PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : tevbe-3



Editor
12-04-2010, 03:18
Tevbe

(Çağ ve Nesil)

Tevbe kişinin kendini yenilemesi ve bir iç onarımdır. Yani, sapdırıcı düşünce ve davranışlarla bozulan kalbî muvâzeneyi, yeniden düzene koyma uğrunda, ferdin, Hakk’dan Hakk’a kaçması, daha doğrusu. O’nun gazabından lûtfuna, hesabından rahmet ve inâyetine sığınmasıdır tevbe.

Tevbeyi, günah duygusuyla, benliğin bir hesaplaşması şeklinde ta’rif etmek de mümkündür. Yani nefsin, hayatı sorumsuzca sevk ve idâresine karşı, benlik ve iradenin, yüce dağlar gibi, günahın karşısına dikilip ona geçit vermemesidir tevbe.

Günah, muvâzenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmekse; tevbe, usûlüne göre bir hamlede hoplayıp oradan dışarıya çıkmakdır. Diğer bir ifâde ile günah; vicdanın muvakkat bir murâkebesizliğinden, rûhun aldığı yara ise; tevbe, kalbin, sürekli bir ızdıraba düşmesi, ve çok ciddî olarak kendi kendini kontrole koyulması ve böylece insanî duyguların yeniden fer ve kuvvet kazanmasıdır.

Günah, insanda şeytanın hâkimiyeti ve nefsin tesiriyle olduğuna göre, tevbe, şeytana karşı duyguların müdafaası ve ruhdaki âhenksizliği, dezarmoniyi düzenleme gayreti demektir.

Günah erozyonlarının, ruhu törpüleyip aşındırmasına karşılık tevbe, gönül zeminini, düşünce ve sözlerin en güzeli “kelime-i tayyibe” ile çimenlendirmek ve o erozyonların tahribatını önlemekdir. Gözlerin döneyazacağı, yüreklerin hoplayacağı gün gelmeden, yürekleri hoplatan tevbe gayreti ne mübecceldir.! Keşke onu, her günahın açdığı gediği kapatacak seviyede, âh u enînlerle yapmaya muvaffak olabilseydik.!

Evet, tevbe, böyle erkekçe bir dönüşün adıdır. Aksine, her söz yalan, her davranış da bir aldatmacadır. Çünkü günahla fevt edilen şeyler giderilmedikden, ve zamanın “günah kare”sindeki boşluk doldurulmadıkdan; hislerde ürperti, ruhda ızdırab, gözlerde yaş belirmedikten sonra, işlenilen kötülüklere karşı nedamet duyulduğunu iddia etmek, tutarsız ve kabûlden uzakdır.

Günahlar çeşit çeşit ve tevbeleri de başka başkadır. Millî vahdetin zedelenmesi büyük bir günahdır. Buna göre bu cürmü işleyen kimse, hem Hakk katında hem de halk katında en büyük mücrim sayılır. Binaenaleyh, böyle bir günahın tevbesi de, ancak, altı üstüne getirilmiş heyet-i içtimâiyyenin eski sıhhat ve birliğine kavuşdurulmasıyla kâbil olacakdır, yoksa içtimâî bünye korkunç hafakanlar içinde, güm güm gümlerken, onu bu hâle getirenlerin, “nâdim ve pişman oldum” demeleri, sadece bir aldanma ve aldatmacadır. Evet, böyle bir günahın tevbesi, ancak, toplum içine saçılmış olan bölücü, parçalayıcı sapık düşüncelerden dönüldüğünü, milletin her ferdine avaz avaz ilân etmekle olacağından, sırf gizli nedametlerle affedileceğini ummak bir aldanmadır. Ve dolayısıyla da, iç çekişmeler sürüp gidecek; ve toplumdaki zaafların, gevşekliklerin, dağınıklıkların da’vetiyle gelen dış baskı ve tazyikler de arttıkça artacakdır. Zira, bir toplumun dirlik ve düzeni, yani ilahî tevfîkin onlarla beraber olması, ancak ve ancak o toplum fert ve hiziblerinin anlaşıp uzlaşmalarına, hiç olmazsa birbirleriyle sulh olup ihtilâfa düşmemelerine bağlıdır. Aksine, birbirine düşmüş ve dolayısiyle içtimâî ufku ihtilâflarla kararmış bir milletin, toptan tevbe etmesi lâzımdır. Böyle bir tevbe de, sevgide, afda, müsamahada “Rûhullah”ın bağışlayıcılığına vefalı bir havârî olmaya vâbestedir. Yani, yolu ve yönü hak oldukdan sonra, herkese ve her düşünceye arka vermek; her hamleyi alkışlamak ve her fedâkârlığa temennâ durmakla mümkündür. Bana öyle geliyor ki, asırlık yaralarımızın sarılmasında, bundan daha tecrübe edilmiş bir ilaç ve daha objektif bir usûl bulmak da, bugün için hemen hemen imkânsız gibidir.

Ne acıdır ki, bütün bunlara rağmen bizler, yıllardan beri, omuzlarımızı çökertircesine, boynumuza çullanmış yığın yığın vebâllerin altından sıyrılıp çıkmayı, bir perşembe akşamı merasimine bağlayarak, tevbe adına zahmetsiz ve ucuz yollar aramaktayız! Oysaki, ferdî günahlar için, böyle kesdirmeden bir sıçrayış ve nedâmet yetse bile, toplumla alâkalı cürümlerde, daha sahici, daha özlü irkilmeye, silkinmeye ve kendini yenilemeye ihtiyaç vardır.

Ah bu zahmetden kaçış ve beleşçilik..!

Toplumu meydana getiren her müessese tevbe etmeli ve tevbesi de, kendini bitiren, tüketen, ihmâl ve hataları kavrama ve onları telâfî etme şeklinde olmalıdır.

İdarî kadro, kendi cürüm ve günahlarını sezerek, onlara karşı tam vaziyet almak suretiyle tevbe etmeli, kendini yenilemeli ve dirilmelidir. Yoksa ellibin defa nedamet şeklindeki merasimlerle, bir çuvaldız boyu yol almaya imkân yokdur. Bin nefrin böyle bir derdi derman görenlere! Ve bin nefrin, defalarca aynı şeylerle aldananlara...!

Adlî teşkilât, hakkaniyet ve isabetli kararlarıyla kanatlanır ve gökler ötesi saltanatlara namzet olur. O, adâlet soluduğu sürece, saatleri yıllar sayılır Hakk’ın katında. İsâbetsiz kararları karşısında ızdırab duyup, iki büklüm olduğunda da, bundan geri değildir. Bir de onun Hakk’ın üstünlüğünü hiçe sayıp, kuvveti hâkim kıldığı, hakkı kuvvete boğdurduğu anları vardır ki, o, bu haliyle, affedilmez ve tevbesizdir...

Maarif teşkilâtı da öyledir. Maarif, millî duygu ve düşüncenin havârisi ve koruyucusu olduğu sürece, takdire lâyık en mübeccel bir müessesedir. Sapık ve çarpık ideolojilere yüz verdiği müddetçe de, harâmîlerden daha harâmî ve mücrimlerden daha mücrimdir. Yabancı ve tahribkâr düşüncelere karşı, tam ve ciddî tavır alacağı âna kadar da, bağışlanamaz ve tevbesizdir...

Bütün siyasî kuruluşlar gayri siyasî fertler ve cemaatlar; hatta düşünürler, yazarlar ve mürşitler, nefislerine ve hiziblerine muhabbetden dolayı, inhisara sapmış ve dolayısıyla da kendi dışlarında kalan hak ehline düşmanlık beslemişlerse, büyük günah içindedirler ve teker teker tevbe etmeleri farzlar ötesi farzdır.

Evet, bütün bu fert ve müesseseler, bir kere daha kendilerini kontrol etmeleri ve alabora olan millet vapurunda, kendi hisselerine düşen hatâ, günâh ve ihmâlleri görmeleri, sonra da bunun telâfisine gitmeleri mutlaka elzemdir. Yoksa, bugüne kadar olduğu gibi, günâhlara, hep dışda namzet arar ve hep karşı tarafı karalamaya devam edecek olurlarsa -maâzallah- altından kalkamayacağımız bâdirelerin içine girilmesi ve silinip gitmemiz, kaviyyen muhtemeldir.

Evet, bizler en büyük günahı, herkesi suçlu ve kendimizi masum görmek suretiyle işledik. Bu anlayışdan kurtulamadığımız sürece de, içtimâî atmosfer sertleşdikçe sertleşdi ve birbirini ta’kib eden parçalanmalar hep hız kazandı. Binaenaleyh, bu milletin mukadderatıyla, maddî ve ma’nevî alâkalı görülen bütün ruhlar ve kendini bu millete adamış bütün hasbî gönüller, bir kere daha dize gelerek tevbe etmelidirler.

Makam ve mansıb sevdasına kapıldıklarına; hizip sevgisiyle kör-sağır olup inhisara saplandıklarına; binbir paradoksla nesilleri kalpsiz ve ruhsuz bıraktıklarına; tegallüp ve tahakkümlere gömülüp hakkı kuvvetde gördüklerine; düşüncelerine ters gelen şeyler, İlâhî soluklarla beslenmiş dahi olsa, ona karşı savaş ilân etdiklerine; şahsî çıkar ve menfaatlara dilbeste olduklarına; yalan, tezvir, aldatma ve iğfâle girdiklerine; hedeflerine varabilmek için her vesileyi meşrû saydıklarına ve her devre uyma eğiliminde bulunduklarına... Evet, bütün bunlara tevbe edip insanlık adına son bir kere daha yemin ve peymanlarını yenileme mecburiyetindedirler.

