuculuk görevlerini yerine getirmek amacıyla kurulduğunu bildirdi.
Derneğin ayrıca HIV/AIDS konusunda tüm toplumu bilinçlendirerek gereken önleme ve savaşım çalışmalarını yapmak amacını da taşıdığını aktaran Ünlü, sadece HIV pozitif kişilerden değil, onların akraba ve yakınlarından, doktorlardan, öğretim üyelerinden, toplumun her kesimini temsil eden kişilerin dernekte yer aldığını kaydetti.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:51
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oktay Demirkesen, erkeklerde kalp ve damar rahatsızlıklarının ilk belirtisinin cinsel işlev bozuklukları olduğunu söyledi.
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Üroloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Oktay Demirkesen, Ulusal Üroloji Kongresi için geldiği Antalya’da yaptığı açıklamada, cinsel işlev bozukluklarının birçok hastalığın belirtisi olabileceğini vurguladı.
Prof. Dr. Demirkesen, cinsel işlev bozukluklarının altında hem psikolojik hem de nörolojik sebeplerin yatabileceğini ifade ederek, şunları kaydetti:
“Damar bozukluklarının ilk belirtisi, erkeklerde cinsel işlev bozukluklarıdır. Metabolik sendrom dediğimiz gizli bir takım metabolizmik bozukluklarla birlikte seyrettiğini düşündüğümüz ereksiyon ya da sertleşme işlevindeki bozukluğun iyi incelenmesi gerekiyor. Bunun altında yatan sebebin ortaya konulması çok önemli. Bu tip problemi olan kişilerin de gerek hayat şeklini değiştirerek, gerekse bir takım tedaviler eşliğinde buna mutlaka önlem almaları gerekiyor. Sertleşme bozukluğu deyip geçmemek lazım. Bu işlev, yanında hayatı tehdit edecek hastalıkların ön belirtisi şeklinde olabilir.”
SERTLEŞME SORUNU
Cinsel işlev bozukluklarının diyabet ya da gizli şeker hastalığının da belirtisi olabileceğine dikkati çeken Prof. Dr. Demirkesen, sorunun hem omurilik yapısıyla, hem de omurilik üstü bir takım rahatsızlıklarla ilişkilendirilebileceğini belirtti. Demirkesen, şöyle konuştu:
“Bu durum, gerek sertleşme bozukluğu, gerekse ejekülasyon (boşalma) bozukluğu şeklinde gündeme gelebilir. Bu, idrar kaçırmayla birlikte oldukça karmaşık bir durum oluşturmakta. Antidepresan kullanan hastalarda da ilaç kullandıkları sürece işlev bozukluğu olabilir. Bunun geçici olduğunu belirtmek gerekiyor. İlaç kullanımının sona ermesinin ardından bu geri dönüşümler ya da bu fonksiyonel durumun yeniden kazanılması gündemde olabilir. Sertleşme problemleri olanlar, bunun altında yatan nedenlerin belirlenmesi için gerekli laboratuvar incelemelerini yaptırmalılar. Altında yatan sebeplere uygun tedbirler alınırsa, sertleşme işlevinde de gelişmeler kaydetmek mümkün gibi gözüküyor.”
Cinsel işlev bozukluğu olanların bilinçsiz ilaç kullanmalarının yanlış olduğunu da anlatan Demirkesen, muayene olmadan ve altında yatan sebepler ortaya çıkmadan kullanılacak ilaçların sorunu çözemeyeceğini dile getirdi.
“İLAÇ KULLANMAK YERİNE”
Prof. Dr. Oktay Demirkesen, cinsel işlev bozuklukları yaşayanların bir takım ilaçları edinmelerinin eskiye göre daha kolay olduğunu belirterek, şu bilgileri verdi: “Bir hekime gidilerek altta yatan sebep ortaya konulabilirse daha etkili, daha yüz güldürücü tedaviler ortaya çıkarmak ya da hastaya uygulamak mümkün. İlaç kullanarak bunu geçiştirmek yerine sorunun altında yatan sebeplerin ortaya konulması ve belki de başka hayati durumların da tespit edilmesi mümkün. O açıdan ilaç kullanmak yerine mutlaka bir hekime başvurarak uygun tedavi neyse onun uygulanmasını kesinlikle tavsiye ederim.”
Özellikle genç yaşlarda yaşanan sorunlarda, altında başka bir sebebin yatması olasılığının yüksek olduğunu kaydeden Demirkesen, genç hastaların mutlaka hekime başvurmaları gerektiğinin altını çizdi. Prof. Dr. Oktay Demirkesen, şöyle konuştu:
“İşlev kaybının önlenmesinde beslenme çok önemli. Yaşam tarzının değiştirilmesi çok önemli. Kişilerin damar hastalıkları yaratacak beslenmeden kaçınmaları gerekir. Sigara tüketimi de kötü beslenmeyle çok önemli bir risk faktörü. Sigara hem kalp ve damar hastalıkları için hem de sertleşme konusunda önemli bir sorun olarak gözüküyor.”
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:53
Düzenli uyku ve spor, kadınlarda kanser riskini azaltıyor. Sporun meme ve kalın bağırsak kanseri de dahil olmak üzere tüm kanser türlerine yakalanma riskini azalttığı ancak az uyumanın hormonlar ve metabolizma üzerinde ters etki yapabileceği belirlendi.
ABD’de yapılan araştırma, spor yapmanın kadınlarda kanser riskini büyük ölçüde azalttığını ancak az uykunun sporun faydalarını yok edebileceğini gösterdi.
Araştırmaya 6 bin kadın katıldı. Bu kadınlardan yoğun spor yapanlarının kansere yakalanma riskinin hafif fiziksel faaliyette bulunanlara göre yüzde 25 az olduğu belirlendi.
AZ UYKU SPORUN FAYDALARINI ERİTİYOR
Ancak spor yapan ve gece 7 saatten az uyuyan kadınların kansere yakalanma riski gece düzenli uyuyanlara göre yüzde 47 fazla çıktı.
ABD Ulusal Kanser Enstitüsü’den James McClain, sporun meme ve kalın bağırsak kanseri de dahil olmak üzere tüm kanser türlerine yakalanma riskini azalttığını ancak az uyumanın hormonlar ve metabolizma üzerinde ters etki yapabileceğini belirtti.
Araştırma, Amerikan kanser araştırma derneğinin desteklediği Washington’da düzenlenen bir konferansta sunuldu.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:53
Hacettepe Üniversitesi (HÜ) Tıp FakültesiÇocuk ve Ergen Ruh Sağlığı Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Bahar Gökler, cinsel istismar sonucu çocuğun ve ergenin ruh sağlığının "tartışmasız" bozulduğunu belirterek, "Kısa vadede mağdurda psikolojik sorunlar görülemeyebilir. Ancak ilerleyen dönemde kendini gösterecektir. Ruhsal bozukluk yaratmayacağının söylenmesi asıl suçtur ve her uygar ülkede bu konu bu şekilde algılanmalıdır" dedi.
HÜ Tıp Fakültesince "Çocuk Cinsel İstismar Olgularında Ruh SağlığınınBozulması" başlıklı bir çalıştay düzenlendi. Fakülte Dekanı Prof. Dr. Serhat Ünal, açılışta yaptığı konuşmada, cinsel istismar olgusunun toplum sağlığı açısından çok önemli olduğunu ifade ederek, bugün yapılan çalıştayda konunun tüm hatlarıyla ele alınacağını söyledi.
Prof. Dr. Bahar Gökler de yaptığı sunumda cinsel istismarının,"yetişkinin kendi cinsel isteklerini karşılamak için çocuk ya da ergeni kullanması" olarak tanımlandığını belirterek, cinsel istismar sonucunda kişinin ruh sağlığının "tartışmasız" bozulduğunu dile getirdi. Gökler, şunları kaydetti:"Kısa vadede mağdurda psikolojik sorunlar görülemeyebilir. Ancak ilerleyen dönemde kendini gösterecektir. Ruhsal bozukluk yaratmayacağının söylenmesi asıl suçtur ve her uygar ülkede bu konu bu şekilde algılanmalıdır. Mağdur kişide istismar sonrasında kaygı, uyku bozukluğu, okulda başarısızlık, o güne kadar var olmayan korkular, depresyon, benlik saygısında azalma, intihara yönelme, suçluluk, içe kapanma ya da kontrolsüz ilişkiye girme gibi durumlar görülebilir."
8-10 YAŞ ARASINDA YOĞUNLAŞIYOR
HÜ Tıp Fakültesi Adli Tıp Öğretim Üyesi Dr. Aysun Balseven Odabaşı da, Çocuk İstismarı ve İhmali Değerlendirme Araştırma ve Tedavi Komisyonu (ÇİDAT) tarafından yapılan çalışma sonucuna göre hastaneye 2005-2008 yılları arasında 64 cinsel istismar vakasının geldiğini belirterek bunlardan 40'nın kız, 24'ünün ise erkek olduğunu söyledi. İstismar süresinin bir gün ile 9 yıl arasında değiştiğinin belirlendiğini belirten Odabaşı, "İstismar olgusu 1,5-17 yaş aralığında her dönemde görülebiliyor. Ancak 8-10 yaş arasında yoğunlaşıyor" dedi.
Cinsel istismar olaylarında yapılacak olan muayenenin defalarca tekrarlanmasının mağduru olumsuz etkilediğine de dikkati çeken Odabaşı, muayenenin tekrarıyla çocukların yıpranmaması için gerekli birimlerle temas kurulması ve iş birliği yapılması gerektiğini söyledi. Panel yöneticisi Doç. Dr. Ali Rıza Tümer de mevcut yasada ruh sağlığının bozulması kavramına ilişkin olarak bilirkişi uygulamalarında, hukuk ve tıbbın kullandığı terimlerde uyuşmazlık çıktığını belirterek bu konuda düzenleme yapılması gerektiğini ifade etti. Çalıştayda Çocuk İstismarı ve Önleme Derneği Başkanı Doç. Dr. Figen Şahin, "Ruh sağlığı bozulması kavramının değerlendirilmesinde çocuk koruma bireylerinin deneyimi", Kırıkkale Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. İhsan Erdağ, "Ceza hukuku gözüyle çocuk cinsel istismarı", Avukat Hatice Kaynak "Hukuksal sorunlar ve çözüm önerileri" başlıklı sunum yaptı.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:54
Only the registered members can see the link kanına karışan bazı kimyasal maddelerin, yeni doğan bebeğin gelişimi ve zekası için tehlikeli olduğu bildirildi.
Paris'te düzenlenen kimyasal maddeler ve üreme konusundaki konferansta açıklanan, 3 yaşına kadar bebekler üzerinde yapılan bir araştırma, göbek kordonundaki poliklorobifenil (PCB) maddesinin oranı ne kadar yük****e bebeğin bilişsel gelişiminin bu oranda olumsuz yönde etkilendiğini gösterdi.
Flaman Teknoloji Araştırma Enstitüsü'nün yaptığı araştırmaya imza atanlardan Greet Schoeters, yüksek oranda PCB'nin bebeğin konuşma ve oyun oynama becerisini etkilendiği belirtti.
