PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Üstad BedİÜzzaman Saİd Nursİ Hz.



Editor
12-04-2010, 03:25
ÜSTAD

BEDİÜZZAMAN

Said Nursi



Bediüzzaman, İslam’ın inanç, moral ve vicdani enginliğini, hem de en katıksız ve tesirli şekilde ortaya koyan çağın bir numaralı insanıdır. Bu iddianın hakikati, onun hayatına bakıldığı zaman apaçık bir şekilde görülecektir.

Bediüzzaman’ın ideali, yaşadığı çağla hesaplaşması, iman ve ihlasının azameti, insani enginliği, vefası, sadeliği, iffeti, tevazuu, cesareti ve saymakla bitiremeyeceğimiz daha nice özelliği, o kadar derin ve boyutludur ki, niçin kendisine “Bediüzzaman” (Zamanın eşsiz güzelliği) ve “Müceddid’üd-din” (Dinin yenileyicisi) ünvanlarının verildiğini bize apaçık bir şekilde anlatırlar. Bu yazıda Bediüzzaman’ın faziletlerini anlatmamızın ve onu övmemizin nedeni, onun, çağın vazifelisi olduğunu ve dolayısıyla onun eserlerine yönelmek gerektiğini vurgulamaktır.

İşte Bediüzzaman deryasından bir kaç damla…



İLMİ ve FİKRİ YÖNÜ

Keskin zekası, harikulade hafızası ve üstün kabiliyetleriyle çok küçük yaşlardan itibaren dikkatleri üzerine toplayan Said Nursi, normal şartlar altında yıllar süren medrese eğitimini 3 ay gibi kısa bir zamanda tamamlamıştır.

Said Nursi daha çocuk yaşlardayken rüyasında kıyametin koptuğunu ve kendisinin mahşer meydanında bulunduğunu görür. “Peygamberimizi bulmalıyım” diyerek Sırat köprüsünün başına gider. Bütün peygamberleri tek tek gördükten sonra Efendimiz Aleyhissalatü Vesselamla görüşür ve ondan ilim talep eder. ALLAH Resulü “Ümmetimden kimseye soru sormamak şartıyla sana ilim verilecektir!” buyurur. Budan sonra Said Nursi için ilim tahsili hayat tarzı olur.

Öğrenim hayatı boyunca pek çok hocası olmuştur. Bunlardan biri olan Fethullah Efendi bir gün kendisine “Geçen sene Suyuti okuyordun, bu sene Cami mi okuyorsun?” diye sorar. Said Nursi

“Cami’yi okudum!” cevabını verir.

Bunun üzerine, Fethullah Efendi, hangi kitabın ismini söylediyse, Said Nursi’nin, o kitabı okuduğunu beyan etmesi, onu kendisi hakkında hayrete düşürür. Sonunda Said Nursi’ye “Sen geçen sene deliydin, bu sene de mi delisin?” der.

O zaman Said Nursi, saydığı kitaplardan imtihana hazır olduğunu ifade eder ve fiilen de kendisine yöneltilen bütün soruları en ufak bir tereddüt göstermeksizin cevaplar. Bu da Fethullah Efendi’yi dehşete düşürür. Nihayet kendisine “Pek ala, zekanız harika, fakat ezberleme gücünüz nasıl? Şu kitaptan birkaç satırı iki defa okuyarak ezberleyebilir misiniz?” deyip “Makamat-ı Hariri” isimli kitabı uzatır. Said Nursi’nin kitabı alarak bir sayfasını bir defa okumakla ezberlemesi Fethullah Efendi’yi şaşkına çevirir ve şöyle demesine sebep olur: “Zeka ile hafıza kuvvetinin aşırı derecede bir kimsede toplanması nadirdir.”

Daha sonra Said Nursi burada Usul-i Fıkıh ilmine dair büyük bir kitap olan “Cemul-Cevami” kitabını bir haftada, her gün bir iki saat çalışarak okur. Bu okuması, kitabı ezberlemesine yeter ve Fethullah Efendi’yi kitabın kapağına şu ifadeyi yazmaya sevk eder: “Cemul-Cevami isimli kitabın bütününü bir haftada ezberledi!”

Bir keresinde Tillo’da ibadet için itikafa girdiği bir yerde çok büyük bir sözlük olan “Kamus-u Muhit”i Sin harfine kadar ezberler. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulduğunda ise “Kamus, her kelimenin kaç manaya geldiğini gösteriyor; ben de, her mananın kaç kelimeye denk geldiğini gösteren bir sözlük yazma merakına düştüm!” demiştir.

Zamanın Bitlis Valisi Ömer Paşa, kendisini çok ısrarlı bir şekilde davet ettiğinden bu arzuyu geri çeviremez ve bir dönem Vali’nin konağında kalır. Said Nursi burada kelam, mantık, nahv, tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerine dair bir çok kitap okuyup İslami ilimlerin ana kaynaklarından 80 kitaptan fazlasını ezberler. Bunları her gün ezberden okumak suretiyle 3 ayda bir devreder.

