PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Cİhadin Ma’n Ve Ehemmİyetİ



Editor
12-04-2010, 03:17
CİHADIN MA’NÂ VE EHEMMİYETİ





Cihadın Manası:

Cihad, Arapça bir kelime olup, her türlü meşakkat ve zorluğa göğüs gerip çalışmak, çabalamak ve gayret etmek gibi ma’nâlara gelir. Ancak bu kelime, İslâm’la birlikte, “Allah yolunda kavga verme”nin adı olmuştur. Bugün, cihad denince akla gelen tek ma’nâ budur.

Cihad, insanın kendi özüne ermesi veya insanların özlerine erdirilmesi ameliyesidir. Diğer bir ifadesiyle cihad, Allah’la kullar arasındaki engelleri kaldırmaktır. Bir bakıma cihad, insanın yaratılış gayesidir.



Cihadın Şekli:

Ancak bilinmesi gereken bir husus var ki; o da ‏şudur: Her devrin kendine göre bir cihad şekli vardır. Bir zaman, cihad adına eğer kılıçla kalkanla savaşmak geçerli ise onunla, topla tankla savaşılıyorsa, onunla, bir zaman da eğer cihad kalemle, yazıyla, nasihatla, diyar diyar dolaşmakla gerçekleşiyorsa onunla cihad etmek esastır. Bunların beraber olması da mümkündür. Zira hiçbir zaman, bir taraftan kılıçla mücadele verilirken, diğer taraftan, İslam’ı dille, yazıyla, eğitimle anlatma ihmal edilmemiştir. Meseleye, kelimenin arapçadaki anlamı açısından bakacak olursak, cihad, Allah yolunda gösterilen her türlü cehdin, gayretin, çabanın, çekilen meşakkatın adıdır. Bu açıdan bakıldığında cihad denilince sadece kılıçla, topla, tankla yapılan savaş akla gelmemelidir. Bu şekilde bir savaş, cihadın sadece bir şubesidir ki, bu da mecbur kalındığında kullanılan bir metottur.

Cihadı kasıtlı olarak dillerine dolayıp çarpıtanların, onu İslam’ın kan dökme, sömürme aracı olarak görenlerin (ki, bunu yapanlar batılılardır, onların) haline bir bakalım: İslam Alemini tam bir asır haçlı seferleriyle yakıp yıkan onlardır. Fransa’da insanları fırınlarda yakanlar onlardır. Fransız devriminde binlerce insanı idam edenler onlardır. Nagazaki ve Hiroşimada ****en bin insanı birden öldüren, onun kat katını sakat bırakanlar yine onlardır. Bir bahaneyle Irak’a, Bosna’ya, Çeçenistan’a saldıran onlardır.

Halbuki, İslam’ın savaş kuralları vardır. Başta mecbur kalınmadıkça, ***if olsun diye savaşılmaz. Müdafada bulunmak, bir mazluma yardım etmek, irşad hürriyetini kısıtlayanları bertaraf etmek ve sulhü temin etmek gibi gayelerle savaşa mecbur kalınırsa, o zaman da sadece savaşanlarla savaşılır, savaşmayanlara yani silah kullanmayanlara, kadınlara, çocuklara, mabetlere, ağaçlara dokunulmaz. Bu konularda Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in kesin emirleri vardır. Şimdi bu elmas düsturlarla, her fırsatta cihad konusuyla İslam’a saldıranların müslümanlara reva gördüklerini zihnimizde karşılaştıralım. Ortaya tamamen saptırma, yalan ve iftira çıkar.



Cihad ve Hedefleri

Bir taraftan umûmî mâ’nada cihadın anlaşılması, diğer taraftan da, maddî cihadın (sava‏ş..vs.) başlama tarihinin bilinmesi çok önemlidir. Din düşmanları cihadın mâ’nasını çarpıtarak, vefasız dostlar da zaman ve mevsimleri birbirine karıştırarak sürekli zihin bulandırıyorlar; her iki cepheye de bazı şeylerin anlatılmasının lazım geldiğine inanıyoruz.



a. Müdafaa

Evvela; İslâm bir millet veya ferdin, kendi varlığını tehdid eden, onu yok etmeye, öldürmeye çalışan mukabil güce karşı, nefis müdafaasını, karşı koymayı meşru kılar hatta bazı durumlarda onu emreder. Biri sizin varlığınızı, malınızı, canınızı, dininizi, ırzınızı tehdit ediyorsa, onunla göğüs göğüse gelir, bu işin kavgasını verir ve kendisiyle hesaplaşırsınız. Meselâ, diyelim ki: Bulgar, kendisiyle sizin aranızdaki hudutları deldi ve içeriye girdi, ne yaparsınız? Ülkenizdeki bazı kimseleri yılan-çıyan haline getirip üzerinize saldırtsa ne düşünürsünüz? Bir yerde soydaşlarınız gadre uğratıldığı zaman nasıl davranırsınız? Herhalde bu sorulara “hiç” deyip geçemezsiniz! İşte, bu noktadan hareketle, Allah Rasûlü tam 14 asır evvel kuvvet kullanmayı da bir disiplin olarak kabul etmiş ve müslümanın, müslümanca yaşayabilmesi için, hikmetin yanında kuvvetin, irşadın yanında caydırıcı gücün bulunması zaruretine de parmak basmış ve onurlu, haysiyetli yaşama yollarını göstermiştir. Evet, kuvvetli olacak, kuvveti hakkın emrine verecek.. sözünüzü dinletecek ve kesilmesi gerekli olan sesleri keseceksiniz ki, yeryüzünde, dünya muvazenesinin temsilcisi olabilesiniz.



b. Zulmü Durdurmak

Saniyen; dünyada mazlumlar, mağdurlar vardır. Bugün biz, bunları himayemize almakla veya politika platformunda bazı başarılarla mes’eleyi halledebileceğimizi düşünüyoruz.. bir ölçüde bu ma’kûl de olabilir. Evet, soydaşlarımıza, dindaşlarımıza bağrımızı açıyor ve civanmertliğimizle bir kısım problemleri çözmeye çalışıyoruz; ama bununla, bilmem ki, problemin kaçta kaçını hallediyoruz?

Bugün dünyada öyle bir İslâm devleti olmalı ki, kaşını çattığı veya az öfkelendiği zaman başkaları hizaya gelmeli ve hadlerini bilmelidirler. İşte böyle büyük bir caydırıcı gücü sürekli elde tutmak, mazlumun, mağdurun imdadına koşmak ve ihkak-ı hak etmek (Hak sahibine hakk‎ını vermek) için mutlak lazımdır. Bu da, o büyük güç ve aktivitenin yer yer bizzat gösterilmesiyle kolaylaşacak ve mümkün olacaktır. Ve geçmişte de öyle olmuştur. Biz, dünya muvazenesinde bize düşen vazifeyi temsil ettiğimiz günlerde, İngilizler, zulmen Hindistan’ı işgale yeltendiğinde: “Donanma-yı Hümâyûn, şimdi Hind Denizine açılıyor” dediğimizde, İngilizler tıpkı çapulcular gibi hemen kaçıyorlardı. Evet, o dönemde, dünya muvazenesinde bu kadar ağırlığımız vardı.. vardı.. ve Fransa’dan Hindistan’a kadar koskocaman bir dünyada, o müthiş hakemlik konumumuzla mazlumlar, mağdurlar bize koşuyor ve ihkak-ı hakkı bizim kapımızda arıyorlardı.

