27 Temmuz 2008 Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Modern çağın vebası insülin direnci
Sağlığımızın (özellikle kilomuzun) yiyip içtiklerimizle yakın ilişkisi var. Eğer dikkat etmezsek yiyip içtiklerimizle sağlığımızı bozuyor, kilolarımızı çoğaltıyoruz.
Beslenme biliminin ilk meraklılarından biri İtalyan papazdı. 50’sinden sonra doğru beslenip iyi yaşlanmaya kafayı takan bu papazın 90 yıldan fazla yaşadığı biliniyor. O ünlü İtalyan papazın notlarındaki bir cümle bugün de geçerliliğini koruyor: "Eğer dikkat etmezsek mezarlarımızı dişlerimizle kazabiliyoruz."
SİHİRLİ SÖZCÜK KALORİ
Sorun beslenme yanlışlarından kaynaklanan kilo fazlalığı olduğunda işin özünde tek bir sözcük yatıyor: Kalori! Kilo sorununun arkasında yaktıklarınızdan daha fazla kalori almanız yatar. Fazla kilolar bazı istisnalar dışında fazla kalorili yani yüksek enerjili beslenmenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Bu nedenle, kilo sorununuza çözüm ararken önce kendinize "ihtiyacımdan daha fazla kalori alıyor muyum?" sorusunu sormanız gerekiyor. Bu durum özellikle son yıllarda çok daha önemli hale geldi. Nedeni besin üreticilerinin yiyip içeceklerimizi neredeyse birer kalori bombası haline getirmeleri.
Mesela, bir fast food öğle yemeği mönüsü yalnızca küçük bir hamburger, bir parça kızarmış patates ve bir kutu koladan ibaret ama toplam kalori değeri 1000’i geçiyor. Eğer dikkat etmezse çalışan biri iş saatlerinde sadece öğle yemeği, gün içindeki atıştırmaları ve içtiği meşrubatlarla neredeyse 2000 kalori alıyor. Oysa orta yaşlı bir vücudun ihtiyaç duyduğu toplam kalori miktarı bir günde kadınlar için 1600-1800 kalori, erkekler için 2000-2200 kaloriyi geçmiyor.
GEN-BESİN UYUŞMAZLIĞINA DİKKAT!
İşin önemli bir yönü daha var. Yiyeceklerimizin sadece kalorileri artmıyor yapıları da sürekli değişiyor. Yapılar değiştikçe genlerle yiyecekler arasında uyumsuzluk başlıyor. İşte bu uyumsuzluk ilk önce pankreas bezinin kafasını karıştırıyor. Şeker ve diğer karbonhidratların yoğun saldırısı karşısında ne yapacağını şaşıran pankreas bezi de vücuda aşırı miktarda insülin pompalamaya başlıyor. Durum bu aşamadan sonra daha da karışık bir hale geliyor.
Kısacası, genlerimiz yiyip içtiklerimizin bu kadar hızlı değişmesine ayak uyduramıyor. Onları şaşkınlık içerisinde bırakan şeylerin başında eskiye oranla çok fazla şeker tüketmemiz geliyor. Yediğimiz her şey tıka basa şeker dolu! Şekeri fazla yiyip içince kan şekerimiz çok çabuk artıyor. Pankreas bezi bu hızlı artış karşısında paniğe kapılıp, fazla miktarda insülin salgılıyor. İnsülinin fazlası artan şekeri yağ olarak depoluyor ve kan şekerinde ani düşmeye yol açıyor. Kan şekerinde ani düşüşler (hipoglisemi) kısa bir süre sonra yeniden acıkma hissine ve yiyecek içecek tüketimine sebep oluyor. Kısacası bir kısır döngü başlıyor. Bu döngünün düğmesine özellikle şeker, nişasta ve un yüklü besinler basıyor. Bu kötü ve zararlı döngü kırılmadıkça ne insülin direnci çözülebiliyor ne de kilo sorunu kontrol altına alınabiliyor.
EN BÜYÜK ETKİ ÇOCUKTA
Bu kötü gidişten en çok etkilenenler çocuklarımız. İkinci sırada genetik yapısında "metabolik sendrom" eğilimi olan kişiler geliyor. Son yıllarda salgın bir hastalık gibi yayılan çocuk ve genç yaş şişmanlığının ve orta yaş karın bölgesi yağlanmasının arkasında işte bu kısır döngü yatıyor. Kısacası insülin direncini "çağın vebası" olarak değerlendirenler pek haksız değiller.
Modern yaşam sadece çevreyi değil, vücudumuzu da kirletti. Bu kirlenme karşısında yalnız doğa değil genlerimiz de şaşkın düştü. Kilo sorunu, şişmanlık, hipertansiyon, şeker hastalığı ve kanser vakalarının artışının arkasında biraz da bu gıda-gen uyuşmazlığı yatıyor.
Beslenme yanlışlarınızın sizi yalnızca fazla kilo veya obezite problemi ile karşı karşıya bırakmayacağını, kanserden ülsere, tansiyondan şekere pek çok sağlık probleminin arkasında bu hataların yattığını lütfen unutmayın.
AZ YİYİN ÇOK YÜRÜYÜN!
Eğer iyi ve güzel yaşamak, güzel ve ***ifli yaşlanmak, hastalıklardan uzak, sağlıklı bir hayat sürmek istiyorsanız az yiyin ve çok hareket edin! Özellikle 50’li yaşları geçince yediklerinizi azaltıp, aktivitenizi arttırmayı ihmal etmeyin. Benim önerim hiç olmazsa bu yaşlardan sonra iki beyazı (şeker ve beyaz un) hiç yememeniz, üçüncü beyazı yani tuzu hayatınızdan olabildiğince uzak tutmanız, yiyecekleri mümkün olduğu kadar doğal halleriyle yiyip içmeniz, sık ve az yemeniz, öğün atlamamanız, sofradan tıka basa doyunca değil ilk doyma sinyallerini alır almaz kalkmanız, sabah kahvaltısını zengin, akşam yemeğini hafif tutmanız, alkolü ya hiç kullanmamanız ya da iyice azaltmanız, yemek pişirirken mümkün olduğunca zeytinyağı kullanmanız, kızartmalardan uzak durmanız, meyve ve sebzeyi sofranızdan eksik etmemenizdir.
NE YAPMALI?
Sağlıklı bir beslenme planı oluştururken daha fazla meyve-sebze, bitkisel gıda tüketmemiz gerekiyor. Daha çok tahıl, bakliyat yememiz lazım. Bunların da doğal olanlarını, fazla işlenmemiş olanlarını, hatta mümkünse organik üretim sertifikalılarını yiyip içmeliyiz. Öğütülmemiş tahıl, genetiğiyle oynanmamış (orası burası şişip tombullaşmamış, hormondan, böcek öldürücüden nasibini fazla almamış) sebze ve meyveler yemeye gayret etmemiz gerekiyor. Mümkün olduğu kadar doğada beslenip büyüyen, doğada otlayan hayvan etlerini tüketmeye, sütün, yoğurdun, peynirin, namuslusunu (!) yiyip içmeye özen göstermemiz gerekiyor. Özellikle fast food yiyeceklere, hamburgerlere, kızarmış patateslere, içi tıka basa şeker dolu gazlı içeceklere, kolalı içeceklere ne kendimiz ne çocuklarımız merhaba bile dememeli.
27-07-2008, 19:38
sarıkanarya_41
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bizimki zaten nefret-aşkıydı
Biz onları Küçük Oteller Kitabı’yla tanıdık. O kitapla birlikte o aileyi de sevdik. Sonra Şirince Evleri projesiyle sevgimize biraz da hayranlık karıştı. Müthiş bir çifttiler.
Mükemmel projeler yaratıyorlardı, birlikte hayata geçiriyorlardı. Üç güzel çocukları oldu. Köyde mütevazı fakat siyası anlamda iddialı bir hayatları vardı. Nişanyan Evleri uğruna Sevan Nişanyan hapis bile yattı ama parmaklıkların ardında bir etimoloji sözlüğü yarattı. 6 dil bilen farlı bir adam. Ama sonra ne olduysa oldu aynı çift yaşadıkları boşanmaya yol açan hadiseyle literatüre geçtiler. Sevan Nişanyan, o 6 dil bilen entelektüel dahi adam, bir kovada topladığı bokları, kavanoza doldurup karısının kafasından aşağı boca etti. Bu olay sadece bu çifti değil, Türkiye’yi sarstı. Önüne gelen bu davaya dahil oldu. Her kafadan bir ses çıktı. Ama Müjde Nişanyan, ilişkileri üzerine ilk kez konuşuyor... Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Sevan Nişanyan’la nerede, nasıl tanıştınız?
- Kuzguncuk’ta. Amerika’dan gelmişti, ortak bir arkadaşımız tanıştırdı. 47 model bir jipim ve kızıl saçlarım vardı. Beni görünce "Bu kadında iş var" demiş, birkaç gün sonra da "Evlenelim" dedi.
Aşk, tutku, şefkat? Yaşadığınız neydi?
- Ben hayat boyu dostluk sürdürebileceğim adamı bulmuştum. Bundan daha önemli ne olabilir? Aşk, **** benim için ikincil şeylerdi.
İyi de nesine vuruldunuz, çarpıldınız, tutuldunuz?
