-
E - Kitap Arşivi
Necip Fazil Kisakurek
Necip Fazıl Kısakürek - Aynadaki Yalan
Sapsal bir biçim, bos veren bir edâ... Güya kendinden habersiz ve yapmacıktan uzak... Ama sahte,
sahte üstü sahte... Her çizgisi, her hareketi, ortada görünmez bir rejisör elinden çıkma... Hani su
(blucin) dedikleri, balıkçı pantolonu vârî, Moskof ve Amerikan melezi sıkı kılıf var ya?.. Su, dizden
yukarı ön tarafının rengi kasten uçurulmus ihtilâlci pantolon?.. Darlığı ve bazı noktalardaki
uçukluğu yüzünden vücudu kapamaya değil de hayal ötesi açmaya, çıplaklıktan daha ileri
yorumlamaya yarayan kılıf?.. Öyle uygun ki, solcu kızın mizacına!.. Ve... Ve mahsus bakımsız
saçlardan, boyasız dudaklara, en basit mimiklerden en hurda muaseret tavırlarına kadar her
hareketin ölçüsünü kaydeden bir lûgaritma tatbikçiliği... Sunu demek ister: «Ben kendimle,
ferdiyetimle mesgul değilim! Nefsimden habersizim ve olduğum gibiyim. Yahut: «Günes altında
toprağa uzanmıs, kıçını yalayan bir köpek kadar tabiiyim!»... Ne alçak samimiyet hilesi!..
Lûgaritma icabı... Bütün dâva, güzellik ve disilik büyüleri pesinde gezmekten baska tasası olmayan
zavallı burjuva kızının tersi olabilmek... Bu ters olusun bastan basa hesaplı üslûp ocağını kurmak...
Ne o?.. Ne bakıyorsunuz saskın kellelerinizle suratıma?.. Günümüzün solcu bakireleri iste bunlar!..
Su Mine hanıma da bakın!.. Hem bacaklarının dizden yukarı kısmını alabildiğine açar, hem de
üzerine bir takım mürekkep lekeleri, toz toprak sürülmesine aldırmaz. Bu, vücudunun güven
noktalarını görmemek midir, inadına göstermek midir?.. Evet, Emine'den dönme Mine! Sen yok
musun sen......
Naci, cümlesini tamamlayamadı. Mine, manikürsüz parmaklarıyla önündeki tabağı kaptığı gibi
Naci'nin tabağı üzerine fırlattı. Sangırtı... Kadehlerde dalgalanmalar...
Mine feryadı bastı:
— Sus be, filozof taslağı ukalâ, lâf hokkabazı gerici!. Masanın ayrıca iki kız ve üç erkeğinde
kahkahalar... Naci mahcup:
— Yoksa portrenizi iyi çizemedim mi, Mine hanım?
— Simdi çizersin!
Mine yerinden fırlayan bir yay... Elinde bardak dolusu susuz rakı... Bir çekiste bitirdi. Gözleri
kıvılcım kıvılcım:
— Đyi bak da çizmeye çalıs!..
Ve kosarcasına salonun dip tarafındaki koyu renkli naylon perdeden içeriye daldı.
Atölyesinde toplandıkları Ressam Âbid, arkasından bağırıyor:
— Ne yapıyorsun deli kız?.. Mine'nin perde gerisinden sesi:
— Naci beye biçim göstereceğim! Söndürün lâmbanızı!
Masanın erkeklerinden biri atılıp elektrik düğmesini çevirdi... Koyu karanlık... Dısarıdan korna
sesleri geliyor. Birinin çektiği sigaranın ates noktası...
Vay!.. Perdenin arkasında bir ısık patlaması... Projektör yanmıs gibi... Kafalar, kadınlı erkekli,
perdeye dönük... Perdede bir karaltı... Mine... Hızla soyunuyor. Denizde boğulmak üzere birini
kurtarmak için soyunan bir insan bile öteberisini bu kadar çabuk üzeninden çıkarıp atamaz. îs-te
perdede anadan doğma bir vücut silueti... Ellerini havaya kaldırmıs, omuzları arkaya doğru, beli
bükük, göğsü önde, dizleri ileride ve topukları geride... Kıvrılıyor, kıvranıyor.
Acıklı bir kadın sesi çınladı:
— Nereye Naci Bey?
Ve perdedeki karaltı donar, kafalar kapıya dönerken
devam eden ses:
-— Karanlıkta yılan gibi süzülüp kaçtı!
Sabahın ilk vazife saatinde Alay kumandanından aldığı emir:
— Siz hemen yanınıza iki er alıp jiple yola çıkarsınız!
Birbuçuk-iki saat sonra oradasınız! Alay öğleden sonra hareket edecek... Gece vaktinden önce
varamaz. Nahiye Müdürünü, mektep müdürünü, köy muhtarını, esrafını görürsünüz. Geceyi orada
geçireceğinize göre askere barınacak yer bulsunlar.*. Artık mektep mi olur, köy odası gibi bir yer
mi, kahvehane mi, bos bir ev mi, bilmem... Mırın kırın edebilirler. Becerikli olmanız lâzım...
Solunda onbası soför, arkasında iki er, jiple gidiyor. Meslekten subayların diliyle (potas)
kılığındadır; yedek asteğmen... Askerliğini bitirmesine bir ay yar... Bu arada en ağır isler de
karargâhda kendisine veriliyor. O ne anlar Đstanbul'a 70-80 kilometre bir köye gidip de arkadan
gelecek birliğe yer hazırlamaktan...
Köye vardı. Klâsik köylerden biri... Bir minare, küçük bir meydan, çesme ve ikiser katlı bir kaç
sisko binanın etrafında tek katlı, kerpiç üzerine kireç badanalı evcikler...
Nahiye müdürü:
— Vallahi teğmenim, bizim bu nahiye merkezinde birkaç yüz kisilik kıtayı barındırabilecek
yerimiz yok!..
Mektep müdürü:
— Đste mektep; tek katlı, iki büyük, bir küçük oda; dam altı!.. 40-50 kisiden fazlasını almaz.
Muhtar:
— Bizim burada, köy odası, bos bir konak, ambar, depo gibi bir sey aramayın!..
