Editor
12-04-2010, 04:18
TEVBE
Günah nedir?
Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıtlaşmadır. Günaha giren kimse, kendini, vicdânî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün rûhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir zavallı ve talihsizdir. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık, ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecâli kalmaz.
Günah, iradenin yüzüne atılmış bir tükrük ve rûha içirilmiş bir zakkumdur. Günahdan zevk alan insan, ne sefîl; günahla ruhunu dinamitleyen insan ne hoyrattır..!
Günah, insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir dumandır. Bu fırtınaya marûz kalan kurur; bu zehirli havayı teneffüs eden de ölür.
İnsan, günah içine bir kere girmeye dursun; girdi mi, artık ne ölçü, ne kıstas, ne de değer hükmü kalır. Bir uçağın, başaşağı yere inmesinde, yer çekiminin hesaba katılmaması ve fıtrat kanunlarının affetmeyeceği çizgiye varılması ne ise, hikmet elinin koyduğu yasaklar atmosferine girmek de aynı şeydir.
Âdem Nebî (as), şahsî hayatında açtığı böyle bir gediği, ceyhûn ettiği gözyaşlarından meydana getirdiği ummanlar içinde, yüze yüze aşabilmişti. Şeytan ise, başaşağı düşdüğü o günah gayyâsından kurtulamamış ve helâk olmuştu. Ve, daha
“Nice servi revan canlar,Nice gülyüzlü sultanlar,
Nice Hüsrev gibi Hanlar, Ve nice tâcdarlar”
böyle ilk bir adımla günah deryasına yelken açmış, fakat bir daha da; geriye dönmeye muvaffak olamamışlardır. Günah, âheste âheste eser insanın içine ve nefsi, bir meltem okşayışıyla okşayarak, gider taht kurar onun gönlüne. Sonra da, insanın duygularını öylesine baskı altına alır ki, gayri ondan kurtulmak, kuvvetli bir azim ve gaybî bir inâyet eline kalmıştır. Bundan daha kötüsü de, insanoğlu, içine daldığı günahlarla, kendinden o denli uzaklaşır ki, his dünyasında en ufak bir kıpırdanma ve gönül âleminde en küçük bir duyarlılık kalmamış olmasına rağmen, o, kendinde olup biten bu kadar değişikliklerden habersiz ve ruhundan kopan feryatlara karşı alâkasızdır.
Yığın yığın günah vardır insanın geçip gittiği yollarda. Bu yollarda, birer kobra gibi gözetler insanoğlunu günahlar... Birinden kurtulması mümkün olsa bile, diğerlerine kendini kaptırmadan yoluna devam etmesi, bir hayli müşkildir. Polat gibi sağlam irade gerektir ki, aşılsın bu yollar. Yoksa difransiyeli bozuk bir araba ile, en sert virajları aşma gibi olacaktır ki, bir çukurda gidip “ârâm” edeceğini şimdiden söylemek, herhalde kehânet sayılmaz.
Çeşit çeşittir günahlar. Başta gelenleri, en doğru sözlünün beyanında, şu ürpertici diziyle çıkar karşımıza: Yaratıcı’ya eş ve ortak koşmak; haksız yere cana kıymak; anne ve babanın hukukunu çiğnemek, yalan yere şehâdette bulunmak; cepheden kaçmak; iffetlilerin iffetiyle oynamak vs...
Bunlar, insanın düşünce dünyasına, iç hayatına, âile ve topluma karşı öyle inhiraflarıdır ki, vaktinde önü alınmazsa, âile de yıkılır gider, toplum da.
Evet, tevhidle iç âlemini düzenleyememiş, yükselip içtimâî hayata girememiş güdük ruhlardan, hem âile, hem toplum, hem de vatan çok sakınmalıdır. İç âlemi, isden, pasdan görünmez hâle gelmiş ve derûnunda ak’ın kara’ya karışdığı bu talihsizler, bugün olmasa yarın, yurdu da yuvayı da kundaklayacaklardır. Dünden bugüne, bu gözü ve kalbi mühürlülerin, hıyânet ve ihanetleri, hiç de küçümsenmeyecek kadar çok olmuştur.
Ne var ki, vatanın sağa sola peşkeş çekilmesinden, ormanların ve bağların bozulup çöle çevrilmesine kadar, her türlü kötülüğü yapan, câhil, iz’ansız, inançsız ve başkalarının kuklası bu yığınların baş sorumluları da yine bizleriz.
Evet, biz ihmâl ettik. Biz bozduk. Biz inançsız ve hoyrat kıldık. Hesabını da biz vereceğiz. Bugün hâdiselerin demir pençesinde; yarın, tarih karşısındaki muhâkememizde; öbür gün de, kılı kırk yaran Yüce Dîvân’ın iğneden ipliğe hesap sorduğu hengâmda...
Bir milletin, kendi özünden uzaklaştırılması, ruhuna yabancı düşünceler aşılayarak, mihrabının yıkılması ve minberinin yerinin değiştirilmesi, tarih karşısında ve Hakk Dîvân’ında bağışlanmayacak günahlardandır.
Nesilleri, inançtan, düşünceden, hak ölçüsünden ve istikametten mahrum birer yeniçeri yığını hâline getirip, milletin nefsine, nesline, dinine ve malına saldırtmak büyük günahtır. Sonra, bu azgınlaşmış ruha ceza veriyorum diye, kazanlarda yeniçeri ve Bektâşî kellesi kaynatmak da, en az onun kadar günahtır.
Günahtır, nesilleri ihmal etmek. Günahtır, onların kalblerini ruhlarını inançsız ve itmi’nânsız hâle getirmek. Günahtır, onları geçmişine ve köküne düşman yapmak. Günahtır, onu, yabancı şaraplarla kendinden uzaklaştırmak. Ve, günahtır, onu, ma’nevî ve mukaddes dayanaklarından mahrum bırakmak. Günâhtır, günah...!
Bütün bunlardan daha büyük bir günah vardır ki; o da, ortalığı yangına ve sele veren bu büyük mücrimlerin, edip eylediklerini günah bilmemeleridir. Evet, Allah ve tarih karşısında affı kabil olmayan tek günah varsa, işte o da budur: Günahın günah olduğunu bilmeme, günahdan ürpermeme günahı... Toplumumuzu içten içe kemiren bu binbir günahın başbuğu, vicdanla sezilip, muhâsebenin demir pençesine teslim edileceği âna kadar, milletin, kendi kendini yenilemesinden ve hattâ yaşamasından söz etmek oldukça zordur.
“Bu hissizlikle cemiyyet yaşar derlerse pek yanlış;
Bir millet göster ölmüş ma’neviyatıyla sağ kalmış.”
M.A.
Tevbe nedir?
Tevbe kişinin kendini yenilemesi ve bir iç onarımdır. Yani, saptırıcı düşünce ve davranışlarla bozulan kalbî muvâzeneyi, yeniden düzene koyma uğrunda, ferdin, Hakk’dan Hakk’a kaçması, daha doğrusu, O’nun gazabından lûtfuna, hesabından rahmet ve inâyetine sığınmasıdır tevbe.
Tevbeyi, günah duygusuyla, benliğin bir hesaplaşması şeklinde ta’rif etmek de mümkündür. Yani nefsin, hayatı sorumsuzca sevk ve idâresine karşı, benlik ve iradenin, yüce dağlar gibi, günahın karşısına dikilip ona geçit vermemesidir tevbe.
Günah, muvâzenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmekse; tevbe, usûlüne göre bir hamlede hoplayıp oradan dışarıya çıkmakdır. Diğer bir ifâde ile günah; vicdanın muvakkat bir murâkebesizliğinden, rûhun aldığı yara ise; tevbe, kalbin, sürekli bir ızdıraba düşmesi, ve çok ciddî olarak kendi kendini kontrole koyulması ve böylece insanî duyguların yeniden fer ve kuvvet kazanmasıdır.
