PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : İman



Editor
12-04-2010, 03:18
İMAN





Fazilet insanca yaşamanın adıdır. Hocaefendi’nin ifadesiyle; “Fazilet insanların takdir edip, hayvanların hoşlanmadığı; rezilet de, insanların ürperip uzaklaştıkları, hayvanların ise umursamadan yapageldiği davranışlar cümlesindendir.”(140)

Başka bir bakış açısıyla “Fazilet; insanın insanlar arasında bir kredi insanı haline gelmesi, değer ifade etmesi, misal olmasıdır.”(141) İşte bu yönüyle faziletin -ister inançlı, ister inançsız olsun- bütün insanlara şamil olan bir yönü vardır. Vakıa imansız bir insanın ne ölçüde faziletli olabileceği tartışılabilir. Ne varki faziletin mutlak manada olmasa dahi izafi olarak her insana akseden bir yönü olabilir. Çünkü nice mü’min sıfatları vardır ki onları mü’minlerden ziyade kafirler çok mühim düsturlar olarak hayatlarına tatbik etmişlerdir.

Bir insana mutlak manada “faziletli” diyebilmek, o insanın insanlar nazarında değer ifade etme yönünden olduğu gibi “Allah karşısında durma açısından kabule karin olacak hali kesbetmesi” yönünden de rüşdünü isbat etmesiyle mümkün olacaktır. Bu ise “imanlı fazilet”tir ve faziletin hakikisi ve ukba buudlusudur: “Gerçek fazilet, burada insanın mutluluğunu teşkil edecek esasların yanıbaşında bu mutluluğun öbür alemde de devam ve temadisi demektir. Burada onu saadete götürecek dinamikleri yaşama ve bu dinamiklerle orada da o saadetin temadisidir.

Fazilet imanlı fazilet olursa, yani, Allah'a imana dayanırsa, hatta eskilerin ifadesiyle muhabbetullaha, muhabbetullahın daha derin buudu olan aşka, aşkın da daha derin bir buudu olan şevke ve bunun da ötesinde cezbe dayanırsa artık siz iradi ve kasdi davranışlarınızı bir tarafa bırakır, yüzme bilmeyen bir çocuğun anne-babasının kollarında yüzmenin ***fini çıkarması gibi ciddi bir ümit ve itminanla kendinizi cezbin, incizabın kollarına salıverir ve Allah (cc) 'ın çekmesi ile çekilirsiniz.”(142)

Mevzuya fazilet ile girmemizin sebebi bütün insani vasıflara hakiki rengini kazandıran bir sırra işaret etmekten ibaret. Evet, iman herşeye hakikatini teslim eden bir sırdır. Bediüzzaman Hazretleri’nin yaklaşımıyla iman; antika eşyanın demirciler çarşısında değil de antikacı dükkanında satılması ***fiyetidir.. bütün insani erdemlere ebedilik buudu kazandırışın, fena aleminde beka yudumlayışın ifadesidir.. ruhun en ulvi cazibeye kanatlandığı kudsi bir seyahatte ilk kilometre taşıdır iman. Ve “İmanla başlayıp, marifetle devam eden, muhabbetle noktalanan, aşkla tufan haline gelen ve sonra da cezb u incizaba inkılab eden, hatta daha ileriye götürülüp, bir taraftan büyüklüğü, bir taraftan lütufları, bir taraftan da gördüğünüz ve duyduğunuz şeyler karşısında hayrete kapılma, dehşete düşme, sağını-solunu birbirine karıştırmayla ulaşılan ufuk, fıtratın gayesi ve hılkatin neticesidir ki, Allah bizi imanla başlayıp hayret ve dehşetle nihayet bulan bu ufku yakalayalım diye yaratmıştır.”(143)

İman, Seyyid Şerif Cürcani’nin yaklaşımıyla: "İnsanın aklını kullanması veya afaki ve enfüsi tefekkür neticesinde Allah'ın, insanın içinde yakacağı bir meş'aledir." Biz bu tarifi akıl kelimesini biraz daha geniş bir platforma çekerek “insanın, mahiyetinde mündemiç olan cevherleri kullanması” şeklinde de ele alabiliriz. Çünkü ileride bahsedileceği gibi vicdan gibi birkısım latifeler de bu vazifede çok mühim bir rol oynarlar. Fakat elbetteki aklın yeri başka vicdanın yeri daha başkadır.