Köyün biricik kahvehanesindeki peykelerde ise, sardalye balığı gibi üst üste dizseniz yine 40-50
jnsandan fazlasını yatıramazsınız.
Kahvehaneden çıkarken düşündü:
— Alay kumandanı gelsin de bu isin çaresine baksın.. Gözleri erlerini aradı. Jipi çesme basına
çekmisler, kaynayan suyunu değistiriyorlar... Yürüdü.
Çesme basında, elinde desti, erlerin su almayı bitirmelerini gözleyen bir kız...
O da nesi?.. Bu ne çarpıcı görünüs!.. Göz ucuyla, yarı gülümsemeli kendisini süzüyor. Đçine düsen
alaylı his, masallardaki, sevgilisini görür görmez yığılıp bayılan sehzadeyle, sehzadesinin ardından
yatağa düsen sırma saçlı kız... Karsılıklı yıldırım çarpması... Ama ne bayıldığı var, ne de ayıldığı...
Kıza"da bir sey olduğu yok... Son derece sahsiyetli, yarı gülümsemeli bir yüz... O da gülümsemeye
çalıstı ve kıza yaklastı.
Örgüsü beline kadar inen, koyu altun sarısı saçlar... Açık kumral, parlak, örneksiz bir renk tonu...
Gözleri da saçlarına denk... Açık bir alın, vezinli bir burun, kendinden kıpkırmızı, hafifçe kaim,
kaçak bir istihza bükümüyle kavisli dudaklar... Çıplak ayak bileklerinde soylu çizgilerin en incesi...
Kapalıca, kavuniçi rengi bir entariden giyimi içinde, öğretilemez ve öğrenilemez bir vakar
ihtisamı... Yoksa masallardan kaçırılmıs ve bu köye hapsedilmis bir sultan mı bu?..
Tuhaf sey!.. Bu manzaradan karanfil, tarçın, zaafran, öd ağacı, günlük karısımı, içinde türlü renkler
ve kokular tüten bir Mısırçarsısı havası çarptı yüzüne... Ve aynı karısımın tadı...
Elinde olmayarak sordu:
— Erler sizi bekletiyor!.. Bosaltsınlar mı çesmeyi?. Son derece hususi bir ses dokusu:
— Ziyanı yok efendim, beklerim,
— Siz buralı mısınız?
— Evet...
— Đstanbulu gördünüz mü?
— Hiç gitmedim. Götüren olmadı.
— Adınız?
— Hatçe...
Uzaktan, Nahiye müdürüyle yan yana, yarı hoca, yarı ağa tipli bir adam geliyor. Ak sakallı, bası
siyah külâhlı. uzun pardesülü biri... Selâmlastılar.
— Size, köyümüzün esrafından Hüsmen Ağayı takdim edeyim, dedi Nahiye müdürü; köyümüzün
hem. ağası, hem de ilim sahibi akıl hocası... Aradığınız yer meselesini ancak o çözümleyebilir.
Ağa:
— Alayınız geceyi burada geçirecekmis... Erlere yer bulmak hemen hemen imkânsız... Benim
suracıkta bir evim var... Köyün en büyük evi... Orada bes on subayı misafir edebilirim ama,
gerisini nerede konuklayabiliriz, bilemem... Evim suracıkta, buyurun gidelim!..
Nahiye müdürü:
— Husmen Ağanın konağı derler; büyük bir ev... Köye hatırlı biri geldi mi, orada kalır.
Naci, çesme basından ayrılırken Husmen Ağanın Hat-çe'ye gözleriyle sert bir tokat attığını
farketmekten geri kalmadı.
Yürüdüler.
Husmen Ağanın konağı da masallardaki mekânlardan biri...
Kale kapısı gibi, kocaman somun kafalariyle tahkimath bir kapı... Ayak üstü birkaç yüz kisiyi
rahatça alabilecek
10
bombos bir avlu... Ahsap, genis, çifte merdiven... Merdivenin bitiminde yan yana bir sürü terlik...
Naci'nin, postallarını çıkarıp terlik giymesi zor oldu.
— Söyle buyurun!
Misk gibi müslüman kokan, sanki sabunla çitilenmis cılk tahtalar üzerinden geçip, avlunun yarısı
kadar, fakat genis bir apartman dairesinden daha büyük bir odaya girdiler. Odanın derinliğine ve
genisliğine üç çizgisi üzerinde, nal seklinde, halılarla kaplı bir sedir çerçevesi... Patiska perdeli
pencereler ve kapı tarafında rafları eski mesin cildli kitaplarla dolu bir etajer... Birbirlerine uzak
oturdular.
Husmen Ağa kalın tabakasını çıkarmıs, sigara sarıyor. Naci merak ve dikkatle etrafına ve
etajerdeki kitaplara bakmakta...
Elini, etajerin üzerindeki bir levhaya uzatıp sordu:
— Su levhada ne yazılı?
— «Mûtû kable entemûtû»...
— Ne demek?
— «Ölmeden ölünüz!»
— Müthis!..
— Siz bu harfleri bilmiyorsunuz değil mi?
— Ne bilelim!.. Günümüzde 60 yasından küçük olanlar da bilmez.
Husmen Ağa sigarasını yakıp derin derin çekti:
— Öyle!.. Anaları, babaları, oğullarından, torunlarından kopardılar.
Bu söz Naci'yi ürpertti. Ruhunun, dile getiremediği çözümünü getirdi sanki...
— Siz bir köy ağasına benzemiyorsunuz! Okumus, düsünmüs, bilmis bir haliniz var... Yolunuz,
isiniz ne sizin?
Sefkatli bir tebessüm:
— Seksenindeyim... Medresede okudum. Dünya Harbine, pesinden Đstiklâl Savasına katıldım.
Okudum, hep okudum. Sehirlerde bunaldım. Nihayet dededen kalma toprağıma sığınıp bu köyde
sonumu beklemekten gayri bir is bulamadım, yol tutamadım. Yeter mi?
--Çok bile...
-- Ya siz?
— Đstanbulluyum. Üniversitede asistanım. Askerliğimi yapıyorum.
— Ne okutuyorsunuz?
— Hocamız felsefe profesörü...