Yüksek ilminden dolayı kendisine çok büyük ikram ve ihtiramlar olur.

Başka bir zaman Van’a gider ve Tahir Paşa’nın konağında kalır. Burada bulunan kütüphaneden büyük ölçüde faydalanır. Kısa zamanda tarih, felsefe, coğrafya, matematik, jeoloji, fizik, kimya, biyoloji, ve astronomi gibi bilimleri, bu bilimlerde uzmanlaşacak kadar öğrenir. Daha sonra pozitif ve dini ilimlerin bir yerde okutulması fikriyle “Medreset’üz-Zehra” isimli bir üniversite kurmaya karar verip Padişaha başvurduysa da, çeşitli nedenlerden dolayı bu proje gerçekleşmez.

Genç yaşlarından beri ilmi münazaralara katılmakta olan Said Nursi, bu münazaralarda gösterdiği akıl almaz başarı sayesinde diğer alimler tarafından çok büyük bir takdir görmüş ve “Said-i Meşhur” ve “Bediüzzaman” diye anılır olmuştur.

1907 senesinde İstanbul’da, Fatih semtindeki Şekerci Hanına yerleşir ve odasının kapısına şöyle bir levha astırır: “Burada her suale cevap verilir, her müşkül halledilir. Fakat sual sorulmaz.”

Hasan Fehmi Başoğlu bu konudaki hatırasını şöyle anlatıyor: “Bir gece, ilahiyat ilimlerinden bahseden gayet derin ve ancak birkaç kitapta bulunan mevzuları soru halinde hazırladım. Ertesi gün kendisini ziyarete gittim, soruları sordum. Sanki o akşam beraber imişiz ve kitaba beraber bakıyormuşuz gibi, sorularımın cevabını tam olarak verdi. Ben tamamen mutmain oldum ve kesin olarak anladım ki, onun ilmi bizimki gibi kesbi (gayret gösterilerek elde edilen) değil, vehbi (ALLAH vergisi)dir.

Fatih Dersiamlarından Harbizade Tavaslı Hasan Efendi isminde bir zat, 90 sene gibi uzun ömrünü ders vermekle geçirmişti. Bu süre zarfında sadece bir gün derse gidememişti. O da Bediüzzaman’ı ziyaret ettiği gündü. Ertesi gün derse gelip talebelerine hissiyatını şöyle ifade etti: “Böylesi görülmemiştir. Böyle bir zat nadire-i hilkattir. Bu zat gibisi henüz gelmemiştir.”

İşte Bediüzzaman, bu ilmi enginliğindendir ki, Risale-i Nur Külliyatıyla, asrın ihtiyaçlarına uygun ve yüzde yüz Kurani, yepyeni bir fikri akım diyebileceğimiz bir anlayış ortaya koymuştur. Materyalizm ve Darwinizm sayesinde artan dinsizlik cereyanı karşısında, geleneksel kelam ilminin İslami hakikatleri savunmadaki yetersizliğini fark etmiş ve İslam’a yapılan büyük saldırılar karşısında iman esaslarını akli ve mantıki sahada, o kadar orijinal ve benzersiz delillerle ispatlamıştır ki, bütün bunların neticesinde şu iddialı sözü pervasızca söyleyebilmiştir: “Kur'ân-ı Hakîmin kuvvetiyle, sizin dinsizleriniz dahil olduğu halde bütün Avrupa'ya meydan okuyorum. Bütün neşrettiğim iman nurlarıyla, onların tabiat dedikleri sağlam kalelerini mahvetmişim. Onların en büyük dinsiz filozoflarını hayvandan aşağı düşürmüşüm. Dinsizleriniz dahi içinde bulunan bütün Avrupa toplansa, Allah'ın tevfikiyle, beni o mesleğimin bir meselesinden geri çeviremezler, inşaallah mağlûp edemezler.”

Nadide mütefekkirlerimizden Cemil Meriç, onun bu fikri boyutunu “asırları kucaklayan bir tefekkürün çağdaş idrake seslenişi” olarak değerlendirmiş ve şöyle bir açıklama yapmıştır: “Bediüzzaman ve eserlerine olan alakasızlığımız tam bir yüz karasıdır.”



İZZET, İSTİĞNA ve CESARETİ

Bediüzzaman, çocukluk dönemlerinde dahi izzet ve haysiyetine uygun düşmeyen hallerden kaçınır ve kendisine yapılan ufak bir aşağılamaya bile dayanamaz, hemen mantıki bir cevap verirdi. Ve çok büyük zahmet ve meşakkatlere katlanma uğruna, kesinlikle insanların minneti altına girmezdi. Bunu kendi adına bir zillet kabul ederdi.

Risale-i Nur’un tesirini kırma adına “Milletin sırtından geçiniyor!” iftirasına maruz kalmamak ve insanlara minnet çekmemek için kendisine gönderilen hediyeleri kabul etmez, her hangi biri yemek benzeri bir şey gönderdiği zaman mutlaka ücretini öderdi.