Günah, insanda şeytanın hâkimiyeti ve nefsin tesiriyle olduğuna göre, tevbe, şeytana karşı duyguların müdafaası ve ruhdaki âhenksizliği, dezarmoniyi düzenleme gayreti demektir.
Günah erozyonlarının, ruhu törpüleyip aşındırmasına karşılık tevbe, gönül zeminini, düşünce ve sözlerin en güzeli “kelime-i tayyibe” ile çimenlendirmek ve o erozyonların tahribatını önlemektir. Gözlerin döneyazacağı, yüreklerin hoplayacağı gün gelmeden, yürekleri hoplatan tevbe gayreti ne mübecceldir.! Keşke onu, her günahın açdığı gediği kapatacak seviyede, âh u enînlerle yapmaya muvaffak olabilseydik.!
Evet, tevbe, böyle erkekçe bir dönüşün adıdır. Aksine, her söz yalan, her davranış da bir aldatmacadır. Çünkü günahla fevt edilen şeyler giderilmedikten, ve zamanın “günah kare”sindeki boşluk doldurulmadıktan; hislerde ürperti, ruhda ızdırab, gözlerde yaş belirmedikten sonra, işlenilen kötülüklere karşı nedamet duyulduğunu iddia etmek, tutarsız ve kabûlden uzaktır.
Günahlar çeşit çeşit ve tevbeleri de başka başkadır. Millî vahdetin zedelenmesi büyük bir günahtır. Buna göre bu cürmü işleyen kimse, hem Hakk katında hem de halk katında en büyük mücrim sayılır. Binaenaleyh, böyle bir günahın tevbesi de, ancak, altı üstüne getirilmiş heyet-i içtimâiyyenin eski sıhhat ve birliğine kavuşturulmasıyla kâbil olacaktır, yoksa içtimâî bünye korkunç hafakanlar içinde, güm güm gümlerken, onu bu hâle getirenlerin, “nâdim ve pişman oldum” demeleri, sadece bir aldanma ve aldatmacadır. Evet, böyle bir günahın tevbesi, ancak, toplum içine saçılmış olan bölücü, parçalayıcı sapık düşüncelerden dönüldüğünü, milletin her ferdine avaz avaz ilân etmekle olacağından, sırf gizli nedametlerle affedileceğini ummak bir aldanmadır. Ve dolayısıyla da, iç çekişmeler sürüp gidecek; ve toplumdaki zaafların, gevşekliklerin, dağınıklıkların da’vetiyle gelen dış baskı ve tazyikler de arttıkça artacaktır. Zira, bir toplumun dirlik ve düzeni, yani ilahî tevfîkin onlarla beraber olması, ancak ve ancak o toplum fert ve hiziblerinin anlaşıp uzlaşmalarına, hiç olmazsa birbirleriyle sulh olup ihtilâfa düşmemelerine bağlıdır. Aksine, birbirine düşmüş ve dolayısiyle içtimâî ufku ihtilâflarla kararmış bir milletin, toptan tevbe etmesi lâzımdır. Böyle bir tevbe de, sevgide, afta, müsamahada “Rûhullah”ın bağışlayıcılığına vefalı bir havârî olmaya vâbestedir. Yani, yolu ve yönü hak oldukdan sonra, herkese ve her düşünceye arka vermek; her hamleyi alkışlamak ve her fedâkârlığa temennâ durmakla mümkündür. Bana öyle geliyor ki, asırlık yaralarımızın sarılmasında, bundan daha tecrübe edilmiş bir ilaç ve daha objektif bir usûl bulmak da, bugün için hemen hemen imkânsız gibidir.
Ne acıdır ki, bütün bunlara rağmen bizler, yıllardan beri, omuzlarımızı çökertircesine, boynumuza çullanmış yığın yığın vebâllerin altından sıyrılıp çıkmayı, bir perşembe akşamı merasimine bağlayarak, tevbe adına zahmetsiz ve ucuz yollar aramaktayız! Oysaki, ferdî günahlar için, böyle kestirmeden bir sıçrayış ve nedâmet yetse bile, toplumla alâkalı cürümlerde, daha sahici, daha özlü irkilmeye, silkinmeye ve kendini yenilemeye ihtiyaç vardır.
Ah bu zahmetden kaçış ve beleşçilik..!
Toplumu meydana getiren her müessese tevbe etmeli ve tevbesi de, kendini bitiren, tüketen ihmâl ve hataları kavrama ve onları telâfî etme şeklinde olmalıdır.
İdarî kadro, kendi cürüm ve günahlarını sezerek, onlara karşı tam vaziyet almak suretiyle tevbe etmeli, kendini yenilemeli ve dirilmelidir. Yoksa ellibin defa nedamet şeklindeki merasimlerle, bir çuvaldız boyu yol almaya imkân yokdur. Bin nefrin böyle bir derdi derman görenlere! Ve bin nefrin, defalarca aynı şeylerle aldananlara...!
Adlî tetkilât, hakkaniyet ve isabetli kararlarıyla kanatlanır ve gökler ötesi saltanatlara namzet olur. O, adâlet soluduğu sürece, saatleri yıllar sayılır Hakk’ın katında. İsâbetsiz kararları karşısında ızdırab duyup, iki büklüm olduğunda da, bundan geri değildir. Bir de onun Hakk’ın üstünlüğünü hiçe sayıp, kuvveti hâkim kıldığı, hakkı kuvvete boğdurduğu anları vardır ki, o, bu haliyle, affedilmez ve tevbesizdir...
Maarif teşkilâtı da öyledir. Maarif, millî duygu ve düşüncenin havârisi ve koruyucusu olduğu sürece, takdire lâyık en mübeccel bir müessesedir. Sapık ve çarpık ideolojilere yüz verdiği müddetçe de, harâmîlerden daha harâmî ve mücrimlerden daha mücrimdir. Yabancı ve tahripkâr düşüncelere karşı, tam ve ciddî tavır alacağı âna kadar da, bağışlanamaz ve tevbesizdir...
Bütün siyasî kuruluşlar gayri siyasî fertler ve cemaatlar; hatta düşünürler, yazarlar ve mürşitler, nefislerine ve hiziblerine muhabbetden dolayı, inhisara sapmış ve dolayısıyla da kendi dışlarında kalan hak ehline düşmanlık beslemişlerse, büyük günah içindedirler ve teker teker tevbe etmeleri farzlar ötesi farzdır.
Evet, bütün bu fert ve müesseseler, bir kere daha kendilerini kontrol etmeleri ve alabora olan millet vapurunda, kendi hisselerine düşen hatâ, günâh ve ihmâlleri görmeleri, sonra da bunun telâfisine gitmeleri mutlaka elzemdir. Yoksa, bugüne kadar olduğu gibi, günâhlara, hep dışta namzet arar ve hep karşı tarafı karalamaya devam edecek olurlarsa -maâzallah- altından kalkamayacağımız bâdirelerin içine girilmesi ve silinip gitmemiz, kaviyyen muhtemeldir.
Evet, bizler en büyük günahı, herkesi suçlu ve kendimizi masum görmek suretiyle işledik. Bu anlayıştan kurtulamadığımız sürece de, içtimâî atmosfer sertleştikçe sertleşti ve birbirini ta’kib eden parçalanmalar hep hız kazandı. Binaenaleyh, bu milletin mukadderatıyla, maddî ve ma’nevî alâkalı görülen bütün ruhlar ve kendini bu millete adamış bütün hasbî gönüller, bir kere daha dize gelerek tevbe etmelidirler.