Schoeters ayrıca, "PCB seviyesi ne kadar yük****e bebeğin doğduğundaki kilosunun o kadar az olduğunu, daha sonra ise bebeğin aşırı kilolu olma riskinin bulunduğuna" dikkati çekti.
Boya çimento, döküm malzemeleri, yanmaz kumaş gibi maddelerde bulunan PCB'nin, 1970'li yıllarda yüksek oranda zehirli olduğu için yasaklanmasına karşın, halen doğada kalıntılarına rastlanıyor. Hem üretimi hem de imhası sırasında çevre kirliliğine yol açan bir madde olarak kabul edilen PCB'nin, canlıların sistemine girebildiği de saptanmıştı.
KURŞUNA MARUZ KALMAK ZEKA GERİLİĞİNE NEDEN OLUYOR-
Aynı konferansta Polonya'daki Jagiellonian Üniversitesi'nden Wieslaw Jedrychowski, anne karnında çok az da olsa (kanda 5 mikrogram/desilitreden az) kurşuna maruz kalan özellikle erkek çocukların bilişsel gelişiminin olumsuz yönde etkilediğini belirtti.
Bilim adamı Jedrychowski'nin Polonya'da 460 yeni doğan bebek üzerinde yaptığı araştırma anne karnında çok az da olsa kurşuna maruz kalan erkek çocukların zeka katsayısının ortalama 9 puan az olduğunu ortaya koydu. Bu olumsuz etki, kız çocuklarında belirgin olmadı.
Jedrychowski, dikkat eksikliği, zeka geriliği ve öğrenme güçlüğünün çocuklarda 36. haftadan itibaren görüldüğünü ifade etti.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:54
Şikago Üniversitesi'nde bir testle idrardan mesane kanseri tespit ediliyor. Ekip başkanı, "Böylece güvercin mi şahin mi olduğunu anlıyoruz" diyor..
Şikago Üniversitesi'nde mesane tümörü bulunan hastalara yapılan basit bir idrar testi bu tümörlerin ne derece tehlikeli olduğunu açıklıyor. Hastalar henüz tümörün belirtisi varken ilerde hastalıklarının ne dereceye ulaşabileceğini öğrenip ona göre tedavi altına alınıyorlar. Şikago Üniversitesi'nde kanserlerin erken teşhisine yönelik pek çok araştırma yapılıyor. Şu sıralar yapılan en popüler araştırmalardan biri mesane kanserine ilişkin olan araştırma. Bugüne kadar 75 hasta üzerinde denenmiş ve başarılı olmuş, yüz hasta üzerinde başarılı olursa üç yıl içinde tüm dünyada kullanılan bir tetkik olarak FDA'den onay alabilecek.
İKİ HAFTADA SONUÇ BELLİ
Yapılan araştırmaya göre mesane kanserinin türü basit bir idrar testi ile çözülebiliyor. Şikago Üniversitesi Üroloji Bölümü Başkanı Prof. Dr. Arieh Shalhav'ın başkanlığını yürüttüğü çalışmayı "Mesane kanserlerinin hangisinin güvercin, hangisinin şahin olduğunu anlayabiliyoruz" diye açıklıyor. Alınan idrar testi iki haftada sonuç veriyor. Mesanenin içindeki küçük oluşumun dışına çıkıp çıkmayacağını başka organlara yayılma riskini açıkça gösteriyor. Prof. Dr. Shalhav: "Test tümörün agresif olduğunu gösterirse bekleme dönemi ile hastaya vakit kaybettirmiyoruz. Mesaneyi hemen alıyoruz, o bölgede hiçbir kanser olasılığını bırakmamaya çalışarak son derece etkili bir tedavi uyguluyoruz. Bu hastanın ömrünü uzatıyor." (Sabah)
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:55
Soğuk havada yaşayabilen mikropların aktif hale geçtiğini belirten uzmanlar, bu mikroorganizmaların kışın uygun ortam oluştuğu için vücutta daha kolay tutunabilecekleri yer bulduğunu ve solunum enfeksiyonlarına neden olabildiğini belirtiyorlar.
Hacettepe Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim üyesi Prof. Dr. Levent Akın, havaların soğumasıyla birlikte kişilerin bağışıklık sisteminin zayıfladığını, soğuk havada üreyerek yayılabilen mikroorganizmaların kolaylıkla insanlarda tutunarak solunum yolu enfeksiyonlarına yol açtığını söyledi.
Sonbahar ve kış mevsiminde, enfeksiyonlar yönünden çeşitli risk faktörleri olduğunu belirten Prof. Dr. Levent Akın, “Soğuk havayla birlikte kapalı mekanların yeterince havalandırılmaması, çocukların okul ve kreşlerde uzun süre vakit geçirmesi ve temizlik koşullarına dikkat edilmemesi ortamdaki mikrobun yayılmasına fırsat veriyor” diye konuştu.
Akın, mikroorganizmaların her dönemde insan vücudunda bulunduğunu ancak uygun ortam olmadığı için hastalıklara yol açmadığını, bazılarının sıcak bazılarının da soğuk havalarda etkili olduğunu anlattı.
Yaz aylarında ishal gibi bağırsak sistemini etkileyen mikroorganizmaların yaygın olarak görüldüğünü belirten Akın, kış aylarında ise grip, nezle, sinüzit, zatürre, bronşit, beta, orta kulak, bademcik ve ses teli iltihabı gibi çeşitli solunum yolu enfeksiyonlarıyla karşılaşıldığını kaydetti.
“ODALAR ARASINDAKİ SICAKLIK HASTALIK NEDENİ”
Akın, mikroorganizmaların sıcaklık değişimlerinden çok etkilendiğini ifade ederek, “Sıcak havada etkili olan mikrop, hava sıcaklıkları düştüğünde ölmüyor ancak aktif olma özelliğini kaybediyor. Bu nedenle de hastalık yapamıyor” dedi.
İnsanların, bağışıklık sistemlerinin ve savunma mekanizmalarının da hava değişiminden olumsuz etkilendiğini dile getiren Akın, mevsime bağlı sıcaklık farklılıkların yanı sıra özellikle kış aylarında odalar arasındaki ani ısı farkının da mikroorganizmaların harekete geçmesini tetikleyen bir unsur olduğunu vurguladı. Akın, şunları kaydetti: “Odalar arasındaki ani sıcaklık değişimi, kişinin savunma sistemini olumsuz etkilemektedir ve ortamdaki herhangi bir mikrobun kişiye tutunarak üremesine ve hastalık yapmasına fırsat vermektedir. Evin bir odasının diğer odalara göre daha sıcak ya da soğuk olması kesinlikle sağlıklı değildir. Tüm odalardaki sıcaklığın benzer olması halinde kişilerin savunma mekanizması kendini ona göre ayarladığı için hastalık söz konusu olmamaktadır. 2-3 derecelik oynamalar doğaldır.”
KAPALI MEKANLAR RİSK FAKTÖRÜ
Havaların soğumasıyla birlikte kapalı mekanlarda geçirilen zamanın arttığını, bunun mikropların daha kolay yayılmasını kolaylaştırdığını dile getiren Akın, “Odalar, ortamdaki havanın soğumaması için, gün içerisinde yeterli havalandırılmıyor. Bu durumda içerdeki hava daha çok solunmak zorunda kalınıyor. Özellikle, okul, kreş gibi ortamlarda, çocuklardan birinde bulunan mikrop, kısa zamanda bir çok çocuk tarafından solunarak alınıyor” diye konuştu.
Akın, toplu taşım araçlarının da hastalıkların yayılması açısından önemli bir risk faktörü olduğunu belirterek, sınıfların, ev içerisindeki odaların, otobüs, minibüs gibi toplu taşım araçlarının mutlaka gün içerisinde bir kaç defa en az 15-30 dakika havalandırılması gerektiğini söyledi.
Oda sıcaklığının 20-22 derecede tutulmasının uygun olduğunu ifade eden Akın, odanın mümkün olduğunca nemlendirilmeye çalışılması gerektiğini de belirtti.
“BOL SIVI ALINMALI”
Akın, solunum yolu hastalıkların, ani ateş, boğazda yanma hissi, nefes alıp vermede sıkıntı ile kendini gösterdiğini söyledi.
BETA dışında bu hastalıklar için antibiyotik kullanımının faydalı olmadığına dikkati çeken Akın, “Bol sıvı alınmalı, gün içerisinde taze meyve suyu tüketilmeli ve kesinlikle gazlı içecekler tüketilmemeli. Çünkü, bunlar mikroplar için uygun ortam hazırlanmasına yardımcı olur” diye konuştu.
Akın, hastalıktan korunmak için ve hastalık sürecinde C vitamini desteğinin önemli olduğunu belirterek, şunları kaydetti:
“C vitamini, doku tamiri için faydalıdır. Ayrıca, tarhana, mercimek, şehriye çorbası gibi enerjiden zengin gıdalar alınmalı, protein ihtiyacının karşılanması için bol yoğurt tüketilmeli. Baş ağrısına karşı ağrı kesici kullanılmalı. Gerektiğinde burun akıntısı için tuzlu su (serum fizyolojik) kullanılmalı. El temizliğine özen gösterilmeli, eller gün içerisinde 3-4 kez yıkanmalı.”
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:55
Only the registered members can see the link Teknik Üniversitesi (KTÜ) Farabi Hastanesinde 172 büro çalışanının katılımıyla yapılan araştırmada, çalışanların en çok boyun bölgelerinin ağrıdığı tespit edildi.
Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gamze Çan, Farabi Hastanesi büro çalışanlarının anatomik ölçümlerinin, mevcut kas iskelet şikayetleri ile ilişkisinin araştırılması amacıyla 172 sekreter ve büro personelinin katıldığı bir çalışma gerçekleştirdiklerini belirtti.
Prof. Dr. Gamze Çan, çalışma ortamında iş görenlerin 4’te 3’ünün oturarak çalışmasına ve oturma yerleri konusu da birçok araştırma yapılmasına rağmen, büyük çoğunluğunun hala kötü tasarlanmış, genellikle çok yüksek ve rahatsızlık veren sandalye ve koltuklarda oturduğunu ifade etti. Prof. Dr. Çan, “kötü tasarlanmış bu iş yerlerinde çalışmaya bilgisayar kullanımındaki artış da eklenince, sağlık sorunlarında önemli artışlar olmuştur” dedi.
Çalışmaya katılan 25-43 yaş arasındaki büro personelinin, son 12 aydaki kas ve iskelet yakınmalarının Nordic kas, iskelet şikayetleri anketi ile sorgulandığını anlatan Çan, “bu anket bir grup araştırmacı tarafından ergonomik programlarda kullanılmak üzere kas ve iskelet şikayetlerini taramak ve epidemiyolojik çalışmalara ışık tutmak için geliştirilmiştir. Bu anket formunda kas iskelet yakınmaları; boyun, omuz, sırt, dirsekler, bilekler, eller, bel, kalça, uyluk, dizler, ayak bilekleri ve ayaklar için vücut kısımlarını belirten bir resim üzerinde sorgulanmıştır” diye konuştu.