- Olağanüstü bir hatiptir mesela. 198’inci kez aynı şeyi anlatsa da her seferinde aynı ***ifle, aynı zevkle sanki ilk kez duyuyormuşum gibi dinlerim. Felsefe bilir, matematik bilir, siyaset bilir, satranç bilir, 6 dil bilir, müzik bilir, resim bilir. Müthiş bir adamdır, derin bir adamdır. Beni etkileyen canlılığı. Olayları şablonlar dışında görebilmesi, değerlendirmesi. Yeni tanıştığımızda Latince bildiğini öğrendim, dalga geçiyor zannettim, gittim Latince Deyimler Sözlüğü aldım, bazı deyimlerin anlamını sordum, hakikaten biliyordu, bunlar da etkiledi beni. Çok çok büyük bir enerjisi vardır Sevan’ın. Bu enerjiyi pozitif kullandığında, Şirince’de olduğu gibi muhteşem bir dünya yaratabilir. Ama negatif kullandığında, yandınız, dehşetengiz bir tahribat gücü vardır. Ortalığı yakar yıkar. Bu gücü karşısında hep irkildim.
Onun bu özellikleri sizi hemen evlenmeye ikna etti mi?
- Tabii, tabii. Sadece evlenmeye değil, çocuk yapmaya da. Benim bir özelliğim de biraz saf olmam. "Sen güzel ve sağlıklı bir kadınsın, harika çocuklarımız olur" dedi. "Tamam o zaman yapalım" dedim. Birlikte seyahatlere de çıktık. Onunla birlikte seyahat etmek de olağanüstüdür. Ansiklopedinizi sürekli yanınızda taşırsınız, Sri Lanka’da da İtalya’da da size hep anlatacak bir şeyleri vardır. Ben eski kocamla Pink Floyd ve rock dinlerdim, Sevan’la klasik müziğin en derinliklerine inebilme şansım oldu. Donizetti ve Bach’ın dünyasına girdik. Bir ara, "Bach gibi 12 çocuk yapalım!" diye tutturdu, bütün dehalar gibi tohumlarını saçmak istiyordu, Allah’tan biz 3’te kaldık.
Tamam dehasını anladık... Nasıl bir eş, nasıl bir baba? Ne kadar şefkatli, sorumluluk sahibi...
-Ha işte onlar yok. Sevan, dünya liderliğine oynayabilecek kudrette bir insan. Böyle insanlar çocuk-mocuk yapmamalı, aile filan kurmamalı. Onlar bilgilerini, fikrî zenginliklerini, teorilerini, derin izahlarını kitlelerle paylaşmalı. Çünkü aile - çocuk, onlar için çok ikincil yani sıradan olaylar. Sevan için de öyleydi. Ben hep onun sağduyusu, freni olmak zorunda kaldım.
Ne yapıyordunuz yani?
- İtiraz ediyordum, kavga ediyordum, karşı çıkıyordum, onun deyişiyle dır dır ediyordum. Ben hep senin bir ailen var, üç çocuğun var’ı hatırlatan unsurdum, ama dinleyen kim? Mahkeme celpleri, jandarmalar... Hayatımız böyle geçti. O kafaya bir şey takıyor, ben onun aşırılıklarını engellemeye çalışıyorum. Hiçbir şeyden korkusu yok, inandığından vazgeçmez, taviz vermez. Bütün bu olan bitenler aramızdaki fikir ayrılıklarının tohumunu atmış oldu. Böyle sıradışı adamların önünde onları engelleyecek sağduyuları olmamalı aslında...
Çok abartmıyor musunuz onu!
- Yok valla, dürüstçe anlatıyorum. Budur Sevan.
Dikkatimi çekti onu müthiş bir yere koyuyorsunuz, kendinizi olduğunuzdan daha aşağı bir yerde konumlandırıyorsunuz...
- Evvel eski söylerler bunu. Ama hayır, ben de güçlü olmasaydım böyle bir adama 17 yıl dayanamazdım. Sadece güçlü değilim, sebatkar ve sabırlıyım da. Ama buraya kadarmış. Nasıl bir baba olduğuna gelince de, çocukların günlük ihtiyaçlarıyla ilgilenmezdi ama onlara dünyanın en güzel timsah hikayelerini anlatırdı, kafadan uydururdu, canı isterse satranç tahtasına oturup onlarla iki saat satranç oynardı. Çocuklar babalarından bir sürü şey öğrendiler, karizmatik bir babadır.
Evliliğiniz boyunca bir sürü projeyi hayata geçirdiniz: Küçük Oteller Kitabı, Nişanyan evleri. Omuz omuza mücadele ettiniz, Sevan hapislere girdi... Dava arkadaşlığı evliliğinizi ne yönde etkiledi?
- O davalara gönüllü sürüklenmedim ki. Ben daha orta karar, sakin bir yaşamı tercih edenlerdenim. Ama onun bu çarpıcı, hızlı yaşamının içine ister istemez dahil olmak zorunda kaldım.
Bakıyorsunuz Sevan bir tane daha tapuyla gelmiş... Öyle mi?
- Aynen öyle. "Oraya da ev yapacağım" diyor. "Mümkün değil izin vermezler" diyorum, "Yapacağım" diyor. "Olur mu, hak var, hukuk var" diyorum, dinlemiyor. Başlıyor inşaata. Bir süre küsüyorum ama sonra elden ne gelir, barışıyorum. Ama sabırsız ve maymun iştahlı, bir fikri ortaya atıyor, tamamlanma sürecini bana devrediyor çünkü sıkılıyor.
Yani fikir onun, projeyi hayat geçiren sizsiniz...
- Öyle de diyebiliriz. Çünkü Sevan artık çoktan başka bir projenin üzerinde çalışıyordur. Ama o kadar çok şey yarattık ki Şirince’de, o sürekliliğin sağlanması gerekiyordu. İş, çocuklar ve süreklilik, benim için belirleyici olan bunlardı. Zaten bunun dışında hiçbir şeye vaktim kalmıyordu. Kendimi tamamen rafa kaldırdım.
Geriye dönüp baktığınızda gördüğünüz ne?
- Çok yorulmuş bir kadın.
Evliliğiniz ne zaman çatırdamaya başladı?
- Son 5-6 senedir "takipçi" rolünden fazlasıyla yorulmuştum. Gerginlikten sıkılmıştım, sükûnet ve huzur istiyordum.
Bunu ona söylediniz mi?
- Pek dinlemez böyle şeyleri. Sevan, hayatını kolaylaştıracak insanlar ister. Ben de o konuda iyiydim. Bila ücret 15 saat çalışan, çocuklarına düzgün annelik yapan, yorulmayan, başı ağrımayan, migreni olmayan, adet ağrısı çekmeyen, hiç hastalanmayan bir kadın. Az buçuk da kültürlü. Şikayet etmez, kapris yapmaz, bir de azla yetinir. Kim istemez? Hakikaten öyleyim. Berbere gitmem, kıyafet almam, araba tutkum yoktur, gezdirilmek istemem. Azla yetinirim. Az yerim.
Allah Allaaaaaaaah! Bütün bu fedakarlıklarınızın karşılığında o size ne yapıyor? Sürprizler, hediyeler, romantik şeyler...
- Dalga mı geçiyorsun? Onun kendi dünyası zengindir, o kadar.
Bu yaşadığınız ego savaşı mı? Kim daha uzağa işeyecek mi?
- Herhalde. Biz yatakları filan da ayırmıştık zaten. Ben yeni bir yaşam modeli üzerine kafa yoruyordum. Tamam evliliğimiz eskidi, bayatladı, konuşacak mevzumuz kalmadı ama işimiz ortak ve dünya güzeli üç çocuğumuz var, o zaman evleri ayıralım, işi ortak yürütelim, çocuklar istediklerinde annede istediklerinde babada olsunlar.
Boşanmaya karşı mıydınız?
- Ben değildim ama Sevan istemiyordu.
E peki bu son hadise ne münasebetle yaşandı? Bütün bu patırtının sebebi başka bir kadın olabilir mi?
- Kuşkusuz Sevan farklı farklı renkler arıyordu, her alanda aradığı gibi. Arsız bir iştahı vardır çünkü. Yemek yerken önündeki ekmekle kavga eden bir adam. Onun için bu farklı renk arayışlarının içinde farklı sesler, farklı kokular ve farklı bedenler de aramak istemiş olabilir.
Tamam, o size korkunç bir şey yaptı, peki siz ona ne yaptınız da o böyle davrandı?
- Anlatması kolay değil. Bizimki nefret-aşkı. Almancası Hassliebe. Böyle bir kalıp içinde her şey yaşanabilir. Bu ayrılık sürecinde bir araya gelip konuşuyoruz, geçenlerde de konuştuk, "Kimse bana senin kadar acı çektirmedi hayatta" dedi. Benden hem nefret ediyor hem de seviyor. Biz bu iki duygu arasında gittik geldik, bazen biri ağır bastı, bazen diğeri...
Sevan bu hadisenin simgesel bir olay olduğunu söyledi. "Sen başkalarıyla ilgili bana bok atıyorsun ben şimdi sana gerçekten atıyorum!" filan mı demek istedi...
- Sanırım. Ama sormadım. Sorulmayacak ve üzerine konuşulmayacak kadar korkunç bir hadise.
Ama bu olay fevri bir olay değil, sandalyeyle birinin üzerine yürümek değil, hesap var, kitap var, yılansı bir soğukkanlılık var...
- Evet. Taammüden yapılmış bir şey. Düşünülmüş, tasarlanmış. Ama iki insanın ilişkisinde her şey olabilir. Her ne kadar bu gerçekten büyük bir iğrençlik olsa da. Geçen gün Sevan bana "Aynı şeyi sen yapmış olabilirdin, sence benim tepkim böyle mi olurdu?" dedi.
Onun tepkisi nasıl olurmuş?
- Çok ironik ve komik bulurmuş, güler geçermiş. Hatta "Vayyyy amma güzel numara, iyi planlamışsın!" dermiş. Ben de döndüm dedim ki, "Böyle bir şey ben sana yapsaydım, sen beni silahla kovalardın Sevan!"
Bu olayda size en çok ne koydu?
- Gazetelere düşmek! Çok utandım!
