-
Şunlardan Uzak Dur
İyiliği başa kakandan uzak dur!
Namazda riya gördüğünden uzak dur!
Hayvana eziyet edenden uzak dur!
Namazı sevmeyenden uzak dur!
Baba ve annesine gülümsemeyenden uzak dur!
Münafık tipli insandan uzak dur!
Hakaret eden insandan uzak dur!
Dine, kitaba hakaret edenden uzak dur!
Cimri olandan uzak dur!
Merhametsiz insandan uzak dur!
Çocuk başı okşamayan, çocuk eli öpmeyenden uzak dur!
Kendinden büyüğüne el öptürenlerden uzak dur!
Ezanı duyduğunda istifini bozmayandan uzak dur!
Allah'ın ve dinin sıcaklığını istismar edenden uzak dur!
Yüce Allah'a ve dine kin besleyenden uzak dur!
Gücü varken fakire vermeyenden uzak dur!
Sözü ve özü bir olmayandan uzak dur!
Şu Müslümanlar var ya diye başlayıp kusur sayandan uzak dur!
Bize hadis ve sünnet, mezhep ve tasavvuf lazım değil, kabir azabı yok, kader yok, şefaat yok diyenden uzak dur!
Çamur atan, sahtekardan, dedikoducudan uzak dur!
Kısacası; vicdanın, aklın, imanın, vahyin onaylamadığı her şeyden ve herkesten uzak dur!
İçkiden, kumardan, zinadan, faizden uzak dur!
Merhametsiz insandan uzak dur!
Fitneyi, kaosu, iç kavgayı, destekleyenden uzak dur!
Bulunduğu yere göre kıvrılan şahsiyet düşkününden uzak dur.
-
Bid'atleri ancak "ateş" temizler!
Kalp hastalıklarından en tehlikelisi, bid'attir. Yani yanlış, bozuk itikattır... Bilhassa zamanımızda Müslümanların çoğu, bu kötü hastalığa yakalanmışlardır. His organları ile anlaşılamayan, hesap ile ulaşılamayan şeylerde akıl yürütmek insanı bu hastalığa sürükler...
Aklın ermediği ve yanıldığı şeylerde akla uyarak hareket etmek cahilliktir. Böylelerini fen adamı, filozof sanarak onlara uymak felakettir. Onları taklit etmek ahirette çok büyük sıkıntılara sebeb olur...
İnsanın kendi aklı ile bu ince, hassas bilgileri bulması mümkün değildir. Herkes kendi aklı ile bu bilgileri bulmaya çalışırsa, yeryüzündeki insan sayısı kadar bozuk düşünce, itikat ortaya çıkar. Herkesin düşüncesi, anlayışı, fikir yapısı bir değildir. Dünyalık meselelerde bile insanlar başka başka düşünmektedirler. Dünya işlerinde böyle olunca, aklın ermediği ahiret bilgilerinde doğruyu bulmak hiç mümkün olur mu?
Bu durumda, inanmış her Müslümanın yapması gereken şey, kendi aklını devreye sokmadan, hakiki İslâm âlimlerinin bildiklerine tabi olmaktır. Onlar imanın nasıl olması lâzım geldiğini bildirmişlerdir. Doğrusu da budur.
Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm) ve Eshabının itikatlarını, doğru olarak tesbit edip bizlere bildiren, sadece Ehl-i sünnet âlimleri olmuştur. Zaten ben "Ehl-i sünnet itikadındayım" demek, "Onlar nasıl inanmışlar ise ben de onlar gibi inandım" demektir.
Düzgün itikat çok önemlidir. Çünkü, yapılan bütün ibadetler buna bağlıdır. İtikadı bozuk olanın yaptığı bütün ibadetleri geçersizdir, kabul olunmazlar. Yaptığı ibadetleri onu cehennem ateşinden kurtaramaz.
Demek ki, önce doğru bir itikat sahibi olmak lâzım gelir. Yetmiş üç fırkanın tek kurtulanı Ehl-i sünnet inancına sahip olanlardır. Diğer yetmiş ikisi dalâlet fırkasıdır. Yetmiş üç "altın"ın içinde "hakiki" olanı budur. Öbürleri sahtedir!..
Bid'atleri ancak "ateş" temizler!
Kalp hastalıklarından en tehlikelisi, bid'attir. Yani yanlış, bozuk itikattır... Bilhassa zamanımızda Müslümanların çoğu, bu kötü hastalığa yakalanmışlardır. His organları ile anlaşılamayan, hesap ile ulaşılamayan şeylerde akıl yürütmek insanı bu hastalığa sürükler...
Aklın ermediği ve yanıldığı şeylerde akla uyarak hareket etmek cahilliktir. Böylelerini fen adamı, filozof sanarak onlara uymak felakettir. Onları taklit etmek ahirette çok büyük sıkıntılara sebeb olur...
İnsanın kendi aklı ile bu ince, hassas bilgileri bulması mümkün değildir. Herkes kendi aklı ile bu bilgileri bulmaya çalışırsa, yeryüzündeki insan sayısı kadar bozuk düşünce, itikat ortaya çıkar. Herkesin düşüncesi, anlayışı, fikir yapısı bir değildir. Dünyalık meselelerde bile insanlar başka başka düşünmektedirler. Dünya işlerinde böyle olunca, aklın ermediği ahiret bilgilerinde doğruyu bulmak hiç mümkün olur mu?
Bu durumda, inanmış her Müslümanın yapması gereken şey, kendi aklını devreye sokmadan, hakiki İslâm âlimlerinin bildiklerine tabi olmaktır. Onlar imanın nasıl olması lâzım geldiğini bildirmişlerdir. Doğrusu da budur.
Peygamber Efendimiz (aleyhisselâm) ve Eshabının itikatlarını, doğru olarak tesbit edip bizlere bildiren, sadece Ehl-i sünnet âlimleri olmuştur. Zaten ben "Ehl-i sünnet itikadındayım" demek, "Onlar nasıl inanmışlar ise ben de onlar gibi inandım" demektir.
Düzgün itikat çok önemlidir. Çünkü, yapılan bütün ibadetler buna bağlıdır. İtikadı bozuk olanın yaptığı bütün ibadetleri geçersizdir, kabul olunmazlar. Yaptığı ibadetleri onu cehennem ateşinden kurtaramaz.
Demek ki, önce doğru bir itikat sahibi olmak lâzım gelir. Yetmiş üç fırkanın tek kurtulanı Ehl-i sünnet inancına sahip olanlardır. Diğer yetmiş ikisi dalâlet fırkasıdır. Yetmiş üç "altın"ın içinde "hakiki" olanı budur. Öbürleri sahtedir!..
Allahü teâlâ, Müslümanlardan, Peygamber Efendimizin ve Eshabının inandığı gibi iman etmelerini istemektedir.
Sevgili Peygamberimiz aleyhisselâm vefât edince insanlar dinlerini Eshâb-ı kirâmdan (aleyhimürrıdvan) öğrendiler. Hepsi aynı imânı, Ehl-i sünnet itikâdını kendilerinden hiçbir şey katmadan, Resûlullah Efendimizden öğrendikleri gibi naklettiler.
Mezhep imanlarımız, Silsile-i âliye büyüklerimiz ve diğer büyük âlimlerimiz bu saf ve doğru imânı kitap haline getirerek bize intikal ettirdiler. Bu büyüklerimize ne kadar dua etsek yine de azdır. Onlara ait olan kitapları çok okumalı ve onların gösterdiği yolda yürümeye gayret etmeliyiz...
Çok tehlikeli bir asra rastladık. Bid'atlar o kadar arttı ki sakınmak oldukça zorlaştı. Çamurlu bir yolda yürüyüp üzerine çamur bulaşmaması ne kadar dikkat gerektiriyorsa, bid'atlerden sakınmak ondan daha çok önemlidir. Çamur sıçrayan elbise su dökmekle temizlenir. Bid'atleri ise ancak "ateş" temizler!
İmam-ı Rabbani (kuddise sirruh) buyuruyor ki:
"İyi biliniz ki, bidât sahibi ile konuşmak, kâfirle arkadaşlık etmekten, kat kat daha fenadır."
-
Zikrin Faziletleri Hakkında Hadis-i Şerifler
Allah'ı zikretmenin faziletleri çok büyüktür. Zikrin faziletleri hadis-i şeriflerde şöyle anlatılmıştır:
“Kim bir yere oturur ve orada Allah’ı zikretmez (ve hiç zikretmeden kalkar) ise Allah’tan ona bir noksanlık vardır. Kim bir yere yatar, orada Allah’ı zikretmezse, ona Allah’tan bir noksanlık vardır. Kim bir müddet yürür ve bu esnâda Allah’ı zikretmezse, Allah’tan ona bir noksanlık vardır.” (Ebû Dâvud, Edeb 31, 107, hadis no: 4856, 5059; Tirmizî, Deavât 8, hadis no:3377). Hadis, Tirmizî’de şu şekilde gelmiştir: “Bir cemaat bir yerde oturur ve fakat orada Allah’ı zikretmez ve peygamberlere salât okumazlarsa, üzerlerine bir ceza vardır. (Allah) Dilerse onlara azab eder; dilerse mağfiret eder.” (Tirmizî, Deavât 8, hadis no: 3377)
"Her şeyin bir cilâsı vardır; kalplerin cilâsı da Allah'ı zikretmektir. İnsanı Allah'ın azâbından en çok koruyacak şey, ancak zikrullahtır." 'Allah yolunda cihad da mı (zikirden hayırlı) değil?' dediler. "Hayır, kesilinceye kadar vuruşsa dahi" dedi. (Buhârî, Deavât 5)
“Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: ‘Ben kulumun Beni sandığı gibiyim ve Bana dua ettiği, Beni zikrettiği zaman onunla beraberim. Kim Beni kendi nefsinde zikrederse (içinden geçirirse), Ben de onu kendi nefsimde zikrederim (içimden geçiririm). Kim Beni kalabalıkta, bir cemaat içinde zikrederse, Ben de onu, ondan daha hayırlı bir cemaat içinde zikrederim. O, Bana bir karış yaklaşırsa Ben ona bir arşın (adım) yaklaşırım. O Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim. Kim Bana şirk koşmaksızın bir arz dolusu günahla gelse, Ben de onu bir o kadar mağfiretle karşılarım.” (Buhârî, Tevhid 15, 35, 50; Müslim, Zikir 2, hadis no: 2675, 4/2061, Tevbe 1; Tirmizî, Deavât 142, hadis no: 3598)
“Allah’ı zikredenle zikretmeyen, diri ile ölü gibidirler.” (Buhârî, Deavât 67)
“İçerisinde Allah zikredilen evlerin misali ile içerisinde Allah zikredilmeyen evlerin misali, diri ile ölünün misali gibidir.” (Buhârî, Deavât 66; Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn 211, hadis no: 779)
"Allah'ı unutarak lüzumsuz konuşmalara dalmayın. Çünkü Allah hatırlanıp zikredilmeden yapılan uzunca konuşmalar, kalbi katılaştırır.
Allah'tan en uzak olan kimse, kalbi katı olandır." (Tirmizî, Zühd, 62)
“Kim akşamdan temizlik üzere (abdestli olarak) zikredip uyursa (uyku bastırıncaya kadar Allah’ı zikrederse) ve geceleyin de uyanıp Allah’tan dünya veya âhiret hayırlarından bir şey isterse, Allah Teâlâ, istediğini mutlaka ona verir.” (Ebû Dâvud, Edeb 105, hadis no: 5042; Tirmizî, Deavât 100, hadis no: 3525)
“Allah’ın, yollarda dolaşıp zikredenleri araştıran melekleri vardır. Allah Teâlâ’yı zikreden bir cemaate rastlarlarsa, birbirlerini 'aradığınıza gelin' diye çağırırlar. (Hepsi gelip) onları kanatlarıyla kuşatarak dünya semâsına kadar arayı doldururlar. Allah, -onları en iyi bilen olduğu halde- meleklere sorar: ‘Kullarım ne diyorlar?’ ‘Seni tesbih ediyorlar, Sana tekbir okuyorlar, Sana tahmîd (el-hamdü lillâh) okuyorlar. Sana ta’zim (temcid) ediyorlar’ derler. Rab Teâlâ sormaya devam eder: ‘Onlar Beni gördüler mi?’ ‘Hayır!’ derler. ‘Ya görselerdi ne yaparlardı?’ ‘Eğer Seni görselerdi ibâdette çok daha ileri giderler; çok daha fazla ta’zim, çok daha fazla tesbihde bulunurlardı’ derler. Allah tekrar sorar: ‘Onlar ne istiyorlar?’ ‘Senden cennet istiyorlar.’ ‘Cenneti gördüler mi?’ der. ‘Hayır Ey Rabbimiz!’ derler. ‘Ya görselerdi ne yaparlardı?’ der. ‘Eğer görselerdi, derler, ‘cennet için daha çok hırs gösterirler, onu daha ısrarla isterler, ona daha çok rağbet gösterirlerdi.’ Allah Teâlâ
sormaya devam eder: ‘Neden istiâze ediyorlar (sığınıyorlar)?’ ‘Cehennemden istiâze ediyorlar’ derler. ‘Onu gördüler mi?’ der. ‘Hayır Rabbimiz, görmediler!’ derler. ‘Ya görselerdi ne yaparlardı?’ der. ‘Eğer cehennemi görselerdi ondan daha şiddetli kaçarlar, daha şiddetli korkarlardı’ derler. Bunun üzerine Rab Teâlâ şunu söyler: ‘Sizi şâhid kılıyorum, onları affettim!” Rasûlullah (s.a.s.) sözüne devamla şunu anlattı: “Onlardan bir melek der ki: ‘Bunların arasında falanca günahkâr kul da var. Bu onlardan değil. O başka bir maksatla uğramıştı, oturuverdi.’ Allah Teâlâ; ‘Onu da affettim, onlar öyle bir cemaat ki, onlarla oturanlar da onlar sâyesinde bedbaht olmazlar’ buyurur.” (Buhârî, Deavât 66; Müslim, Zikr 25, hadis no: 2689; Tirmizî, Deavât 140, hadis no: 3595)
“Namaz, oruç ve zikir; Allah yolunda infak (harcama) üzerine yedi yüz misli katlanır.” (Ebû Dâvud, Cihad 14, hadis no: 2498) (Bu hadisin izahı sadedinde İbn Kayyim, zikir ile cihad ilişkisi konusunda üç mertebe olduğunu ifade ederek, hem zikir ve hem cihadın birlikte yapılmasının en üst mertebe olduğunu belirtir. Âyetten delil getirir: “Ey iman edenler, düşman bir grupla karşılaştınızmı sebat edin ve Allah’ı çok zikredin ki başarıya erişesiniz.” (8/Enfâl, 45) “İkinci mertebe, cihad etmeksizin zikretmek. Bu, önceki mertebeden düşüktür. Üçüncü mertebe ise, zikretmeden cihad etmek; Bu her ikisinden de düşüktür.
Çünkü cihad, zikir sebebiyle konulmuştur. Cihaddan maksat, Allah’ın zikri ve ibâdetin sadece O’na yapılması, O’nun bir bilinmesi, O’nun zikri, sadece O’nun ma’bud kılınmasıdır. Zikir, mahlûkatın yaratıldığı gâyeyi teşkil etmektedir” der. (K. Sitte, 13/251)
"Yedi sınıf insan vardır ki Allah onları kendi (arş'ının) gölgesinden başka hiçbir gölge bulunmayan (kıyâmet) gün(ün)de (arş'ının) gölgesinde gölgelendirecektir. (Bunlar Âdil imam (yönetici), Allah'a ibâdet ede ede yetişen genç, kalbi mescidlere bağlı olan kimse, Allah için sevişen, O'nun için bir yere gelen; O'nun için birbirinden ayrılan iki kimse, kendisini mevkî sahibi ve güzel bir kadın (fenâlığa) dâvet ettiği halde: 'Ben Allah'tan korkarım' diyen adam, sol elinin verdiğini sağ eli duymayacak derecede gizli sadaka veren kimse ve tenha bir yerde Allah'ı zikrederek gözleri boşanan kimsedir." (Müslim, Zekât 91, hadis no: 1031)
"Size amellerinizin en iyisini, Rabbinizin huzurunda en temizini ve derecelerinizde en yükseğini, altın ve gümüş infak etmekten daha hayırlısını, düşmanla karşı karşıya gelip siz onların, onlar sizin boyunlarınızı vurmaktan daha iyisini söyleyeyim mi?" buyurdu. 'Evet' dediler. "Allah'ı zikir" dedi. (Tirmizî, Deavât 6)
-
Nisa Suresinin Örtünme İle İlgili Ayeti
Kadının yüzü ve elleri de görünen zinet yerleridir. Hz. Ali ve Abdullah b. Abbas (r. anhüm) demişlerdir ki, görünen zinet kadının sürmesi ve yüzüğüdür. Abdullah b. Abbas (r. a.) her ne kadar kadının yalnız ayakkabısının ve çarşafının görülebileceğini41 belirtmişse de yüzün ve ellerin görülebileceğine dair deliller kuvvetlidir.
Bir gün Hz. Ömer hutbede,
Dikkatli olun, kadınların mehirlerini artırmayın.dedi.
Bunun üzerine hemen yanakların esmerin kırmızı kadın söze karıştı ve dedi ki, “Bu senin görüşün mü, yoksa Hz. Peygamber sallallahü aleyhi ve sellem’den mi duydun. Biz Allah-ü Teâlâ’nın kitabında, senin söylediğinin aksini buluyoruz. Allah-ü Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Eğer bir kadını boşayıp yerine başka bir kadını almak istiyorsanız, ilkine kantar yükü altın vermiş de olsanız hiç bir parçasını geri almayın.
(Nisa Suresi 20 ayet )
Tövbe İle İlgili Ayetler
Her Mümin günah ile eskimiş tövbe ile yamanmıştır;Bunların hayırlısı tövbe halinde ölendir.
Ne Mutlu Yaptığı suçtan tövbe edip ağlayana.
Görmüyorlar mı ki, onlar her yıl bir veya iki kere belaya çarptırılıp imtihan ediliyorlar. Sonra ne tövbe ederler, ne de ibret alırlar.
Kim Allaha dayanırsa Ona yeter.Allah onun işini sonuca ulaştırır.
Andolsun Allah; Peygamber ile içlerinden bir kısmının kalpleri eğrilmeğe yüz tuttuktan sonra, sıkıntılı bir zamanda ona uyan muhacirlerle ensarın tövbelerini kabul etmiştir. Evet, onların tövbelerini kabul etmiştir...
Rabbimiz! Bizi sana teslim olmuş kimseler kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet kıl. Bize ibadet yerlerini ve ilkelerini göster. tövbemizi kabul et. Çünkü sen, tövbeleri çok kabul edensin, çok merhametli olansın.
Bu işte senin yapacağın bir şey yoktur. Allah, ya tövbelerini kabul edip onları affeder, ya da zalim olduklarından dolayı onlara azap eder.
ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ
Diğer bir kısmı ise, günahlarını itiraf ettiler. Bunlar salih amelle kötü ameli birbirine karıştırmışlardır. Umulur ki Allah tövbelerini kabul eder. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.TEVBE SÛRESİ
Allah, size (hükümlerini) açıklamak, size, sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tövbelerinizi kabul etmek istiyor. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. NİSA SÜRESİ
Fakat tövbe edip, namazı kılar ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin din kardeşlerinizdir. Bilen bir kavme âyetleri işte böyle ayrı ayrı açıklarız.TEVBE SÛRESİ
-
Temizlik ile ilgili Ayet ve Hadisi şerifler
Dinimiz İslâmiyet, temizliğe büyük önem vermiş, onu bir kısım ibadetlerin vazgeçilmez şartı, mukaddimesi ve anahtarı yapmıştır.
Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz şöyle buyurur:
Namazın anahtarı taharet, yani temizlik, başlangıcı tekbir, tamamlayıcısı da selâm'dır."
Temizlik bâzı ibâdetlerin ön şartı olduğu gibi, sıhhat ve âfiyetin vazgeçilmez unsurudur. Ayrıca rızkın artmasına da sebebidir.
Hadis-i şerifte:, Temizliğe devam et ki, rızkına genişlik verilsin." buyurulmuştur. Temizliği, sadece beden temizliğine hasretmek yanlış olur...
. Beden temizliği kadar, hattâ ondan da önce kalbi temizliği, niyet dürüstlüğü, ahlâk güzelliği gereklidir. Nitekim niyeti temiz olmayanın ibadeti halis olmaz, dolayısiyle, Allah katında kabûl görmez. Bu sebeble Müslümanda kalp temizliği ile beden temizliği birleşmeli, her ikisinin de temiz tutulması halinde kâmil bir Müslüman olunacağı bilinmelidir. Beden ve kalp temizliği, İslâm'ın temeli ve en mühim bir esasıdır.
Nitekim Resûlüllah Efendimiz: "İslâm, temizlik temeli üzerine binâ edildi" hadis-i şerifleriyle bu iki hususa işaret buyurmuştur. "Allah temizdir, temizleri sever" ikazı da, İslâm'ın temizlik esasını hatırlatan diğer bir hadis-i şeriftir.
İslâm'ın temizliğe ne derece ehemmiyet verdiğini gösteren bâzı hadis ve Ayet meâlleri: "İslâm temizdir. O halde siz de temizleniniz. Çünkü Cennete ancak temiz olanlar girecektir."
(Hadis-i şerif meâli)."Temizlik imanın yarısıdır."
(Hadis-i şerif meâli). "Temizlik iman(ın kemâlinden ve nurun)dandır."
(Ayet meâli). "Şübhe yok ki, Allah, tevbe edenleri de, (maddi - mânevi kirlerden) temizlenenleri de sever." (el-Bakare, 222).
Ayet: "(Bu abdest ve teyemmüm emriyle) Allah sizin için güçlük dilemez, fakat sizi tertemiz etmek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Tâ ki şükredesiniz." (el-Mâide, 6).
Ayyet: "Allah, üzerinize gökten yağmur indiriyor; onunla sizi pisliklerden temizlesin, diye." (el-Enfâl, 11).
Ayet: "Ey iman edenler namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın başlarınızı meshedin ve her iki topuğa kadar ayaklarınızı da (yıkayın.) Eğer cünüpseniz temizlenin (gusül edin); eğer hasta veya yolculukta iseniz ya da biriniz ayak yolundan (hacet yerinden) gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız da su bulamamışsanız bu durumda temiz bir toprakla teyemmüm edin (hafifçe) yüzlerinize ve ellerinize ondan sürün. Allah size güçlük çıkarmak istemez ama sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimeti tamamlamak ister. Umulur ki şükredersiniz. (5/6)
Ayet: Hani kendisinden bir güvenlik olarak sizi bir uyuklama bürüyordu. Sizi kendisiyle tertemiz kılmak sizden şeytanın pisliklerini gidermek
kalblerinizin üstünde (güven ve kararlılık duygusunu) pekiştirmek ve bununla ayaklarınızı (arz üzerinde) sağlamlaştırmak için size gökten su indiriyordu. (8/11)
Ayet "Elbiseni temizle. (74/4)
Hadisi şerifler:
Dinimiz İslamiyet'te temizlik ile ilgili Hadisler
(Müslümanlık temizlik dinidir. Temiz olun! Cennete ancak temiz olan girer.) Deylemi
Mümin pis olmaz.) Buhari
Her şeyi iyi temizleyin! Temizlik imana, iman da Cennete götürür.) Taberani
Temizlik imanın yarısıdır.) Müslim
Namazın anahtarı temizliktir.) Tirmizi
Ağzınızı temizleyin, ağzınız Kur'an-ı kerim yoludur.) Ebu Nuaym
Cuma günü yıkanın, misvak kullanın ve güzel koku sürünün.) Buhari
Yemekten önce ve sonra el yıkamak, zenginliğe yol açar, fakirliği giderir.) Ebuşşeyh
Evinin hayrını isteyen, yemekten önce ve sonra, elini ve ağzını yıkasın!) İbni Ebi Şeybe
Ağzınızı temizleyin! Kiramen katibin melekleri için, ağızdaki yemek artıklarının kokusundan daha kötü bir şey yoktur.) Deylemi
Sarmısak yiyen, kokusu gitmeden mescidimize yaklaşmasın, insanın rahatsız olduğu şeylerden melekler de rahatsız olur.) Taberani
Gece namaz kılmak için kalkan kimse, ağzını misvakla temizlesin! Çünkü bir melek namazda Kur'an okuyanın ağzına yaklaşarak dinler.) Deylemi
Elbiselerinizi yıkayın, fazla kıllarınızı temizleyin, dişlerinizi misvakla temizleyin, temiz, güzel giyinin! Nezafet sahibi olun!) İbni Asakir
Tırnaklarınızı kesip gömün! Ağzınızdaki yemek kırıntılarını temizleyin ve misvak kullanın!
-
Fatiha Suresi'nde bulunan ince sırlar
Peygamberimiz (S.A.V) bir hadiste bu önemli gerçeği şöyle anlatıyor:
"Allahu Teâlâ buyurdu ki: Ben namaz suresi olan Fatiha'yı kendimle kulum arasında yarı yarıya paylaştırdım. Yarısı Benim, yarısı da kuluma aittir. Bu vesile ile kulum bütün istediklerine kavuşacaktır.
Kul, 'Elhamdü lillahi Rabbi'l-âlemîn' (Hamd, Alemlerin Rabbi olan Allah'a aittir) dediği zaman, Allah, 'Kulum Bana hamdetti' buyurur.