Ne mutlu, günahlarını idrak edip tevbeye koşanlara! Ne mutlu, nefsine karşı sert ve acımasız, başkalarına karşı -hak ehli başkalarına karşı- müsâmahalı ve affedici olanlara..!





Günümüz dünyası çarşısıyla, pazarıyla adeta bir günah deryası haline gelmiş ya da getirilmiştir.. evet bugün şeytan ve onun avanesi her yerde kol gezmekte, her köse basında kendi ağına düşecek kurbanlarını beklemekte. Mu'min, böyle bir dünyada "Her günah içinde küfre giden bir yol vardır." anlayışıyla hareket etmek zorundadır. O, beyninin bütün guddeleriyle Allah'a müteveccih olmalı, duygu ve düşüncelerinde günaha asla yol vermemelidir. Yanlışlıkla gözüne, kulağına bir şey iliştiği zaman da, hemen tevbe ve istiğfarla Rabb'ine yönelmeli ve: "Böyle bir günah islemekten dolayı senden çok utanıyorum." deyip o günahtan duyduğu üzüntüyü dile getirmelidir.

İnsanin, günahtan bütün bütün hali olması mümkün değildir. Zaten o, temelde melekler gibi günahtan masun tutulmamıştır. Bu acıdan o, her zaman hata islemekle yüz yüzedir. İnsan için asil önemli olan, sürçüp düştükten sonra tekrar ayağa kalkmak ve eskisinden daha bir temkinle yoluna devam edebilmektir. İste, onu meleklerden daha yüksek seviyeye ulaştıracak şey de budur.



Günahlar Karşısında Tavrımız

Evet, günümüz dünyası çarsısıyla, pazarıyla adeta bir günah deryası haline gelmiş ya da getirilmiştir. Bugün şeytan ve onun avanesi her yerde kol gezmekte, her köşe başında kendi ağına düşecek kurbanlarını beklemektedir. Her mu'min, böyle bir toplum içinde "Her günah içinde küfre giden bir yol vardır." anlayışıyla hareket etmek zorundadır. O, beyninin bütün fakülteleriyle Allah'a müteveccih olmalı, duygu ve düşüncelerinde günaha asla yol vermemelidir. Yanlışlıkla gözüne, kulağına bir şey iliştiği zaman, hemen tevbe ve istiğfarla Rabb'ine yönelmeli ve: "Allah'ım, bunu nasıl yaptım bilemiyorum! Böyle bir günah islemekten dolayı Senden çok utanıyorum." deyip o günahtan duyduğu üzüntüyü dile getirmelidir. Öyle ki bu pişmanlıktan kaynaklanan hüzün, onun bütün benliğini sarmalı ve kalbinin ritmini değiştirmelidir. Aksine böyle bir yakarış ve hüzünle pişmanlığın dile getirilmemesi, o günaha giden yolların açık bırakılması demektir ki, şeytanın o kapıdan tekrar girmesi her zaman mümkündür.

Günahları İzale Etme Yolu

Bu hususta yapılacak olan diğer bir şey de, islenen günaha hiç mi hiç hakk-i hayat tanınmamasıdır. Mu'min, herhangi bir hata karşısında, ya bir iyilik yapmak suretiyle onu izale etmeli ya da hemen secdeye kapanıp gözyaşlarıyla o günahın kirlerinden arınmalıdır. Bunu yapma adına da hiç vakit fevt etmemelidir. Zira ecel gizlidir; her an gelebilir.

Hareketlerde İnsanı Olma

Burada istitradı olarak bir hususa işaret etmek istiyorum; bütün gayretine rağmen kendi zaaflarına yenilip nefsin ve şeytanın etkisinde kalarak günah islemeye devam eden bir mu'min, bana göre her günah işlediğinde adeta: "Allah'ım, ben kendime bir kuyruk daha taktım. Sen bana ister hilebaz bir tilki, ister insanları sokmak için kuyruğunu dikip gezen bir akrep, isterse bir yılan nazarıyla bakabilirsin.." demeli ve mutlaka kendini sorgulamalıdır. O, bu şekildeki hareketiyle, Cenab-ı Hakk'ın kendisine bahsetmiş olduğu insani değerleri tezyif ve tahkir edip bir kenara attığını; bunun aksine hayvanlığı benimsediğini itiraf etmiş olacaktır. Efendimiz (s.a.s) de, namazda yapılan birtakım yanlış hal ve hareketleri, bazı hayvani hallerle özdeşleştirerek bazı mü'minlerin vasıfları itibariyle deformasyona uğrayacaklarına işaret etmiştir. Mesela O, rükudan tam doğrulmadan doğrudan secdeye gitmeyi devenin hareketine, iki secde arasında tam-tekmil oturmadan tekrar secdeye kapanmayı horozların yem gagalamasına ve yine secdede kolların yere yapıştırılmasını köpeğin oturuşuna benzetmektedir. Demek namazın içinde dahi olsa birtakım hareketler, insani, siret itibariyle aşağılara çekebilmektedir. Nitekim modern cağ psikologları, insanları davranışlarıyla analiz ettiklerinde hayvana benzer özelliklerini tespit edip ortaya koymuşlardır. Mesela Aleksi Carel, böyle bir araştırma sonucu, kendi donemi acısından bazı gençlerin, tavırları itibariyle serseri köpek formülüyle aynı çıktığı tespitini ortaya koymuştu.

Hasılı; insanin, günahın nerede ve ne şekilde karsısına çıkacağını bilemediği için, Üstad'ın ifadeleri içinde öncelikle "günahlardan, yılandan çıyandan kaçar" gibi kaçmalı; ona maruz kaldığında da tevbe ve istiğfarda bulunup ondan arınmaya çalışmalıdır.



Tevbe-i Nasuh ile alâkalı bir âyette inanan insanlar muhatap alınıyor ve şöyle deniyor: “Ey iman edenler! Kendi nefsiniz hakkında hayırhahlık düşüncesiyle Allah’a tevbe edin” (Tahrim, 66/8).

(Tereddütler 4)

Ayette üzerinde durulması gereken üç kelime var. Bunlar sırasıyla: İman, tevbe ve nasuh kelimeleridir.

Birinci kelime imandır. İman, İslâm’ın bütününü dil ile ikrar kalb ile tasdik etmek, demektir. İnanılması gereken meselelerin hepsine inanmadıkça insan iman etmiş sayılamaz.

Bizim için mühim olan imanın şer’i manâsıdır. Bununla beraber “İman” kelimesinin lügat manâsı nazara alınacak olursa, her iman eden insan Allah’ın teminatı altına girmiş olur. Evet, dünyada, dağlar gibi hadiselerin altında kalıp ezilmekten; ahirette ise dünyanın en büyük musibet ve belasına rahmet okutacak kadar dehşet verici azabın pençesine düşmekten, insan ancak imanı sayesinde kurtulur ve emniyete erer.

İkinci kelime tevbedir. Tevbe kişinin kendini yenilemesi ve bir iç-onarımdır. Yani, saptırıcı düşünce ve davranışlarla bozulan kalbî muvânezeyi, yeniden düzene koyma uğrunda, ferdin, Hak’dan Hakk’a kaçması, daha doğrusu, O’nun gazabından lütfuna, hisabından rahmet ve inâyetine sığınmasıdır tevbe.

Tevbeyi, günah duygusuyla, benliğin bir hisablaşması şeklinde tarif etmek de mümkündür. Yani, nefsin, hayatı sorumsuzca sevk ve idaresine karşı, benlik ve iradenin, yüce dağlar gibi, günahların karşısına dikilip ona geçit vermemesidir tevbe.

Günah, muvâzenesizce bir çukura yuvarlanıp gitmekse, tevbe, usûlüne göre bir hamlede hoplayıp oradan dışarıya çıkmaktır. Diğer bir ifade ile, günah; vicdanın muvakkat bir murakabesizliğinden, rûhun aldığı yara ise, tevbe; kalbin, sürekli bir ızdıraba düşmesi ve çok ciddî olarak kendi kendini kontrole koyulması ve böylece duyguların yeniden fer ve kuvvet kazanmasıdır.

Günah, insanda şeytanın hâkimiyeti ve nefsin tesiriyle olduğuna göre, tevbe, şeytana karşı duyguların müdafaası ve ruhtaki âhenksizliği, dezarmoniyi düzenleme gayreti demektir.

Günah, erozyonlarının; ruhu törpüleyip aşındırmasına karşılık tevbe, gönül zeminini, düşünce ve sözlerin en güzeli “kelime-i tayyibe” ile çimlendirmek ve o erozyonların tahribatını önlemektir. Gözlerin döne yazacağı, yüreklerin hoplayacağı gün gelmeden, yürekleri hoplatan tevbe gayreti ne mübecceldir! Keşke onu, her günahın açtığı gediği kapatacak seviyede, âh-u eninlerle yapmaya muvaffak olabilseydik!