İman insanın tefekkür ve müşahedesi ile kazanılacaktır ama, imanın bir cebr-i lütfi olduğu da unutulmamalıdır. “Evet, iman insanlara Allah’ın bir lütfudur. Bu açıdan biz imana cebr-i lütfi nazarıyla bakıyor ve ona göre değerlendiriyoruz. Zira bazen kilisenin gölgesinde “70 yaşına kadar ateist olarak yaşadım, bundan sonra iman ettim diyemem” veya “ileri yaşlarda bunayıp iman adına birşeyler söylersem, sakın ona itibar etmeyin” diyenlere de rastlıyoruz. Bu ise bize, imanın bir cebr-i lütfi ve apaçık bir İlahi inayet olduğunu göstermektedir.”(144)

Bu noktada zihinlere şöyle bir sual gelebilir: O halde iman, İlahi meşiete bağlı bir lütuf olduğuna göre niçin insanlara bir hedef olarak gösterilmiş ve onlardan mutlaka o hedefi yakalamaları istenmiştir? İşte bu ince noktayı Hocaefendi şu şekilde izah ediyor: “Hidayet bir lütuf, bir ihsan ve bir büyük nimettir. Ekseriyet itibariyle bu büyük nimetin elde edilmesi de insan iradesinin dışında olur. Ne var ki bazen istemek, arzu etmek, iştiyak duymak hidayetin adeta bir davetçisi gibi kabul edilir.”(145) İşte imanı devasa bir meş’ale olarak tahayyül edecek olursak onu tutuşturacak küçük kıvılcım insanın cüz’i iradesine, küçük arzu ve iştiyakına vabeste kılınmış. Aksi taktirde imtihan sırrını izah etmek güçleşecektir.

İnsanın imana erme konusunda hassas cihazlarından istifadesi bazı şartlara taalluk etmektedir. Yani onun mülk ve melekut yönü iman hususunda -müsbet ya da menfi- çok müessir bir fonksiyon eda ederler. Vicdan ile nefis umumiyetle birbirinin rağmına hareket eden mekanizmalar olduğu ve insanı direk olarak tesir altına aldıkları düşünülürse mesele daha iyi anlaşılacaktır. Etrafımıza baktığımızda kadın za’fı, içki za’fı, ibadet etmeyi göze alamamanın bir ifadesi olan tenperverlik za’fı gibi nefis buudlu duyguların tesirinde kaldığı için imana yanaşmayan nice insan göreceğiz. İşte bu insanların nefis mekanizmasını vicdan mekanizmasına teslim etmemeleri imansız kalmalarına sebep olmaktadır. İşte bu noktada istidat ve kabiliyetlerin yeterli olmayacağını ifade eden Hocaefendi iman yolcusunun evvela bu kötü atmosferin tesirinden kurtulması gerektiğinin altını çiziyor ve şöyle diyor:

“Bir kere çevremize bakıverelim. Nice müstaidler görürüz, görürüz ve kendi kendimize hayret ederiz. “Herşeyiyle mükemmel bu insan, nasıl oluyor da hak ve hakikate bir türlü uyanamıyor ve hep dalalet içinde yüzüp gidiyor?” deriz. Evet, bu insanların bir istidat ve kabiliyetleri var. Ama nedense bir türlü hidayet iştiyak ve isteği içlerinde belirmiyor. Bu sebeple de bir türlü kurtuluşa eremiyorlar.

Bu tür insanların hidayete eremeyişinde sebeplerden biri, şahısların kendilerine ait ve nefis kaynaklı gurur, kibir, inat, zulüm ve tenperverlik gibi bir kısım menfi vasıflar[Linkleri görebilmeniz için kayitli üye olmaniz gerekmektedir. ] ki, insanla hidayet arasına adeta, kara bir perde gibi geriliyor ve o insanın hakikati tanımasına, ona ulaşmasına engel teşkil ediyorlar.”(146) Bu temizlik operasyonunu yapan iman yolcusunun ikinci olarak yapması gereken şey ise mahiyetinde mündemiç olan teçhizatı en randımanlı bir şekilde kullanarak Allah’ı anlatan dilleri dinlemek, onlar üzerinde mütemadiyen tefekkür etmek ve imanın o ışıklı ikliminde kanat çırpmak. Daha sonra ise kalbinde oturaklaştırdığı imanıyla yakin ufkuna doğru alabildiğine yükselmek... Bu dağın zirvesinde yatan arslan ise: “Perde-i gayb sıyrılsa yakinim ziyadeleşmeyecek” sözünün sahibi Haydar-ı Kerrar Hz. Ali (ra)’dir.

