Giriş

Orijinalini görmek için tıklayınız : Kader



Editor
12-04-2010, 04:18
KADER





Kaderin tarifi:

Kader, sonsuz ilme sahip, geçmiş, hal ve geleceği bir nokta gibi görüp, bilen ve esasen kendisi için geçmiş, hal ve gelecek diye bir şey mevzu bahis olmayan Cenâb-ı Hakk’ın, mikro alemden makro aleme, zerrelerden sistemlere ve gelecekteki bütün hayatıyla normo alem insana kadar en küçükten en büyüğe, bütün kainatı ilmî planda, ilmî vücutlarıyla planlayıp programlaması, tayin, tesbit, tasnif, takdir etmesi ve bütün bunları tasarı ve ilmî plandan alıp irade, kudret ve meşiet planına geçirmesi, haricî ve varlık aleminde göstermesi adına olup bitecek herşeyi daha olmadan evvel Kitab-ı Mübin’de tesbit ve takdir etmesidir.

Kader, kelime olarak, ölçme, takdir etme, biçime koyma ve şekillendirme gibi manalara gelir. Ayrıca, güç yetirdi, muktedir oldu gibi manaları da vardır. Kısaca kader; Allah’ın kaza olarak takdir ve hükmettiği şeydir.

Allah şöyle buyuruyor: “Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olan herşeyi bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi O bilir. Yaş kuru ne varsa hepsi “Kitab-ı Mübin”dedir. (En’am, 6/59)

“Gökte ve yerde görülmeyen herşey şüphesiz Kitab-ı Mübin’dedir.” (Neml, 27/75)

“Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biz’iz. Her şeyi apaçık bir kitapta saymışızdır.” (Yasin 36/12)

Kader ile kaza bir manada aynıdır. Kader, Allah’ın takdiri, hükmü, kaza ise bu takdirin infazı, hükmün yerine getirilmesi demektir.

Kader, insanın kesbiyle (bir şeyi kendi iradesiyle yapmasıyla) Allah’ın yaratmasının beraberliğidir. Yani insan bir işe meyleder, iradesiyle o işin içinde bulunur, Allah da isterse o işi yaratır, istemezse yaratmaz.

Saha olarak kader, Cenabı Hakk’ın ilmi ile tayin ve takdiri demek ise de, fakat aynı zamanda o, Cenabı Hakk’ın görmesi, işitmesi ve istemesi de demektir. Durum böyle olunca, kaderi inkar, Cenabı Hakk’ın sıfatlarını inkar ile aynı manaya gelir.

“Hazinesi bizim katımızda olmayan hiç bir şey yoktur. Biz onu ancak bir takdire göre indiririz.” (Hicr, 15/21)





İki türlü irade vardır:

1- Küllî irade: Allah’ın iradesidir. Buna, Allah’ın kudreti de diyebiliriz.

2- Cüz’î irade: İnsanın iradesidir.

Cüz’î irade, bizim nazarımızda yaratılmış değildir. O sadece nazarî bir varlığa sahiptir, pratikte bir varlığı sözkonusu değildir. allah, kainatı yaratırken bize sormadı. İrademiz de böyle yaratılacak olsaydı o zaman mesuliyet diye bir şey olmazdı. O vardır, fakat yaratılmamıştır. Sadece Allah’ın ilminde vardır. O’nun ilminde olanların ise varlık sahasına çıkma mecburiyeti yoktur. Vücut sahasında bir varlığı olmamasına rağmen irade, Allah’ın yaratmasına küçük bir şart olarak kabul edilmiştir.



Geçmiş ve gelecek:

Kadere inanan bir insan, geçmişe kader açısından bakar ve binlerce bela ve musibetle çepeçevre kuşatılmış olduğu bir anda, “Cenabı Hakk’ın, benim hakkımdaki takdiri buymuş” der ve ümitsizliğe düşmekten kurtulur. Geleceğe ve günahlara da irade açısından bakar. Nasıl olsa elde edeceğim herşey kaderimde varsa olacaktır.” deyip tembel tembel oturamaz veya niyetlendiği günaha karşı kaderi, kendisi için bir teselli vastıtası olarak kullanamaz. Zira Cenabı Hakk, “Doğrusu insan için çalıştığından başkası yoktur.” (Necm, 53/39) buyurmaktadır.









Kader Vicdanî Bir Meseledir:

Kader, vicdanî bir meseledir. Allah’ın, Peygamberin, hatta Ahiretin delillerle isbatı yapılabilir. Fakat, kader öyle değildir. O, hâlî bir meseledir. İlmî ve nazarî değildir. İnsan, kadere imandaki derecesine göre inanır ve bu meseleyi kendi kapasitesi ölçüsünde kabullenir, idrak eder.

Kaderi, Allah’ı, Peygamberi, melekleri ve hatta Ahireti tarif eder gibi tarif edemeyiz. Sadece akla yaklaştırıcı misallerle izah edebiliriz. Zira kader, vicdanla hissedilecek bir mevzu olup, akıl üstüdür. Akıl onu idrakten acizdir. Diğer bir ifadeyle kader, belli biryere kadar akılla anlaşılsa da büyük oranda teslimiyet gerektiren bir iman unsurudur.



Allah’ın İlmi Açısından Kader:

Başka bir açıdan yaklaşacak olursak kader; imanla doğru orantılıdır. Allah’ın sonsuz ilim sahibi olup, geçmişi-şimdiki zamanı ve geleceği bir nokta gibi gördüğüne ve Ahirete kesin bir şekilde inanan insan, istenen seviyede kaderi anlayıp idrak edebilecektir. Yoksa Allah’a inanmayan veya az inanan insanların kaderi anlaması mümkün değildir. Ya inkar eder, ya da sessiz kalır. Halbuki kader, her halükarda akılda tutulması yer yer seslendirilmesi gereken bir inanç kaidesidir. Zira başımıza gelen her mesele kaderle alakalıdır. İnsan iradesini alakadar eden meselelerin muhasebesi yapılmakla beraber, iradeyi aşan hadiseler tamamen ona hamledilir.

İman derecesi arttıkça insan, o hale gelir ki, ne kadar iradesinin hakkını verse de, yine de tamamen Allah’ın dilemesine verir, kusurları tamamen kendinden, güzellikleri de Allah’tan bilir.

Kader, pek çok insanın ayağının kaydığı bir zemindir. Onun içindir ki, İmam Âzam gibi büyükler kader hakkında münakaşa etmeyi talebelerine yasaklamışlardır. Burada unutulmaması gereken bir şey var ki o da şudur: Kader, büyük oranda teslimiyeti gerektiren bir imtihan noktasıdır.