İnsanlar dünyaya günahsız ve masum olarak gelirler. Hiçbir eğrilikleri yoktur. Fıtratın bu temiz ve doğru yolundan ayrılan insanlar, kendilerini kuvve-i inbatiyesi olmayan bir toprağın bağrına atar ve orada çürürler. Evet, günahlar insanları, yolun kenarına atıp çürüten faktörlerdir. Günahtan sonra insanın yeniden rücûu hakkında bir ayette “Ve enîbu ilâ rabbiküm ve eslimû.” (Zümer, 39/54) “Allah’a inâbe edin (döndüm-geldim) deyin, Allah’a teslim olun” buyuruluyor. Öyleyse tevbe, insanın bazen günahlarla temizliğini yitirince, hemen temizlenip asliyetine dönmesidir. Nitekim bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: “İnsan günah işleyince, kalbinde bir siyah nokta belirir. Tevbe ile hemen onu silmezse, o nokta kalbinde öylece kalır. Sonra ikinci bir günah işlerse, kalbinde bir nokta daha belirir.” Yani günah işleme fikri artık onun dimağında gelişmiş olur. Nasıl ki merdivenin ilk basamağına adım atan bir insan, ikinci basamağa adım atma fikrine de hazırlanır. İkiye atan, üçe çok rahat adımını atar ve bir kere günah istikametinde perdeyi yırtınca -Allah korusun- artık sıkılmadan, haya etmeden, peşi peşine çok günahlar işleyebilir.. ve günah merdivenlerinden aşağıya, gayyaya doğru gitmeye başlar. Onun için yine büyük bir söz sultanı diyor ki: “her bir günah içinden küfre giden bir yol vardır.” Tevbe, bu yolları tıkama, aşağıya doğru atılan adımı değiştirme, insanı Allah’a götüren helezona girdirme ve Allah’a yükseltme gayretidir.

Tevbe şaşmışlıktan, yoldan çıkmışlıktan sonra, tekrar dönüp-gelip sahibini bulmadır. Onun içindir ki; Efendimiz Buhari ve Müslim’deki bir hadislerinde bu dönüşü şu şekilde anlatmaktadır: “Allah kulunun tevbesinden sonsuz derecede memnun ve mesrûr olur. Şöyle ki, bir insan çölde yolculuk yapıyor. Bütün azığı, eşyası ve suyu üzerinde olan devesi onu bırakıp kaçıyor. Adam sağa-sola koşuşup devesini arıyor; fakat sonunda yorgun ve ümitsiz bir halde bir ağacın altında uyuya kalıyor. Gözlerini açtığında bir de ne görsün; devesi, üzerindeki eşyasıyla beraber başucunda durmaktadır. Adam sevincinden öyle hale geliyor ki, Cenab-ı Hakk’a şükrederken yanlışlıkla, “Ben Senin rabbin, Sen de benim kulumsun” diyor. İşte tevbe eden kulu karşısında Cenab-ı Hakk’ın ferahı bu adamınkinden daha fazladır.”

Elbette ki Hadiste geçen “ferah” tabirini, bizim anladığımız manâda ve bizim ölçülerimiz içinde Cenab-ı Hakk’a izafe ve isnad edemeyiz. O’nun ferahı istiğna-ı mutlakına uygun bir ferah-ı mukaddestir ki, biz onun ***fiyetini idrakten aciziz. Bununla beraber, kulun tevbesi, Cenab-ı Hakk’ı işte bu şekilde memnun etmektedir. Ve bizim için mühim olan da bu manâyı anlamaktır.

Tevbenin iki yönü vardır. Bunlardan birincisi bize, ikincisi ise Cenâb-ı Hakk’a aittir. İşte bu manâ içindir ki, Efendimiz: “Men tâbe tâbellah”. “Tevbe edene Allah da tevbe eder.” buyuruyor. Bizden tevbe Allah’a dönmektir. Allah’ın tevbesi ise rahmetiyle bize teveccüh buyurup, kapısını yeniden açmasıdır. Biz yoldan çıkmakla, Allah’ın bize bakan bütün pencereleri kapanmış, bütün menfezleri de tıkanmış oluyor. Sonra da pişmanlık duyuyor ve: “Neden yaptık? Niçin fıtratımıza zıt bir yola girdik?” diyoruz. Biz içimizden kendimizi düzeltmeye başlarken ve nedamet hissiyle çırpınıp bir ****fizik gerilime geçerken, birdenbire bakıyoruz ki, kapılar-menfezler bize yeniden açılmaya başlanmış. Birincisi bizim tevbemizdi. Yani o, bir niyet, bir düşünce ve bizi kıvrandıran bir nedametti. İkincisi de Allah’ın tevbesi. O da bize kapıyı ve menfezleri açtı ve “Kullarım Ben sizi unutmadım, terk etmedim, siz Beni hatırladığınız sürece; ahd-ü peymanınızı elli defa dahi bozsanız Beni burada bulacaksınız.” dedi... Evet, O Erhamürrahimindir. Ne yaparsak yapalım dilimizden: “Ya Erhamerrahimin irhamna ya Gafûr ya Gaffar veğfirlenâ zünûbenâ ve tecavez ann seyyiatinâ” demeyi düşürmemeliyiz.

Üçüncü kelime “Nasûh”dur. Nasuh, “faûl” vezninde ism-i fail bir kelimedir. Mübalağa ifade eder. Çok ciddi hayırhahlık, nefsine nasihat edicilik demektir. O, nasihat ile aynı kökten gelir. Nasihat, bir insanın iyi düşünmesi, iyi görmesi, başkalarının iyiliğini istemesidir. “Eddînü ennasîha” “Din, nasihattir.” derken, başkaları hakkında hayırhah olarak hareket etmek kastedilmektedir. Yoldan sapmasınlar diye insanların ellerinden tutma, Allah’ı, Peygamberi anlatma, bunun icabıdır. Bugün, İslâm’a hizmet eden güzide Müslümanlar, nûranî kadro, Hz.Mesih’in dilinde “kudsiler ordusu” diye isimlendirilmektedir. Zuhur eden hadiseler karşısında gök parça parça üzerlerine dökülse, yer şak şak olup açılan korkunç kraterleriyle onları yutmaya çalışsa, yine de İslâm’a hizmet eden bu kudsiler, dine sahip çıkacak ve elinde kor taşıyan yiğitlerin ruh haletiyle kendilerine düşen vazifeyi bir lahza hatırlarından çıkarmayacaklardır.

Evet, Allah’ı, Resûlü'ne, Kur’an’ı, İslâm’ı ve mübarek dinimizi anlatma, itminansız gönüllere itminan kazandırma, ahiret ümidi adına her şeyi kaybetmiş insanların vicdanında yeniden ahiret duygusunu tüttürme ve insanların gönüllerinde cennetin binlerce sene hayatı bir dakika rüyeti cemaline mukabil gelmeyen Cenab-ı Hakk’ın cemalini görme arzusunu mayalama.. işte bunların hepsi hayırhahlıktır. Ve bunların hepsine bir çırpıda, Efendimiz “En nasîha” buyuruyor. Ve sonra da “Dinin ruhu nasihattir” diyor. Nasûh yukarıda da söylediğimiz gibi, çok hayırhah demektir. İnsanın en fazla hayırhahlığı da kendi nefsine olmalıdır. Kişi en başta nefsini bütün kötülüklerden korumalıdır. Nefsin korunması, temel hukukun beş prensibinden bir tanesidir. İnsan nefsini yani kendisini içkiden, zinadan, küfre ve dalâlete girmeden koruyacaktır. Bu korumalardan her birisi “Usul-ü hamse”den biriyle alakalıdır. İnsan nefsini cehenneme layık bir hatab haline gelmekten muhafaza etmelidir. Eğer odun gibi yaşarsa, odun gibi haşrolur, odunların gideceği yer de bellidir. Kur’an; “İnnehüm hatabü cehennem.” “Onlar, cehennemin odunlarıdır.” diyor. Böyle olunca, her insanın nefsine karşı hayırhahlığı, günahlara karşı çok dikkatli, titiz ve hassas olmasıyla mümkündür. İnsan nefsi için o kadar hayırhah davranmalıdır ki, “Allah onu bir kere küfür ve dalâletten çıkardıktan sonra, küfre ve dalâlete dönme, ona cehenneme girmekten daha ziyade ızdırap verici olmalıdır.”

Bununla beraber insan yine sürçüp kayabilir. Böyle bir durum karşısında da o hemen akıl ve vicdanını harekete geçirerek, “Ben Allah’tan kopmakla bu hâle geldim. Öyle ise, ancak O’na yeniden bağlanmakla bu durumdan kurtutabilirim.” diyecek ve Cenab-ı Hak’la olan irtibatını kuvvetlendirmeye çalışacaktır. Onun bu cehdi, nasûh tevbenin bir yanını teşkil etmektedir.