Makam ve mansıp sevdasına kapıldıklarına; hizip sevgisiyle kör-sağır olup inhisara saplandıklarına; binbir paradoksla nesilleri kalpsiz ve ruhsuz bıraktıklarına; tegallüp ve tahakkümlere gömülüp hakkı kuvvette gördüklerine; düşüncelerine ters gelen şeyler, İlâhî soluklarla beslenmiş dahi olsa, ona karşı savaş ilân ettiklerine; şahsî çıkar ve menfaatlara dilbeste olduklarına; yalan, tezvir, aldatma ve iğfâle girdiklerine; hedeflerine varabilmek için her vesileyi meşrû saydıklarına ve her devre uyma eğiliminde bulunduklarına... Evet, bütün bunlara tevbe edip insanlık adına son bir kere daha yemin ve peymanlarını yenileme mecburiyetindedirler.
Ne mutlu, günahlarını idrak edip tevbeye koşanlara! Ne mutlu, nefsine karşı sert ve acımasız, başkalarına karşı -hak ehli olan başkalarına karşı- müsâmahalı ve affedici olanlara..!
Tevbe, dönmek, vazgeçmek demektir. Kur’an’da, “Ey iman edenler, hepiniz birden günahlardan vazgeçerek Allah’a dönünüz (tevbe ediniz)ki kurtuluşa eresiniz.” (Nur, 31) buyurulur.
Tevbe, insanın nefis ve şeytanın şerrinden kaçıp, Allah’ın himayesine girmesidir. Tevbe, Allah’ın gazabından Allah’ın rahmetine sığınmaktır.( Tevbe suresi 119. Ayet.)
Tevbenin şartları nelerdir?
Ferdin, bir kısım iç deformasyonlardan sonra yeniden safvet-i asliyesine dönmesi, özüyle bütünleşmesi veya sık sık kendini yenilemesi ma’nâsında tevbe, hemen her mertebesiyle:
1- Gönülden nedâmet etmek,
2- Eski hataları ürperti ile hatırlamak,
3- Haksızlıkları gidermek, hakkı tutup kaldırmak,
4- Sorumlulukları yeniden gözden geçirip fevt edilen mükellefiyetleri yerine getirmek,
5- Hata ve inhiraflarla ruhda meydana gelen boşlukları ibadet ü taat ve gecelerdeki yakarışlarla doldurmak,
6- Ve haslar, haslar üstü haslar itibâriyle, zikr u fikr u şükrün dışında geçen hayat için âh u enin edip ağlamak.. duygu ve düşüncelere kasdi olarak mâsiva bulaşmış olabileceği endişesiyle sarsılıp inlemek.. gibi şartları gerektirir.
Ne zamana kadar tevbe?
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki, “ Can boğaza dayanmadıkça Allah kulunun tevbesini kabul eder.” Başka bir yerde; “ Kim güneş batıdan doğmadan önce tevbe ederse, Allah tevbesini kabul eder.” Bu tür ifadeler, tevbe kapısının sonuna kadar herkese açık olduğunu ifade eder. Ancak, tam can çıkacakken, yani melekle karşı karşıya kalınıp da şuur kaybedildiğinde yapılan tevbe kabul edilmiyor. Firavun tam boğulurken tevbe etti ama kabul edilmedi.
Ne kadar günahkar olsa da insan tevbe etmeli:
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem anlatıyor: “Yüz adam öldüren adamın hikayesi: bir adam 99 adam öldürür ve bir rahibe sorar; ‘bana tevbe kapısı açık mı?’ diye. Rahip de kapalı der. Adam onu da öldürür ve eder 100. Sonra bir alimin yanına gider ve durumu aktarır. Alim, kapının açık olduğunu fakat tevbeden sonra eski yerine dönmemesi, falan yerdeki iyi insanların yanına gitmesi gerektiğini söyler. Adam tevbe ederek, tarif edilen yere gitmek için yola çıkar fakat yolda ölür. Azap melekleriyle rahmet melekleri gelerek başında tartışırlar; bu adam cennetlik, cehennemlik diye. Sonunda bir hakem melek gelir, aralarını bulur ve şöyle der. “Terkettiği yerle gideceği yerin arasını ölçün, hangisine daha yakınsa, onlara dahil edin.” Ölçerler, bir karış gideceği yere yakın çıkar. Rahmet melekleri de onu alır, götürürler.” Evet bir yerde Allah Resulü’nün Vahşiye de dediği gibi Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur. Yeter ki, O’na şirk koşulmasın, O inkar edilmesin.
Tevbenin mertebeleri nelerdir?
Tevbe: Ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınmak bir tevbedir; Bu bütün mü’minlerin halidir ve ezanları da: “ -Ey iman edenler, hepiniz inhiraflardan vazgeçip Allah’a sığının!” (Nûr, 24/31) ayetidir.
İnabe: Makam ve derecâtı muhafaza arzusuyla onda fâni olma bir inâbedir; Bu ise evliya ve mukarrabînin (Allah’a yakın insanların) vasfıdır; kâmetleri de, başlangıç itibâriyle “ -Rabbinize inâbe ediniz”(Zümer, 39/54), netice itibâriyle de: “-Cenâb-ı Hakk’a saygı dolu bir kalble geldi”(Kaf, 50/33) ayetleridir.
Evbe: Ondan başka herşeye kapanma da bir evbedir. Bu da Enbiya ve Mürselînin hususiyetleridir.Şiarları da -O ne güzel kuldur. Çünkü her zaman (Allah’a) rucûdaydı (O’na yönelmişti)” (Sâd, 38/44) şeklindeki ilâhî takdir ve iltifattır.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin günde yüz defa istiğfar etmesinin hikmetleri nelerdir?
Her peygamber masum yani günahtan korunmuş, günaha karşı daha doğmadan kapatılmış oldukları gibi Efendimiz de ismet sıfatına sahipti. Fakat, Efendimiz buyuruyorlar ki; “ Ey insanlar, Allah’a tevbe edin ve O’ndan günahlarınızın bağışlanmasını dileyin. Ben günde yüz kere tevbe ederim. (Buhari) İstiğfar sebepleri olarak şunlar söylenmiş:
1- Efendimiz, bulunduğu makamın hakkını vermek istiyordu. “Şu anın hakkını tam veremedim” deyip endişeleniyor ve istiğfar ediyordu.
2- Kalbine ve ruhuna, dünyaya ait en ufak bir lekenin konmasını istiyor ve tedbir olarak istiğfar ediyordu.
3- Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem her an terakkide olduğu için, geride kalan her anını yetersiz görüyor ve o anlar için istiğfar ediyordu.
4- Başkalarının yaptığı, fakat onlara mani olmak kendi elinde olmayan kusur ve günahlar için istiğfar ediyordu. Yani ümmeti için de istiğfar ediyordu.
Büyük insanların büyük tevbesi:
Ka’b bin Malik hadisesi; Evi, bahçesi onu oyalamış, Tebük Savaşı’na giden orduya iştirak edememişti. Savaştan sonra Efendimiz’in yanına gelip hatasını itiraf etti. Efendimiz de ona ‘bekle’ dedi.Hiç kimse onunla konuşmadı. Selam bile vermediler. Kırk gün sonra hanımına yaklaşmaması emredildi. Bu arada bizans kralından cazip bir teklif geldi. Ka’b, meşhur bir şairdi. Kral mektubunda, “ Duydum ki, peygamberin seni terketmiş, gel benim sarayımda kal, sana her istediğini veririm.” diyordu. Fakat Ka’b, bu teklife kulak asmadı. Hatta bunun da ayrı bir imtihan olduğunu sezerek mektubu alıp yaktı. Nihayet elli gün sonra, Allah’tan af geldi. Ka’b için o gün bayram oldu. Evet, büyük insanın tevbesi büyük ve zor olur. Ne olursa kapıyı terketmeme, yeryüzü bize dar gelse de, bütün kapılar yüzümüze kapansa da, bir gün açılır ümidiyle, dişini sıkıp bekleme, sadakttan ayrılmama, tevbede büyük bir esastır, kullukta ince bir anlayışıdır. Nitekim, Ka’b’ın affedildiğini ifade eden ayette Allah şöyle buyuruyordu: “Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar geldiği, canlarının iyice sıkıldığı ve Allah’tan kaçmanın yine O’na sığınmaktan başka hiç bir kurtuluş çaresi olmadığını anladıkları zaman, geri bırakılan o üç kişiyi; Allah tevbe etmeye muvaffak kıldı. Muhakkak Allah, tevbeleri kabul eder ve çok merhametlidir.(Tevbe, 117 / 119)
İnanmış insanları günah sıkar. Yeryüzü onlara bir anda zindan olur.