-
Felsefe ha!.. Göğü zıpkınlamak isi... Keske isiniz toprağı bellemek olsaydı!
Naci, Husmen Ağa karsısında dilini yutmus gibi... Bası göğsüne doğru:
— Ben de aynı düsüncedeyim. Felsefeyi dünyada kaç fikir yanlısı var, görmek için okudum.
Göstermek için da okutacağım.
— Ya «doğru?...» «Doğru»yu bulabildiniz mi? Husmen Ağa burgulu gözlerle Naci'ye baktı. Kapı
aralanıyor. Evvelâ tepsi tasıyan iki kol... Sonra bir kız...
Çesme basındaki kız değil mi?.. Hatçe... Naci sarsıldı. Yoksa masal dünyasına mı kayıyor?
—- Torunum, dedi Husmen Ağa-, anasını ve babasını kaybetti. Simdi büyük babasına o bakıyor.
Koca evde bir o, bir ben...
Sonra dönüp kıza seslendi:
— Kahveyi suracığa koy, Hatice; ve git, yemek hazırla'.
Hatçe, bas örtüsünü daha sıkı bağlamıs, ayaklarında simsiyah kaim çorap, zaafran ve tarçın karısığı
bir renk lezzeti veren, gözleri için için gülüyor. Dudaklarında aynı tebessüm...
Hatçe tepsiyi Naci'nin yanına bırakıp çıktı.
Husmen Ağa dalgın-.
— Bu zamanda kız evlât sahibi olmak büyük belâ... Eve kapatamazsın, heybeye tutamazsın,
sokağa bırakamazsın,
11
dısarının havasını alma, diyemezsin! Çaremiz ne, bilmem ki...
Naci düsünüyor:
— Bu ne garip adam, böyle!.. Ne sehirde rastlanır, ne köyde bulunur soydan...
Ve sesini çıkardı-.
-
— Size bu kısa tesadüfüm bana çok tesir etti. Sizi rahat sartlar altında tekrar görmek isterdim.
— Kolayı var... Askerliğiniz bittikten sonra köyümüzü görmeye gelirsiniz. Uzun uzun, derin derin
hallesiriz.
Ve saatini çıkarıp baktı:
— Öğle ezanına pek az kalmıs... Camide olmalıyım. Dönünce yemeğimizi yer ve biraz daha
görüsürüz. Rahatınıza bakın!.. Alay herhalde aksamdan önce gelmez.
Selâm verip çıktı.
Naci yalnız... Etajere kadar uzandı. Karıstırıyor... Çoğu el yazması eski kitaplar... Kendi kendisine
söylendi:
— Ne de güzel kâğıtları var!.. Üzerlerinde inci dizisi kelimeler...
Bir duygu: Bu kelimeleri çözebilseydi aradığını bulurdu. Derken, sahifeleri altun yaldızlı çerçeveler
ve yesilli, kırmızılı, mavili menevislerle süslü bir kitabı alıp pencereye karsı sedire yaslandı. Çifte
pencerenin tepelerinde sanki renklerini kitaptaki nakıslardan alıyormus gibi, kırmızı, yesil, mavi,
turuncu, bir sıra, dört köse cam... Gerisinde esrarlı bir âlem saklıyor bu camlar...
Ressam Âbid'in atölyesindeki geceden ve sabahı jip yolculuğundan bitik...
Elinde kitap, dalar gibi oldu.
Hayalinde, yan yana Mine ve Hatçe.,. Madeni sahte ve hâlis iki madalyon... Üstelik Mine,
boynundan yukarısıyla
12
çirkince... Olamadığı kadını sol fikirler etrafında erkek edasiyle arıyor. îsmini koydu: Erkek disi...
Bir kaç dakika önce gördüğü, siir gibi içtiği, çarpıldığı Hatçe ise renk ve çizgilerinin ruhunu ne de
güzel, ne de tabiî, heykelles-tiriyor... Katıksız, süt beyaz, gerçekten nefsinden habersiz bakire...
Birden, ensesine bir balyoz inmiseesine en korktuğu hayâl çıktı karsısına...
Asıl öbürü...
Öbürü de mi var?..
Asıl o var...
Hem de öylesine var ki, Naci'nin gözünde tüm kadını silecek ve kadınlık anlayısını yalnız kendisine
bağlayacak derecede... Sun'inin sun'isi, disilik ahmaklığını dehâ çapına ulastırmıs olduğu halde...
-
O, Naci'nin göz bebeğinde, baktığı her yere akseden bir lekedir ve eğer Naci su bu isle
uğrasabiliyor, su bu muhakemeyi yürütebiliyorsa, sabit fikirden daha musallat bu hayali
kovabilmek içindir.
Güya kovdu, gözlerini yumdu ve sızdı.
— Kalkın teğmenim, alay geldi! Öyle derin bir uykuya dalmıstınız ki, sizi uyandıramadım.
Husmen Ağa gülerek'Naci'ye bakıyor. Camlarda alaca karanlık... Renkli camlar kör... Dısarıda
motor homurtuları...
Fırladı, Husmen Ağa da pesinden... Meydan yerinde alayın öncü vasıtaları... Bir yandan da sökün
ediyorlar... Kumandan:
— Ne yaptınız?
— Hiçbir sey yapamadım efendim, erlere göre yer yok. Ama yanımda gördüğünüz ağa, subaylara
evini bırakıyor.
— Çok beceriksizsiniz! Camii de düsünemediniz mi?
— Düsünemedim efendim!
13
— Kabahatlisiniz! Simdi hemen camiye kosun! Halıların üzerine motorların branda bezlerini
yayın! Erleri orada istif edin! Siz de cezalı olarak sabaha kadar nöbetçisiniz!
— Peki efendim!
Đs yarım saatte bitti. Erler branda bezleri üzerinde kuru yemeklerini yediler, sonra üst üste kıvrılıp
uykuya daldılar. Sanki bir anda «uykuya dal!» kumandası almıs gibi bir kendinden geçis...
Naci, elinde ince bir değnek, yere yatar yatmaz uyuyuveren bu Anadolu çocuklarına bakıyor. Ne de
rahatça kaybedis kendi kendilerini... O. büyük yorgunluklar sonunda bayılmalar ve çökmeler bir
tarafa, her gece, uykuyu, korkunç bir ormanda seyrek bir av pesinde gezercesine arar ve yolunu
öyle canavarlar keser ki, avını bir türlü bulamaz.