Kul, 'Er-Rahmâni'r-Rahîm' (O Rahman'dır, Rahîm'dir) dediği zaman, Allah, 'Kulum Beni methetti' buyurur.
Kul, 'Mâliki yevmiddîn' (Din Gününün Sahibidir) dediği zaman, Allah, 'Kulum Beni tazim etti, işlerini Bana havale etti' buyurur.
Kul, 'İyyâke na'büdü ve iyyâke nestaîn' (Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım isteriz) dediği zaman, Allah, 'İşte bu kulumla kendi aramdadır ve kulumun dilediği de onundur' buyurur.
Kul, 'İhdine's-sırâta'l-müstekîme sırâtallezîne en'amte aleyhim ğayri'l-mağdûbi aleyhim veleddâllîn' (Bizi doğru yola ilet. Kendilerine nimetler verdiğin kullarının yoluna ilet. Gazabına uğramış yahut sapmış olanların yoluna değil) dediği zaman, Allah, 'İşte bu kulumundur ve kulumun istediği de onun hakkıdır' buyurur."
***
Kur'ân'ın en faziletli suresi Fatiha olduğu gibi, en faziletli âyeti de yine Fatiha'nın bir âyetidir.
Fatiha, sevabı bakımından İhlas Suresi gibi Kur'ân'ın üçte birine denk geliyor:
İbn Abbas'ın rivayetine göre Resulullah (a.s.m.) bu hususu şöyle dile getirmiştir:
"Fatiha sevap bakımından Kur'ân'ın üçte birine denktir."
Bir işe başlarken Bismillah denmesi gerektiği gibi, Fatiha okunması da tavsiye ediliyor.
Ebû Hüreyre'nin rivâyetine göre Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
"Hayırlı bir iş Elhamdülillah ile başlamazsa sonu kısıktır, bereketsizdir."
***
Fatiha'yı okuduktan sonra "Veleddâllîn" deyince hemen arkasından "Amin" demek sünnettir. "Amin"in önemini ve Allah katındaki yerini Peygamberimiz'den (a.s.m.) öğreniyoruz.
"Amin, mü'min kullarının diliyle Rabbülâlemin'in mührüdür."
Fatiha muhtevası ve manası, zenginliği ve içinde barındırdığı derinlik itibarıyla da bambaşka bir güzelliğe sahiptir.
İmam Buhârî'nin rivayetine göre, Hasan Basrî bu konuda şöyle diyor:
"Allah bütün semavî kitapların ilmini Kur'ân'da; Kur'ân'da mevcut olan ilimleri de Fatiha Suresi'nde toplamıştır. Fatiha'nın tefsirini öğrenen bütün semavî kitapların tefsirini öğrenmiş gibi olur."
***
Fatiha maddi ve manevi her derde deva, her hastalığa şifa ve her sıkıntıya ilaçtır.
Abdülmelik bin Umeyr'in rivayet ettiği bir hadiste Peygamberimiz (a.s.m.) bu hakikati şu sözleriyle dile getirmiştir.
"Fatiha Suresi her derde devadır."
"Fatiha bütün dertlere karşı şifadır."
"Fatiha Suresi, zehirden kurtulmak için bir şifadır."
Fatiha nazara, göz değmesine karşı da bir şifa kaynağıdır.
İmran bin Husayn'ın rivayetine göre Resulullah (a.s.m.) şöyle buyurmuştur:
"Fatiha'yı ve Ayete'l-Kürsi'yi bir kul okursa, o gün ona insan ve cin nazarı değmez."
-
-
Hazreti Ebubekir'in Büyüklüğü
Efendimiz Sallahu aleyhi vesellem'e bir yüzük hediye geldi. Hazreti Ebu Bekir'e (r.a.) verdi:
- Ya Atik! Bu yüzüğü bir kuyumcuya götür de "lâ ilâhe illâllah" yazdır buyurdu. Hazreti Ebu Bekir (r.a.)yüzüğü kuyumcuya götürüp üzerine "Lâ ilâhe illallah Muhammemmedürresûlüllah" yazdırdı.
Halbuki Rasûlullah böyle emretmemişti ama, O Allah ismi şerifinin peygamberimizden ayrılmasını arzu etmemişti, onun için böyle yazdırdı. Hazreti Ebu Bekir yüzüğü kuyumcudan alıp Resûlüllah'ın huzuruna gelirken, Hak Teâlâ, Cebrail aleyhisselam'a :
- Yetiş, habibimin yüzüğüne Ebu Bekir' ismini de yaz. Çünkü o Benim ismimi habibimin isminden ayırmayı uygun bulmadı, ben de onun ismini habibimin isminden ayırmayı uygun bulmam,buyurdu. Cebrail aleyhisselam derhal yetişti ve Hazreti Ebu Bekir'in elindeki yüzüğe " Ebu Bekir Sıddık" yazdı. Hazreti Ebu Beki,r Huzur-u Saadete girip yüzüğü teslim etti. Okuduklarında: "Lâ ilahe illallah Muhammedürresûlüllah, Ebu Bekir Sıddık" yazılı olduğunu görüp Hazreti Ebu Bekir'den bu şekilde yazılmasının hikmetini sordular.
Hazreti Ebu Bekir (r.a.) yüzüğün üzerinde kendi isminin olduğunu bilmiyordu. Çok utandı, kızardı ve başını önüne eğdi terlemeye başladı. Orada Allah'ın izni ile Cebrail aleyhisselâm yine yetişip Hazreti Ebu Bekir'i müşkil durumdan kurtardı:
-Ebu Bekir'in yüzüğün üzerinde kendi isminin yazıldığından haberi yoktur. Allah'ın selâmı var, Habîbim üzülmesin, buyuruyor dedi ve olanları bir bir anlattı.
Orada bulunan ashab, Ebu Bekir Sıddık Hazretlerinin ne derece yüksek bir mertebede olduğunu anladılar ve gıpta ile seyrettiler.
-
Hz.EBUBEKİR'İN YAKARIŞI
Yarabbi şu ahiret azığı az olan adama
Lütfunla cömert davran.
Hakikaten bu kulun,
Günahlarından dolayı iflas etmiştir,çaresizdir.
Senin kapına gelmiş,sana sığınmıştır.
Ey kudreti sonsuz Allah'ım!
Onu boş çevirme.
Şu kulunun günahları çoktur.
Kapına sığınmış bir fakirdir.
Hata üzerine hata ya...ptı
Sense sonsuzca verdin.
İsyankarlara bile verdin.
Ey cömert Allah'ım benim günahım çok büyüktür.
Sen büyük günahları bağışlayansın.
Bilerek yada bilmeyerek günah işlemekten beni koru!
Rabbim sende fazıl, bereket vardır.
Ey Rabbim benim günahlarım,
Kum taneleri kadar çoktur,sayılmaz!
Yarabbi günahlarımı affet!
Beni arınmış kıl!
Bilmiyorum ne olacak şu perişan halim.
Hiç hayırlı amelim yok.
Halbuki kötü işim ne çok.
Sana, beni getirecek ibadetim yok.
Sıkıntılarımdan beni kurtar.
Yarabbi benim hasta bir kalbim var.
Hastalara sen şifa verirsin.
Şu çaresiz hastaya şifa ver.
Hani, Hz.İbrahim'i yakacak olan ateşe dur dedin,
İbrahim'e zarar vermeyen bir soğukluğa dönüş buyurdun;
Benim içinde öyle buyur.
Allah'ım cehennemde beni yakacak olan ateşe dur de!
Sen yetersin her işlere.
Sen dostsun.
Sen çok verensin.
Sen şifa verensin.
Kuluna yetensin.
Bütün problemleri çözensin.
Sen benim Rabbimsin!
Sahibimsin.
Sen bana yetensin.
En güzel vekilsin.
Kalbimde olan şeyleri sen ver Allah'ım!
Çözemediğim hazinelerin kapılarını açıver!
İçimdekini düzelt Yarabbi.
Mahşer gününde Senin hakim,
Cebrail'in ise mübaşir olduğu o günde
Bizi korktuklarımızdan güvende kıl!
Korktuğum şeyden bana haber ver.
Beni en güzel yöne çeviriver.
AMİN..!.....
-
HARAM VE HELAL
Şer’an caiz görülen herhangi bir şeydir ki, yapılmasından, istimal edilmesinden dolayı itap lazım gelmez, buna “HELAL” denir. Helalin her türlü şaibeden beri, saf, temiz kısmına “tıyb” veya “tayyib” denir. Dinimiz helal ve haram konularını bütün inceliklerine varıncaya kadar anlatmış ve insanlara huzur ve emniyetin yolunu göstermiştir. Aslında haram kılına hususlar, her bakımından insanların zararına olduğu ve insan haysiyetini tahrib ettiği içindir. Yoksa insanların ve insanlığın maddi ve manevi bakımından faydasına olan hiçbir husus, dinimizce haram kılınmış değildir. İnsanın imanın gerçek zevkine varabilmesi için, şu dört haslete sahip olması lazımdır. “Farzları, sünnetleriyle birlikte eda etmek, şüphelilerden çekinerek helal yemek, gizli ve açık her türlü haramlardan uzak kalmak, ölüm gelinceye kadar bu durumunu devam ettirmek.”
Peygamber Efendimiz (S.A.V.): “Helal bellidir, haram da bellidir. Bu ikisinin arasında, çok kimselerin bilmediği şüpheli şeyler de vardır. Bir kimse bu şüpheli şeylerden korunursa, dinini ve ırzını korumuş olur. Şüpheli iş işleyenler harama düşerler. DİKKAT EDİNİZ! Her hükümdarın bir korusu vardır. Uyanık olunuz! Allah’ın (C.C.) korusu da haram kıldığı şeylerdir” buyurdular.
Resulullah (S.A.V.) şöyle buyurdular: “Kur’an-ı Kerim yedi harf üzerine nazil oldu. Yedi şey bildirmektedir. Zecr, emir, helal, haram, muhkem, müteşabih ve misaller. Bunlardan helali helal biliniz! Haramı haram biliniz! Emredilenleri yapınız. Yasak edilenlerden sakınınız! Misal ve kıssa olanlardan ibret alınız. Muhkem olanlara uyunuz! Müteşabih olanlara inanınız. “Bunlara inandık. Hepsini Rabbimiz bildirmiştir” deyiniz. Bu ümmetin alimleri iki türlü olacaktır: Birincileri ilimleri ile insanlara faydalı olacaktır. Onlardan bir karşılık beklemeyeceklerdir. Böyle olan insana, denizdeki balıklar ve yeryüzündeki hayvanlar ve havadaki kuşlar dua edeceklerdir. İlmi başkalarına faydalı olmayan, ilmini dünyalık ele geçirmek için kullananlara, kıyamette Cehennem ateşinden yular vurulacaktır. Kıyamete yakın ilim azalır, cehalet artar ve ilmin azalması alimlerin azalması ile olur. Cahil din adamları, kendi görüşleri ile fetva vererek fitne çıkarırlar. İnsanları doğru yoldan saptırırlar.”
-
Mal mü’minin yardımcısıdır; çalışıp helal kazanmalıdır. Resulullah (S.A.V.) “Elinin emeği, alnının teri ile ye. Dinini satıp yeme! Helala harama dikkat ederek çalışıp kazanan kimseyi Allahu Teala (C.C.) sever. Bir zaman gelecek ki, insanlar yalnız malın, paranın gelemsini düşünecek, helal mi haram mı diye düşünmeyecekler” buyurdular.
O halde bir Müslüman, her aldığını helal mi haram mı diye düşünmeli, haram ise almamalıdır. Aldığı şeyde hakkı olanlara vermeyi, fakirlere, gariplere yardım etmeyi düşünmelidir. Çünkü insanların iyisi, insanlara iyilik edendir.
Allah ( C.C.) El- Müminun Suresi, 51. ayet-i celilede “Helal şeylerden yiyiniz ve Salih amel işleyiniz” buyurmuşlardır. Bu ayet-i celileye göre, Salih amel yapmaktan evvel, helalden yenmesi emredilmiştir. Zaten Salih amelden gaye, helalden yemektir.
Hz. Ömer (R.A.) buyurur: “Helal kazanmaktan elinizi çekmeyiniz ve “Allahu Teala (C.C.) rızkımızı versin” demeyiniz. Allahu Teala (C.C.) gökten altın ve gümüş göndermez. Hz. Lokman (A.S.) oğluna vasiyet etti ve dedi ki: “Helal kazanmaktan el çekme. Fakir ve insanlara muhtaç olan kimsenin dini az, aklı zayıf ve mürüvveti yok olur. İnsanlar ona hakaret gözü ile bakarlar.”
Hz. Ömer (R.A.) buyurur: “Çarşıda, çoluk çocuğum için helal kazanarak hazırlanırken, ölümün bana gelmesini istemekten daha çok ölümü istediğim yer yoktur.”
Hz. Ali (K.V.) diyor ki: Resulullah (S.A.V.): “Yediğiniz şeylerin en temizi, kendi kazancınızdan olandır. Helal rızık kazanmak için yorulup da yatanlar, günahları afv ve mağfiret edilmiş olduğu halde uykuya varırlar” buyurmuşlardır.
Abdullah Bin Abbas (R.A.) diyor ki: “Bir mü’min için helalinden kazanmak, bir dağı diğer bir dağın yanına götürmekten daha güçtür.”
Ebu Ali En-Nücevrani (R.A.) bir gömlek satın alıp giymişti. Bir şahıs ona, “Bu elbiseyi ben satın almıştım. İçinde şüpheli bir dirhem var idi.”dedi. bunun üzerine o avret yerlerini örtecek derinlikteki suyun içine girmiş, üzerindeki gömleği çıkarıp atmış ve “Sudan çıkabilmem için bana bir gömlek tasadduk edecek yok mu?”diye seslenmiş, kendisine bir gömlek atmışlar da sudan çıkmış.
-
İbrahim Edhem (K.S.) ‘i gördüler ki, sırtında bir yığın odun götürüyor. “Niçin bu kadar sıkıntı çekiyorsun? Kardeşlerin seni hiçbir şeyde muhtaç bırakmıyor.” dediler. İbrahim Edhem (R.A.): “Öyle söylemeyin; çünkü Resulullah (S.A.V.): “Helal kazanmak için sıkıntı çekenlere Cennet vacib olur.” buyurdular.”
Yahya Bin Muaz (R.A.) şöyle buyurdu: “Taat bir hazinedir, anahtarı dua, anahtarın dişleri ise helal lokmadır.”
Sehl (K.S.) şöyle diyor: “Haram lokma yiyenin azaları isyan eder, yediği helal olan kimsenin de azaları kendisine itaat eder ve hayırlı işleri yapmaya muvaffak olur.”
Seleften bazıları şöyle diyor: İnsanoğlunun helalinden yediği ilk lokma sayesinde geçmiş günahları bağışlanır. Helal nafaka te’mini için yorulan kimsenin günahları, güzün dökülen ağaç yaprakları gibi dökülür.
Mutasavvıflardan İbrahim Bin Edhem (K.S.) şöyle buyurur: “Kemale erenler, ancak midelerine gireni kontrol etmekle kemale erebilmişlerdir.”Bu zat bir gün bir hurmacıya gidip, hurma satın aldı, hurma satın aldı. Hurmacı istenilen hurmayı teraziye koyup tarttıktan sonra, İbrahim Edhem bilmeyerek kendisinin sandığı bir hurmayı; kendi hurmaları arasına karıştırarak yedi. Bu yüzden kırk gün kıldığı namazlardan zevk almamıştı. Bunun sebebini düşünerek rahat ve huzuru kaçtığı için, Kudüs’e gidip, kırklar meclisine katıldı. Fakat aralarına girip sohbetlerinden faydalanmak istediğinde, kendisini kabul etmeyip, ona şöyle demişlerdi. “Sen hurmacının bir tek hurmasını yanlışlıkla alıp yediğin için kırk gündür ibadetlerinden hiçbir zevk alamıyorsun; ancak bu hakkı sahibine iade ettiğin taktirde, aramıza katılabilirsin. Bunun üzerine İbrahim Edhem Hazretleri, Medine’ye dönüp doğru hurma ağacının yanına gitti. Kendisine yanlışlıkla, haksız yere yediği tek hurmanın bedelini ödedi. Ve onunla böyle helalleşti. Ancak bundan sonra ibadet ve taatlerinde de eskiden olduğu gibi zevk ve huzura kavuştu.
Sehl Bin Tüsteri (R.A.) diyor ki: “İnsanların mübtela olduğu bela ve musibetlerden en büyüğü, ne dünya nede ahiret işiyle meşgul olmayıp, boş oturmaktır; fakat pek çok kimseler bunu bilmez.”
-
İmam-ı A’zam Ebu Hanife (R.A.) şöyle buyurur: “Kazanç temin etmek helaldir ve helalden mal toplamak helaldir. Haramdan mal elde etmek haramdır.”
Süfyan-ı Servi (R.A.) diyordu ki: “Kişinin dindarlığı ekmeğinin helalliği nisbetindedir. Şu zamanda sofralarında helal ekmek bulunduran aileler cidden çok azalmıştır.”
Helalin ve haramın dereceleri aynı değildir. Mesela: Birinin malını fasidden gönül rızası ile almak haramdır. Fakat zorla gasb etmek daha haramdır. Yetimden ve fakirden almak ise, daha şiddetli haramdır. Faiz ile satın almak hepsinden ziyade haramdı. Haramlık bakımından hepsi haramdır. Haramın şiddeti ne kadar fazla ise, cezası da o kadar çok olur, af olmak ihtimali de o kadar az olur.
Fudayl Bin İyad (R.A.) diyor ki: “Sakın, şüpheli bir şeyle Mekke yoluna koyulalım demeyiniz! Biliniz ki, haram veya şüpheli şeylerden bir dirhemin altıda biri kadar bir hakkı sahibine iade etmek, içinde şüpheli kazanç bulunan malla yapılacak beş yüz hacdan, Allah (C.C.) yanında daha kıymetlidir.”
Yezid Bin Düreyc (R.A.), babası vefat ettiği zaman, geride bıraktığı çok miktardaki mala varis olmayı reddetmiştir. Bu hususta, o “Ben babamın kazancından şüphe ediyorum; çünkü babam, vali ve ümera takımı ile alış-veriş ederdi.” diyor. Muhammed Bin Şakiyk (R.A.) şöyle anlatıyor: “Bir çarşıya gidip annem için bir karpuz aldım, getirdim. Annem kendisi için aldığım karpuzu beğenmedi. Ben de ona dedim ki: “Anneciğim, sen kime kızıyorsun? Karpuzu satana mı, alana mı, yoksa yaratana mı? Yemin ederim ki, onu yaratan, yaratıcıların en güzelidir! Onu alan ile satan, senin için ezelden ayrılmış olanı veriyorlar.” Bu sözlerimi dinleyen annem, halinden tevbe ve istiğfar etti.”
Süfyan-ı Servi (R.A.) çağrıldığı düğünlere gittiği zaman, beraberinde ekmek de götürür ve ondan yerdi. Düğün sahibi ona: “Efendimiz, bizim ekmekten yemeyecek misiniz?” dediğinde, şu karşılığı verirdi: “Siz, ekmeğinizi nereden kazandığımı bilirim. Herkes, nerede kazanıldığı kendince malum olan şeyden yer.”
-
Adamın biri Süfyan-ı Sevri’ye: “Efendim, namazda birinci safta bulunmanın faziletini bize anlatır mısınız?” demiş. O şu karşılığı vermiştir: “Kardeşim sen, ekmeğini nereden kazanıyorsun? Ona bak! Sen helalinden gıdalan da, namazını hangi safta dilersen orada kıl’ bu hususta sana bir güçlük yoktur.”
Ey Kardeş! Şu zamanda sen, yiyeceğini nereden kazandığına dikkat et! Ve iyice açlığa katlanmasını bil! Zalim ve vurguncu kimselerin sofrasından bir şey yeme, aksi halde dinini telef etmiş olursun. Arkanda cübbe, başında sarıl olması, seni helak olmaktan kurtaramaz.
Ey Kardeş! Kendi haline bir bak! Bir de zamanımızın bazı dindar geçinenlerinin sözlerini düşün. Bunlar haram ve şüpheli şeyleri yemekten sakınmıyorlar; kıymeti yüksek elbiseler giyiyorlar; dillerinde en çok dolaşan söz ise: “ Allah ( C.C.) lütuf ve fadlı geniştir.” Cümlesi oluyor. Onlar, haramları yemekle beraber, makamlarının noksanlaşmayacağını sanıyorlar.
Ey Kardeş! Aklını başına al. Eğer nefsine söz geçirebiliyorsan, onunla münakaşa ve mücadele et. Halini iyileştir. Islah et!”
Ashab’dan İyaz Bin Hımar (R.A.) Resul-i Ekrem (S.A.V.)’nin şu sözlerini nakletmiştir: “Cennet ehli üç sınıftır: Adil ve başarılı hükümdar; hısım ve akrabasına ve Müslümanlara karşı yumuşak kalbli ve şefkatli olanlar; ailesi kalabalık olduğu halde harama el uzatmayan. Haramdan uzak kalmaya çalışanlardır.” (Riyazüs Salihin)
Bunlardan anlıyoruz ki, hak etmediğimiz bir kazanç, bizim için helal değildir. Öyleyse ticarette (alış-verişte) asla doğruluktan şaşmamalıyız. Helal olmayan kazanç yollarının başında, hırsızlık, kaçakçılık, dolandırıcılık, karaborsacılık, hileli işler gibi kötü fiilleri görmekteyiz.
Tüccarın haram mal kazanmaktan çok sakınması lazımdır. Çünkü bir kimse helalden kazanmadığı bir şeyi yemek isteyip, “Bismillah” deyince, şeytan, kendisine: “Sen bunu yerken ben de seninle beraber yiyeceğim; ben senin ortağınım” der. Şeytan haramdan kazananın ortağıdır. Nitekim Allah (C.C.) El- İsra Suresi 64. ayet-i kerimede:
-
“(Haram kazandırmakla) mallarına, (zina yaptırmakla) evladlarına ortak ol; onlara (yalan yere) vaadlerde bulun; fakat şeytan, onlara yalnız bir aldanış vaad eder.” buyurmuşlardır.
İbni Mes’ud (R.A.)’den bildiriliyor. “Resulullah (S.A.V.) : “Bir kimse haramdan kazanıp, bu mal ve paradan sadaka verir, harcar, masraf eder v evindekilerine yedirirse veya kendinden sonrakilere bırakırsa; bu bıraktığı şey, kendisini Cehenneme sokacak azığı olur. Haramdan sakınan kimse, ancak kendisinin etine ve kanına şefkat ve merhameti olan kimsedir. Mü’min olan, haramdan ve haram işleyenlerden sakınsın, uzak dursun, haram işleyenlerle bir arada bulunmasın, arkadaşlık yapmasın, haram ile elde edilen şeyi yemesin, hiç kimseyi harama sevk etmesin, bir kimsenin haram işlemesine yol göstermekle ona ortak olmasın! Din ve ibadetin kuvvetli olması ve ahirete ait işlerin mükemmel bulunması, haramdan sakınmakla elde edilir.” buyurmuştur.
Resulullah (S.A.V.), hadis-i kudsi’de şöyle buyurur: “Şaşarım o kimseye ki, ahiret hesabına inandığı halde nasıl mal toplayabilir? Ey Ademoğlu! Her gün ömrün eksilir, sen bilmezsin! Her gün rızkın sana gelir, şükretmezsin. Halktan korkarsın, benden korkmuyorsun! Benden utanmazsın! Abidlerin sözlerini söylersin, münafıkların amelini işlersin! Ölüm haktır dersin; yine onu çirkin görürsün! Kim dünya malı yığarsa, onun hakkı yoktur. Kim dünya ile rahatlarsa, onun aklı, idraki yoktur. Kim dünya ile rahatlarsa, onun aklı, idraki yoktur. Kim dünya arzuları peşinde koşarsa, onun ma’rifeti yoktur. Benim kullarımdan herhangi birine bedeninde, malında veya evladında bir musibet verdiğim vakit, onu güzel bir sabırla karşılaşırsa, kıyamet günü onun için mizan ve hesap kurmaktan haya ederim.”
Tirmizi ve Hakim (R.A.) rivayet ederler: “Kim ki, helalinden yer, sünnet üzere amel eder, insanlar onun şerrinden emin olursa; Cennete girer” buyurulmuştur.
Ebu Hureyre (R.A.) rivayet: “Resulullah (S.A.V.) buyurur ki: “Uzak yoldan gelmiş, saçı sakalı dağılmış, yüzü gözü toz içinde bir kimse, ellerini göğe doğru uzatıp dua ediyor: “Ya Rab! (C.C.) “diye yalvarıyor. Halbuki yediği haram, içtiği haram, gıdası hep haram. Bunun duası nasıl kabul olunmaz buyurdular: “Haram ile gıdalanan beden Cennete giremez..
-
.” Hadis-i şerife, MEKKAS (haksız şey’i alan): hain, hırsız, hilebaz, faiz yiyen ve yediren, yalancı şahidlik yapan, yetim malını haksız yiyen, bir şeyi ariyet alıp sonra inkar eden, rüşvet eden, ölçüyü tartıyı eksik yapan, bir şey satıp da malının ayıbını (kusurunu) gizleyen, kumar oynayan, sihir yapan, falcılık yapan, zina eden v.s. dahildir.”