İyi de jandarmaya giden ben değildim herhalde! Bu hadiseyi bütün Türkiye’nin duyacağı aklınıza gelmedi mi?
- Hayır, hiç. Biz küçücük bir kasabada yaşıyoruz. Benim ailem filan yok ki burada, muhtemelen o anda jandarmayı koruyucu baba olarak gördüm, ondan aradım. Bir dahaki sefere daha detaylı bir şey yapacak olursa "Neden bizi aramadılar" demesinler diye hemen telefon ettim ve gelip fotoğraf çekmelerini, zabıt tutmalarını istedim. Ama meğer sen şikayetçi olmasan da, kadınlar bu ülkede çok şiddete maruz kaldıkları için otomatik olarak kamu davası açılırmış. E ben bunu bilmiyordum.
"Yıllar sonra geleceğimiz nokta bu mu olacaktı" dediniz mi?
- Öyle muhasebelere girmedim. Çünkü depresyona girecek, travma yaşayacak vaktim yok benim. Hayata devam. Ben hep öyle yaşadım.
Genellikle erkeğin kadına şiddet uyguladığı vakalarda "Kadın kuruluşları, feministler neden sahip çıkmıyor?" denir. Bu sefer sahip çıktılar, o da problem oldu...
- Benim feminist hareketle hiç bağlantım yoktu. İzm’ler mizm’ler bana uzaktır. Tanımam, bilmem, okumam. Sonuçta bir köyde yaşıyorum ben. Ama bu olay neticesinde sivil toplum örgütlerindeki kadınların ne kadar güçlü olduğunu gördüm. Gerçi bu olayın saçmasapan bir sürü açılımları da oldu, daha farklı yansımaları oldu.
HEM ESNAF HEM RADİKAL OLAMAZSIN
"Bu feministler de nereden çıktı şimdi?", "Kol kırılmalı yen içinde kalmalı, bu işler karı- koca arasında kalmalı" dediniz mi?
- Gazeteye düştüğüm için çok utandım. Ama burada feministleri suçlayabilecek bir durum da yok. Olay olmuştu zaten. Onlar düğmeye basmasaydı da biz basına çıkacaktık. Feministlerin başlattığı saf tepki sonradan fırsatçılar tarafından art niyetli noktalara çekildi. Bu yüzden ticari açıdan itibar kaybettik. En çok Sevan’ın repütasyonu zarar gördü. Tüm bunlar ortak ürettiğimiz şeylere de zarar verdi. Ama ben ona yıllardır şunu söylüyordum: Sen bir yandan esnaf kimliği taşımaya çalışıyorsun, Küçük Oteller Kitabının gururusun, bir yandan da Türk aydınlar camiasında sivrilen bir entelektüel olarak yerini almak istiyorsun. Bu ikisi bir arada olmaz. Hem esnaf hem siyasi radikal olamazsın, hayat müsaade etmez. Sonunda korkunç bir facia olacak demiştim. Oldu.
Herhangi bir şekilde onu affetme ihtimaliniz var mı?
- Evliliği sürdürmek anlamında hayır. Ama boşandıktan sonra aramızdaki saygıyı yeniden yapılandırabilirsek normal, medeni insanlar gibi konuşabiliriz belki. Ben buna açığım.
Son durum ne?
- Sevan’ın bütün kaleleri yıkıldı. Üniversitede ders veriyordu, televizyon programı vardı, Agos’a yazıyordu. Hepsi bitti. O olaydan sonra zaten Etiyopya’ya gitti, üç hafta çöllerde sürünmüş, manastırlarda kuru ekmek yemiş, münzevi bir hayat sürmüş. Dönünce benimle konuşmak istedi. "Gidecek başka gidecek yerim yok. Oteli birlikte işletmek zorudayız" dedi. Önce kabul etmedim. Onunla aynı yerde bulunmaya tahammülüm yoktu. Ama sonra düşündüm ki üç kuruşluk dünyada değer mi? Adamın bütün kaleleri yıkıldı, alsın o zaman oteli işletsin. "Ben ayağımı çekiyorum, otel senin" dedim.
Peki karşılığında?
- Çocukların nafakaları dışında, her ay 5 bin YTL.
Bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz?
- Şimdiye kadar benim burnum Şirince dahil beni hep doğru yerlere götürdü, bundan sonra da götürür herhalde. Yine rehberlik yapabilirim. Bir de butik otel açmak isteyenlere danışmanlık ederim, çünkü bu işte bilmeden etrafa dehşetengiz paralar saçılıyor. Bir de İzmir’de bir dernek kurduk, kadınlar için bir şeyler yapmak istiyorum. Tacize uğrayan eğitimli kadınların sessiz kalmalarını engellemek için.
Bütün bu olaylara üç çocuğunuz nasıl tepki gösterdi?
- En küçükle çok az şey paylaştım, büyükler olan biteni biliyorlar. Kızımız 12 yaşında, zor bir yaş, zannederim o bir travma yaşıyor, olayı duyduğunda 2 hafta okula gidemedi ve bir temizlik obsesyonu başladı. Sürekli lavabo filan temizler oldu. Allahtan şimdi daha iyi. Büyük oğlum bana fikir veriyor, arkadaş ötesi danışmanım gibi.
Dünyadaki en egzantrik adamları hayat arkadaşı olarak seçmekte pek hünerliyim
Sevan tanınıyor ama siz çok bilinmiyorsunuz. Siz kimsiniz?
- Pek ahım şahım bir hikayem yok. 1962 doğumluyum. Çocukluğum İsviçre’de geçti...
Ne alaka?
- Bildiğin "gastarbeiter" (misafir işçi) hikayesi. Babam, Bursa Kemalpaşa’da bir eşraf ailesinin son çocuğu olarak dünyaya geliyor. Tabii son çocuk olmak kolay değil, herhangi bir mal- mülk kalmıyor. O da "Bari bir araba sahibi olayım, İsviçre’de iki üç yıl kalır sonra dönerim" diyor, 40 yıl kalıyor.
Annenizle İsviçre’de mi tanışıyorlar?
- Hayır, o da Bursalı bir ailenin kızı. Çok uzaktan akraba evliliği. Almış annemi gitmiş.
Aşk var mı bu hikayenin içinde?
- Yok. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Ailenizi nasıl hatırlıyorsunuz?
- Çok mutlu bir aile değil. Annemle babamı hep küs hatırlarım. Ben ulaktım. Mektuplar yazılır, ondan ona götürülür, daha küçükken bile "Ya, şu evliliğinize bir nokta koysanıza" derdim. Şaşkınlıkla bakarlardı. Saçmasapan şeylerden kavga ederlerdi. Diyelim ki bir yere gidiyoruz, babam anneme sorardı: "Sağa mı sapalım, sola mı?" Annem de "Sen bilirsin" derdi ve kavga başlardı. Sonra da küslük dönemleri...
Hikayenin devamı nasıl geldi?
- Anneciğim en küçük oğlumun doğumundan 20 gün önce öldü. Yani çok tuhaf, evlilikleri hiçbir zaman noktalanmadı. Babam hálá yaşıyor. Ama benim babamla bağım kopuk.
Neden?
- Ben çok örnek bir çocuktum, okulda başarılıydım, çok iyi arkadaşlıklar kurardım, ilişkilerim de fevkaladeydi ama hayatımda çok büyük bir hata yaptım. Babama göre tabii. Uzun saçlı, küpeli bir adamla evlendim. Babam da beni hiçbir zaman affetmedi.
Nasıl yani bundan dolayı sizi defterden mi sildi?
- Aynen. Ben en egzantrik adamları kendime hayat arkadaşı olarak seçme konusunda pek hünerliyim. Babam da bunu hazmedemedi. Bu tabii yüzyıllarca önce oldu. Bugün 46 yaşındayım, o zamanlar 22 yaşındaydım. O zamandan beri de onu hemen hemen hiç görmedim. Ama babam bana en büyük hayat dersini verdi.
Nedir o?
- Babama göre dünyadaki tek iyi odur. Onun dışında herkes, akraba, eş, dost, hatalıdır, yanlıştır. Buydu işte hayatımın en büyük ilk dersi: Yargılayıcı olmamamak. Bu dersimi çok iyi öğrendim. Çünkü babam insanları hep yargılardı, asla onları olduğu gibi kabul edemedi. Ve tabii sonunda yapayalnız kaldı. İki çocuğu da yanında değil.
Bu yaşadıklarınız ağır bir travma aslında...
- Bilmem ki. Travmalar benim yaşantımın bir parçası. Dolayısıyla olağan geliyor.
- Muhtemelen. Nerede normal biri var ilgimi çekmedi. Memur mu? Düzenden yana mı? Beyaz gömlekli mi? Ih ıh. Ama zaten ideal erkeğin olmadığını, aradığımız bütün özelliklerin bir adamda toplanamayacağını çok küçük yaşta öğrendim ben. Çocukluğumdan beri içimde taşıdığım bir fantezim var.
Nedir o?
- İstanbul’da Galasaray’da neo klasik bir apartman, 12-13 katlı. O apartmanın anahtarı da bende. Her bir dairesinde farklı bir adam yaşıyor, ben yerleştiriyorum aslında onları oraya. Mesela romansa mı ihtiyacım var 13. kata çıkıyorum, müzik ve mimari konuşmak istiyorsam 12. kata iniyorum. Ezoterik bir guruya mı ihtiyacım var, 3. kata gidiyorum. Life style ya da ***ifli yemek mi konuşacağız 4. kat. Fantezinin en hoş tarafı da şu: Hepsinin divası benim. Neyse, umudum var, bir gün kuracağız apartmanı.
Bir de eğitiminizi sorayım...