Camiin iç kapısından çıktı, iç avlu... Solda bir kaç basamakla inilen bodrumsu bir yer... îçerde mum
yanıyor. Basamaklardan indi.
Müthis!..
Burası tabutluk... Yan yana bir kaç tabuttada postallarını baslarının altına almıs, uyuyan erler...
Bunlar, onbası, çavus cinsinden becerikliler, açıkgözlerdir ve hususî kamara imtiyaziyle tabutlara
yerlesmislerdir.
Ürperdi. Ne hissizlik!.. Her biri bilmem kaç ölünün yağım emmis, kokusunu yutmus tabutlara nasıl
girilir ve uykunun rahatı nasıl orada aranır!
Elindeki değneği tabutlara indirip imtiyazlıları uyandırdı ve haykırdı:
— Haydi içeriye, camiin içine!.. Tabutlarda yatmayı içiniz nasıl götürüyor?..
Erler, ayak bileklerinden ilikli uzun donlanyla kalktılar, oyunları bozulmus insanların somurtusu
içinde, ellerinde öteberileri, cemaat tarafına geçtiler.
Arkalarından uzun uzun baktı. Bir er, uzakta, minberin yanı basında, rahleye eğilmis, çok hafif
ısığa rağmen Kur'ân okuyor.
Hiç ses çıkarmadı. Elinde değneği, cami bahçesinin alçak duvarına, musalla tası karsısına çöktü.
— «Ölmeden ölünüz!»
Yoksa su tabuttakiler miydi ölmeden ölenler?.
— Ne münasebet, diye geçirdi içinden; onlar ölü doğanlar, yasamadan ölenler...
Ölüm... Ondan büyük (problem) tanımıyor... Batı edebiyatının cins kafaları içinde (Sekspir),
(Paskal), (Tolstoy), (Moris Materling) gibilerin, bu karanlık kuyuya, yukarıda, günes gören yerdeki
çıkrığa bağlı bir kovayla inip epey derinlere daldıklarını görüyor ama, bosuna zahmet... Bunlar,
bellibaslı bir derinlikte, çıkrıktakilere imdat isareti verip kendilerini yukarıya çektirmekten baska
bir sey yapamıyorlar... Hep akılla gidiyorlar. Akıl, kendi kendisini patlatmaktan baska hangi güce
sahiptir ki?..
Onca, ölüme ait hiçbir söz, mezarlık kapılarında gördüğü su-'ihtar kadar manâlı olamaz:
— «Bütün nefsler ölümü tadacaktır!»
-
Bir gün solculuk çılgını Mine, ona sormustu:
— Söylesene kuzum, senin yasamak dediğin nedir.? Biliyordu ki, o kafada olanlara göre hayat,
yatmak, kalkmak, yemek, içmek, görmek, tutmak, koklamak, çiftlesmek, pençelesmek melekeleri
gibi zorlamaya yanasmaz, ötesini kabul etmez içgüdüler toplamından ibarettir. Fikir diye bildikleri
tek sey de, biricik hakikat fert hakkını cemiyet isimli yalana kaptırmaktan ibaret... Halbuki ölen,
fert ve tek gerçek fertte... Yoksa ferdin binbir aynadaki hayaline nasıl vücut tanınabilir? Asıl ölene
hakkını veriniz!
15
Mine'ye söyle demisti:
— Yasamanın mânasını mı soruyorsun?.. Sana göre bir cevap vereyim: Her isde ölümü unutmak
faaliyetinden baska bir sey değil... Evet, size göre yasamak bu!..
— Demek bir baska yasamak da var?..
— Bir sey ki, bir seyin olmamasiyle vardır, o sey gerçekten var mıdır?
— Sen kafa çelmelemekten baska hüneri olmayan bir (paradoks) ustasısın! O kokmus beynini ne
zaman tazeleyeceksin?.. Git de bu fikirlerle Belmâ hanımefendiyi avlamaya bak!..
Ve kafasına yine bir tabak yemisti. Böyle yasamak... Sonrası?.. Sonrası, içinde «sonrası?» sualine
bile yer olmayan bir tükenis, bitis, silinis... Đplik gerilince üstündeki büklümün uçup gitmesi, yok
olması... Yok da ne demek?.. O bir «var» almak gerek... Tam yokta yok da yoktur. Öyleyse «yok»
bir «var» m var ettiği var... Bir «var» ki, yalnız o var, gerisi yok, yok da yok... Yok da o «var»ın
icadı...
Gecenin bu saatinde, karsısında cami, önünde musalla tası, yine.eski nöbeti tutuyor. Öyle bir nöbet
ki, hiçbir termometre, atesini ölçemez ve hiçbir göz onun madde üstündeki kıvrımlarını tesbit
edemez. Naci, her defasında aklı tükenis noktasına sıçratan bu fikirlere «akrebin kıskacı» ismini vermistir.
Akrebin kıskacı, bu fikirleri kovayım derken, gözünün önüne yine öbürünün hayali çöktü. — Ya
ölürse o?.. Ne yaparım?..
Bu vehim onu yaktı. Kalktı, yürüdü, gitti, geldi, çesmede yüzüne su serpti, meydan yerindeki
motorlu vasıtaların ve ağırlıkların nöbetçi erlerini gözden geçirdi, köpek seslerini dinledi, tekrar
camiye döndü, erlerin horultularına karısık gecenin nabzını saydı.
16
Ufuklarda ilk beyazlık...
Caminin dıs avlusunda birdenbire yırtıcı düdük sesleri... Erler uyanıyor; sadırvana doğru geliyorlar.
Emir.-
— Herkes kıtasının basına!.. Cami bosaltılacak! Müezzin, Naci'yi selâmlayıp içeriye daldı.
Husmen Ağa geliyor. Naci'yi iki eliyle tutup kucaklayıcı bir hareket yaptı:
— Yazık, size evimde rahat bir gece geçirtemedim.
— Ziyanı yok... En büyük rahat, rahatsızlığa alısmaktır.