Evet, İslâm’da, mazlumun, mağdurun, mahkumun sahipsiz ve garibin imdadına koşmak için harp, meşru kılınmıştır. Zaten mü'minler imdada koşmazlarsa başka kim koşacak? Allah (cc) bizi yeryüzünde ihkâk-ı hâkla vazifelendirmiştir. O noktayı tutmayı varlığımızın gayesi bilmeli ve elde etmeye çalışmalıyız. Yoksa zulümler devam edecektir.



c. İrşad Hürriyeti

Sâlisen; hak ve hakîkati, doğruluk ve istikameti neşretme hürriyetimizi engelliyorlarsa, o hürriyeti muhafaza etmek ve sağlama almak için harp ederiz. Dikkat ediniz; hak ve hakîkati neşretmek için muharebe yapılmaz! Hak ve hakîkati neşretme hürriyeti engelleniyorsa onun için muharebe yapılır. Dünyanın dört bir yanında, sizin irfana açık ordularınız, varsa mürşitleriniz, harekete geçecek ve herkese İslâm mesajını ulaştıracaksınız. Şayet bunu, başkaları engellerse, o zaman da engelleri ortadan kaldırmaya çalışacaksınız. Çünkü onların böyle davranışları, insanların hür iradeleriyle cennete gitmelerine manidir. Siz düşünce hürriyetini korumak ve muhafaza etmek için çalışacak ve sertliklerin, karşı koymaların bertaraf edildiği ölçüde dininizi neşredeceksiniz. Bunu yaparken de -isterseniz bunu dördüncü bir esas da sayabilirsiniz- insanlık şeref ve haysiyetini rencide etmeyecek, çoluk-çocuğa dokunmayacak, kadınlara ilişmeyecek, mâbedlere çekilen ve kendisini ibadet ü taata veren insanlara zarar vermeyecek.. harp etmeyenlerle de harp etmeyeceksiniz. Günümüzde henüz bu noktanın ne kadar gerisinde olduğumuz mâlum-ı âlemdir. Bilmem ki, meskun sahalarda NBC kullananların halini “gerisinde olma” sözü ifade edebilir mi? Zannetmiyorum. Evet, daha dün denecek kadar yakın bir tarihte, Hiroşima ve Nagasaki’de, 80 bin insanı birdenbire bir atom fırtınası önüne kattı götürüverdi.. arkada 80 binlerce de alîl hasta ve sakat bıraktı. Hem de bunu medenî bir dünya yaptı!

Şimdi bir de bize bakın! Her halîfe ve tabii başta Allah Rasûlü olmak üzere etrafa asker gönderirken: “Yaşlılara, kadınlara, çocuklara, kendisini ibadet ü taate vermiş ruhbanlara ve mabedlere ilişmeyiniz.! Ağaçları yakmayınız.! Hayvanlara dokunmayınız.! Ve servetleri heder etmeyiniz”129 diye emirler veriyorlardı. Bombaların canavarca kullanılışlarını onaylayan kimselerin, bilmem ki bu disiplinlere riayet etmesi mümkün mü? Şimdi, muvazenede, inanmış insanların bulunmamasının nasıl bir boşluk meydana getirdiğini bir kere daha müşahede edin; sonra ister ağlayın ister inleyin! Keşke süper güçlerin birinin yerine biz olabilseydik! Herhalde o zaman, bunca zulüm ve işkence olmazdı... Şimdi size soruyorum: Sadece bu netice için dahi olsa cihad yapmak gerekmez mi? Evet, bunlar için yola da çıkılır, cihad da yapılır ki; Allah Rasûlü de bundan dolayı hep o yolda idi.

Bu arîz ve amîk mevzuu, cihad konusunu müstakilen işlediğimiz bir kitapçıkta tahlil etmişdik.. ona havale edip geçiyorum.

Efendimiz, Mekke döneminde kat’iyen maddî mukabele ve maddî mücadelede bulunmamıştı. Etrafını alan insanlara hep sükûnet, temkin ve sabır tavsiye buyurdu. Bu dönemde sadece Kur´ân’ın elmas düsturlarını kullandı. 14 sene, sinelere girip, gönülleri fethetmeye çalıştı. Evet Efendimiz, o kömürü elmas, taşı toprağı altın yapan mübarek sözleri ile tam 13 sene, “dövene elsiz, sövene dilsiz ve İslâm yolunda gönülsüz gerek” dedi. Kandan irinden deryaları geçmeye çalıştı. Gözünün önünde insanlar öldürülüyor, dövülüyor, tartaklanıyor, O, kendi büyük sıkıntılarıyla beraber bunları da sinesine çekiyordu. Mesela; Âl-i Yâsir mezbahada kesilir gibi kesilip biçilirken yanlarından geçiyor sadece “Ey Âl-i Yâsir sabır, neticede varacağınız yer cennettir”130 diyebiliyordu.

O, bu kadar sabırlı ve kararlıydı ama, kâfir bir türlü hıncını alamıyordu.. ve ondan sonra da yapmayı plânladığı şeyler vardı: Mü’minleri bütün bütün Mekke’den uzaklaştıracak ve göçe zorlayacaklardı. Evet, doğup büyüdükleri, azîz ve şerîf olarak yaşadıkları, rahat ve huzur içinde hayatlarını sürdürdükleri yuvalarından, çocuklarından koparılıp başka yerlere hicret ettirileceklerdi ve nihayet bütün müslümanlar hicret etmeye başladı. Hz. Ömer’e kadar ilkler bütünüyle hicret ediyordu. Hz. Ömer (ra) de göç ediyordu. Ama bu, öyle acı bir göç idi ki yanında hanımı da yoktu, çocukları da, tek başınaydı bu çileli yolculukta131. Zira ancak, bu şekilde hicrete fırsat bulabilmişti. Hz. Ebu Bekir (ra) göç ederken -fedakârlığa bakın ki- yanında her zaman “anamız” deyip şerefle yâd edeceğimiz Âişe Validemiz (r.anha) yoktu. Oysa ki o, henüz 7-8 yaşında bir çocuktu, pekala neredeydi? Bilmiyoruz; zira göç ancak bu şekilde gerçekleşebiliyordu ve başka şekilde gitmelerine de imkân yoktu.

Evet, yurt, yuva terkediliyor ve herkes göçe zorlanıyordu. Birgün Ebû Leheb ve Ebû Cehil, İbni Cahş’ın binasının damına çıkmış, meleşen koyunları, miyavlayan kedileri görünce, Ebu Cehil’in bile gözleri dolmuş ve şöyle demişti: “Senin kardeşinin oğlu getirdi bütün bunları başımıza!”132 Hayır; bunları O yapmamıştı; zalimler, gaddarlar, hazımsızlar, onları doğup büyüdükleri yerlerden uzaklaştırıyor ve onların hayvanlarına bile zulmediyorlardı. Kâfirin gözyaşları kendi zulmünün üzerine akıyordu.

