-
Saçlar Sürekli Uzarken Kaşlar Neden Uzamıyor ?
Vücudumuzdaki kıllar (saç, kaş, kirpik, vücut kılları, vs.) yer aldıkları bölgelere göre farklı görevlere sahiptir ve farklı boylardadır. Saçlarımız bir metrelik bir uzunluğa bile erişebilirken, kaşlarımız oldukça kısadır. Saçlarımız ve kıllarımız, "keratin" adı verilen bir ...proteinle dolu olan ölü hücrelerden oluşurlar. Derinin hemen altında bulunan köklerine de, "folikül" adı verilir.
Vücudumuzda çeşitli bölgelerde bulunan kılların boyları, genetik olarak programlanmıştır. Bu nedenle hepsi, belirli bir uzunluğa kadar uzarlar ve bu "son uzunluğa" eriştikten sonra da periyodik olarak dökülürler. Ancak yaş etkisiyle, saç ve kıl köklerinin bu programlı büyümesinde bozulmalar görülebilir. Yaşlılarda kaşların normalden daha uzun olması, bu nedenledir.
Saçlarımızın gövdesi boyunca ölü hücreler bulunur. Saçın dış kısmı sert yapılı proteinlerden, iç kısmı ise uzayabilen esnek liflerden oluşur. Saçta herhangi bir sinir hücresi bulunmaz. Bu nedenle, saç kökleri, saçın ne denli uzun olduğuna dair bir bilgiye sahip değildir. Sadece saçların belirli bir "son uzama" sınırı vardır –ki kişiye veya cinsiyete göre değişir-, ve saçlar bu uzunluğa gelip de ömürlerini doldurduktan sonra dökülürler.
-
İşaret Dilinin Bulunuşu ve Geliştirilmesi
İşaret dili 1616 senesinde ilk kez İtalyan Giovanni Bonifacio tarafından geliştirilmiştir. 1750 yılında 2 kız kardeşide sağır olan Abbe Charles Michel de I'Epee bu dili değiştirerek geliştirmiştir. Fransızca kelimeleri heceleyip bu hecelere birer işaret vermiştir ve "Fransız İşaret Dilini" oluş...turmuştur. Soylu bir aileden gelen I'Epee kendi parasıyla dünyanın ilk sağırlar okulunu 1755 yılında açmıştır.
-
Ay neden bazen gündüz de görünür ?
“Ay sadece gece görülebilir” düşüncesi yanlıştır. Ay ve yıldızlar gündüzleri de periyoduna bağlı olarak tepemizde bulunur. Ama güneşinatmosferimizde yansıyan ışınları onları görmemize sebeb oluyor.
Ay dünyamıza çok yakın olduğundan gökyüzünde görüntü olarak yıldızlardan çok büyük görünür. Eğer konumuna göre güneşten iyi ışık alabilirse gündüzleri de gökyüzünde rahatlıkla görünebilir. Ayın yüzeyi bir asfalt yol yüzeyi gibi yansıtıcıdır. Koyu renktedir ama tam siyah da değildir. Biz gökyüzünde aya baktığımızda sadece onun güneşten yansıttığı ışığı görüyoruz. Güneş kadar ışık saçmıyor ama yine de gökyüzündeki en parlak yıldızdan 100.000 kat daha fazla ışık yansıtabiliyor.
Gündüz havanın aydınlığı yıldızların parıltısını yok eder. Aslında parlak yıldızların olduğu bölgede gökyüzünün parlaklığı da biraz daha farklıdır ama bu farkı pek algılayanlayız. Ama ayın olduğu bölgede ışık yeterli ise geceki gibi çok parlak olmasa da onu görebiliriz. Hatta hava şartlarının olumlu olduğu durumlarda hava aydınlıkken Venüs gezegenini bile görebiliriz.
Güneşi büyük bir ampul, ayı da büyük bir ayna olarak düşünebiliriz. Bazı durumlarda ampulün ışığını doğrudan görmesek bile, aynanın yansıttığı ışığını görebiliriz. Bu, geceleri olan durumdur. Güneşi göremeyiz, çünkü dünyamız ondan gelen ışığı bloke etmiştir. Ayı, yani aynadan yansıyan ışığını görebiliriz. Ampulü de, aynayı da birlikte gördüğümüz durum ise ayın gündüz görünme durumudur.
Genellikle ‘ayın karanlık yüzü’ diye kullanılan deyiş şekli yanlıştır. Doğrusunun ‘ayın arka yüzü’ olması gerekir. Ayın dünyamız etrafındaki dönüş süresi ile kendi etrafındaki dönüş süresi hemen hemen aynı olduğundan, biz ayın hep bir yüzünü görürüz ama ay dünya ile güneş arasındayken bize bakan yüzü karanlık, güneşe bakan arka yüzü aydınlıktır.