Onun diğer yanı da şudur: İnsan bir daha eski günahlarına dönmeyerek, nefsi hakkında hep hayır düşünmüş olmalıdır. İnsan nasıl evlatlarının istikbâlleri hakkında hep hayır düşünür, onların iyi olmasını ve yükselmelerini diler, öyle de kendi hakkında da hep iyi şeyler dilemelidir. Onun için de, daha işin başında günahlara girmemeye azimli olmalı ve günahları açısından nefsini ele alırken, kendisinin Allah’tan uzaklaşmasını affedilmez çok büyük bir cürüm ve kapatılmaz bir uçurum olarak kabul etmelidir ki, böylece nasûh tevbe yapmış sayılsın. Allah (cc) bu zâviyeden buyuruyor ki: “Tûbû ilallahî tevbeten nasûha” Yani siz, imanınız sayesinde, emniyet zemininde bulunuyorsunuz evet, iman etmişsiniz, gözünüz açılmış, akı-karayı birbirinden tefrik eder duruma gelmişsiniz; sonra Allah’a güvenmiş ve dayanmışsınız. Bu bakımdan, şayet sürçseniz yada bir an yoldan inhiraf etseniz, katiyyen ye’se (ümitsizlik) düşmemelisiniz; zira ye’se düşmeyi gerektiren hiçbir şey yok; çünkü Allah, şirkten başka her şeyi mağfiret edeceğine söz vermiştir (Nisa, 4/84). Öyleyse düştüğünüz yerde kalakalmamalısınız; hemen harekete geçip, Allah’a yönelerek, eski günahlara da nedamet edip; kendinizi yeniden bulmaya çalışmalısınız ki, zannediyorum “tevbe-i nasûh” denen müstesna yöneliş de bu olsa gerek.

Ayrıca, bu tevbe için şu şartları öne sürmüşlerdir:

Birincisi: İşlenen günah kul hakkıyla alâkalı ise, evvelâ o hak sahibine verilmeli ve ondan helallik dilenilmelidir.

İkincisi: Bir daha aynı günaha dönmemek üzere ciddi ve kesin bir kararlılık içinde olunmalıdır.

Üçüncüsü: O günahla tevbe arasında ikinci bir günah işlemeye vakit bırakmamalı, yani elden geldiğince günahlar beş dakika bile tevbe siz kalmamalıdır.

Tevbenin bir başka buudu da şudur: Günah, ruhta bir ızdırap şeklinde duyulmalı, vicdan da o günaha karşı bir nefret, bir tiksinti ve bir ürperti hissetmelidir. Bir insan, işlediği günahlar karşısında hasta olmuyor ve ızdırap çekmiyorsa, alışa geldiği gibi ağzıyla tevbe etse dahi, onun yaptığı tevbe değil, sadece bir merasim ve yararsız bir kaç söz söylemekten ibaret kalır. Tevbe, vicdanın duyduğu nedamet ve bu nedametle insanın iki büklüm olmasıdır. Dil ile söylemek ise, sadece böyle iki büklüm olmuşluğa kavlen iştirak ve bir tercümanlıktır. Evet, tevbe ancak ızdırabın terennümüdür. Ne varki bu terennümü de yine Sahib-i Şeriat’tan öğreneceksin. Yani nedamet ve ızdıraplarını Resulullah’dan öğrendiğin şeylerle soluklayacaksın: “Esteğfirullah el-azîm el-kerîm ellezi lâ ilâhe illahu tevbete abdin zalimin layemlikü linefsihi mevten velâ hayaten vela nüşurâ” “Tevbe ve istiğfar ediyorum. Öyle bir kul, bir bende, bir tasmalının tevbesi gibi tevbe ediyorum ki, kendi kendine, ne dirilebilir, ne ölebilir, ne hareket edebilir, ne yatabilir, ne kalkabilir. İşte ben böyle acizlerden aciz bir zavallı; Sana günah ve zulümlerimden dolayı tevbe ediyorum.” Allah Resûlünden mervi bir hadiste, tevbe ve istiğfardan önce iki rekat namaz kılmaktan, sonra da tevbe edenin başını yere koyarak tam konsantre olup, Rabbin rahmetiyle münasebete geçeceği ana kadar, secdede “Ya Hayyu ya Kayyûm bi rahmetike esteğîsü eslihlî şe’ni külleh velâ tekilni ilâ nefsi tarfete ayn” “Ey Hayy-u Kayyum, benim her halimi ıslah eyle, Sen beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle başbaşa bırakma” gibi dualardan da söz ediliyor. Yani içteki nedametin bu sözlerle soluklanması tavsiye ediliyor. Bu mevzuda yine Efendimiz’den (asm) şeref südûr olmuş, sabah akşam okunan ve “seyyid-ül istiğfar” diye bilinen bir dua daha mervidir ki oda: “Allahümme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente halaktenî ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’t euzü bike min şerri ma sana’t, ebûu leke bini’metike aleyye ve ebûu bizenbi feğfirli feinnehu leyağfiruzzunûbe illa ent” istiğfarıdır. Seleften bazıları, “ente” kelimesinin sonuna “Ya Gaffar, Ya Gafûr” isimlerini de ilave etmişler. Bunlar, Efendimiz’den mervi olanlar arasında olmasa da Rabbimizin iki mübarek ismini şefaatçi yaparak Allah’a teveccüh etme mânâsında çok güzeldir.

Evet tevbe, kalbin nedamet ve ızdırap duymasıdır. Biz böyle bir ızdırabı, tevbe ve istiğfarda kullanılan kelimelerle eda ettiğimiz sürece makbuldür. Ancak, içimizde günaha karşı hiçbir ızdırap duymadan, dilimiz: “Estağfirullah estağfirullah el azîm el kerîm ellezi lâ ilâhe illahü el-hayyel-kayyum ve etubü ileyh.” veya “Elimle, dilimle, ağzımla, gözümle, kulağımla işlediğim her günahtan tevbe ettim, pişman oldum..” diyor fakat duygu ve düşüncelerimiz bu kelimelere refakat etmiyorsa ve içteki dalgalanmalar soluklarımızı kesecek kadar ağırlıklarını hissettirmiyorsa, boşuna uğraşıyoruz demektir. İnsan hiç olmazsa Allah karşısında günahlarını ifade de, vicdanından gelen sesleri soluklamalıdır. Evet tevbe ve istiğfar ederken şaka ve merasim yapmıyor, herhangi bir folklörü icra etmiyoruz. Bilakis Allah karşısında gerçekten işlediğimiz bir günahtan gerçek bir nedamet duygusunu Allah’a takdim ediyoruz.

Ve son olarak burada şunu da arz edeyim: Camilerde yapılan nikah ve iman tecdidi gibi, aslı esası olmayan, ve bir mânâ ifade etmeyen sözlerin mü’minlere kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Hele nikah gibi, ciddi bazı esaslara bağlı bir mesele de, “İnnî üridü en üceddidel-imane vennikahe” demek sadece bir tevbe olarak değil söz, dil kaideleri bakımından da tenkide açıktır. Çünkü adam: “Ben nikahımı ve dinimi yenilemeyi düşünüyorum.” diyor. Yenilediğini de söylemiyor. Yani, düşünüyorum ilerde yenileyebilirim, demek istiyor. Allah korusun, bu çok tehlikeli bir ifadedir. Çünkü bir insan, bilerek veya bilmeyerek kelime-i küfrü telaffuz etmişse hemen anında tecdidi iman etmesi lazımdır. Bunun yegane çaresi vicdanından gelerek, işlediği bütün günahlara, ciddi bir hissi nedametle arkasını dönüp “Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Rasûlüh.” demektir. Bunun ise tehire tahammülü yoktur. Müslümanları boş şeylerle avutmak faydasızdır. Ciddi tevbe edelim. Her hata ve her sürçmelerimizden ürperelim ve Allah’a yönelelim. Bütün bunları yaparken de Allah Resulü’nün talim ve irşad daireleri içinde kalmaya çalışalım.

Namaz,Zikir ve Tevbe Buudu



Soru: "Beni (zikir) hatırlamak için namaz kıl" ayetindeki namaz ile zikir arasındaki münasebeti biraz açar mısınız?[/b]



Zikir, mümini Allah’a en seri şekilde yaklaştıran bir ibadet ve gaflet bulutlarını dağıtan en te'sirli bir rüzgardır. Zikir; anma-hatırlama ve insanın hayatı duyarak yaşaması ya da varlığın koridorlarında gezerken hemen her nesneden Allah’a ait bir mesaj alması demektir. Bu manada zikir ile namaz arasında sıkı bir irtibat sözkonusudur. Hatta diğer ibadetlerdeki zikir, namazdaki zikrin yanında ancak, tâli bir mübarekiyeti hâizdir. Zaten o ölçüde Allah’ı hatırlatacak ve insanın görme, düşünme, anlama ve değerlendirme ufkundan gafleti izale edecek başka bir ibadet olsaydı, Allah, namazın yerine o ibadeti emir ve tavsiye buyururdu.

Namaz, zatında potansiyel olarak hatırlatıcı bir güce sahiptir. Kur’an-ı Kerim, “ve ekimi’s-salate lizikrî; Beni hatırlamak için namaz kıl” (Taha, 20/14) ayetiyle bu hakikati hatırlatır. Evet, ayette de ifade edildiği gibi hatırlama (zikir) ile namaz arasında sıkı bir münasebet vardır. Namazın bu ölçüdeki öneminden ötürü Kur'an'da Allah (c.c), günde beş vakit namazı sık sık vurgulamıştır.

Oruç, gizli bir ibadettir ve oruçlu bir kimsenin oruçlu olduğunu kimse bilemez. Vakıa oruç, gizliliğinden ötürü nezd-i uluhiyette de ayrı bir hususiyet arz eder ki, Allah (c.c), onu da kudsî bir hadisiyle tebcil ederken, “Oruç bana aittir ve mükafatını da ben veririm” buyurur. Ancak eğer Allah (c.c), oruçta da namazdaki zaruri temadî sözkonusu olsaydı, bize savm-ı Davud gibi gün aşırı oruç tutmayı farz kılardı. Bu itibarla denebilir ki, namazın bu çok güçlü hatırlatma tesiri, kat'iyen başka bir ibadette mevcut değildir. Belki cuma namazı veya hac gibi küllî ibadetlerde böyle güçlü bir tesirden söz edilebilir ve bunların hatırlatıcılığı önemli seviyede bir zikir sayılabilir. Ancak, bunlar dahi namaz gibi her gün ve aynı zamanda günde beş defa olmadığı için namazın yerini tutmaları mümkün değildir.