Resulullah (S.A.V.): “Haram yiyenlerin ne farzları ne de sünnetleri kabul olmaz. Malın helalden mi, haramdan mı geldiğini düşünmeyenler, Cehenneme neresinden atılırsa atılsın; Allahü Teala (C.C.) onlara acımayacaktır. Haram ile beslenen vücudun ateşle yanması daha iyidir. Allahü Teala( C.C.) buyuruyor ki: “Haramdan kaçınanlara hesap sormaya utanırım”.
Bezzar (R.A.) rivayet eder: “Kim haram kazançla bir gömlek alıp giyinirse, bu gömlek üzerinde bulunduğu müddetçe Allah (C.C.) onun namazını kabul etmez.”
İbni Ömer (R.A.) der ki: “Kim ki 10 dirheme bir gömlek satın alır, bu paranın içinde bir dirhem haram olursa, o gömlek üzerinde bulunduğu müddetçe Allah (C.C.) onun namazını kabul etmez.”
“Vahidinin Cabirden rivayetine göre, “Adamın biri Resul-i Ekrem’e (S.A.V.) gelerek: “Ya ResulAllah (S.A.V.) “Ben haram olmadan evvel şarab ticareti yapardım; bundan para kazandım. Şimdi bu paraları yer ve Allaha (C.C.) itaat edersem (yani Allah (C.C.) yolunda sarfedersem) bu ibadetten bana bir mükafat var mı?” diye sordu. Resul-ü Ekrem (S.A.V.) şöyle cevaplandırdı. Sen bu şekilde kazandığın bütün servetini Hac ve Cihad yolunda harcasan veya hepsini sadaka olarak dağıtan bile, Allah (C.C.) katında sivrisineğin kanadı kadar bir değer taşımaz. Zira Allah (C.C.) temizdir.ancak temizi kabul eder” ve el-Maide Suresi 5. ayet-i celileyi okudu: “Ey Muhammed! De ki, helal ve haram eşit değildir.”
Hz. Hasan B. Ali (R.A.) çocuk iken zekat malından ağzına bir hurma koymuştu. Resulullah (S.A.V.) “Pis, pis, onu at” buyurmuştur, yani haram korkusu ile helali terk ederek muttakiler sevabına kavuşmak istediler.”
-
Ebulleys-Semerkandi, Zeyd Bin Erkam’dan (R.A.) naklen anlatıyor: “Hz. Ebubekir’in (R.A.) son zamanlarında, iftar yemeklerini bir kölesi getirirdi. Halife Hz.Ebubekir (R.A.) yemeğin nereden geldiğini, kimler tarafından hazırlandığını, hangi kazançla meydana getirildiğini sorar, ondan sonra yerdi. Bir akşam her nasılsa sormaksızın ağzına bir lokma attı. Köle durumu garipsemişti. “Efendim,” dedi. “Yemeğin ahvalini sormadınız mı?” Hz. Ebubekir: “Karnım çok acıkmıştı da acele ettim. Şimdi söyle bakalım” buyurdu. Köle, cahiliye devrinde oynadığı bir oyunun karşılığını yemek olarak ancak şimdi alabildiğini ve bu yemeğin o olduğunu anlattı. Hz. Ebu Bekir (R.A.) yuttuğu lokmanın haram yoldan kazanıldığını öğrenince çok üzüldü. Yemeği bırakmakla kalmadı, parmağını boğazına sokarak kustu. Orada bulunanlar, bir lokma için bu zahmet ve ızdıraba niçin katlandığını sorunca: “Resulullah (S.A.V.) dan duydum ki: “Cenab-ı Hak(C.C.) haram lokma yiyenlere Cenneti haram kılmıştır.” dedi.
Abdullah Bin Ömer (R.A.): “Kanbur oluncaya kadar namaz kılsanız ve kıl gibi oluncaya kadar oruç tutsanız, haramdan kaçınmadıkça kabul edilemez, faidesi olmaz” buyurmuşlar.
Küfe şehrinin köylerini haydutlar basıp koyunları çalmışlardı. İmam-ı Azam (R.A.) bu çalınan koyunlar şehre getirilip satılır düşüncesiyle, (koyunun yedi sene yaşadığını bildiği için) yedi sene koyun eti yemedi.
İbrahim Bin Edhem (K.S.) ekseriya akşama kadar çalışır, akşam ücretini verdikleri zaman, bir düşünür ve arkadaşlarına şöyle derdi: “Patronun benden istediği işi, bihakkın yerine getirmemiş olmaktan, korkuyorum.” Sonra ücretini terk eder ve o geceyi karnı aç olarak geçirirdi. O, kalbin huzur-u ilahiyeden ayrılmamasını, helalinden olmak şartıyle sanatkarlıkta görüyordu. Huzur bulunmaksızın yaptığı işlerin ücretini almıyordu.
Amir-i El- Haradi Hazretleri şöyle buyurur: “Haram bir yiyeceği yerken, Besmele-i Şerife çekmek küfürdür. İçki içerken, Besmele-i Şerife çekmek küfürdür. Alay ederek Ezan-ı Muhammediye okumak küfürdür.”
-
Yusuf Bin Esbat Hazretleri şöyle der: Genç bir kimse Allahu Teala’ya (C.C.) ibadet ettiğinde, şeytan avanesine der ki: “Bakınız! Yediği, içtiği helalden mi?” Eğer yediği içtiği haramdan ise, “Bırakın boş yere yorulsun. Haram yemesi bize yeter.” Der. Zira haram yiyen kimsenin ibadeti kendine fayda vermez. Şu hadis-i şerif bunu te’yid etmektedir.” Çok kimseler vardır ki, yedikleri, içtikleri ve giydikleri haramdır.” Sonra ellerini kaldırıp dua ederler. Böyle dua nasıl kabul olunur? Bir kimse haram maldan Hac yapsa ve LEBBEYKE VE SA’DEYK (Sana karşılık yok) Haccın reddedilmiştir” buyurulmuştur.
İbrahim Edhem (K.S.) şöyle buyurur: “Haram yemek kalbi karartır. Kalbin kararmasının dört alameti vardır: 1. İbadetin tadını duymaz. 2. Allah (C.C.) korkusu hatırına gelmez. 3. Gördüklerinden ibret almaz. 4. Okuduklarını, öğrendiklerini anlamaz, koruyamaz.”
İmam-ı Azam (R.A.) Efendimizin babası Sabit Hazretleri delikanlılık çağında, henüz gençliğinin baharındayken, bir akarsu kenarında abdest alır. abdestini bitirir, dualarını okur, hem kurulanır, hem de suyun akışını seyrederken, bir de görür ki, kırmızılı, beyazlı, renkli bir elma, suyun üzerinde, yüzerekten geliyor. Elmanın güzelliği renk renk, al al, kah kayarak, kah dönerek, suda yüzerek, sallanarak gelişi İmam-ı Azam (R.A.) Efendimizin babasının çok hoşuna gider; elmayı alıp ısırır. Elmanın suyu dişlerine dokununca, birden bire kendini toparlar:
“Ben ne yaptım! Bu elmanın elbetteki bir sahibi var. Benim olmayan bir şeyi nasıl olur da sahibinden izinsiz ısırırım,” der. Bir anlık gafletinden uyanır ve suyun akıp geldiği tarafa yürümeye başlar. Biraz yürüdükten sonra, suya doğru uzanmış dalları, elmayla dolu ağaçları görür. Elindeki ısırdığı elmanın rengine bakar, daldaki elmalarla aynı. Bu ısırdığım elma, bu bahçeden diyerek, bahçe sahibini arar bulur. Helallik dilemek üzere: “-Efendim! Bu elma sizin ağaçlardan düşmüş olacak. Şu akan dereden abdest aldım, bu elmayı su alıp götürüyordu. Ben de bir anlık gaflet ile, elmayı suyun yüzünden alıp ısırdım. Fakat hemen kendime geldim, gafletimi hatırladım. Elmanın sahibi var, bulup helallik dileyeyim veyahut elmanın bedelini (ücretini) vereyim diye size geldim. Şimdi sizden rica ediyorum, ya elmanızın bedelini vereyim yahut da bu gafletimden dolayı sizden izin almadan yaptığım bu hatamı bağışlayın ve hakkınızı helal edin” diyerek rica eder, yalvarır. Bahçe sahibi:
“Hayır helal etmem! Niçin elmamı, benim malımı benden müsadesiz, izinsiz ısırırsınız?” der. İmam-ı A’zam’!ın babası:
“Aman efendim! Rica ederim. Elmanızın fiatı (bedeli) ne ise vereyim dedim veya bunun çaresi ne ise yapayım” diyerek yalvarır. Bahçe sahibi:
“-Üç sene bana hizmet edeceksin; burada benimle çalışacaksın; sonra bir düşünürüz. Helal etme çaresi budur.”imam-ı Azam’ın babası Hz. Sabit (R.A.) “peki” der. Bir anlık gafletle düşünmeden ısırması yüzünden tek kelimeyle bir elma suyuna, üç sene hizmet edecek! Ama başka çıkar yolu yok. Bir kere olan olmuştu; elmanın suyu dişinin dibine gitmişti. Bunun helal edilmesi lazımdı. Helallik ancak mal sahibi tarafından verilebilirdi. Bu da şartlı olacaktı. Üç sene hizmet edecek. Sonra mal sahibi yine düşünecekti.
İmam-ı A’zam’ın babası Hz. Sabit (R.A.) üç sene bu bahçede çalıştı. Son günleri iple çeker oldu; şu üç sene dolsa da helalleşip bir evime dönsem diye.
Üç sene dolup son günü gelince, bahçe sahibine gidip, “Efendim bugün son günümdür; üç sene doldu. Hakkınızı helal edin de gideyim.” Bahçe sahibi:
“Hakkımı bir şartla helal ederim! Üç sene sonra bir düşünürüz demiştim. Şimdi düşündüm; bir tek şartım daha var; onu da yaparsan hakkımı helal ederim. Benim bir kızım var. Gözleri görmez, kulakları işitmez, elleri tutmaz, ayakları yok, yürüyemez. Bununla evlenirsen, bu kızımı nikahın altına alırsan o zaman helal ederim, yoksa etmem! dedi.
İmam-ı A’zam’ın (R.A.) babası Sabit Hazretleri (R.A.) “peki) der. Düğün hazırlıkları yapılır, ziyafetler verilir, nikah kıyılıp damat gerdeğe girer. Bir de görür ki, sapasağlam bir gelin. “Olamaz!” der. “Bunda bir yanlışlık olacak. Birisi bir hile yapmış olacak. Bir yanlışlık var” diyerek hemen kayınpederine koşar. “Aman efendim! Siz bana, gözsüz, kulaksız, dilsiz, ayaksız bir kızım var demiştiniz. Halbuki sapa sağlam, dünya güzeli bir gelinle karşılaştım” der. Kızın babası:
“Evet evlat” der. “Bak iyi dinle! Benim kızım harama bakmaz, onun için gözü yok; haram olan şeyleri, kötülükleri dinlemez, kulağı yok; elini haram şeylere uzatmaz, eli yok, haram olan yerlere gitmez, yürümez, ayağı yoktur. Bütün bunları mecazi manada söyledim” der. “Ben kızıma senin gibi bir iman ehli arıyordum ki, kalbinde Allah (C.C.) korkusu olsun, kendini haramlardan korusun. Allah’ın (C.C.) yasak ettiği şeylerden kendini muhafaza etsin, kızıma ve ondan olacak torunlarıma haram yedirmesin, hak hukuk gözetir bir iman-ı kamil sahibi, senin gibi damat arıyordum. Allah’ım (C.C.) seni bana gönderdi. Sen bir diş elma suyunun helalliğini dileyince, senin cevher dolu, vicdanlı bir kimse olduğunu anlamıştım. Fakat seni imtihan etmem lazımdı. Üç sene gibi uzun bir müddet imtihan ettim. Senin her halini, hareketini iyiden iyiye gözetledim; bütün aradığım vasıflar sende mevcut. Onun için ciğer-pare yavrumu, biricik kızımı sana emanet ettim. Güle güle bir yastıkta ihtiyarlayasınız.” dedi.
İşte İmam-ı A’zam Efendimiz (R.A.) böyle bir anadan babadan meydana geldi. İmam-ı A’zam (R.A.) çocuk iken, üç günde Kur’an-ı Kerimi hatmetti ve koşa koşa eve geldi. Annesine: “-Anneciğim! Bugün Kur’an-ı Kerimi hatmettim” dedi. “Üç günde Kur’an-ı Mübini bitirdim” diyerek annesinin boynuna sarıldı. Annesi:
“-Oğlum! Eğer baban, o elmayı izinsiz ısırmasaydı, sen Kur’an-ı Kerimi bir günde hatmedecektin” dedi.
Dikkat buyurun! Bir diş elmaya üç sene hizmet ediliyor, helallik alınıyor. Ey koca İslam! Nerede o insanlık? Kızları için ehl-i namus, ehl-i vicdan arayan bahtiyarlar. Gelsinler de 20. asrın sözüm ona Müslümanlarına baksınlar. Kızını verecek; önce rütbesi, parası, hanı-apartmanı, taksisi var mıdır? Eh bunlar varsa, damat olacak olan ne olursa olsun! İster haramzade, ister beyzade! Yeter ki, bir zade olsun!...O bilmez ki:
İslam dininde şeref, kıymet, değer ölçüsü:
“İnne ekremeküm innallahi etkaküm” dür. Yani Allah (C.C.) buyurur: “Allah indinde en şereflileriniz, en çok Allah’tan korkanlarınızdır.” Çünkü: Allah’tan (C.C.) korkan, haram-helal tanır. Allah (C.C.) diyen, hak-hukuk bilir. Allah’ı (C.C.) bilen kendini bilir. Kendini bilen bir kimse, dinini sever, vazife yapar, vazife yaparak halka hizmet eder; halka hizmet eden Hakka (C.C.) hizmet etmiş olur.
-
Süfyan-ı Servi (R.A.)’dan rivayet, “Haramdan infak eden, pisliği sidik ile yıkayan gibidir. Pis elbise, temiz su ile yıkanıp temizleneceği gibi, günahlar da helal maldan infak ile temizlenir” buyurmuşlardır
Haramla beslenen vücut ateşte yanacaktır. Yenilen haram bir şey, şekil bakımından bir nimet ise de, aslında insan için bir ateştir. Haram yiyenlerin haramla besledikleri çocuklar da, ilerde toplum için zararlı bir mahluk haline gelirler. Böylece haramla beslenip, haramla besleyen bir aile reisi, yalnız kendisinin değil, ailesinin felaketini de kendi elleriyle hazırlamaktadır. Haramla beslenen ve büyütülen kız çocukları, ekseriya cemiyet için zararlı olup; erkekleri de cinsi sapık, hırsız yahut haydut olup çıkmaktadırlar. Yazık değil mi bunlara!
İstanbul’da Süleymaniye ile Şehzadebaşı arasında, kendi ismiyle anılan VEFA semti, Vefa Hazretlerinin türbesinin de bulunduğu yerdir. Kendi zamanında da büyük şöhreti olan Vefa Hazretlerinin türbesinin de bulunduğu yerdir. Kendi zamanında da büyük şöhreti olan Vefa Hazretlerine, devlet adamlarından tutun da, ta halkın en aşağı tabakasına kadar herkes saygı gösteriyor.
Bir gün saka (sucu) gelip Vefa Hz. nin huzurunda diz çöker, oturur. Sakanın mahzun ve kederli duruşundan bir sıkıntısı olduğu belli olur. Vefa Hz. Saka’ya sorar.
“ -Evlat bir sıkıntın, bir derdin mi var?” der. Saka:
“-Yok efendim! Nasıl deyeyim?” der. Vefa Hz.leri:
“-Söyle evladım! Çekinme, derdini söyle.” Saka:
“-Efendim!” der, “sizin mahdum bizim kırbalara (su tulumlarına) dadandı (alıştı). Bugün altıncı kırbayı da çuvaldızla delmiş. Biliyorsunuz fakirlik de var; şaşırdım ne yapacağımı…” Vefa Hz. leri:
“Evlat, üzülme! Ben bir çaresine bakarım. Haydi, al şu parayı, sen kendine kırba al. Ben de bu kötülüğün bir çaresine bakayım.” der.
Saka, utana sıkıla, boyun büküp yere bakarak gider. Vefa Hz.leri de düşünür, taşınır, bir türlü çocuğun neden bu zararı yaptığını bulamaz. Karısını çağırır:
“-Hanım gel bakalım!” der. “Bizim oğlan kırbaları delermiş. Düşün bakalım, bu kötülük nereden geliyor?” Hanım: “Efendi! Sen getiriyorsun, biz yiyoruz. Haram getirdinse sen getirdin; suç, günah, hata senindir.” diyerek çıkışır. Vefa Hz. leri hanımların huyunu bildiği için, “Hanım, ben düşündüm, bulamadım hatamı. Şimdi git biraz da sen düşün, hem de çok düşün, acele etme düşün.” der. “Bu suç ya sende, ya bende!”
-
Hanım gider, biraz sonra gelir.
“-Efendi! Efendi! Ben hatırladım…” der. “Ben bizim oğlana hamile iken, falanca hanımlara misafirliğe gitmiştim. O gün orada masanın üzerinde bir portakal duruyordu. Portakalı görünce canım çekti. Büyük hanımlardan da işitmiştim ki bir kadın hamile iken bir şeyi imrenirse, o şeyi tatmazsa, doğan çocuğun bir tarafında eksiklik olur, derlerdi! Hanımdan isteyemezdim, ayıp olurdu; doğacak çocuğun azasının eksik olacağından korktuğum için, ev sahibesi hanımdan bir su rica ettim. O mutfağa su almaya gidince, yakamdaki toplu iğneyi çıkarıp, masada duran portakala batırıp dilime değdirdim. O imrenmem geçti.” der. Vefa Hz.leri:
“-Aferin Hanım! İşte şimdi hatan meydana çıktı. Haydi git o hanımdan helallik dile.” Der. Hanım:
“-Aa Efendi, ayıp olmaz mı? Şimdi ben nasıl söyleyeceğim? Hem bu kadar şeyden ne olacakmış?” der. Vefa Hz.leri:
“-Hanım! Hanım! Hemen! Çabuk gito hanımdan helallik dile! Allah’ın (C.C.) yanında hakkın büyüğü küçüğü olmaz. Bak, nasıl? Bizim oğlan altı yaşında, 6-7 senedir, senin toplu iğne bizim oğlanın elinde çuvaldız oldu. O portakal da sakanın su tulumları oldu. O yaptığın kötülük devam ediyor.” der.
İşte bu menkıbeden ibret almamız lazımdır. Daima kendilerimizi, aile efradımızı haramdan korumalıyız. Çünkü haram büyük bir musibettir, velev ki, zerre kadar olsun!
Resulu Ekrem (S.A.V.) “Kim ki ihlas ile “LA İLAHE İLLALLAH” derse, Cennete dahildir.” Ashab-ı Kiram:” Ya Resulullah (S.A.V.) ihlas ne demektir?” Resulullah (S.A.V.) “ Allah’ın (C.C.) haram kıldıklarından korunmak demektir.” buyurdular.
Büyük alim, mutasavvıf, Mevlana Hazretlerinin (K.S.) hikmet dolu sözlerinden bazıları şunlardır: “Sünnet-i Seniyyeye harfiyen uymak lazımdır. Helal kazanıp, helalden yemeli, giyinmeli, çalışmalıdır. Her hareketini Resulullah’a (S.A.V.) uydurmalıdır. Dargınları barıştırmalıdır. Önce davranan, önce Cennete girer. Tenhada, yalnız kalınca da günahtan sakınmalıdır; nefsi mağlup etmek için, onu rahatsız etmelidir, istediği şeyi vermemelidir. Nefse en tesirlisi, gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup namaz kılmaktır. Az konuşmalıdır. Altı yerde dünya kelamı ile meşgul olan, otuz yıllık ibadeti red
olunur. Bu konuşma yerleri: Mescidler, ilim meclisleri, ölü yanı, kabristanlar, ezan-ı Muhammediyye okunurken ve Kur’an-ı Kerim okunurkendir.”
Yine Mesnevi Şerif’ten, Mevlana Hazretleri şöyle diyor:
Her iki cins arı da aynı yerden gıda alırlar;
Fakat birisinden zehir, diğerinden bal alırHer iki ceylan da ot ve su ile beslenir;
Fakat birisinden gübre, diğerinden saf misk çıkar.
Her iki cins kamış da, aynı yerden sulanır;
Fakat biri boş olur, diğeri şekerle dolar,
Bunlar gibi 100 bin misal bulabilirsin;
Fakat ikisi arasında yetmiş yıllık mesafe vardır.
Biri yer ahmak olur, Allah’tan (C.C.) uzak düşer;
Diğeri ise yer, baştan aşağı onun nuru ile dolar.
Merhum Milli Şairimiz Mehmed Akif’in Safahat’ından:
Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır.
Fazilet hissi insanlarda Allah (C.C.) korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı yezdanın,
Ne irfanın kalır te’siri, kat’iyyen ne vicdanın.
Nerde Müslümanlık, geçmiş bizden insanlık bile,
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir.
-
MEVLANA FELSEFESİ- Hanri BENAZUS
Derleyen: Halit YILDIRIM 05 Ekim 2010
ÖNSÖZ
“Çok insan gördüm, üzerinde elbisesi yok; çok elbise gördüm, içinde insan yok.”Mevlana
Mevlana’nın verdiği en önemli mesaj, dünya hayatının geçiciliği ve dünyasal, maddesel olan her şeyin insani ilişkilerin en bölücüsü, en yıkıcısı ve hatta en parçalayıcısı olduğudur.
Mevlana, dindar olmağa, şu veya bu Peygambere inanmaya değil, insan olmaya, insan gibi yaşamaya, insanca hareket etmeğe, her durumda insanları sevmeye çağırır bizleri...
Nedir Mevlana’yı bugünlere dek getiren, nedir tüm dünyanın bu 700 kusur yıllar ötesinden, sanki bugünü yaşarmış gibi, bir şairde, bir düşünürde, bir gönül adamında kendini buluşu? Dindarlığı mı? Evet, Mevlana Müslüman’dır. Fakat hiçbir zaman bir din adamı değildir ve olmamıştır. Tam aksine tüm dinlerin ötesinde, Camilerin, Kiliselerin, Havraların, Tapınakların ve tüm ibadethanelerin dışında, softaların, yobazların, din tacirlerinin karşısında olmuştur.
Yaşamı ve evreni devamlı bir gelişim, değişim ve yenileşim içinde gören ve hep; “Şu hem var, hem de yok olan dünyadan, azar azar yoklar gittiler, varlar geliyorlar” diyen Mevlana, “Can tenceresinden kanlı köpükler saçmak, iki cihanın sözünü bir ağızdan, bir hamlede söylemek istiyorum” derken, aslında hep bu değişimi, gelişimi ve yenileşimi vurgulamaktadır.
Mevlana, ileri bir görüşle, insancıl bir duyuşla geleceği sezinler, hatta görür ve eserlerinde bizlere yansıtır. Bu bakımdan dünya çapında, gelip, geçmiş en büyük düşünür ve şairdir.
Hanri Benazus
GİRİŞ
BATI DÜNYASI VE MEVLANA
“Pergelin iğneli ayağı sabittir benim dinimde, Ama diğer ayağı ile yetmiş iki milleti dolaşırım.”
Mevlana için, insan ister Müslüman olsun ister Hıristiyan, ister dinsiz, ister erkek, ister kadın, ister siyah, ister beyaz, ister sarı ırktan olsun, eğer ortak payda “İnsan” ise, herkes O’nun gözünde hep aynı bedenin damarlarıdır.
Kesin olarak söyleyebiliriz ki esas itici güç, her insanın doğasında bulunan kendini bilme arzusudur. Çünkü insanlar hep “Ben kimim?” sorusuna cevap aramakla meşguldür. Bu bakımdan bu arayış pek yeni bir şey de değildir.
Şüphesiz Batılı insanlar, manevi ve sevgi dolu bu kavramı Hıristiyan dininden de biliyor. Tek bir farkla ki, Hıristiyanlığın tanımına göre, bu sevgi dolu Tanrı’ya ancak Kiliselerinin dogma ve uygulamaları ile ulaşılabilir.
-
İşte bu noktadan itibaren doğruyu arayan Batılı insan Kiliselerin kimi zaman bağnazca uygulamalarından sıkılıp, kendi başına yeni yol üzerindeki hareketine devam ediyor. Mevlana, sevgi dolu Allah’tan öyle bireysel ve rahatlatıcı bir şekilde bahsediyor ki, insan bunu kolaylıkla kabul edebiliyor.
Mevlana’nın, Türkiye’nin yıllardan beri coğrafi ve kültürel açılardan benimsediği siyasi konumla aynı konumda olması enteresandır: “Doğu ve Batı arasındaki köprü.”
Mevlana ve Mevlevilik çoğu modern Türk insanının zannettiği gibi folklorik bir öğe değildir.
Yaklaşık sekiz asır önce “Gel! Ne olursan ol, yine gel” diyerek dünyaya sevgiyle seslenen Mevlana felsefesinin yansımaları bugün sinemadan, müzikten, sosyetenin yaşamına kadar birçok alanda görülmektedir...
Hangi din ve ırktan olursa olsun kendisiyle tanışan herkese bir yol gösterici olan Mevlana, Doğu ile Batı arasında da bir köprü niteliğini taşıyor. Mevlevilik bugün birçok ülkede çok sayıda gönüldaşa sahip. Türkiye’nin en büyük hoşgörü simgesi o. Mevlana’nın eseri olan Mesnevi dünyanın bütün dillerine çevrilmekte..