Bediüzzaman’ın kendi tabiriyle “Eski Said”i “Yeni Said”e dönüştüren olaydan sonra Üstad’daki bu benzersiz izzet; tevazu ve hilme dönüşmüştür. Üstad bu yeni döneminde kendisine yapılan en ağır hakaretlere bile karşılık vermemiştir.

Bediüzzaman’ın cesareti ise tek kelimeyle “eşsiz”dir. Bu cesaret, Üstad’ın çocukluk dönemlerinden beri kendisini ağırlığıyla hissettirmiştir. Mesela çocukluk döneminde kendisini dövmeye çalışan arkadaşlarını hocasına şikayet ederken şöyle demiştir: “Hocam, şunlara söyleyin ikişer ikişer gelsinler.”

Bitlis'de iken bir gün kendilerine Vali ile bir kısım memurların içki içtikleri ihbar olununca, hiddetlenerek, "Bitlis gibi dindar bir memlekette hükûmeti temsil eden bir zatın işlediği bu muameleyi kabul edemem!" diyerek içki meclisine gider. Evvelâ içki hakkında bir hadis-i şerif okuduktan sonra pek acı sözler söyler. Valinin vurdurmak için işaret etmesi ihtimaline binaen de bir elini rovelverinin bulunduğu yerde tutar. Fakat Vali fevkalâde sabırlı ve hamiyetli bir zat olduğundan, katiyen ses çıkarmaz. Oradan ayrılınca Valinin yaveri, Genç Said'e, "Ne yaptınız? Söyledikleriniz, idamınızı gerektirir!" der.

Genç Said, "İdam hayalime gelmedi; hapis ve sürgün zannederdim. Her ne ise, bir kötülüğü def etmek için ölürsem ne zararı var?" cevabında bulunur.

Oradan döndükten bir iki saat sonra, iki polis vasıtasıyla Vali kendisini istetir. Valinin odasına girerken, Vali hürmet ve tâzimle genç Said'i karşılayarak elini öpmek ister. İltifatla yer göstererek, "Herkesin bir üstadı vardır. Sen de benim üstadımsın" der.

Bediüzzaman bir vesileyle Sultan Abdulhamitle görüşür. Mevcut sistemdeki bazı eksiklikleri eleştirir. Bundan dolayı Sultan’ın yakınındaki bazı adamlar onu askeri mahkemeye sevk ederler. Bu mahkemede öyle büyük bir cesaretle konuşur ki, mahkeme reisi Bediüzzaman’ın deli olup olmadığını tespit ettirmek için onu bir doktora yollatır. Doktor kendisini muayene ederken Bediüzzaman öyle bir açıklama yapar ki doktor şöyle demek zorunda kalır: “Eğer Bediüzzaman da zerre kadar bir delilik varsa, bütün yeryüzünde tek bir akıllı insan yok demektir.”

Bundan hemen sonra Bediüzzaman Emniyet Müdürlüğüne gönderilir ve Emniyet Müdürü kendisine şöyle der: “Padişah sana selam etmiş, bin kuruş da maaş bağlamış.” Bediüzzaman da “Ben maaş dilencisi değilim… Kendim için gelmedim, memleketim için geldim” der. Müdürün, “İradeyi reddediyorsun. İrade reddolunmaz” demesine mukabil, o “Reddediyorum, ta ki Padişah darılsın, beni çağırsın, ben de doğrusunu söyleyeyim!” der. Müdür “Bu işin neticesi vahimdir!” deyince de şu müthiş açıklamayı yapar: “Neticesi deniz olsa, geniş bir kabirdir. İdam olunsam bir milletin kalbinde yatacağım. Hem de İstanbul’a geldiğim vakit, hayatımı rüşvet getrmişim. Ne ederseniz ediniz. Bunu da ciddi söylüyorum!”

31 Mart hadisesi meydana gelir. Bediüzzaman’ın gizli düşmanları bu hadiseyi bahane ederek, hiçbir alakası olmamasına rağmen onu da mahkemeye çıkarırlar. Bu hadiseye ismi karışan on beş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde, sert bir şekilde muhakeme olunur. Üstad’ın tavrı ise daha sert olmuştur: “Bu asılanlarla beraber gitmeye hazırım. Nasıl ki, bir bedevî, İstanbul'un güzelliğini işitmiş, fakat görmemiş; nasıl müthiş bir arzuyla görmeyi ister! Ben de acayip ve garip şeylerin sergisi olan ahiret alemini öyle büyük bir arzuyla görmek istiyorum. Beni oraya sürmek, bana ceza değil! Sizin elinizden gelirse, beni vicdanen azaplandırın! Ve illâ başka suretle azap, azap değil, benim için bir şandır!”

Bediüzzaman bu dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraat etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid'den tâ Sultanahmed'e kadar, arkasında kalabalık bir halk kitlesi mevcut olduğu halde, "Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!" nidâlarıyla ilerlemiştir.