Bir ayette Allah şöyle buyuruyor: “Yeryüzünde ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce o bir kitapta bulunmasın. Doğrusu bu Allah’a kolaydır.” (Hadid, 57/22)

Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de bir hadislerinde şöyle buyuruyor: “Allah gökleri ve yeri yaratmadan ellibin sene evvel mahlukatın kaderlerini tayin ve tesbit etmiştir.” (Müslim, Kader, 16)

Bir başka hadislerinde şöyle buyuruyorlar: “Allah’ın ilk yarattığı kalemdir. Allah, kalemi yaratır ve ona “yaz” der. Kader neyi yazayım Ya Rabbi deyince Cenabı Hakk, “Kıyamete kadar olan her şeyin kaderini” yaz buyurdu. Kim bunun aksine bir iman üzere ölürse, benden değildir.” (Ebû Davud, Sünnet, 16)



İrade ve Kader Dengesi:

Allah, insana irade vermiştir. İnsan, iradesi sayesinde mesuliyet sahibi olmuştur. buna göre iyilik yaptığında mükafat, kötülük yaptığında ceza görecektir. İradeyle beraber Allah, insana bir de kader tayin etmiştir. kaderle insan, başına gelen felaketler sırasında ümitsizlikten iyi bir iş yaptığında da, gurura düşmekten kurtulur. Çünkü “kaderim buymuş” der, Allah’a tevekkül eder. Allah, bu hakikati bir ayetinde şöyle ifade ediyor: “Size isabet eden her hayır Allah’tandır. Şerler ise kendi nefsindendir.” Zira nefis daima kötülüğü emreder. Onun hayra kabiliyeti yoktur. İrade iyiliğe karşı hafif bir meyil gösterse de bu da yine Allah’tandır.

Kaderle alakalı bütün meseleler, insanın iradesinin söz konusu olduğu yerde bir kıymet ve değer ifade etmektedir. Aksi halde kader hakkında konuşulan her şey malumu ilamdan öte bir şey ifade etmezdi. Yani insanın iradesini düşünmeden kaderi düşünmemiz mümkün değildir.

İnsan iradesiyle kader omuz omuzadır. İradeyle insan bir işe meyleder, Allah da o işi iyi olsun kötü olsun yaratır. Kötüyse insan sorumludur. İyiyse, o işi tamamen Allah’a vermek gerekir. Çünkü, yapı itibarıyla insan nefsi iyiliği istemez. İyiliği yaptıran Allah’tır. Sanki Cenabı Hakk, insana şöyle demektedir: “Ben, şu zamanda, iradeni şu istikamette kullanacağını biliyorum. Onun için de senin hakkında bu işi o şekilde takdir buyuruyorum.”

Kader deyince, insan iradesinden ayrı düşünmemek gerekir. Allah, Kur’an’da ‘onu saptırırız, onu hidayete erdiririz’ derken orada mutlaka insan iradesi vardır. İnsanın ne yapacağı önceden bilindiğinden dolayı kaderi de ona göre çizilmektedir. Yani bir bakıma kader, insan iradesini de içine alıp kuşatıyor, ihata ediyor. Bu ise iradeyi te’yid etmek, takviye etmek demektir, iptal etmek değildir.



Allah’ın Dilemesinde İnsan İradesi:

Allah, “biz hidayete erdiririz, dalalete sürükleriz” gibi ifadeleri kullanırken kesinlikle insan iradesini de işin içine dahil ederek beyan buyurmaktadır. Yoksa kader tek taraflı değildir. Kader, ancak insan iradesiyle esas mânâsını bulur.

İnsan iradesi, Allah’ın yaratacağı iyi veya kötü şeyler için sadece bir küçük şarttır. Onu insan hangi istikamette kullanırsa, Allah, ona göre yaratır. Allah, insan hakkında iyiliği diler ama hayrı da şerri de yaratır. Bunları kesbeden yani kazanan, insanın kendisidir. Basit bir yaklaşımla, insan elindeki bardağı yere atsa, atabilir. İşte Allah, o anda atmayı yaratır. Yok insan, o bardağı elinde tutsa, o zaman da Allah, tutmayı yaratır. Hazreti Ömer radıyallahu anhu, veba salgını olan bir beldeye vardığında, oraya girmekten kaçınır ve geri döner. Bunu görenler, “Ey Allah Resulü’nün Halifesi, Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun.” diye hayretle sorarlar. Hazreti Ömer’in cevabı düşündürücüdür: “Evet, Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyorum.” Evet yani, ben oraya girsem de girmesem de Allah, benim irademi hesaba katarak bana bir kader tayin etmiştir. Ne yapsam Allah’ın kaderinden kurtulamam.

Bu mesele tamamen insanın kesbi, Allah’ın da yaratmasıyla alakalıdır. Yoksa, “madem Allah biliyor, o zaman bizim suçumuz ne!” gibi isyana varan düşüncelere gireriz ki, hafizanallah küfre girmemiz ihtimali vardır. Ben irademi, hayır yolunda kullanabiliyor muyum, o halde kullanmalıyım ve neticeyi Allah’tan beklemeliyim. Böylece, kazanmayı ümit ettiğim cenneti kazanmak için Allah’a bir şeyler takdim etmiş olayım. Yoksa, istediğimi nasıl ve ne yüzle kazanabilirim ki?

Şimdi insan, cenneti kazanmak için durmadan ibadet etse sarsılmaz bir imanla mücehhez bulunsa, Allah’ın varlığını içinde duysa, Allah, ona cenneti nasib eder. Hiç bir gayreti olmayana da Allah’ın ne yapacağı bellidir.

Herkesin kaderinin Allah tarafından önceden belirlendiğini anlatan Allah Resulü’ne ashabı sorar: Ya Resûlallah, o halde bizim ibadetlerimizin ne mânâsı var? Allah Resûlü cevap verir: “Amel edin, herkes için ne yaratılmışsa, kendisine o yönde bir kolaylık vardır. Yani kim saadet ehlinden ise, o yöne doğru yürür ve kim de şekavet ehlinden ise yürüyüp gideceği yön o taraftır.” Sonra Allah Resulü şu ayetleri okur: “Ama kim varını Allah yollunda harcar, Allah’tan korkar.. ve en güzel kelimeyi (kelime-i tevhidi) tasdik ederse, biz ona en kolay yolu hazırlarız. Ama kim de cimrilik eder, Allah’a karşı lakayd davranır ve güzeller güzeli o kelimeyi yalanlarsa, biz de onu çetin bir yola zorlarız.” (Leyl, 92/5-10) (Buhari, Kader, 6)



Kader inancında düşülen vartalar ve orta yol:

Cenabı Hakk, Kur’an’da, “Sizi ve yaptıklarınızı Allah yarattı.” (Saffat, 37/96) diyor. Fakat, kader mevzuunda düşülen iki varta vardır. Biri, cebriyenin düştüğü varta: Onlar derler ki, “İnsanın, yaptıklarında hiç bir fonksiyonu yoktur.” Böylece, insan iradesini inkar ederler. İkinci varta da, mutezile mezhebinin düştüğü vartadır: onlar da derler ki: “İnsan kendi yaptıklarının yaratıcısıdır.” Böylece bunlar da kaderi inkar ederler. Allah Resulü bu tür insanlardan bahisle bunların ümmetinin mecûsîleri olduğunu haber vermiş ve “Her ümmetin mecûsîleri vardır. Bu ümmetin mecûsîleri ise, kader yoktur diyenlerdir.” buyurmuşlardır. (İbni Mace, Mukaddime, 10 – Müsned, 2/86,125) Allah Resulü’nün dilinde, kader yoktur diyenler, işte böyle vasıflandırılmışlardır ki, bunlar, mutezile mezhebine mensup olanlardır. Onlar, ‘insan kendi fiilinin yaratıcısıdır’ düşüncesiyle, Allah’ın her an bizim üzerimizde gözetici, haberdar olduğunu, her fiilimizi yarattığını, bizim hakkımızda önceden bir kader çizmiş olduğunu kabul etmezler. Orta yolu tutan biz de ehl-i sünnet ve cemaat olarak diyoruz ki, fiili ‘isteyen’ insan olsa da o ‘isteme’ye göre yaratan Allah’tır. Öyle ise mesuliyet insana aittir.Yani “insan, iradesini kullanarak bir işe meyleder. Allah da o işi yaratır.” Dolayısıyla ne insan mesuliyetten kurtulur ne de kader inkar edilir. Mesûliyet ortadan kalkmasın diye irade devreye girer. İnsana “Sen mesulsün” der. Yapılan güzel işler karşısında gurura düşmemek için de kader devreye girer. “Mağrur olma, yapan sen değilsin!” diyerek insanı gurura düşmekten kurtarır. Böylece insan hayatını dengeli bir şekilde yaşayabilir. Cenabı Hakk buyuruyor: “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Her kötülük de nefsindendir.” (Nisa, 4/79) Bütün bunları anlayacak bir şey vardır: O da vicdandır. Allah, kendi varlığına şahid olarak her insanın içinde vicdanı yaratmıştır. O, yalan söylemez. Zaten kader, bir vicdan işidir, iman işidir.



Kader ilim türündendir:

Kader, Cenabı Hakk’ın ilminde, yaratılan şeylere biçilen bir plan ve projedir. Birşeyi bilmek ise o şeyi vücuda getirmek demek değildir. Mesela, siz kafanızda bin tane binanın planını tutsanız, yüzlerce fabrikanın fizibilitesini tasarlasanız bunlardan hiçbiri sırf kafanızda tuttuğunuzdan dolayı vücuda gelmez. Onların vücuda gelmesi için, irade ve kudrete ihtiyaç vardır. Allah, o bildiklerini yaratmak için insanın iradesini bir küçük şart olarak kabul eder. Ona göre yaratır.

İlim maluma tabidir. Allah’ın ilmi, yine Allah tarafından malum olan şeye göre yaratılır. Allah, her şeyi manzar-ı âlâdan, bir nokta gibi görür. Sebep ve neticeleri aynı anda müşahede eder. Çünkü her şeyi yaratan O’dur ve her şeyi O bilir. İnsanın nasıl davranacağını da, iradesini nasıl kullanacağını da bilir ve bildiğine göre yaratır. İnsan hakkında her şey yazılmıştır. İnsana düşen sadece kendi hakkında yazılanı yaşamaktır. Allah Resulü, ashabına bu meseleyi anlattığında, ashab sorar: Ya Resûlallah, o halde bizim ibadetlerimizin ne manası var? Allah Resûlü cevap verir: “Amel edin, herkes için ne yaratılmışsa, kendisine o yönde bir kolaylık vardır. Yani kim saadet ehlinden ise, o yöne doğru yürür ve kim de şekavet ehlinden ise yürüyüp gideceği yön o taraftır.” Sonra Allah Resulü şu ayetleri okudu: “Ama kim varını Allah yollunda harcar, Allah’tan korkar.. ve en güzel kelimeyi (kelime-I tevhidi) tasdik ederse, biz ona en kolay yolu hazırlarız. Ama kim de cimrilik eder, Allah’a karşı lakayd davranır ve güzeller güzeli o kelimeyi yalanlarsa, biz de onu çetin bir yola zorlarız.” (Leyl, 92/5-10) (Buhari, Kader, 6)

Kaderimizi bilmediğimize göre, bize iyilerden olmaya çalışmak düşer. Boş boş oturmak, hayattan kâm almak büyük bir aldanmışlıktır. Kaderimizde ne varsa o olur diye düşünmek bize hiç bir şey kazandırmayacaktır. Bir taraftan ahiret için çalışıp, bir taraftan da Allah Resûlü gibi şöyle dua edeceğiz: “Allahım, bütün işlerimizde akıbetimizi hayırlı kıl. Bizi dünyada rezil olmaktan, ahirette de azap çekmekten koru.”

Evet, dünya baştan sona imtihandan ibarettir. Akıbetimizin de ne olacağı meçhuldür. Öyleyse, bu imtihanı kazanmak için ne gerekiyorsa yapmamız gerekmektedir. Hayır yolları bellidir. Önemli olan o yolda yarışmaktır.



Cenâb-ı Hak bizim bu dünyada nasıl hareket edeceğimizi biliyor. Emirlerine uyup uymayacağımızı da biliyor. İmtihana neden lüzum görüyor da bizi dünyaya gönderiyor.

Evet, Allah nasıl hareket edeceğimizi biliyor, bununla beraber imtihan etmek için dünyaya gönderiyor, tâ sırtımıza yüklediği mükellefiyetlere istidat ve kabiliyetlerimizi inkişaf ettirelim. Evet, O bizi yaratırken, tıpkı ma'denler gibi yaratmıştır. Bakır ma'deni, kömür ma'deni, demir ma'deni, altın ma'deni, gümüş ma'deni.

Bunu, herşeyi varedip geliştiren Rabbimiz olarak yapmış. Nasıl bir sanatkârın mimarî ve estetik gibi kabiliyetleri, mehâretleri olur. Ve o, bu sanat eseriyle görünüp bilinmeyi arzu eder. Aynen onun gibi; Cenab-ı Hakk'ın da birçok isimleri ve bunların tecellîsi olarak sanatları vardır. İşte, bu çeşit çeşit sanatlannı insanların nazarlanna arzetmek için, bu meşhergâhı açarak gizli güzelliklerini izhâr buyurmuştur.