Namaz, insanları günahlardan arındıran ve ondaki isi-pası temizleyen bir kurna gibidir. her gün onda beş defa yıkananlar günahlarından arınır ve tertemiz hale gelirler. “Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. İşte bu, (Allah’ı) ananlar için bir hatırlatmadır.” (Hûd, 11/114) ayeti, bu gerçeği delillendirmektedir. Bu ayetten anlaşılan şey, kılınan her namazın, yekün bir hasenat teşkil etmesi ve bu hasenatın seyyiatı silip süpürüp götürmesidir. Ayrıca ayet-i kerimenin sonunda, “Zâlike zikrâ li’z-zâkirîn; İşte bu, Allah’ı ananlar için bir hatırlatmadır” denilerek, namazın hatırlatıcı gücü bir kere daha nazarlara verilmektedir.

Zikir ile namaz münasebetini bu şekilde tesbit ettikten sonra, tevbe ile namaz arasındaki irtibata gelince; tevbe, kişinin Allah’a yönelmesi ve kendi içini Allah'a (c.c.) açıp dökmesidir. Tevbe, Allah’ın, bizim mahiyetimize derc ettiği günahlarla deformasyona uğrayan temiz ve latif duygularda, yeniden bir yapılanma meydana getirme ameliyesidir.

Her günah işleyen insan, sevaptan yüzünü çevirip küfre doğru bir adım atmış sayılır. Evet Üstad Hazretleri’nin de ifadeleriyle “Her günah içinde küfre giden bir yol vardır.” Öyleyse her günah işleyen, bir adım Allah’tan uzaklaşmış ve bir adımda şeytana yaklaşıyor demektir. Tevbe ile insan, “Eyledim hadsiz günah, nihayet tasmalı boynumla döndüm sana İlâhî” diyerek, tekrar Allah’a dönmüş olur ki, böyle bir insan aynı zamanda seyyiatını da hasenata çevirmiş sayılır. Üstad’ın yaklaşımı ile tevbe, insanı sürekli kötülüklere açık olan kabiliyetlerini, hayra tevcih etmektedir ki, bu da potansiyel olarak insanın hayır yapması demektir. İşte namazda da bu durum sözkonusudur. Zira namaz, insanda gerçek manada bir tevbe şuuru meydana getirir. Her ne kadar insan, günde beş defa kavlî olarak tevbe etmese bile, onun kılmış olduğu namazlar, fiilî bir tevbe yerine geçmektedir. Kaldı ki, namazda okunan evrad u ezkarda, tevbe-istiğfar manası taşıyan bir çok dua ve ayetler vardır. Mesela; mümin namaza, “Allahu ekber” sözüyle başlamaktadır. Allahu ekber’le başka işlerden kopma ve kesilme adına adeta eldeki fikir ve şuur balyozu malayanî şeylerin üzerine indirilmekte ve Allah (c.c.)'a teveccüh edilmektedir. Evet namazda, masivadan kopma ve Hakk’ın davetine icabet edip, O’na yönelme sözkonusudur. Ne var ki, böyle bir teveccühü, herkes ancak kendi kamet-i kıymetine göre gerçekleştirebilmektedir.

Daha sonra “Subhanekallahümme ve bihamdik” gelir ki, bu, makam-ı cem’in ifadesi bir sözdür. Subhaneke, “Şu varlık içinde Sana şerik koşulabilecek hiçbir şey yoktur. Sen, zatında, sıfatlarında ve icraatında teksin. Ne benim ef’alim, ne de kainatta cereyan eden hadiseler, Senden başkasına verilemez. İşte ben, böyle bir şirk düşüncesine sırtımı dönüyor, Seni tesbih ve takdis ediyorum” demektir.

Ve bihamdik, “hamd yalnızca Sana mahsus” anlamına gelir. Subhaneke sözünde Cenab-ı Hakk’ı bütün noksanlıklardan tenzih ederek, vâhidî tecelliye karşı tam bir ubudiyet ortaya koyma manası, böyle bir tenzih ifadesinden sonra gelen 'Ve bihamdik’le insan, “Ben, bu manayı ihata edemem ama Sen, bana bunu duyuruyorsun. Zira Sen bunları bana duyurmazsan ben duyup hissedemem. Öyleyse ben Seni bir taraftan tesbih ederken, aynı zamanda hamdle medyuniyet ve şükranlanlarımı da sadece sana takdim ederim demektir.

Ve tebareke’smük, “Senin ismin bereket kaynağıdır. Benim gibi boynu tasmalı, ayağı pırangalılara, o engin hazinenden bir şeyler versen ne çıkar! Zira Sen, Seni inkar edip, şirke koşanlara bile nice nimetler bahşediyorsun. Ben de bütün günah ve inhiraflarıma rağmen, Sana teveccüh ederek, Senin bereket kaynağı mübarek ismine sığınıyor ve Alvar İmamı edasıyla.

Kerem kıl, kesme Sultanım keremin bînevâlerden,

Kerem kesmek yakışır mı Keremkâne gedâlerden” diyerek huzurunda inim inim inliyorum, demektir.

'Ve teâlâ ceddük’te, “Senin şanın mütealdir. Nitekim Sultana sultanlık, gedaya da gedalık yaraşır. Ben çok düşüp kalkmış olabilirim, ancak şimdi iki büklüm olup kapına geldim; zira Sen’den başka gidecek melce ve menca yoktur.. ve bu mülahazada; evet günah bana yaraşmaz doğru, fakat af da Senin şanındır” manası vardır.

'Ve lâ ilâhe ğayruk' ise, “Başkasına nasıl dönebilirim ki; Sen’den başka Mabud u bi’l-hak ve Maksud u bi’l-istihkak yoktur” demektir.

Evet, namazda Allahu ekber’den başlayıp selam verene kadar hep böyle tevbe yörüngeli bir teveccüh sözkonusudur ve işte bu teveccüh zamanla kulu, adım adım ihsan yamaçlarına doğru götürebilir...

Soru: Tevbe ettikten sonra veya tevbe esnasında aynı günaha düşme endişesi varsa bu tevbe geçerli ve yararlı olur mu?



İnsan yaratılırken, hata işlemeye kabiliyetli olarak yaratılmıştır. Yani insanı günaha çekebilecek duygular, hisler vardır tabiatında. Bu duygu ve hisler, iyi şeylere esas teşkil etsin diye insanın tabiatına yerleştirilmiştir. Ama her zaman bunları değerlendirmek mümkün olmayabilir. Meselâ, öfke insana niye verilmiştir? Elbetteki iyi şeyler için. Bununla insan gazilik ve şehidlik de kazanabilir. “El-buğdu fillah vel-hubbu fillah” fehvasınca kin, buğz ve öfke de, sevgi ve muhabbet de Allah için olursa bunlarla insan sevab kazanabilir, kazanabilir de her an hayatını cihadda geçiriyor gibi olur.

Bedenî hislere, şehevanî duygulara sahip bir insan, bunlara sabretse, onun için cihad sevabı hasıl olur. Bunlar zabt u rabt altına alınmadığı zaman ise, insanı başaşağı götürebilirler.

Yani hata, insanın eşi gibidir. İnsan günah ve hataların ağırlığını vicdanında duymalıdır. Duymazsa, hissetmezse tıpkı cansız bir cisim gibi yaşar. Kalbinde bir kısım derunî duygular, latifeler varsa bunlar da zamanla söner.

Öyleyse insan hemen kısa yoldan tevbeye müracaat etmelidir. Hadis-i Nebevî’de: “Her insan hata işleyicidir. Hata işleyenlerin en hayırlısı da (hemen) tevbe edenlerdir” buyurulmuştur.

Tevbeye sarılmalı ve hemen Allah’a teveccüh edip “Eznebtü” “Günah işledim” demelidir. Ayrıca, tevbede, bir daha yapmamaya azim ve cehd olmalıdır. Hiç olmazsa tevbe esnasında insanda tereddüt olmamalıdır. Bundan da öte, kesin ve katî bir şekilde, bir daha dönmemeye niyet ve kasıt olmalıdır.

Ancak, tabiat-ı beşer muktezası olarak insan, sonradan yine -tabii kasıd olmayarak- hata ve günaha girebilir.

Evet, insan tevbe ederken şek ve şüpheye yer vermeden mutlak “Bu sondur” demeli ve kararlı olmalıdır.



Hakiki Tevbe



(Fasıl 2, ruhi hayat)

Soru: İnsan bazen tevbe ederken bile tevbe ettiği günahı tam manâsıyla terk edip edemeyeceği hakkında tereddüt geçiriyor. Böyle bir rûh hâliyle yapılan tevbe hakiki tevbe olur mu?



Bu soruya cevap verirken, Efendimiz’in şu mübarek beyânını hatırlamamak mümkün mü? Buyuruyorlar ki: “Herkes hata işler. Hata işleyenlerin en hayırlıları da tevbe edenlerdir.”