Bediüzzaman 1. Dünya Savaşında gönüllü alay kumandanlığı yapmış ve talebeleriyle yaptığı müdafaalarla Ermenilerin ve Rusların gönlüne korku salmıştır. Üstad’ın savaştaki hünerleri saymakla bitmez. Ayrıca fevkalade bir şekilde vücuduna pek çok gülle isabet etmesine rağmen kendisine hiçbir şey olmadığı bizzat talebelerinin şahitliğiyle sabittir. Üstad bu savaşın sonunda hem yaralı, hem de ayağı kırık bir şekilde 33 saat su ve çamurun içinde kalır. Fedakar talebeleri de kendisiyle beraberdir. Üstad talebelerine “Beni bırakın, siz kendinizi kurtarın!” demesine rağmen talebeleri kendisini bırakmaz.

Daha sonra Üstad Hazretleri Ruslar tarafından esir edilir. Esir kampında başından şöyle bir olay geçer. Rus orduları Başkumandanı Nikola Nikolaviç esir kampını teftişe gelir. Herkes ayağı kalkar, fakat Bediüzzaman kalkmaz. Nikolaviç bir tercüman vasıtasıyla “Beni tanımadılar mı?” der. Üstad da “Evet, tanıdım. Nikola Nikolaviç’tir” der. Nikolaviç “O halde niçin kalkmadılar?” der. Üstad Hazretleri “Ben İslam alimiyim. Eğer sana kıyam etseydim mukaddesatıma hürmetsizlik etmiş olurdum. Onun için ben sana kıyam etmem” deyince de, Üstad’ın infazına karar verilir. Çevresindekiler kendisine “Özür dile, belki kurtulursun” derler. Fakat Üstad’ın kararı kesindir: “Ben ahiret diyarına göçmek ve Huzur-u Resulullah’a (s.a.v.) varmak istiyorum. Bana bir pasaport lazımdır. Ben imanıma muhalif hareket etmem!”

Üstad Hazretleri infazdan evvel namaz kılmak istediğini söyler. Kendisine izin verilir. Nikolaviç kendisini hayranlıkla izler ve daha sonra Üstad’a şu açıklamayı yapar: “"Beni affediniz. Sizin beni aşağılamak için bu hareketi yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanunî muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi imanınızdan alıyorsunuz ve mukaddesatın emirlerini yerine getiriyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiş; dinî salâhatinizden (salihliğinizden) dolayı şâyân-ı takdirsiniz. Sizi rahatsız ettim, tekrar tekrar rica ediyorum, beni affediniz."

Bediüzzaman’ın müthiş cesaretine bir misal de, İngilizlerin İstanbul’u işgali sırasında Hutuvat-ı Site isimli, İngilizlerin aleyhinde bir risale yazmasıdır. İngiliz Başkumandanı Bediüzzaman’ı idam etmekten alıkoyan tek sebep, Üstad’ın tek bir kılına bile zarar geldiği takdirde doğuda önü alınamayacak bir isyanın patlak verme ihtimaliydi. Yine bu dönemde kendisinden, Anglikan Kilisesi Başpapazı tarafından sorulan altı soruya altı yüz kelime ile cevap vermesi istendiğinde şöyle demiştir: “Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle değil, hattâ bir kelimeyle değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı mağrurane üstümüzde sual sormasına karşı yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!”

Evet, Bediüzzaman’da cesaret öylesine doruklaşmıştır ki, arkasından çevrilen onca oyuna ve yapılan onca suikaste rağmen boynundaki kefeniyle ölüme meydan okuduğunu göstermiş ve kendisi hakkında söylenmiş bir söz olan “O, mahkumken bile hükmediyordu!” sözünü tamamen hak etmiştir. Mesela bir mahkemede kendisinden sarığını çıkarmasını isteyen bir hakime şöyle kükremiştir: “Bu sarık ancak bu başla birlikte çıkar!”

Başka bir yerde de şöyle demiştir: “Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, Kuran hakikatine feda olan başlar, inkarcılara teslim-i silâh etmeyecek ve kudsi vazifelerinden vazgeçmeyecekler inşaallah!”

“Zararlı fikirlerini başkalarına da yayıp bizim dünyamıza karışacak” kuruntusuyla kendisini hapishane hapishane gezdiren bir kesim Üstad Hazretleri hakkında “Said elli bin nefer kuvvetindedir. Onun için serbest bırakmıyoruz” demiş, Üstad Hazretleri de buna cevap olarak şöyle demiştir: “Ey bedbaht ehl-i dünya! Bütün kuvvetinizle dünyaya çalıştığınız halde, neden dünyanın işini dahi bilmiyorsunuz, divane gibi hükmediyorsunuz? Eğer korkunuz şahsımdan ise, elli bin nefer değil, belki bir nefer elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani, odamın kapısında durup bana "Çıkmayacaksın" diyebilir. Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur'ân'a ait dellâllığımdan ve imanımın manevi kuvvetinden ise, elli bin nefer değil, yanlışsınız, meslek itibarıyla elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun!