Zaten Konya’ya ister bir turistik seyahatle, ister özellikle Şeb-i Arus etkinliklerine gidenlerin birleştikleri tek nokta, “Mevlana bana gerçek kimliğimi, özümü gösterdi. Geri kalan her şeyin ancak bir görüntüden ibaret olduğunu anlamama yardımcı oldu.
Benim ne cinsiyetimle, ne ırkımla, ne de dinimle ilgili bir ayırıma tabi tutmadı.” şeklindeki görüşler olmaktadır ki, bu da tek başına Mevlana’nın evrene nasıl bir ışık yaydığının en güzel örneğidir.
MEVLANA’YI YÜCELTEN YAŞAMA BAKIŞ AÇISI
Mevlana Felsefesinde tasavvufun izlerine ve hatta esaslarına rastlamak her zaman mümkündür.
Yaradan’ın görüntü vermesi, ortaya çıkması çoğu insanın anladığımız manada bir kalıp içinde boy göstermesi değildir. Nasıl ki güneşin ısıtmak ve aydınlatmak, suyun yaşatmak, ıslatmak ve hatta boğmak, sahip oldukları özellikler ise, Yaradan da bu ve buna benzer tüm vasıfların varoluşa yansımasıdır.
Yine Mevlana Felsefesine göre:
“Yaradan bir deniz, varlıklar da onun dalgalarıdır.”
“Allah, göklerin, yıldızların, insanlarla şeytanların, cin ve perilerin, kuşların yüce yaratıcısıdır.”
“Denizin, ovanın, dağın, çölün yaratıcısı O’dur. Ülkesinin sınırı yoktur, kendisinin benzeri bulunamaz.”
-
Mevlana’ya göre felsefe, yalnız akla dayandığı sürece hem sakat ve hem de eksiklikler doludur. Çünkü akıl, çevreyle insanın, beş duyusu ile sarmalanmış ve şartlanmıştır. Yine Mevlana’ya göre yalnız geleneklere dayanan ahlak, kusursuz demek değildir. Hele hele düşüncesini özgürce kullanan insanlar, eleştiriye her zaman açık olmak durumundadır.
Tasavvufa genel bakışına göre insan, varlığın hem gayesi, hem de sonudur. Mutlak varlıktan güç alemine, oradan doğa alemine ve ardından da maddeye geçiş yapmıştır.
Mevlana Felsefesi, hiçbir zaman tek başına sözle, akıl ile, bilimle anlaşılamaz. Mevlana aynı zamanda sadece bir düşünür, bir şair, bir tasavvuf ehli de değildir. Doğaldır ki bunların her biri onun birer sıfatıdır.
Mevlana, bir düşünce ve ahlak sistemidir, bir hayat düzenidir. Ahlakı, ilmi, hikmeti, sevgisi, aklı, tavrı, algılaması, davranışları ve her şeyi ile yüceliği öğreten dünün, bugünün ve yarının büyük bir onur anıtıdır.
Mevlana, herhangi bir düşüncesini, bir duygusunu, bir anlayışını anlatırken mantıksal tahlillere, bilinen felsefi kalıplara, tasavvufun katı kurallarına başvurmaz. Tasavvuf terimlerini çok az kullanır.
Mevlana’ya göre irşat, yani aydınlatma yolu ile doğru yolu gösterme çabası yalnız, olgunlaşmış, tekamül etmiş insanın hakkıdır. Bu konuyla ilgili mesnevinin birinci cildindeki sözleri önemlidir.
Mevlana’nın tasavvufunda gaye, kulluk ve yokluktur. Yine Mevlana’nın tasavvufunda yaratılışın, hayatın manası aşktır. Aşk ise kimseye niyazı, ihtiyacı olmayan Allah’ın en belirgin vasıflarındandır.
Mevlana’ya göre, insan kendi eksik aklıyla ve şahsi görüşleriyle gerçek bilgi sahibi olamaz. Herkesin görüş açısı ve derinliği farklıdır. Mevlana bu konuyu açıklamak için şu hikayeyi anlatır:
“Hindistan’dan bir fil getirip, karanlık bir yere koyarlar. Getirilen bu fili seyretmek isteyen halk oraya gelince, karanlıkta göremez ve ona dokunmaya başlarlar. Filin hortumunu tutan onu bir oluğa, kulağını tutan yelpazeye, ayağını tutan da direğe benzetir. Özetle herkes filin neresine dokunduysa, kendi zannınca bir hüküm verir. Fakat herkesin elinde bir mum olsaydı, halk fili bütün halinde görüp, onun neye benzediği konusunda yanılmayacak, görüş ayrılıkları kalkacak, herkes gerçek bilgi sahibi olacaktı.”
Mevlana bu örnekle düşünürlerin yalnızca kendi dar görüşlerine itibar etmelerini tenkit eder. Herkesin kendine has bir görüşü olduğu ve tek olan gerçeğe farklı yönlerden baktığı için, gerçeği bir bütün halinde göremeyip, yanılmaya mahkum olduklarını belirtir.
Esasen Mevlana’ya göre bilgi gaye değil, ancak kişinin dünyada kendisine ve başkalarına faydalı olabilmesi için bir araçtır. Dolayısıyla yalnızca gözlem ve bireysel tespitlere dayanan bilgi ve bu bilgiyi temel edinen felsefe, aşktan yoksun olduğu için yaratılış sırrından habersizdir.
-
Mevleviliğe göre tasavvufi eğitimin amacı insanın kendine gelmesini, kendini bulmasını sağlamaktır. Gerçeğe ulaşmak için insanın doğasına karşıt yöntemlere başvurulmamalıdır.
Mevlana’ya göre, zikir ve çile gerçeğe ulaşmanın temel yöntemi değildir. Zikir ancak düşünceyi harekete geçirdiği ölçüde yararlıdır. Gerçeğe ulaşmanın asıl yolu aşk ve cezbedir.
MEVLANA FELSEFESİNDE AŞKA BAKIŞ VE TANRISAL AŞK
Tarih içinde, özellikle Anadolu’nun düşün dünyasında aşk, bir yerde Allah’a duyulan aşk, duygularının en güzel örnekliklerini sergiler. Burada aşk’ın en ideal boyutu olarak görülen bu “Tanrısal Aşk”, bir taraftan Dinsel sunumlarla, gerçekçi inançlarla bir taraftan tasavvufun ruhsal öğretileri ile, bir taraftan da insanın içsel zenginliğinin dışa yansımaları ile yerini pekiştirmekten de geri kalmamaktadır.
Mevlana aşka bakış açısını şu sözlerle dile getirir ve der ki:
“Şeytan bile aşık olsa topu çeler;
Bir Cebrail kesilir, şeytanlığı ölür.
Aşk, kimseye niyazı ve ihtiyacı olmayan Allah’ın vasıflarındandır.
Ondan başkasına aşık olmak, geçici bir hevestir.
Çünkü dünyasal aşk, altınlarla bezenmiş bir güzelliktir.”
Mevlana, sahip olduğu aşk potansiyeli, yüklenip geldiği Kutsal görevi gereği bir köşeye çekilip kapanacak, kaderine razı olacak, kendi “Aşk”ı ile yetinecek, kendine yapay cennetler sağlamaya çalışacak bir insan değildir. Mevlana’ya göre ne kesin bir iyilik olmadığı gibi, kesin bir kötülük de yoktur. Her iki görüş de kişiye göre değişir ve değerlendirmeye tutulur. Her şey insandan insana faydalı ya da zararlı, iyi ya da kötü, güzel ya da çirkin olarak görülür ve değerlendirilir.
Şöyle der: “Aşka düşmeyen kişi kanatsız kuşa benzer.”
Böyle bir aşk, insanı insan kılan, bireyi her türlü hırstan, hınçtan, kibirden, katılıktan, hoşgörüsüzlükten uzak tutabilecek tek ilaçtır. Egosal dürtülerin yenilgi noktası, bireyin gerçeği ile buluşmasıdır.
Mevlana en güzel anlatımı ile bir “Aşk Piri”dir. Zaten o hep aşk’la bilinir, aşk’la tanınır. Yoksa yalnız akıl ile, yalnız mantık ile değil. Bir yerde aşk’la yanmış, aşk’ta yok olmuştur. Aşk konusunda aklın, düşüncenin ve hatta mantığın çok ötesine geçmiştir. Bu konuda en veciz sözü de şu olmuştur: “Hamdım, piştim, yandım!...”
Hatta bundan daha ileri giderek Mesnevisinde şöyle demiştir:
“Ben yandım, kav isteyen var mı?
Benden alsın da çerçöp nevinden şeylere ateş versin!...”
-
Her türlü olgunluğa erişi aşk’ta gören Mevlana’nın neredeyse tüm eserleri aşk’a dairdir. Zira aşk hayatın, varoluşun aslıdır, özüdür. Kainatın yaratılış sebebi dahi aşk’tır.
Mevlana’ya göre, yalnız akıl ile insan Allah’a ulaşamaz; yarı yolda kalır. Bu görüşünü şöyle anlatır:
“İnsan ile Allah arası bir deniz mesafesi ise;
Akıl bu denizde bir yüzücü, aşk ise bir gemidir.
Yüzmek güzeldir ama uzun bir yolculuk için yeterli değildir.
İnsan yüzerken yorulabilir, boğulabilir.
Ama gemiye binen hedefine ulaşır.”
“Ne kadar bilirsen bil söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır.” Mevlana
MEVLANA FELSEFESİNDE İNSANIN AYRICALIKLI KONUMU VE TOPLUM
Yapay olarak oluşmuş, bu yapaylıklarla sarmalanmış kişiliksiz bireylerin tek bir amacı vardır, o da; önlerindeki pastadan kendilerine ve yakın çevrelerine daha fazla pay kapmak için toplumu tam bir uydu haline getirmek.
Bunlar yetmezmiş gibi tüm istekleri, her şeyi, her olayı ve her yaptıklarını onların gözü ile görmemiz, anlar gibi düşünmemiz ve onların bu yaptıklarını alkışlamamız olmaktadır.
İnsanlar adeta “Bildiklerinin esiri, bilmediklerinin efendisi” durumuna düşmektedir. Bu durum ise, insanın bildiklerini yorumlamaktan, yargılamaktan ve kendisini yaşamın ürküntülükleri içine atmaktan başka bir şey üretmez. İşte o zaman, insan ömrünü böyle bir ikilem içinde geçirir. Şöyle ki; hep “Bildiğini mi söyleyecek, yoksa söylediğini mi bilecek?”
Mevlana’ya göre insanların içlerinde kendilerinin dahi farkında olmadıkları öyle bir güç, öyle bir potansiyel, öyle bir enerji vardır ki, o puslarla kaplı ortamın perdesinin bir an evvel açılması gerekmektedir. Der ki:
“İnsanların taş yüreklerinde öylesine bir ateş vardır ki perdeyi kökünden yakar.
Perde yandı mı, insan Hızır hikayelerini de tamamen anlar.”
Biz insanların en büyük sıkıntılarından biri de, karşımızdakini kendi istediğimiz şekilde görmeye ve değerlendirmeye çalışmamamızdır.
Doğaldır ki, bu dünya üzerinde yaşayan herkes yaşamları süresince hep birbirlerini etkilerler.
Her olayda, her olanda hepimizin izini görmek mümkündür. Eğer dünyanın herhangi bir köşesinde bir çocuk ölüyorsa, o çocuğun ölümünden hepimiz ayrı ayrı pay sahibi ve sorumluyuz
-
Eğer dünyanın bir köşesinde bir insan açlıktan ölüyorsa, kötü hayat şartlarından yok oluyorsa, sorumluları da yine hep bizleriz. Bir yerde ölen de, öldüren de, yok olan da, yok edilen de hep biziz. Çünkü her olayın sayısız nedeni ve o olayları oluşturan sayısız etki alanları vardır. Bunların hiçbirini “Kader” deyip, savuşturamayız. Bu dünyada, herkes, her şeyden kısmen de olsa sorumludur.
Unutmamak gerekir ki; her insanın varlığı, yaratılışının ve yaşantısının bir müşterek eseridir.
Ancak; “İyilik aradı mı, insanda kötülük kalmaz.” diyerek, tüm insanları, tüm insanlığı iyilik, güzellik, doğruluk yolunda yürümeye ve böylece sahip olduğu olumsuzluklarını törpülemeye davet eder.
Mevlana’ya göre insan, ne olduğunu bilmek için, öncelikle nereden geldiğini anlamak zorundadır. Yine Mevlana’ya göre böyle bir anlayış Allah’ın bir parçası, “O”nun bir yansıması olduğunun bilincinde olan insanın nasibidir.
“And olsun ki biz insanoğlunu üstün kıldık...” ayetiyle Yüce Allah; insanın diğer bütün varlıklardan üstünlüğünü, şan ve şerefini ilan etmiştir. Mevlana; tüm eserlerinde insanı, bu üstünlüğünü vurgulayarak ele alır. Düşüncesini şöyle özetler: “Alemden maksat insandır”
Diğer bir eserinde ise şunları demektedir:
“İnsanın bir soluğu, bir cana değer;
Ondan düşen bir kıl, bir madene değer.”
Mevlana yaratılanları üçe ayırır ve şöyle sıralar:
1. Birincisi meleklerdir. Bunlar yalnızca akıldır. İbadet ve kulluk onların yaradılışında mevcuttur.
2. İkinci bölüm hayvanlardır. Bunlar da yalnız şehvet vardır, kendilerini kötülüklerden alıkoyan akılları yoktur.
3. Üçüncü grup ise insanlardır.
İnsan akıl ve şehvetin karışımından oluşur. İbadet ve kulluk sorumluluğunu taşır. İnsanın yarısı melek, yarısı hayvan, ya da yarısı balık, yarısı yılandır. Her iki unsur insanı kendi tarafına çekmeğe uğraşır. Balık yönü onu suya, yılan tarafı toprağa sürükler.
Diğer taraftan akıl veya şehvet, hangi unsur galip gelirse, insan o gruba dahil olur. Bu sebepledir ki, Peygamberler bilgi ve akıl sayesinde meleklerden üstün varlıklar olmuştur.
Yine Mevlana’ya göre, insan kendisine bağışlanan bu üstünlüğe ulaşmak için dört vasıftan kurtulmalıdır. İnsanın yaşamında devamlı birer ayak bağı olan bu dört huy, dört kuşa aittir.
Şöyle der:
“Tavus kuşu gibi azametli,
Kaz gibi hırslı,
-
Horoz gibi şehvete düşkün olmak ve
Karga gibi olmayacak ümitlere düşüp, Uzun ömre tamah etmek..”
Mevlana’nın deyişiyle “Aklın Çarmıhı” olan bu huylar insanın yükselmesine ve yücelmesine manidir.
Mevlana’ya göre ise, insanın değeri dış kalıbına verdiği değer değil, özünden kaynaklanan ve içinde Allah’ın nurunun yansıdığı özüdür. İçindeki bu cevherin farkında olmayanlar, boşa çaba sarf ederler. Bu konuda şöyle demektedir:
“Kese ve dağarcığın değeri altına bağlıdır.
İçinde altın olmasa beş para etmezler.”
İnsanların pek çoğu da, hiçbir şeyin farkında olmadan ya da böylesi daha kolay diye adeta rüzgarın estiği yöne doğru kendini bırakmış pupa yelken gitmekle meşgul. Mevlana ise bu düşünce tarzına da karşıdır ve aşağıdaki sözleri söyler:
“Hiçbir testici su konmasın diye, testi yapmaz.
Alemi boşa mı yaratıldı sanırsın.”
“Gönlünün aydınlığı ve cilası nispetinde sırları görürsün.”
“İnsan görüntüde dünyanın parçasıdır. Fakat sen sıfat bakımından insanı, cihanın aslı olarak bil.”
MEVLANA FELSEFESİNDE ALLAH’A VE İNANCA BAKIŞ AÇISI
“Hangi renk camdan bakarsan güneşi o renkte görürsün. Camı kır ki nur görünsün.”Mevlana
Allah, her kuluna tüm yaşamı boyunca, “Şah Damarından Daha Yakın” bir konumda ve devamlı bir şekilde yardım elini uzatmaktan da asla geri kalmaz.
Eğer biz insanlar, bir şey yapma iddiasında, bir tavır takınma durumunda isek, bir karar verme noktasına geldiysek, bunları bir “Allah Korkusu” ile yapmak değil, bir “Allah Sevgisi”ni rehber edinerek yapmak en doğru seçim olacaktır.
Aslında dinler arasında ana teması itibarı ile pek fazla bir fark yoktur. Her bir din, Allah’ın aynı esastaki emirlerini, yasaklarını, isteklerini, yönlendirmelerini, bilgilendirmelerini, ödüllendirmelerini, cezalandırmalarını, müjdelerini, vaat ve düzenlemelerini kapsayan küçük farklılıklarla insanları günün şartları ve imkanları içinde doğru yola yönlendirmeye çalışan bir bütündür.
Allah her canlıya yaşamını düzenli bir şekilde sürdürebilmesi için gereken her şeyi vermiştir. Örneğin: “Kuşa kanat, kediye pençe, ata güçlü bacaklar, insana akıl, vicdan ve algılama gücü.”
-
Nedense hepimizde ayrı ayrı bir Allah kavramı oluşmuştur. Çevremizdeki iyi niyetli, fakat eksik ve yanlış düşüncelere sahip insanların kafamıza yerleştirmeğe çalıştıkları Allah olgusu, öfkesi, gazabı bol bir modeldir.
Doğaldır ki, bu katı ve bağnaz yetiştirme tarzının dışında kalan, içi gerçekten büyük bir “Allah Sevgisi” ile dolu (dikkat edin Allah Korkusu ile değil), Allah’ın cezacı değil rahman ve ödüllendirici olduğunu, “O”nu anlamanın, “O”nu duyumsamanın yaşama renk ve huzur vereceği düşüncesi ile yetiştirilen nadir kişileri de göz ardı etmemek gerekir.
Mevlana’ya göre her insan içinde coşan “Allah Aşkı”nın rehberliğinde “Yaradan”ı da, “Yaratılan”ı da bulma şansına sahiptir.
İnsan olmanın bilincinde olmak, sorumluluğunu bilmek ve bu sorumluluk içinde yaşamak, varoluş sebebimizin borcunu ödemek gibi bir şeydir.
İman, göremediklerimize inanmaktır. Bunun ödülü olarak da, inandıklarımızı görmektir. Fakat Mevlana’nın imanı, bundan da yücedir. Bu inanışta tam manası ile bir gerçekçilik ve yol göstericilik yatmaktadır.
Mevlana’ya göre gerçek iman sahibi kişi karşısındaki başka din mensuplarına dahi gıpta ile bakar.
Biz insanlar gerçekten garip yaratıklarız. Herkesin düşüncelerini, yorumlarını bize söylemelerinde bir sakınca görmez ve hatta bunun gerekliliğine inanırız da, aynı zamanda bu düşüncelerinin, yorumlarının bizim düşüncelerimiz ve yorumlarımızla uyumlu olmaları konusunda da ısrarlı oluruz.
Mevlana’ya göre inanç, kendi başına bir bilgilenme ya da bir algılama olayı değildir. Yahut da şuna, buna iman etmek de değildir.
İnanç henüz kanıtlanmamış olan bir şeyin doğruluğuna inanma halidir. Yani bir olasılığın, bir olabilirliğin kabullenilmesi olayıdır. Kısacası İnanç kesin olmayanın kesinliğidir. İnanç gelecek hakkında kehanette bulunmak da değildir. Tam aksine, geleceğe köprü kuran “Bugün” ile ilgili olarak, her türlü aksi düşünceye rağmen “Bugün”ün varoluşunu kabullenmektir.
İnanç bir yerde “Gördüklerimize inanmak ve bunun mükafatı olarak inandığımızı görmektir.” Bunu, tüm insanlara en iyi anlatan Mevlana olmuştur.
İnanç, insanın doğumu ile birlikte aynında getirdiği bir şey değildir. İnanç, mantıkla, mantık ise akılla gelişir.
MEVLANA FELSEFESİNDE AKIL VE ZEKANIN SINIRLARI
Şunu peşinen kabul etmek durumundayız ki, toplumun peşin bir yargıyla ortaya attığı bir yığın fikirler, dogmalar toplumsal ahlakın oluşmasında ve yaşam tarzlarının belirlenmesinde çok büyük rol oynarlar.
-
Bakın Mevlana hep eskilere, törelere, geleneklere bağlı bir yetişme tarzının ardındaki akıl için neler demektedir?
“Aklın deveciye benzer, sense devesin;
Seni emrine bağlar; ister-istemez,
Dilediği yere çeker, götürür.”
Mevlana der ki:
“Cahilin sonradan göreceği şeyi
Akıllı kişiler önceden görür.”
Yaşamımız süresince şunu asla unutmamamız gerekir ki; Akıl ve zeka bir takım kör inançların ya da kalıplaşmış geleneklerin değil, yaşanan deneyimlerin değerlendirmecisidir.
Hiçbir şey, hiçbir önyargı, hiçbir dogma aklın yerine geçemez.
Akıl ve zeka, yaradılışımızın, varoluşumuzun, kendimizi arayış ve buluşumuzun anahtarıdır. Akıl beş duyunun herhangi biri ile değil yalnız algılama ve gönül gözü ile sezinlenebilir. Ancak dikkatli bir gözlem, aklımızın ve hatta zekamızın; hali hazır durumu ile bir alışkanlıklar ve tutkular birikimi olduğunu göstermektedir. Ama alışkanlıklar değiştirilebilir, tutkuların putları kırılabilir. Yani, kısacası; aklımız istediğimiz şekilde düşünce üretebileceğimiz en önemli varoluş aracımızdır.
Mevlana’ya göre, akıl genel olarak ikiye ayrılmaktadır. Birincisi “Bireysel Akıl”, diğeri de “Yaratıcı Gücün Aklı”dır.
“Bireysel akıl”da insan düşüncesi ile güncel ve bireysel sonuçlar üretmekle meşguldür.
“Yaratıcı gücün Aklı” ise yaratıcı kudretin algılanmasına ve onda yansımasını bulmasına yaramaktadır. Bu akıl aynı zamanda her şeyi ortaya koyan, bulan ve meydana getirendir.
Mevlana’ya göre, mademki akıl ve zeka, ölçüsü herkese göre değişen oransal bir kavramdır ve birden çok akıl bir araya gelince üstünlük kazanır. İşte Mevlana’nın aklı ikinci derece açıklayan deyişleri:
“Akıl, başka bir akılla kuvvet bulur.”
“İnsanın aklı, kolu kanadı gibidir.
Aklı olmayan başka bir aklı rehber edinmelidir.”
MEVLANA FELSEFESİNDE“İNSAN YAŞAMINDA BİLGİNİN YERİ VE KONUMU”
“Kitaptan maksat içindeki bilgilerdir; ama dilersen sen onu yastık yapıp başının altına da koyabilirsin.”Mevlana
-
İster okumak, ister dinlemek ve isterse de öğrenmekle edinilen dışsal bilgiler, içtenlikli görüşler ve sezgilerle birleştirilememişse, kaynaştırılamamışsa, zenginleştirilememişse, güçlendirilmemişse insan tam manası ile “Ham Sofu” olur, çıkar.
İnsan okuyup, öğrenilen bu dışsal bilgiler yanında “Bilmediğini anlamağa, nefsini eğitmeye, gerektiğinde çile çekmeye tahammül” gösterip kendini bulma noktasına gelebilirse, işte o insan, o zaman, gerçeğe varışın, kendini bilmenin ya da en azından bu yolda olduğunun farkındalığını yaşamaya başlar.
“Pişmek, Olgunlaşmak” ya da kendine varış olarak adlandırılan bu çabayı, Mevlana’nın ön gördüğü ve kayda geçirdiği her satırında, her sözünde görmek olasıdır. Şöyle der:
“Soru da bilgiden doğar, cevap da;
Diken de toprakla sudan biter, gül de.
Sapıklık da bilgiden olur, doğru yolu buluş da;
Acı da rutubetten hasıl olur, tatlı da.”
Bilgi, insana her zaman sorumluluk yükler. Eğer herhangi bir konuda bir bilgiye sahipseniz, o konunun sorumluluğunu da taşımak durumunda kalırsınız. Kuşkusuz, o konuda bilgi arttıkça da, sorumluluğu da bir o kadar artacaktır.
Şunu asla unutmamamız gerekir ki; bilgisiz insan tehlikeli olabilir. Ancak, bilgisini kötüye kullanan insan her zaman bir facia yaratmaya yatkındır. Ancak şunu da hatırdan asla çıkarmamak gerekir ki; bir insan ne kadar bilgi sahibi olursa olsun, yaşam tarzı, insani ilişkileri, toplumdaki yeri sahip olduğu bilgisine yaraşır bir biçimde değilse, tavır ve hareketlerini buna göre ayarlamazsa, sıradan cahil bireyden hiçbir farkı kalmaz.
Bilgisizlik, anlayışsızlık, kabullenicilik karanlıktır, ışıktan yoksunluktur. Onlarla savaşmak, ancak onlara ışık tutmakla mümkün olur. Bu ışık da, sahip olduğumuz bilgi potansiyeli paralelinde olumlu yolda düşünce üretmek, yorumlamak, tartışmak ve ardından eylem koymaktır. Bunun altında da mutlaka aydınlık bir kararlılık bulunmalıdır. Bu çaba insanı huzurlu, yarınlarına güvenli, doyumlu ve başarılı kılar.