Bu hadîs-i şerife dikkat edilecek olursa, hata işlemenin insanın cibilliyetinde var olduğu görülür. Yani insanın tabiatında her zaman onu günaha çekecek bir kısım duygu ve hisler vardır. Aslında bunlar, iyiliklere de esas teşkil etsin diye insanın benliğine yerleştirilmiş nüveler mahiyetinde isti’datlardır. Aktif bir Kur’ân ahlâkıyla bunların hepsinin yüzü hayra ve istikamete çevrilebilir.

Meselâ; insana öfke verilmiştir. İnsan bununla bazen gazilik ve şehitlik elde edebileceği gibi, aynı duyguyla Allah için gadaplanıp, Allah için nefret edip sevap da kazanabilir. Şehevî hisler ve diğer bedene âit arzu ve istekler de böyledir. İnsan onları zapt u rapt altına alıp rûhunu kanatlandırabildiği takdirde velilerle omuz omuza yaşayabilir. Aksine, zapt u rapt altına alınamayan behimî arzuların, insanı başaşağı getirmesi de az görülen felaketlerden değildir. Mes’eleye bu zâviyeden bakıldığında, potansiyel hata, insanın ikiz kardeşi gibidir. Bu itibarla, insan, azminin ve iradesinin hakkını vererek bu negatif duygudan hem kurtulmasını bilmeli hem de onu mutlaka semereli, faydalı hâle getirmelidir. Diğer taraftan insan hayatında ömrü en az, en kısa olması gereken bir şey varsa, o da hata ve günahlar olmalıdır. Şu da kat’iyen unutulmamalıdır ki, insan işlediği bir hatayı hemen tevbe ile izale etmezse, bu ikinci bir hata ve günaha davetiye çıkarmak gibi olur ki, bu durum, zamanla insanın kalbî ve rûhî hayatını mahvedebilir. Böyle bir insan lahut âlemine karşı kapanır. Allah adına duyması gerekli olan şeyleri duyamaz olur ve herhangi bir cisim gibi sürekli bir düşüş yaşar ama, asla bunun farkına varamaz; latifeler ölür; “sır”, sırra kâdem basar “hafi” gizlenir, “ahfa” âdetâ yok olur; ama o bunlardan haberdar değildir. Onun için insan, günaha bulaşır bulaşmaz, hiç vakit kaybetmeden hemen Rabbine teveccüh etmeli ve O’ndan işlediği günahın affını istemelidir. Günah, insanı ele veren bir kuyruk gibidir. Zaten Arapça’da hem günah hem de kuyruk “ZNB” harfleriyle ifade edilir. İşte insan bu kuyruğu koparıp atmalı ve tevbe ile kuyruklu varlıklardan ayrı olduğunu haykırmalıdır...

Ayrıca benim, şimdilerde anladığım bir başka husus daha var ki, o da şudur: İnsan bir taraftan tevbe ediyor, diğer yandan da kendi iradesinin zaafı itibariyle biraz evvel tevbe ettiği günah ona yine musallat oluyor, o da yine aynı günaha giriyorsa böylelerinin istikamete ulaşmaları ve sonra da istikametlerini korumaları oldukça zordur. Bununla beraber böyle bir insan, işlediği günahtan tevbe ederken hakîkaten samimi ve tevbesini vicdanından gelen sese uyarak yapmış da olabilir. İhtimâl, işlediği günahtan onun da içine bir tiksinti düşmüştür ve dolayısıyla da tevbesini çok samimi olarak yapmıştır. Ancak, bu gibilerde, çok defa tiksinti hâlinin geçip, yerini arzu ve isteklere bırakması söz konusudur ki, bu tür irâdezedeler her zaman sürçebilirler. Bu ikinci durum, onun daha önceki tazarru ve duâsında samimi olmadığı neticesini de doğurmaz. Dolayısıyla da tevbe etmesine mani hiçbir sebep yoktur.

Evet insan ne kadar günah işlerse işlesin ve tevbesi hangi sayıya varırsa varsın mutlaka yine tevbe etmelidir. Bu ifadeler kesinlikle işlenen günahı hafife alma manâsına gelmez; belki tevbenin lüzumunu ve önemini işâretler. Sözün burasında önemli bir hususa da işâret etmeden geçemeyeceğim: Baştan beri bahis konusu ettiğimiz günah, hata ile işlenen günahlardır. Hata ile işlenen günahlarda ise, kasıt ve azim yoktur. Zaten insan bir müddet sonra aynı günahı işlemeye azimli ise onun dudaklarından dökülen sözler birtakım yalan laflardır.. ve kesinlikle tevbe değildir. Hukukta bile taammüden işlenen suçlara verilen ceza ile, hataen işlenen suçlara verilen cezalar, suçun cinsi aynı dahi olsa ayrı ayrıdır. Günahlar için de durum böyledir.

Bir de bu mes’eleyi, içinde bulunduğumuz şartlar açısından değerlendirmek yararlı olacak: Öyle bir toplum içinde yaşıyoruz ki, böyle bir toplumda insanın gözüne, kulağına tam hâkim olması oldukça zor, kasıt olmasa bile, her zaman hataların zincirleme birbirini ta’kip etmesi sözkonusudur. Bu durumda yapılması gereken en önemli iş, mümkün mertebe günah zemininden uzak durmaktır. Buna “sedd-i zerâi” de diyebiliriz ki, kabaca bir ifadeyle: Fenalıklara giden yolları kapatmak, demektir. Esasen sedd-i zerâi Kur’ânî bir yoldur. Meselâ bir ayette “zina etmeyin” denilmemiş de, “zinaya yaklaşmayın” denilmiştir. Ve yine “yetim hakkını yemeyin” denilmeyerek “yetim malına yaklaşmayın” ifadesi kullanılmıştır. Bunlar ve benzeri ayetler bize, insan terbiyesinde sedd-i zerâinin önemini anlatması bakımından dikkat çekicidir. Evet, insan, işte bu yol ile kasden günah işlemeye karşı kapalı kalır. Hata ile meydana gelen açıkları da tevbe örter. Zannediyorum bu tür bir strateji tatbikiyle, hem günahlara karşı korunma hususunda hem de elde olmayan sürçmeler karşısında önemli bir adım atılmış ve problemin kısm-ı ekserisi çözülmüş sayılır.





Hata Tevbe ve İnsan



İnsan tevbe ederken bile tevbe ettiği günahı tam manasıyla terk edip edemeyeceği hususunda bazen tereddüt geçiriyor. Böyle bir ruh haletiyle yapılan tevbe hakiki tevbe olur mu? Peygamber Efendimiz (sas), bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Herkes hata işler. Hata işleyenlerin en hayırlıları ise tevbe edenlerdir."

Bu hadiste ifade edilen manaya dikkat edilecek olursa, hata işlemenin insanın cibilliyetinde var olduğu hakikati görülecektir. Yani insanın tabiatında onu hataların içine çekecek his ve duygular vardır. Ama bunlar aynı zamanda iyiliklere de birer esas teşkil etmektedirler.

Hata ve Günahlar

Mesela: Öfke ile insan, gazi hatta şehitlerin sevabına nail olabileceği gibi, cehenneme ehil hale de gelebilir. Burada böylesi iki zıt neticeye ulaşılmasında rol oynayan unsur, onun faaliyet alanı ve faaliyet şeklidir. İnsanlardaki şehevi hisler ve bedene ait arzu ve istekler de böyledir. İnsan onları zapt u rapt altına alıp ruhunu kanatlandırarak velilerle omuz omuza gelebilir. Ne var ki, kontrol altına alınmayan behimi arzuların insanı başaşağı getirmesi de az görülen felaketlerden değildir. Meseleye bu zaviyeden bakıldığında, potansiyel hata işleme, insanın ikiz kardeşi gibidir. Ama insan azmiyle ve iradesinin hakkını vererek bu negatif duygudan hem kurtulabilir hem de onu semereli ve faydalı hale getirebilir.

Şu husus kesinlikle unutulmamalıdır ki, insan, işlediği bir hatayı hemen tevbe ile izale etmezse bu, ikinci bir hata ve günaha davetiye gibidir ki, böyle bir durum, insanın kalbi ve ruhi hayatında onulmaz yaralar açar. Böyle bir insanın his ve latifeleri, lahut alemine karşı kapanır ve Allah adına duyması gerekli olan şeyleri duyamaz. Onun için insan, günaha bulaşır bulaşmaz, hiç vakit kaybetmeden Rabb'ine teveccüh etmeli ve O'ndan, işlediği günahın affını dilemelidir. Kaldı ki günah, insana takılmış bir kuyruk gibidir. Çünkü arapçada hem günah hem de kuyruk aynı kökden gelmektedir. Öyleyse insan bu kuyruğu koparıp atmalı ve kuyruklu varlıklardan ayrı olduğunu ispat etmelidir.

Tevbe Şuuru

Benim sorudan anladığım başka bir husus da şudur: Tevbe eden insan, kendi tabiatının gereği olarak, tevbe ettiği günahın kendisine tekrar musallat olacağını ve o günaha karşı yeniden mağlup düşeceğini bilmektedir. Bununla beraber o insan, ihtimal o anda işlediği günahtan içine bir tiksinti düşmüş ve dolayısıyla tevbesini samimi ve vicdanından kaynaklanan bir hisle yapmış olabilir. Ancak tiksinti hali geçip yerini arzu ve isteklere bırakınca, o insan yine dize gelebilecek ve yine sürçüp düşebilecektir. Bu ikinci durum onun daha önceki duasında samimi olmadığı anlamına gelmez. Dolayısıyla yeniden tevbe etmesine mani hiçbir sebep yoktur. İnsan ne kadar günah işlerse işlesin ve tevbesi hangi sayıya varırsa varsın mutlaka yine tevbe etmelidir. Yalnız bu ifadeler işlenen günahı hafife alma şeklinde de anlaşılmamalıdır.

