Bugün buraya...
Printable View
Bugün buraya...
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Psikiyatrist Prof. Dr. Arif Verimli, İngiliz Beslenme Bozuklukları Derneği'nin (EDA) 'Orthoreksiya'yı, önümüzdeki yıllarda en çok yakalanılacak yeme bozukluğu hastalığı olarak açıkladığını söyledi.
'Orthoreksiya', kanserojen madde içermeyen, hormonsuz ve katkısız besin tüketme takıntısı taşıyan, aşırı ve abartılı bir sağlık endişesi, titizlik takıntısı olarak tanımlanıyor.
Prof. Dr. Arif Verimli, 'Orthoreksiya Nervoza'nın Yunanca 'ortho' yani 'doğru' kelimesinden türemiş, yeni bir yeme bozukluğunun adı olduğunu söyledi.
Verimli, özellikle büyük kentlerde görülen hastalığın, bedeniyle ilgili takıntıları ağırlıklı düşünen, aşırı kaygılı kişilik yapısında olan kişilerde görüldüğünü açıkladı.
Prof. Dr. Arif Verimli, hastalıkta kişilerin her yediği yemeği abartılı şekilde kontrol ettiğini de anlattı:
"Ürünlerin ambalajlarını saatlerce inceler, o ürünün içinde kanserojen madde, hormon, boya, katkı maddesi olup olmadığına abartılı şekilde kafa yorar. Yiyeceklerin aşırı saf ve katkısız olmasına takıntılı bir titizlik içinde önem verir.
Yemek konusunda inanılmaz sabit fikirlidirler ve yedikleri besinde 1miligram katkı maddesi olması endişesi hayatlarını karartır. Bu yüzden pek çok besini çiğ olarak yerler.
Sağlıklı yemek yeme takıntısı hayatlarına o kadar çok hükmeder ki, pek çok ürünü tüketmekten vazgeçer ve 'Anoreksiya Nervoza'da (Yemek yememe bozukluğu) olduğu gibi kilo kaybetmeye başlarlar.''
Beslenme Bozuklukları Derneği'ne göre hastalığın 10 yıl içinde büyük bir yaygınlık göstereceğini belirten Verimli, ortaya çıkışına neden olan etkenleri açıkladı:
# Güzellik kavramının zayıflığa dayandırılması,
# Medyada her gün ve defalarca çıkan diyet ve ürünlerin içerikleriyle ilgili bilgiler,
# Bazı ürünlerin kanserojen madde, katkı maddesi, boya ve hormon içerdiğiyle ilgili haberler
# Uzun yaşamanın sırlarıyla ilgili sıkça çıkan bilgiler
Ortorektiklerin bu tip bilgi ve haberleri abartılı bir endişeyle karşıladıklarını ve evde sebze bile yetiştirebildiklerine değinen Verimli, hastalığın dünya üzerinde yaygınlığının henüz kesin olarak bilinmediğini, 10 binde 5 gibi bir rakamın tahmin edildiğini açıkladı.
Prof. Dr. Arif Verimli, hastalığın kadınlarda erkeklerden iki kat daha fazla görüldüğünü, bu sayının gelecek 10 yılda katlanarak artmasının beklendiğini de vurguladı.
Verimli, ''tedavi için mutlaka bir psikiyatrist ve beslenme uzmanının konsültasyonu gerekir. Terapi ağırlıklı tedavi, başarılı sonuç verecektir'' dedi.
Alıntı cnnturk.com.tr
fa77 kardeşim markette gezerken dikkat et bulaşabilir... :):):)
Abiju mesajı yanlış yere yazdın herhalde.Alıntı:
Abiju Nickli Üyeden Alıntı
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Doğumdan ölüme kadar yaşamsal fonksiyonların sürdürebilmesi için gereken enerji miktarı, kişiden kişiye değişiyor.
Yaş, boy, metabolizma hızı, beden kitle indeksi ve fiziksel aktivite düzeyi enerji gereksinmesini belirleyen faktörler arasında yer alıyor.
Beslenme ve Diyet Uzmanı Özlem Sert, enerjinin nasıl sağlanıp harcandığını ve nelerden etkilendiğini cnnturk.com'a anlattı.
Nelerden enerji elde edilir?
"Yediğimiz yiyeceklerdeki karbonhidrat, protein ve yağlardan enerji elde ederiz, protein ve karbonhidrat gram başına 4 kcal. sağlarken yağlar 9 kcal. verir.