BÜRO ÇALIŞANLARININ BOYUN, BEL VE SIRT BÖLGELERİ AĞRIYOR
Çan, personele her vücut kısmı için 4 soru sorulduğu ve hiç şikayetleri olmasa dahi bu soruların her birini yanıtlamaları istendiğini belirterek, şunları söyledi: “Belirtilen bu bölgeler için son 12 ay boyunca fiziksel bir şikayet yaşayıp yaşamadıkları, bu sorun nedeniyle işten geri kalıp kalmadıkları, hekime görünüp görünmedikleri ve son 7 gün içinde şikayet yaşayıp yaşamadıkları sorgulanmıştır. Anket sonuçlarına göre 95 kişi (yüzde 55,2) boyun bölgesindeki şikayetlerden, 92 kişi (yüzde 53,5) bel bölgesindeki şikayetlerden ve 79 kişi de (yüzde 45,9) sırt bölgesindeki şikayetlerden yakınmakta oldukları tespit edildi.”
İşle ilgili kas iskelet sistemi hastalıklarının azaltılması için kişinin değil, işin kişiye uydurulmasının sağlanması gerektiğini vurgulayan Çan, şöyle konuştu: “Böylece asgari yoğunlukla optimal randıman elde edilmelidir. Yüksekliğe uzanarak çalışma, tekrarlı hareketler, oturma sırasında uygunsuz beden duruşuyla çalışma, baskı, yorgunluk ve aşırı güç uygulamayı gerektiren çalışmalar gibi işleri olabildiğince azaltacak iş düzenlemeleri yapılmalıdır. Bilgisayar başında ve her yerde insana uygun iş kuralları uygulanmalı, insanın fiziksel ve ruhsal sınırları göz önüne alınmalıdır.”
Gamze Çan, çalışma ortamında ölçüleri ayarlanabilir eşyalar olmasının, normal popülasyona göre farklı ölçüleri olan kişilerin iskelet kas hastalıkları şikayetlerini daha az yaşamalarını sağlayacağını kaydetti.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:55
Only the registered members can see the link tarafından yapılan bir araştırmaya göre, internette yakalanıldığından şüphelenilen bir hastalığın belirtilerini, teşhisini ya da tedavisini aramak endişeyi artırıyor.
Araştırma, sayısız bilgi kaynağıyla internetin, özellikle bir teşhis arandığında, tıp konusunda bilgisi az olan ya da hiç bu bilgiye sahip olmayan kişilerde endişeyi artırabileceğini gösterdi.
CİDDİ BİR HASTALIĞIN İŞARETİ SANILABİLİR
Araştırmayı kaleme alan Ryen White ve Eric Horvitz, “hastalık hastalarının” sıradan ve zararsız belirtileri ciddi bir hastalığın işaretleri olarak yorumlayabileceklerine dikkati çekerek, başı ağrıyan bir “hastalık hastasının” internette araştırma yaptıktan sonra beyninde tümör olduğu sonucuna varabileceğini ya da göğsünde ağrı hisseden bir başkasının kalp krizi geçirdiğini sanabileceği örneğini verdi.
Bu tür çıkarımların endişenin yanı sıra, vakit kaybına ve gereksiz sağlık harcamalarına neden olabileceği de vurgulandı.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:56
Only the registered members can see the linkİngiltere'de yapılan bir araştırma bazı bebek arabalarının çocuğun gelişimini olumsuz yönde etkileyebilecek bir tasarıma sahip olduğunu ortaya koydu. Araştırmaya göre, arabayı iten ebeveynle bebeğin yüzyüze gelemeyeceği şekilde tasarlanan bebek arabaları çocuğun gelişimini ters yönde etkiliyor, okul çağında sıkıntılara neden oluyor.
Vatan Gazetesi yazarlarından Rifat Sarıcaoğlu'nun köşesine taşıdığı araştırma çocuğun 1-3 yaş döneminde yetişkinlerle ileştişim kurmasının geleceği için hayati önemde olduğunu kanıtladı. Dundee Üniversitesi tarafından yapılan araştırma gezintideyken ebeveyni ile yüz yüze gelemeyen çocuğun daha az konuştuğunu, gülen bir bebek olmadığını ve ebeveyni ile iletişim kuramayan çocuğun giderek artan bir biçimde strese girdiği gibi çarpıcı tespitlere yer veriyor.
NASIL YAPILDI?
Dundee Üniversitesi Psikoloji bölümünden Dr. Suzanne Zeedyk bir iki yaş grubundan 2 bin 722 bebeği 1 km boyunca ebeveyni görmeksizin, geri dönüşte ise ebeveyni ile yüz yüze yürütmüş. Daha sonra yüz yüze bakmadan gezdirilen çocuklar bu kez ebeveyni ile yüz yüze gezdirilmiş ve güleç olanların oranı yüzde 50'lerin üstüne çıkmış. Değişiklikle birlikte çocukların kalp atışları düzene girmiş, uyku süreleri uzamış.
BEBEĞİNİZ İÇİN DİKKATLİ OLUN
Araştırma, yapılan pek çok araştırma gibi insan beyninin algılamaya en müsait döneminin 1-3 yaş dönemi olduğunu kanıtlıyor. Küçücük, masumane bir tercihin bile bebeğinizde onarılması güç yaralar açabildiğini gösteriyor. Bu nedenle siz siz olun bebek arabası alırken seçiminizi çocuğunuzla yüzyüze iletişim kurabileceğiniz tasarımlardan yana kullanın, içiniz rahat etsin!
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:56
Erciyes Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, iyot eksikliğine bağlı oluşan guatr hastalığından korunmanın en önemli yolunun iyotlu tuz kullanımına dikkat etmek olduğunu söyledi.
Aynı zamanda Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji Uzmanı olan Prof. Dr. Keleştemur, "İyotlu tuz paketinin koyu renkli olmasına, güneş almamasına ve imal tarihinden itibaren 6 ay süre geçmemesine dikkat edin" dedi. İyodun tiroit bezinin fonksiyon görmesi için temel maddelerden birisi olduğunu vurgulayan Prof. Dr. Fahrettin Keleştemur, şöyle konuştu:
"Tiroit bezi kandan tiroit hormonlarını alır. Tiroit bezi vücudun enerjisini ve metobilizmasını sağlar. Yani tiroit hormonları olmadan hayatın devam etmesi mümkün değil. İyot eksikliğinin yol açtığı tiroit en yaygın hastalıklardan birisidir. Bu hastalıktan korunmak için iyotlu tuz kullanımına dikkat etmek gerekiyor."
GÜNEŞE MARUZ KALMAMAMLI
İyotlu tuz alırken bazı konulara dikkat edilmesi gerektiğini belirten Keleştemur, şöyle devam etti: "Bakkal ve marketlerden iyotlu tuz alırken, tuz paketinin güneşe maruz kalmadığına dikkat edin. Çünkü güneşe bakan dükkanlar var, güneş, tuzdaki iyotun uçmasına neden oluyor. İkincisi poşetin koyu renkli olması lazım. Tuz bozulmaz, ama içerisindeki iyot uçar. O bakımdan iyotlu tuz alırken üretim tarihinden itibaren 6 ay geçmemesine dikkat edin. Eğer mümkünse tuz koyu torbada olsun. Çünkü guatr önemli, hayat boyunca devam eden bir sağlık problemi."
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:56
İngiltere’de, gebelikte Down sendromunu saptamak için yapılan testlerin yaygınlaşmasına rağmen, Down’lu çocukların sayısının arttığı belirtildi.
İngiltere’de bu alandaki testlerin uygulanmaya başladığı 1989’da 717 Down sendromlu bebek dünyaya gelirken, bu sayı 2006’da 749’a çıktı. Down Sendromu Derneği, test sonuçlarının pozitif çıkmasına rağmen ailelerin bu bebekleri neden dünyaya getirdiklerini anlamak için 1000 aile arasında araştırma yaptı.
Araştırmaya katılanların beşte biri, Down sendromlu bir tanıdıkları olduğunu belirtirken, üçte biri dini ve kürtaj karşıtı inançlarını öne sürdü, yüzde 30’u da son yıllardaki gelişmelerle Down’lu çocukların hayatlarının artık daha kolaylaştırıldığını söyledi. Hemen her beş kişiden biri de testlerin sonuçlarına inanmadığını belirtti.
Down sendromlu bebekleri tespit etmek için testlerin yaygın olarak uygulanmaya başladığı 1989’da Down’lu bebeklerin sayısı 717’den, 1990’ların başında 594’e düşmüştü. Ancak son on yılda Down sendromlu çocukların sayısı arttı.
Milli Down Sendromu Sitogenetik Kayıtları’nın verilerine göre, 2000 yılından bu yana Down’lu bebeklerin oranı yüzde 15 yükseldi.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:57
Batı Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilen bir araştırmaya göre, erkeklerin sperm hücrelerindeki azalmaya ek olarak, testis kanseri oranı da hızla artıyor.
Günlük yaşamda herkesin bilerek ya da bilmeyerek kullandığı kimyasal maddeler,erkeklerde sperm hücrelerinin azalmasına sebep oluyor. Sperm hücrelerinin azalması da testis kanseri olasılığını artırıyor.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:57
Korkmadan gülmek, özgüven, başarı, mutluluk,takım oyununda birliktelik ve verimliliğin artışını sağlar. İşte korkmadan gülümseyebilmeniz için bazı ipuçları...
Güzellik kavramı görecelidir. Yüz güzelliği de göreceli olmakla birlikte gülmek tüm kişilerin günlük hayatlarında asla vazgeçemeyecekleri bir olgudur. Mutluluk, eğlence, arkadaşlık ortamları esprili ortamlar insanları neşelendirir ve gülümseme yüzümüzden eksik olmaz hatta kahkahalara boğulduğumuz anlarımız bile olur.
Bireysel ve sosyal ilişkiler de güler yüzlü insanların ne kadar sevgi ve saygı gördüğü ve çalışma ortamlarına karşısındaki bireylere pozitif enerji yaydıklarına hepimiz tanık olur ve bu kişileri hep takdir ederiz. Ayrıca güler yüzlü ortamlarda çalışan insanlar ve kurumların başarılı olması üst düzeydedir.
Peki, Niçin Gülmekten Korkmaktayız?
1-Bireylerin sosyal,ailesel ya da işsel sorunlarından kaynaklanan etkenler.
2-Bireyin başarısız olması, başarılı olamama korkuları
3-Aile, eğitim hayatı ve çalışma hayatındaki edinilmiş ve yerleşmiş karakterler
4-Yüz güzelliği
5-Ağız ve Dişleri ile ilgili problemler v.s
Korkmadan gülümsemek yüz ve ağız bütünselliğinde düşünüldüğü zaman;
1-Diş
2-Diş etleri
3-Dudaklar
4-Çenelerin karşılıklı ilişkileri
5-Çeneler ve dişlerin yüz boyutları ile ilişkileri çok ön plana çıkmaktadır.