Daha açık ifadesiyle, kömür ma'deninde isimler nasıl tecellî ediyor; demirde, altında, gümüşte nasıl kendisini gösteriyor; sonra insanın müdâhalesi ile som altında, som gümüşte; mamûl demirde nasıl tecellî ediyor. Ve, bir adım atmakla, kömürün elmas olmasında nasıl kendisini göstereceğini nazarımıza arzetmek için, çeşitli derece ve kademelerde isimlerinin cilvelerini sergiliyor ve böylece, kendisini tam tanıyabilmemize, tam bir fikir edinmemize imkân veriyor. Evet, herşeyi yapan O'dur. Hem de, her şeyden binlerce meyve verdirerek...

Neticede onun bu icraatıyla insanlar tasaffi ediyor, saflaşıp berraklaşıyor ve cennete ehil hâle geliyor. Yani ma'denler altın oluyor, elmas oluyor; gümüş oluyor. Bu hususta Efendimiz (S.A.V.) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyııruyorlar: "İnsanlar tıpkı ma'den gibidirler. Câhiliyede hayırlı olanı, İslâmiyette de hayırlıdır. Yani, câhiliyede izzetli, onurlu Ömer, İslâmiyet'te de, vakârlı, ciddiyetli, gönül sahibi, azametli ve aziz ÖMER... Birinde, oldukça sert, oldukça haşin ve istediğini yaptırtan; öbüründe tevâzu kanatlan yerlere kadar ve insanların ayağının altında; fakat kâfirlere, fâcirlere karşı azîm, cesim bir Ömer!.. Câhiliye devrinde ma'den olarak nasılsa İslâmiyet'te de öyle.. Onun için atak, canlı, kanlı insanlar gördüğümüzde arzu ederiz ki, müslüman olsunlar... Çünkü câhiliyede aziz olan, İslâmda da aziz olacaktır.

İslâm insan unsuru olan bu ma'deni ele alır. Yoğurur; olgunlaştırır; som altın hâline getirir. Sahabi böyle som altın hâline gelmişti. Sonraları, değer ve ayar düşmeye başladı. 22 ayar, derken 21, 20, 18, 17, 15... Yirminci asırda müslümanlar arasında 1 ayara kadar düşenler de oldu. Evet bu asır, o kadar cürûfu, züyûfu fazlalaşmış bir asır!..

Demek ki biz, dünyada imtihana tâbi tutuluyoruz, tasaffî edelim... Bu arada Allah (C.C) ne yolla sâfileşeceğimizi biliyor da bizi imtihana tâbi tutuyor. -Hâşâ- O bilmediği şeyi bizden öğrenmek için değil. Yani O, bizi bizimle imtihan ediyor. Daha doğrusu biz kendi kendimizle imtihan oluyoruz.

Evet, biz cehd ve sa'y ettiğimiz, tasaffî etme yolunda bulunduğumuz; demir ma'deni isek demir olma; altın ma'deni isek, altın olma sevdâsına tutulup yoluna girdiğimiz.. evet, böyle bir gayretimiz olduğu takdirde Rabbimizin ezelde bildiği şeyin ortaya çıkmasına vesile olmuş bulunacağız. Ve, işte biz, bunlarla kendi kendimizi imtihan edip O'nun Yüce huzuruna kendi durumumuzla çıkacağız. Kur'ân'ın ifâde ettiği gibi "O gün onların elleri ayakları -ilâve edelim,- gözleri kulakları, dilleri, dudakları aleyhlerinde şehâdet edecek." Sen de bunu biliyorsan kendi kendinle imtihan olduğunu anlarsın. Allah (C.C) senin durumunu -hâşâ- öğrenmek için imtihan etmiyor. Bilâkis seni sana gösteriyor ve seni, seninle de imtihan ediyor.

Herşeyin iyisini O bilir.











İrade-i Külliyenin yalnız ve yalnız Allah’a ait olduğu Kur’an-ı Kerim’de Allah’a ait olduğu Kur’an-ı Kerimde beyan olmuştur. Bunun yanı sıra, cüz’i iradenin insana verildiği malumdur. Hal böyle olunca, günah işleyen bir kişi kendi iradesine uyarak mı günah işler, yoksa Cenab-ı Hakk’ın İrâde-i Külliyesi mi günah işletir?

Meselenin kısaca ifâdesi şudur: İnsanın elinde irâde vardır. Biz buna ister cüz'î irâde, ister meşiet-i beşeriye, isterse insanın kesb (kazanma) gücü diyelim. Cenab-ı Hakk'ın yaratmasına da, küllî irâde, halketme kuvveti yani kudret, irâde ve tekvinin tasarrufu diyelim. (Bunlar Allah'ın sıfatlarıdır). Mesele, Cenab-ı Hakk'a ait yönü ile ele alındığında, âdeta, Cenab-ı Hak zorluyor da, olacak şeyler öyle oluyor, şeklinde anlaşılır ve bu suretle de, işin içine cebir giriyor. Mesele, insana ait yönüyle ele alındığı zaman ise,insan kendi işlerini kendi yapıyor, şeklinde anlaşılıyor ki, o zaman da işin içine "herkes kendi fiilinin hâlıkı" düşüncesinden ibâret olan mu'tezilî düşünce giriyor.

Kâinatta olup biten herşeyi Allah yaratır. Bu soruda "küllî irade" diye geçen şey de işte budur. Hatta, "Vallâhü halakaküm vemâ ta'melûn: Sizi de, işinizi de, Allah yarattı.. " Yani sizin de, sizden sâdır olan ef'âlin de Hâlıkı yalnız Allah'tır.

Meselâ: Siz bir taksi-yapsanız, bir ev inşâ etseniz, bu işleri yaratan Allah'tır. Siz ve ef'âliniz Allah'a aitsiniz. Ama ortaya gelen bütün bu işlerde, size ait bir husus da vardır ki, o da kesb ve mübâşerettir. Bu ise âdî bir şart ve basit bir sebeptir. Tıpkı dünyaları aydınlatacak dev bir elektrik şebekesinin düğmesine dokunmak gibi... Bu durumda "Sizin hiçbir şeyiniz, hiçbir müdâhaleniz yok" denemeyeceği gibi, işin tamamen size ait olduğu da söylenemez. İş tamamiyle Allah'a aittir. Fakat, Allah size ait bu işleri yaratırken, sizin cüzî müdâhalenizi de âdi şart olarak kabul buyurmuş ve yapacağı şeyleri onun üzerine bina etmiştir.