-
Biberden ağzımız yandığında su içmek neden işe yaramaz ?
Yağ ve su kesinlikle birbirlerine karışmaz. Biberlerin yakıcılık veren maddesi yağlı olduğu için, ne kadar su içerseniz için onunla birleşmez. En iyi metot ekmek yemektir. Ekmek bu yağı emer ver mideye taşır.
Bir diğer etkili yol da süt içmektir. Sütün içinde ki kazein maddesi bir deterjan görevini üstlenir ve biberin yağıyla karışarak ağızı temizler
-
Uyumazsak ne olur ?
Hayatımızın 1/3’ü uyumakla geçiyor. Napolyon ve Florence Nightingale bir gecede ortalama 4 saat uyurken, Thomas Edison uyumanın sadece zaman kaybı olduğunu savunuyordu. Peki, o zaman neden uyuma ihtiyacı duyuyoruz? Bu soru yüzyıllar boyunca bilim adamlarının merak ettiği ancak cevabını kesin olarak veremedikleri bir sorudur. Bazıları uykunun günlük aktiviteler sırasında harcanan enerjiyi geri kazanmak için gerekli olduğunu savunuyor.
Ancak şaşırtıcı bir gerçek de şu yönde: 8 saatlik uyku esnasında depolanan enerji sadece 50 Kcal; yani yediğiniz bir tostun verdiği enerjiyle aynı.
Uyuyoruz çünkü konuşma, hafıza ve esnek düşünmeyle ilgili değerlerimizin normal ölçülerde seyretmesi için uykuya ihtiyaç duyuyoruz. Diğer bir deyişle, uyku beyin gelişimi üzerinde önemli bir etkiye sahip.
Uyumazsak ne olur?
Uyumanın önemini anlamak için uyumazsak başımıza neler gelir onları düşünün. Uyku eksikliği beynin çalışmasını ciddi ölçüde etkiler. Unutkanlık, dalgınlık, kendini rahatsız hissetmek yaşanması muhtemel durumlardandır. Sadece bir gece uykusuz kalındığında konsantrasyon büyük ölçüde azalır ve istediğimiz şeye odaklanmada büyük zorluk çekeriz.
Sürekli olarak yetersiz uyku ile ayakta kalmaya çalıştığımızda, beynin konuşmayı, hafızayı, planlamayı ve zaman algısını kontrol eden bölümü ciddi bir şekilde sekteye uğrar ve kendini “kapatır”.
Uykusuzluk sadece bilişsel aktiviteleri değil aynı zamanda duygusal ve fiziksel halimizi de etkiler. Uyku apnesi gibi aşırı uykusuzluktan kaynaklı hastalıklar başımıza bela olabilir. Araştırmacılar uykusuzluğun kilo almayla da yakından ilişkili olduğunu belirtiyor. Çünkü kilomuzu korumak için gerekli olan kimyasal maddeler uyku esnasında salgılanıyor.
En uzun süre uykusuz kalma rekoru 1965 yılında Randy Gardner tarafından kırılmıştır ve Gardner 11 gün uyumadan kalmayı başarmıştır. 4 gün sonra halüsinasyon görmeye başlayan Gardner, birkaç gün sonra kendini ünlü bir futbol oyuncusu sanmış ve araştırmanın sonuna doğru bilişsel aktiviteleri ciddi ölçüde düşmüştür.
-
Ses duvarını aşan ilk icat
Kırbaç 7000 yıl önce Çin’de icat edildi, fakat kırbaç “şaklaması”nın, kırbacın sapına çarpan derinin sesi olmayıp, mini bir ses duvarı patlaması olduğunun anlaşılması ancak 1927′de yüksek-hızda fotoğrafçılığın icadıyla mümkün oldu. Kırbaç şaklaması, kırbacın vurulması anında kendi etrafında katlanmasıyla oluşan halkadan kaynaklanır.
Bu halka kırbaç boyunca ilerler ve kırbaç uca doğru iyice inceldiğinden halka gittikçe hızlanarak başlangıçtakinin 10 katı hıza ulaşır. “Şaklama” halkanın saate 1194 km hıza ulaşarak ses duvarını aştığı anda gerçekleşir.
Pilotluğunu Chuck Yeager’ın yaptığı Bell XI, 1947′de sesi duvarını aşan ilk uçaktı. Bu uçak, 1948′de 21.900 metre yükseklikte saatte 1540 km hıza ulaştı ve bu hâlâ tüm zamanların en hızlı dokuzuncu insanlı uçuşudur.