Korkmadan gülen bireylerde yüz güzelliğinde ve gülme anında en çok fark edilen dişler ve dudaklardır. Bu anlamda güzel görünmenin anahtarı olarak diş-dudak ilişkilerinden bahsetmek daha doğru olacaktır.
Diş güzelliği
1-Düzgün sağlıklı dişler.
2-Sağlıklı dişetleri.
3-Dişler ile üst ve alt dudakların ilişkileri oranları çok önemlidir.
Çürüksüz açık renkli ve çapraşık olmayan ön bölge alt ve üst dişlerde tebessüm anında dişlerin 1\5 kesici kenarları gülme anında ise en fazla diş eti sınırına kadar olan bütünü görülmektedir. Bu esnada olarak ve öne fırlamış diş eti görünümü varsa bireyin gülmesi çirkinleşir. Bununla birlikte diş ya da diş etlerinde konum olmamakla birlikte ince dudak yapılarında gülmeyi çirkinleştirir.
Korkmadan gülebilmenin en önemli etkeni olarak belirlediğimiz yüz güzelliği bütünselliğinde diş-diş eti-dudak ilişkilerindeki tüm sorunlar ideal sıralara getirdiği zaman insanlar korkmadan gülebilirler. Bu çalışma bir ekip işidir.
1-Dişlerin çapraşıklığı-ortodontistler
2-Diş tedavileri-diş hekimleri
3-Diş eti hastalıkları-periodontologlar
4-Estetik diş düzenlemeleri-Estetik protez uzmanları
5-Damakların ve diş etlerinin fazla görünmesi-çene cerrahisi
6-Diş-Dudak ilişkilerinde dudak ilişki bozuklukları plastik cerrahi tarafından birlikte değerlendirilerek bireye en güzel gülme düzenlemesi planlanır ve çok başarılı uygulamalar yapılabilir. Bu ilişkide hekimlerden bir tanesinin bile takım içinde olmaması ideal gülüşün başarısını doğrudan etkilemektedir.
Anlatıldığı gibi planlanan tedavide kusursuz hatlar ve çizgiler ile bireyler korkmadan gülebilirler.
Korkmadan gülmek, özgüven, başarı, mutluluk,takım oyununda birliktelik ve verimliliğin artışını sağlar. Ayrıca kişinin özgüveni ve mutluluğu ise yakın çevresine ve ailelerine tarifsiz bir katkı sağlar.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:58
Kadının Statüsü Genel Müdürlüğünün(KSGM), "25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü"dolayısıyla gerçekleştireceği etkinlikler kapsamında, tren bileti alana kadına karşı şiddeti önleme konusunda bilgilerin yer aldığı broşürler verilecek.
Kadına karşı şiddetin önlenmesi konusunda toplumda farkındalık yaratmayı amaçlayan KSGM, bu yıl TCDD ile işbirliği yapacak. Bu kapsamda, Türkiyegenelindeki garlara "kadına karşı şiddet suçtur, göz yumma sessiz kalma"sloganı bulanan afişleri asılacak. Kadına yönelik aile içi şiddetle mücadelede erkek katılımını ve katkısını sağlanmayı amaçlayan KSGM, toplumsal duyarlılığı artırmak amacıyla billboard, afiş ve broşürler hazırladı. Sağlıkocakları, okullar, toplum merkezleri ve halk eğitim merkezleri gibi kamuoyunun dikkatini çekebilecek mekanlara 17-30 Kasım tarihleri arasında asılacak vedağıtılacak afiş ve broşürler 81 ile gönderildi.
Kadına yönelik aile içi şiddetin suç olduğu, göz yumulmaması, sessiz kalınmaması mesajının toplumun tüm kesimlerine ulaştırılması amacıyla 3 spot film çekildi. Filmler ulusal ve yerel kanallarda gösterilecek. Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları yapılan işbirliği kapsamında dahazırlanan 7 banner bölge müdürlüklerine asılacak, 2 bin afiş gar veistasyonlarla, trenlerde sergilenecek, 50 bin bilgilendirici broşür ise gişelerde biletlerle birlikte yolculara dağıtılacak. Ankara, İstanbul, İzmir, Gaziantep, Trabzon ve Şanlıurfa belediyelerinegönderilen afişler de 19-25 Kasım tarihleri arasında bilboardlarda yer alacak.
NEDEN 25 KASIM
25 Kasım'ın "Kadına Yönelik Şiddetin Ortadan Kaldırılması İçinUluslararası Mücadele Günü" olarak benimsenmesinin temelinde trajik bir öykü yeralıyor.1960 yılının 25 Kasımı'nda Dominik Cumhuriyeti'nde diktatörlüğe karşımücadele eden 3 kız kardeşin (Mirabel Kardeşler) tecavüz edilerek öldürülmesi üzerine 1981'de, Latin Amerikalı ve Karayipler'den Kadın Grupları 25 Kasımı "Kadına Yönelik Şiddete Hayır Günü" ilan ederek, uluslararası kadındayanışmasına katkıda bulundu. Bütün dünyada yankı bulan bu gelişmeler karşısında Birleşmiş Milletler 17Aralık 1999'da 54. Genel Kurul Oturumunda, 25 Kasım'ın "Kadına Yönelik ŞiddetinOrtadan Kaldırılması İçin Uluslararası Mücadele Günü" olarak benimsenmesine karar verildi.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 20:58
Uzmanlar, düşüncesiz patronların iş ortamını daha stresli hale getirmekle kalmayıp, çalışanların kalp hastası olma riskini artırabileceğini de öne sürdüler. İsveçli uzmanlar, kötü yönetici ile ciddi kalp hastalıkları riski arasında güçlü bağlantı buldu. Bu risk, kişi aynı işte ne kadar uzun süre kalırsa
o kadar artıyor.
Mesleki ve Çevresel Tıp dergisinde yayımlanan araştırmayı yapan uzmanlar, iş yerinde hafifsenmenin ve destek görmemenin strese neden olabileceğini ve bunun da çalışanı sigara içmek gibi sağlıksız davranışlara itebileceğini belirttiler. Karolinska Enstitüsü ve Stockholm Üniversitesi'nden uzmanlar bu son araştırma için, Stockholm bölgesinde çalışan 19 ile 70 yaş arasındaki erkeklerin kalp sağlıklarını yaklaşık 10 yıl boyuncu inceledi. Araştırma süresinde ölümle sonuçlanan ya da sonuçlanmayan 74 kalp hastalığı vakası meydana geldi.
Araştırmada ayrıca, katılımcılardan yöneticilerinin iletişim kurmada ne kadar iyi oldukları ya da personel için hedefleri ne kadar net belirleyebildikleri gibi yönetim tarzlarını değerlendirmeleri istendi. Bu değerlendirmenin sonucunda da, yöneticilerini ehil bulmayan çalışanların kalp krizi geçirme riski yüzde 25 olarak saptandı. Aynı işte uzun süre çalışanlar içinse bu risk yüzde 64 çıktı.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 21:09
Only the registered members can see the link Belçika'nın Gand Üniversitesi uzmanları, yüksek tansiyon sorunu olan hastaların böcek yemelerinin yararlı olacağını, bu yönde araştırmaların derinleştirildiğini açıkladı.
Yüksek tansiyonu olan insanların kalp rahatsızlıklarına daha açık olduklarını, tansiyon düşürmek ve denge sağlamak için ihtiyaç duyulan bazı
proteinlerin böceklerde bulunduğunu belirten Belçikalı biyoloji ve tıp uzmanları, yaptıkları deneylerin bunu kanıtladığını belirttiler.
Günümüzde kullanılan tansiyon ilaçlarında bazı sentetik katmanlar bulunduğunu ve bunların çeşitli yan etkilerinin görüldüğünü anlatan uzmanlar,
araştırmaların, söz konusu yan etkilerin, böcek tüketimiyle engellenebileceğini gösterdiğini ifade ettiler.
Uzmanlardan Lieselot Vercruysse, araştırmalarda, böceklerdeki proteinin tansiyon istikrarında etkisini sabit gördüklerini, bu keşfin yeni araştırmalara
temel oluşturduğunu kaydetti.
Gand Üniversitesi yetkilileri, Batı kültürlerinde böceklerin gıda sektöründe tüketimine sıcak bakılmadığının bilincinde olduklarını, ancak söz
konusu böceklerin insan organizmasının ihtiyacı olan protein, enerji, maden ve vitamin kaynağı oluşturduğunu söylediler.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 21:09
İspanyol bilim adamları, vücutta doğal olarak oluşan bir enzimin miktarını arttırmanın, hücrelerin ölümüne engel olacağına, daha uzun, sağlıklı ve yaşam dolu bir hayata imkan sağlayacağına inanıyorlar.
Vücuttaki telomeraz proteini, kromozomların sonunda bir ayakkabı bağı gibi davranan ve onları çözülmekten kurtaran koruyucu başlığın muhafaza edilmesine yardımcı oluyor.
İnsan yaşlandıkça hücreler bölünüyor, bu koruyucu başlıklar yıpranırken kısalıyor ve hücrelerin ölümüyle büyük hasar görüyor. İspanyol bilim adamları, vücudun doğal telomeraz düzeyini arttırmanın onu gençleştireceğine inanıyorlar.
Madrid’deki Ulusal Kanser Araştırma Merkezi’nden bir ekip, bu teoriyi laboratuvar fareleri üzerinde denedi ve genetik mühendisliğiyle telomeraz düzeyleri 10 kat arttırılmış olanların, normallerinden yüzde 50 daha uzun yaşadıklarını gördü.
Araştırmanın başında yer alan Maria Blasco, New Scientist dergisine yaptığı açıklamada, bu enzimin “normal, ölümlü bir hücreyi, ölümsüz bir hücreye” çevirebileceğini belirterek, aynı yaklaşımın özenli ve dikkatli bir biçimde gösterilmesi durumunda, insan yaşamının da uzatılabileceği konusunda iyimser olduğunu kaydetti.
Maria Blasco, “Farenin yaşlanmasını erteleyebilir ve yaşam süresini arttırabilirsiniz. Ancak insanlar üzerinde bunu yapmak çok daha zor” dedi.
Telomerazın arttırılmasıyla ortaya çıkan sorunlardan birisi de kanser riskinin çoğalması.
Kanser ilaçları sayesinde bunun üstesinden gelinebileceğini ifade eden Dr Blasco, enzimleri arttırılan farelerde, derialtı yağlanmasının azalması ve daha fazla glikoz toleransı gibi başka olumlu sağlık etkilerinin de görüldüğüne işaret etti.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 21:09
13 bebeğin ölümüyle ilgili İzmir Adli Tıp Kurumu araştırmasını tamamladı. 11 bebek mamadaki bakteriden, 2'si doğal nedenlerden ölmüş
Ege Bölgesi'nin en büyük hastanelerinden olan Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Hastalıkları Kliniği'nde bir gecede 13 bebeğin hayatını kaybetmesiyle ilgili İzmir Adli Tıp Kurumu araştırmasını tamamladı. 11 bebeğin mamadan bulaşan 'entero bakteriyel kloseye'den, 2'sinin ise doğal nedenle öldüğünü belirlendi.