Ben biraz amorf bir yaratığım. İnsanlar beni nereye yönlendirdilerse, "Tamam" derim, dedim. Türkiye’ye dönmek gerekiyordu "Eyvallah" dedim. 16 yaşında Bursa Kız Lisesi’ne yatılı verildim, canlı laboratuvar gibi geldi orası, İsviçre gibi özgürlükçü bir ortamdan gelmişsin, ama uyumsuzluk göstermedim, arıza da yaratmadım. Arkeoloji, sanat tarihi ve sanata yatkınlığım vardı, "Ama o işte ekmek kazanamazsın, mühendis ol" dediler, "Tamam" dedim, kimya mühendisliği okudum. Derken aşık oldum, babamın itiraz ettiği adamla, Mete Özgencil’le evledim. 7 yıl sonra boşandım. Bir rehber arkadaşım sayesinde Şirince’ye gittim, oradaki konukseverlik aklımı aldı, bayıldım o köye, bir ev alabilmekti bütün hayalim. Sırf bu yüzden rehber oldum. Ve Şirince’de bir ev aldım. Gerçi ev değil, ahırdı. İçinde keçileri ve koyunları vardı. Yavaş yavaş ustalarla düzeltmeye başladım orayı. Henüz sonraki 20 küsur yılımın Şirince’de geçeceğini bilmeden...
ÜNİVERSİTE HOCASI İZİN VERİRSENİZ BU VAKA LİTERATÜRE GEÇECEK DEDİ
Olayın üzerine İstanbul’dan çok değerli bir ceza hukuku profesörü aradı, Adem Sözüer, "Basından takip ediyorum sizin vakanızı, o kadar benzersiz ki, biz literatüre geçirmek istiyoruz, izin verir misiniz?" dedi. Güleyim mi ağlayayım mı bilemedim. "Siz nasıl isterseniz" dedim. "Bu konuda gelip bir konuşma yapar mısınız?" dedi, "Hayır asla" dedim.
KİM İSTEMEZ BENİM GİBİ KADINI
Sevan, hayatını kolaylaştıracak insanlar ister. Ben de o konuda iyiydim. Bila ücret 15 saat çalışan, çocuklarına düzgün annelik yapan, yorulmayan, başı ağrımayan, migreni olmayan, adet ağrısı çekmeyen, hiç hastalanmayan bir kadın. Az buçuk da kültürlü. Şikayet etmez, kapris yapmaz, bir de azla yetinir. Kim istemez? Hakikaten öyleyim. Berbere gitmem, kıyafet almam, araba tutkum yoktur, gezdirilmek istemem. Azla yetinirim. Az yerim.
27-07-2008, 19:38
sarıkanarya_41
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Havada duş
Emirates, yarın Hamburg’da teslim alacağı Airbus A380 tipi uçağında duş hizmeti veren ilk havayolu şirketi olacak.
A380’in ikinci katında, ön tarafta yer alan iki duş, sadece 14 first class yolcusu tarafından kullanılacak. 10 bin metrede bu ***fi yaşamak isteyenler için Dubai-New York arasındaki seferlerde first class bilet fiyatı gidiş-dönüş, vergiler dahil ağustos ayı için 6 bin 623 eurodan başlıyor.
İş jetleri tarafından kullanılan sistem ilk defa bir havayolu uçağında yer alıyor. A380’in ikinci katına merdivenle çıkıldıktan sonra duşlar hem sağ, hem de sol tarafta yer alıyor. Alman Dasell şirketi tarafından imal edilen duşların iki bölüm var. Giyinme-soyunma kabini ile duş kabini özel bir kapıyla ayrılıyor. Duş kabini 97 santimetre genişliğinde. İçinde küçük bir oturma yeri de mevcut. Su yüksek basınçla püskürtülüyor.
1 TON SU KAPASİTELİ
Duş kabinin tüm yüzeyi özel bir cila ile kaplandı. Su damlaları, yüzeyden hızla zemine doğru kayıyor. Kabin içindeki malzemeler yüksek hijyen standartlarının korunmasına yardımcı oluyor. Su tek bir noktadan atık tankına gidiyor. Zeminde ise kaymayı önleyici yüzey bulunuyor. Yolcuların her kullanımı sonrasında duş kabini temizleniyor.
Farklı sertifikasyon sürecinden geçen sistemin için 1 tonluk su deposu var. Havayolları yakıttan tasarruf etmek için tuvaletteki tankları yarım doldururken Emirates 1 tonluk tank için her uzun uçuşta ciddi miktarda yakıt harcayacak.
SIRADA HAVUZ VAR
Yolcular için özel havlular, SPA malzemeleri duş bölümünde yer alacak. Özel LED ışıklarla aydınlatılan duş bölümünde duvarlarda açık renkler tercih edildi. Lavaboda ise mermer deseni kullanıldı. Bu arada Airbus mühendisleri, A380’i iş jeti olarak isteyen bir müşterisi için kabine havuz koymak üzere çalışıyor.
Emirates’in ilk A380’i, 489 koltuklu olarak tasarlandı. Alt kat tamamen ekonomi sınıfına ayrıldı. Üç ayrı bölümde alt katta toplam 399 ekonomi koltuğu bulunuyor. Koltuk oturumu 3+4+3 şeklinde planlandı. A380’in ikinci katında önce first, arkasından da business class var. First class cam kenarlarında birerli, ortada ise ikili koltuklara sahip. Bu koltuklar çift kişilik yatak haline geliyor. Üst katta, first’ten sonra business class yer alıyor. Business koltukların oturum düzeni ikili. Toplam kapasitesi 76 yolcu.
İLK UÇUŞ NEW YORK’A
Emirates’in yarın teslim alacağı A380 ile ilk resmi uçuşunu 1 Ağustos’ta Dubai’den New York JFK Havalimanı’na yapacak. Ekim ayından itibaren filoya katılacak diğer A380’lerle birlikte her gün New York uçuşları iki katlı dev yolcu uçağı ile gerçekleştirilecek. Emirates, New York’tan sonra Londra ve Avustralya’da 2009’dan itibaren A380’le uçmaya başlayacak. Tolga ÖZBEK
Dünyanın en büyük maket uçağı
Emirates Havayolları, Londra Heathrow Havalimanı’nın girişine konulmak üzere dünyanın en büyük maket uçağını yaptırdı. 45 ton ağırlığındaki Airbus A380 maketinin boyu 24, kanat açıklığı 26 metre. Penwal Industries tarafından imal edilen uçak, Londra’ya Antonov An-124 tipi özel kargo uçağı ile getirilerek, uzmanlar tarafından kaidesine yerleştirildi. Maketlerin boyutları 50 koltuklu bölgesel yolcu uçağı CRJ200’e neredeyse eşit. Daha önceden havalimanı girişinde İngiliz Havayolları British Airways renklerine boyalı Concorde’un maketi bulunuyordu.
Sinop’ta terminal yetmiyor
Türk Hava Yolları’nın 15 Temmuz’da yeniden başlattığı İstanbul-Sinop seferlerinde doluluk yüzde 100’e ulaştı. Ağustos sonuna kadar tüm koltukları satılan Sinop hattında uçuşların önce haftada 4, daha sonra da her güne çıkartılması planlanıyor.
Ancak terminal kapasitesinin 80 yolcu olması, uçuşlarda büyük sıkıntıya neden oluyor. THY’nin 126 koltuklu A319’la gerçekleştirdiği uçuşlarda sıkışık terminal binasıyla birlikte havalandırma sisteminin olmaması yolcu şikayetlerini artırıyor. Devlet Hava Meydanları İşletmesi, Sinop Havaalanı’nın terminal binasını büyütmek üzere alt yapı çalışmalarını tamamlayarak önümüzdeki günlerde ihale açması bekleniyor.
SABİHA GÖKÇEN’DE SIKINTI
Yazın yoğunluğu ile birlikte Sabiha Gökçen Havalimanı’nda İç Hatlar Terminali’nde de büyük bir sıkışıklık yaşanıyor. Seferlerin artmasıyla birlikte güvenlik ve check-in kontuarlarında sıralar uzuyor. Diğer taraftan THY ve THY adına bazı hatlarda uçan SunExpress Havayolları’na kontuar hizmeti veren İSG çalışanlarının Elite Plus, Elite, Classic Plus kartlarına sahip yolcuları CIP salonlarına yönlendirmemesi, yolcu şikayetlerine neden oluyor.
Top Service helikopterlere bakacak
İstanbul Atatürk Havalimanı’nda pervaneli uçaklara bakım ve hangarlama hizmeti veren Top Service, İtalyan AgustaWestland şirketinin imalatı 109 Power ve 119 Kaola serisi helikopterler için bakım yetkisi aldı. JAR-145 yetkisine sahip merkezde, özel eğitimli teknisyenler ile helikopterlerin her türlü bakımları artık Top Service tarafından gerçekleştirilebilecek.
27-07-2008, 19:39
sarıkanarya_41
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Amasra’nın uykusu kaçtı
Amasra, Karadeniz’in berrak sularına uzanan zarif bir yarımadanın üzerinde. Şehir, doğal güzellikte birbirleriyle yarışan ormanlar, adacıklar ve koylarla süslü.
Amasra güzelliklerinin küllenmesinden tedirgin. Tüm Anadolu’nun en güzel kıyısında yer alan Amasra’yı şimdi termik santral korkusu sardı. Mustafa Türker Erşen, bu şirin ilçede son günlerde olup bitenleri Atlas için araştırıp yazdı.
Kayık pat pat sesler çıkararak durgun denizde beyaz bir iz bırakarak ilerliyor, köprünün altından geçiyor. Ve içindeki bizler taştan bir gökkuşağını aşmış gibi oluyoruz. Amasra’nın karışık kıyı çizgisini artık daha da anlaşılmaz buluyoruz. Su ve kara her yönde birlikte boy gösteriyor, coğrafyanın bütün unsurları kaynaşıyor; ormanlar, bulutlar, hava, toprak, geçmiş günler, gelecekteki günler... Burası sadece Karadeniz’in değil, tüm Anadolu’nun en güzel kıyılarından biri. Şimdilik.