Vitamin ve mineraller enerji vermezler sadece enerjinin üretilmesine yardımcı olurlar."
Açık havada yapılan egzersizle harcanan enerji miktarı artar mı?
"Egzersiz süresi ve şiddetine göre harcanılan enerjide kişiye göre değişir. Günlük aldığımız enerjinin yüzde 30'u günlük normal hareketlerimiz için harcanır eğer düzenli olarak sporda yapılırsa bu oran artar.
Açık havada yaptığınız sporda oksijen daha fazla alacağınız için harcadığınız enerji kapalı bir ortamda aynı şiddette ve zamanda yaptığınız spordan 20 kat fazla fark gösterecektir."
Erkekler daha fazla yedikleri halde yağ oranları neden düşük?
"Vücut yapısı, kas-kemik oranı enerji gereksinimini etkileyen faktörlerdendir. Kas oranı fazla olan bir kişinin metabolizma hızı da fazla olduğu için daha fazla enerji harcayacaktır.
Kadınlarda yağ oranı yüzde 20 iken erkeklerde bu oran yüzde 10'dur, buna paralel olarak erkeklerin kas oranı da fazladır.
Kişinin vücut yüzey alanı da harcayacağı enerjiyi etkiler, uzun boylu bir kişi kısa boylu bir kişiye göre daha fazla vücut alanına sahip olduğu için vücut ısısını korumak için daha fazla enerji harcar."
Bazı kişiler çok yedikleri halde kilo neden almıyor?
"Kişinin yaşı, boyu ve yaptığı sporun yanı sıra genetik yapısı da metabolizmasını etkileyen bir faktördür. Kimi kalori hesabı yapmadan canı ne isterse yesin kilo almazken kimileri de hep dikkat etmek durumundadır.
Genler metabolizma hızında farklılıklar yaratır ve bunu kalıtsal yapabilir. Ama bunların yanı sıra kişinin kan bulguları da önemlidir, troidi fazla çalışabilir, bağırsak paraziti bulunabilir, enfeksiyonel bir durumu olabilir.
Sürekli diyet yapmak da bir diğer neden, çünkü vücut az yemeğe alıştığı için metabolizma hızı yavaşlayacaktır."
Beynin çok çalışması enerji harcanmasına neden olur mu?
"Beyin fonksiyonlarının çalışması enerji gerektirir ve beyin, sadece glikozu enerji kaynağı olarak kullanır ve alınmazsa yorgunluk, konsantrasyon bozukluğu görülebilir.
Hareketsiz bir yaşama sahip kişi ne kadar çok çalışsa da, masabaşı iş yapıldığında ve hareket olmadığında vücut yağ depolayacaktır."
Stres kalori harcatır mı?
"Genelde stresli insanların daha fazla kalori harcadığına dair bir görüş vardır. Aslında bazı kişilerde stres iştahı anlık olarak kapatabilir, bazılarında ise tam tersi açar hatta karbonhidrat ağırlıklı beslenmeye yönlendirir.
Stres anında salgılanan hormonlar kalbin daha fazla atımını sağlayarak metabolizmanın da hızlanmasına neden olur. Bunların yanı sıra stresin sindirimi azaltıcı özelliğinden dolayı da fazla yeme isteğini baskılar."
Sigarayı bırakmak kilo artışına neden olur mu?
"Sigara bırakıldığında kilo alınmasının nedenleri metabolizma hızının azalması ve iştahın artmasından kaynaklanır. Sigarada bulunan nikotinin metabolizmayı hızlandırıcı özelliğinin olduğu bilinmektedir.
Düzenli beslenip, nefes egzersizleri yapıp hergün en az yarım saat yürümek ve 2 litre su içmek, metabolizmayı hızlandırır ve böylelikle kilo artışı önlenir.
Sigarayı bıraktıktan sonra iştahın artması ise aslında bir ağız alışkanlığıdır. Kişi sigara içmek istediğinde kendini abur cubura yönlendirir. Alışkanlıklar ise değişebilir."
Alıntı cnnturk.com.tr
Aspirin’in, hem kadınlarda hem de erkeklerde kardiyovasküler (kalp-damar) hastalık riskini azalttığı, ama bunu farklı şekillerde yaptığı belirlendi.
WASHINGTON - Amerikan Tıp Derneği’nin yayın organında yayımlanan makaleye göre, Aspirin erkeklerde miyokard enfarktüsü tehlikesini yüzde 32 düşürüyor. İlaç, kadınlarda ise beyin-damar hastalığı riskini yüzde 17 azaltıyor.