Tevbe eden karşısında Allah’ın sevinci: Efendimiz anlatıyor: “ Nasıl çölde yolculuk yapan bir insan, dinlenmek için bir ağacın altında dinlenmek için az uyusa, devesini de bağlasa, uyandığında bütün suyunun ve yiyeceğinin üstünde olduğu devesinin çekip gitmiş olduğunu görse, ümitsizlik içinde ve susuzluktan kavrulacağınadan dolayı ölümünü bekleyerek tekrar uykuya dalsa, sonra uyandığında devesini üstündekilerle beraber yanıbaşında buluverse, öyle bir sevinir ki, sevincinden nasıl şükredeceğini bilemez ve “ Allahım, ben senin rabbinim, sen de benim kulumsun “ deyiverir. İşte Allah tevbe eden kuluna bu adamdan daha çok sevinir. (Müslim)
Hata etmek insanın tabiatında vardır: Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki; “ Bütün adem oğulları hata eder. Hata edenlerin en hayırlısı da tevbe edenlerdir.” Diğer bir yerde, “ Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah günah işleyen bir topluluk getirirdi. Onlar günah işler, sonra da tevbe ederler, Allah da onların günahların tevbesini kabul ederdi.” buyurulur.
Tevbenin en makbul olduğu zamanlar: En makbul tevbe, günahın hemen ardından pişman olup, zaman geçirilmeden yapılan duadır. Günah ne kadar uzun ömürlü olursa, o kadar kalpte yer eder, insan bir de tevbe etmeyi unuttu mu, artık o günah kalpte iyici yerleşir ve insanı zamanla küfre doğru kaydırır. Cuma geceleri, mübarek geceler, beş vakit namaz, oruçlu haller, gece seher vakitleri, teheccüd namazları.. hasılı benzer yerler tevbenin kabulü için avantajlı yerlerdir. Fakat esas olan, o tevbeyi yaparken; pişmanlık, günahtan el çekme, iyiliğe yönelme gibi şartların yerine getirilmiş olmasıdır.
İstiğfar nedir?
İstiğfar, işlediği günahtan dolayı rahatsız olup, Allah’tan mağfiret, bağışlanma dilemedir.
Günümüzdeki günahlar?
Günümüzde bazı meşhur günahlar vardır. Mesela,
1- Allah’a eş ve ortak koşma,
2- Adam öldürme,
3- Zina,
4- Anne-babaya isyan etme,
5- Allah’a karşı bir arzu ve iştiyakın olmaması,
6- Ahireti unutma,
7- Şahsi çıkar peşinde olma,
8- Hakkı ve üstünlüğü zenginlikte, makamda, şöhrette görme,
9- Dünyaya aşırı muhabbet,
10- İnsanlar arasında aşırı derecede güvensizlik, sevgisizlik,
11- Günahlardan dolayı gamsızlık, ızdırap duymama,
12- Bir hedefe varmak için maşru-gayri meşru her yolu mübah görme,
13- Riya,
14- Cehalet.
Tevbe konusunda şeytanın bazı oyunları:
Şeytan, insana kusurunu itiraf ettirmez. Ta ki, o insan istiğfar etmesin, Allah’a sığınmasın. Çünkü, itiraf eden kurtulur.
Şeytan, işlenen günahları çok ve büyük göstererek, ‘Allah bu günahları affedecek mi?!’ der. Halbuki Allah’ın rahmeti, işlenen günahtan daha büyüktür.
Hazreti Ali’nin kıssası; Bir adam Hazreti Ali’ye gelerek ‘tevbe ediyorum ama affedileceğimden ümidim yok’ der. Hazreti Ali, adama hep tevbe istiğfarı telkin eder. Adam bu telkinlerinin sebebini ve ne zamana kadar tevbe edeceğini sorunca, O (radıyallahu anh) ‘günahından kurtuluncaya kadar’ cevabını verir.
Vahşi’nin hidayeti hadisesi; vahşi, Efendimiz’in davetine bir türlü yanaşmaz. Ben sizin amcanızı öldürdüm, falan falan günahları işledim. Nasıl huzurunuza gelirim der. Bir iki mektuplaşmadan sonra Allah Resulü, şu ayeti yazar gönderir. “Lâ tegnetû min rahmetillêh = Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz, O, tevbe edildiği taktirde, bütün günahları bağışlar. O, bağışlayan, merhamet edendir.” Ayeti okuyan Vahşi, döner gelir Efendimiz’e ve müslüman olur. Müslüman olur ama Efendimiz ona bana fazla görünmesen iyi olur, çünkü seni görünce amcamı hatırlarım, kalbini kıracak bir tavır içine girebilirim der. Vahşi için ikinci bir ızdırap dönemi başlar. Efendimiz’I hep uzaktan, kıyıdan köşeden dinler, göz göze gelmemeye çalışır. Efendimiz vefat edince, artık kendisine tevbesini gerçekleştirip bir an evvel O’nun yanına gitmekten başka çare kalmaz. Tevbesini şehitlikle gerçekleştirmek ister. Bunun için de bir müsait vakit arar. Sonunda yalancı peygamberle karşı karşıya gelinen Yemame savaşında ‘şimdi fırsat bu fırsat’ deyip, Hazreti Hamza’yı şehid ettiği mızrağı kaptığı gibi savaş meydanına koşar. Orada yalancı peygamberi öldürünce, diz üstü yere çöker ve “Artık sana gelebilir miyim Ya Resulallah” der. Aynı savaşta kendisi de vurulup şehid olur. O müslüman olduğu günden beri hep böyle bir tevbe alanı aramıştı.
Bize de düşen budur: Kalbimizle ve dilimizle tevbemizi yaptıktan sonra, ‘acaba nasıl ve ne yaparım da bu günahıma bir keffaret imkanı bulabilirim? Bir insana Allah’ı anlatarak mı, bir kardeşimin yardımına koşarak mı, anne babaya iyilikte bulunarak mı, bir öğrenciyi okutarak mı, iyi bir komşuluk örneği sergileyerek mi…’ Yani bugün biz günahlarımızın keffaretini yine toplumun içinde arayarak yaşamak ve hizmet etmek zorundayız. O günün savaşı oydu, Vahşi onu yaptı. Bugünün mücadelesi ise, insanların gönlüne girerek, sevgi ve hoşgörü içinde, diyalogla, herkese Allah’ı anlatmaktır. Biz de onu yapmak zorundayız. Eğer, insanlığa hizmet gibi bir yola girilir, insanlara Allah, Peygamber anlatılırsa, ümid edilir ki Allah bizim günahlarımızı yapılan hizmetler hürmetine affeder.
Sen mevlayı sevende, Mevla seni sevmez mi?
Rızasına even de, rızasını vermez mi?
Sular gibi çağlasan, Eyyüb gibi ağlasan,
Ciğergâhı dağlasan, ahvalini sormaz mı?
İnsan, bir günaha iyice batmışsa ve tevbe ederken bile o günaha tekrar gireceğini düşünüyorsa, biliyorsa, ne yapmalı?
Hiç olmazsa o an, bir iki saniye tam bir konsantre ile tevbe ve dua etmeli. Ümid edilir ki, o bir iki saniyelik samimiyet hürmetine Allah o günahı işleme fırsatı vermez. Size karşı bir suç işlemiş insanın lakayd tavrı, gelip af dilememesi, mahcubiyet sergilememesi, sizi nasıl sinirlendirirse, bizim tevbe ederken samimi olmayışımız da Allah’ı her halde en az o kadar kızdıracaktır.
Günah nedir?
Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıtlaşmadır. Günaha giren kimse, kendini, vicdânî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün rûhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir zavallı ve talihsizdir. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık, ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecâli kalmaz.
Günah, iradenin yüzüne atılmış bir tükrük ve rûha içirilmiş bir zakkumdur. Günahdan zevk alan insan, ne sefîl; günahla ruhunu dinamitleyen insan ne hoyrattır..!
Günah, insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir dumandır. Bu fırtınaya marûz kalan kurur; bu zehirli havayı teneffüs eden de ölür.
İnsan, günah içine bir kere girmeye dursun; girdi mi, artık ne ölçü, ne kıstas, ne de değer hükmü kalır. Bir uçağın, başaşağı yere inmesinde, yer çekiminin hesaba katılmaması ve fıtrat kanunlarının affetmeyeceği çizgiye varılması ne ise, hikmet elinin koyduğu yasaklar atmosferine girmek de aynı şeydir.
Âdem Nebî (as), şahsî hayatında açtığı böyle bir gediği, ceyhûn ettiği gözyaşlarından meydana getirdiği ummanlar içinde, yüze yüze aşabilmişti. Şeytan ise, başaşağı düşdüğü o günah gayyâsından kurtulamamış ve helâk olmuştu. Ve, daha
“Nice servi revan canlar,Nice gülyüzlü sultanlar,
Nice Hüsrev gibi Hanlar, Ve nice tâcdarlar”
böyle ilk bir adımla günah deryasına yelken açmış, fakat bir daha da; geriye dönmeye muvaffak olamamışlardır. Günah, âheste âheste eser insanın içine ve nefsi, bir meltem okşayışıyla okşayarak, gider taht kurar onun gönlüne. Sonra da, insanın duygularını öylesine baskı altına alır ki, gayri ondan kurtulmak, kuvvetli bir azim ve gaybî bir inâyet eline kalmıştır. Bundan daha kötüsü de, insanoğlu, içine daldığı günahlarla, kendinden o denli uzaklaşır ki, his dünyasında en ufak bir kıpırdanma ve gönül âleminde en küçük bir duyarlılık kalmamış olmasına rağmen, o, kendinde olup biten bu kadar değişikliklerden habersiz ve ruhundan kopan feryatlara karşı alâkasızdır.
Yığın yığın günah vardır insanın geçip gittiği yollarda. Bu yollarda, birer kobra gibi gözetler insanoğlunu günahlar... Birinden kurtulması mümkün olsa bile, diğerlerine kendini kaptırmadan yoluna devam etmesi, bir hayli müşkildir. Polat gibi sağlam irade gerektir ki, aşılsın bu yollar. Yoksa difransiyeli bozuk bir araba ile, en sert virajları aşma gibi olacaktır ki, bir çukurda gidip “ârâm” edeceğini şimdiden söylemek, herhalde kehânet sayılmaz.
Çeşit çeşittir günahlar. Başta gelenleri, en doğru sözlünün beyanında, şu ürpertici diziyle çıkar karşımıza: Yaratıcı’ya eş ve ortak koşmak; haksız yere cana kıymak; anne ve babanın hukukunu çiğnemek, yalan yere şehâdette bulunmak; cepheden kaçmak; iffetlilerin iffetiyle oynamak vs...
Bunlar, insanın düşünce dünyasına, iç hayatına, âile ve topluma karşı öyle inhiraflarıdır ki, vaktinde önü alınmazsa, âile de yıkılır gider, toplum da.
Evet, tevhidle iç âlemini düzenleyememiş, yükselip içtimâî hayata girememiş güdük ruhlardan, hem âile, hem toplum, hem de vatan çok sakınmalıdır. İç âlemi, isden, pasdan görünmez hâle gelmiş ve derûnunda ak’ın kara’ya karışdığı bu talihsizler, bugün olmasa yarın, yurdu da yuvayı da kundaklayacaklardır. Dünden bugüne, bu gözü ve kalbi mühürlülerin, hıyânet ve ihanetleri, hiç de küçümsenmeyecek kadar çok olmuştur.
Ne var ki, vatanın sağa sola peşkeş çekilmesinden, ormanların ve bağların bozulup çöle çevrilmesine kadar, her türlü kötülüğü yapan, câhil, iz’ansız, inançsız ve başkalarının kuklası bu yığınların baş sorumluları da yine bizleriz.
Evet, biz ihmâl ettik. Biz bozduk. Biz inançsız ve hoyrat kıldık. Hesabını da biz vereceğiz. Bugün hâdiselerin demir pençesinde; yarın, tarih karşısındaki muhâkememizde; öbür gün de, kılı kırk yaran Yüce Dîvân’ın iğneden ipliğe hesap sorduğu hengâmda...
Bir milletin, kendi özünden uzaklaştırılması, ruhuna yabancı düşünceler aşılayarak, mihrabının yıkılması ve minberinin yerinin değiştirilmesi, tarih karşısında ve Hakk Dîvân’ında bağışlanmayacak günahlardandır.
Nesilleri, inançtan, düşünceden, hak ölçüsünden ve istikametten mahrum birer yeniçeri yığını hâline getirip, milletin nefsine, nesline, dinine ve malına saldırtmak büyük günahtır. Sonra, bu azgınlaşmış ruha ceza veriyorum diye, kazanlarda yeniçeri ve Bektâşî kellesi kaynatmak da, en az onun kadar günahtır.
Günahtır, nesilleri ihmal etmek. Günahtır, onların kalblerini ruhlarını inançsız ve itmi’nânsız hâle getirmek. Günahtır, onları geçmişine ve köküne düşman yapmak. Günahtır, onu, yabancı şaraplarla kendinden uzaklaştırmak. Ve, günahtır, onu, ma’nevî ve mukaddes dayanaklarından mahrum bırakmak. Günâhtır, günah...!
Bütün bunlardan daha büyük bir günah vardır ki; o da, ortalığı yangına ve sele veren bu büyük mücrimlerin, edip eylediklerini günah bilmemeleridir. Evet, Allah ve tarih karşısında affı kabil olmayan tek günah varsa, işte o da budur: Günahın günah olduğunu bilmeme, günahdan ürpermeme günahı... Toplumumuzu içten içe kemiren bu binbir günahın başbuğu, vicdanla sezilip, muhâsebenin demir pençesine teslim edileceği âna kadar, milletin, kendi kendini yenilemesinden ve hattâ yaşamasından söz etmek oldukça zordur.
“Bu hissizlikle cemiyyet yaşar derlerse pek yanlış;
Bir millet göster ölmüş ma’neviyatıyla sağ kalmış.”
M.A.
Tevbe nedir?
Tevbe kişinin kendini yenilemesi ve bir iç onarımdır. Yani, saptırıcı düşünce ve davranışlarla bozulan kalbî muvâzeneyi, yeniden düzene koyma uğrunda, ferdin, Hakk’dan Hakk’a kaçması, daha doğrusu, O’nun gazabından lûtfuna, hesabından rahmet ve inâyetine sığınmasıdır tevbe.
Tevbeyi, günah duygusuyla, benliğin bir hesaplaşması şeklinde ta’rif etmek de mümkündür. Yani nefsin, hayatı sorumsuzca sevk ve idâresine karşı, benlik ve iradenin, yüce dağlar gibi, günahın karşısına dikilip ona geçit vermemesidir tevbe.
Günah, muvâzenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmekse; tevbe, usûlüne göre bir hamlede hoplayıp oradan dışarıya çıkmakdır. Diğer bir ifâde ile günah; vicdanın muvakkat bir murâkebesizliğinden, rûhun aldığı yara ise; tevbe, kalbin, sürekli bir ızdıraba düşmesi, ve çok ciddî olarak kendi kendini kontrole koyulması ve böylece insanî duyguların yeniden fer ve kuvvet kazanmasıdır.