İzmir'deki Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Hastalıkları Hastanesi Yeni Doğan Ünitesi'nde 20-21 Eylül gecesi 11 saat içinde tamamına yakını premetüre 13 bebeğin yaşamını yitirmesi, kamuoyunda tartışma yaratmıştı. Kamuoyunda büyük tedirginlik yaratan olayın patlak vermesi üzerine bebeklerin öldüğü Yeni Doğan Ünitesi karantinaya alınmıştı. İzmir Sağlık Müdürlüğü yetkilileri, bebek ölümlerinin nedenini saptamak için Yeni Doğan Ünitesi ve hastaneden örnekler alınarak laboratuvarda inceleme başlatırken, İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı da olayı soruşturdu.
Ölümlerle ilgili İzmir Adli Tıp Kurumu'ndan rapor hazırlaması istendi ve ayrıca Sağlık Bakanlığı'ndan gelen bilimsel heyet ve müfettişler de ayrı bir inceleme inceleme başlattı. İzmir Adli Tıp Kurumu Başkanlığı, bebekler üzerinde yaptığı otopsi ve bakteriyel incelemeyi sonuçlandırdı. Yazımı tamamlanan rapora göre, 11 bebeğin ölüm nedeni bağırsaklarında rastlanılan bakterinin neden olduğu kesinleşti. 'Entero bakteriyel klose' ölen 11 bebekte tespit edilirken, 2 bebek için ise 'normal ölüm' raporu düzenlendi.
'HASTANE KUSURLU'
Uzmanlar, hazırladıkları raporu İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı ve Sağlık Bakanlığı'nın Bilimsel İnceleme Kurulu'na gönderdi. Raporda, yetişkin bir insanda olabildiği gibi bebeklerde de bağırsaklara yerleşen bu bakterinin, bebeklerin hayatlarını kaybetmesine neden olduğu belirtildi. Adli Tıp Uzmanları, bağırsaklara yerleşen bakterinin, bu serviste çocukların beslenmesi için kullanılan mamadan girmiş olabileceğini belirtti. Uzmanlar, fabrikasında tamamen steril ortamda 1 litre olarak hazırlanan bu mamaların hastanede, bebeklere günlük verilecek 200 gramlık hale getirilmesi sırasında veya bölünmüş mamanın konulduğu şişeden bakterinin bulaşmasının neden olduğunu söylediler. Yazımı tamamlanan raporda, bebek ölümleriyle ilgili olarak hastanenin kusurlu olduğu belirtildi.
İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı ve Sağlık Bakanlığı Kurulu, rapora göre soruşturmayı şekillendirip, tamamlayacak.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 21:10
Yüz, alın ve göz çevresi çizgilerinin belirginleştiği, kaş, yanak, çene altı ve boynun sarktığı, göz kapaklarının yağ torbacıklarının belirginleştiği bir hal alır ve sonuç olarak daha yaşlı, yorgun ve çökmüş bir görünüm kazanır. Türk Böbrek Vakfı Hizmet Hastanesi Dr. G. Sevin Özgül, yeni çıkan yüz gençleştirme operasyonlarıyla artık gençleşmenin hayal olmadığını söylerek hanımlara müjde veriyor.
Göz Kapağı Estetiği
Yaş ilerledikçe üst göz kapağı derisinde bollaşma, kaş ile birlikte, bollaşan bu deride aşağı doğru sarkma oluşuyor. Alt göz kapaklarında ise deride bollaşma, kırışıklık ve göz altı torbalarının belirginleşmesi dikkat çekiyor. Göz kapağı estetiği ameliyatları alt ve üst göz kapağındaki fazla deri ve yağın alınması işlemine dayanıyor.
Dermabrazyon
Dermabrazyon, deri yüzeyindeki pürüzlü görünümü azaltmaya yönelik olarak uygulanan deriyi zımparalama işlemidir. En sık olarak, iyileşen sivilcelerin bıraktığı izlerin ya da deriden kabarık yara izlerinin azaltılması için uygulanıyor. Dermabrazyon işlemiyle derinin en yüzeysel tabakası soyuluyor. Böylece yeniden oluşan deri tabakası daha pürüzsüz ve gergin oluyor.
Kimyasal Peeling
Kimyasal peeling işlemiyle cildin yıpranmamış, sağlıklı olan tabakasını örten yıpranmış tabaka, özel peeling solüsyonları ile soyularak ortaya çıkarılıyor. Sonuç ise daha canlı, taze ve gergin bir cilt oluyor. Yüzeysel tabakadaki hücrelerin dökülmesi, yeni deri hücrelerinin yapımını hızlandırdığından, cilt yüzeyi daha taze hücreler ile kaplanmış oluyor.
Botox
Botox mimik kaslarının hareketi ile ortaya çıkan yüzdeki kırışıklıkları azaltmak amacıyla en çok uygulanan yöntemlerden biri. Mimik kaslarının hareketleri sonucu alında, göz çevresinde, kaşlar arasında ve ağız çevresindeki kaslar Botox ile felç edilerek kırışıklıklar yok ediliyor. (Milliyet)
sarıkanarya_41
15-12-2008, 21:10
ABD'de yapılan çalışmalarda, yaygın olarak kullanılan kanser ilacı Avastin'in kemoterapiye eklendiğinde damarlarda pıhtı oluşma riskini arttırdığı belirlendi ancak bu sonucun, hastaları ilacı almaktan vazgeçirmemesi gerektiği açıklandı.
Çalışmayla ilgili bir makale, ''Journal of the American Medical Association'' adlı bilimsel yayında yayımlandı. Çalışma, 15 klinikte, 8.000 hasta ile yapıldı.
Çalışmaya katılan bilim adamlarından olan, New York'taki Stony Brook Üniversitesi Kanser Merkezi'nden Dr. Shenhong Wu, ''çalışma, hastaların kemoterapi almaları sırasında Avastin'in ciddi bir risk yarattığını ortaya koydu'' dedi. Wu, bir çok kanser hastasında zaten pıhtı riskinin olduğunu, bu sorunun, ''toplardamar tromboembolizmi'' olarak bilindiğini belirtti. Wu, ''kemoterapi alan 100 hastadan yaklaşık 10'unda pıhtı oluşuyor. Kemoterapiye Avastin de eklendiğinde, pıhtı olan hasta sayısı 13'e çıkıyor'' dedi.
Wu, bu ilacın, zaten var olan bu sorunu arttırma riski olduğunu belirlediklerini kaydederek, hastaların buna rağmen ilacı kullanmaktan vazgeçmemeleri gerektiğini, bunun yerine doktorların ve hastaların pıhtılaşma sorununu iyi bir biçimde izlemelerinin yeterli olacağını belirtti. A.A
sarıkanarya_41
15-12-2008, 21:11
Antalya Eczacı Odası Başkanı Cihan Dinç, ****** ve Sildegra gibi cinsel performansı artırıcı ilaçların Türkiye genelindeki satışının yüzde 20'sini, Antalya'nın turistik bölgelerindeki 150 eczanenin yapıldığını söyledi.
Eczacı Odası Başkanı Cihan Dinç, medikal alanında istatistikler hazırlayan uluslararası kuruluş IMS'nin verilerine göre Türkiye genelinde bu ilaçlardan yılbaşından bugüne kadar 355 bin adet satıldığını bildirdi. Oda Başkanı Dinç, sadece Antalya'da bu ilaçlardan 68 bin adet satıldığını, Antalya'yı Muğla ve İzmir'in izlediğini söyledi.
Yurt dışında bu tür ilaçların reçete ile satıldığını belirten Dinç, o ülkelerde kişinin bu ilaçları alabilmesi için doktor kontrolünden geçmesi gerektiğini söyledi. Bu ilaçları kullanacak kimselerin ayrıca doktor parası vermek zorunda kaldığını kaydeden Dinç, bu ilaçların Türkiye'de daha ucuz olduğunu savundu. Türkiye'de bu ilaçlarda alım sınırlaması olmadığını belirten Eczacı Odası Başkanı Cihan Dinç, bu nedenlerden dolayı turistin cinsel performansı artırıcı bu ilaçları Türkiye tatili esnasında yoğun olarak talep ettiğini söyledi.
Dinç, bu tarz ilaçları vitaminlerin izlediğini vurguladı.Adının açık yazılmasını istemeyen eczacı H.K., bu tür ilaçlardan yılda 20 bin adet sattığını belirtti. Bu ilaçların tanesini 16- 20 YTL arasındaki fiyatlarla sattıklarını kaydeden H.K., "Turistler kutu kutu alıyor. Bu ilaçlar olmasa hiç abartmıyorum ki hastane uzağında olan eczaneler olarak batardık. Bizi bunlar kurtarıyor" dedi.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 21:11
Trabzon Doğum ve Çocuk Bakımevi Başhekimi Uzman Dr. İsmail Topal, hamilelikte düzenli egzersizin sezaryenle doğum riskini azalttığını, doğum sonrası lohusalık süresini kısalttığını ve annenin daha kolay kilo vermesini sağladığını söyledi. İsmail Topal, yaptığı açıklamada, gebelikte belli kurallar çerçevesinde uygulanacak egzersizin pek çok yarar sağladığını belirtti.
Hamilelerin yapacağı egzersizin solunum ve dolaşım sistemlerinin daha iyi çalışmasına katkıda bulunduğunu ifade eden Topal, "Bu durum, gebenin kendisinidaha iyi hissetmesini, sağlıklı kilo almasını, pozitif duygulara yönelmesini vekendine güveninin artmasını sağlar. Egzersiz, anne adayında gebeliğe bağlıuykusuzluk, bel ağrısı, bacaklarda kasılma, varis, basur gibi şikayetlerinazalmasını sağlar" dedi.Topal, düzenli egzersizin sezaryenle doğum riskini azaltacağına dikkatiçekerek, "Egzersiz, doğum sonrası lohusalık sürecini kısaltır ve annenin dahakolay kilo vermesini sağlar. Sağlıklı yaşamın önemli bir parçası olan egzersiz,hamileler için de vazgeçilmez bir uygulamadır. Bu durum dikkate alınarak, anneadayları, düzenli egzersizleri doktorlarıyla iletişim halinde olarak aksatmadanyapmalıdır" diye konuştu.
'EGZERSİZ, ANNE ADAYININ FİZİKSEL GÜCÜNÜ ARTIRIR'
Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Beden Eğitimi Bölümü BaşkanYardımcısı Yılmaz Çakmak ise hamileliği normal seyreden her sağlıklı anne adayı için egzersizin güvenli ve yararlı olduğunu söyledi. Yılmaz Çakmak, hamilelik döneminde sakatlık riski olabilecek spor aktiviteleri ve 5 dakikadan fazla sırt üstü yatılan egzersizler yapılmaması gerektiğini ifade ederek, "Egzersiz sırasında düzgün ayakkabı ve göğüs destekleyici elbiseler giyilmelidir. Hamilelikte yapılan egzersizlerin birinci tehlikesi, vücut ısısının yükselmesi ve bebeğe kan akışının azalmasıdır. Kalp atışı dakikada 140'ı geçmemelidir. Hamileliğin dördüncü ayından başlanarak düzenli yapılan egzersiz, anne adayının fiziksel gücünü artıracaktır" dedi.