— Gidiyorsunuz!.. Yine gelir misiniz?.. Naci etrafına bakındı. Sanki Hatçe orada olabilirmis gibi...
Boğaz'da yalı deyince hatıra Belmâ Hanunefendininki gelir. Abdülaziz devrinden... Bilmem ne
paçanın torunu Belmâ Hanımefendi bu yalıyı, üstü gümüs telkari çizgiler ve yakut, zümrüt
renkleriyle süslü bir Avrupa pastası haline getirmeyi bilmistir.
Babası sefir, pesinden kocası da sefir... Ama ayrılmıslar... Hayatı Avrupalarda geçmis... Simdi de
yaz boyunca kalmak üzere Đstanbul'da, yalısında... Etrafında, ecnebi diplomatlardan, büyük
tanınmıs sairlerden, romancılardan, politikacılardan, is adamlarından bir halka...
Naci'den 10-12 yas kadar, büyük... Kırkına doğru...
Olanca çilesi, sabahtan öbür günün sabahına kadar genç ve güzel görünmenin (prosede) dedikleri
tertipleri, reçeteleri üzerinde çabalamak... Üçe taksimli 24 saatin iki bölümünde, tek basına, güzel
görünme ve çekicilik kazanma laboratuarına kapanırken, bir bölümünde de vitrine çıkar, elâleme
görünür. Belmâ Hanımefendi, bir isçinin 8
17
-
saat çalısmak mecburiyetine, tersinden mukabil olarak günde 8 saat yasar. Geriye kalan 18 saatin
verimi iste o 8 saat içindir.
(Oskar Vayldhn (Leydi Sfenks) isimli hikâyesinde, esrarlı görünmek için arada bir sosyeteden
kaçıp Londra'nın hücra bir kösesinde tuttuğu odaya çekilen kadına benzetemezsiniz onu... Oradaki
(Leydi) basit bir kalpazandır; kendisini hayallerde büyütmeye bakar. Belmâ Hanımefendi ise
suniliğini tabiiliğe erdirici bir maharetle kendi kendisini imâl ve sergileme gayretinde... Ve doğrusu
iyi sergiler.
Öğle yemeğinden sonra iki saat kadar uyur. Maksadı, o saate kadar yasadığı basit hayat
sartlarının tortusunu üzerinden atmak, küfünü silmekve geç vakitlere kadar sürecek (estetik)
hayata geçmektir. Naci ile alâkası ne?.. Ne mi? Onu iflâsa götürmüs olması... • ' îste Naci'nin
«Ölürse ne yaparım?» diye düsündüğü büyücü kadın Belmâ Hanımefendi...
O kadınlar arasında «bir»... Hiç «öbürü» diye anılabilir mi?
Naci, bütün sahteliklerinin farkında olduğu, hile tertiplerini tek tek heceleyebildiği halde ona
tutulmustur.
Bir sanat sergisinde Ressam Âbid, oau Belmâ Hanımefendiye söyle takdim etmisti:
— Sizegenç ve hummalı neslin henüz eserini vermemis, fakat en istidatlı örneğini tanıtayım...
Üniversitede felsefe asistanı... Yakında doçent olacak...
Ve (marksist) bir siveyle Belmâ Hanımefendiyi de söyle çerçevelemisti:
— Salonlarında eski ile yeniye çöpçatanlık eden, (avan gard) sanatın koruyucusu, eskinin son
yenisi...
Hemen bütün solcuların illeti, bu ezberleme, bu basmakalıp giristeki bayağılığı sezmisti Belmâ
Hanım:
— Devam edin, devam edin! Cümlenizi bitirin!..
— Eğer güzellik kapital olsaydı, eziciliği önünde hepimizin teslim olmayı kabul edeceğimiz
prenses zarafet...
Naci, bu tekerlemeyi alkıslamadan duramamıs, Belmâ Hanımefendi de maskeli bir istihza ile
gülümsemisti. Yenilik adına bütün nisbetlerin mafsallarını koparan, gözleri küpe diye kulaklara
takan, elleri yerine topuklariyla sakak kemiklerini kavrayan resimler önünden geçit resmi
yapmıslar, çay masasına yanasmıslardı.
Belmâ Hanımefendinin gözleri hep Naci'nin üzerinde:
— Konusmuyorsunuz?
— Arada bir tutulurum; kelimelere güvenim kalmaz.
— Ne güzel!.. Âbid Bey henüz eserinizi vermediğinizi söyledi, ne zaman'vereceksiniz?
— Simdilik bir not defterinden baska sermayem yok... Bulduğumu sanmaktan ziyade, umduğumu
aramaktayım...
— Türk edebiyatında gelmis ve gelenler üzerinde tercih ettiğiniz var mı?..
— Olsaydı bulmus olurdum.
O anda Abid'in uzandığı çay fincanını alan Belmâ Hanımefendi ikisine birden duyurmustu:
— Âbid Bey, arkadasınız çok enteresan.., Bu günlerde sizi beraberce yalıya beklerim. Telefon
numarasını-biliyorsunuz, değil mi? ,
— Nasıl unuturum Hanımefendi?.. Unutmamanın formülünü veren siz değil misiniz? Semt
numarası, önünde 4 sıfır, iki eksik... Meselâ 99, 99, 98 yerine 100 binden iki eksik...
Naci bu formülcülük gayretine o günden dikkat etmisti
18
Belmâ Hanımefendinin, farkında değilmis gibi davrandığı, fakat solcu estetik ölçüsünün aksine, bu
farkında olmayısı usta bir kıvam içinde idare ettiği ve gözlerin içine sokmayı bildiği en güzel yeri ayaklarıdır.
«Buseden pabuç giydirdim o nermîn payına»
Mısraının sahibi Yahya Kemâl, herhalde bu ayakları rüyasında görmüs olmalı... Đnce, uzun,
ahenkli, tırnakları hafif pedikürlü güvercin ayaklar, insana, Belmâ Hanımefendiyi cinlerin
doğurduğu hissini verebilir..
-
Gerisi ayaklarını yalanlamayan bir yapı... Fakat en çarpıcı, en vurucu
tarafı, bütün uzuvlarını gayet soğukkanlı, ağır baslı bir disilik heybeti içinde idare edici edaları... En
sert küstahlık ve hâkimiyet tavrı altında o kadar narin ve hafiftir ki, Sair Fuzûli'nin visale ermek
için dilediği zaifliği vaadedebılir.