Mevlana’ya göre bilgi, faydalı bilgi oldukça değerlidir. Çünkü faydasız bilgi olsa olsa sahibine bir yük olmaktan ileri gidemez. Bu konuda anlattığı bir öykü gerçekten insanı çok düşündürmektedir. Şöyle der:
“Bedevi’nin biri eşeğine vurduğu hurcun bir gözüne kum, diğer gözüne buğday yüklemiştir.
Yolda bir filozofa rastlar. Filozof işi anlayınca “Nasılsın?” der ve “Neden buğdayı iki bölüme ayırıp gözlere koymadın? Hem eşeğin yükü hafiflerdi, hem de çabuk giderdi.”
Bedevi bu akla hayran olur ve şöyle der:
“Sen Padişah mısın? Vezir misin? Yoksa dükkanın, malın, mülkün mü var?”
Filozof cevap verir:
-
“İşte gördüğün gibi yarı çıplak bir adamım”
Bedevi biraz düşündükten sonra şöyle der:
“Çekil yanımdan. Bırak, ben yine hurcun bir gözüne buğday yükleyeyim, öbür gözüne kum!... Sana bir faydası olmayan aklın, bana hiç faydası olmaz.”
MEVLANA FELSEFESİNDE: “ÖLÜME BAKIŞ AÇISI: DÜĞÜN GECESİ (Şeb-i Arus)”
İnsanların en müşterek, en değişmeyen, en eski ve hatta en yeni duygusu, “Ölüm Korkusu”dur. İnsanoğlu, Dinleri, bilimleri, sanatı sanki “Ölüm Korkusu”nu yenmek için yaratmıştır.
Onun şiirlerinde, Mesnevisinde, sohbetlerinde bir coşkunluk içinde “Ölüm,” korkunçluğunu adeta kaybetmiştir. Çünkü Mevlana’ya göre “Ölüm,” bir son, bir ayrılık değil, bir kavuşmadır ve insan “öldüğü” zaman Tanrıdan bir parça, bir yansıma olmağa devam edecektir.
Şunu da unutmamak gerekir ki; “Şuur altındaki ölüm korkusu, cenneti hak etme düşüncesi ile istismar edilirse “Softa”lık başlar.”
Gerçek şudur ki; “Önemli olan “İnsan” olarak doğmak değil, “İnsan” olarak ölmesini bilmektir.”
Mevlana’nın ölüme bakışında, ölümü sıradan bir geçiş süreci, bir kuşun kafesinden kurtulup azat olması gibi bir şey olarak görür. O halde:
“Hepimiz nasıl olsa öleceğiz, bari öleceğimize değecek bir hayat sürelim.”
Unutmamak gerekir ki; “Ölüm zenginini de, fakirini de, güçlüsünü de, güçsüzünü de, akıllısını da, aptalını da aynı kaderin sonsuzluğa doğru yol alan trenine bindirir.”
Mevlana der ki:
“Ölmedikçe can çekişme bitmez.
Merdivenler bitmeden dama çıkılmaz.”
O halde sormak durumundayım ki; “Ölümden ders almak zordur. Çünkü bir defa gelir. Peki, ya yaşamdan...”
Gerçekte ölüm, yaşam için ödünç alınan zamanın tükenmesidir. Aslında, yaşamı tümüyle dolu dolu yaşamak için insanı yönlendiren en büyük etken, ölümden peşinen onurlu bir şekilde haberdar olması ve onu kaçınılmaz bir geçiş noktası olarak görmesidir.
İşin özüne inildiğinde aslında hiçbir şeyin doğmadığını, hiçbir şeyin ölmediğini, hiçbir şeyin devamlılığının dahi olmadığını, her şeyin aslından ebediyen var olduğunu, bizim ölçütlerimize yansıyan görüntüleri ve bizim bakış açımız ile kendimizce bir değerlendirmelere tabi tutmakla, bireysel yansımaları ve yakınmaları ortaya koymaktan başka bir şey yapmadığımızı anlamak durumundayız.
Çünkü her türlü değerlendirme ve yorum insanın sahip olduğu bilincinden kaynaklanır.
-
İnsan hayatı; doğumla başlayan süreçte, önümüze bir hedef, bir varış noktası olarak konulan “Ölüm”e karşı bir direnme olayıdır. Dikkat edilecek olunursa, bu sebepten dolayıdır ki; hayat bir eylemden çok bir akışa geçiş olayıdır.
Ölen birey, ne gömüldüğü toprakta, ne de toplumda unutulmuyorsa, sürdürdüğü ömrün hesabını hem bu dünyada, hem de öbür dünyada kolaylıkla verebiliyor demektir.
Mevlana’nın onu ziyaretine gelenlere yaptığı bir sesleniş vardır ki, bir nevi yaşam mesajını içermektedir. İşte o seslenişlerden bir demet:
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız? Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir.”
Ruhlar arasında kadın-erkek ayırımı yok.
“Kadınlar yüksek mertebeye erme konusunda erkeklerden daha şanslı, zira fiziksel olarak daha zayıf olduklarından Yaratan’a sığınma yönünde daha çok zikir edebiliyorlar.”
“Ruhlar düşünce hızı ile hareket edebildiklerinden, kainatta her an her yerde olabiliyorlar.”
Tasavvuf düşüncesinde ise, ölüm iki türlüdür: İradi ölüm ve zorunlu ölüm. Zorunlu ölüm; insanın bedensel ölümü, yani ruhun bedenden ayrılmasıdır, iradi ölüm ise; “Ölmeden önce ölünüz” prensibiyle Allah’a erişmek, dünya hazlarından uzaklaşarak benliği öldürüp Allah’ın varlığında yok olmaktır.
Mevlana; doğal ölümü de bu hayattan ayrılıp, ölümü olmayan ebedi bir hayata ulaşma olarak niteler. O’na göre insan genel anlamda iki unsurdan oluşmuştur. Ruh ve beden. Ruh bağımsızdır. Zamana ve mekana bağlı değildir. Bu itibarla ölümsüzdür.
Ruh bu ayrıcalığını Allah’tan almıştır. Bu sebeple ölüm ile bedenin yok olması, Allah ile insan arasındaki perdenin kalkmasıdır. Nitekim bir fizik kanunu olarak hiç bir varlık yoktan var olmaz, var ise yok olmaz; ancak bir halden diğer bir hale geçer. Dolayısı ile ölünce beden kafesinden çıkan ruh, aslına döner. Mevlana’nın bu konuda düşüncelerinin eserlerindeki yansımaları şöyledir:
“Ölürsem ben, öldü demeyin.
Çünkü ölüydüm, dirildim;
Dost aldı, götürdü beni.”
Bu düşünceleri sebebiyle Mevlana, kendisinin bu alemden bu dünyadan ayrıldığı geceye de “Şeb-i Arus” (düğün gecesi) denilmiştir.
MEVLANA FELSEFESİNDE “İNSAN YAŞAMINDA KUŞKU, KORKU ve ÜMİT”
-
Biz insanlar, bir başkasının kusurlarını aramakta, bulmakta çok ustayızdır. Ancak gerçek insan, bir başkasının kusurunu bulurken, terazinin diğer kefesine de kendi kusurlarını koyup tartabilen insandır. Çünkü, insanın kendi kusurunu bilmesi ve onu en azından gözlemlemekten kaçınmaması her zaman için bir bireysel cesaret işidir.
Mevlana diyor ki: “Korkmayın sözü, korkanlara sunulan hazır yemektir; ve bu yemek, tam onlara layıktır.”
Her insan hayatı süresince, kuşku/korku/umut düşüncesinin etkinliği oranında sorumludur. Herkes kendi düşüncesinin yorumlarında atılımlarını yapar. Yaptığı iyi, ya da kötü işler, düşüncesinin birer yansıyışı olarak, yerine göre cennetini de, cehennemini de oluşturur.
Umut, çoğu zaman daha büyük bir canlılık, daha büyük bir duyarlılık ve daha büyük düşüncelerle varılan değişim arzusudur. Umut, ne dilek ve ne de istektir. Umut, gelecek demektir. Dün ve bugün ile ilintili değildir.
Şöyle der:
“Ümit ve korku; herkes, bu perdenin ardında beslenip yetişsin diye perde ardına girmiştir.”
Aslında, unutmamak gerekir ki; “İnsan anıları ile geçmişi, umutları ile geleceği kucaklar.”
Umut, çoğu zaman inanç içinde yatar.
İnsanın yaşamında düşünce her zaman eylemden önce gelir. Yani insanın bir eylem içine girebilmesi için, önce o eylemi yaptıran düşüncenin olgunluğuna erişmesi gerekir.
İnsanlar düşünceleri ile hayatlarını şekillendirirler. Eğer düşünceleri ile ürettikleri; hep kızgınlık, kin, nefret, hınç, intikam, kavga, kırgınlık, hoşgörüsüzlük ve korku ise yaşamının şekillenmesinde bu etkenler hep ön planda olacaktır.
Dikkat edilirse; tüm dertler, hüzünler, ıstıraplar, olumsuzluklar, kızgınlıklar, kuşkular, korkular ve hatta umutlar, hep insan düşüncesinin sonuçlarıdır.
“Eksikler, hatalar, yanlışlar hep düzeltilmek içindir. Ancak, başkaları tarafından değil, kendimiz tarafından düzeltilmelidir.”
Çok iyi bilmek durumundayız ki; “Arzu, maddeye değer veren, ruhun ona duyduğu bağımlılıktır.”
Unutmamak gerekir ki, yaşamda hiçbir şey önündeki engelleri yıkmadan elde edilemez.
Oysa arzuları da, korkuları da kendi hallerine bırakmak; geldikleri gibi gidebileceklerini bilmek, bireyin dikkatini kendi varoluşunun nedenine odaklamak, olumsuzlukları, ıstırapları ve arzuları aşmada en büyük ve etkili tavırdır.
Unutmayalım ki; ıstırapları ve korkuları yaşamaya başlamadan önce biz vardık. Istıraplar ve korkular geçtikten sonra da biz yine olacağız.
-
O halde, gelip geçici olan bizler değil, o anı her nerede ise bize her gün karartan düşüncenin ürettiği ıstırap ve korkulardan başka bir şey değildir. İyisi mi, siz yine de çektiğimiz ıstırapların ve korkuların tutsaklığına değil, sonuçta kalacak olan temel özgürlüğünüze sarılın.
Mevlana der ki:
“Kötülük yaptın mı kork, çünkü o bir tohumdur. Allah yeşertir karşına çıkartır”
MEVLANA FELSEFESİNDE DİN, DUA VE İBADET ÜÇGENİ
Bütün dünyaya, ne Din farkı ne de mezhep farkı gözetmeksizin hitap eden Mevlana, tüm insanlardan da bu görüşü, bu duyuşu, bu cesareti ister. Şöyle diyor:
“Bir dinin diğerine üstünlüğü yok.
Tüm insanlar dünyaya eşit olarak geliyorlar.
Buna Budizm, hinduizm, Taoizm gibi felsefeler ve hatta
Tanrıya inanmayanlar da dahil.”
Mevlana’ya göre, Dinler, insanlık tarihini yönlendiren en büyük inanç sunumudur. Dinlerin en büyük özelliğinden ve en güçlü tarafından birisi de, yaşamın her anında ahlak anlayışında, örf ve adetlerde yaşamaya devam etmesidir. Böylelikle o toplumun yaşam çerçevesini çizer.
İnsan, yapısı gereği hep istek ve beklenti içindedir. Durmadan, yorulmadan, bıkmadan hep ister ve bekler. Aslında her istek kendi başına bir duadır ve öyle, ya da böyle karşılığını bulacaktır.
Dua, her insanın o gün içinde bulunduğu ruhsal yapısına göre şekil gösterir. Bu sebepledir ki yapılan her duanın karşılığı, hemen görülecek ya da olacak diye bir olay da yoktur.
Şöyle diyor: “Dua; içinden geldiği şekilde, anlayarak, hissedilerek ediliyor. Anlamını bilmeden, ezbere, konsantre olmadan edilen duanın hiçbir faydası yok.”
Hiçbir insan yaptığı duası ile kendini yüceltme gücünde değildir. Yeter ki, yeri ve zamanı gelmiş bir şeyin talebinde bulunduğu bir duayı yapmış olsun.
Dua, bir yerde de Tanrı yasalarına ve İlahi iradeye gönüllüce, riyasız bir şekilde uymak anlamını da taşır.
Mevlana’ya göre, gerçek duada yalvarma değil, şükretmek ve hak ettiğimize inandığımızı istemek vardır.
Toplumun açık yerlerinde, ulu orta ve herkes görsün diye yapılan dualar değil, insanın içsel mabedinde yaptığı dualar en geçerli olan dua şeklidir..
Bakın bu konuda Mevlana neler diyor?
“Ahiret; ne el bağlayanın, ne diz bükenindir,
ahiret gönülden Allah’ın diyenindir,
El bağlamak, diz bükmek bedenin selameti,
-
Gönlünü Allah’ına açmak canının selametidir.”
İbadet ancak insanın içinden ve gönlünden geldiği gibi yapılırsa en makbul ve geçerli halini alır. Yoksa ibadet, insanların aslını idrak etmeden yaptığı bir gösteri hareketi değildir.
İbadet tek başına namaz, niyaz, oruç da değildir. İbadet bir yerde uçan kuş, koklanan çiçek, okşadığın çocuk, dindirdiğin gözyaşı, doyurduğun bir mide, giydirdiğin bir çıplak beden, verdiğin huzur, aldığını coşkudur da.
MEVLANA FELSEFESİNDE; “İYİLİK NEDİR? NASIL OLMALIDIR?”
Hep kendi yaptığımızın iyiliğine, kendi yapmadığımızın da kötülüğüne peşinen koşullanan bir akışa programlanmışızdır. Bu sebeple dünyayı melek görüntüsündeki şeytanlarla dolu olarak görürüz.
Olumlu düşünmek, iyiyi kötüye üstün tutmak, sevgiye yaşamımızı yönettirmek ve bilgi dolu olmak, gerçek bir ibadettir.
Mevlana’ya göre iyiliğinizi kendinize ilave bir etiket, bir reklam, bir üstünlük, bir gösteri şeklinde yaparsanız, ancak kendi egonuzu tatmin noktasından ileri gidemezsiniz.
Diyorum ki; bir iyilik yapacaksanız, tüm doğallığınız içinde yapınız. Israrla bir bedel tahsili peşinde olacaksanız, yaşamınızda bundan evvel size yapılan bir iyiliğin bedeli, karşılığı olarak yapınız.
Mevlana’ya göre, insan doğası gereği, diğer bir insanın adeta yiyicisidir. Dolayısıyla gerçek iyilikle, maskelenmiş gösteriş iyiliklerini çok iyi ayırmak gerekir. Çünkü, insanın insandan yana güven eksikliği hep var olmuştur. Şöyle der:
“İnsanların çoğu; insan yiyicidir.
Selam verseler de pek emin olma.”
Yardım etmek, iyilikte bulunmak, verirken karşımızdakini ezmek, aşağılamak, küçük düşürmek, ya da onu karşımızdaki için umursamaz bir alışkanlık haline getirmek değildir.
Mevlana’ya göre iyiliğin karşıtı olan kötülük insanın “daha”ların peşinde koşmasından, tamahtan, hırstan kaynaklanmaktadır.Halbuki gerçeğin yeterlilikte yattığı bilinecek olursa, iyilik de bir yaşam şekli olarak insanda yansımasını bulacaktır. Şöyle der:
“Kötülük insana tamahtan gelir.
Kanaatten kimse ölmedi,
Hırsla da kimse padişah olmadı.”
İyilik yapma, yardım, yardımlaşma ve paylaşma, insanları birbirlerine yaklaştıran, birbirlerini anlamaya, sevmeye yönlendiren Kutsal bir duygudur. Ta ki içinde erimemek ve bu iyiliği
-
bir gösteriş haline getirmemek kaydı ile ve hiçbir zaman kendimizi ve karşımızdakini küçültecek bir duygu içine sürüklenmemek koşulu ile.
Daima kendinden veren, gönüllüce vermesini bilen, verdiğinin karşılığını alma hesapları içinde olmayan insan, aslında verirken gerçek manada alan insandır. İşte gerçek iyilik yapma duygusu, bu görüş ve düşüncenin yaşama geçirilmesinden doğar.
MEVLANA FELSEFESİNDE “KENDİNİ BİLME VE BENCİLLİĞİMİZ”
Asla unutmamamız gerekir ki; geçmişin oluşturduğu korkular, düşüncenin gücü ile gelecek hakkındaki ümitsizlikleri körükler.
Aslında; insanın kendini bilmesi, tüm düşünsel ıstıraplarının sona ermesidir. Kendimizi bilmek, kendimizi bulmak, kendimizi kendimize kanıtlamak ya da en azından araştırmak, artık bu an ve bu anı izleyecek düşünce akışında şekillenecektir. Ama unutmayalım ki, insanın kendini bilme savaşı ile başlayan süreç ne yazıktır ki, hep kendini kanıtlama ısrarı ile sürer.
Mevlana’ya göre insanın kendini arıtması, kendini bulması, kendini bilmesi, zorlu bir süreçten geçmek zorunluluğu kaçınılmazdır. Bu süreç ise insanın kendini özüne dönmesinin ardından kendini gösterebilecektir.
Mevlana, bu konuya bir başka açıdan bakmaktadır. Mevlana’ya göre insanın kendini bilmesi, kendini bulması için ön şart, insanın bir ömür boyu takındığı maskelerden dolayı aynasında görüntü veremez hale gelişidir.
Her arzunun kökeninde mutlaka düşünceye dayalı bir ıstırap vardır. Bu ıstırap ise düşüncemizdeki kendimizle ilgili yetersizliğimiz, bilgisizliğimiz, doyumsuzluğumuz ve geçmişe olan özlemlerimiz ve bağımlılığımızdır.
Mevlana’ya göre insanın kendini bilmesi, araması ve bulması yolunda tek seçenek içe dönük bir yönelme içinde olması ile mümkün olacaktır. Aksi halde tüm arayışlar sonuçsuz kalacaktır.
Şöyle der:
“Çeşmeyi gönlünde ara.
Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, aramamaktır.”
Aslında kendini bilmiş, anlamış ve keşfetmiş bir toplum içinde yer alan insanlar için ne çatışma, ne de savaş bir yaşam biçimi şeklinde değerlendirilemez. Eğer bu gerçeği toplum olarak kavramış olsaydık ne insanlar ölecek ve ne de acı, ıstırap, yoksulluk, çaresizlik, açlık, sefalet böyle kol gezmeyecekti.
Bu, bir insan olmanın, bir düşünce akışına sahip olmanın, hiçbir zaman değiştirilemeyen sonucudur. Bireyin “Ne Olduğunu Bilme ve Bulma Sürecidir.”
-
Gerek düşünce, gerekse beden doğası gereği sınırlıdır. Bu sınırlılık hep korkuların oluşmasına neden olur ve kendini bilme aşamasında engeller çıkarır.
Mevlana, kendini bilme ve bulma yolunda insan egosunun en büyük engelleyici olduğunu, ego ile savaşmanın neredeyse bir aslanla savaşmaktan daha da zor olduğunu belirtir. Şöyle der:
“Bizim nefsimiz de cehennemin bir parçasıdır. Onun için cüzler, daima külün tabiatındadır. Şunu bil ki; safları bozup dağıtan aslanla savaşmak kolaydır; Asıl aslan ise, nefsini mağlup edendir.”
Şunu hatırda tutmak durumundayız ki; bencil İnsan, meyve vermeyen ağaca benzer. Kimseye hayrı dokunmaz. Yalnız kendi çıkarına dönük bir yaşamı vardır.
Mevlana der ki:
“Deniz; ölüyü üstünde taşır, diriyi boğmak ister.
Nefis sıfatlarını öldür ki
Gerçeğin sırların denizi seni üstünde taşısın.”
Egomuz tümüyle düşüncemizin eseridir. Hep sürekli bir direniş ve kendini ön planda tutma çabası içindedir. Çünkü düşünce, kendi akış zinciri içinde ona ölümü belletmiştir.
“Biz istesek de istemesek de dünya bizim düşüncelerimizin değil, güneşin etrafında dönmesini sürdürecektir.”
Mevlana egosuna karşı başarılı bir mücadele veren insanın ulaşabileceği mertebeyi tüm kainatın kendi emrine girmesi ile eş değer görmektedir.
MEVLANA FELSEFESİNDE;“DÜNYA VE GERÇEKLER”
Mevlana’nın eserlerinde dünya; insanı maddi bağlarla sımsıkı bağlayan, yaratılışındaki gerçek sebebi idrak etmesini engelleyen bir kavramdır. Hem dünya, hem de dünyada bulunan her şey geçicidir. Yalnızca birer görüntüdür. Bunlar insanı maddi hayata esir eden unsurlardır.
“İlk alem, imtihan alemi; İkinci alem de insanların yaptıklarının karşılığını görme alemidir.”
Mevlana bu ifadesiyle dünyayı imtihan yerine, ahreti de bu imtihanın sonucunun ödül, ya da ceza olarak alacağımız yere benzetir. Dünyanın geçiciliğine rağmen, dünyada yapılan her işin karşılığı kalıcıdır.
Dünya, yalnız çevremizde gördüğümüz, işittiğimiz, dokunduğumuz, kokladığımız, tattığımız şeylerin toplamı değildir.
Dünya tüm bu şeylere bizlerin düşüncelerimizle yaptığımız katkıların, ürettiğimiz fikirlerin, duyduğumuz heyecanların, yaptığımız yorumların, aldığımız duyuların, duyumsadığımız duyguların ve tüm “İlhamların” bir toplamıdır.
-
Mevlana diyor ki: “İnsanın kısa bir süre için misafiri olduğu dünya, ruhunu bağlayan altın bir zincir, cennet görünüşünde cehennemdir.”
Hepimizin gözleri daha fazla madde, daha kalın bir cüzdan, daha etkin güç ile adeta körelmiş. Çevreyi de, dünyayı da, insan ilişkilerini de, toplum yaşamını da hep maddenin ve gücün sınırları içine hapsederek bakmayı yaşam felsefesi olarak benimsemişiz.
Mevlana’ya göre gerçeği arayan kişi bunu ancak kendisinde bulabilir ve kendisinde görebilir. İnsanın dışında bir gerçek yoktur.
Mevlana ise baştan başa gerçeğin ta kendisiydi. Onun Tanrıya olan doyumsuzluğu ve tanrıyla bütünleşmesi o kadar ileri gitmişti ki bunu bir şiirinde şöyle anlatır: “Enel Hak,” “Ben Hakkım, kadehinden bir yudum içen sızdı. Ben şişelerle, küplerle içtim yine de sızmadım!...”
Güneşsiz bir dünyayı nasıl düşünemiyorsak, insancıl duygulardan mahrum bir topluluğunu da düşünemeyiz.
Mevlana diyor ki:
“Geçmiş ve gelecek insana göredir.
Yoksa gerçekler alemi birdir.”
MEVLANA FELSEFESİNDE; “HÜMANİZM VE HOŞGÖRÜ”
Mevlana, yalnız Anadolu insanının değil, tüm dünyanın, tüm insanlığın en güçlü bir gözlemcisi, din baskısından, bencillikten, yobazlıktan, taassuptan uzak kişisi, “Hümanizm”in hiç yaygın olmadığı ve hatta hiç bilinmediği bir çağda yaşamış, büyük bir “Hümanist” ve dünya edebiyatının en büyük “Hümanist,” şairlerinden ve yazarlarından biridir.
Hümanizm; insanın düşünsel ve maddesel varlığının evrendeki yerini araştıran başlı başına bir kültür hareketidir. Hümanizm hareketinde, tüm dünyaca kabul edilen temel varlık insandır.
Hümanizm; insana değer veren, saygı gösteren, insanın özündeki iyilikleri ve güzellikleri geliştirmeyi amaçlayan, insana olumlu nitelikler kazandıracak refahı, bolluğu, rahatlığı ve yaşama dirliğini sağlama gereğini savunan tutum ve eğilimlerin tümüdür.
Mevlana felsefesinde hümanizm, insanı kendi nefsinden, bencilliğinden, egosal baskılarından ve tutsaklıklarından kurtaran ve gerçek anlamı ile ruhsal özgürlüğüne kavuşturan bir tapınmadır.
“Hümanizm, insanların huzuruna giden en gerçekçi yoldur.”
Mevlana Hümanizminin anlatımında hep birliktelik, devamlılık, bir insanın tüm insanlarla uyum, anlayış ve dayanışma içinde bulunmaları, sevgi ve hoşgörü duyguları ile donanmış olmaları vardır. Bunların özetinde tüm insanların büyük bir aynılık içinde, çoğulculuktan, “Bir”e varış gerçeği yatar.
İnsan olmak, insancıl duygularla donatılmış olmak, insan olmanın ayrıcalıklarını duyumsamak bir yerde hayatı pembe yaşamaktır.
-
Unutmayalım ki; “Ağaçlar meyvelerini, tarlalar ürünlerini hep hayatlarını devam ettirmek için verirler. Peki ya biz insanlar ne yaparız?”
Mevlana’ya göre hoşgörü bir insancıl uygulama ve denetim mekanizmasıdır. Böyle bir anlayış ve hoşgörü anlayışı dışında kalan insanların durumu hiç de iç açıcı değildir.
Çoğu insan bir takım arzular, korkular, çekişmeler ve mücadelelerle dolu anlamsız, sevinçsiz, mutsuz, huzursuz, yalnız saplantıya dönüşmüş doğruları ve egosal saplantıları peşinde bir hayat sürdürmekte ve buna kendi kısıtlı anlayışıyla “Yaşamak” demektedir.