Günah, insanda şeytanın hâkimiyeti ve nefsin tesiriyle olduğuna göre, tevbe, şeytana karşı duyguların müdafaası ve ruhdaki âhenksizliği, dezarmoniyi düzenleme gayreti demektir.
Günah erozyonlarının, ruhu törpüleyip aşındırmasına karşılık tevbe, gönül zeminini, düşünce ve sözlerin en güzeli “kelime-i tayyibe” ile çimenlendirmek ve o erozyonların tahribatını önlemektir. Gözlerin döneyazacağı, yüreklerin hoplayacağı gün gelmeden, yürekleri hoplatan tevbe gayreti ne mübecceldir.! Keşke onu, her günahın açdığı gediği kapatacak seviyede, âh u enînlerle yapmaya muvaffak olabilseydik.!
Evet, tevbe, böyle erkekçe bir dönüşün adıdır. Aksine, her söz yalan, her davranış da bir aldatmacadır. Çünkü günahla fevt edilen şeyler giderilmedikten, ve zamanın “günah kare”sindeki boşluk doldurulmadıktan; hislerde ürperti, ruhda ızdırab, gözlerde yaş belirmedikten sonra, işlenilen kötülüklere karşı nedamet duyulduğunu iddia etmek, tutarsız ve kabûlden uzaktır.
Günahlar çeşit çeşit ve tevbeleri de başka başkadır. Millî vahdetin zedelenmesi büyük bir günahtır. Buna göre bu cürmü işleyen kimse, hem Hakk katında hem de halk katında en büyük mücrim sayılır. Binaenaleyh, böyle bir günahın tevbesi de, ancak, altı üstüne getirilmiş heyet-i içtimâiyyenin eski sıhhat ve birliğine kavuşturulmasıyla kâbil olacaktır, yoksa içtimâî bünye korkunç hafakanlar içinde, güm güm gümlerken, onu bu hâle getirenlerin, “nâdim ve pişman oldum” demeleri, sadece bir aldanma ve aldatmacadır. Evet, böyle bir günahın tevbesi, ancak, toplum içine saçılmış olan bölücü, parçalayıcı sapık düşüncelerden dönüldüğünü, milletin her ferdine avaz avaz ilân etmekle olacağından, sırf gizli nedametlerle affedileceğini ummak bir aldanmadır. Ve dolayısıyla da, iç çekişmeler sürüp gidecek; ve toplumdaki zaafların, gevşekliklerin, dağınıklıkların da’vetiyle gelen dış baskı ve tazyikler de arttıkça artacaktır. Zira, bir toplumun dirlik ve düzeni, yani ilahî tevfîkin onlarla beraber olması, ancak ve ancak o toplum fert ve hiziblerinin anlaşıp uzlaşmalarına, hiç olmazsa birbirleriyle sulh olup ihtilâfa düşmemelerine bağlıdır. Aksine, birbirine düşmüş ve dolayısiyle içtimâî ufku ihtilâflarla kararmış bir milletin, toptan tevbe etmesi lâzımdır. Böyle bir tevbe de, sevgide, afta, müsamahada “Rûhullah”ın bağışlayıcılığına vefalı bir havârî olmaya vâbestedir. Yani, yolu ve yönü hak oldukdan sonra, herkese ve her düşünceye arka vermek; her hamleyi alkışlamak ve her fedâkârlığa temennâ durmakla mümkündür. Bana öyle geliyor ki, asırlık yaralarımızın sarılmasında, bundan daha tecrübe edilmiş bir ilaç ve daha objektif bir usûl bulmak da, bugün için hemen hemen imkânsız gibidir.
Ne acıdır ki, bütün bunlara rağmen bizler, yıllardan beri, omuzlarımızı çökertircesine, boynumuza çullanmış yığın yığın vebâllerin altından sıyrılıp çıkmayı, bir perşembe akşamı merasimine bağlayarak, tevbe adına zahmetsiz ve ucuz yollar aramaktayız! Oysaki, ferdî günahlar için, böyle kestirmeden bir sıçrayış ve nedâmet yetse bile, toplumla alâkalı cürümlerde, daha sahici, daha özlü irkilmeye, silkinmeye ve kendini yenilemeye ihtiyaç vardır.
Ah bu zahmetden kaçış ve beleşçilik..!
Toplumu meydana getiren her müessese tevbe etmeli ve tevbesi de, kendini bitiren, tüketen ihmâl ve hataları kavrama ve onları telâfî etme şeklinde olmalıdır.
İdarî kadro, kendi cürüm ve günahlarını sezerek, onlara karşı tam vaziyet almak suretiyle tevbe etmeli, kendini yenilemeli ve dirilmelidir. Yoksa ellibin defa nedamet şeklindeki merasimlerle, bir çuvaldız boyu yol almaya imkân yokdur. Bin nefrin böyle bir derdi derman görenlere! Ve bin nefrin, defalarca aynı şeylerle aldananlara...!
Adlî tetkilât, hakkaniyet ve isabetli kararlarıyla kanatlanır ve gökler ötesi saltanatlara namzet olur. O, adâlet soluduğu sürece, saatleri yıllar sayılır Hakk’ın katında. İsâbetsiz kararları karşısında ızdırab duyup, iki büklüm olduğunda da, bundan geri değildir. Bir de onun Hakk’ın üstünlüğünü hiçe sayıp, kuvveti hâkim kıldığı, hakkı kuvvete boğdurduğu anları vardır ki, o, bu haliyle, affedilmez ve tevbesizdir...
Maarif teşkilâtı da öyledir. Maarif, millî duygu ve düşüncenin havârisi ve koruyucusu olduğu sürece, takdire lâyık en mübeccel bir müessesedir. Sapık ve çarpık ideolojilere yüz verdiği müddetçe de, harâmîlerden daha harâmî ve mücrimlerden daha mücrimdir. Yabancı ve tahripkâr düşüncelere karşı, tam ve ciddî tavır alacağı âna kadar da, bağışlanamaz ve tevbesizdir...
Bütün siyasî kuruluşlar gayri siyasî fertler ve cemaatlar; hatta düşünürler, yazarlar ve mürşitler, nefislerine ve hiziblerine muhabbetden dolayı, inhisara sapmış ve dolayısıyla da kendi dışlarında kalan hak ehline düşmanlık beslemişlerse, büyük günah içindedirler ve teker teker tevbe etmeleri farzlar ötesi farzdır.
Evet, bütün bu fert ve müesseseler, bir kere daha kendilerini kontrol etmeleri ve alabora olan millet vapurunda, kendi hisselerine düşen hatâ, günâh ve ihmâlleri görmeleri, sonra da bunun telâfisine gitmeleri mutlaka elzemdir. Yoksa, bugüne kadar olduğu gibi, günâhlara, hep dışta namzet arar ve hep karşı tarafı karalamaya devam edecek olurlarsa -maâzallah- altından kalkamayacağımız bâdirelerin içine girilmesi ve silinip gitmemiz, kaviyyen muhtemeldir.
Evet, bizler en büyük günahı, herkesi suçlu ve kendimizi masum görmek suretiyle işledik. Bu anlayıştan kurtulamadığımız sürece de, içtimâî atmosfer sertleştikçe sertleşti ve birbirini ta’kib eden parçalanmalar hep hız kazandı. Binaenaleyh, bu milletin mukadderatıyla, maddî ve ma’nevî alâkalı görülen bütün ruhlar ve kendini bu millete adamış bütün hasbî gönüller, bir kere daha dize gelerek tevbe etmelidirler.
Makam ve mansıp sevdasına kapıldıklarına; hizip sevgisiyle kör-sağır olup inhisara saplandıklarına; binbir paradoksla nesilleri kalpsiz ve ruhsuz bıraktıklarına; tegallüp ve tahakkümlere gömülüp hakkı kuvvette gördüklerine; düşüncelerine ters gelen şeyler, İlâhî soluklarla beslenmiş dahi olsa, ona karşı savaş ilân ettiklerine; şahsî çıkar ve menfaatlara dilbeste olduklarına; yalan, tezvir, aldatma ve iğfâle girdiklerine; hedeflerine varabilmek için her vesileyi meşrû saydıklarına ve her devre uyma eğiliminde bulunduklarına... Evet, bütün bunlara tevbe edip insanlık adına son bir kere daha yemin ve peymanlarını yenileme mecburiyetindedirler.