Meselâ: Şu câminin içindeki elektrik mekanizmasını, Allah kurmuş; işler ve çalışır hâle getirmiştir. Yeniden bunu tenvir etme işi, ameliyesi de Allah'a aittir. Elektron akımlarından bir ışık meydana getirme, câmiyi tenvir etme birer fiildir. Ve bunlar da "Nıır'un-Nur, Münevvir'un-nur, Musavvir'un-Nur" olan Hz. Allah'a (C.C) aittir. Ama bu câminin aydınlanması mevzuunda, sizin de bir mübâşeretiniz vardır; o da Allah'ın kurduğu bu mekanizmada, Allah'ın ayarladığı düğmeye sadece dokunmanızdır. Sizin irâde ve takatınızın çok fevkinde, o mekanizmanın, tenvir vazifesi yapması ise tamamen Allah'a aittir.

Bir nümûne daha arzedelim: Meselâ; hazırlanıp, işler, çalışır, yürür hâle getirilmiş bir makina düşünelim ki; sadece çalıştırmak için onun düğmesine dokunma vazifesi, size verilmiş. O makinayı harekete getirmek ise, onu kuran ve inşâ eden Zât'a mahsustur. Binaenaleyh, beşere ait bu küçük mübâşerete, "kesb" veya "Cüz l irâde" diyoruz. Allah'a ait olana ise "halk etme, yaratma" diyoruz. Ve böylece bir irâde inkısâmı karşımıza çıkıyor:

A) Küllî irâde,

B) Cüz'î İrâde. İrâde dediğimiz ki; murad etme, dileme demektir, bu tamamen Allah'a aittir. "Vemâ teşâûne illâ en yeşâ Allah = Allah'ın dilediğinden başkasını dileyemezsiniz. Bu husus, yanlış anlaşılmasın. Biz böyle düşünürken, kulun da "bir parmak dokundurma denecek kadar irâdesi vardır" diyerek, tamamen cebrî bir determinizm'den uzaklaşmış bulunuyoruz. İşi meydana getiren Allah'tır, derken de. mûtezile mezhebi ve rasyonalistler gibi düşünmediğimizi gösteriyoruz. Bu suretle de ne Ulûhiyetinde, ne de Rubûbiyetinde Allah'a eş ve ortak koşmamış oluyoruz. Allah (C.C) nasıl ki, Zâtında birdir; icrâatında da birdir.. işini başkasına yaptırtmaz. Allah (C.C) her şeyi kendisi yaratmıştır. Fakat, teklif, imtihan gibi bir takım sırlar ve hikmetler için, beşerin mübâşeretini de şart-ı âdî olarak kabul buyurmuştur.

Meseleyi daha fazla tenvir için, bir büyük zâtın bu mevzûda îrad ettiği bir misâli sunmak istiyorum. Diyor ki: "Sen bir çocuğun isteğiyle, onu kucağına alsan; sonra sana dese ki; beni falan yere götür; sen de onu oraya götürsen; o da orada üşüyüp hastalansa.. sana: "Beni niye buraya getirdin" diye itirazda bulunabilir mi? tabii ki bulunamaz. Çünkü; kendisi istedi. Üstelik ona: "Sen istedin" diyerek iki de tokat vurursun. Şimdi bu hususta çocuğun iradesi inkâr edilebilir mi? Elbette edilemez. Zira; o talep etti ve istedi. Ama onu oraya götüren sensin... Hastalanmayı da, çocuk kendisi yapmadı. Belki ondan sadece bir talep sâdır oldu. Binâenaleyh, burada hastalığı verenle oraya götüren ve bu işi talep eden birbirinden ayrılmış olur. Biz kadere ve insanın irâdesine bu mânâ ve bu anlayışla bakarız. "

İşin doğrusunu herşeyi takdir eden bilir.

Kur’an-ı Kerim’de “Kime delalet murad edersem, delaletten ayrılmaz; kime hidayet murat edersem, delaletten ayrılmaz” deniliyor, hem de “İnsanoğluna akıl, fikir verdim, iradesini kendi elime bıraktım, ayrıca doğru yolu da eğri yolu da gösterdim. Hangisinden giderse gitsin” deniliyor. Bunlar nasıl telif edilir?

Bu soruda iki şık var: Birincisi Cenâb-ı Hak külli irâdesiyle nasıl diliyorsa, öyle mi oluyor; yoksa insan kendi iradesiyle mi yapıyor? Bu sorudaki âyet şöyledir: "Men yehdillâhu felâ mudille leh. Ve men yudlil felâ hâdiye leh: AIlah (C.C) bir kimseyi hidayete erdirirse kimse onu saptıramaz. O kimi de, dalâlete iterse, kimse onu hidayete getiremez. " Mânâ olarak, hidayet: Doğru yol, rüşd, Nebîlerin gittiği istikâmetli şehrahdır. Dalâlet ise, sapıkların yolu; doğru yolu kaybetme ve istikametten ayrılma demektir.

Dikkat edilirse, bunların her ikisi de birer iş, birer fiildir. Ve beşere ait yönü ile birer üf'ûle, birer fonksiyondur. Bu îtibarla, bunların her ikisini de Allah'a vermek iktizâ eder. Arzettiğimiz gibi, her fül Alİah'a râcîdir. Ona râcî olmayan hiçbir iş gösterilemez. Dalâleti, Mudil isminin iktizâsıyla yaratan, hidâyeti, Hâdi isminin tecellisine bağlayan ancak Allah (C.C)'dir. Evet, ikisini veren de Haktır.

Ama, bu demek değildir ki; kulun hiçbir dahli, mübâşereti olmadan, Allah tarafından cebren dalâlete itiliyor veya hidâyete sevk ediliyor da, o da ya dâll (sapık) veya râşid (dürüst) bir insan oluyor.

Bu meseleyi kısaca şöyle anlamak da mümkündür. Hidâyete ermede veya dalâlete düşmede, bir ameliye ne kadarsa; meselâ: Bu iş on ton ağırlığında bir iş ise, bunun aşr-ı mi'şârını dahi insana vermek hatadır Hakiki mülk sahibi Allah'tır ve o iş mutlaka mülk sahibine verilmelidir.

Müşahhas bir misâl arzedeyim: Allah hidayet eder ve hidayetinin vesileleri vardır. Camiye gelmek, nasihat dinlemek, fikren tenevvür etmek, hidayetin birer yoludur. Kur'ân-ı Kerim'i dinlemek, mânâsını tedkik edip derinliklerine nüfuz etmek de hidâyet yollarındandır. Resûl-i Ekrem'in (S.A.V) Huzur-u Risâlet-Penâhilerine gitmek, rahle-i tedrisi önünde oturmak, onu can kulağı ile diniemek; keza, bir mürşidin rahle-i tedrisi önünde oturmak, onun cennetâsâ iklimine girmek, onun gönülden ifâde edilen sözlerine kulak vermek ve ondan gelen tecellîlere gönlünü ma'kes yapmak, hidâyet yollarından birer yoldur. İnsan bu yollarla, hidâyete mübâşeret eder. Evet, câmiye geliş küçük bir mübâşeret olsa da, Allah (C.C) camiye gelişi hidâyete vesile kılabilir. Hidâyet eden Allah'tır; fakat, bu hidâyete ermede Allah'ın kapısını, "kesb" ünvanıyla döven kuldur.