Halbuki; “Bir çoğumuz bu dünyada, hep başkalarının yazdığı yüzeysel bir masalın okuyucuları, dinleyicileri ve hatta kahramanlarıyız.”
MEVLANA FELSEFESİNDE; “HIRSLARIMIZ HINÇLARIMIZ VE HASEDİMİZ”
Bizim insan olarak görevimiz, kendimizi tüm insanlara, tüm insanlığa adamak, onların varlığında, yaşamlarında kendi gönüllü yansımalarımızı görmek, sunmak ve bu yansımalarımızdan kendimize insancıl paylar bulmaktır.
Mevlana der ki:
“Kalemin su, kağıdın rüzgar ise
Ne yazarsan yaz kıymeti yoktur.”
MEVLANA FELSEFESİNDE “KADER VE DÜŞÜNEN İNSAN”
Mevlana devrinde bazı düşünürler, kulun seçme hakkı olmadığını, insanın her yaptığının Allah’a ait olduğunu, dolayısıyla insanın yaptıklarından sorumlu tutulamayacağını öne sürerek, irade özgürlüğünü reddederlerdi. O günlerde bu düşünceye zorlama, böyle düşünenlere de zorlamacı denilmiştir.
Bunun zıddı olan seçme özgürlüğü düşüncesini kabul edenler de, insanın sınırsız bir irade özgürlüğüne sahip olduğunu savunmuşlar ve İlahi iradeyi inkar etme noktasına gelmişlerdi.
Mevlana’nın seçme özgürlüğü ve zorlama konusundaki düşüncelerine baktığımız zaman, onun bu iki görüşü de desteklemediğini orta yolu tutarak, hem insanın özgür bir iradeye sahip olduğunu, hem de İlahi takdirin varlığını kabul ettiğini görürüz.
Diğer yandan da Allah, insanlara irade, düşünce, ilim ve din vermiş, onlara doğru yolu göstermek için kitaplar ve peygamberler göndermiş, bütün insanların dünyada iken yaptıklarından sorumlu olacağını, buna göre ceza ya da ödül verileceğini bildirmiştir.
Bunlar insanın İlahi irade karşısında, kendisinin bireysel bir iradeye sahip, yaptıklarından sorumlu bir varlık olduğunu belirtir. Bireysel iradenin varlığına dair pek çok örnek mevcuttur.
Mevlana, kendi bireysel iradesini inkar edip, her yaptığını Allah’ın takdirine bağlayan, sorumluluktan kaçmak isteyenlere de karşıdır.
-
Şöyle der:
“Sen hangi işe meylediyorsan,
Kendi kudretini orada görürsün.
Hangi işe gayretin, isteğin olmazsa;
Zorla onu Allah’a nispet edersin.”
Sonuç olarak, Mevlana’nın bireysel iradeye dair düşüncelerini şu şekilde özetleyebiliriz:
- İnsan ilim sahibi, üstün bir varlıktır. Seçme hakkına ve kuvvetine sahip olarak yaratılmıştır. Kendi bireysel iradesi özgürdür.
- Ancak akıl ve ilim sahibi olan insan, kendi bireysel iradesini kullanarak çalışmalı, iyiye yönelmelidir.
- Tembellik ve miskinlik kadere yüklenemez.
- Fakat insan çalışmalı, önlemler almalı, bireysel iradesini kullandıktan sonra İlahi iradeye teslim olmalıdır.
Mevlana’ya göre, Allah, ilim, kudret ve irade sıfatlarının sahibi olarak bütün varlıklar üzerinde tasarruf hakkına kadirdir. Allah ne dilerse onu yapar?
Bu yüzden insan her hususta Yüce Allah’ın emir ve isteklerine tam bir güven hali içinde olmalıdır. İşte bu güvene “kadere razı olmak” denilir.
Ancak “kadere razı olmak” insanın çalışmayı terk ederek kaderciliğe düşmesi, tembellik etmesi değildir. Tıpkı doktorun hastasını kurtarmak için elinden geleni yaptıktan sonra takdiri Allah’a bırakması gibi...
Her insan kendi kaderini yaşar. Ancak bu dünyaya geliş nedeni içinde başkalarının kaderini oluşturmak ve yaşatmak görevini de üstlenir.
İnsanın yaşamı genellikle “Kaza”, “Kader” ve “Katlanma (tevekkül)” üçgeni içinde şekillenir. Bilinen anlamı ile “Kaza”, Tanrı’nın insanın yaşamına peşinen koyduğu hüküm ve kararlılıklardır. “Kader” ise bu hüküm ve kararlılıkların yerine gelmesi olayı, “Katlantı”da başa gelenlerin kabul edilebilirliğidir.
Mevlana’ya göre, insan beyni birey istese de, istemese de hep bir yığın düşünceler üretme peşindedir. Bu akış bireyi her türlü maddi, manevi ve moral yapısı içinde sürükler durur.
Tüm düşüncelerimiz bir yerde bizim bir yansımamız ve formasyonumuz görüntüsü vermesine rağmen bizlerin düşünmeme, düşünceyi durdurma, düşünmekten vazgeçme gücüne asla sahip olamayışımızdır.
Bizler istesek de istemesek de beynimiz hep düşünce üretecektir. Bizler belki iyi bir eğitimle bu düşünceleri olumlu bir şekilde yönlendirme gücüne sahip olabiliriz. Yoksa düşünceyi durdurma gücü bizlere asla verilmemiştir.
-
Düşüncelerimiz tam bir bağımsızlık içinde ömür akışlarını sürdürme gücündedirler. Birikimleri gereği, düşüncelerini iyi ve doğru yönde kullanabilen birey, varoluşundaki hazzının doruğuna ulaşır.
Şunu asla unutmamak gerekir ki gerçek manada “İnsan” olmanın ve güzel bir ahlak sahibi olmanın temeli, düşünceye olumluluklar paralelinde hükmetmesini bilmekten geçer.
Kimimiz düşünceyi akıl ile doğrudan bağlantılı görür: kimimiz de onu zekanın sınırları içinde bir tanımlamaya tabi tutarız. Düşünmek; bir yerde görmek, bir yerde işitmek, bir yerde duyumsamaktır. Hatta tüm bunların üzerinde yorumlamalara gitmek, düşüncenin en iyi tanımıdır da diyebiliriz.
Burada özellikle dikkat edilmesi gereken nokta, düşüncenin olsa olsa bir yorum olduğu ve hiçbir zaman inanç ya da iman olmadığı gerçeğidir. Şunu peşinen kabul etmek gerekir ki, insanın inancı ve imanı ne kadar yüksek olursa olsun, onların; yapıları gereği ortaya koydukları kısıtlılığı ve sınırlılığı, düşüncenin özgür yorumu içinde kaybolur gider.
İnsan, hep istediği şeyleri düşüneceğim diye başlar ve hep istemediği şeyleri düşüne düşüne “Düşüncenin Istırabı ve olumsuzluğu”na teslim olur. Oysa, istemediğimiz şeyleri düşünerek, ancak istemediğimiz şeylerin üreticisi oluruz.
Bu da, zaman içinde öyle bir alışkanlık haline gelir ki; hayatımız hep istemediğimiz benimsemediğimiz düşünceler, olaylar ve eylemler tarafından adeta parsellenir.
Olumlu yönde düşünme alışkanlığı edinme; bir eğitim olayı, bir yaşam felsefesidir. Çünkü insanoğlu hep olumsuz anlatımlar, korkular ve yorumlar içinde düşünmeye alışmıştır. Bu durumda sonuçları da hep olumsuzlukları kapsar.
MEVLANA FELSEFESİNDE; “YAŞAM, PAYLAŞIM VE ŞÜKRETMEK”
Mevlana şöyle der: “Dünyadaki yaşamın amacı sınav. Bu sınavın sonucuna göre insan ruhu ahretteki mertebesini kazanıyor.”
“Kul yaşantısı ile değil, niyeti ile imtihanda.”
Mevlana’ya göre insanın yaşamı süresince karşılaştığı her türlü zorluklar kimi zaman bedensel, kimi zaman duygusal, kimi zaman duyusal ve çoğu zaman da düşünsel sonuçlardan kaynaklanır.
Ancak nereden kaynaklanırsa kaynaklansın ortaya çıkan her zorluk sonucu itibarıyla bireyseldir. Onu aşmak, yenmek de öncelikle düşüncenin iyi yönlendirilmesi ile mümkün olur.
Ancak şunu unutmamak gerekir ki, büyük adamların, önderlerin ortaya çıkış anları, oluşan bir felaketin ardından gelir. Yani felaketler çoğu zaman bir kurtuluşun kıvılcımı olur çıkarlar.
Zaten, “Felaketin büyüklüğünün ölçütü, bizim düşüncemizde ona biçtiğimiz değerdir.”
Şöyle der:
-
“Başkalarının bahtiyarlığına imrenme.
Çok kimseler var ki, senin hayatına gıpta ediyorlar.”
Mevlana’ya göre yaşama tutkusu, bir yerde ölüme meydan okumaktır. Tıpkı mutluluk özleminin tüm kederlerin anası oluşu gibi.
“Yaşam bu dünyaya niye gelindiğinin bilinci ile amaca doğru yapılan kararlı bir yürüyüş eylemidir.”
Yaşamı dar ve kısa dönemli bakışlarla yönetmeye kalkmak bir insan için bir ömür boyu acılar, ıstıraplar, hayal kırıklıkları, olumsuzluklar, endişeler korkular üretmekten ileri gidemez.
Siz siz olun, elinizden geliyorsa, her gün en azından birinin yüzünü güldürün, derdini paylaşın, neşesine ortak olun, beklentisiz iyilikler sunun. Bu ve buna benzer tüm duygularınızı bir alışveriş, bir karşılık bekleme, bir bireysel tatmin, bir güdümlenme gibi basit ve ilkelik potasına sokmadan kana kana sunun. Hatta tüm bu yaptıklarınızı bir kutsal görev anlayışı ile ve bir haz noktasına getirin.
Mevlana’ya göre, eğer bir insan yaşamı süresince dağıtma, paylaşma zevkini üretirse, yemeden önce yedirmenin tadına varırsa, almadan önce vermek gereğine inanırsa, kendinden önce mutlaka başkalarını düşünmesi gerektiğini bilirse; işte o insan yüce, mutlu ve gerçek manası ile insandır.
Unutmamak gerekir ki; “Vermesini bilen insanın yüzünde, her zaman bir ‘Tanrı’ gülümseyişi vardır.”
“Paylaşma, yediğimiz her lokmada, cebimizdeki her kuruşta, giydiğimiz her giyside, bir başkasının da payı olabileceğinin bilincinde olmaktır.”
İnsanın şükretmesini bilmesi kadar güzel bir şey yoktur. Doğaldır ki şükretmenin bir çok değişik şekilleri vardır. Kimi zaman sözle, kimi zaman işaretle, kimi zaman takınılan tavırla, kimi zaman düşünce yoluyla, kimi zaman da bir içe yönelişle yapılabilir.
“Kamil insan toprak tutsa altın olur, eksik insan altın tutsa toprak olur.”Mevlana
MEVLANA FELSEFESİNDE; “DOSTLUK, GÖNÜL VE GÖNÜL EHLİ”
Mevlana’nın “Dost” dediği, onun ardından bütün Anadolu ve dünya halklarının “Dost” dediği varlık, “Dost” sözü ile boz bulanık anlatmaya çalıştıkları ülkü, gerçek insanlık değil midir?
“Dost”a inanır, “Dost”a güvenir, “Dost”a açılır insan. Tanrının insana bir yansıması, insanın biraz da Tanrısallaşması gibi bir şeydir, “Dost”.
“Dost” insanın hem içinde, derinliklerinde, hem de dışındadır. Hem çok uzakta hem de yanı başındadır. Dostlukta bir ayırımcılık, bir “Sen”, “Ben” ya da “O” diye peşinen önümüze konulan belirlemeler yoktur.
-
Mevlana yine der ki:
“Dost, altın gibidir, bela da ateşe benzer.
Halis altın ateş içinde saf hale gelir.”
“Bilgisiz adam bir müddet seninle
Gönül arkadaşlığında bulunsa bile,
Nihayet cahillikten sana bir yara vurur.
Kim, iyi dostlarla düşer kalkarsa
Külhanda bile olsa gül bahçesindedir.”
Herkes dünyayı, nedense hep kendi hakkında taşıdığı fikrin penceresinden görme alışkanlığı içindedir. Yani dünyayı hep, kendimizi gördüğümüz, gözlemlediğimiz gibi görmek isteriz.
Halbuki dünya ve biz insanlar iki ayrı kutbu oluştururlar... Ama birbirlerinin çekim alanı içinde yer alan ve tamamlayan iki ayrı zıt kutup...
Şunu asla unutmayalım ki, “İnsanların en büyük açmazı, yaşamlarındaki açgözlülüklerini gereksinim maskesi ile örtmeleridir.”
Mevlana’ya göre burada sorun kıtlık değil, açgözlülük ve ısrarlı sahiplenme duygusunun, gücün; kendimizde toplanmış olmasındaki ısrarımızdır.
Mevlana der ki:
“Gönül, her dosttan bir gıda ile gıdalanır,
Her bilgiden bir lezzet alır.”
Mevlana’ya göre; “Gönül yıkmak, Kabe yıkmaktan daha büyük bir günahtır.”
“Hazret-i Yusuf’un bir arkadaşı yoldan gelir. Hazret-i Yusuf sorar: “Bana ne hediye getirdin.”
Arkadaşı sorar: “Sen de olmayan ne var ki? Senin neye ihtiyacın olabilir? Ama senden daha güzel birisi olmadığından, yüzünü seyretmen için sana bir ayna getirdim.”
Allah’ın da her şeyi vardır, hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Kul; Allah’ın önüne onda kendisini görmesi için parlak bir ayna, yani temiz bir gönül götürmelidir.”
MEVLANA FELSEFESİNDE “KADIN, ERKEK, EVLİLİK, ŞEHVET”
Mevlana felsefesinde aşkla, müzikle, raksla ve şiirle beslenip gelişen neredeyse dinler üstü dediğimiz anlayışta, kadına da çok büyük bir değer biçilmiş önem verilmiş ve tüm çevresine, topluma ve hatta dünyaya “İnsanlığın ancak kadın ile bir bütün olabileceğini” duyurmuştur.
Mevlana, Mesnevisinin bir çok bölümünde kadını devamlı şekilde yücelten deyişlere ve anlatımlara rastlamak mümkündür.
Şöyle der:
-
“Kadın yaratılmış bir varlık değil, yaratan bir kudrettir.”
Bir başka fasılda Mevlana şöyle demekte ve:
“Kadını ekmeğe benzetmektedir. Herkesin ve hatta yoksulun bile bulduğu, yiyerek karnını doyurduğu ekmeğe!
Kadını örten, kimseye göstermeyen, kapatan adamı da, koltuğuna bir somun ekmeği alıp onu göstermemekte ısrar eden kişiye!...” benzetmektedir.
Mevlana’ya göre kadın mutlaka müşterek hayatın içinde yer almalıdır. Mevlana, tüm hayatını tek bir kadınla, eşi ile geçirmiştir. Köle kullanmamış ve hatta köleliğe karşı katı bir tavır içinde olmuştur.
Asla cariye edinmemiş, edinenleri de kınamıştır. Ancak ilk karısının ölümünden sonra bir başka kadınla evlenmiş, bu yeni eşi hayatta iken de bu sefer Mevlana gerçekler alemine göçmüştür.
Mevlana, kadınların aile içindeki konumları konusunda o kadar hassas idi ki, oğlu Sultan Veled’e yazdığı bir mektupta “Zevcesini hoş tutmasını ve her geceyi gerdek gecesi saymasını, eğer eşine saygı göstermezse kendisini de incitmiş olacağını!...” söylemekten geri kalmamıştır.
Her zerrenin Tanrı’nın birer parçası olduğunu belirten bu büyük insanın cinsiyet ayrımı yapabileceğini düşünmek ancak cahilliktir. O’na göre tanrı katında cinsiyet yoktur. Dolayısıyla maddi alemde de cinsiyet ayrımının getirdiği davranış farklılıkları olmamalıdır.
Mevlana’ya göre evliliklerde, kadın ve erkeğin birbirlerini tamamlama, bütünleme görevleri vardır ve bu tamamlama ve bütünleme, mutlu, uyumlu bir evlilik için ön şarttır.
“Sevgi ve acıma insanlık özelliğidir, hiddet ve şehvet ise hayvanlık.” Mevlana
MEVLANA FELSEFESİNDE;“DOĞA, MÜZİK, SEMA”
Mevlana’nın şiirlerinde en çok rastladığımız konu doğadır. İnsan, tarih boyu düşünce ve araştırma yoluyla, kendisinin de bir parçası olduğu, içinden geldiği doğaya ve dünyaya sahip olmada yararlanacağı bilgileri bulmak, onları hayata geçirmek ve en önemlisi güç edinme peşinde koştu.
Ancak insan, bir noktadan sonra bulduklarının da etkisi sonucu ele geçirdiği bu güçle maddeye ve tekniğe koyduğu ağırlık sayesinde bu kez de kendi yaşamını adeta ipotek altına aldı.
“Doğa, görmesini bilen göz, düşünebilen kafa, algılayabilen yürek için en büyük eğitmendir.”
Mevlana’ya göre, doğa kendi başına ne haz, ne acı ve ne de ıstırap vericidir. Haz olsun, acı ve ıstırap olsun; hep düşüncelerimizin ürünüdür. Haz ve ıstırap birçok duyunun çalkantısı sonucunda oluşan tortusudur. Hırslarımız ıstırapları, kanaatkarlık hazlarımızı geliştirecektir
-
Doğa, tümüyle bir uyumluluklar düzenidir. Bunun tek ayrıcalığı, gerek kendisi ile, gerekse çevresi ile sürekli çatışma halinde olan insanoğludur.
“Doğayı anlayabilmek için, ona yalnız beden gözü ile değil, ruh gözüyle, gönül gözüyle bakmasını bilmek gerekir.”
Mevlana, gerçekten müziği de raksı da çok büyük bir sanat olarak görmekte ve onu övmektedir ve onları bir ibadet şekli olarak benimsemektedir. Mevlana bu konuda şöyle seslenir:
“Güzel sesi dinlemek aşıklara gıdadır. Çünkü güzel ses dinlemede.
Kalp huzuru ve Allah’la beraber olma zevki vardır.
Musikiyle insanın içindeki hayaller kuvvetlenir;
Hatta hayaller, o güzel sesten suretlere bürünür.”
Kısacası onun müzik zevki ve anlayışı; “Haz ve coşkudan çok daha öte bir değerdir.”
Mevlana’nın sema ederken, kendinden geçerek yaptığı konuşmalar, O’nun kendisini aşan ve “Sevgilisi” ile buluşması olarak değerlendirilen sözlerdi.
Zaten Mevlana, bir divan şairi olarak algılanmış olmasına rağmen, vezinden ve kafiyeden uzak bir şekilde o günün insanları ve hatta çağını aşarak bugünün ve hatta yarınların insanlarına yansıdığını kabul etmemiz gerekir.
Tüm yaşamı boyunca Mevlana’nın bu müzik tutkusu ve anlayışı o kadar ileri gitmişti ki, Mevlana’ya inananlar cenazelerini bile çala, çağıra müzik ve raksla kaldırıyorlardı. Hatta zaman içinde böyle müzikle cenaze kaldırmak bir adet haline de gelmiştir.
Sonuç olarak Mevlana, aşkı ve çekim gücünü ortaya çıkaran müzik ve semayı esas olarak kabul eder.
Mevlana bir musikişinas değildi. Fakat müzikal bir insandı. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled Mevleviliği bir tarikat halinde kurarken, Mevlevi ayinine sema ile beraber musikiyi de getirmiş ve ardından musikili Mevlevi ayinlerini hayata geçirmiştir.
-
O senden değil
Hz. Nuh'un (a.s.) kavmi tufan ile yok edildi. Tufan öncesi Yüce Rabbimiz Hz. Nuh'a; "sana inanan aileni koruyacağım" müjdesini vermiştir. Tufan gelince, Hz. Nuh kendisine inananları gemiye bindirdi. Ancak oğullarından birisi gemiye binmedi.
Hz. Nuh (a.s.) sular yükseldikçe oğluna haykırdı. Oğulcağızım! bizimle beraber gemiye bin! Oğlu ise ben dağa çıkar ve dağa sığınırım.
Tufandan kurtulurum dedi. Hz. Nuh'un oğlu gemiye binmedi. Ve bir dalga Hz. Nuh ile oğlunu birbirinden kopardı. Hz. Nuh'un oğlu boğulup helak oldu.
Hz. Nuh oğlunun boğulması karşısında her baba gibi üzüntülü halde; Ya Rabbi ailemi koruyacağına söz vermiştin. Neden oğlumu bağışlamadın dedi.
Yüce Rabbin cevabı çok açıktı: "Ey Nuh! Bu senin oğlun değil. Zira onun sana isyan etmesi, onu senin oğlun olmaktan çıkarmıştır." (Hud Suresi, 45-47) mealinde cevap verdi.
Hz. Nuh bu cevap üzerine özrünü beyan edip şöyle demişti: "Hakkında kesin bilgim olmayan şeyi istemekten sana sığınırım. Eğer beni affetmezsen, bana merhamet etmezsen, her şeyi kaybedenlerden olurum." (Hud Suresi, 47)
Yüce Allah: Hz. Nuh'un öz oğlunu onun evladından saymıyor. Halbuki tufanda boğulan oğlu ondandı. Öz çocuğuydu ama Yüce Allah, o senden değil diyor. Çünkü o vahye inanmadı. O halde neseb, aşiret, ırk kardeşliği değil, 'iman' kardeşliği sizin için geçerlidir demiş oluyor.
Öyleyse; ırk, neseb, aşiret gibi sun'i ve ırka dayalı bir davanın peşinde koşanı Yüce Rabb itibarsız görüyor. Ama Yüce Rabbe ve Peygamberine bağlılıkta bir olanı ise, itibar sahibi kabul ediyor. Irk ve aşiret davasını güdeni ise cahili dönemin tortusu kabul ediyor. Allah'ın yolunda bir olanları ise nesepleri farklı da olsa mümin kabul ediyor. Hud suresinin mesajı budur.
-
Mahşerden bir kare
Zenginlere örnek: Hz. Süleyman
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Dört kişi vardır ki bunlar, dört sınıf insana şahit getirilirler: Zengin ve varlıklı kimseler çağırılır ve onlara;
Sizleri Allah'a ibadetten alıkoyan şey neydi, diye sorulur. Onlar 'Allah bize mal-mülk verdi. Bunlarla uğraşmamız bizi dünyada Allah'ın hakkını yerine getirmekten alıkoydu' derler.
Bunun üzerine onlara; 'Mal bakımından siz mi daha öndeydiniz yoksa Süleyman (a.s.) mı?' diye sorulur. Onlar 'Tabii ki Süleyman (a.s.)' derler. Bunun üzerine onlara 'Zengin olması Süleyman'ı Allah'ı zikretmekten ve O'nun hakkını yerine getirmekten alıkoymadı' denilir.
Sıkıntılılara örnek: Hz. Eyyub
Sonra zorluk ve musibetlerle imtihan edilen kimseler çağırılır ve 'Hangi şey sizi Allah'a ibadet etmekten alıkoydu?' diye sorulur. Onlar da 'Allah bizleri çeşitli bela ve musibetlerle imtihan etti ve bu da bizi Allah'ı zikretmekten ve O'na ibadet etmekten alıkoydu' derler.
Onlara 'Sizler mi daha şiddetli belalarla karşılaştınız yoksa Eyyub (a.s.) mu? Diye sorulunca 'Tabii ki Eyyub (a.s.)' derler. Bunun üzerine onlara 'Bu durum onu, bizi zikretmekten alıkoymadı' denilir.
Gençlere örnek: Hz. Yusuf
Sonra gençlere ve hürriyetten mahrum kimselere seslenilir. Gençlere 'Sizleri Allah'a ibadet etmekten alıkoyan neydi?' diye sorulunca, onlar; 'Bizler dünyada güzel ve yakışıklı kimseler idik ve bununla imtihan edildik. Bundan dolayı Allah'ın hakkını yerine getiremedik' derler. Hürriyetten mahrum olanlar derler ki; 'Dünyada köle olmamız bizi Allah'ın hakkını yerine getirmekten alıkoydu.' Bunlara Hz. Yusuf örnek verilir ve 'Sizler mi daha yakışıklı ve güzeldiniz yoksa Yusuf (a.s.) mu? O, köleliğin boyunduruğu altında olduğu halde Allah'ın hakkını yerine getirmekten geri durmadı denilir.
Fakirlere örnek: Hz. İsa
Daha sonra fakirlere seslenilir. Fakirler değişik gruplar halinde gelirler. Onlara 'Sizleri Allah'a ibadet etmekten alıkoyan neydi?' diye sorulunca, onlar; 'Bizleri fakirlik meşgul etti' derler.
Onlara 'Sizler mi daha fakirdiniz yoksa İsa (a.s.) mı' diye sorulur. 'Tabii ki İsa (a.s.)' diye karşılık verdiklerinde ise onlara; 'İsa'nın böyle olması onu, bizim hakkımızı yerine getirmekten alıkoymadı' denilir.