Müslümanlar 500 km’lik bir yolu zâdsız, zahîresiz ve çölün sıcağında katetme mecburiyetinde idiler: O devirde böyle bir yolu katetmek bir ay sürerdi. Bir ay, sırtlarındaki elbiselerle çölde yatıp kalkacaklardı.. haydi elbise ne ise.. ne yiyip ne içecekleri belli değildi. Medîne’ye hicret ettikten sonra da hep onuruyla yaşamış bu insanlar, âdetâ Medîne’nin “Ensar” dediğimiz topluluğuna sığınacaklardı. Bakın azâb üstüne azâba! Ne var ki o kudsiler topluluğu, hepsine hem de seslerini çıkarmadan katlanacaklardı. Niçin? Söz Sultanı onlara diyor ki: “Sesinizi çıkarmayın, sabredin zira neticede varacağınız yer cennettir.” Efendimiz, Allah (cc)’ın emirleriyle hareket ediyor ve hissiliğin zerresine dahi yer vermiyordu ama, gel gör ki karşı tarafın hıncı bir türlü yatışmıyordu. Evet, müslümanları yurtlarından, yuvalarından ettikten ve o kadar insanı boğazladıktan, tehcire tâbi tuttuktan sonra dahi, bir türlü hınçlarını alamamışlardı. Bir gün aralarında daha vahşice bir karara vardılar: “Onların mallarına, mülklerine el koyalım ve tarlalarını aramızda taksim edelim.” O kadar ki 8-9 sene sonra Allah Rasûlü Mekke-i Mükerreme’ye hem de muzaffer olarak teşrif buyurduğunda İbni Abbas soruyor: “Yâ Rasûlallah hangi hanede ikamet buyuracaksınız?” O, gözleri dolu dolu şöyle cevap veriyor: “Âkil bize ev mi bıraktı ki, gidip orada oturalım!”133. Yani, Allah Rasûlü’nün doğup büyüdüğü bugün kütüphane olarak kullanılan o mübarek evinin bir köşesinde âram buyuracağı bir yer bırakılmamıştı. Âkil, neden sonra gözünü İslâmiyet’e açacak olan, Ebû Tâlib’in büyük oğlu.. o güne kadar Allah Rasûlü’yle mücadele etmiş bir insan.. sonra da gelip Allah Rasûlü’nün varisi gibi O’nun malının üstüne oturmuş vefaya kapalı bir ruh. Herkesin malı taksim ediliyordu.

Evet, Mekke’de İbn Übey münafığı, bunu değerlendirecek ve birgün bin vaveylayla Medine’nin içinde bağırıp diyecektir ki: “Müslümanlar, siz burada oturuyorsunuz ama, menkul-gayrımenkul mallarınız taksim ediliyor.. pazarda, piyasada peyleniyor. Birgün ne orada, ne de burada hiçbir mâmelekiniz kalmayacak.”

Bu da ayrı bir zulümdü. Hatta bu zulüm içinde şunu görmek mümkün (mevsimi gelince onu Allah Rasûlü’nün seriyelerinin hikmetlerine dikkat çekeceğim noktada dikkatinizi istirham edeceğim). Bir gün bütün bunlar yetmiyor gibi Müslümanların mallarını taşıyan kervan Şam’a giderken, Medine’nin kenarından geçiyor ve âdetâ, “Bakın da yüreğiniz erisin” diyorlardı... Bu arada Müslümanların deve ve koyunlarını da önlerine katıp götürmeyi ihmâl etmiyorlardı. İşte küfür çapulçuluğu ve işte ettikleri. Aslında günümüzde yapılanlar da bunlardan farklı değil. M. Akif: “Tarihe tekerrürden ibaret diyorlar, ibret alınsaydı hiç tekerrür mü ederdi!” diyor. Ve işte yine zulüm zulüm üstüne.. mü’min gadre uğruyor, mü’mine destek olan zulme uğruyor, yurdundan, yuvasından ve hayat hakkından mahrum ediliyor.. varlığına ve bekâsına imkan tanınmıyor...

Şimdi müsaade ederseniz bir kere daha sorayım: Siz olsaydınız ne yapardınız? Düşünün ki binlerce sahabi aynı hisle meşbu, aynı şeylerle mecruh bulunuyordu. Hep yaralanmış ve hergün kalbinden ayrı bir hançer yemiş ve sürekli inim inim yaşamışlardı. Eğer onların bu ızdıraplarına karşı semâ daha da “mehil” deseydi, inkisara düşerlerdi. Onun için rahmet ihtizaza geldi ve konuştu.. yani, Allah (cc)’ın beyanı imdatlarına yetişti.

“Haksızlığa uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin de, karşı koyup savaşmasına izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette Kâdir’dir. Onlar haksız yere ve “Rabbimiz Allah”tır dediler diye yurtlarından çıkarılmışlardı.” (Hacc, 22/39-40).

Evet zulmün muzaafını yapmış ve onları yaşama hakkından mahrum etmişlerdi. Şimdi de kendilerine karşı hep baskı uygulanan, her fırsatta hırpalanan ve öldürülmek istenen o insanlara hesaplaşma izni veriliyordu.. evet hüküm menatlandırılarak, “Rabbimiz Allah, dediklerinden dolayı, haksız olarak yurtlarından, yuvalarından çıkarıldılar”.. yani binbir mahrumiyete maruz bırakıldılar.” Zevceleri, çocukları geride kaldı.. geride kalanlar da zincire vuruldu. Pek çok insan, hayatlarının 7-8 senesini orada zincir içinde geçirdiler. İşte bu mazlumların, mağdurların, mahkumların, kimsesizlerin hakkını korumak için bu kadar ızdırap görmüş, bu kadar sinesinden hançer yemiş Müslümanlara, hesaplaşmak üzere izin veriliyordu. Aynı zamanda bu emirle Efendimiz, cihada memur ediliyordu.

İnsafsız bir kısım kefere ve fecerenin tarif ettiği gibi, Müslümanlık bir kılıç ve kan dini değildi. Vâkıa Efendimiz kılıç kullandı.. ve O’nun böyle gönderileceği, daha O gelmeden, geçmiş peygamberler tarafından haber verilmişti: Hz. Mesih İncil’de, O’nu anlatırken şöyle der: “O’nun elinde sopası, kılıcı vardır.” 134 İcabında hak edenlerle yaka paça olacak ve savaşacaktır. Ondan evvel bir başka Peygamber de: “Kudsilerin bayrağı önlerinde vardır” diyordu135. Zira onlar dünyanın dört bir yanında o bayrağı dalgalandıracak, altına toplanacak, hak ve hakikatın mücadelesini vereceklerdi. Evet, sizin bayrağınıza kadar temadi eden o mübarek ruh, o mukaddes mânâ onların elinde, o devirde dünyanın dört bir yanında bayraklaşacaktı. Bu şartlar altında Allah Rasûlü, cihada memur ediliyor ve hasımlarıyla da bu şartlar altında hesaplaşıyordu.

Âdeta O, muannid muasırlarına: “Düşünce ve fikir hürriyetini engelleyemezsiniz; insanlığa giden yolları tıkayamazsınız.” diyordu. Binbir vahşet ve dalaletler tablosu olan Fransız İhtilal-i kebîrini, hürriyete açılmış bir kapı diye hâlâ alkışlarız. Halbuki içinde binbir vahşet kol gezmiş ve hergün giyotinle binlerce insanın kellesi alınmıştır. Ve ihtilâl, âdetâ kendi kendini yiyip bitirmiştir. Öyle ki, bir gün, Danton’u astıran Robes Piyer, Danton’a sorar: “Son arzun nedir?” Danton’un cevabı: “Bir arzum yok, nasıl olsa sepette kellelerimiz bir araya gelecek” der. Ve, işte hürriyet kapılarını açan ihtilalin içyüzü ve işte kol gezen vahşet.! Kesmedikleri insan kalmadı. Evvela kral ve taraftarlarını, sonra da başkalarını...