Direkli Kaya’da oturmuş balıkçıları dinliyoruz. Kayık şimdi Küçük Liman’ın korunaklı sularında yorgunluk atıyor. "Yeraltında da, yerüstünde de dertliyiz" diyor Emin Özbek. Amasra’nın deneyimli balıkçılarından Özbek’in tüm hayatı bu suların içinde, üzerinde, kıyısında geçmiş; teni tuz ve güneşten yanmış; zekası yörenin güzelliğinden süzülmüş.
"Yeraltı" derken Amasra’nın önemli ama kahırlı kömür madenini kastediyor. "Yerüstü"nün derdi ise daha da büyük. "Termik santrale karşıyız" diyor Balıkçı Emin, "gök duman olsun istemiyoruz". Emekli öğretmen Osman Güdük "Karadeniz kıyısında rüzgar ve dağ arasına sıkışmışız" diye destekliyor arkadaşını. Sözleri, yörenin değerleriyle sorunları arasındaki çelişkiyi, daha iyi bir yarın dileğini çok iyi özetliyor.
TERMİK SANTRAL YUKO AKİYAMA’YI ŞAŞIRTIYOR
Bartın’a bağlı Amasra ilçesinin merkezi, Karadeniz’e zarifçe uzanan bir yarımada üzerinde. Adacıklarla, koylarla süslenen şehir, arkasında yükselen yeşil yamaçlarla daha da güzelleşiyor. Ama tüm bunlar, sahil yerleşimlerine has tatlı gündelik hayat, yaşlı genç kimsenin yüzünden eksik olmayan tebessüm termik santral tartışmaları yüzünden gölgeleniyor.
Oysa turizm tam da son yıllarda Amasra’da tekrar yükselişe geçmişti, "rüzgarla dağ arasına sıkışan" küçük şehrin umudu olmuştu. Doğal potansiyelin ve tarihi kalıntıların kazandırdığı haklı ün Amasra’yı bir çekim merkezi yaptı. Önce yabancı ülkelerden, birkaç on yıldır ise daha çok Türkiye’den gelen ziyaretçiler yaz aylarında Amasra manzarasının ayrılmaz parçası haline geldi. Amasralılar, buranın Türkiye’de ev pansiyonculuğunu başlatan ilk yerlerden biri olmasıyla gurur duyuyor.
İRANLI CESUR PRENSES AMASTRİS
Amasra’nın çağrısına çok uzaklardan kulak verenlerin biri Japon Yuko Akiyama. Üniversitede tarih bölümünde okuyan ve Ortadoğu konusunda uzmanlaşan Akiyama, İstanbul’da bir yıl yaşamış ve Türkçeye çok hakim. Şimdilerde Kahire’de Japonca dersleri veren Akiyama tatil için de Türkiye’yi seçmiş. "Amasra’ya ilk kez geliyorum" diyor, "doğal bir yer arıyordum, buldum". Kayalıklarda köpüren Karadeniz’i gösteriyor, "birkaç gün için gelmiştim ama bu manzaradan ayrılmak çok zor, ayrıca insanlar çok efendi". Konuyu Amasra’ya yapılacak termik santrale getiriyorum. Akiyama "buraya mı" diye şaşırıyor, "bu mantıklı mı?"
Yuko Akiyama ve nicelerini buraya çeken şey, Amasra’nın coğrafi ve tarihi dokusunun özgünlüğü kuşkusuz. Konumu ve doğal limanları Amasra’yı yüzyıllarca Karadeniz’in önemli noktalarından biri yaptı; bulgular şehrin tarihinin 3 bin yıl öncesine kadar gittiğini gösteriyor. Surlarla çevrelenen ve "Kale İçi" olarak bilinen yarımadanın iki yanına yerleşen Küçük Liman ve Büyük Liman günümüzde de işliyor; ayrıca ikisi de şehir içinden denize girme olanağı veren birer kumsala sahip. Kale İçi, Kemere Köprüsü’yle Boztepe’ye bağlanıyor. Yine tarihi surların çevrelediği Boztepe aslında bir adacık, onu karayla birleştiren tek şey taştan gökkuşağı Kemere. Bu ikili dışında Amasra yerleşimi anakarada Karadeniz’in yeşil dağlarının eteklerine doğru uzanıyor.
Bu değerler geçmişte de denizcilerin gözünden kaçmamıştı. Kayıtlar Amasra’nın tarih sahnesine Sesamos adında bir liman olarak çıktığını gösteriyor. Ama ona hala kullanılan adını veren ve gerçek bir kent yapan kişi Amastris. İki uygarlığın arasındaki ilişkileri geliştirmek için askerlerini Pers kızlarıyla evlendiren Büyük İskender, komutanlarının birini de doğulu Prenses Amastris’le birleştiriyor. Konunun ayrıntıları kaynaklara göre farklılaşıyor ama bu sıra dışı kadının özel hayatının fazlasıyla karışık olduğu biliniyor. Yolu nihayet Sesamos’a düşen Amastris buranın başına geçiyor ve önemli bir liman kenti yaratmayı başarıyor. Ardından Pontus, Roma, Bizans, Cenova, Osmanlı yönetimleri geliyor ama İranlı cesur prenses Amastris hiç unutulmuyor.
BALIKLAR AZALDI ORKİNOS KALMADI
Amasralılar hala Amastris’in özel deniz banyosunu Direkli Kaya’da yaptığını anlatıyor. Küçük liman tarafındaki bu kayalık, adını ince zarif kuleciğinden alıyor. Bu taş yapının antik limanı aydınlatma ve gözetleme amacıyla yapıldığı tahmin ediliyor. Kemere Köprüsü’nü, Boztepe’nin heybetli zirvesini, sahildeki lokantalarla parkları ve ille de Karadeniz’i görüyor Direkli Kaya. "Direk" her gün tepesinden geçen güneşi izliyor, pat pat eden kayıkları dinliyor, yosunun ferah kokusunu içine çekiyor. Dünya denizle, Karadeniz Amasra’yla daha güzel.
Ve balıkçılarla dostları Direkli Kaya’nın gölgesinde birbirlerine hikayeler anlatıyor, geçmişten ve gelecekten bahsediyor, zekaları yörenin güzelliğinden süzülmüş. Süleyman Çil, madenin muhasebe bölümünden emekli ama Amasra’nın her çocuğu gibi denizden iyi anlıyor. "Balıklar azaldı artık" diyor, "orkinos ise hiç kalmadı." Ama en çok fokları özlüyor Çil, "eskiden o kadar çoklardı ki, aç kalınca kıyıya çıkarlardı, neredeyse evlerin kapısını çalıp balık isterlerdi."
Amasra’nın doğal ve kültürel özelliklerinin bir kısmı zamanın değirmeninde, insanoğlunun ellerinde ufalandı. Ama geriye kalanlar da az değil ve bu konuda müteşekkir olmamız gereken kişilerden biri Amasra Müzesi’nin eski müdürü Fikret Uysal. ****enini aşmış bu çalışkan, açık fikirli, sevecen kadın, dikkatli tavrıyla birçok arkeolojik kalıntının korunmaya alınması sağladı. "Her yeri karış karış taradık. Toprak altına ulaşmak içinse tek imkan inşaat kazılarıydı. Bir şeye rastladıklarında bize haber verirlerdi ve derhal gidip kaydeder, müzeye alırdık."
Müze müdürlüğünü 1985’e kadar sürdüren Fikret Hanım, Amasra’ya her açıdan el atmış. Şehir merkezinde bulunan ve 1970’lerde kesilen anıtsal ıhlamur ağacını kurtarmak için yaptıklarını anlatırken içinin hala sızladığı gözden kaçmıyor. Amasra’daki önemli etkinliklerin organizasyonunda da görev almış Fikret Uysal. Örneğin şehrin anahtarının Cenevizlilerden Osmanlılara geçişinin kostümlü oyuncularla canlandırılmasındaÖ
SANTRALA HAYIR
Termik santrale karşı duyarlılık yaratmaya çalışan isimlerden biri de Bartın Amasra Çevre Birlikteliği. İlçedeki çok sayıda sivil toplum kuruluşunu aynı amaç etrafında bir araya getiren birliktelik, kamuoyunu bilgilendirmeye çalışıyor; imza toplayarak Amasra’nın sesini duyuruyor. Birliktelik, geçimini turizm, kömür üretimi, balıkçılık ve tarımdan sağlayan Amasra’nın, termik santralle anılmasını "cinayet" olarak adlandırıyor. Birlikteliğin sözcüsü Hüseyin Çoban, Zonguldak, Karabük ve Bartın valiliklerinin hazırladığı "Çevre Düzeni Planı"nı hatırlatıyor. Buna göre Amasra "tarım ile su ürünleri üretim alanı ve turizm bölgesi". Ve termik santral projesi bu karara tamamen aykırı.
Karadeniz’in, tarihin, kültürlerin çocuğudur Amasra. Sahil yerleşimlerine has tatlı gündelik hayatı, yaşlı genç kimsenin yüzünden eksik olmayan tebessümü vardır. Ama doğa buralarda her zaman merhametli değildir. Necdet Sakaoğlu, Çeşm-i Cihan Amasra kitabında şehrin tarihini yaprak yaprak önümüze seriyor. Geçtiğimiz yüzyıldan aktardığı olayların bir kısmı fırtınalarla ilgili. Karadeniz, 1931’de öyle korkunç bir şekilde patlıyor ki Büyük Liman batmış gemiler yüzünden kullanılmaz hale geliyor. Daha da kötüsü 1937’de geliyor; kabaran dalgalar Amasra’da çıkarılan ve mendirekte Kastamonu Müzesi’ne gönderilmeyi bekleyen tarihi eserleri denize sürüklüyor. Hiçbir olay "aksilik" adını daha çok hak edemezdi. Ve ne Türkiye’nin, ne Amasra’nın daha fazla aksiliğe tahammülü yok. Sonuçta burası sadece Karadeniz’in değil, tüm Anadolu’nun en güzel kıyılarından biri.