«Öyle zaif ki! tenimi firkatinde kim Vaslına mümkün ola götürmek sabâ benî»
Soyundan geldiği asabi cümle farikasından ötürü daima bas ağrısı çeker. Üzülmesinde,
sevinmesinde, içinin her burkulusunda, kendisini, ruhunu her kaptırısında... Daha doğrusu
kaptırısında değil de kaptırır gibi olusunda... Çünkü o kendisini asla kaptırmaz, kaptırır gibi olunca
da hemen toparlanır ve siperine sığınır.
O, saadetini erkeğine mahkûm olmak yerine hâkim olmakta bulmus kadın tipinin son modeli... Ve
hayat onun için bu hâkimiyet sultasının zafer taklan ve sehrâyinler meydanı...
Naci bu kadınla karsılasır karsılasmaz gözlerinde okuduğu «bana gel!» cazibesine kapıldı ve
kendisince dünya çapında bir mücadeleyi kabul etti. Bakalım kim kime ve ne ölçüde hâkim
olacak?.. Hâkimiyet asıl Naci'nin idealidir.
20
Dünyada harplerin en incesi, en grifti, strateji ve taktikte büyük kurmay dehâsına en muhtaç olanı,
kadınla erkek arasındaki gizli savas... Bu savasın suurunu Naci'ye asılayan da Belmâ
Hanımefendi... Kadın bir ufuk gibi kaçmayı, yaklasıldıkça uzaklasmayı, ama adım bacında
vaadetmeyi, derken vaadini geri almayı, pesinden tekrar caymıs görünmeyi bilen, erkek de civa
damlası misali parmaklarından kaçıcı bu yaratığı bayıltıp durdurmayı ve parmağına yapıştırmayı becerebilen.
Hep bu kanunların çilesi altında geçen bütün bir mevsim... Henüz galip ve mağlûp belirsiz... Ama
Naci. için için, iflâsa gittiği kanaatinde...
Naci kafasıyla özlediği, fakat ruhuyla her defa alt üst ettiği kurmay ölçülerini boyuna imdadına
çağırıyor. Ama hiçbir zaman neticesini alamıyor.
Basını elleri arasına almıs, karsılıklı kıymetleri söyle sıralıyor:
Gençlik... Kuvvet kendisinde...
Servet... Onda...
Zekâ... Güya kendisinde...
Sezis... Onda...
Nefs hâkimiyeti... Yalnız onda...
Gizleme sanatı... Sadece onda...
Her noktadan hücum ve taarruz gücü... Kendisinde diyelim...
Açıkları yakalamak ve zaafları sömürmek hüneri: Mutlaka onda...
Kültür ve dünya görüsü... Kendisinde olmus, ne çıkar?
Her seyi ayaklarının altına serdiği içgüdü tavrı... Onda, onda, hep onda...
Bilançonun ana kıymet hükmü sudur: Naci hezimette, Belmâ ise muzaffer... O, Naci'yi kendi
kendisiyle ihtilâfa
21
sokmayı ve ikiye bölmeyi ve bir parçasını öbürüne yedirmeyi basaran kadın... Olanca (risk),
kendini varıs, hedef gösteris, yara alıs, yani gerçekte kuvvet ve ulviyet Naci'de... Belmâ'ya kala
kala, onun da haberli olmadığı son derece sanatlı bir süfliyet; ve âcizlerin âcizıyken güçlülerin
güçlüsü halinde bir sömürme melekesi kalıyor. Nasıl da belli seytanın kızı olduğu...
Naci'nin Mine'ye (paradoks) hissini verici konusmaları, Belmâ'ya yüzlerce merkebin sütüyle
doldurulmus bir havuzda banyo yapan Kleopatra zevkini tattırmaktadır. Zavallı Naci, hiçbir
madde zoruyla zaptedüsmez bu kadını, kafasından, ruhundan fethetme gayreti içindedir, ve pekâlâ
farketmektedir ki, çabaları bosuna... Disilikten hiçbir pay sahibi olmadığı için metoduna
samimiyetsizlik sokamayan, tam erkekliğini de kendisini dizginlemekle gösteremeyen Naci,
Belmâ ile oynadığı satrançta, onun bütün piyonlarım son çizgide vezir olmaktan ahkoyamamakta,
kendisi de yine kendi gözünde, bir köseye sıkıstırılmıs, mat olma vaziyetine getirilmiş
bulunmakta..
-
Satrançtaki bütün «beynel»ler ve «açmaz»lar Belmâ'nın elinde; sairce «gambi’ler ve
kombinezonlar pesinde kosup dâ müdafaaya hiçbir değer vermemek va boyuna tas kaybetmek zaafı
da Naci'de... O yalnız kafasına güveniyor, Belmâ'yı kafasından kusatmaya çabalıyor, fakat süsten
ibaret hayranlıktan baska bir sey devsiremiyor. Yani Belmâ'yı, ayaklarının altında, tepe tepe
arsınlayabileceği nakıslı bir halıya çeviremiyor. Asıl Belmâ’nın gayreti, Naci'yi böyle bir halıya
çevirmek... Bas bası konusmalarında, Belmâ, bas ağrısına karısık öyle haller geçirmektedir ki,
gören onu fiziğini istilâ edici bir vecd içinde sanabilir. Halbuki hücumlar hep (metafizik) yoldan
gelmekte ve bu yoldan gidildikçe fizik boğulma sıkıntısına düsmekte ve sahneden kaçmaktadır.
Bu ne garip açmaz!
Bir gün yalının bahçe kapısına kadar onu uğurlayan Belmâ'nın su sözünü nasıl unutabilir:
— Mademki bir hafta sonra gelebileceksiniz; bana gider ayak öyle bir sey söyleyin ki, onunla bir
hafta yasayabileyim...
— Ya ben bu bir haftayı nasıl yasayabileceğim; düsünüyor musunuz?