İnsan, demhâneye, meyhâneye, puthâneye gider; böylece "Mudill" isminin kapısının tokmağına dokunmuş ve "Beni saptır" demiş olur. Allah da murad buyurursa onu saptırır. Ama dilerse engel çıkarır, saptırmaz. Dikkat buyurulursa, insanın elinde o kadar cüz'i birşey vardır ki, bu ne o hidâyete ne de dalâlete hakiki sebep olacak mahiyette değildir.

Şöyle bir misâl arzedeyim: Siz, Kur'ân-ı Kerim'i ve vâz u nasihatı dinlediğiniz keza, ilmî bir eser okuduğunuz zaman, içiniz nûra gark olur. Halbuki bir başkası minarenin gölgesinde ezân-ı Muhammediyi duyarken, vâz u nasihati işitirken, hatta en içten münâcatlara kulak verirken rahatsız ve tedirgin olur da; "Bu çatlak sesler de ne?" diye ezanlar hakkında şikayette bulunur.

Demek oluyor ki; hidâyet eden de, dalâleti veren de Allah'tır (C.C). Ama bir kimse delâletin yoluna girdiyse, Allah (C.C) da, binde 999,9 ötesi kendisine ait işi yaratır; -tıpkı düğmeye dokunma gibi- sonra da insanı, dalâlete meyil ve arzusundan ötürü ya cezalandırır, veya afveder.



Allah çok insanlara, araba, apartman, mal, mülk, şan, şöhret vermiş. Bazı insanlara da fakirlik, dert, musibet, elem, keder vermiş; sonraki insanlar çok mu kötü, yoksa Allah öbürlerini çok mu seviyor?

Böyle bir soru, ancak öğrenmek maksadı ile sorulabilir. Yoksa başka türlü günaha girilmiş olur. Esasen, içinde böyle bir derdi olan insanın da, bunu sorması lâzımdır.

Allah (C.C) dilediğine at, araba, han, hamam, taksi, apartman verir; dilediğine de fakr u zaruret. Fakat, bütün bunlarda, âile ve sâireden gelen bazı sebepler de inkâr edilmemelidir. Meselâ, bir insanın mal kazanma dirâyet ve kiyâsetini inkâr etmek mümkün olmadığı gibi, kendi devrinin şartları içinde kazanma yollarını bilmesi de, kazanç sebebi olması bakımından inkâr edilemez. Bununla beraber Allah (C.C), bazı kimseler, liyâkat izhar ettiği halde, yine onlara mal-menâl vermiyor. Mâmâfih, zayıf bir Hadis-i Şerifde; Allah, malı istediğine, ilmi ise isteyene verdiği ifade edilmektedir ki, mevzûmuz itibariyle oldukça ma'nidardır...

Bir de, mal-mülk mutlaka hayır sayılmamalıdır. Evet, bazen Allah (C.C) mal-menâl, dünyevî huzur ve saadet isteyenlere, istediklerini verir; bazen de vermez. Ama, Allah'ın (C.C) hem vermesi, hem de vermemesi hayırlıdır. Zira, sen iyi bir insan ve verileni de yerinde kullanacak isen, senin için hayırlıdır. İyi bir insan değil ve istikametden de ayrılmış isen, Allah'ın vermesi de vermemesi de senin için hayırlı değildir.

Evet, istikametin yoksa, fakirlik senin için küfre bir vesiledir. Çünkü, seni Allah'a karşı başkaldırmaya sevk eder de, hergün O'na karşı bir isyân bayrağı açarsın. Yine, şayet sen istikamette değilsen; kalbî ve ruhî hayatın da yoksa, senin zenginliğin senin için bir belâ ve musibettir.

Şimdiye kadar çok kimseler bu imtihanı kaybetmiştir. Nice servet sahibi kimseler vardır ki, servet içinde yüzdükleri halde, nankörlüklerinden ötürü, kalblerinde tecellîden en ufak bir parıltı ve aydınlık yoktur.

Binâenaleyh, bunlara Cenab-ı Hakk'ın mal ve menâl vermesi bir istidraçtır dolayısıyla da sapmalarına bir vesiledir. Ama bunlar, herşeyden evvel ruhî ve kalbî hayatlarını öldürdükleri ve Allah'ın verdiği fıtrî kabiliyetleri çürüttükleri için, buna müstahak olmuşlardır.

Bu arada, Efendimizin (S.A.V) şu hadislerini kaydetmek de yerinde olur. "İçinizde öyleleri vardır ki,ellerini kaldrrrp Allah'a kasem ettikleri zaman, Allah (C.C), onların yeminlerini yerine getirir. Ve yeminlerinde hânis kalmaz. Berâ İbn-i Mâlik. onlardan birisidir. " Halbuki Enes'in kardeşi Berâ'nın ne yiyeceği ne de yatacak bir yeri yoktu, kût-u lâyemûtla yaşıyordu. Işte, Berâ gibi saçı başı karışık, nice pejmûrde görünüşlü ve perişan sayılacak kimse vardır ki, onlara büyük insanlar nazarıyla bakılmış ve kalblerinin büyüklüğü, içlerinin aydınlığıyla değerlendirilmişlerdir. Ve işte bunlardır ki, Resûl-ü Ekrem (S.A.V) diliyle, yemin etseler, Allah yeminlerinde yalan çıkarmayacağı kişiler olarak vasıflandırılmışlardır.

Onun için; müstakillen ne servet, ne de fakirlik bir felâket, veya nimet sayılmamalıdır. Belki yerine göre fakirlik, Allah'ın en büyük nimetlerindendir. Allah Resûlü (S.A.V) irâdesiyle fakirliği ihtiyar buyurmuş. "Emâ terdâ en tekûne le hümü'd-dünyâ. ve lenâ'I-âhiretü” İstemez misin dünya onların olsun. âhiref bizim" buyurmuşlardır. Hz. Ömer, dünya servetleri devlet hazinesine aktığı halde, bir fakir insan gibi, kût-u lâ yemûtla geçinmiş ve fazlasını istememiştir.

Ama, öyle fakirlik de vardır ki, -Allah muhafaza buyursun- küfür ve dalâlettir. Meselâ: Yukarıdaki sözler tahkik niyetiyle bir mü'minin ağzından çıkmasaydı da, bir nankörün ağzından çıksaydı, Allah'ın nimetlerine karşı şikâyet eden o kişi, kâfir olurdu.