Anne adayının ağrı, kasılma gibi durumlarda egzersize son verilmesi gerektiğine dikkati çeken Çakmak, "Anne adayları, hafif ve orta yoğunlukta egzersizi haftada en az üç defa yapabilir. Egzersiz programının günlük olarak 45dakika tüm vücut hareketleri, 5 dakika nefes eğitimi, 10 dakika gevşemehareketleri olmak üzere toplam bir saate yayılması gerekir" diye konuştu.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 21:11
Gaziantep Avukat Cengiz Gökçek Devlet Hastanesi Psikiyatri Servisi'nde tedavi gören 42 yaşındaki Derviş Seçer, doktorunun verdiği ilacı beğenmeyince, bir şişe dolusu benzini servise dökerek çakmakla yaktı. Alevler büyümeden söndürülürken, Seçer gözaltına alındı.
15 yıldır tedavi gören Derviş Seçer, Avukat Cengiz Gökçek Devlet Hastanesi'ne giderek doktorundan daha önce yazdırdığı ilaçların faydasını görmediğini söyleyerek başka ilaç yazmasını istedi. Ancak, doktoru Seçer'e, "Tedavin için bu ilaçlar gerekli" diyerek daha önce yazdığı ilaçların aynısını yazdı. Sinirlenen Derviş Seçer, yanında getirdiği bir şişe dolusu benzini, içinde bulunduğu Psikiyatri Servisi'ne dökerek çakmakla yaktı. Seçer, yaktığı ateşin içine kendisini de atmak isterken diğer hastalar ve hastane görevlileri müdahale ederek onu engelledi. Hastane polisi ve hastane güvenlik görevlilerinin güçlükle gözaltına aldığı Seçer, hastanedeki polis noktasına götürüldü, alevler de büyümeden söndürüldü.
Seçer'in polise verdiği ifadeye göre hastaneye planlı geldiği ve "Doktor yine aynı ilaçları yazarsa ya kendimi ya da hastaneyi yakacağım" dediği öğrenildi.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 21:12
Adana Hasta ve Hasta Yakını Hakları Dernek Başkanı Avukat Bülent Maraklı, Yargıtay'ın, hastaya eksik bilgi veren hekime 125 bin YTL ceza verilmesi kararını onamasının, hasta- hekim ilişkisinde yeni bir dönem başlattığını söyledi.
Ameliyat sonrası ses kısıklığının oluşması nedeniyle 2003'de açılan ve 2008'de 'hekim ne kadar kusurlu değilse de, ameliyat yönünde rıza alınmasına rağmen, hastanın ameliyatın yapılması esnasında ve sonrasında meydana gelecek komplikasyonlara ilişkin bilgilendirilmediği, buna ilişkin aydınlatılmış bilgi rızası (onamı) bulunmadığı' gerekçesiyle Yargıtay 13'üncü Daire tarafından, doktorun faiziyle birlikte 125 bin YTL tazminat ödemeye mahkum edilmesi kararını onaması tarihi karar olarak nitelendirildi.
Adana Hasta ve Hasta Yakını Hakları Dernek Başkanı Avukat Bülent Maraklı, bu kararla aydınlatma yapılarak rıza alınmadan, tedavi ve cerrahi müdahale sonucu, beklenilmeyen ve istenilmeyen sonuç doğar ise, meydana gelecek maddi ve manevi zararlardan, tedaviyi ve cerrahi müdahaleyi gerçekleştiren hekimin sorumlu olduğunun ortaya çıktığını söyledi. Avukat Maraklı, "Olay özel hastanede gerçekleşir ise, özel hastane ile hekim birlikte sorumludur. Devlet ve üniversite hastanelerinde, hekimin kişisel kusuru söz konusu değilse, zarardan kurum sorumludur. Kurumun da rücu hakkı söz konusudur" dedi.'
'GELECEKTE DAHA DA ÖNEM KAZANACAK'
Genelde hasta haklarının, özelde ise 'aydınlatılmış onam' işleminin önümüzdeki yıllarda dünyada ve ülkemizdeki insan haklarının gelişimi sürecinde daha da önem kazanacağı ve yasal yaptırımlarının daha titizlikle uygulanacağını belirten Avukat Maraklı, "Bu konuda hekimlerin ve hastaların bilgilendirilmesi, hekimlerimizin aydınlatma işlemini davranış modeli haline getirmelerinin sağlanması için eğitim çalışmaları ve denetimin arttırılması gerekmektedir" diye konuştu.
Avukat Maraklı, aydınlatma ve rızanın alınmasında hasta ve doktorun dikkat etmesi gereken konuları da şöyle sıraladı: "Aydınlatılmış onam alma ve bilgilendirmeler primer hekim tarafından yapılmalıdır. Hasta dosyasının oluşturulması esnasında, hemşire veya görevli tarafından verilen onam formları imza edilmemeli. Hekim tarafından açıklaması yapılmayan bu bilgilerin kabul edilerek imza edilmesi, aydınlatmanın hekim tarafından yapıldığı sonucunu doğurabilir. Yani bu belge delil teşkil edebilir. Aydınlatılmış onam, hastanın sosyal- kültürel yapısına uygun ve anlayacağı dilden hazırlanmalı ve bu konuda hastadan tarih, saat ve anladığına dair bir not içeren yazı ve imza alınmalıdır. Hasta ve yakını verdiği onamı geri alma hakkına sahip olmalıdır. (Acil durumlarda hekimin itiraz hakkı mevcuttur) Hastanın özgür iradesi ile karar verebileceği ortam sağlanmalıdır. Fiziksel ve psikolojik açıdan hastaya bu olanak ve zaman tanınmalıdır."
sarıkanarya_41
15-12-2008, 21:12
Akdeniz Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Buket Cinemre, şizofreni hastalarının "etiketlenmekten" korktuklarını, ilaç kullanarak ve terapilere katılarak iyileşen hastalarının bile geçmişte şizofreni yaşadığını gizlemeyi tercih ettiğini bildirdi.
Yrd. Doç.Dr. Cinemre, şizofreninin toplumda daha çok kişilik bölünmesi, çoklu kişilik gibi algılandığını, halbuki bu rahatsızlığın bir beyin hastalığı olduğunu söyledi. Çocuklukta kötü muamele görmenin de bu hastalık üzerinde etkisinin bulunmadığına dikkati çeken Yrd. Doç.Dr. Cinemre, hastalığın hipertansiyon veya diyabette olduğu gibi moleküler düzeydeki bozukluklardan kaynaklandığına işaret etti. Yrd. Doç.Dr.Cinemre, hastalığın ortaya çıktıktan sonra yaşam boyu görüldüğünü, şizofrenlerin önemli bir kısmının ömür boyu ilaç kullanmak zorunda kaldıklarını vurguladı. Bu hastaların aktif dönemde olmayan sesler duyma ve hayaller görme gibi gerçek dışı düşüncelerinin olduğunu anlatan Yrd. Doç.Dr.Cinemre, şöyle konuştu:
"Hastalarımız arasında zarar göreceğini, birilerinin kendini takip ettiğini, beynine çip yerleştirildiğini düşünenler var. Bunları ilaçlarla düzeltebiliyoruz. Bu dönem geçtikten sonra ise içe kapanıklık, karar verme yetisini kısmen kaybetme, karar verse de hayata geçirememe, işi başlatıp sonlandıramama gibi sorunlar ortaya çıkıyor. Zaten esas sorun da burada. Çünkü hastalık bu süreçte ciddi işlev kaybına neden oluyor. Kişinin benlik saygısı azalıyor, hiç çalışamaz duruma geliyor."
Hastalığın bu dönemini "kırık bir kolun alçıdan çıktıktan sonraki ilk günlerine" benzeten Yrd. Doç. Dr. Buket Cinemre, "Kırılmış bir kol alçıdan çıktıktan sonra anatomik olarak iyileşmiştir ama kol eski kol değildir. Kaslar zayıflamıştır, eklemlerde zayıflık başlamıştır. Şizofrenide de böyle bir durum sözkonusu. Hastada akut dönem geçtikten sonra içe kapanıklık, işe yaramama duygusu gelişebiliyor" dedi.
HER 100 KİŞİDEN BİRİ ŞİZOFREN
Yrd. Doç.Dr.Cinemre, şizofreninin daha çok ergenlik ve genç erişkinlik döneminde ortaya çıktığını ve toplumda görülme sıklığının yüzde 1 oranındaolduğunu bildirdi. Bu dönemin, kişilerin en üretken oldukları, hayatlarıyla ilgili önemli kararları aldıkları dönem olduğuna işaret eden Cinemre, hastalığın bu dönemde ortaya çıkmasıyla hastaların büyük kayıplar yaşadıklarını, en başta geleceklerini kaybettiklerini söyledi. Şizofren kişilerin hastalıklarını farketmediklerine de işaret eden Yrd.Doç. Dr. Cinemre, burada hastanın yakın çevresine büyük görev düştüğünü vurguladı. Hastaların bu dönemde yaşadıkları kurguyu gerçek sandıklarını belirten Yrd. Doç.Dr.Cinemre, şunları kaydetti:
"Bu kurguyu gerçek sandıkları için de tedaviyi reddediyorlar. Hastalığıdaha çok şizofreni olan kişinin yakın çevresi farkediyor. Örneğin kişinin saçma konuşmalar yapması, kendi kendine konuşup gülmesi buna örnek. Ama şizofreninin sinsi şekilde ortaya çıktığı durumlar var. Hastalık bu şekilde gelişiyorsa içekapanıklık veya depresyon sanılabiliyor. Kişide özbakımda azalma, öğrenciyse ders başarısında düşme oluyor. Buna da ancak uzman kontrolünde karar verilebiliyor."
ETİKETLENME KORKUSU
Yrd. Doç. Dr. Buket Cinemre, hastalığın ortaya çıkmasında gen-çevre ilişkisi bulunduğunu, kalıtsal etkinin yanı sıra çevresel koşulların hastalığı hızlandırabildiğini veya engelleyebildiğini bildirdi. Hastalığın toplumda da yeterince tanınmadığını, hastaların, kişilerin kendilerine ön yargıyla yaklaşmasından korktuğunu anlatan Yrd. Doç.Dr.Cinemre, şunları söyledi: "Hastalar etiketlenme korkusuyla, iyileştikten sonra bile kendilerini gizlemek istiyorlar çünkü ön yargılardan korkuyorlar. Bu ön yargılar nedeniyle toplumla hastalar arasındaki mesafe de artıyor. Bu hastalık kimsenin kendi tercihi olamaz. Bana göre şizofreni, hipertansiyondan daha farklı bir hastalık değil. Eğer doğru zamanda ve doğru şekilde müdahale edilirse, şizofrenlerin normale yakın ya da tamamen normal bir yaşam sürdürmeleri mümkün."
sarıkanarya_41
15-12-2008, 21:13
Dünya genelinde olduğu gibi Türkiye'de de her geçen gün organ nakli için sıraya giren hasta sayısı artıyor. Türkiye'nin handikapı ise bilgi eksikliği nedeniyle organ bağışı yapan kişi sayısının çok düşük olması.