Kuzey Karolina’daki Duke Üniversitesi uzmanlarının yaklaşık 95 bin erkek ve kadın arasında yaptığı araştırma, Aspirin’in sadece erkeklerde kardiyovasküler riski azalttığına ilişkin önceki araştırmalarla çelişiyor.
Hayatlarında daha önce hiç kalp veya damar sorunu yaşamamış kadın ve erkekler arasında yürütülen araştırma, Aspirin’in kadınlara da iyi geldiğini gösterdi.
Kardiyolog Jeffrey Berger, “Bu iyi haber. Önceki çalışmalar Aspirin’in sadece erkeklere iyi geldiğini söylüyordu, doktorlar bu yüzden kadınlara Aspirin yazmakta tereddüt ediyorlardı” dedi.
Berger, her iki cinsin Aspirin’e niçin farklı tepkiler gösterdiğinin anlaşılabilmesi için yeni çalışmalara ihtiyaç olduğunu da belirtti.
Araştırmaya göre, her gün düşük doz Aspirin içen kadınların kardiyovasküler rahatsızlık riski, başka bir deyişle beyin kanaması yada kalp krizi geçirme ihtimali, Aspirin kullanmayanlara göre yüzde 12 azalıyor. Bu oran, erkeklerde yüzde 14.
Alıntı ntvmsnbc.com
Akdeniz Üniversitesi (AÜ)Tıp Fakültesi Organ Nakli Merkezi Müdürü Prof. Dr. Alper Demirbaş, geçen yıl Türkiye’de yapılan tüm böbrek nakillerinin yüzde 35-40’lık kısmının Antalya’da gerçekleştirildiğini söyledi.
ANTALYA - Prof. Dr. Alper Demirbaş, Antalya’nın, milyon nüfus başına vericide 20 rakamına ulaşarak, AB ortalamasının da üzerine çıktığını ifade etti.
Prof. Dr. Demirbaş, geçen yıl, AÜ Tıp Fakültesi’nde 250 böbrek, 18 karaciğer, 10 pankreas nakli gerçekleştirildiğini belirtti. Böbrek nakillerinin 50’sinin kadavra, 200’ünün canlı vericiden yapıldığını kaydeden Prof. Dr. Demirbaş, karaciğer ve pankreas nakillerinin tamamının kadavradan olduğunu söyledi.
Antalya’da böbrek nakillerine 2000 yılında başladıklarını ve o yıl 37 böbrek nakli gerçekleştirdiklerini bildiren Prof. Dr. Demirbaş, “2001 yılında bu rakam 71’e, 2002 yılında 94’e, 2003’te 147’ye, 2004 yılında 171’e yükseldi. Geçen yıl ise böbrek nakli sayımız 250’ye ulaştı. 250 böbrek naklindeki başarı oranımız yüzde 99,3’tür. 250 hastadan kaybettiğimiz hasta sayısı ise 2’dir” dedi.
Prof. Dr. Demirbaş, Türkiye’deki 25 organ nakli merkezinden hiçbirisinde 100’ün üzerinde böbrek nakli yapılmadığını vurguladı.
AÜ’de gerçekleştirilen böbrek nakli sayısının sadece Türkiye için değil, Avrupa için de yüksek bir rakam olduğunu ifade eden Prof. Dr. Demirbaş, şöyle konuştu:
“Türkiye genelinde geçtiğimiz yıl yapılan böbrek nakli sayısı 600civarındaydı. Geçen yıl, Türkiye’deki tüm böbrek nakillerinin yüzde 35- 40’lık kısmını AÜ’de gerçekleştirdik. Bu rakamları Avrupa ile kıyaslamak için 2000-2004 yılları arasındaki verilere bakabiliyoruz. Avrupa Organ Nakli Birliği’nin rakamlarına göre, 2004 yılında en yüksek rakam 199 ile Çek Cumhuriyeti’ne ait. Dört senelik ortalamalarabaktığımızda da en yüksek rakam 208 ile Almanya’nın. Avrupa’da geçen yıl gerçekleşen nakiller 2004 yılındaki gibi olursa, 250 böbrek nakliyle yani ciddi bir farkla Avrupa’daki son dört yılın rekorunu kırmış olacağız. Bu bizim için gurur verici.”