Oysa ki, tam 14 asır evvel, Allah Rasûlü’nün karanlıkları yırtan o aydınlık ve ışıktan eliyle zulüm ve istibdat bertaraf ediliyor, hürriyet de getirilip insanlığın önüne seriliyordu. Mazluma, mağdura yardım edeceksiniz! Onlar orada inlerken, siz burada oturup o iniltileri ney gibi dinleyemezsiniz! Bu tıkanıklığı kuvvet sökecekse, hakkaniyet duyguları içinde onu da kullanacaksınız! Fakat biz, bugün bunu yapamıyoruz. Allah Rasûlü, yapma imkanı elde ettiği zaman oturdu ve hesaplaştı. Bununla beraber öyle makul, öyle mantıkî hesaplaşmalar oldu ki, Allah Rasûlü döneminde İslâmî cephede ölen insanların sayısı, sadece 100 küsurdu. Dikkat ediyor musunuz, sadece İkinci Cihan Harbinde, iki vahşet birbiriyle boğuşurken 40 milyonu aşkın insan ölmüştü. Rusya’da gayr-ı insanî bâtıl bir sistemin oturması için bir çırpıda yüz küsur milyon insan öldürülmüştü. Onların kanları üzerinde âdetâ gemiler yürütüldü, enkazlarından binalar yapıldı ve bu binaya da “yeni sistem” denmek istendi ki, bu sistemin adı komünizm idi.

“Yamyamları geçmişti beşer yırtıcılıkta, Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi”. Batsın yerin dibine bu sistemler! Zaten batıyor ve batacak... Fıtrî olmayan, tabiî olmayan, hakka dayanmayan, içinde hak düşüncesine neşv ü nema hakkı vermeyen bütün sistemler batacak.

Evet, 10 senelik Allah Rasûlü döneminde, dünya kadar hakikatleri gerçekleştirmek için karşı tarafla yaka paça olunuyor ve İslâmî cepheden -diğer cepheyi bilmiyorum- sadece 100 küsur insan vefat ediyor. Halbuki, yukarıda da söylediğimiz gibi İkinci Dünya Savaşında öldürülen insanların sayısı 40 milyonu aşkındı. Bu rakam içinde yaralanan, sakat kalan ve sonra ölenler yoktur. Saadet Asrı, insanlık duygusunun, düşüncesinin, insana saygı ve hürmetin geliştirildiği bir dönemdir ve günümüzde Hümanizma bu noktaya henüz ulaşamamıştır. Ulaşması da mümkün değildir. Çünkü bu çığırı açan Hz. Muhammed (sav)’dir. O’nun dünyasında mü’min harp eder. Harb eder ama, hiçbir zaman sulh esintileri kesilmez ve insanî değerler tezyife uğramaz. Boş yere insan öldürülmez, ülkeler işgâl edilmez ve başka milletler sömürülmez.



d. İslâm’da Sulh Esastır

Batı, ne dün ne de bugün bu İlâhî değerleri tanımadı. Ülkeleri istila etti. O ülkenin yeraltı-yerüstü servetlerine el koydu, insanları köleleştirdi ve müstemlekeler kurdu. Bunlar için harb etti, bunlar için kan döktü ve Balkan Harbi’nin, Birinci Cihan Harbi’nin, İkinci Cihan Harbi’nin, Körfez işgalinin, Somali çıkartmasının arkasında hep bunlar vardır. İslâm’da harp ise, yüce bir dâvâ uğruna, fikir hürriyeti, düşünce hürriyeti adına, insanlığa giden yolları açma uğrunda yapılmıştır. Bununla beraber gerektiğinde sulha gitmeyi de ihmal etmemişlerdir. Çünkü sulh esas, harp ise tâlidir.

“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah’a güven. O şüphesiz işitir, bilir” (Enfâl,8/61).

“Ey îman edenler! Hep birden barışa girin, şeytana ayak uydurmayın, o sizin apaçık düşmanınızdır” (Bakara, 2/208).

Evet, işte bu ve benzeri âyetler, Müslümanları sulh ve barışa davet etmiş, onlara harp halinde dahi itidâl ve istikameti göstermiştir. Onun dışındaki sistemler ise, harpleri canavarlık üstüne canavarlık, sulhları da harpten farklı olmamıştır. Adları, ne olursa olsun bu sistemler insanlığı idlâl adına ortaya attığı sistem kılıklı kargaşa düzeninden, şeytan nizamından başka birşey değildir. O şeytan, bunları allar-pullar ve taraftarlarını aldatır. Çünkü o, insanın apaçık bir düşmanıdır. Bunu sizi kendi özünüzden, mânânızdan, tarih şuurunuzdan, tarih felsefenizden uzaklaştırmak için de yapabilir. Evet harb ederken dahi sulh.. bazen mü’minler de mü’minlerle savaşabilirler, yine sulh, yine sulh!

“Eğer mü'minlerden iki topluluk birbiriyle savaşırsa, aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldırganlarla, Allah’ın emrine dönecekleri ânâ kadar savaşınız; eğer hizaya gelirlerse, aralarını adaletle bulunuz, âdil davranınız. Şüphesiz Allah âdil davrananları sever” (Hucûrât, 49/9).

İki cemaat birbiriyle yaka paça olur.. olur da vatan, millet parçalanma durumuna gelir ve iç kargaşa başlarsa, işte o zaman, vuruşanlar mü’min de olsa, İslâm vahdeti için onların yakasından tutulup hesabı sorulmalı ve ne pahasına olursa olsun, vatan ve milletin bölünmezliği temin edilmelidir. Bunu Kur’ân anlatıyor.. anlatıyor ama, acaba biz ne yapıyoruz? Yakın geçmişimiz itibariyle, durumumuzun çok da iç açıcı olduğu söylenemez. “Yeis mâni-i her kemaldir.” Ona düşen bir daha belini doğrultamaz.. ve bir bataklıktır, ona takılan mutlaka boğulur ama, bunca esbab-ı iftirak karşısında herkesin ümitvar olması da bir hayli zor. Evet, mü’minler, yer-yüzünde Allah’ın şahidleri, milletlerarası muvazenenin denge unsuru ve umumî âhengin de garantisidirler. Bu itibarla da, hak ve adalet istikametinde her şeye ve herkese müdahele edebilme mevkiindedirler. Kendi ülkelerinde veya başka bir devlette, işler, bütün bütün şirazeden çıkmışsa; yani müdahele edilecek kerteye gelmişse, müdahaleye de gücümüz yetiyorsa, orada yeniden âhengi te’min edip huzuru sağlamak bizim vazifemizdir. Bir kere de müdahele ve muharebeye karar verdi mi, artık hedef netleşip istikamet de belirlenmiştir. Allah’a tevekkül edip doğru bildiğin yolda yürüyeceksin. Zaten, Cenâb-ı Hakk da Uhud’un o hazin sonu münasebetiylebunu emretmiyor mu? Yani: “Bir kere de karar verdin mi, artık Allah’a tevekkül et!”