Türkiye'de organ bekleyen yaklaşık 45 bine yakın hastanın olduğunu belirten Akdeniz Üniversitesi Organ Nakli Merkezi Koordinasyon Birim Sorumlusu Nilgün Bilal Keçecioğlu, bu sene bağış yapan kişi sayısının ise sadece 600'de kaldığını açıkladı.
Organ bağışının artmasını engelleyen en önemli unsurun yanlış algılamalar olduğunu belirten uzmanlar, ölen bir yakınının organlarını bağışlamayı düşünen bir ailenin kişinin bedensel bütünlüğünün tamamen bozulacağı endişesini taşıdığını söylüyor.
Organ nakli yapılan kişinin kadavrasının "poşet içinde" aileye teslim edildiği gibi gerçekdışı inanışlar da organ bağışı kampanyalarının yeteri kadar destek görmesine engel oluşturuyor. Uzmanlar ise bu inanışın çok yanlış olduğunu ve ölen kişinin vücut bütünlüğüne büyük saygı gösterildiğini belirtiyor.
TÜM TÜRKİYE'Yİ İLGİLENDİREN SOSYAL BİR SORUN
Beyazıt Öztürk ve Meral Okay'ın hazırlayıp sunduğu "Nası Yani" adlı programa konuk olan Akdeniz Üniversitesi Organ Nakli Merkezi Koordinasyon Birim sorumlusu Nilgün Bilal Keçecioğlu, "Kişinin yakınını kaybettiği an en acılı andır insanların en acılı oduğu zaman en bencil oldukları andır. O sırada o insanların canı yanıyor. Başkasını düşünme fırsatları pek yok, çok zorlanıyoruz." sözleriyle yaptıkları işin zorluğuna dikkat çekiyor.
Keçecioğlu ayrıca organ bekleyen hastaların hem çok kalitesiz bir yaşam sürdürdüklerini hem de devletin bu hastalara sosyal güvenlik sitemi vasıtasıyla büyük paralar hartcadığına dikkat çekiyor. "Bir böbrek hastasının bir yıllık maliyeti devlete 23 bin dolar. Organ nakli olsa birinci yıl rakam 20 bin dolara ve sonraki 5 yılda 5 -6 bin dolara kadar iniyor. Devlet bu yaşam standardı sıkıntılı olan hastalara çok ciddi paralar harcıyor" sözleriyle organ bağışının önemine vurgu yapıyor.
Nilgün Keçecioğlu, birgün hepimizin, "organ vericisi" olmaktan çok "organ alıcısı" olma ihtimali olduğunun altını çizerek "O listede bekleyenlerden biri de olabiliriz" diye konuştu.
YOĞUN BAKIM DOKTORLARINA ÇOK BÜYÜK GÖREV DÜŞÜYOR
Memorial Hastanesi'nin Organ Nakli Koordinatörü Mümin Uzunalan organ bağışı konusunda yaşanan algı yanlışlılarını KANALDHABER.COM.TR'ye anlattı.
* Bağış yapmak için iki şahit getirilmesi gerekiyor. Türkiye gibi bürokratik işlemlerde sorunlar yaşanan bir ülkede bu pek çok bağışçı için büyük bir sorun gibi görünüyor. Bu süreç daha basitleştirilemez mi?
Kişi sağlığında organ bağışı yapmak istediğinde herhangi bir sağlık kurumuna başvurarak organlarını bağışlayabilir ve organ bağış kartı alabilir. Bu prosedürle uğraşmak istemeyenler ise ailelerine organ bağışında bulunmak istediklerine dair bilgi verebilirler. Sonuçta hayatını kaybeden birinin organları ailesinin onayı alınmadan bağışlanamayacağı için, kişi sağlığında bağış yapsa da yapmasa da geride kalan yakınlarının onayı şarttır. Dolayısıyla sağlığında aile bireylerine vereceği bilgi bir anlamda kişinin bu konudaki vasiyetidir.
* Ünlü bir kişi var mı topluma örnek olacak organlarını bağışlayan? Bu tip, halkın sevdiği kişiler ile görüşme yapılsa kamuoyuna bağışçı oldukları duyurulsa daha sonraki süreç takip edilse, bağış sayesinde hayata dönen insanlar lanse edilse bağışların artmasına etkili olur mu sizce?
Çolpan İlhan, Kerem Alışık, İlhan Mansız, Kenan İmirzalıoğlu gibi birçok isim sayılabilir. Aslında birinin ismini vermek ismini vermeyi unuttuğumuz diğer ünlülere haksızlık olacağından hepsinin total desteğinden söz etmek daha doğru olur. Ancak sağlıklı iken yapılan bağışlarla hayatını kaybettikten sonra yapılacak bağışları birbirinden ayırmak gerek. Diğer taraftan sadece ünlülerin hayatını kaybetmesini beklemeye gerek yok. Bir çok organ bağışı oluyor ve bu organlarla bir çok hasta hayata dönüyor. Bunları kamuoyunun gündemine taşımakta da medyanın biraz çaba harcaması gerekiyor. Ayrıca geçmişte ünlülerin organları da bağışlandı ve bu organlarla hayata dönenler haber yapıldı. Sorun bu haberlerin bir stratejinin parçası olmadan bir tek haber bazında ele alınması. Oysa ki uzun soluklu projelerle halka sürekli ve doğru bilgi akışını sağlamak gerekiyor.
* Bizde "gönüllülük yöntemi" uygulanıyor şu an ve istatistiklere göre bağışçı sayısı da çok yetersiz. Şu anda genç olan nüfusumuzun önümüzdeki yıllarda yaşlanmasıyla beraber organ nakline daha çok ihtiyaç olacak. Peki bu projeksiyonu şimdiden oluşturup batılı ülkelerin "İtiraz yöntemi" uygulamasına geçebilir miyiz? Bizim toplumsal yapımıza uygun mudur bu sistem?
Dünyada uygulanan bir çok model var. İtiraz yöntemi de bunlardan biri. Ülkemiz şartlarında uygulanabilirliği konusunda ciddi endişelerim var. Ancak bu konular kanun, yönetmelik ve yönergelerle belirlenmiştir. Dolayısıyla ancak kanun koyucuların iradesiyle değiştirilebilir. Toplumda böyle bir beklenti oluşursa dikkate alınır diye düşünüyorum. Hangi sistem uygulanırsa uygulansın bir noktayı göz ardı etmemek gerek. Organ bağışı kültürü oluşmadan sistemler başarılı olamazlar. Doğru mesajlar, doğru bilgiler ve sonuçların insanlara anlatılmasıyla zamanla bir organ bağışı kültürünün oluşacağını düşünüyorum. Bizim çaba harcamamız gereken husus budur. Bazen hepimizin yöneldiği sorunları kolay yoldan çözme girişimleri organ bağışı konusunda asla işe yaramayacaktır. Dolayısıyla hepimiz üzerimize düşeni yapmalı ve organ bağışını arttırmak için insanlara bilgi vermeliyiz.
* Bu rakamların artırılabilmesi için ne yapılabilir?
Bu sorunun cevabı aslında çok çok uzun. Yeniden keşifler yapmaya gerek yok. Organ bağışında başarı sağlamış ülkeleri örnek alabiliriz. Halkın bilinçlenmesi şart elbette. Ülkemizde insanların en önemli dostu hiç şüphesiz televizyonlardır. Buradan yola çıkarak televizyonların organ bağışı kampanyalarında aktif rol alması gerektiğini düşünüyorum. Bazen dizilerde son derece yanlış ve çok basit bir telefonla bile alınabilecek bilgilerden yoksun senaryolarla karşılaşıyoruz. En azından doğru mesajların işlenmesi sağlanarak bu olumsuzluklardan sıyrılabiliriz. Rayting kaygısını anlıyorum ama yanlış bilgi vermeden de organ bağışının içerisinde yeterince rayting unsuru olduğunu düşünüyorum. Elbette devlet televizyonları daha güçlü el atmalılar organ bağışına. Bilgilendirici klipler hazırlanarak bunların belirli aralıklarla gösterimleri çok zor değildir diye düşünüyorum. Ayrıca hekimlerin ve sağlık çalışanlarının da çeşitli metotlarla eğitimleri gerekli.
HANGİ ÜLKE, HANGİ SİSTEMİ UYGULUYOR?
* Arnavutluk, Hırvatistan - Yasal bir düzenleme yok
* İrlanda, Litvanya, Malta / Yasal bir düzenleme yok - Geliştirilmiş gönüllülük yöntemi uygulanıyor
* Danimarka, Almanya, Yunanistan, İngiltere, Yugoslavya, Hollanda, Romanya, İsviçre, Türkiye, Beyaz Rusya / Geliştirilmiş gönüllülük yöntemi
* Lüksemburg, Avusturya, Polonya, Portekiz, Slovakya, Slovenya, İspanya, Çekoslovakya, Macaristan / İtiraz yöntemi
* Belçika, Finlandiya, Fransa, İtalya, Ukrayna, Letonya, Liechtenstein, Norveç, Rusya, İsveç, Kıbrıs / Geliştirilmiş itiraz yöntemi
* Bulgaristan / Sadece olağanüstü durumlarda izin veriliyor
* Estonya / Komisyon karar veriyor
ORGANLARINI DOĞAR DOĞMAZ BAĞIŞLIYORLAR!
Temelde organ bağışı ile ilgili dört yöntem vardır. Bu yöntemler, bağış yapan kendi isteği ile organ bağışı yapmaya hazır olmadığı zamanlarda devreye girer. Bu düzenlemeler şimdilik her yerde aynı şekilde kullanılmıyor. Her ülke kendi kararlarını kendisi veriyor.
* İtiraz Yöntemi
* Genişletilmiş İtiraz Yöntemi
* Gönüllülük Yöntemi
* Genişletilmiş Gönüllülük Yöntemi
Bunların içerisinde İtiraz Yöntemi en geniş kapsamlı yöntemdir. Bu yöntemde sağlığında kesin itirazı olmayan herkesin organı bağış olarak kabul edilir.
Genişletilmiş İtiraz Yöntemi ayrıca şöyle bir hakkı da içerir: Bağışçının ölümünden sonra, potansiyel bağışçının akrabaları organ bağışını, ölen kişinin, yaşarken yaptığı vasiyet olarak kabul ederler.
Gönüllülük Yöntemi ise bağışçının yaşarken organlarını bağışlayacağını kabul etmiş olması zorunluluğunu getirir. Kesin bir organ bağışı yapmayı kabul etme prosedürü gerektirir. Bu nedenle çok dar kapsamlıdır.
Genişletilmiş Gönüllülük Yöntemi'nde bağışçının ölümünden sonra, ailesi de bağış için onay verebilir. Bu uygulama Gönüllülük Yöntemi'ni genişletmektedir.