MİLYON NÜFUS BAŞINA 20 VERİCİ BAŞARISI
Prof. Dr. Alper Demirbaş, Antalya’da böbrek nakli konusunda yakalanan başarıda, kadavra sayısındaki artışın etkili olduğunu söyledi. Antalya’da milyon nüfus başına organ bağışının geçen yıl 20’ye ulaştığını belirten Prof. Dr. Demirbaş, “Ulaştığımız bu rakam, milyon nüfus başına 15-17 olan Avrupa Birliği ortalamasının üzerindedir” dedi.
Prof. Dr. Alper Demirbaş, Türkiye genelindeki organ bağışı oranının milyon nüfus başına bir olduğunu kaydederek, Antalya’nın ulaştığı rakamla Türkiye ortalamasını da yükselttiğini vurguladı.
Canlıdan organ nakli sayısını artırmak istediklerini belirten Prof. Dr. Demirbaş, şunları söyledi: “Böbrek hastalarının en ideal tedavi yönteminin böbrek nakli olduğuna inanıyoruz. Çünkü böbrek nakli olanlarla diyalize girenler arasında beklenen yaşam süresi arasında tam üç kat fark var. Hastalaraböbrek nakli imkanını sağlamak için elimizden gelen herşeyi yapıyoruz.”
DOKU UYUMSUZ ORGAN BAĞIŞINDA BAŞARI
Prof. Dr. Demirbaş, Türkiye’de ilk olarak Akdeniz Üniversitesi’ndeuygulanan doku uyumu aranmadan yapılan böbrek nakillerinin de Antalya’nın yakaladığı başarıda etkili olduğunu bildirdi. Prof. Dr. Alper Demirbaş, şöyle konuştu:
“Doku uyumsuz organ nakline başladıktan sonra çeşitli çevrelerdenyoğun ve ciddi eleştiriler aldık. Biz hep, ‘Bu, dünyada diğer merkezlerde yapılan bir uygulamadır. Dünyadaki sonuçlar elimizdedir’ diyorduk. Şimdi kendi sonuçlarımızla konuşabiliyoruz. Elimizde 2005 sonu itibariyle doku uyumu olmadan yapılan böbrek nakillerinin üç yıllık sonuçları var. Doku uyumu olmadan yapılan böbrek nakilleriyle yarı yarıya doku uyumu olan böbrek nakilleri arasında üç yıllık süre sonunda başarı oranı açısından bir fark yok. Bunu bir bilimsel makale haline getirip, ABD’deki bir dergiye yolladık ve yayınlandı.”
Prof. Dr. Demirbaş, Sağlık Bakanlığı’nın yönergesi doğrultusunda başlatılan, akraba olmayan kişiler arasında böbrek nakilleri çerçevesinde 2005 yılında 10 böbrek nakli gerçekleştirildiğini açıkladı.
Alıntı ntvmsnbc.com
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Öğretim Üyesi Prof. Dr. Murat Yurdakök, sezaryenle doğum yapan kadınlarda ölme riskinin, normal yoldan doğum yapanlardan 2-3 kat fazla olduğunu söyledi.
ANKARA - Prof. Dr. Murat Yurdakök, sezaryenin basit bir ameliyat olmadığını ve bu yöntemle yapılan doğumun, yeni doğan bebeğin sağlığını önemli derecede etkileyebileceğini belirti. Yurdakök, tıbbi bir zorunluluk olmadığı sürece normal doğumun tercih edilmesinin anne ve bebeğin sağlığı açısından daha iyi olduğunu ifade etti.
ABD’de tıbbi bir neden olmaksızın sezaryenle doğum yapmak isteyen gebe kadınlardan her yıl yaklaşık 140’ının yaşamını yitirdiğine dikkati çeken Yurdakök,”Normal yolla doğum yapan kadınlar kısa süre içinde kalkıp dolaşabilmelerine karşılık, sezaryenle doğum yapanlar karın ameliyatı geçirdiklerinden hemen beslenip su içemezler. Yara enfeksiyonu ve şiddetli ağrı gibi komplikasyonlar gelişebilir, bağırsaklara ve mesaneye yapışıklıklar, sonraki gebelikte plasentanın tutunmasıyla ilgili sorunlar görülebilir” dedi.
“BEBEK, AMELİYAT BIÇAĞI İLE YARALANABİLİR”
Sezaryenle yapılan doğumun bebek üzerinde hiçbir yan etkisinin olmadığı yönündeki düşüncelerin yanlış olduğunu belirten Yurdakök, sezaryenle doğan bebeklerin yüzde 1.5 oranında ameliyat bıçağı ile yaralanma riski ile karşı karşıya kaldığını kaydetti.