Evet, şartlar ve hâdiseler sizi maddî cihada çekerse, yani siz dininizi neşrederken, neşretme hürriyeti engellenir.. veya yeryüzünde mazlumların, mağdurların, mahkumların iniltilerini durduracak kimse olmazsa.. yahut siz hakkı neşretmek isterken birileri buna karşı güç kullanırsa.. ya da sizin vatan ve toprağınıza tecavüz ve hayatınızı tehdid ederlerse, işte o zaman, meydana çıkıp onlarla yaka-paça olma zamanı gelmiştir.

Bir devrede Cenâb-ı Hakk’ın, O’na emri şu idi: “Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir” (Nahl, 16/125).

Kim sapıklıkta, kim hidâyette Allah (cc) onu çok iyi bilir. Sen sadece vazifeni yap ve gerisine karışma! Bu âyet bir bakıma O’nu ve cemaatini âdeta mağarada şarj olmaya, gerilim kazanmaya davet ediyordu. Arkadan bir devir geldi ki Efendimiz, Allah (cc)’tan aldığı şu emirlerle tebliğini açıktan ve sert bir dille yapmaya başladı. Cenâb-ı Hakk bu âyetle de O’na şöyle diyordu: “Önce en yakın hısımlarını uyar!” (Şuarâ, 26/214).

“Artık Sana emrolunanı başları çatlatırcasına anlat ve müşriklerden yüz çevir!” (Hicr, 15/94).



Seriyyelerdeki (Efendimiz’in bizzat ba‏‎şında bulunmadığı seferlerindeki) Hedefleri

Müslümanlar, hesaplaşmanın her çeşidine hazır idiler. Müşrikler de var güçleriyle onları böyle bir hesaplaşmaya zorluyorlardı. Vahiy geleli on üç sene, hatta içine girilen sene itibariyle on dört sene oluyordu. Işıktan rahatsız olan insanlar, durmadan ışığı söndürmeye çalışıyor ve her yerde iman ve Kur’ân hizmetinin üzerine yürüyor, fırsat buldukça, birer birer Müslümanları derdest ediyor ve canlarına kıyıyorlardı. Bugün “Bulgar mezâlimi, Moskof mezalimi, Hindu mezalimi” diyoruz, diyoruz da, hiç olmazsa bugün bu tür zulmü kınayanlar var.. o gün Müslümanlara yapılan şeyleri kınayan bile yok.. kimse sesini çıkarmıyor. Kureyş ne yaparsa yapsın makul görülüyor ve vahşetin en utandırıcısı dahi tabii kabul ediliyordu. Çünkü, Kureyş, Mekke’nin efendisiydi.. ne isterse yapabilirdi. O’nun bu despotizmasını yıkmak da yine Efendimiz’e düşüyordu. O’nun için seriyyeler hazırladı ve dört bir yana saldı. O, bu keşif kolları ve vurucu timlerle, belli hedeflere varmak istiyordu. Bunları şöyle sıralamak mümkün:

Bir. Müslüman Varlığını Hissettirmek

b. Kuvvetin Hakk’a Ait Olduğunu Göstermek

c. İrşada Zemin Hazırlamak

d. Emniyeti Temin Etmek









Cihadın Ehemmiyeti:

Yeryüzünde cihaddan daha büyük bir vazife yoktur; olmuş olsaydı, Allah (cc) peygamberlerini o vazife ile vazifelendirirdi. Cenâb-ı Hakk’ın cihad ile vazifelendirdiği insanlar, insanların en şereflileri ve onlara bu vazifeyi getirip intikal ettiren melekler de, meleklerin en şereflileridir. Hazret-i Adem’den bu yana, nebî olsun, velî olsun Allah’ın bütün seçkin kulları, bu seçkinliğe büyük ölçüde kılıçların gölgesi altında ve nefis muhâsebesi sâyesinde ulaşabilmişlerdir.

Onun içindir ki, Cenâb-ı Hakk katında cihad çok mühimdir, çok mübeccel ve mukaddes bir değere sahiptir.

Hiçbir mazeretleri olmadığı halde cihaddan geri duranlarla, durmadan cihad eden ve ömürünü bu uğurda tüketen insanlar arasında başka amellerle kapatılması mümkün olmayan büyük derece farkları vardır. Bu ma’nâyı ifade eden âyette meâlen şöyle denilmektedir:

“Mü’minlerden geçerli bir özrü olanlar dışında oturanlar ile, malları ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canlarıyla cihad edenlerin derecelerini oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) va’detmiştir ama, mücâhidleri oturanlara nazaran çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır”. (Nisâ, 95)

Cihad öylesine mühimdir ki, cihad için söz veren, bîat eden cemaatın durumu Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılmaktadır:

“Muhakkak ki Sana bîat edenler, ancak Allah’a bîat etmektedirler. Allah’ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Kim bundan sonra ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhinde bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği ahde vefâ gösterirse, Allah da ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih, 10)

Hudeybiye’de kendilerin Kâbe’yi tavaf ettirmeyen müşriklen karşısında Allah Resûlü herkesten biat alıyordu. Bu istek karşısında her sahâbî, hangi şartlarda olursa olsun ve hangi teklifle gelirse gelsin Allah Rasûlü’ne bütünüyle bağlı kalacağına söz veriyordu. İşte bu bağlılık sözü ve bu ma’nâda Allah Rasûlü’ne el verip yemin etme Kur’ân’da tebcîl ediliyor ve oradaki mü’minlerin bu hareketleriyle Cenâb-ı Hakk’a ne derece yakınlık kazandıkları dile getiriliyordu. Bu da, yine cihada verilen değerin bir başka tezahürüydü...



Ve Bir başka âyette, aynı mevzûda meâlen şöyle denmektedir:

“Allah, mü’minlerden mallarını ve canlarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürülürler ve öldürürler. (Bu), Tevrat’ta İncîl’de Kur’ân’da Allah üzerine hak bir va’ddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde, O’nunla yapmış olduğunuz bu alış-verişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur.” (Tevbe, 111)

Nefislerini, bedenlerini, cismânî varlıklarını Allah’a satan insanlar, bunun karşılığında Cennet’i ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmakta ve Kur’ân-ı Kerîm, burada alış-veriş tabirini kullanmakla insanı Cenâb-ı Hakk’a muhatab olma seviyesine yükseltmektedir.

Cihadın önemi mevzûunda Allah Rasûlü de şöyle buyurmaktadır: “Ah, ne kadar arzu ederdim ki; Allah yolunda öldürüleyim, sonra diriltileyim, sonra yine öldürüleyim ve sonra yine diriltileyim...”

O yine buyuruyor ki, “Bir tek gün, Allah yolunda ve Allah uğrunda gelecek tehlikeleri gözetlemek üzere uyumayan ve bir gedikten gelecek muhtemel bir tehli***i gözetleyen kişinin yaptığı, dünyadan ve dünyada bulunan her şeyden daha hayırlıdır”.

Dikkat buyurun! Bir tek gün, memleketi saran tehlikeler karşısında hangi gedikten ve delikten bir felâket sızacak diye tetikte bekleyen ve kuracağı bir sistemle o gediği kapamaya çalışan bir insan, Kâbe’den daha hayırlı bir iş yaptığını söyleyip, yemin etse, yemininde yalancı olmaz. Zira, “Dünyanın içinde bulunan her şeyden” tabirine Kâbe de dâhildir.

Allah Rasûlü, bir hadîslerinde de şöyle buyururlar: “İnsanın ölmesiyle her ameli kesilir; ancak Allah yolunda mücâhade edenin ameli, bundan müstesnâdır. O, kıyâmete kadar nemâlanır. Kabirde de, bir fitne ve imtihan olan kabir suâlinden Allah onu emîn kılar.”