Burada bilhassa önemli bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum: Baştan beri bahis konusu ettiğimiz günah, hata ile işlenen günahlardır. Zira hata ile işlenen günahlarda kasıt ve azim yoktur. Şayet insan, bir müddet sonra aynı günahı işlemeye azimli ise, onun dudaklarından dökülen sözler kesinlikle tevbe değil, aksine birer aldanmışlık mırıltılarıdır. Hukukta taammüden işlenen suçlara verilen ceza ile, hataen işlenen suçlara verilen cezalar, suçun cinsi aynı dahi olsa ayrı ayrıdır. Günahlar için de aynı durum söz konusudur.

Günah Zemininden Uzak Durmak

Meseleyi bir de içinde bulunduğumuz şartlar açısından değerlendirelim; göze, kulağa dikkat etmenin oldukça zor olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Böyle bir toplum içinde her zaman kasıt olmasa bile hataların zincirleme birbirini takip etmesi söz konusu olabilir. Bu durumda yapılması gereken iş, mümkün mertebe günah zemininden uzak durmaktır ki, buna "sedd-i zerai"ce bir yaklaşım diyebiliriz. Sedd-i zerai, fenalıklara giden yolları kapatmak, demektir ve tamamen Kur'an-ı bir yoldur. Bunu misallerle tavzih edecek olursak, mesela: Ayette, "zina etmeyin" ifadesi yerine, "zinaya yaklaşmayın"; "yetim hakkını yemeyin" ifadesinin yerinde ise, "yetim malına yaklaşmayın" denilmiştir. Zikrettiğimiz ayetler ve benzerleri, insan terbiyesinde sedd-i zerai'nin önemini anlatması bakımından dikkat çekicidir. İnsan, bu yol ile kasten günah işlemeye karşı kapalı kalmalı ve hata ile açılan miktarı da hemen tevbeyle örtmelidir. Bu tür bir strateji tatbikiyle zannediyorum, hem günahlara karşı korunma hususunda, hem de elde olmayan sürçmeler karşısında önemli bir adım atılmış ve problem de kısm-ı ekserisi itibariyle çözülmüş olur.









Günahlardan Çıkış Yolları



Soru: Günah ve bu günahlara karşı yaptığımız tevbelerde nelere dikkat etmeliyiz.[/b]



Günahlar karşısında en büyük tahassüngahımız (sığınma yeri) olan tevbe mevzuunda, şu hususlara dikkat etmek kalbî ve ruhî hayatımız için çok ehemmiyetlidir:

1. Günah karşısındaki tepki



Bu, insanın o andaki ruhî durumu ile yakından alâkalıdır. Öyle an olur ki, işlediğiniz bir günah karşısında başınızı yere koyar, feryâd u figan eder, dua dua yalvarır, günahınızın afvını dilersiniz. Öyle an da olur ki, ne ağlamalarınız ne de ah u vahlarınız sizi tatmin eder ve feryadlarınız içinizdeki yangını söndürür. Ama, ümid edilir ki, içinizde sizi sürekli rahatsız eden bu hüzün, tevbe adına, Allah katında daha makbul ve daha geçerli olur...

Çarşı-pazardan geçerken, istemeden gözünüz ağyara kaydığında, şayet sizde şöyle düşünceler hasıl oluyorsa: “Ahh! Ben ne yaptım! Vücudumun bütün zerreleri adedince, her an Allah’a müteveccih olmam gerekirken, bakışlarım ağyara kaydı ve günah işledim. Halbuki gözlerimi kapayabilirdim. Yolumun uzaması pahasına daha selâmetli ve emin bir yolu tercih edebilirdim vs.” ve hemen oralarda bir namazgâh bulup başınızı secdeye koyarak ah u vah edip inleyebiliyorsanız, veyahut içinizi kaplayan hüzünle dünya size dar geliyorsa, hakiki tevbeyi yakalamışsınız demektir. Evet tevbe, aslında, bir nedamet, pişmanlık ve bir iç yangınıdır.

Bu itibarla da, önemli olan günahlarla beraber olmayı yılan ve çiyanlarla beraber olma kabul etmektir. Mü’minin günaha bakışı budur ve bu olmalıdır. Aksi takdirde günahın âkıbetinden ve neticesinden şüphesi var demektir.

Her günahın, bir iç nedametle kalbin ritimlerinin ve damarlardaki kanın cereyan ve cevelanının değişmesi şeklinde bir mukabele görmesi çok önemlidir.

2. Günahın olması



Bir yerde sürçüp günah işlediğiniz ve günah atmosferine kaydığınızda, hiç vakit kaybetmeden kalkıp tevbe ve istiğfar ile arınmalısınız. Arınmalı ve kesinlikle bunu tehir etmemelisiniz. Çünkü bir saat sonra sırtınızdaki bu Kafdağı’ndan daha ağır yükle, Rabbinizin huzuruna gitmeyeceğinize dair elinizde bir senet yoktur. Nezih ruhlar, işledikleri günahlardan temizlenmedikten sonra, rahat edemez ve onların gözlerine uyku girmez...

Günaha bir saniye bile ömür bağışlamak şahsın kendi aleyhindedir. Ve bundan daha önemlisi de, Allah’a karşı yapılan bir saygısızlığa karşı, saygılı olmak demektir. Hiçbir günahın bir saniye bile yaşamaya hakkı yoktur. Zira o, tevbe ile çabucak silinmezse, kalbi ısıran zehirli bir yılan haline gelir. Ve bir defa lekelenince de kalp artık yeni lekelere açılır. Böylece insan fasid bir daire içine düşer. Her günah yeni bir günahı doğurur ve nihayet “Bel râna ala kulubihim; Hayır hayır, onların kalbi pas bağladı” (Mutaffifin, 83/14) sırrı zuhur eder.

Bundan dolayıdır ki, insanlardaki duygu ve düşünceyi daima bu zemine çekip, onlara bu hakikatleri anlatmak ve onları günahlar karşısında hüşyar ve uyanık hale getirmeye çalışmak çok önemlidir. Hatta gücünüz yeterse veya bir kuvve-i kudsiye-i velâyetiniz varsa, günahın çirkin yüzünü onlara göstermelisiniz, göstermeli ve onları o günahlardan vazgeçirmelisiniz.

Evet, kalbi hüşyar ve uyanık, ruhu duyarlı insanlar âdeta her günahın, beraberinde getirmiş olduğu bir iğrenç kokuyu duyar gibi olurlar.

3. Günahı kerih görmek



Günaha karşı yapacağımız tevbelerde, en önemli unsurlardan biri de günahı kerih görmektir. Kerih görülemeyen bir günahtan, yılandan-çiyandan kaçar gibi kaçma azmi görülemez. Kaçamayınca da bir daha o günahı işlememe azmi ve cehdi ile tevbe etmek mümkün olmaz. Meselâ, nasıl ki, elinizde çok nadide bir kristal vazo bulunsa ve siz onu düşürüp kırsanız, ellerinizi dizlerinize vurur, ah u vah eder ve teessür duyarsınız. Aynen öyle de; işlediğiniz her günahla, elinizdeki hayat fanusunuz kirleniyor, kırılıyor demektir. O halde en az maddî bir kristalin kırılması karşısında duyduğunuz teessür kadar, işlediğiniz günah karşısında da teessür duymanız iktiza eder. Aksi halde günahı hafife alıyor ve önemsemiyorsunuz demektir.

4. Günah-tevbe dengesi



Her günah, kendi derinliği, çirkefliği, iğrençliği nisbetinde bir tevbe ister. Zira her günah zift dolu bir kuyuya düşmek gibidir. Böyle bir kuyuya düşmek çok kolaydır ama, çıkmak büyük bir gayret ister.





5. Günahı günah olarak bilmek



İçimizden, günahın hükmüne itiraz adına geçen her düşünce, en az o günahı irtikâp etmek kadar günahtır. Mesela, zina yapan bir insanın, zaman zaman içinden: “Allah bu zinayı niçin yasak etti? Ne güzel istifade ediyorduk” diye geçirmesi veyahut haram-helal demeden yemeye içmeye alışmış bir insanın, “Keşke kul hakkı diye bir şey olmasaydı ne güzel olurdu” şeklinde düşünmesi günahı irtikâp etmekten daha büyük günahlardır.

O halde günahlara karşı tavır almalı ve kendimizi şöyle şartlandırmalıyız: “Ey günah, boşuna yorulma, kapılar sürmelidir; içeri giremezsin.”

Günah hususunda Bediüzzaman Hazretlerinin şu teşbihi çok manidardır: “Günahtan yılandan, çiyandan kaçar gibi kaçınız” der. Burada yılan ve çiyan tabirinin yerine arslan veya kaplan tabirlerinin kullanılmaması dikkat çekicidir. Zira, arslan ve kaplan yiğitçe ve mertçe saldırır. Daha gelmeden onu hisseder ve ona göre tedbirinizi alabilirsiniz. Fakat, akrep, yılan ve çıyan öyle değildir. Onların ne zaman ve nereden saldıracakları belli olmaz. İşte günah da böyle akrep ve çıyan gibi kalleştir.