SABIR, TAHAMMÜL ve TEVEKKÜLÜ

Bediüzzaman Hazretlerinin hayatına bakıldığında, hep bir sıkıntı, çile ve ızdırap halinin kendisinde hükümferma olduğu görülür. Onun ömrü hep nurlu vadilerde geçmiştir. Karanlık vadilerde dolanan yarasaların nurdan hoşlanmaması misali, belli çevreler de hakikatin nuruna gözlerini kapamış ve o nuru temsil eden nurani zata etmediklerini bırakmamışlardır. Fakat neredeyse ömrünün yarısını hapis ve sürgünlerde geçiren bu iman mücahidini hiçbir menfi tesir sindirememiştir. Üstad Hazretleri defalarca zehirlendiği, kışın en soğuk günlerinde hücresinde ıslatıldığı ve akla hayale gelmedik işkencelere maruz kaldığı halde, davasına olan sadakatinden zerre miktar taviz vermemiştir.

Üstad Hazretleri bir yerde “****en küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde, bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti” der, fakat kesinlikle bunu şikayet vesilesi yapmaz. “Kader, benim hatalarıma binaen beni zalimlerin eliyle cezalandırıyor” düşüncesiyle “Ey adil kader!” der ve sabır içinde şükreder.

Üstad Hazretleri çok sıkıntılı bir zamanında bir talebesine gönderdiği mektupta şöyle demiştir: “Üstadlarımdan Mevlânâ Celâleddin'in nefsine dediği gibi dedim: “O ‘Ben senin Rabbin değil miyim?’ dedi; sen ‘Evet, Rabbimsin” dedin. ‘Evet’ demenin şükrü nedir? ‘Bela’ çekmektir.”

Denizli hapsinde bir insanın çok zor dayanacağı baskı ve işkencelere maruz kaldığı halde “Denizli hapsindeki bir günlük sıkıntıyı, Emirdağ ikametinde bir günde çekiyordum” demiştir.

Üstad bir keresinde bir talebesine şöyle demiştir: “Ben de on hastalık var ki, bunlardan bir tanesi sende olsaydı, ayağı kalkamazdın!”

Bütün bu çile, ızdırap ve sıkıntılara rağmen Üstad Hazretleri başka bir yerde şöyle demiştir: “Bana ızdırap veren, İslam’ın maruz kaldığı tehlikelerdir. Yoksa şahsımın maruz kaldığı tehlikeleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli sıkıntıya maruz kalsam da, İslam kalesinin istikbali selamette olsa!”

Üstad Hazretleri, başına gelen bu sıkıntıların ALLAH’tan geldiğini bilir ve tevekkül eder. Bir eserinde tevekkülsüz insanı, sultanın emniyetli gemisine bindiği halde yükünü gemiye bırakmayan adama benzetir. Üstad Hazretlerinin lügatinde darılma, yılma ve bezme gibi kelimeler yoktur. O, ALLAH’a tevekkül eder ve sa’ye ram olur. İşte sürgünde, garip, kimsesiz, yalnız, hasta, ihtiyar ve sayısız düşman sahibi bir insanın vesile olduğu bu oluşumun büyüklüğünün sebebi, onun hiçliğini bilerek ALLAH’a tevekkül etmesinde aranmalıdır.



İNSANİ ENGİNLİĞİ

Bediüzzaman Hazretleri, milyonlarca insana insanlığın gerçek mana ve mahiyetini duyurmuş hakiki bir insandır. O, bin bir günahın sel olup aktığı karanlık bir çağda, aklını, kalbini, fıtratını, dolayısıyla insanlığını bozulmaktan korumuş bir irade insanıdır. Bu haliyle o, sanki 20. asra Asr-ı Saadet’ten düşmüş gibidir.

Üstad Hazretleri, ruh, akıl, kalp, vicdan, irade, duygu ve düşünce yönüyle tam, kusursuz ve mükemmeldir. Bir insan hem aşırı duygusal, hem de aklen kusursuz olabilir mi? İşte bunu Üstad Hazretlerinde görüyoruz. O, akıl, mantık ve muhakeme yönüyle o kadar derindir ki, bu zamana kadar hiç kimse tarafından akılla izah edilememiş imani ve İslami meseleleri, mantık ve muhakeme zemininde apaçık ispat etmiş ve kendisine ne sorulursa sorulsun cevap veremediği bir mesele olmamıştır. Yine aynı Bediüzzaman’ın kalbi inceliğini, kendisine ait olan şu söz çok güzel ifade eder: “Fıtratımda rikkat-i cinsiye (insanın kendi cinsinden olana acıması) ile acımak hissi ziyade bulunduğundan, kendi acımdan başka, binler kardeşlerimin acılarını da o şefkat sırrıyla çektiğimden, yüzler sene yaşamış gibi ihtiyarım. Ve siz ne kadar ayrılık belâsını çekmişseniz, benim kadar o belâya mâruz kalmamışsınız. Çünkü oğlum yoktur ki yalnız oğlumu düşüneyim. Bendeki fıtrî olan bu ziyade acıma duygusu ve şefkat, binler Müslüman evlâtlarının, hattâ mâsum hayvanların acılarına karşı dahi bir rikkat, bir acı, o şefkat sırrıyla hissediyordum. Hususî bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim. Belki bu memleketle ve belki âlem-i İslâmın kıtasıyla, hanem gibi, hamiyet-i İslâmiye noktasında alâkadarım. Ve o iki büyük hanedeki dindaşlarımın elemleriyle müteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum.”