Anneye verilen anestetik maddelerin de bebeğe geçtiğini vurgulayanYurdakök, ameliyatın uzun sürmesi halinde bebeğin bu ilaçlardan daha fazla etkileneceğini ve beynindeki solunum merkezlerinin baskılandığı için oksijensiz kalacağını söyledi. Yurdakök, şöyle devam etti:
“Normalde bebek rahim içinde iken akciğerleri sıvı ile doludur. Bu sıvı akciğer hücreleri tarafından yapılır. Doğum eylemi başlayınca bebeğin vücudunda salınan özellikle adrenalin gibi maddelerin etkisiyle akciğer sıvısı salgılanması durur, emilimi başlar. Normal yoldan doğan bebekte göğüsün sıkışmasıyla akciğerlerdeki bu sıvının yarısı dışarı atılır, geri kalan yarısı ise akciğerlerde emilerek temizlenir. Sezaryenle doğan bebeklerde göğüste bu şekilde sıkışma olmadığı için doğumdan sonra akciğerlerde emilerek temizlenmesi gereken sıvı miktarı daha fazladır. “Yaş akciğer” dediğimiz bu durumda bebeğin akciğerlerindeki hava alış verişi bozulmuştur, bebek soluk alıp verirken zorlanır, hızlı hızlı nefes alır verir.”
“39 HAFTADAN ÖNCE DOĞUM YAPILMAMALI”
Sezaryenle doğan bebeklerde doğumdan sonra akciğerlerin uyumunda gecikme olduğuna işaret eden Yurdakök, bu durumun özellikle anne ağrı çekmeden doğuma alınan bebeklerde görüldüğünü söyledi. Yurdakök, sezaryenle doğanlarda akciğer sorunlarının sıklığının normal yolla doğanlardan 5-6 kez fazla olduğunu belirterek, anneleri doğum ağrıları çektikten sonra sezaryenle doğan bebeklerde bu oranınınyarı yarıya azaldığını kaydetti. Bu durumu önlemek için, gebeliğin 39 haftası tamamlanmadan tıbbi bir neden olmaksızın sezaryenle doğum yaptırılmaması gerektiğini ifadeeden Yurdakök, “Gebelerin doğum ağrıları çekmesine izin verilmeli” diye konuştu.
“İLK EMZİRME BİR SAAT İÇİNDE YAPILMALI”
Sezaryenle doğum yapan annelerin anestezinin etkisinde oldukları için ilk dakikalarda bebeklerini emzirmekte güçlük çektiğine de dikkati çeken Yurdakök, doğumdan sonraki ilk 15 dakikanın bebek ile anne arasında ruhsal ilişki açısından da çok önemli olduğunu söyledi.
Bebeğin, göbek bağı kesildikten hemen sonra, annenin memeleri üzerine yatırılmasının anne ile bebek arasındaki ruhsal bağın gelişmesini sağladığını ifade eden Yurdakök, şunları kaydetti:
“Böylece annenin sütü erken ve bol gelir. Sağlıklı yeni doğan bebekler, herhangi bir yardım yapılmasa bile, sürünerek memeye yaklaşır ve emmeye başlar. Meme başlarının ve etrafının süt veren annelerde koyu olmasının nedenlerinden birisi bebeklerin daha iyi görebilmesini sağlamaktır. Ayrıca buradan salgılanan bazı maddelerin kokusu da bebeği memeye çeker.”
İlk emzirmenin mutlaka en geç bir saat içinde yapılması gerektiğinin altını çizen Yurdakök, bebeğin emmeye en istekli olduğu dönemin geçmesi halinde, bebeğin uzunca bir süre isteksizlik göstereceğini belirtti. Yurdakök, annenin ilk sütünün miktarının az olduğu düşünülerek şekerli su veya mama gibi yapay besinlerin verilmemesi uyarısında bulunarak, “Eğer gıda takviyesi yapılırsa bebeğin açlığı gider. Bebeğin bir kez biberonla beslenmesi, daha sonraannesinin memesini emmesini zorlaştırır” dedi.