Ne mutlu, günahlarını idrak edip tevbeye koşanlara! Ne mutlu, nefsine karşı sert ve acımasız, başkalarına karşı -hak ehli olan başkalarına karşı- müsâmahalı ve affedici olanlara..!
Tevbe, dönmek, vazgeçmek demektir. Kur’an’da, “Ey iman edenler, hepiniz birden günahlardan vazgeçerek Allah’a dönünüz (tevbe ediniz)ki kurtuluşa eresiniz.” (Nur, 31) buyurulur.
Tevbe, insanın nefis ve şeytanın şerrinden kaçıp, Allah’ın himayesine girmesidir. Tevbe, Allah’ın gazabından Allah’ın rahmetine sığınmaktır.( Tevbe suresi 119. Ayet.)
Tevbenin şartları nelerdir?
Ferdin, bir kısım iç deformasyonlardan sonra yeniden safvet-i asliyesine dönmesi, özüyle bütünleşmesi veya sık sık kendini yenilemesi ma’nâsında tevbe, hemen her mertebesiyle:
1- Gönülden nedâmet etmek,
2- Eski hataları ürperti ile hatırlamak,
3- Haksızlıkları gidermek, hakkı tutup kaldırmak,
4- Sorumlulukları yeniden gözden geçirip fevt edilen mükellefiyetleri yerine getirmek,
5- Hata ve inhiraflarla ruhda meydana gelen boşlukları ibadet ü taat ve gecelerdeki yakarışlarla doldurmak,
6- Ve haslar, haslar üstü haslar itibâriyle, zikr u fikr u şükrün dışında geçen hayat için âh u enin edip ağlamak.. duygu ve düşüncelere kasdi olarak mâsiva bulaşmış olabileceği endişesiyle sarsılıp inlemek.. gibi şartları gerektirir.
Ne zamana kadar tevbe?
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki, “ Can boğaza dayanmadıkça Allah kulunun tevbesini kabul eder.” Başka bir yerde; “ Kim güneş batıdan doğmadan önce tevbe ederse, Allah tevbesini kabul eder.” Bu tür ifadeler, tevbe kapısının sonuna kadar herkese açık olduğunu ifade eder. Ancak, tam can çıkacakken, yani melekle karşı karşıya kalınıp da şuur kaybedildiğinde yapılan tevbe kabul edilmiyor. Firavun tam boğulurken tevbe etti ama kabul edilmedi.
Ne kadar günahkar olsa da insan tevbe etmeli:
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem anlatıyor: “Yüz adam öldüren adamın hikayesi: bir adam 99 adam öldürür ve bir rahibe sorar; ‘bana tevbe kapısı açık mı?’ diye. Rahip de kapalı der. Adam onu da öldürür ve eder 100. Sonra bir alimin yanına gider ve durumu aktarır. Alim, kapının açık olduğunu fakat tevbeden sonra eski yerine dönmemesi, falan yerdeki iyi insanların yanına gitmesi gerektiğini söyler. Adam tevbe ederek, tarif edilen yere gitmek için yola çıkar fakat yolda ölür. Azap melekleriyle rahmet melekleri gelerek başında tartışırlar; bu adam cennetlik, cehennemlik diye. Sonunda bir hakem melek gelir, aralarını bulur ve şöyle der. “Terkettiği yerle gideceği yerin arasını ölçün, hangisine daha yakınsa, onlara dahil edin.” Ölçerler, bir karış gideceği yere yakın çıkar. Rahmet melekleri de onu alır, götürürler.” Evet bir yerde Allah Resulü’nün Vahşiye de dediği gibi Allah’ın affetmeyeceği günah yoktur. Yeter ki, O’na şirk koşulmasın, O inkar edilmesin.
Tevbenin mertebeleri nelerdir?
Tevbe: Ukûbet endişesiyle Hakk’a sığınmak bir tevbedir; Bu bütün mü’minlerin halidir ve ezanları da: “ -Ey iman edenler, hepiniz inhiraflardan vazgeçip Allah’a sığının!” (Nûr, 24/31) ayetidir.
İnabe: Makam ve derecâtı muhafaza arzusuyla onda fâni olma bir inâbedir; Bu ise evliya ve mukarrabînin (Allah’a yakın insanların) vasfıdır; kâmetleri de, başlangıç itibâriyle “ -Rabbinize inâbe ediniz”(Zümer, 39/54), netice itibâriyle de: “-Cenâb-ı Hakk’a saygı dolu bir kalble geldi”(Kaf, 50/33) ayetleridir.
Evbe: Ondan başka herşeye kapanma da bir evbedir. Bu da Enbiya ve Mürselînin hususiyetleridir.Şiarları da -O ne güzel kuldur. Çünkü her zaman (Allah’a) rucûdaydı (O’na yönelmişti)” (Sâd, 38/44) şeklindeki ilâhî takdir ve iltifattır.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin günde yüz defa istiğfar etmesinin hikmetleri nelerdir?
Her peygamber masum yani günahtan korunmuş, günaha karşı daha doğmadan kapatılmış oldukları gibi Efendimiz de ismet sıfatına sahipti. Fakat, Efendimiz buyuruyorlar ki; “ Ey insanlar, Allah’a tevbe edin ve O’ndan günahlarınızın bağışlanmasını dileyin. Ben günde yüz kere tevbe ederim. (Buhari) İstiğfar sebepleri olarak şunlar söylenmiş:
1- Efendimiz, bulunduğu makamın hakkını vermek istiyordu. “Şu anın hakkını tam veremedim” deyip endişeleniyor ve istiğfar ediyordu.
2- Kalbine ve ruhuna, dünyaya ait en ufak bir lekenin konmasını istiyor ve tedbir olarak istiğfar ediyordu.
3- Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem her an terakkide olduğu için, geride kalan her anını yetersiz görüyor ve o anlar için istiğfar ediyordu.
4- Başkalarının yaptığı, fakat onlara mani olmak kendi elinde olmayan kusur ve günahlar için istiğfar ediyordu. Yani ümmeti için de istiğfar ediyordu.
Büyük insanların büyük tevbesi:
Ka’b bin Malik hadisesi; Evi, bahçesi onu oyalamış, Tebük Savaşı’na giden orduya iştirak edememişti. Savaştan sonra Efendimiz’in yanına gelip hatasını itiraf etti. Efendimiz de ona ‘bekle’ dedi.Hiç kimse onunla konuşmadı. Selam bile vermediler. Kırk gün sonra hanımına yaklaşmaması emredildi. Bu arada bizans kralından cazip bir teklif geldi. Ka’b, meşhur bir şairdi. Kral mektubunda, “ Duydum ki, peygamberin seni terketmiş, gel benim sarayımda kal, sana her istediğini veririm.” diyordu. Fakat Ka’b, bu teklife kulak asmadı. Hatta bunun da ayrı bir imtihan olduğunu sezerek mektubu alıp yaktı. Nihayet elli gün sonra, Allah’tan af geldi. Ka’b için o gün bayram oldu. Evet, büyük insanın tevbesi büyük ve zor olur. Ne olursa kapıyı terketmeme, yeryüzü bize dar gelse de, bütün kapılar yüzümüze kapansa da, bir gün açılır ümidiyle, dişini sıkıp bekleme, sadakttan ayrılmama, tevbede büyük bir esastır, kullukta ince bir anlayışıdır. Nitekim, Ka’b’ın affedildiğini ifade eden ayette Allah şöyle buyuruyordu: “Bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar geldiği, canlarının iyice sıkıldığı ve Allah’tan kaçmanın yine O’na sığınmaktan başka hiç bir kurtuluş çaresi olmadığını anladıkları zaman, geri bırakılan o üç kişiyi; Allah tevbe etmeye muvaffak kıldı. Muhakkak Allah, tevbeleri kabul eder ve çok merhametlidir.(Tevbe, 117 / 119)
İnanmış insanları günah sıkar. Yeryüzü onlara bir anda zindan olur.