Demek ki, yerine göre fakirlik nimet, yerine göre de devlet. Asıl mesele, kalbde musaddıkın bulunmasıdır. Yani, Ya Rabbi, senden ne gelirse gelsin makbûlümdür. "Hoştur bana senden gelen, ya hıl'at ü yahut kefen”, Ya taze gül, yahut diken, Iûtfun da hoş, kahrın da hoş" Şarkî Anadolu'da; "Senden, o hem hoş, hem bu hoş" derler.

İnsan hil'at da giyse, servet içinde de yüzse, Allah'la beraber olduğu takdirde, Abdülkadir Geylanî gibi, yine ayağı velilerin omuzunda ve mübarek başı da Resûl-ü Ekrem'in (S.A.V) dâmenine dokunacaktır. Ama Allah ile münasebeti yoksa, o fakirin dünyâsı da hüsrân, âhireti de hüsran olacaktır. Kezâ, Allah ile beraber olmayan zengin, zâhiren dünyada mesud gibi görünse de, neticede ağır bir hüsrâna uğrayacaktır.



İnsanın ne zaman ve nasıl öleceği önceden belirlendiğine göre, onu öldürenin suçu ne?

Herşey gibi ölümün de zaman ve ***fiyeti, önceden tesbit edilmiştir. Yani kâinat için vârid ve vâki olan herşey, insan, insanın hayatı ve ölümü için de vârid ve vâkidir. Belli yollarla varlığa erme, yine belli esaslar içinde varlığı sürdürme ve belli zaman sonra da sahneden çekilme, her varlık için kaçınılmaz bir hakikatdır. Herşey, çok geniş ve umumî bir kader dairesi içinde ve kendisi için belirlenmiş bir çizgide doğar, gelişir; sonra da söner gider. Bu, ezelî, değişmez bir yol ve ebedlere kadar da devam edecek bir çark ve nizamdır. '

Zerrelerden sistemlere kadar, hayret verici bir düzen ve baş döndürücü bir âhenkle işleyen şu koca kâinatın bağrında ortaya çıkarılıp geliştirilen pozitif ilimler, o ilimlere âid sâbit prensibler ve âlem-şümûl kâidelerle, herşey için böyle bir ilk belirleme, bir ta'yin ve takdîr açıkça müşâhede edilmektedir. Böyle bir ilk plânlama olmadan, ne kâinatdaki nizam ve âhengi îzâh etmek, ne de onunla alâkalı, müsbet ilimlerden herhangi birini geliştirmek mümkün değildir. Kâinatın alabildiğine hendesî, alabildiğine riyâzı; yânî, tesbit ve takdirlere göre hareket etmesi sayesindedir ki; fizik laboratuarında belli prensiplere göre araştırma yapmak, anatomiyi belli kâideler içinde mütalâa etmek ve anlatmak ve yine sâbit bir kısım kâidelerle, fezânın derinliklerine açılmak kâbil olmuştur.

Âhenksiz bir kâinatda, plânsız programsız bir dünyada ve nizamsız işleyen bir tabiat mecmuasında, pozitif ilimlerden hiçbirini düşünmeye imkân yoktur. Aslında ilimler mevcut olan bir kısım kâide ve prensiplere adese olmuş, onları göstermiş ve onlara belli ad ve ünvanlar kazandırmışlardır.

Bu ifade ile, ilimleri ve keşifleri küçümsemek istemiyoruz; sadece,onların yer ve ağırlıklarına dikkati çekerek, çok daha mühim hususların nazara alınması lâzım geldiğini belirtiyoruz ki; o da, ilimlerden ve keşiflerden evvel kâinatın sinesinde bir kalb gibi atan nizam ve âhenkdir. Bu nizam ve âhengi, bir ilk belirleme ve kaderî bir proğramla bütün cihanlara esas yapan kudret ve mübecceldir!

Bugün, bütün varlıklar için hükümfermâ görünen bu kanunları, insan topluluklarına tatbik etmek isteyen içtimaiyatçılar bile var. Böyle koyu bir kadercilik, daha doğrusu aşırı cebriyecilik her zaman tenkid edilecek bir mevzû olsa bile, âlem - şümûl bir âhenk ve bu âhengin dayandığı ezelî proğramı itiraf bakımından, oldukça ma'nidardır.

Aslında inanç ve itikada müteallik her hakikat, kendi kendine var ve hârici destek ve itiraflara dayanma ihtiyacından da çok muallâ ve müberrâdır. Ne var ki, bakışları bu türlü hâriciliklerle bulanmış, kalbi bunlara ait beyanlarla yerinden oynamış talihsiz neslimize "Yerine dön!" çağrısında bulunurken, onu başdan çıkaranların tenâkuzlarına, işaret yoluyla dahi olsa-temas etmekde fâideolacağı, kanaatindeyiz. Ve, işte bunun için sözü uzattık ve sadet harici beyanlarda bulunduk. Yoksa, bütün kâinatın fevkalâde bir tenâsüb ve uyumluluk içinde işlemesi, atomlardan, galaksilere kadar herşeyin göz doldurucu bir nizam ve intizamla hareketi, bütün eşyayı kıskıvrak bağlayan bir tayin ve takdire, bir hâkimiyet ve cebre delâlet etmektedir. Kuruldu kurulalı bütün dünyalar, bu mutlak hâkimiyete boyun eğmiş, O'nun iradesine râm ve O'na inkiyad üzere, hâlden hâle dönerek, bugüne kadar devam edegelmiştir.

Ancak, insan ve benzeri, irâde ve hürriyete sahib varlıklar için, ilk yaratılış tamamen cebrî ve sâir varlıklarla aynı çizgide olsa bile, daha sonra irâdeliler, irâdeleri altına giren hususlarda, emsâllerinden bütün bütün ayrılırlar. Böyle bir farklılıkdan ötürü de "önceden belirleme"nin ma'nâsı, insan ve benzerleri için değişik bir hüviyet alır. Ve, esasen sorulan soru da, insanın bu farklı yönünü sezememiş olmadan ve onu da tıpkı diğer eşya gibi mütalâa etmekden doğmaktadır. Bu îtibarla, insan ve sâir varlıklar arasında mevcut böyle bir farkı kavrama, kısmen dahi olsa, meseleyi halledeceği kanaatindeyiz. Gerisi, ilm-i İlâhî'nin bütün eşyayı çepeçevre ihâta etmesini kabûllenmekten ibaretdir.