Amasra’nın lezzeti
Cenneti andıran bu ilçeye gidip de, balık yemeden dönmek olmaz. Amasra’da balık denince akla hemen mezgit, tekir ve istavrit gelir. Bu balıklar sabah ağdan çıkar, akşam ise sofraları süsler. Amasralılar ızgarayı pek bilmezler. Bu küçük balıklar mısır ununa bulandıktan sonra, önce kızgın tavada, sıvı yağ ile nar gibi kızartılır. Daha sonra yağ süzülüp kızartmaya devam edilir. İnsan bunu yemeye doyamaz. Porsiyonlar birbirini izler. Tavada kızartılan balığa tabii ki salata eşlik eder. Ama bu salata bildiğiniz salatalardan değildir. Lokantalar birbirleriyle salata yarıştırırlar. Amasra’nın salataları çok katlı olur. Her katında başka bir yeşillik vardır. Otun bol olduğu zamanlar salata sekiz kata kadar çıkar. Marul, maydanoz, roka, beyaz-kırmızı lahana, taze soğan, semiz otu, taze nane, dereotu, rende havuç, pancar turşusu, salatalık turşusu, kırmızı soğan, turp... Lokantanın iş yapabilmesi için balığının taze, salatasının çok çeşitli olması gerekir. Tüm bunların üstüne, ballı torba yoğurdunu unutmamak gerekir. Amasra akşamlarında insanın damağı şenlenir, ***iflenir, bayram yerine döner.
27-07-2008, 19:39
sarıkanarya_41
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Baharatın da tazesi makbuldür
Tekrar etmekten inanın hiç sıkılmıyorum: İyi mutfağın en önemli, birinci kuralı iyi malzemedir. İyi malzeme de, temelde ait olduğu mevsimde ve taze olarak kullanılan malzemedir.
Tazelik, hatta dalından kopmuşçasına tazelik, iyi mutfağın en önemli özelliğidir. Konu baharat olunca da durum değişmez. Herbal (yani ot/yaprak) baharat olsun, tohum ve çalı baharatı olsun, tümünde tazesini kullanmak iyi mutfağın olmazsa olmazıdır. Örneğin karabiberin bayat olmayanı ve kesinlikle anında taze çekilmiş olanı makbuldür. Kimyonun tozu değil, çekirdek halinin yağsız olarak biraz kavrulduktan sonra
havanda dövülüp kullanılması çok daha yüksek lezzet verir. Türk mutfağında baharat, örneğin Hint mutfağındaki kadar bol ve yaygın kullanılmaz. Ama kullandığımız kadarıyla da ne yazık ki kuru baharat ve çoğu zaman da toz halinde kullanma eğilimindeyiz. Oysa üst düzey ve kaliteli yemeklerin olmazsa olmaz unsuru, aroma/lezzet veren otlardır. Taze kekik, yaban (frenk) kekiği, fesleğen, reyhan, tarhun, kişniş, frenk soğanı, adaçayı, mercanköşk, biberiye, limon kekiği, melisa, mutfağınızı yükseltecek çok önemli lezzet katıcılardır. Bunları daha fazla, daha sık kullanmanızı öneririm. Nasıl kullanacağınız ise bugünkü konum.
Her yıl uzun yaz tatillerimi geçirdiğim Belek’teki tatil köyündeyim. Sabah çayımı nehir kenarındaki harika baharat bahçesinin yanında yudumluyorum. Sürdüğümde farklı farklı ama muhteşem kokular kaplıyor ellerimi. Bunların hepsi de ’yemeklik’ otlar. O sırada yıllardır okuduğum veya TV’de gördüğüm her hanım yemek tarifçisinin bu otlardan söz ederken nasıl idrar söktürdükleri veya böbrek taşı döktürdükleri konusunda ahkám üstüne ahkám kestiklerini anımsıyorum. Bu yorumlarla karşılaştığımda hep şunlar aklıma geliyor: (a) Be sevgili kardeşim, bitkisel tıp uzmanı mısın ki bize bir sürü tıbbi hikáye anlatıyorsun? (b) Bunlar yemekte kullanılan otlar, ecza dolabı malzemeleri değil; o zaman niye bizlere bunları ilaçmış gibi tanıtıyorsun? (c) Yemek gibi bir konu anlatırken idrardan ya da böbrek taşından bahsetmenin iştah kaçırıcı olduğunu hiç düşünmüyor musun? Kadın, Picasso’nun sergisinde ’Balık’ isimli tabloya bakıp ressama "Bunun neresi balık?" diye sormuş. Picasso da yanıtlamış: "Hanımefendi o balık değil, resim."
İKİ ÇEŞİT OT VAR
Vallahi bence memleketteki bu tür yemek tarifçilerinin otların gastronomideki kullanımları hakkında çok az bilgi sahibi olmaları, ama buna rağmen herbal tıp uzmanıymış ve sanki konu herbal tıp konusuymuş gibi bu otlardan bahsetmelerinin, taze baharat otlarını kullanmamıza olumsuz anlamda bayağı etkisi olduğunu düşünüyorum. Oysa yemekten anlamaz dediğiniz Alman’ın pazar yerinde veya İngiliz’in evinde bile bizimkinden daha fazla yemeklik ot satılıyor, kullanılıyor.
Baharat otlarına pek çok yabancı dilde verilen genel isim ’herb’. Bunlar iki kategoriye ayrılıyorlar: Tıbbi otlar (medicinal herbs) ve yemeklik otlar (culinary herbs). Her ne kadar yemeklik otların da, tıpkı yediğimiz her sebze ve meyvenin olduğu gibi tedavi edici ve hastalık önleyici özellikleri olabiliyorsa da baharat otlarının gastronomideki kullanım amacı bu değil. Tek bir amaçları var, o da yemeğe lezzet vermek. Yani aroma katmak. O nedenle lütfen ama lütfen taze baharat otlarını ilaç gibi görmeyi bırakın ve bunların lezzetlerinden sonuna dek yararlanmaya çalışın.
EGE OTLARI AYRIDIR
Ayrıca bunlar, ’Ege otları’ denilen ve yemek yapmaya yarayan gövde verici otlardan da farklılar. Yemeklik otlar, bazı bitkilerin aromatik özellikli yaprakları ve sapları. Aromatik bitkilerin diğer kısımlarından, yani örneğin meyvelerinden, köklerinden ve kabuklarından elde edilen ürünlere ise ’baharat’ adı veriliyor. Türkçede ne yazık ki baharatla taze baharat otlarını birbirinden kategori olarak ayırmamızı sağlayacak bir sözcük farklılaşması yok. Bunun bence en muhtemel sebebi, Türk mutfak geleneğinde maydanoz, dereotu ve nane haricinde taze baharat otlarının yaygın kullanılmıyor olması. Oysa hemen her lisanda bunlar günlük konuşma dilinde kategorik olarak ayrılıyorlar. Örneğin İngilizcede taze baharat otlarına ’herbs’ denirken, bitkilerin diğer yerlerinden elde edilen baharata da ’*****s’ deniyor.
Ben kendi mutfağımda taze otları çok sık kullanıyorum ve şunu bilmenizi özellikle istiyorum: Kullandığınız kuru baharatın, örneğin kuru kekiğin tadı taze kekikle karşılaştırılamayacak denli farklı. Ya da taze kişniş, kuru kişniş tohumundan çok farklı bir lezzet içeriyor. Kuru fesleğenin taze fesleğenle ilgisi yok. Taze frenk soğanı hiçbir yerde bulamayacağınız eşsiz bir tat. Taze tarhun olağanüstü rafine bir lezzet içeriyor.
Ben bugün sizlere gastronomide en fazla kullanılan ve marketlerimizde satılan belli başlı taze baharat otlarından söz edip, hangi tür yemeklere en iyi yakıştıklarını kısaca anlatacağım. Umarım çok daha fazla yemek düşkünü vatandaşımız bu otları kullanır da, üretim miktarları artıp fiyatları düşer. Zira henüz bu otlar ne yazık ki gereksiz pahalılar.
Bu otları bolca kullanın
Adaçayı (Sage): Ege’de kahvehanelerde çay olarak içilir. Kuzu başta olmak üzere kırmızı etlerin lezzetini arttırır. Doğranmış taze adaçayı yaprakları salatalara, turşulara ve krem peynire çok farklı ve güzel bir lezzet katar. Deniz mahsulleriyle de birlikte güzel gider. Ben, annemin ev eriştesini taze adaçayı yapraklarıyla pişiriyorum. Sebze yemeklerine ve özellikle dolma içine yakışan bir ot. Biraz az kullanmanız gerekir, yoksa tadı baskın olabilir.
Biberiye (Rosemary): Nane familyasından bir çalı bitkisi. En güzel kullanım alanı fırında kuzu kolu (tandır) yaptığınızda. Bol biberiye, bol sarmısak ve zeytinyağını birlikte öğütün ya da havanda dövün, ellerinizle kuzuya sıvayın ve fırına verin. Ayrıca sarmısakla birlikte fırında rosto patatesle harika gider. Biberiye domates soslarının, salçalı et yemeklerinin lezzetini arttırır. Aynı zamanda et marinatlarında yaygın kullanılır.