Hasılı günahlara karşı daima teyakkuzda bulunmak mü’mi-nin şiarı olmalıdır. Unutmayalım: GÜNAHLARA KARŞI TEYAKKUZ, ALLAH’A KARŞI VEFALI OLMAK DEMEKTİR.

Günahı günah olarak bilme mes’elesine “Eznebe abdî zenben...ilh” hadisi zaviyesinden de bakabiliriz. Yani kulun tekrar tekrar günah işleyip Allah’ın da her seferinde affetmesini ifade eden hadisi. Şöyle ki: Zenb ve zeneb ikisi de aynı kökten gelir. Zenb, günah; zeneb ise kuyruk demektir. Buna göre: “Günah işledim Rabbim” diyen kul: “Ey Rabbim ben yine bir kuyruk taktım. Şu halimle Sen bana ister kuyruklu bir tilki, ister insanları sokan bir akrep, istersen de kuyruğu kendinden bir yılan nazarıyla bak! İşte ben oyum.” Yani kul, günahını itirafla, kendisine bahşedilen insanî seviye, insanî makâmâtı âdetâ tezyif ve tahkir edip bir kenara attığını, iradesiyle hayvanlığı benimsediğini ve o seviyeye düştüğünü itiraf ediyor.

Günah işlediği halde onu sezemeyene gelince, o zaten “kel en’ami belhüm edall” (A’raf, 7/179) tokatını yemiş ve hayvandan da aşağı bir dereceye düşmüştür. Nitekim geçmiş yıllarda Avrupa’da gençler arasında yapılan bir anketin sonuçları, bu hükme güzel bir misal teşkil eder ki; o anketin neticesinde, Avrupa gençliğine ait tesbit edilen özellikler, serseri bir sokak köpeğinin özellikleriyle aynı çıkmıştı. Zira, hakikatten başka her yol, hakikatten başka neticelere götürür...



Demek, dua ve tevekkül meyelân-‎ hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-‎ ş‏erri keser, tecavüzât‎ını‎ kı‎rar. Sِzler / Yirmi Alt‎ıncı‎ Sِz s.207

Hem böyle umumî musibetler, ekser nâsı‎n hatâsı‎ndan geldiği cihetle, o insanlar‎ın ekseri (k‎ısmı-‎ âzam‎) tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle def olurEmirdağ Lâhikas‎ı (1/15. Mektup)



Na’t (Münacat [Linkleri görebilmeniz için kayitli üye olmaniz gerekmektedir. ]) Sayı 135 Cilt 12, Nisan 1990





Yâreli dilim zahmine rahmeyle Ilâhî!

Aç kapını lutfet bu günahkâre Ilâhî!



Yüzüm süreyim eşiğine kovma ne olur;

Yeter artık dolaştığım âvâre Ilâhî!



Yıllarca bâb-ı kereminde inleyip durdum;

Ah u efgânım hicrâna emâre Ilâhî!



Gerçi isyanla âlûde yaşadım her zaman,

Yine de keremler kıl bu nâçâre Ilâhî!



Yakma nâr-ı ağyâre yanayım ocağında,

Püryân-ı aşk olup erem şikâre Ilâhî!



Dağlar kadar isyanımla nihayet kapına,

Döndüm tasmalı boynumla, bîçâre Ilâhî!



Kıtmîre lûtfet dursun artık efgân u zârı;

Varam her cilvesi bin-şevk Settâr’e Ilâhî!..













Tevbe





· Allah başka değil sırf rızası için bir araya gelip tedarus eden bu insanları yanındaki peygamberlere ve meleklere överek bahseder.

· Mübarek üç ayları yaşıyoruz. Recep, Şaban derken Ramazan

· Zamanı çok iyi değerlendirme rantabl değerlendirme, her şeyin bir zamanı vardır. Kışın tohum ekilmez bir mevsimi vardır. Bu aylar Allah’ın hususi teveccühde bulunduğu aylar. Yok mu tevbe eden affedeyim dediği aylar.

· عَنْ أَنَسٍ أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ كُلُّ ابْنِ آدَمَ خَطَّاءٌ وَخَيْرُ الْخَطَّائِينَ التَّوَّابُونَ قَالَ أَبُو عِيسَى هَذَا حَدِيثٌ غَرِيبٌ لَا نَعْرِفُهُ إِلَّا مِنْ حَدِيثِ عَلِيِّ بْنِ مَسْعَدَةَ عَنْ قَتَادَةَ (Tirmizi, Sıfatul-kıyame, Keşfu’l-Hafa, 2/158)

Günah işlemek insanın mayasında var. Önemli olan tevbeye koşmak. Günaha fazla ömür tanımama, ömrünün kısa olması, hemen tevbe edilmesi bir hasene yapılması

· Tevbe kişinin kendini yenilemesi ve bir iç onarımdır.

· Evet, bizler en büyük günahı, herkesi suçlu ve kendimizi masum görmek suretiyle işledik. Hz. Aişe’ye soruyorlar kişi ne zaman günahkar olur, kendisini muhsin zannettiği zaman

· Her günah içinde küfre giden bir yol vardır. Günah virüsü tevbe ile dezenfekte edilmeli. Bu hususta yapılacak olan diğer bir şey de, islenen günaha hiç mi hiç hakk-i hayat tanınmamasıdır. Mu'min, herhangi bir hata karşısında, ya bir iyilik yapmak suretiyle onu izale etmeli ya da hemen secdeye kapanıp gözyaşlarıyla o günahın kirlerinden arınmalıdır. Bunu yapma adına da hiç vakit fevt etmemelidir. Zira ecel gizlidir; her an gelebilir.

· “Men tâbe tâbellah”. “Tevbe edene Allah da tevbe eder.

· Allah kulunun tevbesine çok sevinir.

· Maizin tevbesi büyük günah işlemiş nefsine yenik düşmüş, Öyle bir tevbe ettiki bir ümmet arasında taksim edilseydi hepsine yeterdi.

· Tevbe bir pişmanlıktır, hüzündür. bu pişmanlıktan kaynaklanan hüzün, onun bütün benliğini sarmalı ve kalbinin ritmini değiştirmelidir. Aksine böyle bir yakarış ve hüzünle pişmanlığın dile getirilmemesi, o günaha giden yolların açık bırakılması demektir ki, şeytanın o kapıdan tekrar girmesi her zaman mümkündür.

· Ayrıca, bu tevbe için şu şartları öne sürmüşlerdir:

Birincisi: İşlenen günah kul hakkıyla alâkalı ise, evvelâ o hak sahibine verilmeli ve ondan helallik dilenilmelidir.

İkincisi: Bir daha aynı günaha dönmemek üzere ciddi ve kesin bir kararlılık içinde olunmalıdır.

Üçüncüsü: O günahla tevbe arasında ikinci bir günah işlemeye vakit bırakmamalı, yani elden geldiğince günahlar beş dakika bile tevbe siz kalmamalıdır.

· Bu mevzuda yine Efendimiz’den (asm) şeref südûr olmuş, sabah akşam okunan ve “seyyid-ül istiğfar” diye bilinen bir dua daha mervidir ki oda: “Allahümme ente rabbî, lâ ilâhe illâ ente halaktenî ve ene abdüke ve ene ala ahdike ve va’dike mesteta’t euzü bike min şerri ma sana’t, ebûu leke bini’metike aleyye ve ebûu bizenbi feğfirli feinnehu leyağfiruzzunûbe illa ent” istiğfarıdır. Seleften bazıları, “ente” kelimesinin sonuna “Ya Gaffar, Ya Gafûr” isimlerini de ilave etmişler. Bunlar, Efendimiz’den mervi olanlar arasında olmasa da Rabbimizin iki mübarek ismini şefaatçi yaparak Allah’a teveccüh etme mânâsında çok güzeldir.

· Allah Resûlünden mervi bir hadiste, tevbe ve istiğfardan önce iki rekat namaz kılmaktan, sonra da tevbe edenin başını yere koyarak tam konsantre olup, Rabbin rahmetiyle münasebete geçeceği ana kadar, secdede “Ya Hayyu ya Kayyûm bi rahmetike esteğîsü eslihlî şe’ni külleh velâ tekilni ilâ nefsi tarfete ayn” “Ey Hayy-u Kayyum, benim her halimi ıslah eyle, Sen beni göz açıp kapayıncaya kadar nefsimle başbaşa bırakma” gibi dualardan da söz ediliyor

· insan ne kadar günah işlerse işlesin ve tevbesi hangi sayıya varırsa varsın mutlaka yine tevbe etmelidir. Bu ifadeler kesinlikle işlenen günahı hafife alma manâsına gelmez; belki tevbenin lüzumunu ve önemini işâretler.



[Linkleri görebilmeniz için kayitli üye olmaniz gerekmektedir. [url=register.php">Üye olmak için lütfen tiklayiniz. (register.php">Üye olmak için lütfen tiklayiniz.[/url)] Çocukluk dönemine ait hüzünlü bir hâtýra ile yazýlmýþtý. Bunca yýl sonra, mübârek Ramazanda, bir kere daha, hem de urbasýný deðiþtirmeden soluklamak istemiþtim...