Ressam Âbid'ln solcu bohemlerle dolu atölyesi olsun, Husmen Ağa'nın konağı olsun, Mine olsun,
Hatçe olsun; Naci, kâfurûdan yontulma, ince uzun büyücü parmaklarla çizilmis bir yuvarlak içinde,
her seye ve herkese alâkasızdır; ve kesilmek bilmez bir kulak çınlaması halinde, nereye gitse ve ne
söylese Belmâ'yı beraberinde tasımaktadır. Ve Đste mahut köye, ruhunda kemiklesen bu musallat fikirle gitmistir.
Köyden döner dönmez atölyeye kostu. Mine bu atölyenin, duvara çizilmis bir dekor motifi gibi
sökülmez ve yerinden kımıldatılmaz arması...
Evvelâ (konfor) lu bir yatak bulmak için tabutta yatanları, sonra zaafran, tarçın renkli ve lezzetli
Hatçe'yi anlattı. Anlatısa bayıldılar.
Mine fırsatı kaçırmadı:
— Ya (Dülsine) ne oluyor?
(Dülsine) Don Kisot'un sevgilisi ve Mine'nin Belmâ'ya yakıstırdığı isim...
— Ben Don Kisot olmaktan çıkmadıkça (Dülsine) kalbimden çıkmaz.
— Hayret ediyorum; sen hem kendini görebiliyor, hem de gördüğünden dönemiyorsun!..
— Sen benim yarı kadarım olsan da arada bir kendini görebilsen daha ne istersin!..
23
— Ne var bu kadında kuzum?
— Kendini damla damla vermeyi bilmek ve testiyi asla bosaltmamak sanatı...
— Bos ver! Benim anladığım yemek, tepsiyle önüme konulanıdır.
— Đste ruhcu ve maddeci farkı!.. Mine disi bir kaplan gibi atıldı:
— Sana yalvarırım, yine felsefe kuyuları açmaya çalısma!.. Vaz geç su izah etme, tarif etme
hastalığından!.. Hani bazen çok renkli ve hareketli konusmaların olmasa, sen, her görüldüğün yerde
suratına kapıların kapatılacağı sıkıcı adam olursun!
Âbid sırıttı:
— O izah etmeden duramaz.
— Sen de Abid, Mine'yi tekrarlamadan duramazsın... Benim izah hastalığım, (doğru, ben bir izah
hastasıyım!) izah edilemezlerin izahını asamaz. Sizinkiyse, her seyi izalı etmis sanmanın kof
diyalektiği ve basıbos ruh haleti...
Mine yine atıldı:
— Hâlâ izah, be!.. Bırakın bu safsataları!.. Sen, Naci, izahla Belmâ'dan ne koparabildin, söyler
misin?..
— Kafasını kopardım!
— Hayır, kafanı kaptırdın!
__ Doğru söylüyorsun Mine!.. Senin ağzından, bir yanlısın ağzından doğruyu dinlemek ne acıklı!..
Mine, babayani bir tavırla tek ayağını altına alarak oturduğu divanda arkasına doğru eğildi:
— Sen bırak kendilerini damla damla verenleri de testiyi dopdolu sunanlara bak!..
Ressam Abid bu sözden bir sey sezmis olmalı ki, usulca oradan çıkıp kayboldu.
-
24
Belmâ Hanımefendinin yalısında bir parti... Ressam Abid ve Mine de davetlilerden.., Büyük sair,
meshur romancı, ünlü profesör, kurt politikacı vesaire... Divanhaneye benzer büyük salonda
kadınlı, erkekli gruplar... Naci, yapısık bir tavırla Belmâ'nın yanında... Etraflarında, Mine, Abid ve
çeneleri düsmüs, Naci'yi dinleyen bir kaç toy delikanlı ve kız...
— Ne uydurma bir dünyada yasıyoruz! Su ileride gördüğünüz ünlü profesör benim kürsü sefimdir
ve tek formalık orijinal eseri yoktur. Suradan buradan, hem de yanlıslariyle beraber aktarır,
aktardığı kitapların «düzeltme» sahifelerine bakmak zahmetine bile katlanmaz. Böyleyken
mevcutların en iyisi olmak sıfatını kaybetmez.
Profesöre dönen baslar ve gülümsemeler...
— Ya elindeki viski bardağını hususi bir zerafet edasıyla tutmaya çalısan meshur romancı?..
Romanın nereden baslayıp nereye gittiğine dair bir fikri, içinde mesele, beyin sancısı, ruh hafakanı
çöreklenen tek satırı var mıdır? Genç kızları ve kenar mahalleli Pembe hanımları ağlatsın, yeter!..
Büyük sairi görüyor musunuz?.. Bakın, pastasını nasıl sapırdata sapırdata yutuyor! O gerçekten
usta bir kartpostalcıdır. Yediği pastadaki gibi, krema, has buğdaylı gıda yerine krema imal eder.
Bağlı olduğu maziyi de yalnız bu tarafiyle anlar. Devam edeyim mi?
Belmâ mırıldandı:
— Siz benim dekorumu kötülüyorsunuz, Naci Bey; siz de bu dekordansınız! Baskalarını
düsürmekle yükselemezsiniz!
Mine, tam yerini bulmus, fırsatı kaçırır mı hiç:
— Devam etsin Hanımefendi; bakın, daha ne renkli karakterler var salonda...
Naci duramaz; o, yasadığı dünyada her seyin tahripçisidir:
— Evet, kurt politikacı!.. Fransız sefiriyle konusurken
25
yüzünün cephesiyle değil de, profiliyle konusuyor. Cepheden yüzü görünmeyen, yalnız iki profil
tasıyan bu tip, profilinin biri gülerken öbürüyle ağlar. Demin bir sırdasına söyle fısıldadığını
isittim: «Eğer listenin basında gösterilmeyecek olursam yeni bir parti kuracağım!» O, pansiyon
odaları seklinde vicdan kiralayıcısıdır.
Mine mesut:
— Burjuvaların dünyasını ne güzel çiziyorsun!..
— Ama, dedi Naci; onların dünyası çıkartma kâğıdıysa sizinki de sinek kâğıdı...
Belmâ'nın sesi acı:
— Bu dünyanın içinde bir de beni tarif etseniz, Naci Bey!..