Evet, insanın bir hürriyet ve irâdesi, bir meyil ve seçme istidâdı vardır. Ve o hürriyet ve irâde, meyil ve seçmeye göre; iyi ve kötü, sevab ve günah insana nisbet edilir. İnsan irâde ve isteğinin, meydana gelen neticeler karşısında, ağırlığı ne olursa olsun; o irâde, Yüce Yaratıcı tarafından bir şart ve sebep olarak kabûl edilmişse, onu hayırlara ve şerlere çevirmesine göre suçlu veya suçsuz olması; irâde dediğimiz şeyin hayra veya şerre meyil göstermesine dayanmaktadır. Bu meylin neticesinde meydana gelen hâdise, insanoğlunun sırtına vurulmayacak kadar ağır da olsa, o bu temayülle ona çağrıda bulunduğu için, mes'ûliyet ve cürüm de ona aittir.. O mes'uliyet ve cürümü önceden tâyin ve takdîr eden, sonra da belirlediği zaman içinde onu yaratan zât, mes'ûliyet ve cürümden muâllâ ve müberrâdır.

Meselâ, O Yüce Zât, iklimlerin değişmesi gibi çok büyük bir hâdiseyi, bizim nefes alıp vermemize bağlamış olup da, dese ki; "Eğer dakikada, şu miktarın üsti,inde nefes alıp verirseniz, bulunduğunuz yerin coğrafî durumunu değiştiririm. " Bizler, tenâsüb-ü illiyet prensibi açısından nefes alıp-verme ile, iklimlerin değişmesi arasında bir münâsebet görmediğimiz için, yasak edilen şeyi işlesek; o da, va'dettiği gibi iklimleri değiştirse, takatımızın çok fevkinde dahi olsa bu işe, biz sebebiyet verdiğimiz için, suçlu da biz oluruz.

İşte bunun gibi, herkes elindeki cüz'î irâde ve ihtiyâriyle, sebebiyet verdiği şeylerin ıieticeleı-inden ötürü, ya suçlu sayılır ve muâheze görür veya vefâlı sayılır mükâfâta mazhar olur.

Binâenaleyh, ölüme sebebiyet veren de suçlu olur; ulu dergâhda afvedilmediği takdirde de mutlaka muâheze görür.

Şimdi, biraz da meselenin ikinci şıkkı üzerinde duralım. Yani, Yaratıcının, herşeyi çepeçevre içine alan ilmiyle, insan irâdesinin tevfik edilme ***fiyetini...

Allah'ın ilmine göre, bütün varlık ve varlık ötesi herşey, sebeb ve neticeleriyle içiçe ve yanyanadır. O noktada, öncesonra; sebeb-netice; illet-ma'lûl; evlat-baba, bahar-yaz bir vâhidin iki yüzü hâline gelir. Ve yine o ilme göre sonra,önce gibi; netice, sebep gibi; ma'lûl de illet gibi; bilinir ve hükmedilir.

Kimin, hangi istikâmetde nasıl bir temâyülü olacak ve kim âdî bir şart ve sebebden ibaret olan irâdesini, hangi yönde kullanacak, bütün bunlar, önceden bilindiği için; o sebeblere göre meydana gelecek neticeler takdîr ve tesbit etmek, insan irâdesini bağlamamakta ve zorlamamaktadır. Aksine, onun meyilleri hesaba katılarak hakkında takdirler yapıldığı için, irâdesi kabûl edilmekte ve destek görmektedir. Nitekim, bir büyük zât, hizmetçilerine: "Sizler öksürüğünüzü tuttuğunuz zaman, şahâne hediyeler elde edeceksiniz; sebebsiz öksürdüğünüz takdirde ise, hediyeleri kaybetmekle beraber, bir de itâb göreceksiniz" dese, onların irâdesini kabûl etmiş ve desteklemiş olur. Aynen öyle de, Yüce Yaratıcı kullarından birine: "Sen şu istikâmetde bir meyil gösterecek olursan, ben de, senin meyil gösterdiğin o şeyi yaratacağım. Ve, işte senin o temâyülüne göre de, şimdiden onu belirlemiş bulunuyorum."Ferman etse, O'nun irâdesine ehemmiyet atfetmiş ve kıymet vermiş olur.

Binaenaleyh, "ilk belirleme" de irâdeyi bağlama olmadığı gibi, insanı, rızâsı hilâfına herhangi bir işe zorlama da yoktur.

Ayrıca kader ve ilk belirleme Allah (C.C)'ın ilmî proğramlarından ibaretdir. Yânî, kimlerin hangi istikâmetlerde meyilleri olacak, onu bilmesi ve kendinin yapıp yaratacağı şeylerle, bir plân ve proğram hâline getirmesi demekdir. Bilmekse, hâricde olacak şeylerin, şöyle veya böyle olmasını gerekdirmez. Hâricde olup biten şeylerin, şöyle veya böyle olmasını, insanın temayüllerine göre, yaratıcının kudret ve irâdesi îcad eder. Bu itibarla varlığa erip meydana gelen şeyler, öyle bilindikleri için varolmuş değillerdir. Bilâkis, var oldukları şekillerle bilinmektedirler ki; ilk takdîr ve ta'yin de, işte budur. Kelâmcılar bunu, "ilim, ma'lûma tâbîdir"sözüyle ifâde ediyorlardı. Yânî, nasıl olacak öyle biliniyor; yoksa öyle bilindiği için meydana gelmiyor. Nasıl ki, bizim, ilmî tasarı ve plânlarımız pratikde, tasavvur ettiğimiz şeylerin vücûd bulmasını gerektirmez. Öyle de, Yüce Yaratıcının tasarı ve plânları sayabileceğimiz ilk belirlemeler de, hâricde, herhangi bir şeyin varolmasını mecbûrî kılmaz.

Hâsılı; Allah, olmuş, olacak herşeyi ihâta eden geniş ilmiyle; sebebleri neticeler gibi; neticeleri de sebebler gibi bilmektedir. Kimlerin iyi işler yapmaya niyet edeceklerini ve kimlerin kötü şeylere teşebbüsde bulunacaklarını ve bu teşebbüs ve niyetlere göre neler yaratacağını belirlemiş ve takdîr etmiştir. Zamanı gelince de, mükellefin meyil ve niyetlerine göre, takdîr buyurduğu şeyleri dilediği gibi yaratacaktır.

Onun için, bir insanın nasıl ve ne zaman öleceğinin ve bir başkasının da bu fiile sebebiyet vereceğinin önceden ta'yin edilmiş olması, mesûliyeti giderici değildir. Zîrâ takdir, onun hürriyet ve irâdesi hesaba katılarak yapılmıştır. Bu itibarla da, cürmü kendisine isnad edilecek ve ona göre de, muâhezeye tâbî tutulacakdır.

Kaderle alâkalı, bu derin meselenin, bilhassa kendi kaynaklarında, tekrar tekrar mütâlâa edilmesi şarttır. Bizim bildiğimiz şey, selefin sağlam prensibleri içinde meselenin avam anlayışına intikal ettirilmesinden ibarettir.