Kim bu dört şeyden biriyle imtihana tabi tutulursa kendi arkadaşını hatırlasın. Yani Peygamberleri hatırlasın ve onların yaptığı gibi yapsın. (Beyhaki; Şuabul İman, 7/202 )
-
Allah'ın nimetiyle kardeş olduk
Bazı zamanlarda bütünlüğü pekiştirmek lazımdır. Beraberliği. Tek vücut olmak lazım. Ayrılmak, zayıflığı davet etmektir. Güçlü, bir ve beraber oldukça, bölünmeyi durdurdukça başarılı oluruz. Kuran-ı Kerim'e kulak verin:
"Ey iman edenler! Allah'tan nasıl korunmak gerekiyorsa, öyle korunun. Gerçekten muttakiler olun. Her durumda Müslüman olarak can verin.
Hepiniz Allah'ın ipine sımsıkı tutunun. Birbirinizden ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Sizler birbirinize düşmanlar iken, o sizin kalplerinizin arasında bir yakınlık ve sıcaklık meydana getirip yaklaştırdı da O'nun nimeti sayesinde uyanıp kardeş oldunuz.
Hem sizler 'ateşten bir' uçurumun kenarında bulunuyordunuz da O, tuttu sizi ondan kurtardı." (Ali İmran: 102-103)
Ey Müslümanlar! "Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir topluluk olmak üzere yaratıldınız.
İyiliği ve güzelliği emredersiniz." (Ali İmran, 110)
Ve ey Müslümanlar! Sizler "Kötülüğü çirkinliği yasaklarsınız." (Ali İmran, 110)
Ve ey Müslümanlar, kötülerden ve kötülükten çekinmeyin. Zira şer ehli "Size sıkıntı vermekten başka zarar veremez." (Ali İmran, 111)
Ve ey Müslümanlar, sizin misyonunuz şudur: "Allah'a ve ahiret gününe inananlar iyiliği ve güzelliği emreder, kötülüğe ve çirkinliği yasaklar, hayırlara koşuşurlar." (Ali İmran, 114)
O halde bir araya gelmeliyiz. Kucaklaşmalıyız. Gücümüzü dağıtmamalıyız. Bir olmalıyız.Vahdetten rahmet, firkatten, ayrılıktan ise azab doğar.
-
İnsanlara Dokunun
Yüce Allah Kâbe'yi ibadette yönelinecek bir merkez olarak yaptırıyor. Kâbe'ye giden ziyaretçiler, oradaki Hacer-i Esved'e dokunur. Bu dokunuş Rabbanidir, ruhu rahatlatır, hissettirir, doyurur. Hacer-i (taş) Esved'in (siyah); yani oradaki taşın siyah bir taş olduğu biliniyor. Sadece taş. Elbette orada insanı affettirecek şey, taşın kendisi değil, orada Allah'a yönelen niyetlerdir.
Dokunmak! Namazda yere dokunmak, zekâtta fakire dokunmak, iyi sözde dile dokunmak, temiz niyette kalbe dokunmak, oruçta fakire dokunmak, ahirette imanda gaybe dokunmak.
O halde kırık yüreklere dokunun. Çünkü son zamanlarda kendini yetim, öksüz hisseden çok. Koca insanlar, dokunulmayı bekliyor. Bu normaldir de.
O halde; bugünlerde şunları yapın:
İnsanlarla diyaloga girin. Konuşun.
Selamı yayın. Hz. Peygamber (s.a.v.) 'selamı yay' buyuruyor.
İnsanları ziyaret edin.
İnsanlara tebessüm edin. Gülümseyin.
Allah'ın dininin yanında durmayı öğütleyin.
Seni, insan olduğun için seviyorum deyin.
İnsanlara küçük de olsa hediye verin. Hediyeleşin.
Yaşlılara mutlaka uğrayın. Ellerini öpün. Dualarını alın. Yaşlılar ömrünüzü bereketlendirir.
Vakit buldukça farklı camilerde namaz kılın.
Sakin konuşun. En sert olduğunuzda bile asla küfür ve hakaret cümlesi kullanmayın.
Telaşlanmayın. Dinin sahibi Yüce Allah'tır. Din yerde kalmaz. Dine saldıran dünyasında da, ahiretinde de rezil olmaya mahkûmdur.
Aleyhinizde konuşan kötü insanları Allah'a bırakın. İntikam alıcı olmayın. Allah'a bıraktığınız davanın sahibi Allah'tır. Kendinizin hesabını yaptığınız davanın sahibi ise sizsiniz.
En muhalif olanınıza bile zaman ayırın.
Kalbinize bakın. Samimi iseniz, yola devam edin.
İnsanları kıskanmayın. Onun bir hasleti varsa onu ona Allah vermiştir.
Bir işi sizden daha iyi yapacak olan varsa, onu kendi önünüze alın. Bu erdemi gösterin. Zira dünya sana da, ona da kalmaz.
Hiçbir zaman tahakküm edici gibi durmayın. Niyetiniz çok iyi de olsa, size kötülük edenler sizin bu halinizi kullanır.
Vaktinizin çoğunu dostlarınızla geçirmeyin. Hiç dost olmadıklarınızla dost olun. En azından deneyin.
Peygamberler, babalar ve evlatlar
Kuran'da geçen kıssalar -hikâyeler- önemli mesajlar taşır. Zaten Kurani kıssalarda gaye ders vermektir. İz bırakmaktır.
Bu kıssalar içinde peygamberler ve çocukları veya babaları önemli yer tutar.
Bu yazımızda Hz. İbrahim'in iki sınavından bahsedeyim.
Hz. İbrahim'in bir evlat olarak babasıyla olan diyalogu dikkat çekicidir:
Bir vakit İbrahim babasına şöyle demişti;
- Babacığım duymayan, görmeyen ve sana hiçbir fayda sağlamayan bir şeye niye tapasın?
- Babacığım hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyleyse bana uy ki, seni doğru yola götüreyim.
- Babacığım! Şeytana tapma. Kuşkusuz şeytan Rahman'a (olan) baş kaldırmıştır.
- Babacığım! Gerçekten ben, sana Rahman tarafından bir azabın dokunacağından korkuyorum.
İşte o zaman şeytanın arkadaşı olursun. (Meryem, 42-45)
Hz. İbrahim'e babasının cevabı şöyle oldu: (Babası İbrahim'e) dedi ki;
- 'Sen, benim ilahlarımdan yüz mü çeviriyorsun. Eğer vazgeçmezsen andolsun seni taşlarım! Uzun bir zaman benden uzak dur. (Meryem, 46)
Bunun üzerine Hz. İbrahim babasına şöyle dedi:
- İbrahim (babasına) selam sana. Selamette ol. Senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim. Çünkü o bana çok lütufkârdır. (Meryem, 47)
Bu bir evlat olarak Hz. İbrahim'in babasıyla mücadelesiydi. Put yapıcısı olan Hz. İbrahim'in babası iman etmedi. Oğlunu anlamadı. Boyun eğmedi.
***
Ama Hz. İbrahim'in bu duruşu, evladında yankı buldu. Hz. İbrahim rüyasında Hz. İsmail'i kurban ettiğini gördü. Bu rüya tekrarlanınca Hz. İbrahim bu durumu 6 -10 yaş civarında olan evladına açtı. Kuran-ı Kerim bir peygamberin (ve elbette bir babanın) bu çetin sınavını şöyle anlatıyor: (İsmail) Babasıyla beraber yürüyüp gezecek çağa erişince 'Yavrucuğum! Rüyada seni boğazladığımı görüyorum. Bir düşün, ne dersin?' dedi. O (İsmail) da cevaben:
- Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. İnşallah beni sabredenlerden bulursun, dedi. (Saffat 102)
Babasına gönülden, içten, yumuşak, temiz bir üslupla gerçeği gösteren Hz. İbrahim sonuç alamadı. Ama karşılığında itaatkâr ve tertemiz bir nesille müjdelenen bir oğula, Hz. İsmail'e kavuştu.
Bu her baba ve her evlat için ders verici değil mi? Evlatlarımızı ve büyüklerimizi yanlışlarından vazgeçirirken işte bu üslubu kullanmak zorundayız.
Kıyamet gününde kabrinden ilk çıkacak
Hz. Peygamber (s.a.v.) kıyamet gününün dehşetini anlatırken bir ara şöyle der: Kıyamet gününde insanlar diriltildiği zaman, kabrinden ilk çıkacak ben olacağım. Onlar Rabbinin huzuruna geldiklerinde, komutanları ben olacağım. Susup beklediklerinde (Allah'ın müsaade etmesiyle) onlar adına ben konuşacağım. Kurtulmaktan ümitlerini yitirdikleri zaman, onlara ben müjde vereceğim. Hamd (kerem, cömertlik) sancağı benim elimde olacak.
Rabbimin katında Adem oğlunun en değerlisi ben olacağım. Bunu övünmek için söylemiyorum.
(Tirmizi, Menakıb, 3616; Darimi, Mukaddime, 8/49)
Yüce Rabbimiz o çetin ve zor günde Efendimizin şefaatinden bizi mahrum etmesin. Elbette Yüce Rabbimizin izniyle olan bu şefaate büyük günah işleyen müminler de nail olacaklardır.
-
Yu'nus Emre'nin Dilinden 5 Vakit Namaz
‘Müslümanam diyen kişi şartı nedür bilse gerek
Tangrınun buyrugun tutup beş vakt namaz kılsa gerek
Tanla turup başın kaldur ellerüni suya daldur
Tamudan azatlu oldur kullar azad olsa gerek
Öyle namâzın kılasın her ne dilersen bulasın
Nefs düşmanın öldüresin nefs hemîşe ölse gerek
Ol ikindiyi kılanlar arı dirlik dirilenler
Olardur Hakk’a irenler dâim Hakk’a irse gerek
Akşmadurur üç farîza tagca günahun eride
Eyü amellerün sana şem’ü çırag olsa gerek
Yatsu namâzın ol hâzır hâzırları sever kadir
îmanun eksügin bitir îman piş-rev olsa gerek
Her kim Müsülmân olmadı beş vakt namâzı kılmadı
Bilün müsülmân olmayan ol tamuya girse gerek
Görmez misin Mustafâ’yı nice bekledi vefâyı
Ümmet içün ol safâyı ümmet ana irse gerek
Beklerisen din gayretin virmegil nefse murâdın
Yunus Nebî salavatın ışkıla degürse gerek
Günümüz Türkçe’siyle:
Müslüman olduğunu söyleyen kişinin,şartlarının ne olduğunu bilmesi,
Allah’ın emrini tutarak beş vakit namazı kılması gerekir.
Tan yeri ağardığında başını (yataktan) kaldır ve ellerini suya daldır(abdest al)
Cehennemden azat olacak işte o kişidir,kul olanlar da azat olurlar.
Öğle namazını kılmalısın ki ne dilersen ona kavuşabilesin.
(Bu sayede)Nefis düşmanını öldürebilirsin, ki nefs daima öldürülse gerektir.
İkindiyi kılanlar arı,saf bir dirilişle dirilirler.
Hakk’a erenler onlardır ki; daima Hakk’a ermek gerektir.
Akşam üç (rekat) farzdan ibarettir ki; dağ kadar günahı eritir.
İyi amellerin sana kandil ve meşale olacaktır.
Yatsı namazında hazır bulun, Kadir olan Allah hazır (uyanık)olanları sever.
İmanın eksiğini (bu sayede) bitir, iman önder olsa gerektir.
Her kim Müslüman değilse beş vakit namazı kılmaz.
Bilin ki; Müslüman olmayanlar cehenneme girecektir.
Hz.Muhammed’i görmez misin o nice zaman vefa bekledi
Ümmet için safa, mutluluk istedi,ümmet ona erse gerektir.
Dinde gayretli olmayı beklersen nefse istediğini verme
Yunus, Nebi salavatını aşk ile ona yollaman gerekir.
Tahlil:
Açıkça anlaşılacağı üzere, bu şiirin teması; beş vakit namazdır. Namaz kılmadığı şeklinde iftiralara muhatap olan Yunus; adeta kendisine haksızlık edenlere dokunaklı bir cevap veriyor.
‘Müslümanım’ diyebilmenin ön şartının;onun prensiplerini bilmek ve yaşamak olduğunu vurguladıktan sonra, hepsinden önemlisinin beş vakit namaz olduğunu ifade ediyor. Müslümanlıkla Beş Vakit Namaz arasında ayrılmaz ve kopmaz bir ilinti kurulması, namazın önemi konusunda hepimize yeterli fikri vermektedir.
Bugün geldiğimiz noktada,İslam adına konuşan kimi entel takımının namazı hafife alması,üç vakte indirmesi,mutasavvıfların <daimi namaz hali> dediği boyutu hiç kılmadan kalbinde yaşamak olarak anlamaları oldukça üzücüdür. İslam’ı bir araca Müslüman’ı da şoföre benzetirsek namaz;ehliyete benzer. Ehliyetiniz olmadıkça arabanızın olması, ruhsatınızın bulunması kıymet ifade etmez. Namazsız, Hak Yolunda mesafe alamazsınız.
Şimdi şu konuşmaya kulak verelim:
Bir adam, Resulullah (s.av.)'a: "Allah, kullarına kaç vakit namazı farz kıldı?" diye sordu. Aleyhissalâtu vesselâm:
"AIIah, kullarına beş vakit namazı farz kıldı" diye cevap verdi. Adam tekrar sordu:
"Bunlardan önce veya sonra başka bir şey var mı?"
"AIIah kullarına beş vakti farz kıldı. " Bu cevap üzerine adam, bunlar üzerine hiçbir ilavede bulunmayacağına, onlardan herhangi bir eksiltme de yapmayacağına dair yemin etti. Resulullah (s.a.v):
"Bu adam sözünde durursa mutlaka cennete girecektir!" buyurdu."
‘Namaz, dinin direğidir’hadisini bilmeyenimiz yoktur. Çadırın orta direği göçmüş ise çadırdan bahsedilebilir mi?..
***
İkinci mısradan itibaren namazları vakitlerine göre sayan ve değerlendiren Yunus; tanla,şafakla birlikte uyanıp abdest almayı öğütlüyor.
Modern biyoloji ve tıbbın son tespitlerine göre sabah namazı vaktinde atmosferde bulunan gazlar(ozon-azot-hidrojen-oksijen vb) saf halde, sağanak biçimde yere yağmaktadır. Güneş ışınları yeri aydınlatmaya başladığında bu tesir azalır ve hatta karışan radyasyon ile yok olur. Sabah vakti, uykudan uyanıp bedeni, suda bulunan oksijen ve hidrojenle takviye etmek, ardından camiye kadar yürüyüp saf gaz sağanağı bulunan meltemi teneffüs etmek, inançlı bünyelere iksir etkisi yapmaktadır. Ömür boyu sabah namazı için kalkan ve camiye yürüyenlerde kemik erimesi ya da eklem romatizması görülmeyişi, yaşlanma etkilerinin geç başlaması bunun en büyük ispatıdır. Yunus’un dediği gibi sabah namazı hem cehennemden azat,hem de dünyada mevcut ateş yapılı etkilerden(şeytan-cin) uzak kalmaya vesiledir.
Gün ortasına gelindiğinde güneşin etkisi tamamen insanları kuşatmıştır. Sabahtan itibaren çalışan beyin ve ona bağlı bedenin yeni bir takviyeye ihtiyacı vardır ki;bunu sağlayan da öğle namazıdır. Güneşe direkt muhatap olan beyin, öğle abdesti ve namazda okunan dualarla dinlenir, yorgunluk yerini yeni bir enerjiye bırakır. Yorgun insan yemekten hemen sonra uyumak, gevşemek ister. İşte o an nefsin isteklerine teslime hazır olduğumuz andır. Nefis;’Hele biraz dinlen,hele yatıver,işler yetişir’
demeye başladığı anda canavar nefse atılacak en iyi tokat;öğle namazıdır. Yunus,bu durumu ‘nefis düşmanını öldürmek’ şeklinde nitelemiştir.
Günün sonuna yaklaşılıp da güneş perde perde inmeye başladığında ikindiyi kılarız. Yunus;ikindi namazı kılanların arı-duru bir dirilikle zindeleşeceklerine dikkât çekiyor. Günün yavaş yavaş geceye yöneldiği anda tabiattaki değişim bünyelerimize de tesir etmektedir. Muhtemelen, bedeni çalışma saatinin sonlarına rastlayan ikindi namazı;
gündüzün tüm rehavetini üzerimizden alır ve geceye doğru yeni bir bilinç tazelemesi yapar. Asır Suresinde Allah’ın yemin ettiği ASR kelimesinden kastın İkindi Vakti-İkindi Namazı olduğu üzerinde yorumlar yapar tefsir âlimlerimiz.’Namazlara ve orta namaza devam ediniz’ ayetinde geçen Orta Namaz kavramının ikindi namazı olduğu düşünülmüştür. Allah’ın yemin ettiği, bir sureye isim olan İkindi kavramı üzerine daha derinlikli kafa yormak gerekiyor, diye düşünüyoruz.
Akşam,gündüzün bitip gecenin aralandığı bir kapıdır. Bu vakitte kılınacak namaz, dağ gibi günahı eritir derken; bu ibadetin gündüz işlenen günahları eriteceği yolunda ince bir mesaj veriyor. İyi ameller meşale ve kandil olacak derken de, karanlığa aydınlık bir kalple ve temiz düşünceyle girmeyi kastediyor olsa gerek.
Yatsı; uyku öncesi dinlenmeye çekilecek olan bedene son şarj gibidir. Yatsıda dua ve zikirle güçlenen beyin,gece kabuslar görmeyecek, uyku rahat geçecektir. Rüya tabircisi bazı insanlara gittiğinizde size ilk sorularından biri de ‘Yatsıyı kılarak mı yattın,abdestli mi yattın?’ olacaktır. Buradan da anlaşılacağı üzere sadık rüya görmede, sakin gecelemede yatsı namazı önemlidir.
Şiirin sonunda baştaki gibi beş vakit namazla Müslüman olmak arasında kurduğu kuvvetli bağı cehennem tehlikesine dikkât çekerek daha da pekiştiriyor Yunus.
Bu şiirden,kurtuluşun ibadette, ibadetin özünün namazda olduğunu kavrıyoruz. Dinde gayretli olmak için nefse istediğini vermemek ve Muhammed Mustafa(s.a.v) ile iletişimi (salavatı) kesmemek gerektiğini görüyoruz...
-
Hz.Ebubekir (r.a)
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Islâm'i teblige baslamasindan sonra ilk iman eden hür erkeklerin; rasit halifelerin, asere-i mübesserenin ilki. Câmiu'l Kur'an, es-Siddîk, el-Atik lakaplariyla bilinen büyük sahabi.
Kur'ân-i Kerim'de hicret sirasinda Rasûlullah'la beraber olmasindan dolayi, "...magarada bulunan iki kisiden biri..." (et-Tevbe, 9/40) seklinde ondan bahsedilmektedir. Asil adi Abdülkâbe olup, Islâm'dan sonra Rasûlullah (s.a.s.)'in ona Abdullah adini verdigi kaydedilir.
Azaptan azad edilmis mânâsina "atik"; dürüst, sadik, emin ve iffetli oldugundan dolayi da "siddik" lâkabiyla anilmistir. "Deve yavrusunun babasi" manasina gelen Ebû Bekir adiyla meshur olmustur. Teym ogullari kabilesinden olan Ebû Bekir'in nesebi Mürre b. Kâ'b'da Rasûlullah'la birlesir. Anasinin adi Ümmü'l-Hayr Selma, babasinin ki Ebû Kuhafe Osman'dir. Künyesi Abdullah b. Osman b. Amir b. Amir... b. Murra ...et-Teymî'dir. Bedir savasina kadar müsrik kalan oglu Abdurrahman disinda bütün ailesi müslüman olmustur. Babasi Ebû Kuhafe, Ebû Bekir'in halifeligini ve ölümünü görmüstür. Hz. Ebû Bekir'in Rasûlullah (s.a.s.)'den bir veya üç yas küçük oldugu zikredilmistir. Islâm'dan önce de saygin, dürüst, kisilikli, putlara tapmayan ve evinde put bulundurmayan "hanif" bir tacir olan Ebû Bekir, ölümüne kadar Hz. Peygamber'den hiç ayrilmamistir. Bütün servetini, kazancini Islâm için harcamis, kendisi sade bir sekilde yasamistir.
Hz. Ebû Bekir, Fil yilindan iki sene birkaç ay sonra 571'de Mekke'de dünyaya gelmis, güzel hasletlerle taninmis ve iffetiyle söhret bulmustur. içki içmek câhiliye döneminde çok yaygin bir âdet oldugu halde o hiç içmemistir. O dönemde Mekke'nin ileri gelenlerinden olup Araplarin nesep ve ahbâr ilimlerinde meshur olmustur. Kumas ve elbise ticaretiyle mesgul olurdu; sermayesi kirk bin dirhemdi ki, bunun büyük bir kismini Islâm için harcamistir. Rasûlullah'a iman eden Ebû Bekir (r.a.) Islâm dâvetçiligine baslamis, Osman b. Affân, Zübeyr b. Avvâm, Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebî Vakkas ve Talha b. Ubeydullah gibi Islâm'in yücelmesinde büyük emekleri olan ilk müslümanlarin bir çogu Islâm'i onun dâvetiyle kabul etmislerdir.
Hz. Ebû Bekir hayati boyunca Rasûlullah'in yanindan ayrilmamis, çocuklugundan itibaren aralarinda büyük bir dostluk kurulmustur. Rasûlullah birçok hususlarda onun görüsünü tercih ederdi. Umûmî ve husûsî olan önemli islerde ashâbiyla müsavere eden Peygamber (s.a.s.) bazi hususlarda özellikle Ebû Bekir'e danisirdi. (Ibn Haldun, Mukaddime, 206). Araplar ona "Peygamber'in veziri" derlerdi.
Teymogullari kabilesi Mekke'de önemli bir yere sahipti. Ticaretle ugrasiyorlar, toplumsal temaslari ve genis kültürlülükleri ile taniniyorlardi. Hz. Ebû Bekir'in babasi Mekke esrafindandi. Hz. Ebû Bekir, câhiliye döneminde de güzel ahlâki ile tâninan, sevilen bir kisi idi. Mekke'de "esnak" diye bilinen kan diyeti ve kefalet ödenmesi islerinin yürütülmesiyle görevliydi. Muhammed (s.a.s.) ile büyük bir dostluklari vardi. Sik sik bulusur, Allah'in birligi, Mekke müsriklerinin durumu ve ticaret gibi konularda müsâvere ederlerdi. ikisi de câhiliye kültürüne karsiydilar, siir yazmaz ve siiri sevmezlerdi, daha ziyade tefekkür ederlerdi.
Islâm'i Benimsemesi
Hz. Ebû Bekir, Hira dagindan dönen Hz. Muhammed ile karsilastiginda, Rasûlullah (s.a.s.) ona, "Allah'in elçisi" oldugunu söyleyip "Yaratan Rabbinin adiyla oku" (el-Alâk, 96/1) diye baslayan âyetleri bildirdigi zaman hemen ona: "Allah'in birligine ve senin O'nun rasûlü olduguna iman ettim" demistir. Hz. Hatice'den sonra Rasûlullah'a ilk iman eden odur. Hz. Peygamber (s.a.s.) Islâm'i tebliginin ilk zamanlarinda kiminle konustuysa en azindan bir tereddüt görmüs, ancak Ebû Bekir seksiz ve tereddütsüz bir sekilde kabul etmistir. Hatta Hz. Peygamber (s.a.s.), "Bütün insanlarin imani bir kefeye, Ebû Bekir'in ki bir kefeye konsa, onun imani agir basardi " diye lâtif bir benzetme de yapmistir. Mü'min Ebû Bekir, hayatinin sonuna kadar tüm varligini Islâm'a adamis, bütün hayirli islerde en basta gelmistir.
Ebû Bekir Mekke döneminde güçlü kabilelere mensup kisileri Islâm'a kazandirmaya çalisti, öte yandan müsriklerin iskencelerine maruz kalan güçsüzleri, köleleri korudu; servetini eziyet edilen köleleri satin alip azad etmekte kullandi. Bilâl, Habbab, Lübeyne, Ebû Fukayhe, Amir, Zinnire, Nahdiye, Ümmü Ubeys bunlardandir. Kendisi de Mescid-i Haram'da müsriklerin saldirisina ugramisti. Ebû Bekir, iman ettikten sonra Islâm'i teblige gizli gizli devam ediyordu. Annesi, karisi Ümmü Ruman ve kizi Esma da iman etmis, fakat ogullari Abdullah, Abdurrahman ve babasi Ebû Kuhafe henüz iman etmemislerdi. Osman b. Affan, Sa'd b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvâm, Talha b. Ubeydullah gibi ilk müslümanlari Islâm'a dâvet eden odur. Müsriklerin eziyetleri çogalip müslümanlara yapilan baskilar arttiktan sonra Hz. Peygamber Hz. Ebû Bekir'e de Habesistan'a göç etmesini söylemis ve Ebû Bekir yola çikmis; ancak Berkü'l-Gimâd'da Mekke'nin ileri gelen kabilelerinden Ibn Dugunne ile karsilastiginda Ibn Dugunne onu himayesine aldigini ve Mekke'ye dönmesi gerektigini belirterek, ikisi birlikte Mekke'ye dönmüslerdir. Ancak sartli olarak Ebû Bekir'i himayesine alan Ibn Dugunne, Ebû Bekir'in açiktan açiga ibadet etmesi ve inancini yaymaya devam etmesi sebebiyle sartlari yerine getirmedigini iddia ederek ona ibadetini gizli yapmasini söylediginde Ebû Bekir, onun himayesine ihtiyaci olmadigini, zaten kendisine söz de vermedigini ifade etmisti: "Senin himayeni sana iâde ediyorum. Bana Allah'in himayesi yeter." Böylece onüç yil Mekke'de Rasûlullah'in yaninda kalan Hz. Ebû Bekir, Hz. Aise'nin rivâyetine göre, Rasûlullah hicret emrini alip Ebû Bekir'e gelerek ona beraberce hicret edeceklerini söyleyince Ebû Bekir sevinçten aglamaya baslamisti (Ibn Hisâm, es-Sire, II, 485).