Tevbe eden karşısında Allah’ın sevinci: Efendimiz anlatıyor: “ Nasıl çölde yolculuk yapan bir insan, dinlenmek için bir ağacın altında dinlenmek için az uyusa, devesini de bağlasa, uyandığında bütün suyunun ve yiyeceğinin üstünde olduğu devesinin çekip gitmiş olduğunu görse, ümitsizlik içinde ve susuzluktan kavrulacağınadan dolayı ölümünü bekleyerek tekrar uykuya dalsa, sonra uyandığında devesini üstündekilerle beraber yanıbaşında buluverse, öyle bir sevinir ki, sevincinden nasıl şükredeceğini bilemez ve “ Allahım, ben senin rabbinim, sen de benim kulumsun “ deyiverir. İşte Allah tevbe eden kuluna bu adamdan daha çok sevinir. (Müslim)
Hata etmek insanın tabiatında vardır: Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki; “ Bütün adem oğulları hata eder. Hata edenlerin en hayırlısı da tevbe edenlerdir.” Diğer bir yerde, “ Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah günah işleyen bir topluluk getirirdi. Onlar günah işler, sonra da tevbe ederler, Allah da onların günahların tevbesini kabul ederdi.” buyurulur.
Tevbenin en makbul olduğu zamanlar: En makbul tevbe, günahın hemen ardından pişman olup, zaman geçirilmeden yapılan duadır. Günah ne kadar uzun ömürlü olursa, o kadar kalpte yer eder, insan bir de tevbe etmeyi unuttu mu, artık o günah kalpte iyici yerleşir ve insanı zamanla küfre doğru kaydırır. Cuma geceleri, mübarek geceler, beş vakit namaz, oruçlu haller, gece seher vakitleri, teheccüd namazları.. hasılı benzer yerler tevbenin kabulü için avantajlı yerlerdir. Fakat esas olan, o tevbeyi yaparken; pişmanlık, günahtan el çekme, iyiliğe yönelme gibi şartların yerine getirilmiş olmasıdır.
İstiğfar nedir?
İstiğfar, işlediği günahtan dolayı rahatsız olup, Allah’tan mağfiret, bağışlanma dilemedir.
Günümüzdeki günahlar?
Günümüzde bazı meşhur günahlar vardır. Mesela,
1- Allah’a eş ve ortak koşma,
2- Adam öldürme,
3- Zina,
4- Anne-babaya isyan etme,
5- Allah’a karşı bir arzu ve iştiyakın olmaması,
6- Ahireti unutma,
7- Şahsi çıkar peşinde olma,
8- Hakkı ve üstünlüğü zenginlikte, makamda, şöhrette görme,
9- Dünyaya aşırı muhabbet,
10- İnsanlar arasında aşırı derecede güvensizlik, sevgisizlik,
11- Günahlardan dolayı gamsızlık, ızdırap duymama,
12- Bir hedefe varmak için maşru-gayri meşru her yolu mübah görme,
13- Riya,
14- Cehalet.
Tevbe konusunda şeytanın bazı oyunları:
Şeytan, insana kusurunu itiraf ettirmez. Ta ki, o insan istiğfar etmesin, Allah’a sığınmasın. Çünkü, itiraf eden kurtulur.
Şeytan, işlenen günahları çok ve büyük göstererek, ‘Allah bu günahları affedecek mi?!’ der. Halbuki Allah’ın rahmeti, işlenen günahtan daha büyüktür.
Hazreti Ali’nin kıssası; Bir adam Hazreti Ali’ye gelerek ‘tevbe ediyorum ama affedileceğimden ümidim yok’ der. Hazreti Ali, adama hep tevbe istiğfarı telkin eder. Adam bu telkinlerinin sebebini ve ne zamana kadar tevbe edeceğini sorunca, O (radıyallahu anh) ‘günahından kurtuluncaya kadar’ cevabını verir.
Vahşi’nin hidayeti hadisesi; vahşi, Efendimiz’in davetine bir türlü yanaşmaz. Ben sizin amcanızı öldürdüm, falan falan günahları işledim. Nasıl huzurunuza gelirim der. Bir iki mektuplaşmadan sonra Allah Resulü, şu ayeti yazar gönderir. “Lâ tegnetû min rahmetillêh = Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz, O, tevbe edildiği taktirde, bütün günahları bağışlar. O, bağışlayan, merhamet edendir.” Ayeti okuyan Vahşi, döner gelir Efendimiz’e ve müslüman olur. Müslüman olur ama Efendimiz ona bana fazla görünmesen iyi olur, çünkü seni görünce amcamı hatırlarım, kalbini kıracak bir tavır içine girebilirim der. Vahşi için ikinci bir ızdırap dönemi başlar. Efendimiz’I hep uzaktan, kıyıdan köşeden dinler, göz göze gelmemeye çalışır. Efendimiz vefat edince, artık kendisine tevbesini gerçekleştirip bir an evvel O’nun yanına gitmekten başka çare kalmaz. Tevbesini şehitlikle gerçekleştirmek ister. Bunun için de bir müsait vakit arar. Sonunda yalancı peygamberle karşı karşıya gelinen Yemame savaşında ‘şimdi fırsat bu fırsat’ deyip, Hazreti Hamza’yı şehid ettiği mızrağı kaptığı gibi savaş meydanına koşar. Orada yalancı peygamberi öldürünce, diz üstü yere çöker ve “Artık sana gelebilir miyim Ya Resulallah” der. Aynı savaşta kendisi de vurulup şehid olur. O müslüman olduğu günden beri hep böyle bir tevbe alanı aramıştı.
Bize de düşen budur: Kalbimizle ve dilimizle tevbemizi yaptıktan sonra, ‘acaba nasıl ve ne yaparım da bu günahıma bir keffaret imkanı bulabilirim? Bir insana Allah’ı anlatarak mı, bir kardeşimin yardımına koşarak mı, anne babaya iyilikte bulunarak mı, bir öğrenciyi okutarak mı, iyi bir komşuluk örneği sergileyerek mi…’ Yani bugün biz günahlarımızın keffaretini yine toplumun içinde arayarak yaşamak ve hizmet etmek zorundayız. O günün savaşı oydu, Vahşi onu yaptı. Bugünün mücadelesi ise, insanların gönlüne girerek, sevgi ve hoşgörü içinde, diyalogla, herkese Allah’ı anlatmaktır. Biz de onu yapmak zorundayız. Eğer, insanlığa hizmet gibi bir yola girilir, insanlara Allah, Peygamber anlatılırsa, ümid edilir ki Allah bizim günahlarımızı yapılan hizmetler hürmetine affeder.
Sen mevlayı sevende, Mevla seni sevmez mi?
Rızasına even de, rızasını vermez mi?
Sular gibi çağlasan, Eyyüb gibi ağlasan,
Ciğergâhı dağlasan, ahvalini sormaz mı?
İnsan, bir günaha iyice batmışsa ve tevbe ederken bile o günaha tekrar gireceğini düşünüyorsa, biliyorsa, ne yapmalı?
Hiç olmazsa o an, bir iki saniye tam bir konsantre ile tevbe ve dua etmeli. Ümid edilir ki, o bir iki saniyelik samimiyet hürmetine Allah o günahı işleme fırsatı vermez. Size karşı bir suç işlemiş insanın lakayd tavrı, gelip af dilememesi, mahcubiyet sergilememesi, sizi nasıl sinirlendirirse, bizim tevbe ederken samimi olmayışımız da Allah’ı her halde en az o kadar kızdıracaktır.