Şimdi Allah’ı anlatan diller olan “kainat kitabı, Kur’an, Hz. Muhammed (sas) ve vicdan”ı dinlemeden önce Hocaefendi’nin iman insanı üzerine yaptığı bir değerlendirmeyi mukaddime olarak takdim ediyoruz:

"Kur'an; insanın yaratılış gayesini marifet ufku, muhabbet ruhu, aşk u şevk buudu ve ruhani hazlar televvünleriyle "iman-ı billah" olarak tesbit eder. İnsan, yerinde kendi özünden varlığın derinliklerine yollar vurmak ve yerinde varlıktan değişik kesitler alıp, özünde değerlendirerek iman ve düşünce dünyasını inşa etmekle sorumlu tutulmuştur. Bu, aynı zamanda onun ruhunda mekni bulunan insanlık gerçeğinin de ortaya çıkması demektir.



Evet, insan ancak imanın aydınlığında özünü, özündeki derinlikleri, varlığın hedef ve gayelerini sezip, kainat ve hadiselerin iç yüzüne, eşyanın perde arkasına muttali olabilir.. muttali olup varlığı kendi buudlarıyla kavrayabilir. İnançsızlık tıkalı ve boğucu bir sistemdir. İnançsızın nazarında varlık bir kaosla başlamış, rastlantıların ürperten belirsizlikleri içinde gelişmiş ve süratle de dehşet veren bir sona doğru kaymaktadır. Bu sallana sallana, yuvarlana yuvarlana gidiş içinde, ne ruha inşirah veren Rahmani bir nefha, ne de bizi insani emellerimizle kucaklayacak emniyet esintili küçük bir yer, hatta ayağımızı basacak kadar bir zemin vardır.

Menşeini, hareket çizgisini, nereye ve neye yönlendirildiğini, vazife ve sorumluluklarını sezebilen iman insanı ise, herşeyi apaydın görür.. ayağını basacağı yere endişesiz basar.. tevcih edildiği hedefe korkusuzca ve güvenle yürür.. yürürken de varlığı ve varlığın perde arkasını elli bin defa kurcalar, elli bir defa eşya ve hadiseleri imbikten geçirir; her kapıyı zorlar, her nesneyle münasebet yollarını araştırır.. bildiklerinin, bulduklarının yetmediği yerlerde, o güne kadar kendisini veya başkalarının gerçekleştirdiği tesbitlerin çehresinde görüp duyduğu hakikatlerle yetinir ve yoluna devam eder.

Bu ölçüler içinde bir iman seyyahı, çok önemli bir güç kaynağı keşfetmiş sayılır. Evet, "La havle vela kuvvete illa billah" ile remzedilen, ötelere aid bu cephane ve hazine öylesine önemli bir kuvvet kaynağıdır ki, bu kuvvet kaynağı ve bu ışığı elde eden insanın artık başka bir güç kaynağına ihtiyaç hissetmesi sözkonusu değildir. O, hep O'nu görür, O'nu bilir, O'nun maiyyetine koşar, hayatını O'na yönelik yaşar; marifet ve itimadının derinliği ölçüsünde bütün dünyevi güçlere meydan okuyabilir ve herşeyin üstesinden gelebileceği ümidiyle en olumsuz durumlarda bile şevkle yaşar; kat'iyyen bedbinlik ve karamsarlığa da düşmez."(147)











[Linkleri görebilmeniz için kayitli üye olmaniz gerekmektedir. [url=register.php">Üye olmak için lütfen tiklayiniz. (register.php">Üye olmak için lütfen tiklayiniz.[/url)]İmana mania teşki eden bu vasıflar hakkında Tevhid Serisi’nin ilk iki kasetinde geniş malumat verilmektedir.