Anne sütünün ilk besin olarak alınmasının, bebeği hem mikroplara karşı koruyacağını hem de bağırsaklarında normal bakteri topluluğunun yerleşmesini sağlayacağını belirten Yurdakök, şunları kaydetti:
“Bu bakteriler hem sindirimin normal bir şekilde yapılabilmesini sağlarlar hem de bazı vitaminler gibi besin öğelerini yaparlar. Ana rahmindeki bebeklerin bağırsaklarında hiç mikrop yoktur. Normal yolla doğan bebek önce annesinin doğum kanalındaki, sonra da anüsünün etrafındaki bağırsak bakterileri ile temas eder. Bebeğin annesinin sütünü emmesi de bu bakterilerin bağırsaklarında daha çabuk çoğalmalarını sağlar. Sezaryenle doğan bebekler, annenin bu bakterileri ile karşılaşmadıklarından, bağırsak floraları daha çok çevreden gelen bakterilerle gelişir. Bu mikroplar da bebekte ağır hastalıklara neden olabilir.”
Alıntı ntvmsnbc.com
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Şişmanlığı önleme iddiasındaki yeni nesil ilaçlar, önümüzdeki aylarda ABD’de piyasaya çıkmaya hazırlanıyor.
NEW YORK - Sanofi-Aventis tarafından geliştirilen Acomplia isimli ilacın, ABD’deki İlaç düzenleme kurulundan gelecek ay onay alması bekleniyor. Arena ve Alizyme ilaç firmalarının da yeni bir zayıflama ilacı geliştirdiği ve ilacın klinik deneylerinin de ümit verici olduğu kaydedildi.
Dünya genelinde 26 yeni zayıflama ilacının klinik deneylerinin devam ettiği, 32 yeni ilacın ise henüz başlangıç araştırmaları düzeyinde bulunduğu bildirildi.
Şişmanlık önleyici ilaçları üreten firmalar, piyasaya yeni çıkacakolan zayıflama ilaçlarından yılda 3 milyar dolarlık ciro bekliyorlar.
Dünya Sağlık Örgütü’ne göre, dünyada 1 milyarın üstünde aşırı kilolu insan bulunurken, bu rakamın 2015 yılına kadar bir buçuk milyarı aşması bekleniyor.
Alıntı ntvmsnbc.com
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Doktorlardan, bebekleriyle kanepede uyuma alışkanlığı olan anne ve babalara, bu uygulamadan vazgeçmeleri uyarısı geldi.
ANKARA - İngiltere’de ani bebek ölümü sendromu vakaları konusunda yapılan bir araştırmada, son yıllarda, ailelerin bebekleriyle kanepede uyumalarıyla meydana gelen bebek ölümlerinde dört kat artış tespit edildi. İngiliz tıp dergisi The Lancet’te de yayımlanan makalede, doktorlar, ailelerden bu uygulamadan vazgeçmeleri çağrısında bulundular.
Ani bebek ölümü sendromu (SIDS) vakalarında, erkek, prematüre, düşük kiloyla doğan ve yan veya yüzükoyun uyuyan bebekler için riskin daha yüksek olduğu belirtildi.
İngiltere’nin Avon bölgesinde 1984 ile 2003 yılları arasındaki verileri inceleyen araştırmacılar, ana baba yatağında uyuyan bebeklerin ölümlerindeki düşüşe karşın, kanepede ana babalarıyla uyurken meydana gelen bebek ölümü vakalarında önemli artış olduğunu tespit ettiler.
Dergideki makalede, ayrıca gebelik döneminde sigara içmek veya doğumdan sonra duman altında kalmanın da ani bebek ölümü sendromu vakalarını artırdığı kaydedildi.
SIRTÜSTÜ UYUTUN
İngiltere’de 1991’de “Sırtüstü Uyku” kampanyası sırasında aileler bebeklerini sırtüstü uyutmaya çağrılmış, kampanya sonrasında ani bebek ölümü sendromu vakalarında düşüş görülmüştü.
Doktorlar araştırmalarında, ayrıca ani bebek ölümü vakaları oranının, yoksul ailelerde yüzde 47’den yüzde 74’e ve evlerde gebelik sırasında sigara içilmesinden kaynaklanan ölümlerin yüzde 57’den yüzde 86’ya yükseldiğini belirlediler.
Ayrıca, prematüre bebeklerin ölüm oranının da yüzde 12’den yüzde 34’e yükseldiği ve anne sütüyle beslenen bebeklerin ölüm oranı da yüzde 50’den yüzde 26’ya düştüğü belirtildi.
Alıntı ntvmsnbc.com