PDA

Orijinalini görmek için tıklayınız : Onbaşı Hasanın hikayesi!!



CABBARİ
08-06-2006, 19:39
MEVKİ: Kudüs. Mekân: Mescid ül Aksa Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma. Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri rehberlerinin yardımı
ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz.

Kudüs Kapalı Çarşısı'nda rüzgâr gibi dolanan entarili kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü, önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül
Aksa'nın önüne kavuşturur. Mir'ac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble'mize yani...

Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim lâkabımızla anılır. "12 bin şamdanlı avlu" derler oraya. Yavuz Selim 30 Aralık 1517 salı günü Kudüs'ü devlete
katmıştır da, ortalık
kararmıştır. Yatsı namazını o avluda kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12 bin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı
geniş merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu ikinci avluya ulaşırsınız.

O'nu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy. İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi. Palto?.. Hayır, kaput, pardesü veya kaftan?
Değil. Öyle bir şey, işte.

Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüzbinlerce
çizgi, kırışık ve kavruk bir deri kalıntısı.

Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var. Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. "Kim bu adam?" dedim.

Lâkaydi ile omuz silkti. "Bilmem," diye cevap verdi. "Bir meczub işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi, hâlâ duruyor ya... Kimseye
bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi görmez."

KAN MI ÇEKTİ NEDİR?

Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe "Selâmünaleyküm baba" dedim.

Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana, bizim o canım Anadolu Türkçemizle
cevap verdi:

— Aleykümüsselâm oğul...

Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...

— Kimsin sen, Baba? dedim.

Anlattı ki, ben de size anlatacağım.

Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs'ü 401 yıl 3 ay 6 günlük bir hakimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9 Aralık 1917 Pazar günüdür.
Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş, çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir ardçı bölük
bırakırız. Âdet odur ki kenti zabteden galip,
asayiş görevi yapan yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.

Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.

— Ben, dedi, Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan ardçı bölüğünden...

Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri ateşler gibi zımbaladı:

— Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8. Bölük, 11. Ağır Makinalı Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım...

Yarabbi.
Baktım, bir minare şerefesi gibi gergin omuzları üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi...

Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:

— Sana, bir emanetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emaneti yerine teslim eden mi?

— Elbette, dedim, buyur hele...

Konuştu:

— Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı'na düşerse... Git, burayı bana emanet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa Efendi'yi bul. Ellerinden benim
için bus et (Öp). Ona de ki...

Sonra, kumandanı olduğu takımın makinalısı gibi gürledi:

— O'na de ki, gönül komasın. Ona de ki, "l1. makinalı takım Komutanı Iğdır'lı Onbaşı Hasan, o günden bu yana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır.

Tekmilim tamamdır kumandanım" dedi dersin...

Öleyazdım.

Sonra yine dineldi. Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları
gözlüyordu. Nöbetinin başında idi. Tam 57 yıl kendisini unutuşumuzdaki nadanlığımıza rağmen devletine küsmemişti.

YILLAR SONRA

Bu hatıramı, TV'deki uzun dizimin birisinde anlattığım vakit, zamanın Genelkurmay Başkanı beni aramıştı. "Bu aziz askeri bulmak için" aracı olmamı istiyordu.
Hasan Onbaşı bizdendi... O halde unutulmak kaderi idi.
Öyle de oldu zaten. Aramadık ki, bulalım.

Bulunamazdı zaten. O ki, göklere başvermiş bir ulu selvi idi. Ve bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza ufkuna yetişemeyecek cılız otlara
dönüşmüştük. Biz, sadece unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas mânâyı da unutmuştuk...

Bilmem şu an, ne yapıyorsunuz sevgili dostlar.

Ben sizlere, Onbaşı Hasan'ı takdim ederim.

TARANTİNO
08-06-2006, 19:56
Ellerine sağlık Cabbari...Çok anlamlı ve manidar...Lafı gediğine koymuşsun...

:45: :45: :45: :45: :45: :45: :45: :45: :45: :45:

Nakkus
08-06-2006, 20:23
çok güzeldi cabbari paylaşım için teşekkürler..

Hakan Gül
08-06-2006, 20:27
paylaşım için teşekkürler

Ödül Avcısı
08-06-2006, 20:57
Güzel bir hikaye, ellerine sağlık.

muzo
08-06-2006, 21:24
:45: :45: :45: :45: :45: :clap2: :clap2: :clap2: :clap2: :clap2:

ayhanerguder
09-06-2006, 00:34
Teşekkür ederim cabbari ellerin dert görmesin kardeşim.

CABBARİ
09-06-2006, 10:22
hepinize teşekkürler arkadaşlar paylaşıma devam..
selametle..

COEMAR
09-06-2006, 10:29
Dostum sağol eline sağlık:clap2:

Mehmet Kaynaklı
09-06-2006, 10:31
evet işte bizler o hasanların mehmetlerin ahmetlerin torunlarıyız şu anki halimizle ve hareketlerimizle onlara benziyormuyuz malesef :(

antencii
09-06-2006, 12:19
tşk.dedeciğim