CİHAD, HAKK’A ŞÂHİDLİKTİR

Cihad vazifesi, Hakk'a şâhid olma vazifesiyle aynı ma’nâyı paylaşır. Bir mahkemede hakk ve hukukun kime ait olduğunu tesbit için şâhidler dinlenir ve hüküm verilirken onların şehâdeti nazara alınır. İşte, cihad yapanlar da, yerde inkârda bulunan nâdânların muhâkemesinde en gür sâdâlarıyla bağırarak “Allah vardır” diye gök ehline karşı şehadette bulunmaktadırlar. “Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim adamları şâhidlik etmiştir ki, O’ndan başka ilâh yoktur. (Evet) güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilâh yoktur.” (Âl-i İmrân, 18) âyeti, bütün vüzûhuyla bize bu hakikatı anlatmaktadır.

“Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların, peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah, izzet ve hikmet sahibidir. Allah, sana indirdiğine şâhidlik eder, onu kendi ilmi ile indirdi. Melekler de buna şâhidlik ederler. Ve şâhid olarak, Allah kâfîdir.” (Nisâ, 165-166)

Allah, Resûlü’ne şöyle sesleniyor: “Ey Nebî, şüphesiz Biz seni, şâhid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.” (Fetih, 8)





BÜYÜK CİHAD, KÜÇÜK CİHAD

Cihad, insanın gücünü kullanarak, kendini zorlayarak, hayatın akışına ters mânilere göğüs gererek kendi özüne ermeye çalışmasıdır ki, buna büyük cihâd ma’nâsına ‘Cihad-ı ekber ’ diyoruz. Bir de, aynı şeyin başkalarını özleriyle bütünleştirmek için yapılanı vardır ki, bu da küçük cihad yani ‘Cihad-ı asgar’dır.

Düşmana haddini bildirmiş ve kılıçları düşman kanıyla kıpkızıl kesilmiş olarak bir cihaddan dönerken cemâatına hitaben Allah Rasûlü, “Şimdi, küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz” buyurmuşlardır. Büyük cihadın ne olduğunu soran sahâbeye de, “Nefisle mücâdele” cevabını vermişlerdir.

Bu ifâde, aslında bir hakikatın iki ayrı yüzüdür. Her iki yönünde de, insanlığın temizlenmesi, saflığa ermesi ve Allah katında matlûp ***fiyeti kazanması bahis mevzûudur ki, bu ma’nâda cihâdın büyüğü de, küçüğü de aynı hakikatın birbirini tamamlayan iki ayrı yüzüdür. Esasen, peygamberlerin gönderiliş gayesi de, insanların bu hale gelmesini sağlamaktır. Bu husus, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle anlatılır: “Nitekim, kendi içinizden, size âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitâb’ı ve hikmeti öğreten ve bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik.” (Bakara, 151)

Şahsî hayat adına, kalp tasfiyesine giden yolları biz, Allah Rasûlü’nden öğreniyoruz. O’nun tilmizleri arasında Hz. Ali gibi “gayb perdesi açılsa yakînim artmayacak ” diyen; Şah-ı Geylânî gibi, yerde iken gökteki esrarı sezen ve Fudayl b. İyaz, İbrahim Edhem, Bişr-i Hafî gibi başları Nübûvvet’in kademine değen binler ve yüzbinler hep o büyük terbiyenin meyveleridir. Eğer Efendimiz’den sonra peygamberlik mukadder olsaydı, bunların her biri İsrail Peygamberleri döneminde olduğu gibi nübüvvet semâsında pervâz edeceklerdi...

Evet, peygamberlik mesleği, insanları billûrlaştırma, olgunlaştırma, özlerine ulaştırma ve Rabb’in hoşnut olacağı bir duruma kavuşturma vazifesini yüklenen ve kendinden sonra gelen da’vâ adamlarına da aynı yükü mîras olarak bırakan bir meslektir. Bu neticeyi elde edebilmek de, ancak cihadla mümkündür.



CİHAD HAYAT KAYNAĞIDIR

Cihad, müslüman milletleri canlı tutan bir hayat kaynağıdır. Maddî-manevî cihaddan mahrum bırakılan bir milletin arasında dahilî sürtüşmeler baş gösterir ve o millet, içten içe kokuşmaya başlar. Osmanlı gibi... Elbette Osmanlı’nın kokuşması bir kaderdir. Ama, buna sebep olanlar vardır.

Hükümdarlar, saraylarda sefil zevklerini yaşamaya koyuldular ve i’lâ-i kelimetullah yapmak üzere savaşa gitmediler. Onların bu gevşekliği, orduya da sirayet etti. Bu ise, ruh sefaletini doğurdu ve neticede Osmanlı, dünya devletlerinin üstündeki muallâ mevkiini kaybetti. En nihayet dahilî sürtüşmeler, koskoca bir devlet-i âliyeyi yedi, bitirdi.

Cihad, bir mü’minin uğruna canını feda edebileceği en tatlı ümniye ve en tatlı idealdir. Zira mü’min, kendi teri içinde boğulma veya kendi kanıyla abdest alma zevkini ancak cihadla tadacaktır. Öyle tadacak ve öyle zevk alacaktır ki, Harâm b. Milhan’ın sinesinden yediği bir okla yere düşerken dediği gibi: “Kabe’nin Rabbine yemin ederim ki kurtuldum..” diyecektir.



CİHAD EN KÂRLI TİCARETTİR

Allah (cc) bizi, en kazançlı ticarete davet ederken şöyle demektedir:

“Ey iman edenler! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak ticareti size haber vereyim mi? Allah’a ve peygamberine inanır ve Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz. Bilseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (Saff, 10-11)

Yani, “Ey iman edenler! Sizi öyle bir ticarete çağırıyorum ki, siz o ticareti yapmakla, canınızı yakacak azaplardan kurtulmuş olacaksınız. Allah’a ve Rasûlü’ne gönülden inanın ve Allah yolunda malınızla canınızla mücahede edin. Bu ticaretin en büyüğüdür. Sizi dünya ve ahirette azaptan kurtaracak tek ticaret de budur. Bu yolda sizin soluklarınız ibadet, nefesleriniz tesbihattır. Attığınız her adımda cihad sevabı alırsınız. Zira, kendinizi Rabbinize adamış ve Allah’a bağlanmışsınız”.

Allah (cc): “Allah, mü’minlerden cennet karşılığında mal ve canlarını satın almak istiyor.” buyurmaktadır (Tevbe, 111).

Efendimiz de bu hususta şöyle buyurmaktadır:

“Kendinizi Allah’a adadığınız bir gün, dünya ve dünya üzerindeki her şeyden daha hayırlıdır. Bu gayeyle kullandığınız kamçının cennetteki yeri, dünya ve dünya üzerindeki her şeyden daha hayırlıdır. Bir sabah ve akşam cihada gidiş, dünya ve üzerindeki her şeyden daha hayırlıdır”.



CİHAD BİR BEREKET İKLİMİDİR

Hayırlı bir işin yolunda olmak da hayırdır. Nitekim şer, kendisi şer olduğu gibi, ona götüren yol da şerdir.

Bu sırrı kavradığı içindir ki sahabî, durmadan Allah Rasûlü’ne müracaat ediyor ve kendisi için hayır yollarının çoğaltılması talebinde bulunuyordu.