Fesleğen (Sweet basil): Tatlı fesleğen mutfaklarda en fazla kullanılan, en popüler ot. Karanfil benzeri lezzeti olan bu harika yaprak, Akdeniz ve özellikle İtalyan mutfağının olmazsa olmazı. En önemli özelliği, sarmısağın baskın kokusu ve lezzeti yanında ezilmeyip dimdik ayakta durması ve o nedenle de hep sarmısakla birlikte kullanılması. Tüm domates soslu yemeklerde, örneğin et sotede, ya da salçalı yemeklerinizde kullanılabilir. Pizza, makarna sosu (pesto) ve salatalarda da yaygın kullanılır. Dikkat etmeniz gereken en önemli şey, fazla pişirmenin fesleğen kokusunu öldüreceği. O nedenle pişirmenin son anında tencereye/tavaya atın. Ayrıca bıçakla keserseniz kararır, o nedenle de elinizle parçalara ayırmayı tercih edin.
Frenk soğanı (Chives): Soğan ailesinin yumuşak bir üyesi. Patates salatasında, fırında kumpir patatesle, çorbalara dekor olarak, salatalarda, omletlerde ve tüm yumurtalı yemeklerde kullanılır. Aslında soğanın keskin tadının olmasını istemediğiniz her yerde kullanabilirsiniz. Herşeyin üzerine serperek dekor olarak yararlanabilirsiniz. Pişirirseniz mümkün olduğunca son anda koyun ve taze olarak (pişirmeden) kullanın.
Kekik (Oreganum vulgare): Yabani mercanköşk olarak da biliniyor. Salçalı et yemeklerinde, makarna soslarında, kabuklu deniz mahsulleriyle iyi gidiyor.
Kişniş (Coriander/Cilantro): Hafif anasonlu ve biberli bir tadı olan, maydanoz görüntüsüne sahip sıradışı bir lezzet. Meksika salsalarında, tüm domates soslu türlülerde, domates ezmesinde, çoban salatasında, Hint yemeklerinde ve dekor olarak hemen herşeyin üzerine serperek kullanabilirsiniz.
Melisa (Lemon balm): Nane ailesinden limon kokulu bir ot. Meyve salatalarında taze olarak serperseniz çok yakışıyor. Tarhunla birlikte kullanıldığında harika oluyor. Izgara kuzu etlerinin marinat soslarında bu ikiliyi kullanabilirsiniz.
Mercanköşk (Marjoram): "Et baharatı" diye biliniyor ve kekik tadını çok andırıyor. Tatlılar haricindeki tüm yemeklerde, ama özellikle etlerde kullanabilirsiniz. Yalnız, pişirmenin en sonunda atmalısınız zira pişirme bunun da lezzetini yok ediyor. Baharatlı ekmeklerde, scone’larda kullanılıyor.
Reyhan (Mor fesleğen): Fesleğenin bir başka türü ve mor renklisi. Yapraklarını çiğ olarak salatalarda kullanın. Farklı bir görünüm ve lezzet katıyor.
Tarhun (Tarragon/Estragon): Yumurta yemeklerine olağanüstü yakışıyor. Zaten yumurta bazlı Fransız sosları olan Bearnez ve Holandez soslarla, soğuk balık sosu olan tartar sosun olmazsa olmaz malzemesi. Tarhananın da. Zeytinyağı ve sirkelere aroma katmak için yaygın olarak kullanılıyor. Ben, haşlanmış nohut salatasında çok kullanıyorum. İçine taze biber, sarmısak, frenk soğanı, taze tarhun ve zeytinyağı-sirke ekleyip harika bir salata elde ediyorum.
Yaban (frenk) kekiği (Thyme): Taze baharat otlarının şahı. İçinde zarif bir limon tadı, baskın bir nane aroması olan harika bir baharat. En çok Fransız mutfağında kullanılıyor. Bir de bizim evin mutfağında! Menemen, omlet, çırpılmış yumurta, dolma içi, et ve tavuk suyu hazırlarken içine konan baharat demetinde, her türlü salçalı Türk yemeğinde, türlülerde, kuru fasulyede, aklınıza tatlı hariç ne gelirse her yerde kullanıyorum ve müthiş lezzetler yakalıyorum. Bence buzdolabınızdan eksik etmemelisiniz.
27-07-2008, 19:40
sarıkanarya_41
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bazıları dopingli olacak ama asla bilemeyeceğiz
Pekin Olimpiyatları’na, şunun şurasında günler kaldı. Finale kalacaklar ile madalya kazananacakların bir çoğunun dopingli olacağından kuşku duyanların sayısı giderek artıyor. Neden mi? Çünkü, testosteron ve EPO dopingi her zaman bulunamıyor. Gen dopingini ise ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.
Bir kaç hafta önce, Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin önerileri doğrultusunda yürütmekte olduğumuz bir proje çerçevesinde, farklı spor dallarının antrenörleriyle gerçekleştirdiğimiz bir sohbet toplantısında, konumuz olmamasına rağmen, doping gündeme geldi.
Antrenörlerden biri, "Bilimde ileri olan ülkelerin sporcuları, henüz doping taramalarında aranmayan maddelerle doping yapıyor ama anlaşılmıyor, kabak bizim başımıza patlıyor" diyecek oldu. Diğerleri bu görüşe katıldı ve ben, bütün gayretlerime rağmen, onların bu yargısını kıramadım. Moral bozmamak için, o toplantıda dile getirmedim ama, haksız da sayılmazlar. Sadece doping listesinde olmayanların değil, olanların bile saptanmasında ciddi sorunlar var.
GENİ FARKLI OLAN YAKALANMIYOR
Dünya Anti Doping Ajası WADA’nın istatistiklerine göre, doping kontrollerinde alınan idrar örneklerinden pozitif sonuç verenlerin yüzde 43’ünde, testosteron bulunuyor. Bu veri, testosteronun ne denli sık kullanılan bir doping maddesi olduğunun kanıtı. Kısa bir süre önce İsveç’ten gelen bir haber, aslında testosteron kullananların çok daha fazla olduğunu ve kontrollerde yakalanamadıklarını ortaya çıkarttı.
Karolinska Enstitüsü’ndeki araştırmaya katılan 55 erkeğin tamamı çok sağlıklıydı ve bilim uğruna denek olmayı kabul etmişlerdi. Hepsine aynı miktarda testosteron hormonu enjekte edildi ve 15 gün boyunca hepsinin idrarı alınarak, testosteron dopingi kontrollerinde uygulanan standart yöntemle incelendi. Sonuçlar beklendiği gibi çıktı. Daha doğrusu, çıktı "sayılır". Çünkü 33’ünün idrarından, bedenlerine testosteron enjekte edildiği anlaşılıyordu da, 17’si "temiz"di. Daha önce hiç bilinmeyen bir durumdu bu ve keşfedilen bir kalıtımsal özelliğin sonucuydu. Bu 17 erkeğin kasları, testosteron hormonuna yanıt veriyor ve gelişiyordu ama, testosteronu idrarda çözünen şekle dönüştüren genleri eksikti.
Moleküler genetikçi Jenny Jakobsson Schulze’ye göre sarı ırkın her üç erkeğinden ikisinde, beyaz ırkın her on erkeğinden birinde, böylesi bir eksiklik gözleniyor. Diğer topluluklarla ilgili henüz bir bilgi yok. Ayrıca kadınlarla erkekler arasında bir fark olup olmadığı da bilinmiyor.
Bu bulgu, dopingle mücadele açısından bir kabus. Çünkü, testosteronu idrarda çözebilecek şekle dönüştüren gene sahip olmayan sporcular testosteron kullanırsa, halen yapılmakta olan testle dopingi saptamak mümkün değil.
Bunun da bir çözümü var elbette. Sporcuların DNA’sını inceleyerek, bu gen kusurunu taşıyıp taşımadığına bakmak. Şimdilik WADA, DNA düzeyindeki araştırmalara, etik kaygılarını öne sürerek sıcak bakmıyor. Zaten baksa da, şu anda bir işe yaramaz, çünkü Pekin Olimpiyatları’na pek bir şey kalmadı.
Testosteron kullandığı halde, doping kontrollerinde yakalanmayanlar, bu tür bir kalıtımsal özellik taşıdıklarını tesadüfen fark ederek testosteron kullanmayı sürdürebilirler. İnsanın aklına ister istemez daha kötü bir senaryo geliyor. Acaba, sporcuların DNA’sını inceledikten sonra, "Sen testosteron kullanma, yakalanırsın, ama sen kullanabilirsin." diye akıl verenler var mı?
UTANÇ TURU SÜRÜYOR
Eritropoietin, ya da kısaca EPO, böbreklerce sentezlenen ve kemik iliğinin daha fazla alyuvarlar yapmasını sağlayan bir hormondur. Dışarıdan EPO alınırsa, alyuvarların sayısı, dolayısıyla dokulara taşınan oksijen miktarı artar. Oksijen demek, enerji ve dayanıklılık demektir, bu nedenle EPO kullanmak dopinge girer ve WADA tarafından akredite laboratuvarlara gönderilen idrar örneklerinde mutlaka aranır.
EPO ile doping yapıldığı ilk kez 1998’de, bir rastlantı eseri ortaya çıkmıştı. Fransız gümrükçüler, Belçika’ya geçmekte olan Festina bisiklet takımının fizyoterapisti Willy Voet’un bagajını açtırmasaydı eğer, otomobilinde taşıdığı büyüme hormonu, testosteron, uyuşturucu madde, amfetamin ve sayısız enjektörle birlikte EPO bulunmayacak ve bunun dopingte kullanıldığını kim bilir ne zaman öğrenecektik.