Bu dört yöntemin yanı sıra iki istisna yöntem daha vardır: Bilgilendirme Yöntemi ve Acil Durum Yöntemi
Bilgilendirme Yöntemi'nde bağışçının izni şarttır. Eğer potansiyel bağışçının yanında, organ bağışı yapmak istemesi ile ilgili herhangi bir yazılı belge yoksa, bağışçı olmak istemiyordur. Bu durumda ailesine bilgi verilmesi gerekir. Ailenin itiraz etme hakkı vardır.
Acil Durum Yöntemi'nde, bağışçının kendisinden veya ailesinden bir itiraz olsa bile, her durumda organ alınır.
ORGAN BAĞIŞI KONUSUNDA AYRINTILI BİLGİ ALMAK İÇİN TIKLAYIN (Only the registered members can see the link)
BAĞIŞTA BULUNAN VATANDAŞLARIMIZIN LİSTESİ (Only the registered members can see the link)
sarıkanarya_41
15-12-2008, 21:14
Hava kirliliğinin, kronik akciğer rahatsızlıklarında, sigara kadar etkili olduğu vurgulandı.
Selçuk Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Faruk Özer, her kış olduğu gibi bu kış da hava kirliliği ve soğuğun etkisiyle göğüs hastalığı vakalarında artış yaşandığını söyledi.
Kış mevsiminde genel olarak kronik akciğer hastalarında artış olduğunu belirten Prof. Dr. Özer, bunun sebepleri arasında en başta sigara içilmesi, sigara içilen ortamlarda sigara dumanı solunması ve hava kirliliğinin geldiğini ifade etti.
Prof. Dr. Özer, kronik akciğer rahatsızlıkların ortaya çıkması ya da nüksetmesinde kışın artan gribal enfeksiyonların da önemli rol oynadığını vurguladı.
Kronik akciğer rahatsızlıklarında sigara kadar hava kirliliğinin de etkili olduğunu ifade eden Prof. Dr. Özer, şunları kaydetti:
“Yani bir anlamda hava kirliliğinin yoğun olduğu zamanlarda dışarı çıkan kişiler, zarar verici miktarda sigara içmiş gibi etki altında kalıyor. Bu nedenle hava kirliliğinin arttığı kış aylarında bronşit, astım gibi kronik akciğer rahatsızlığı olanların daha dikkatli olması gerekiyor. Bu hastalıkları taşıyan kişilerin her yıl grip aşısı olması gerekiyor. Kronik akciğer rahatsızlığı olanlar hava kirliliğinin yoğun olduğu saatlerde dışarı çıkmamalıdır. Bu konuda en fazla duyarlı olması gerekenler ise yaşlılar ve çocuklardır.”
sarıkanarya_41
15-12-2008, 21:14
Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp DamarCerrahisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Şah Topçuoğlu, stresin kalpritmini bozduğunu söyledi. Topçuoğlu, dünyada ölüm nedenleri arasında ilk sırada yer alan kalp damar hasatlıklarına artık ileri yaşlarda değil, çocuk ve gençlik çağlarında da sıkça rastlandığını, bunun doğumsal anomaliler, ailesel geçiş, çevresel faktörler ve değişen beslenme alışkanlıkları olmak üzere çeşitli nedenlerin yanı sıra stresten de kaynaklandığını belirtti.
Günümüzde stressiz bir yaşamın düşünülemeyeceğini belirten Topçuoğlu,"ancak, kalbini seven çağın vebası denilen bu durumu mümkün olduğunca frenlemeli. Tempolu yürüme, koşma ya da spor sırasında daha çabuk hissedilen bu durum, kalbin idare merkezinde yapısal bir sorun ya da ileti yolları olan yani kalbi besleyen damarlarda problem olduğunu gösteriyor. Çoğu kişi tarafından hissedilemeyen ya da hafife alınan bu durumun ani ölümlere yol açtığı görülüyor" dedi.
Topçuoğlu, gelişen tıp imkanları sayesinde ritm bozukluklarının nedeninin kolayca belirlenerek ilaçlı ve cerrahi operasyonla tedavisinin mümkün olduğunu, normal elektrografide görülmese bile 24 saatlik holter EKG denilen yöntemle tespit edilebildiğini belirterek, şöyle devam etti: "Burada bir bozukluğa rastlanırsa elektro fizyolojik çalışmalar yapıyoruz. Bu tespit bize tedaviyi ilaçlı mı yoksa cerrahi operasyonla mı gerçekleştireceğimiz yönünde bilgi verir. Sürekli ilaç kullanımını her zaman onaylamıyoruz. Çünkü, her ilaçta mutlaka bir yan etki görülür."
Topçuoğlu, kalp rahatsızlıklarının erken teşhisinde ailelere önemli görev düştüğünü belirterek, "çabuk yorulan, efor sırasında çarpıntı yaşayan çocuk ya da gençlerin mutlaka kalp hastalıkları uzmanına başvurması sağlanmalı" diye konuştu.
KALP DIŞI NEDENLER
Adana Kardiyoloi Merkezi uzmanlarından Dr. Farşit Farşidfar ise kalpteki ritm bozukluklarının, kalp dışı nedenlerden de kaynaklanabileceğini, bunlar arasında guatr hastalığı, kansızlık, fazla çay, kahve ve sigara kullanımının sayılabileceğini bildirdi. Aşırı heyecan, öğrencilerdeki sınav kaygısı ve stresin de kalpte ritm boukluğuna neden olduğuna dikkati çeken Farşidfar, özellikle risk faktörleri taşıyan kişilerin yanı sıra hiçbir rahatsızlık hissetmeyenlerin de yılda bir kezde olsa rutin kontrolden geçmesinin olası bir rahatsızlığın erken teşhisi açısından büyük önem taşıdığını kaydetti.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 21:14
Aktif bir cinsel yaşama sahipsiniz. Peki ama cinsellikle bulaşabilecek hastalıklardan haberdar mısınız? Sağlıklı bir cinsel yaşamın sırrı bu hastalıklar hakkında bilgi sahibi olmak ve tedbiri asla elden bırakmamaktan geçiyor.
1. HPV Kansere dönüşebiliyor
Human papiloma (HPV), genital hastalıklar ve serviks kanserine yol açabilen virüsün adı. Genellikle, bulaşma sıklığı, 20'li yaşların başında daha fazla. Çoğu zaman semptomları belirti vermiyor ve enfeksiyon herhangi bir tedavi olmadan kendiliğinden geçiyor. "Eğer aktif bir **** hayatınız varsa bu virüsün bir türünü taşıma riskiniz artar" diyen konunun uzmanları 30 çeşit HPV virüsü çeşidi olduğunu vurguluyor. Cinsel temasla kolaylıkla geçen ve kimi zaman tehlikeli olabilen bu virüsten korunmak için prezarvatif kullanmak kolay ve basit bir çözüm. Düzenli olarak smear testi yaptırarak da virüs taşıyıcısı olup olmadığınızı veya virüsün kansere dönüşüp dönüşmediğini öğrenebilirsiniz.
2. Herpers ömür boyu sürüyor
İstatistikler gösteriyor ki herpes virüsü gittikçe yaygınlaşıyor. "Herpes simpleks" adlı virüsün neden olduğu herpesin tedavisi yok ve bir kez bulaşınça ömür boyu taşınıyor. Özelikle genital herpese yakalananların sayısı İngiltere'de, son yıllarda yüzde 9 artmış. Yaşam kalitesini bozan bir sağlık sorunu olan herpesle savaşta cinsel ilişki sırasında korunmaktan ve tedbiri asla elden bırakmamaktan geçiyor.
sarıkanarya_41
15-12-2008, 21:15
Serin havalar geldi ve bacaklarınız, uzun kollu giysilerin altına hapsoldu ve siz istenmeyen tüylerinizin varlığını unutmaya karar verdiniz; Oysa birazcık uğraşmayı göze alsanız, önümüzdeki yazı pürüzsüz bir bedenle karşılamanız mümkün.
Biz kadınlar güzelliğimize ne kadar düşkün olsak da, zaman zaman bazı işleri erteleyebiliyor ve yumurta kapıya dayanınca panik halinde çözüm aramaya başlıyoruz. Ortak yanlışımız; bütün yıl boyunca yediğimize, içtiğimize dikkat etmeyip bahar aylarında başladığımız şok rejimler ve kışın nereye koyduğumuzu bile hatırlamadığımız selülit kremlerini havaların güzelleşmesiyle yana yakıla aramamız... Ve işte bunlara güzel bir örnek daha; lazer epilasyonun sadece yaz başında yapılan bir işlem olduğunu düşünmek! Oysa uzmanlara göre, sonbahar bu işin tam zamanı. Bunun başlıca iki nedeni var. Ilki, bu ayların bize yaza kadar tüm seansları tamamla imkanı vermesi. İkincisi ise seanslardan sonra bir süre cildin güneş görmesi sakıncalı olduğu için, havanın kapalı olduğu bu mevsimde kapalı giysiler giymenin ve güneşe çıkmamanın daha kolay olması.
Önümüzdeki yazı, 'tüy' diye bir şeyin varlığını unutmuş olarak karşılamak istiyorsanız, önerimiz iyi bir merkez bulmanız ve lazer epilasyonu seanslarına bir an önce başlamanız. Tabii, Dermatoloji Uzmanı Dr. Canan Aydemir'den aldığımız bilgiler doğrultusunda, avantajlarından dezavantajlarına derlediğimiz bu haberi okuduktan sonra...
Lazerle ilgili bilmeniz gerekenler
Lazer tek dalga boyunda yoğunlaştırılmış ışık demek. Lazer epilasyonun prensibi ise, bu yoğun ışıkla kıl kökünde bulunan melanin adlı renk maddesinin ısıya dönüşmesini sağlamak ve kıl folikülünü tahrip etmek. Ve sonuç olarak da tahrip olan kıl kökünün bir daha kıl üretmesini engellemek. Prensip aynı olsa da, işlem teknik açıdan farklılık gösterebiliyor. Son yıllarda, geliştirilen bilgisayar sistemi sayesinde, cilt ve tüy rengine bakılarak kişiye özel ayarlamalar yapılması da mümkün.
Dermatoloji Uzmanı Dr. Canan Aydemir, lazer epilasyonun her yaşta yapılabildiğini ancak kıl kökü yenilenmesi 18 yaş altında çok hızlı olduğu için, bu yaşın üzerindeki kişilere yapılmasının daha uygun olduğunu anlatıyor.
Kaç seansta bitiyor?
Bu konuda bilgi aldığımız, Hair Planet'ten estetisyen Kader Kaya, vücut bölgelerinde ortalama 5 - 6 seans; yüzde ise en az 7 - 8 seans uygulamak gerektiğini söylüyor. Seans aralarında ise , yüzde 1 - 1,5 ay, vücutta ise 2 - 2,5 ay beklemek gerekiyor. Yani bir seanstan sonra tüylerinizin tekrar çıkması uzun zaman alıyor.
Powered by vBulletin® Version 4.2.5 Copyright © 2025 vBulletin Solutions, Inc. All rights reserved.