Müracaatlar, hep hayır istikametinde oluyor ve bütün hayatı tenvir istikametinde birbirleriyle adeta yarışıyorlardı. Bu sebepledir ki, o devirde genç, yaşlı, ihtiyar, kadın, erkek herkesi, kendini hayırdan uzaklaştıracak her şeye karşı ciddî bir küskünlük içinde görüyoruz.

Nesibetü’l-Maziniye, hayatı mücadeleyle geçmiş bir kadındı. Efendimiz (sav) Medine’ye teşrif edince, çocukları ve kocasıyla hemen emrine girmiş ve hizmetini yüklenmişti. Bedir’e de, Uhud’a da iştirak etmiş bulunan bu kadın, Uhud’da yaralıların yaralarını sarma vazifesini üzerine alır. Hayatı boyunca Efendimiz’le beraber bütün mücahede ve mücadelelere katılmak, daima en büyük arzusu olmuştur. Tesettür ayeti nazil olup da Efendimiz (sav) kendisine artık erkeklerle beraber cihada çıkamayacağını duyurunca, Nesibe beyninden vurulmuşa döndü. Kendi kendine, gözyaşları içinde, “Ya Rasûlallah Sen Allah yolunda cihada çıkarsın da, ben burda nasıl dururum?” diye söyleniyordu. Hayır yolundan alıkonmak, onu mahzun ve mükedder etmişti.

İbn-i Ömer diyor ki: “Bedir’e çıkıldığı zaman ben 13 yaşındaydım. Efendimiz parmağıyla işaret ederek, “sen geriye git” dedi. O gece geldim ve yatağa girdim. Allah’a yemin ederim ki, ondan daha ıstıraplı bir gece geçirmedim”.

Sa’d b. Ebî Vakkas’ın kardeşi olan Umeyr b. Ebi Vakkas, Bedir’e iştirak ettiğinde 12-13 yaşlarında bir çocuktu. O gün Allah Rasûlü, harbe iştirak edecekleri teftiş ederken o ayaklarının ucuna dikilmiş, boyunu büyük göstermeye çalışmıştı. Orduya kabul edildiğini duyunca da sevinçten uçacak hale gelmişti. Zira kendisine bir hayır kapısı açılmıştı. O, bu kapıdan girecek ve şehid olacaktı.

Bilâl-i Habeşî (ra), Efendimiz’in vefatından sonra nice defa Hz. Ebû Bekir (ra)’a müracaatla Medine’den ayrılmak için izin istemiş, ancak Hz. Ebû Bekir, her defasında onun bu arzusunu geri çevirmişti. Zira o, Bilâl’i Allah Rasûlü’nden kendisine kalan bir yadigâr gibi görüyordu. Ne var ki, Bilâl’in de içi yanıyordu; o Allah Rasûlü’nün devrinde cihada çıkmaya ve harb meydanlarında kılıç sallayıp, sancak taşımaya alışmıştı. Şimdi sadece müezzinlik için Medine’de beklemek ona giran geliyordu. Bir Cuma günü Hz. Ebû Bekir hutbe verirken Bilal ayağa fırladı: “Ya Ebâ Bekir! Beni nefsin için mi, yoksa Allah için mi azad ettin?” dedi. Hz. Ebû Bekir, “Allah için” cevabını verince de, sözlerini şöyle bağladı: “Öyleyse Allah için beni bırak, ben cihad etmek istiyorum”.

Ve Bilâl, Şam önlerine gider, orada şehid olur ve meçhul bir mezara gömülür. Onu oralara götüren içinde yanan cihad aşkıydı.



CİHAD HER MÜ’MİNİN VAZİFESİDİR



Dünya hayatında herkese düşen bir vazife vardır; hiçbir şeyin kararında kalmadığı, servetlerin payimal olup cennetlerin harabeye döndüğü ve insanlara ötede ancak buradan gönderdiklerinin fayda vereceği şu dünyada herkes, kendi durumuna göre bir şey yapacak ve bu örfaneye iştirak edecektir. Zira kat’iyyen bilinmelidir ki, ölümle herkesin amel defteri kapanacak ve herkes yaptığıyla karşı karşıya kalacak, ancak dinine, milletine, ırzına, namusuna ve korunması gereken her şeye zarar gelmesin diye kendini Allah yoluna adayanların; hayatı gerçek hayat içinde yaşayıp, Hz. Muhammed’siz bir dünyaya lânet okuyan ve her şeyleriyle yüce İslâm da’vasına sarılanların defterleri asla kapanmayacaktır. Bir hadis-i şerifte,

“O’nun ameli kıyamete kadar nemalanır” buyurulmaktadır. Çünkü O, bir çığır açmıştır ve dolayısıyle, kendisinden sonra o yolu takip edenlerin hasenatının bir misli ona da yazılacaktır. Hem o, kabrin fitnesinden ve dehşetinden de emin olacaktır; zira ölmemiştir ki kabir azabına dûçar olsun. Sadece cismaniyeti itibariyle yer değiştirmiş olup, arkada bıraktığı tatlı çizgileri ve izleriyle halâ insanların gönlünde yaşamaktadır.

Yine cihadın faziletindedir ki, Fahr-i kâinat Efendimiz, şöyle buyuruyor:

“Kişinin kendisini bir gece Allah’a adaması, gündüzünde oruç tutulan, gecesinde de ibadet edilen bin günden daha hayırlıdır.”

Bir kısım mü’minler, cihad vazifelerini doğrudan doğruya ve fiilen yüklenip yaparlar ve neticede yukarıdan beri arzettiğimiz fazilete ererler. Bir kısım insanlar da vardır ki, onların bu işe fiilen sahip çıkmaları söz konusu değildir. Fakat onlar da, yaptıklarının karşılığını Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu olarak diğerleri ölçüsünde alacaklardır. Yani, imana ve Kur’ân’a hizmet istikametinde sırtına bir kerpiç alıp taşıyan insanın sa’yi heba olmayacaktır. Bu uğurda önüne tomar tomar kâğıt yığıp da İslâmî müessese yapacağım diye yazıp çizen mühendisin kaleminden damlıyan mürekkep, şehidin kanıyla muvazene edilecek kadar kıymet ve değer kazanacaktır. Kalemiyle cihada iştirak eden yazarın durumu da aynıdır. Öyle ise herkes, bu örfaneye Rabbin kendisine bahşettiği imkânlarla iştirak edecek ve neticede herkes, aynı sevaba ortak olacaktır.

Buhari’de gördüğümüz bir hadis-i şerifte Ebu Hureyre’den şunu dinliyoruz: “Rasûl-i Ekrem (sav) Mi’rac’a irtika buyururken, (ubûdiyetiyle, Allah’a kulluğuyla merdiven merdiven semalara doğru tırmanırken, nasût aleminden sıyrılıp, lâhût alemiyle yüzyüze gelirken) çeşitli manzaraları müşahede etmiş, çeşitli vak’alara muttalî olmuştu. Bu arada şunu da gördüler: Bir anda tohum toprağa ekiliyor ve aynı anda hasad edilip hasadlar ambarlara gidiyor ve bu, durmadan muttasıl devam edip gidiyor. Efendimiz, “bunlar kimdir?” diye Cibril’e sorduğunda, şu cevabı alıyorlar:

“Bunlar, kendilerini Allah yoluna adamış mücahidlerdir. Onlar için hasene yediyüz kere katlanır. Ve ne infak etseler eksilmez; Allah, onun yerine başkasını ihsan eder”. Yani, onların verdikleri hiç bir şey heder olmaz, boşa gitmez...