İşte Bediüzzaman’ın bu müthiş cazibesine kapılanlar, hakiki insanlığı onunla tanıdıklarını itiraf etmektedirler. Üstad Hazretleri talebeleri tarafından o kadar sevilmektedir ki, kendisi hapishanedeyken talebeleri ondan ayrı kalmaya dayanamaz ve “Bizi de içeriye alın!” diyerek müracaat ederler.

Üstad da “Benim etimi cımbızla çeksinler, ama talebelerime dokunmasınlar” diyecek kadar talebelerine bağlıdır.

Üstad Hazretlerinin karakterinin en etkileyici yönü, zıt ahlak özelliklerini kendisinde toplamasıdır. Mesela Üstad Hazretleri, olanca izzet, azamet ve cesaretine rağmen müthiş bir tevazua sahiptir. Kendisine “Asrın eşsiz güzelliği” denilen bir insanın kendisini beğenmemesi ve hatta kendisini aşağılık bir varlık olarak görmesi çok müthiş bir hadisedir. Üstad Hazretleri eserlerinde bizzat kendi nefsine “Ey gafil Said!” diye hitap eder. Kader Risalesinde kendisine şöyle hitap etmektedir: “Sen, ey mağrur nefsim! Üzüm ağacına benzersin. Kendini beğenme! Salkımları o ağaç kendi takmamış; başkası onları ona takmış.”

Zaten Üstad Hazretleri kendisine büyük bir insan nazarıyla bakılmasını hiç hazmedememiş, kendisini talebelerinden yüksek bir konumda göstermemiş ve her zaman talebelerine “Hepimiz Kuran’ın rahle-i tedrisi altında ders gören talebeleriyiz” mesajını vermiştir.

O, insanların dertleriyle dertlenme yolunda kendini unutmuş, yaşatma zevkiyle yaşamayı hayatının düsturu edinmiş ve insanların ebedi hayatını kurtarma adına dünyasını ve ahiretini feda etmiş bir gönül eridir. Bir keresinde şöyle demiştir: “Bana ‘Sen şuna buna niçin sataştın?’ diyorlar. Farkında değilim. Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda biri beni kösteklemek istemiş de ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hadise bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler!”

İşte onun hasbiliğinin derecesini gösteren müthiş söz: “Bu milletin âsâyişine, hususan mâsum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve biçare hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlarına ve uhrevî saadetlerine binler hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım.”

Evet, Üstad Hazretlerinde şefkat ve merhamet o kadar inkişaf etmiştir ki, kalbinin hafakanlarının şu şekilde dile getirmiştir: “Milletimin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül-gülistan olur!”

Onun bu şefkat ve merhametinden hayvanlar dahi nasibini almıştır. Yediği çorbanın tanelerini karıncalara verdiği, bir köpeğin bile dedikodusunu yaptırmadığı ve herhangi bir hayvana yapılan ufak bir zulüm karşısında bile müthiş hiddetlendiği, talebeleri tarafından anlatılmaktadır.







İMAN, İHLAS ve TAKVASI

Üstad Hazretlerinin dini yaşamadaki hassasiyeti, imanı, ihlası, iffeti, takvası, tasavvufi yönü, sünnete bağlılığı ve İslam’ı yaşama ve yaymadaki cihadı da benzersizdir.

Ömrü boyunca bir kere bile laubali hareket ettiğine, yalan söylediğine ve günah işlediğine şahit olunmamıştır. O, ısmarlama bir zattır. Bu yüzden Cenab-ı Hakk onu her türlü kötü şeyden muhafaza buyurmuştur.

İman bütün faziletlerin gerçek kaynağıdır. Dolayısıyla Üstad Hazretlerinin bütün faziletlerinin kaynağı da onun o muhteşem imanıdır. Kendisine ait bir söz olan “Hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir” sözüyle adeta kendisini anlatmıştır. Bir talebesine gönderdiği bir mektupta şöyle demiştir: “Eğer bütün dünya bana verilse, bir iman hakikatini feda edemiyorum… İman hakikatlerinin her birisinin aksini aklen imkansız kabul ediyorum.”