Hz. Peygamber'in bir gecede Mekke'den Kudüs'e oradan Sidretü'l Münteha'ya gittigi isra ve Mirâc hâdisesini duyan müsrikler bunu Hz. Ebû Bekir'e yetistirdikleri zaman; "O dediyse dogrudur." demistir. Bu sözünden sonra Ebu Bekir'e; ihlâsli, asla yalan söylemeyen, özü dogru, itikadinda süphe olmayan anlaminda, "Siddik" lâkabi verildi. Kur'an tâbiriyle, "O, ne iyi arkadasti " (en-Nisâ, 4/69) denilebilir.
Iste o "Siddîk" ile o "Emîn", o iki arkadas beraberce Sevr dagindaki magaraya hareket ederek hicret etmislerdir.
Hicreti
Sevr magarasina ilk giren Hz. Ebû Bekir, (r.a.) magarada kesif yaptiktan sonra Rasûlullah içeri girmistir. Ebû Bekir'in kizi Esma yolda yemeleri için aziklarini hazirlamisti. Onlar Mekke'den ayrilinca müsrikler her tarafa adamlarini yollayarak aramaya basladilar. Kureys kabilesinin müsrikleri Ebû Cehil baskanliginda Esma'nin evini aradilar, hakaret edip dayak attilar. Hz. Ebû Bekir (r.a.) hicret yolculuguna çikarken yanina bütün parasini almisti. Buna ragmen kizi Esma onun nerede oldugunu, nereye gittigini kâfirlere söylememistir. iz süren Mekkeli müsrikler Sevr magarasina kadar geldiler. Rasûlullah bu sirada Kur'ân'da anlatildigi biçimde söyle diyordu: "Üzülme, Allah bizimledir" (et-Tevbe, 104/40). Nitekim Allah ona güven vermis, göremedikleri askerleriyle onu desteklemistir; Allah güçlüdür, hakimdir. Kâfirler tüm aramalara ragmen onlari bulamadilar. Magarada üç gün kaldiktan sonra Medine'ye yönelen Rasûlullah ile Ebû Bekir Kuba'ya vardilar.
Ebû Bekir magarada kaldiklari günü söyle anlatir: "Rasûlullah (s.a.s.) ile beraber bir magarada bulundum. Bir ara basimi kaldirip baktim. O anda Kureys casuslarinin ayaklarini gördüm. Bunun üzerine, 'Ya Rasûlullah, bunlardan birkaçi gözünü asagi egse de baksa muhakkak bizi görür' dedim. O, 'Sus ya Ebû Bekir. iki yoldas ki, Allah onlarin üçüncüsü ola, endise edilir mi?' buyurdu. Kuba'da üç gün kalan Rasûlullah ile Hz. Ebû Bekir nihayet Medine'ye vardilar. Medine'de Hz. Ebû Bekir humma hastaligina tutuldu. Hastalik ilerleyip yataga düstügünde Rasûlullah, "Allah'im Mekke'yi bize sevgili kildigin gibi Medine'yi de bize sevgili kil, hummayi bizden uzaklastir' diye dua ettigi zaman Hz. Ebû Bekir ve hasta olan diger sahâbîler iyilestiler. Bu aradâ Hz. Âise ile Hz. Muhammed (s.â.s.)'in dügünleri yapildi. Mescidi Nebî insâ edildi. Masraflarin bir kismini Hz. Ebû Bekir karsiladi. Medine'de kardeslik tesis edildiginde Ebû Bekir'in kardesligi Harise b. Zeyd oldu.
Hz. Ebû Bekir Medine'de Mescidi Nebî'nin insasina katildi. Rasûlullah Islâm'i yaymak ve düsmanlar hakkinda bilgi toplamak için seriyye denilen kesif kollarini Medine disina gönderiyor, bunlara bazen Hz. Ebû Bekir de katiliyordu. Rasûlullah ile birlikte bizzat çarpistigi savaslarda (Bedir'de, Uhud'da, Hendek'te) Ebû Bekir de yer aldi. O, Müreysi, Kurayza, Hayber, Mekke, Huneyn, Taif gazvelerinde de bulundu. Rasûlullah'in bizzat idare ettigi harplere gazve denir. Ebû Bekir, bu sözü geçen büyük savaslardan baska, otuzdan fazla gazveye katilmistir. Çarpisma olmaksizin Veddan, Buvat, Bedr-i Ûlâ, Useyre gazveleriyle de düsmanlar itaat altina alinmistir. Bütün bu gazvelerde Hz. Ebû Bekir, Rasûlullah'in en yakininda yer almis olup onun "veziri" gibi idi. Bedir'de, oglu Abdurrahman müsrikler safinda yer aldiginda Ebû Bekir ogluyla çarpismistir. Sadece o degil, Bedir'de birçok sahâbî, oglu, kardesi, babasi, dayisi ile çarpismisti. Bedir savasi, müslümanlarin Islâm'i herseyden üstün tuttuklarini, Allah için en yakinlari olan müsrikleri kan bagi veya kabile taassubu içinde kalmadan, baska insanlardan ayirdetmeden öldürdüklerini göstermektedir. Rasûlullah'in bir amcasi Hamza, Islâm ordusu safindayken öteki amcasi Abbas, düsman safindaydi. Yegeni Ubeyde kendi yanindayken, öteki yegenleri Ebû Süfyan ve Nevfel müsriklerle beraberdi. Hattâ kizi Zeyneb'in esi Ebû'l-As da Rasûlullah'a karsi müsriklerle birlikte savasiyordu.
Hicretin 9. yilinda Medine'de büyük bir kitlik oldu. Bu arada Bizans imparatoru, sam'da Hicaz bölgesini istilâ etmek üzere büyük bir ordu hazirladi. Rasûlullah, bu orduya karsi Islâm ordusunu hazirlarken, kitlik sebebiyle zorluklarla karsilasti. Ebû Bekir malinin hepsini bu ordunun hazirlanmasinda kullandi. Onuncu yilda "Vedâ Hacci"nda bulunan Allah'in Rasûlü, onbirinci yilda hastalandi.
Hilâfeti
Hicrî onbirinci yilda hastalanan Rasûlullah (s.a.s.) 13 Rebiyülevvel Pazartesi günü (8 Haziran 632) vefât etti. Onun vefâtini duyan müslümanlar büyük bir üzüntüye kapildilar ve ilk anda ne yapmalari gerektigine karar veremediler. Ama o da bir ölümlüydü. Hz. Ömer, onun Hz. Musa gibi Rabbi ile bulusmaya gittigini, O'nun için "öldü" diyen olursa ellerini kesecegini söylüyordu. Ebû Bekir, Rasûlullah'in iyi oldugu bir sirada ondan izin alarak kizinin yanina gitmisti. Vefât haberini duyar duymaz hemen geldi, Rasûlullah'i alnindan öptü ve "Babam ve anam sana fedâ olsun ya Rasûlullah. Ölümünde de yasamindaki kadar güzelsin. Senin ölümünle peygamberlik son bulmustur. sânin ve serefin o kadar büyük ki, üzerinde aglamaktan münezzehsin. Yâ Muhammed, Rabbinin katinda bizi unutma; hatirinda olalim ..." dedi. Sonra disari çikip Ömer'i susturdu ve; "Ey insanlar, Allah birdir, O'ndan baska ilâh yoktur, Muhammed O'nun kulu ve elçisidir. Allah apaçik hakikattir. Muhammed'e kulluk eden varsa, bilsin ki o ölmüstür. Allah'a kulluk edenlere gelince, süphesiz Allah diri, bâkî ve ebedîdir. Size Allah'in su buyrugunu hatirlatirim: "Muhammed sadece bir elçidir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmistir. Simdi o ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üzerinde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçesi üzerinde geriye dönerse Allah'a hiçbir ziyan veremez. Allah sükredenleri mükâfatlandiracaktir" (Âl-u imrân, 3/144). Allah'in kitabi ve Rasûlullah'in sünnetine sarilan dogruyu bulur, o ikisinin arasini ayiran sapitir. seytan, peygamberimizin ölümü ile sizi aldatmasin, dininizden saptirmasin. seytanin size ulasmasina firsat vermeyiniz" (Ibn Hisâm, es-Sire, IV, 335; Taberî, Târih, III, 197,198).
Hz. Ebû Bekir bu konusmasiyla orada bulunanlari teskin ettikten sonra Rasûlullah'in teçhiziyle ugrasirken, Ensâr, Benû Sâide sakifesinde toplanarak Hazrec'in reisi olan Sa'd b Uhâde'yi Rasûlullah'tan sonra halife tayini için bir araya gelmislerdir. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Ebû Ubeyde ve Muhacirlerden bir grup hemen Benû Saîde'ye gittiler. Orada Ensâr ile konusulduktan ve hilâfet hakkinda çesitli müzakereler yapildiktan sonra Hz. Ebû Bekir, Ömer ile Ebû Ubeyde'nin ortasinda durdu ve her ikisinin ellerinden tutarak ikisinden birine bey'at edilmesini istedi. O, kendisini halife olarak öne sürmedi. Hz. Ebû Bekir'in konusmasindan sonra Hz. Ömer atilarak hemen Ebû Bekir'e bey'at etti ve, "Ey Ebû Bekir, müslümanlara sen Rasûlullah'in emriyle namaz kildirdin. Sen onun halifesisin ve biz sana bey'at ediyoruz. Rasûlullah'a hepimizden daha sevgili olan sana bey'at ediyoruz" dedi. Hz. Ömer'in bu âni davranisi ile orada bulunanlarin hepsi Ebû Bekir'e bey'at ettiler. Bu özel bey'attan sonra ertesi gün Mescid-i Nebî'de Hz. Ebû Bekir bütün halka hutbe okudu ve resmen ona bey'at edildi. Rasûlullah'in defni sali günü gerçeklesirken, onun nereye defnedilecegi hakkinda da bir ihtilâf meydana geldiginde Hz. Ebû Bekir yine firasetini ortaya koydu ve "Her peygamber öldügü yere defnedilir" hadisini ashaba hatirlatarak bu ihtilâfi giderdi. Rasûlullah'in cenaze namazi imamsiz olarak gruplar halinde kilindi. Bütün bunlar olurken, Hz. Ali'nin Hz. Fatima'nin evinde Hasimogullari ve yandaslari ile toplandigi ve bey'ata ilk zamanlar katilmadigi nakledilir. Hz. Ali rivâyetlere göre, el-Bey'atü'l-Kübrâ'ya bey'at edildigi haberini alir almaz, elbisesini yarim yamalak giydigi halde evden firlamis ve gidip Hz. Ebû Bekir'e bey'at etmistir (Taberî, Târih, III, 207). Onun aylarca Hz. Ebû Bekir'e bey'at etmedigi haberleri gerçege uygun olmasa gerektir. Çünkü onun Ebû Bekir'in üstünlügünü bildigi, onun hakkinda yaptigi konusmalar ve tarihin akisi, diger rivâyetlere aykiridir.
Râsulullah'in en yakin ashâbi arasinda -hattâ Ebû Bekir ile Ömer arasinda- zaman zaman ihtilâflar, görüs ayriliklari meydana gelmisse de ilk iki halife zamaninda da görüldügü gibi dâima birliktelik devam ettirilmistir. Anlasmazlik gibi görünen hâdiselerin birçogunda huy ve karakter farkliligi rol oynuyordu. Meselâ Ebû Bekir yumusak ve sâkin davranirken, Ömer sertlik yanlisiydi. Ama her zaman birlikte hareket ettiler. Ebû Bekir'in yönetiminde, Hz. Ali ve Zübeyr b. Avvam Ridde savaslarinda kararlarin içinde, namazlarda Ebû Bekir'in arkasinda yer almislardir (Ibn Kesir, el-Bidâye ve'n Nihâye, V, 249). Hz. Ali, Rasûlullah'in bir vasiyeti olsaydi ölünceye kadar onu yerine getirecegini söylemis (Taberî, a.g.e., IV, 236) ancak, Ibn Abbas'in Rasûlullah hastalandigi zaman ona gidip hilâfet isini sormak istemesini geri çevirmistir. Yani Hz. Ebû Bekir'in halifeligine karsi kimseden bir çikis olmamistir. Zaten tabii, fitrî, akli ve maslahata uygun olan da onun halifeligidir. Hz. Peygamber ölmeden önce yazili bir ahidname birakmamis, ancak Hz. Ebû Bekir'in faziletine dair Mescid'de konusmus, hasta yatagindayken onu israrla çagirtmis ve yerine imam tâyin etmistir.
Hz. Ebû Bekir, kendisine Rasûlullah'in mirasindan pay almak için gelen Hz. Fâtima'ya, "Rasûlullah'in yaptigi hiçbir seyi yapmaktan geri durmam" diyerek, Fâtima'nin peygamberin kizi olmasini dinin üstün tutulmasindan daha önemsiz görmüs ve Rasûlullah'in yanindayken ondan ne duymus, ne görmüsse onu tatbik etmistir (Taberî, III, 220). Sonralari Hz. Ali'nin hilâfeti zamaninda Fâtima'ya -ki, Ebû Bekir'e gidip miras isterken onu savunmustu- mirastan hiçbir sey vermemesi de ashâbin Rasûlullah'in sünnetine nasil itaat ettiklerinin delilidir (Ibn Teymiye, Minhâc'üs-Sünne, III, 230). Hz. Ebû Bekir "Rasûlullah'in Halifesi" seçildikten sonra Mescid'de yaptigi konusmada, "Sizin en hayirliniz degilim, ama basiniza geçtim; görevimi hakkiyle yaparsam bana yardim ediniz, yanilirsam dogru yolu gösteriniz; ben Allah ve Rasûlü'ne itaat ettigim müddetçe siz de bana itaat ediniz, ben isyan edersem itaatiniz gerekmez..." demistir (Ibn Hisâm, es-Sire, IV, 340-341; Taberî, Târih, III, 203).
Mürtedlerle Mücadele, Irak ve Suriye Fütühati
Hz. Ebû Bekir Rasûlullah'in halifesi olduktan sonra, onun vefâtiyla Arabistan'da Mekke ve Medine disindaki bölgelerde görülen dinden dönme hareketlerine, yalanci peygamberlere, "namaz kilariz, ama zekât vermeyiz" diyenlere karsi savas açti. Esvedu'l-Ansi, Müseylemetü'l-Kezzâb, Secah, Tuleyha gibi yalanci peygamberlerle yapilan savaslarla bu zararli unsurlar yok edilmis, isyan bastirilmis, zekât yeniden toplanmaya ve Beytü'l-Mal'e konulup dagitilmaya baslanmistir. Rasûlullah'in hazirladigi, ancak vefâti sebebiyle bekleyen Üsâme ordusunu Ürdün'e yollayan Ebû Bekir, Bahreyn, Umman, Yemen, Mühre isyanlarini bastirmistir. içte isyancilarla mücâdele edilirken, dista da iki büyük imparatorlugun, iran ve Bizans'in ordulariyla karsilasilmistir. Hîre, Ecnâdin ve Enbâr, savaslarla Islâm diyarina katilmis, Irak fethedilmis, Suriye'nin de önemli kentleri ele geçirilmistir. Yermük savasi devam ederken Hz. Ebû Bekir vefât etmistir. Onun ordusuna verdigi ögütlerde su ibareler vardir: "Kadin, çocuk ve yaslilara dokunmayin, yemis veren agaçlari kesmeyin, ma'mur bir yeri tahrip etmeyin, haddi asmayin, korkmayin." Gerçekten Islâm ordusu fethettigi yerlerde kimseye zulmetmemis, adaletiyle düsmanlarin takdirini kazanmis, müslüman olmayip da cizye vererek Islâm'in himayesine giren milletler huzur ve emniyet içinde yasamislardir.
Kur'ân-i Kerîm'in Toplanmasi, "Mushaf''in Meydana gelmesi
Hz. Ebû Bekir, Ridde harplerinde, vahiy kâtiplerinin ve kurrâ'nin birçogunun sehid olmasi üzerine, Hz. Ömer'in Kur'ân'in toplanmasi fikrine önce sicak bakmamissa da sonra ona hak vererek, Kur'ân âyetlerinin toplanmasini saglamistir. Rasûlullah zamaninda peyderpey inen vahiy, kâtiplerce ceylan derilerine, beyaz taslara, enli hurma dallarina yazildigi gibi, ashâbin çogu da Kur'ân hâfizi idi. Ancak, yazili olan âyetler daginikti, kurrâ da azalinca Kur'ân'in muhafazasi hususunda endise edildi. Ebû Bekir, Zeyd b. Sâbit'in baskanliginda bir heyet teskil ederek, herkesin elindeki âyetleri getirmesini emretti. Ayrica sâhitlerle âyetler dogrulaniyor, kurrâ' ile te'kid ediliyordu. Böylece bütün âyetler toplandi ve "Mushaf" meydana getirildi. Bu Mushaf Ebû Bekir'den Ömer'e, ondan da kizi Hafsa'ya geçti ve Hz. Osman zamaninda çogaltilarak Dârü'l-islam'in bütün vilâyetlerine dagitildi.
Vefâti
Hilâfeti iki sene üç ay gibi çok kisa bir müddet sürmesine ragmen Hz. Ebû Bekir zamaninda Islâm devleti büyük bir gelisme göstermistir. Hz. Ebû Bekir Hicrî 13. yilda Cemâziyelâhir ayinin basinda hicretten sonra Medine'de yakalandigi hastaliginin ortaya çikmasi üzerine yataga düsünce yerine Ömer'in namaz kildirmasini istedi. Ashâbla istisâre ederek Hz. Ömer'i halifelige uygun gördügünü söyledi. Hz. Ömer'in sert ve kaba olusu gibi bazi itirazlara cevap verdi ve hilâfet ahitnamesini Hz. Osman'a yazdirdi. Ebû Bekir (r.a.) de, çok sevdigi Rasûlullah gibi altmisüç yasinda vefât etti. Vasiyeti geregi Rasûlullah'in yanina -omuz hizasinda olarak- defnedildi. Böylece bu iki büyük insanin, iki büyük dostun, kabirlerinde de birliktelikleri devam etti.
Kisiligi ve Yönetimi
Tâcir olarak genis bir kültüre sahip olan Hz. Ebû Bekir, dürüstlügü ve takvâsi ile ashâb içinde ilk sirada yeralir. Karakteri; yumusak huyluluk, çok düsünüp çok az konusmak, tevâzu ile belirgindi. Hz. Âise'nin rivâyetine göre, "gözü yasli, gönlü hüzünlü, sesi zayif" biri idi. Câhiliye döneminde müsrikler ona güvenir, diyet ve borç-alacak islerinde onu hakem tanirlardi. Rasûlullah'in en sadik dostu olan Ebû Bekir'in Mirâc olayinda sergiledigi sonsuz baglilik örnegi ona "es-Siddik" lâkabini kazandirmistir. O bu olayda "O ne söylüyorsa dogrudur" demistir. Cömertlikte ondan üstünü de yoktur. Bütün malini mülkünü Islâm için harcamis, vefât ederken vasiyetinde, halifeligi müddetince aldigi maaslarin, topraklarinin satilarak iâde edilmesini istemis ve geride bir deve, bir köleden baska birsey birakmamistir. Dört esinden alti çocugu olan Ebû Bekir, kizi Âise'yi Rasûlullah ile hicretten sonra evlendirmistir (Tabakat-i Ibn Sa'd, VI, 130 vd.; Ibnu'l-Esir, II, 115 vd).
Hicret sirasinda magarada iken ayagini bir yilan soktugunda ve ayagi acidiginda o sirada dizine yatip uyumus olan Peygamber'i uyandirmamak için sesini çikarmamasi, aglarken Hz. Peygamber uyanip ne oldugunu sordugunda, "Anam-babam sana fedâ olsun ya Rasûlullah" demesi olayi Ebû Bekir'in Rasûlullah'a olan bagliliginin örneklerinden sadece biridir. Hz. Ebû Bekir'in beyaz yüzlü, zayif, dogan burunlu, sakallarini kina ve çivit otuyla boyayan sakin bir adam oldugu rivâyet edilir (Ibnü'l Esir, el-Kâmil fi't-Târih, II, 419-420). Rasûlullah'tan sonra bu ümmetin en hayirlisi Ebû Bekir'dir. O, Hz. Peygamber'in veziri, fetvâlarda en yakini idi. Rasûlullah'in, "insanlardan dost edinseydim, Ebû Bekir'i edinirdim" (Buhâri, Salât, 80: Müslim, Mesâcid, 38: Ibn Mâce, Mukaddime, II) ve "Herkeste iyiliklerimin karsiligi vardir, Ebû Bekir hariç" demesi ve son hutbesinde, "Allah, kullarindan birini dünya ile kendi katinda olan seyleri tercih hususunda serbest birakti; kul, Allah katinda olani tercih etti'' diye Ebû Bekir'i övmesi ve mescide açilan tüm kapilari kapattirip yalniz Hz. Ebû Bekir'in kapisini açik birakmasi ona verdigi degeri göstermektedir. Hz. Ebû Bekir'in nasslara aykiri hiçbir görüsü bize ulasmamistir, çünkü böyle bir reyi yoktur. Ebû Bekir nâsih sünneti çok iyi biliyor, Rasûlullah'i herkesten çok taniyordu. Bu yüzden hilâfetinde kendisine karsi içte muhâlif bir hareket olmamis ve fitneler görülmemistir (Buhâri, Fedâilü'l-Ashâbi'n-Nebî, 3 ). ihtilâf veya ihtilâflarda çözümsüzlük, bid'atler onun devrinde yasanmamistir. "Üzülme, Allah bizimle beraberdir" buyuran Rasûlullah'in haberi sanki lâfizda ve mânâda Hz. Ebû Bekir'de zâhir olmustur (Ibn Teymiye, Külliyat Tercümesi, Istanbul 1988, IV, 329).
Kaynaklarda onun, "Ben ancak Rasûlullah'a tâbiyim, birtakim esaslar koyucu degilim" diye kararlarinda çok titiz davrandigi zikredilir (Taberî, IV, 1845; Ibn Sa'd, III, 183). Bir meseleyi hallederken önce Kur'ân'a bakar, bulamazsa Sünnet'te arastirir, orda da bulamazsa ashâbla istisâre eder ve ictihad ederdi. Ganimetin bölüsümü meselesinde Muhâcir-Ensâr esitligi'nin ihtilâfa yol açmasinda Ömer'in Muhâcirlere daha çok pay verilmesini savunmasina ragmen ganimeti esit olarak bölüstürmüstür. O sebeple hilâfetinde huzursuzluk çikmadi. Rasûlullah ve kendisi, bir mecliste bir anda verilen üç talâki bir talâk saymislar, bu daha sonra-birçok "maslahat geregi" diye yapilan degisiklik gibi- üç talâk sayilmistir. Yani Ebû Bekir, Rasûlullah'in tüm uygulamalarini aynen tatbik etmek istemis; bazen -kalpleri Islâm'a isindirmak istenenlere toprak vermesi gibi- maslahat geregi veya zamanin degismesiyle hükümlerin degismesini söyleyen ashâbina uymustur. Müslümanlar henüz otuzsekiz kisiyken Mekke'de Mescid-i Haram'da Islâm'i teblig eden ve müsriklerce dövülen Ebû Bekir'e hilâfetinde "Halifet-u Rasûlillah" denilmis, sonraki halifelere ise "Emîrü'l-Mü'minîn" denilmistir. Mâlî islerini Ebû Ubeyde, kadilik ve kazâ islerini Hz. Ömer, kâtipligini Zeyd b. Sâbit ve Hz. Ali, baskumandanligini Üsâme ve Halid b. Velid yapmistir. Medine Dârü'l-Islâm'in baskenti olmus, Mekke, Taif, San'a, Hadramevt, Havlan, Zebid, Rima, Cened, Necran, Cures, Bahreyn vilâyetlere ayrilmistir. Yönetimi merkezî olup, ganimetlerin beste biri Beytü'l-Mal'de toplanmistir.
Hz. Ebû Bekir, Mukillîn denilen çok az hadis rivâyet eden ashâbdan sayilir. O, yanilip da yanlis birsey söylerim korkusuyla yalnizca yüz kirk iki hadis rivâyet etmis veya ondan bize bu kadar hadis rivâyeti nakledilmistir. Hutbe ve ögütlerinden bazilari söyledir:
"Rasûlullah vahy ile korunuyordu. Benim ise beni yalniz birakmayan bir seytanim vardir... Hayir islerinde acele edin, çünkü arkanizdan acele gelen eceliniz var... Allah için söylenmeyen bir sözde hayir yoktur... Herhangi bir yericinin yermesinden korktugu için hakki söylemekten çekinen kimsede hayir yoktur... Amelin sirri sabirdir... Hiç kimseye imandan sonra sagliktan daha üstün bir nimet verilmemistir... Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz (Ayr. bk. Ebû Nuaym, Hilye, l )
Kaynak: Sâmil Islam ansiklopedisi..