En hızlı insanlı uçuş rekoru hâlâ, 1967′de 31.200 metre yükseklikte saatte 6389 km hıza ulaşan X-15A’nındır.
Dünya üzerinde bir insanın en hızlı yolculuğu ise Apollo-10′un 1969′da atmosfere yeniden girişi sırasında gerçekleşti. Bu aracın hızı kayıtlara saatte 39.897 km olarak geçti...
-
Çinliler Yiyecekleri Niçin Çubuklarla Yerler?
Aslında nedeni tam bilinmiyor. Bir görüşe göre, vakti zamanında Çin imparatorlarından biri halkın ayaklanmasından korktuğundan, eritilip silah olarak tekrar kullanılabilecek metal olan her şeyin toplanmasını emretmiş. Ellerindeki bıçak, kaşık ve benzeri şeyleri vermek zorunda kalan Çinliler ne yapsınlar, çaresiz bambu kamışlarından yapılmış ince çubuklarla yemek yemeye alışmışlar. Akla daha yatkın gelen diğer bir görüşe göre ise çubukla yemek adeti Çinlilerin yiyeceklerini küçük parçalara bölüp yeme alışkanlıklarından ve buna bağlı olarak zaman içinde çok önemli bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Yemek çubukları milattan bir yüzyıl önce doğmuş. Yemeği içindeki yağa atıp karıştırarak pişirmeye yarayan tava benzeri kaplar kullanılmadan önce yiyecekler odun ateşi üzerinde pişiriliyormuş.
Nüfus çoğaldıkça artan yiyecek ihtiyacından dolayı ormanlar kesilip tarlalar açıldıkça bu sefer de odun, yani yakacak sıkıntısı başlamış. Zamanla etleri ve sebzeleri çok küçük parçalara bölüp, yağ içinde karıştırarak kızartmanın hem süratli pişmeyi hem de odundan tasarrufu sağladığını görmüşler. O zamanlar ağaç sıkıntısı nedeniyle, yemek masası kullanmak zenginlere mahsus bir lüks olduğundan insanlar bir elleri ile yiyecek veya pirinç tabağını tutuyor, yemek yemek için de sadece diğer ellerini kullanabiliyorlarmış. Çinlilerin yemeklerinin bol soslu olduğunu söylemeye gerek yok. Yerken çubukları kullanmak, her şeyi tek elle yemek zorunda olan Çinlilerin bütün parmaklarının kirlenmesi sorununu çözdüğü için hızla yayılmış. O zamanlar çubukların çok azı ağaçtan, çoğunluğu fildişi ve kemiktenmiş. Şimdi artık ne metal ne de ağaç kıtlığı var. Zaten onların yerini sentetik malzemeler çoktan almış durumda. Ne var ki bırakın Çini, diğer ülkelerdeki bir çok insan bile bir Çin lokantası bulup, çubuklarla yemeğe uğraşıp, Çin imparatorunun veya odun yokluğunun yarattığı eziyete seve seve katlanıyorlar.
-
Kahvaltıların vazgeçilmezi çayı kim keşfetti ?
Çaysız bir dünya nasıl olurdu acaba? Çay keşfedilmeseydi, çaydanlık, çay fincanı, kaşığı, işyerlerinde çay paydosu, şehirlerarası otobüslerde çay molası olamazdı. Şükür ki çay milattan önce 2737 yılında büyük Çin imparatoru Shen Nung tarafından tesadüfen de olsa keşfedildi.
Shen Nung bir gün bahçede ağzı açık bir kapta su kaynatırken çalılıklardan bir kaç yaprak kaynayan suyun içine düştü. Nung yaprakları suyun içinden toplayamadan yapraklar suda kaynamaya, hoş bir koku etrafa yayılmaya başladı. İmparator merak edip suyun tadına bakınca çay keşfedilmiş oldu.
İmparatorun kendi keşfi hakkındaki düşüncesi çayın susuzluğu bastırdığı, harareti giderdiği ve uykuya olan isteği azalttığı şeklindeydi. Çay ismi de Çincedeki “ça”dan geliyor. Benzer şekilde çaya Ruslar “chay” Araplar “shaye” Japonlar “cha” diyorlar.
Çay bugün dünyada sudan sonra en çok içilen içecektir. Avrupa’ya gelişi 1610 yılını buldu, başlangıçta da ilaç muamelesi gördü. Halbuki o yıllarda çay Orta Asya’da o kadar değerliydi ki çay balyaları ticarette para yerine geçebiliyordu.
Çayın Avrupa’ya geldiği ilk yıllarda tüccarlar satışını ateş düşürücü, mide ağrısı giderici, romatizmayı önleyici bir ilaçmış gibi yaparlarken, doktorlar biraz daha ileri giderek çaydan yapılan iksirin tüm hastalıklara karşı direnç kazandırdığını ve yaşlanmayı geciktirdiğini ileri sürüyorlardı.