O, eserlerinde anlattığı ve çevresine telkin ettiği şeyleri öncelikle nefsinde azami derecede yaşar. Onun beyanları ve telkinleri o yüzden bu kadar tesirlidir. İşte ondaki bu ihlastır ki, savaşta gönüllülere cesaret vermek için atıyla avcı hattında sağa sola koştururken kendi kendine “Acaba şu en ileride öne çarpan halim sakın bir kendini beğenmişlik olmasın!” muhasebesiyle, Hz. Ali’nin “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” sözüyle ifade ettiği hakikat gereğince, kendi talebelerinin arasına dönmeye onu sevk etmiştir. Ve ondaki bu ihlastır ki, hayatı boyunca katlandığı bütün çilelere rağmen, davasından bir adım geri dönmemiş ve taviz vermemiştir. Ve ondaki bu ihlastır ki, bir kaza sonucu dağdan düşme tehlikesiyle karşı karşıya geldiği anda “Davam!” diye haykırmış, hayatını dava endeksli yaşadığını göstermiştir. Bu, o denli derin bir dava şuurudur ki, Bediüzzaman Hazretlerine ev, eş ve eşya sahibi olma düşüncesini unutturmuştur.

Üstad Hazretlerinin takvası da dudak uçuklatacak mahiyettedir. Mesela Üstad Hazretleri gençlik yıllarında İstanbul’dayken, gözüne haram bir manzara ilişmesin diye mutlaka şemsiyeyle dolaşır. Ve bir keresinde şöyle demiştir: “Aah, ah, Eski Said’i sevmezdim. Ama on yıl İstanbul’da kaldı, bir kere bile haram nazar etmedi.”

Tahir Paşa’nın konağında kaldığı sırada Tahir Paşa’nın kızları Üstad Hazretlerini babalarına şöyle şikayet etmişlerdir: “Baba, bu genç kendi bulunduğu odaya bizi sokmuyor.”

Üstad’ın ibadet yönü o kadar derindir ki, Rusya’da esaretten döndükten sonra ömrünün sonuna kadar bir mağarada inzivaya çekilmeye karar verir. Fakat sürgün döneminin başlamasıyla bu arzusu gerçekleşmez. Zaten onun ömrünün büyük bir bölümü inzivada geçmiştir.

Takvanın bir boyutu da vakti en iyi şekilde değerlendirmedir. Üstad Hazretlerinin gününde kesinlikle boş geçen bir ana rastlamak mümkün değildir. O, gününü, hep bir ibadet, dua, tefekkür ve zikir dantelası örerek geçirir. Kendisi devamlı surette her gün Şah-ı Nakşibend, Abdulkadir-i Geylani ve İmam-ı Rabbani gibi büyük zatların dualarının içinde bulunduğu “Mecmuat’ül-Ahzab” adlı dua kitabını ve Cevşen’i hatmeder ve talebelerine de bu duaları okumaları gerektiğini söyler. Günde iki-üç saat uyuyan Üstad Hazretleri her gece teheccüt namazının ardından, geçmişte yaşamış büyük zatlardan kendisiyle alakası bulunan en küçük zatlara kadar bir çok insanın isminin yazılı bulunduğu koca bir listeyi hatmeder ve listede adı geçen her bir zata dua eder. Ve Üstad Hazretleri bu işlemi her gün tekrarlar.

Onun tefekkür boyutunun başdöndürücülüğünü anlatmak ise bizi aşar. Bunu, Risale-i Nur’u okuyarak siz kendiniz keşfetmelisiniz.

“Bizi, lezzeti şükür için isteyenlerden kıl!” diye dua eden Üstad Hazretleri, yemek için yaşayanlardan değil, yaşamak için yiyenlerdendir. O kadar ki, bir senede 36 ekmekle yetindiği, talebelerinin şahitliğiyle sabittir.

Üstad Hazretleri sürgün hayatının başlamasından sonra hiç çalışmamıştır. Bu yüzden kendisine “Ne ile yaşıyorsun? Çalışmadan nasıl geçiniyorsun? Memleketimizde tembelce oturanları ve başkasının çalışmasıyla geçinenleri istemiyoruz” diyenler de olmuştur. Kendisi bu ithamlara “Bereket ve ikram-ı İlâhî ile yaşıyorum. Gerçi nefsim her hakarete, her ihanete müstehak ise de, fakat Kur'ân hizmetinin kerameti olarak, erzak hususunda, ikram-ı İlâhî olan berekete mazhar oluyorum. “Rabbinin nimetini yad et!” ayetinin sırrıyla, Cenâb-ı Hakkın bana ettiği ihsanları yad edip, manevi bir şükür türünden birkaç örneğini söyleyeceğim. Manevi bir şükür olmakla beraber, korkuyorum ki, bir riya ve gururu hissettirmesi neticesinde o mübarek bereket kesilsin. Çünkü övünerek gizli bereketi açıklamak, kesilmesine sebep olur. Fakat, ne çare, söylemeye mecbur oldum” şeklinde karşılık vermiş ve ne kadar az yemek yediğini, yedi senedir aynı elbiseyle idare ettiğini ve iktisat prensibine bağlılığını anlatmış, meselenin sonunu da şöyle bağlamıştır: “Bir tavuğum var. Şu kışta yumurta makinesi gibi, pek az fasılayla her gün rahmet hazinesinden bana bir yumurta getiriyordu. Hem bir gün iki yumurta getirdi, ben de hayrette kaldım. Dostlarımdan sordum, "Böyle olur mu?" dedim. Dediler: "Belki bir ihsan-ı İlâhîdir." Hem şu tavuğun yazın çıkardığı bir küçük yavrusu vardı. Ramazan-ı Şerifin başında yumurtaya başladı, tâ kırk gün devam etti. Hem küçük, hem kışta, hem Ramazan'da bu mübarek hali bir ikram-ı Rabbânî olduğuna, ne benim ve ne de bana hizmet edenlerin şüphemiz kalmadı. Hem ne vakit annesi kesti, hemen o başladı, beni yumurtasız bırakmadı.”