Beîmâ'ya döndü; hissiliğini alaycı bir hürmetle peçelemek gayretinde bir tavır takındı:
—- Siz mi' siz belâ kadar güzelliğinizle bütün belâları unutturabilirsiniz!..
- Beğenmedim, Naci Bey, espriniz bazen pek yavan kaçıyor, zoraki oluyor âdeta... Allaha
ısmarladık!
Ve Mine kahkahayı basarken, Belmâ, kus gibi uçarak" ilerideki bir gruba katıldı.
Mine durur mu:
— (Dülsine)yi apıstırmak için harcadığın bütün emek-ter ters netice verdi, yeniksin Naci Bey!..
~ Ben her zaman yeniğim!.
Mine'yi kahreden ve nefretle karısık Naci'ye bağlayan da onun bu tarafı, okunu baskalarına atarken
ona bir kavis vermeyi, kendi ciğerine çevirmeyi bilen (mistik) mizacı... Ve bu arada, hiçbir kadının
affetmeyeceği sekilde Mine'yi görmeyisi, ona seffaf bir cisim gibi bakısı... Mine onun nazarında
yalnız arkasındaki manzarayı gösteren bir cam...
Belmâ, ileride, tek gözlüklü, genç Fransız diplomatlyle konusmakta ve diplomat lâf ettikçe gevrek
kahkahalar atmaktadır.
Diplomatın koluna girdi; sahane merdivenlerden yukarı kata çıkmaya basladılar. Bu hareketi
yaparken gözlerini kendisine mıhlayan Naci'ye bir nazar atmayacak kadar usta Belmâ Hanımefendi,
arkasındaki mahkûm âsıktan ve kuvvetinden emin...
-
Ne yapsın Naci; arkalarından gitsin mi, gitmesin mi?. O da karsılık diye Mine ve yanındaki toy
kızlarla cümbüse mi koyulsun?.. Öyle bir tenezzülsüzlük duygusu içindedir ki, bütün mecali
kesiktir.
Ressam Âbid:
— Ne muhtesem yalı, diye söylendi; biz iktidara gelirsek bu yalıyı çocuk sarayı yaparız.
— Yani piçhâne!.. Simdiden piçhâne yahu!.. Dedi Naci ve büyük giris kapısına doğru yürüdü.
Sağlık müzeleri... Balmumundan (mask)lar seklinde karhalı, çıbanlı, urlu, cerahatli suratların
sergilendiği yerler... Patlıyasıya sis dudaklar, gömülesiye çukura kaçmıs gözler...
Böyle bir müzenin iki tarafı felâket tablolariyle dolu koridorunda geçiyor hayatı...
Bir bastan bir basa karikatür... Tabii karikatür değil, dehset karikatürleri, cehennem resimleri...
Zoraki nisbet bozma ve mantık yıkma marifetinden ibaret modern resmin hiçbir örneği, su,
aralarında yasadığımız, ciddi ve tabii ifadeli insanlar derecesinde acıklı bir gülünçlük
heykellestiremez.
Gülüncüz, gülünç! Hem gülünç olurken, hem de baskasını gülünç bulurken...
27
Naci kendini tüm gülünç buluyor... Bir sözün veya bir hareketin zafer ânında gülünçlüğünü
sezemiyor da, is bir hezimete, kırıklığa döndü mü, bütün yaptıkları ve ettikleri, karsısına bir
karikatür albümü halinde dikiliyor.
Kuvvetli kadının ikiye böldüğü ve kendi kendisiyle ihtilâfa düsürdüğü erkek böyle mi olur?..
Öyleyse, Naci de zekâsının incili ve sırmalı, göz kamastırıcı kaftanı içinde, setresinin altına
kâğıttan kuyruk takılmıs bir budala... Asıl gülünç, o...
Belmâ'yı fethetme yolunda basvurduğu her tedbir gülünç... Trastan sonra basını çapraz aynalarda
cepheden, yandan ve enseden inceleyisi, rengini ve seklini pek beğendiği ağzının konusurken nasıl
hareket ettiğini muayene edisi, saçlarını perçemleyisi, yüz çizgilerini görmeye çabalayısı hep
gülünç... Sade gülünç mü?.. Sefilleri de var... Bir davette, salonda kimse yokken iskarpinlerini
pantolonunun baldır kısmma sürterek parlatmakta ve burnunu karıstırmakta mahzur görmeyen bir
insan, kendi kendine sefil görünmeye baslayınca ıstırabı nice olur?., iğreniyor kendi kendinden... O
bir fatih değil, (Don Kisottur; Belmâ da Mine'nin bulusuyla (Dülsine)...
O bir idrak muzafferidir, fakat madde ve harekette felçli...
Yeni nesillerin «içgüdü» diye isimlendirerek sığır gütme seviyesine indirdikleri bedava
«insiyak’lar, onda her defa düsünülüp de bulunması gereken bir suur... Herkesin kolayı, onun
zorudur ve onu bu hale getiren süphesiz Belmâ... Ama kendi kuvvetiyle değil, onu ona çarptıran
Naci'nin kuvvetiyle... Onun gücünü kullanarak...
Bu kadın, Naci'nin erkekliğini bile kilitlemistir. Kendisini o kadar istetmistir ki, verilemez ve
alınamaz hâle getirmistir.
28
Belmâ'nın partisinden doğru evine kaçtı. ihtiyar annesiyle yine Boğaz tarafında oturduğu ahsap
köske... Uzaktan ezan sesi geliyor. Ama o da tabii değil... Hoparlörden... Hattateypten verilip
verilmediği süpheli... Sabah olurken Allah'ı hatırlamanın saatinde bu mu davet ediciden beklenen ses
Sokak kapısının merdivenlerinden ayak uçlarına basarak çıktı.
Onu anahtar deliğinden bir gözleyen mi var?.. Esiğe basmasıyla sokak kapısının açılması bir oldu.
Annesi... Sabah namazına kalkmıg ve bir anne dahâsiyle oğlunun esiğe ayak bastığını sezmistir.
Düsündü:
— Samimilik yalnız annede...
— Nasılsın oğlum?
— Đyiyim Anne!..
— Yatmadan biraz kahvaltı etmek istemez misin?..
— Hayır anne-, iyi geceler!.
— Đyi günler diyecektin!..