Zamanla bu sefer de çayın aleyhine görüşler yayılmaya başladı. Fransız fizikçiler çayı asrın en münasebetsiz yeniliği diye nitelendirirlerken bir Alman doktor da 40 yaşından sonra çay içenlerin ölüme daha yakın olacaklarını iddia ediyordu.
İngiltere’de ise çay içmek alışkanlık haline gelince kadın dergileri ev kadınlarının çay yüzünden ev işlerine soğuk bakmaya başladıklarını, ekonomistler ise çalışmaya harcanacak zamanın çay içmekle tüketildiğini ileri sürdüler. Ancak bunların hiçbiri çayın dünyanın en favori içeceği olmasını önleyemedi. Miktar tam olarak bilinemiyor ama dünyada senede 2 milyon ton civarında çay tüketildiği tahmin ediliyor.
Günümüzde çayın yaygınlaşmasına en çok etki eden faktör poşet çayın icadıdır. Her ne kadar icadının tam farkına varmasa da poşet çayın mucidi Thomas Sullivan’dır. Kahve ve çay ticareti ile uğraşan Sullivan, müşterilerine sık sık çay örnekleri gönderiyordu. Başlangıçta bu iş için teneke kutuları kullanırken, sonradan elde dikilmiş ipek torbaların bu iş için daha pratik ve ucuz olacaklarını düşündü.
Çok geçmeden siparişler başladı ama şaşırtıcı olan esas malı değil torba içindeki örnek çayları sipariş etmeleriydi. Müşteriler torbaların çayın kaynamasını kolaylaştırdıklarını keşfetmişlerdi. Çayın torba (poşet) içinde satımı o kadar geliştirildi ki Batı ülkelerinde tüketim oranı toplam çay tüketiminin yarısına ulaştı.
-
Nane nasıl ferahlama hissi verir ?
Nane insanlar tarafından sıkça tüketilen ve ağızda bıraktığı o muhteşem ferahlık sayesinde bir çok kez merak edilen bitkiler arasındaki yerini almaktadır. Özellikle gelişen sakız ve şeker sektöründe neredeyse tüm reklamların oyuncusu haline gelmiş olan nane nasıl oluyorda ağızda bir ferahlık hissini verebilir? Bu ferahlık hissini sağlayan nanaler mi yoksa fabrikaların naneler içine yerleştirdiği kimyasallar mı? Yoksa nananin böyle bir işlevi olmamasına karşın insanlar bu misyonu naneye mi yüklemektedirler?
Naneler kullanıldıktan sonra insanın ağzında ferahlık hissi veren maddelerdir. Bu bir his değil bilimsel bir gerçektir. Bu bilimsel gerçeğin ispatlanması uzun süren bir araştırma sonucu değildir. Nanaler içinde bulundurdukları mentol ile bu ferahlık hissini bizlere verebilmektedir. Bu hissin oluşumu aynı kolanyanın elimize döküldükten sonra buharlaşması ile oluşan soğuma hissinin aynısıdır. Bu his sonrasında bir alkol olan mentol dilimizden hızlı bir şekilde buharlaşır. Gerçekleşen bu endotermik olay sonrasında bir ferahlama hissi tüm ağızı hızlı bir şekilde kaplamaktadır. Bu his nanenin içinde bulundurduğu mentolün bitmesi ile son bulur.
Son yıllarda sakız ve şeker üreticileri yaptıkları yapay mentol aramosı ile daha uzun süre ve etkili ferahlama imkanını sunmaktadır. Bu aşamada sakız ve şeker içinde kullanılan mentol ne kadar fazla olur ise ferahlama da o kadar fazla olacak ve uzun sürecektir. Uzun sürme arttıkça kişilerin bu ürünlere olan ilgileride artmaktadır.
-
İnternet Türkiye'ye nasıl ve ne zaman geldi ?
12 Nisan 1993 yılında Ankara ile Washington arasında kurulan bir bağlantı sayesinde internet Türkiye'ye gelmiş oldu.
1987 yılında kurulan Türkiye Üniversite ve Araştırma Kurumları Ağı (TÜVAKA) internetin yerel şekliydi. Sadece ağlar arasında bağ kuruluyordu fakat 12 Nisan 1993 yılında Ankara ile Washington arasında kurulan bir bağlantı sayesinde internet Türkiye'ye tam olarak geldi.
Yine 1993 yılı içerisinde ODTÜ ve Bilkent üniversiteleri ilk Türk web sitelerini açtı. 1994 yılında da kurumlara ve firmalara internet hesapları verilmeye başlandı.