Dünyanın en büyük spor organizasyonlarından Uluslararası Fransa Bisiklet Turu, yıllar içinde, EPO kullananlar yüzünden bir Utanç Turu’na dönüştü. 95’incisi 5 Temmuz’da başlayan ve 180 bisikletçinin 3 hafta boyunca 3 bin 500 kilometreden fazla pedal çevireceği turda, önce iki İspanyol bisikletçide, Moises Duenas Nevado and Manuel Beltran’da, ardından 22 yaşındaki İtalyan Riccardo Ricco’da EPO bulundu. EPO’nun sadece bisiklet, atletizm, kayak krosu gibi dayanıklılık gerektiren spor dallarında yarışan sporcular tarafından kullanıldığını sanmak yanlış olur. Örneğin geçtiğimiz aylarda, Almanların milli bilardocusu Axel Buescher’in de EPO kullandığına tanık olduk.
EPO DOPİNGİ ATLANIYOR
26 Haziran 2008 günü, Journal of Applied Physiology’de (Uygulamalı Fizyoloji Dergisi) yayınlanan, ancak sonuçlarını mayıstan bu yana bildiğimiz bir araştırma var.
Yaş ortalaması 23 olan 8 sağlıklı erkek, 7 hafta süreyle, Kopenhag Kas Araştırmaları Merkezi’nin araştırmasına katılıyorlar. Bu kişilere, ilk iki hafta boyunca her gün, ardından birer hafta aralıklarla, iki kez daha EPO iğnesi yapılıyor. Bu erkeklerden deney öncesinden başlamak üzere, 49 gün boyunca biyolojik örnek alınıyor ve idrarları WADA tarafından akredite iki laboratuvara gönderiliyor.
Adları gizlenen bu laboratuvarlardan "A" diye tanımlananı, her gün EPO iğnesi yapılan dönemde, bütün deneklerin EPO kullandığını saptadığı halde, "B" laboratuvarı bir örneğe "negatif", kalanlarına "şüpheli" sonucu veriyor. Kısacası, deneklerden bir tekine bile EPO iğnesi yapıldığını anlayamıyor.
Araştırmanın, haftada bir kez EPO yapılan ikinci döneminde alınan idrar örneklerinde ise, ne "A" ne B" laboratuvarı, deneklerin tamamında EPO bulabiliyor. Üstelik "A" nın şüpheli dediğine, "B" negatif, "B" laboratuvarının pozitif dediğine, diğeri "negatif" sonucu veriyor.
Carsten Lundby ve arkadaşlarının bu araştırması, spor dünyasına bomba gibi düştü. Çünkü, akredite laboratuvarlar arasındaki kalite farkını ve çelişkili sonuçlar elde ettiklerini ortaya çıkartması bir yana, laboratuvarların EPO dopingi yapmış kişileri her zaman saptayamadığını kanıtladı.
Testosteron’un her zaman bulunamadığını gösteren araştırmaya, bir de EPO analizlerinde yaşanan bu kargaşa eklenince, Pekin Olimpiyatları’ndaki madalyalara duyulacak kuşkuyu hayal bile edemiyorum.
GEN DOPİNGİNE BİR İKİ
Çin’de bir hastanede, iki Çinli doktor ve Amerikalı bir yüzme antrenörü konuşuyor. "Kür, iki hafta sürer. Damardan dört kez kök hücre verilmesi uygun olur. Her seferinde 40 milyon hücre enjekte ederiz. İki katına da çıkılabilir. Ne kadar fazla olursa, performansı o kadar yükselir. Henüz sporcularda denemedik ama, hayati bir aksilik olmaz. Bedeli 24 bin dolar. Bizde büyüme hormonu tedavisi de var. Ancak dikkatli olmanız gerekir, çünkü büyüme hormonu doping listesinde". Doktorlar, antrenöre hastaneyi gezdiriyor, uygulamanın yapılacağı odayı gösteriyorlar.
Geçtiğimiz hafta, kendisini yüzme antrenörü olarak tanıtan bir Alman gazetecinin, Çinli doktorlarla giriştiği gen dopingi pazarlığının gizli kamera görüntüleri, Alman ARD televizyonunda yayınlandı.
Çin’in ev sahipliğinde gerçekleşecek olimpiyatlara az kala, şok edici sahneleri izleyen Uluslararası Anti-Doping Ajansı (WADA) Genel Müdürü David Howman, "En kötü tahminimden de daha kötü" demek zorunda kaldı. "Şu anda gen dopingi yapıyor olmaları ve pek yakında başlayacak muhteşem olayda da gen dopinginin yapılabilecek olması çok kaygı verici. Bundan hep korkmuş, ancak hekimlerin bu tür davranışlara yönelmeyeceğini ummuştuk. Meğer yanılmışız."
Kas kitlesini birkaç günde dört katına çıkaran tedaviye hücum
Dr. Se-Jin Lee, Baltimore’daki Johns Hopkins Üniversitesi’nde çalışan bir gen tedavisi uzmanı. AIDS, kanser gibi hastalıklarda görülen kas erimesini tedavi etmek amacıyla araştırmalar yapıyor. Farelere enjekte ettiği ve myostatin adını verdiği bir maddenin, kas kitlesini bir kaç günde dört katına çıkarttığını yayınladığı andan itibaren, myostatin’i denemek isteyen antrenör ve sporcuların e-posta bombardımanı ile karşılaşmış.
Se-Jin Lee’nin kas hastalıklarını tedavi amacıyla yürüttüğü araştırmanın, kısa zamanda doping amacıyla deneneceği muhakkak. Köln’deki Alman Spor Yüksek Okulu’nda görevli gen tedavisi uzmanı Patrick Diel, bir süre önce konuyu Alman Parlamentosu’nun gündemine taşıdı. Diel, Çinli bilim adamlarının Se-Jin Lee’nin tedavide kullandığı maddenin tablet halinde de işe yaradığını keşfetmiş olduklarını iddia ediyor. Bu durumda, doping için iğne olmaya bile gerek yok.
Torontolu spor doktoru Mauro di Pasquale ise, antrenörlerle yaptığı görüşmelere dayanarak, şimdiye değin çok sayıda profesyonel atletin yanı sıra olimpik düzeyde elit atletin de Çin’e giderek, üniversite hastanelerinde, özel kliniklerde gen dopingi yaptırdığını ileri sürüyor.
Gen dopingini en az iki yıl sonra saptayabilecekler
WADA’nın tanımlamasına göre gen dopingi, tedavi amacını taşımayan ve performans arttırmaya yönelik olarak, insan organizmasına yabancı genlerin sokulması ya da kişinin kendi genlerinin değişikliğe uğratılmasıdır. Genlerin çalışma şekli, çok basit kimyasallarla bile değişikliğe uğratılabilir. Bu nedenle, "gen dopingi" çerçevesi çok geniş bir kavram ve moleküler genetik ve eczacılıkla ilgili araştırmaların doğal bir sonucu olarak gelişen bu doping şeklinin, alışageldiklerimizden daha zararlı olduğunu iddia etmek için henüz çok erken.
Gen dopingine yarayacak yöntemlerle çalışan araştırıcılar, antrenör ve sporcuların doping talepleriyle karşılaşmaktan yakınıp, duruyorlar. Gen dopingini kanıtlamak henüz mümkün değil. Bu nedenle taleplerin karşılanıp, karşılanmadığını bilmiyoruz. Bu tür bir dopingin yapıldığını, en erken iki yıl sonra saptayabileceğiz. Üstelik gen dopinginde kullanılabilecek her yöntem için, farklı bir tanı tekniği geliştirmek gerekiyor. Dolayısıyla bu süre iki yılı da aşabilir.
Sudan ucuz doping
Geçen haftanın spor gündeminde, iki ilginç haber daha vardı. Bunlardan ilki, küçük yaştakilere doping maddesi vermekten iki kez ceza almış bir milli takım antrenörü Çinli’nin halen görev yaptığı, diğeri bayanlar 200 metre kurbağalamada gümüş madalya sahibi Çinli Huang Xiaomin’in, 1988 Seul Yaz Olimpiyatları’nda hem kendisinin, hem de arkadaşlarının dopingli olduğu.
Bu ve benzeri negatif propagandalar yüzünden Çin hükümeti, dopingle mücadeleyi ciddiye aldığını ve kesinlikle göz yumulmayacağını her fırsatta dile getiriyor. Hatta, yasaklı maddelerin piyasaya sürülmesini engellemek amacıyla, olimpiyatlar öncesinde bu maddeleri imal eden fabrikaların lisanslarını bile kaldırdı.
Faaliyeti geçici olarak durdurulan şirketlerden biri GenSci. Çin’in, karlılığı en yüksek ilaç imalatçısı GenSci, bir doping maddesi olan büyüme hormonu piyasasının yüzde 70’ini, Jintropin adlı preparatı ile elinde bulunduruyor. Bu hormonu internetten pazarlayan, müşterileriyle doğrudan e-posta aracılığı ile iletişime geçen GenSci, şu sıralar verilen siparişleri karşılamakta gecikeceğini, ürün doping listesinde yer aldığından olimpiyatlar öncesi satış yapamadıklarını, oyunlar biter bitmez hizmetin eski hızına döneceğini bildiriyor.
Ancak, Çin hükümetinin aldığı önlemlerin pek de yeterli olmadığı muhakkak. Çünkü Çin piyasasında, halen batı dünyasının hiç bilmediği ve daha önce insanlarda hiç denenmediğinden yan etkilerine ilişkin bilgi bulunmayan bir dizi steroid preparatına rastlamak mümkün. Bu maddeler henüz doping listelerine alınmadığından, yapılacak doping kontrollerinde aranmayacaklar. Öte yandan, batı pazarlarında 100 gram EPO’nun 6 bin Euro olan fiyatı, Çin’de 150 Euro’ya kadar düşmüş.