Üstad Hazretleri ömrü boyunca kesinlikle iktisada zıt hareket etmemiştir. Ve para namına eline ne geçmişse, mutlaka onu iman hakikatlerinin neşri adına matbaalara yatırmıştır. O, hayatını hep İ’la-yı Kelimetullah (ALLAH’ın adının gönüllerde yücelmesi) ve cihad eksenli yaşamıştır. Risale-i Nur sayesinde milyonların imanının kurtulması ve Risale-i Nur’un dilden dile çevrilerek dünyanın dört bir yanına yayılması, onun cihadının büyüklüğünü kör olmayanlara gösterecektir.

İşte Üstad Hazretlerinin İslam’ı temsil ve tebliğdeki bu ihlası neticesinde etrafındaki daire devamlı genişler. Hapisteyken, caniliğiyle meşhur birinin ruhunda öyle bir inkılaba vesile olmuştur ki, bu zat kendisine “Üstadım, yataktaki pireleri öldürmek zorunda kalıyoruz, günah mıdır?” demiştir.



MANEVİ ŞAHSİYETİ

Bediüzzaman Hazretlerinin bütün bu özelliklerini düşündüğümüzde ortaya müthiş bir tablo çıkmaktadır. Evet o, eşi-benzeri olmayan çok nadide ve muhteşem bir şahsiyettir. Onun hayatı ve eserleri tedkik edildiğinde anlaşılacaktır ki, böyle büyük bir tesire ancak seçilmiş bir insan mazhar olabilir. Bununla beraber çocukluğundan beri başından geçen fevkalade hadiseler ve keramet nevinden olaylar, onun vazifeli ve seçilmiş bir şahıs olduğunu teyid etmektedir.

O, daha doğmadan bir çok evliya tarafından müjdelenmiş bir zattır. Mesela Gavs-ı Hizan Seyyid Sıbğatullah, sıradan bir köylü olan Üstad’ın babasına çok büyük hürmet gösterir. Bu davranışı çevresinde bulunan insanlar yadırgar. “Niçin böyle yaptınız?” diye sormaları üzerine “Bu zatın sulbünden öyle birisi gelecek ki, yüz kutbiyet (çok büyük evliyalık mertebesi) onunderecesine yetişemez” der.

Üstad Hazretlerinin pek çok kerameti de görülmüştür. Onu öldürmek için kalkan eller kurumuş, ona atılan kurşun yolunu değiştirmiş, ona verilen zehir tesirini inkar etmiş, nehirlerden yürümüş, kelepçeleri çözmüş, dilediğinde hapishane kapıları otomatik çalışır gibi açılmış, kurak bir beldeye adım atınca yağmurlar yağmış, bereket ve bolluk gelmiş, kediler onun yanında iken farelere ilişmemiş, kuşlar hizmetini tebrik için etrafında pervane olmuş, vahşi hayvanlar onun yanında boyunlarını büküp oturmuş, kabir ehlinin halini keşfetmiş, uzaktaki hadiseleri şahit gibi anlatmış, insanların içlerinden geçenleri söylemiş, geleceğe dair haberler vermiş, yanına gelenleri hiçbir haber ulaşmadığı halde talebelerine karşılatmış, insanların soy kütüklerini söylemiş, bir anda bir çok yerde görülmüş, hapishanedeyken Cuma namazlarında görüldüğü resmi kayıtlara geçmiş, ateşe atılan cüppesi yanmamış, dokunduğu hasta veya duasını alan kişi şifa bulmuştur.

Evet, burada anlatılan olayların hepsi pek çok şahidin şehadetiyle sabittir.

Sosyal Bahçe
04-06-2013, 17:08
Üstad Bediüzzaman Hazretleri'nin Risale-i Nur Külliyatından paylaşımları Risale Bahçesi (Only the registered members can see the link) adresinden ulaşabilirsiniz.TIKLAYIN (Only the registered members can see the link)

Ayrıca Twitter ve Facebook ta paylaşmanız için derlenen kısa yazıları Bediüzzaman Said-İ Nursi (Only the registered members can see the link) adresinden bulabilirsiniz TIKLAYIN (Only the registered members can see the link)

---------Paylaşmak Güzeldir----------
---------Sosyal Bahçe ----------
--------Güzelliklerin bahçesi..-------