RAHATA DÜŞKÜNLÜK CİHADA MANİDİR

İnsanları cihad vazifesinden alıkoyan, hayat ve hayatın lezzetlerine bağlılıktır. Rahatını terkedemeyen, şahsî hazlarından ve zevklerinden fedakârlıkta bulunmayan bir insandan büyük vazifeler beklenemez. Beklense de beyhûdedir. Zira büyük vazifeleri, maddî-manevî haz ve zevklerinden fedakârlıkta bulunan insanlar yapacaklardır. Cennetin kapıları ardına kadar açıldığı, huriler önlerinde teşrifatçılık yapmağa durduğu, gılmanlar lü’lü-ü mensur gibi geçecekleri yollara saçıldığı zaman dahi, insanlık sevgisiyle, ızdırap içinde yeniden insanların arasına dönmeyi düşünen cihada gönül vermiş, cihad aşığı insanlardır ki, büyük vazifeleri ancak onlar yapacaktır.

Mes’eleyi isterseniz bir de dünyaya ait yönüyle arzedeyim: Yükselebilmesi için milletvekilliğine giden merdivenler ayağının dibine getirilse, başbakanlık ısrarla kendisine teklif edilse, reis-i cumhurluğa ondan başka liyakatlı yok dense, bu kudsî vazifenin en küçük hizmetini dahi bütün bu tekliflere tercih edecek insandır ki, işte o, bizim beklediğimiz, arzuladığımız cihad ruhunu, mücadele aşkını kavramış, hazmetmiş insandır.

Bir âyette mes’ele müşahhas bir misalle, şöyle anlatılmaktadır:

“Eğer siz O’na -Hz. Muhammed (sav’)e- yardım etmezseniz, bilin ki, inkar edenler O’nu Mekke’den çıkardıklarında, mağaradaki iki kişiden biri olarak Allah O’na yardım etmişti. Arkadaşına, -Hz. Ebu Bekir (ra)’a- “Üzülme, Allah bizimledir” diyordu. Allah da ona sekine indirmiş, görmediğiniz askerlerle onu desteklemiş ve inkâr edenlerin sözünü alçaltmıştı. Sadece Allah’ın sözü yücedir. Allah Aziz’dir, Hakim’dir.” (Tevbe, 9/40)

Allah Rasûlü, hem dünyaya hükmedip hem de ukbayı kazanabilmek için yurdunu, yuvasını, yerin göbeği olan Kâbe’yi, doğup büyüdüğü, dağında taşında feyz-i akdesle burun buruna ve dudak dudağa geldiği Mekke’yi, semavîlerle muttasıl öpüşüp duran Hira dağını terk ediyor ve böylece bize, büyük bir da’va uğruna her şeyin nasıl feda edilmesi gerektiği dersini veriyordu.

Cihadı terkedenler ekseriyetle hayat endişesiyle terkediyorlar. Bu yüzden Rehberimiz, Mukteda-i külümüz, İki Cihanın İftihar Tablosu Hz. Muhammed (sav)’in terk edilmediği, bırakılmadığı gibi, bu yolda yürüyen hiç bir kimse de yalnız bırakılmayacak, kendi başına terkedilmeyecektir.

Gerçekten Allah’a teslim olan bir insan, bütün dünya aleyhinde olsa bile en küçük bir endişe ve paniğe kapılmaz. Zira o şuna inanır: “Ben, Allah’a iman etmişim. Allah, benimle beraberdir. Ne tasaya, ne de gevşekliğe lüzum yoktur. Mutlak güçlü ve mülkün yegane sahibi olan Allah, arkamda zahîr olduğu müddetçe hiç bir şey beni korkutamaz.”

Üç asırlık şaşkınlık, baygınlık ve derbederliğimizin sona ermesini arzu ediyorsak, Hakikat-ı Ahmediyye’nin terbiyesi altında kendi hüviyet ve şahsiyetimize dönüp, İslâm’la bütünleşmeye çalışmalıyız. Ta ki, Allah (cc) da, bizim korktuğumuz ve endişe ettiğimiz her şeyden emin kılsın. Evet, maddî menfaatlara bel bağlamadığımız, gönül kaptırmadığımız, dünya karşısında serfüru etmediğimiz, aksine dünyanın getireceği maddî-manevî hazlara ve zevklere sırtımızı döndüğümüz zaman, Allah da bizi aziz edecektir.

Efendimiz henüz bir seferden dönmüştü. Biraz dinlenip toparlanmaya ihtiyaçları vardı. Meyvelerin hasad vakti gelmişti. Hava, alabildiğine sıcaktı. İşte tam bu esnada Allah Rasûlü’nden yeni bir davet vuku buldu. İnananlar sefere çağrılıyordu.

Mü’minler, her şeyleriyle bu davete icabet ettiler. Hz. Ebû Bekir, bütün mal varlığını ortaya döktü ve Allah Rasûlü’nün huzuruna getirdi. Faruk-u Azam, malının yarısını bu uğurda bezletti. Hz. Osman’ın verdiğinin ise haddi hesabı yoktu. Hz. Ali’ye gelince O, kendi ihlâs anlayışı içinde malının bir kısmını gizli, diğerini de açıktan veriyor ve bu örfaneye böyle iştirak ediyordu. Diğer mü’minler de kendi durumlarına göre saçıldılar. Herkes, elindeki imkânı son kuruşuna kadar harcama yarışına girdi. Kadınlar da bu yarışa iştirak etmişlerdi. Hz. Alişe Validemiz’in hücre-i saadetleri zinet eşyalarıyla dolmuştu. Kimisi boynundaki gerdanı, kimisi kolundaki bileziği, kimisi de kulağındaki küpeyi çıkarıp vermişti.. Rasûlullah’ın davetine mü’minlerin icabet şekli buydu.

Kur’ân, bütün mü’minleri cihada çağırmaktadır. Bu çağrıya icabet edip etmememize göre ya kazanacak veya (Allah korusun) kaybedenlerden olacağız. Yâ, münafıklar gibi, “bu rahat hayatın zevklerini terketmek bize ağır geliyor” diyecek, ya da, sahabînin yaptığını yapacak ve varımızı, yokumuzu herşeyimizi ortaya dökmek suretiyle seferber olacağız.

Kur’ân, onlara Kur’ân olduğu gibi bize de Kur’ân’dır. Kur’ân dinlenir, yaşansın diye; ona kulak verilir, hayata hayat olsun diye. Ben, yaşamayacağım, duyup da hayatıma hayat yapmayacağım şeyleri dinlemeyi, şahsen vaktimi israf sayarım. Hakikatlar, haz duyulsun diye dinlenmez; din, mâlumat elde etmek için öğrenilmez, yaşansın diye öğrenilir. Din, malûmat değil, yaşanacak bir hayattır. Kitaplar, hayat haline geldiği zaman bir kıymet ifade eder; yoksa, antika olmaktan başka taşıyacakları bir değer yoktur. Müzelere korsunuz; gelip ziyaret eder, fotoğraflarını çeker ve giderler. Ama Kur’ân, böyle değildir; O, semâdan yaşansın diye inmiştir. Onu yaşayanlar, payidar ve aziz; terkedenler ise, derbeder ve perişan olmuşlardır.