ŞAİR NÂBİ
1642 senesinde Urfa'da doğan Nâbi'nin asıl adı Yusuf'tur.Nâbi'nin babasının adı Seyyid Mustafa'dır. Ve soyu Şeyh Ahmed-i Nakşibendi'ye kadar uzanır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Nâbi'nin Urfa'daki hayatı ve gençlik dönemi hakkında pek bilgi bulunmamaktadır. Bulunan az bilgi de, iyi bir eğitim aldığı ve Yusuf Kalfa adındaki bir şeyhin müridi olduğundan ibarettir. Yusuf Kalfa, Nâbi'nin şiir yeteneğini farketmiş ve sanatını ilerletmesi için onu İstanbul'a göndermiştir.
Nâbi'nin İstanbul'a gelişi IV.Mehmet'in padişahlığı zamanlarına denk gelir. Nâbî İstanbul'a varır varmaz hemen önemli paşalara şiirler yazmış, yardım taleplerinde bulunmuştur.
Nâbi, Divan şairlerimiz arasında kendine özgü bir tarzın sahibi bir şair olarak dikkat çeker. Onun şiiri hikemi bir şiirdir. Bu yüzden Nâbi şiiri denilince akla çağdaşlarına göre daha yalın bir dille yazılmış, öğretici vasfı bulunan bir şiir gelir. Nâbi'nin böyle bir tarzın sahibi olması, devriyle de alakalı bir husustur. Çünkü, yaşadığı devir Osmanlı'nın duraklama devridir. Ortada ciddi anlamda problemler vardır. Şair, bunlar karşısında kendini sorumlu hisseden bir insan tavrıyla olumsuzlukları tenkit etmek ve çözümler üretmek istemektedir. Fakat, O onca didaktik tavrına rağmen sanat değeri yüksek şiirler yazmayı da başarmış ve bu yüzden devrinde ve sonraki zamanlarda adı hep şöhretli şairler arasında anılmıştır.
Nâbi'nin şöhreti elbette yazdığı toplumcu ve öğüt verici şiirleriyle alakalıdır ama onu yine genel özellikleri itibarıyla diğer Divan şairlerinden ayrı bir yerde tutamayız. Nâbi de hemen bütün Divan şairleri gibi şiirlerini İslam ve tasavvuf inanışı çerçevesinde bir şiir dünyası kurmuş, bu dünya içerisinde yine diğer şairler gibi münacat, naat tarzında yazdığı şiirleriyle bir Müslüman şair olmanın bilinciyle hareket etmenin örneğini vermiştir. Bu tarz şiirleri arasında yazdığı bir Naat-ı Şerif ise gerek yazılış hikâyesi gerekse muhtevası ile edebiyatımızın hâlâ unutulmayan metinleri arasındadır.
Bu şiir, samimi peygamber sevgisinin anıt bir eseridir. Fakat, şiire geçmeden önce yazılış hikâyesinden bahsedelim:
Anlatılanlara göre Nâbî, 1678 yılında devlet ricaliyle birlikte hac niyetiyle yola çıkar. Peygamber sevdalısı bir şair için Medine'ye gitmek, Hz. Peygamber'in kabr-i şeriflerini ziyaret etmek çok heyecan verici bir olaydır. Medine'ye yaklaştıkları sırada ise bu heyecan doruk noktasına ulaşır. Bu esnada bir gece istirahatında iken bir paşanın ayağını Medine tarafına uzattığını görür. Bu durum onu son derece üzer. O anda kalbine dolan ani bir ilhamla şu naatı okur:
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu
Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafa'dır bu
Felekte mâh-i nev Bâbü's-selâm'ın sîne-çâkidir
Bunun kandili Cevzâ matlâ-i nûr-i ziyâdır bu
Habîb-i kibriyâ'nın hâbgâhıdır fazilette
Teveffuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâdır bu
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil
Amâdan açtı muvcûdat çeşmin tûtiyâdır bu
Mürâât-i edeb şartıyla gir Nabî bu dergâha
Metâf-i kudsiyândır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu
Paşa, Hz. Peygamber toprağındaki saygısızlığını ikaz eden bu şiir karşısında şiire konu olan kişinin kendisi olduğunu anlamakta gecikmez. Hemen toparlanarak Nâbi'ye bu şiiri ne zaman yazdığını, başkalarına okuyup okumadığını sorar. Nâbi de hayır, ilk defa şimdi söylüyorum ve sizden başka duyan da olmadı. cevabını verir. Paşa, bunun üzerine bu durumun aralarında bir sır olarak kalmasını rica eder. Nâbi, bu ricaya bir sükûtla cevap verir ve konu şimdilik kapanmış gibi olur.
Biraz sonra kafile, yola devam için harekete geçer. Sabah ezanı vaktinde Medine'ye ulaşırlar. Şehre girerlerken Mescid-i Nebi müezzinlerinin bir naat okuduğunu fark ederler. İşin ilginç yanı bu naat, Nâbi'nin az önce okuduğu naattır. Nâbi de Paşa da bu durum karşısında hayrette kalırlar.
Namaz bitip cemaat dağılırken Nâbi ile Paşa, heyecan içinde müezzinlerin yanına varıp okudukları naatın kimin olduğunu ve nerden öğrendiklerini sorarlar. Müezzin, konunun kendisi için bir sır olduğunu düşünerek önce cevap vermek istemez. Fakat Nâbi, ısrar eder. Bu naatı az önce kendisinin söylediğini belirtir. Bu defa heyecanlanma sırası müezzinlere gelmiştir.Senin ismin Nâbi mi? Diye sorar şaire...Evet cevabını alınca ellerine kapanır ve olayın açıklamasını yapar. Cevap şöyledir: Bu gece Allah Rasulü rüyamızda bize, ˜Ümmetimden Nâbi isimli bir şair, beni ziyarete geliyor. Bu zat, bana karşı son derece büyük bir sevgi ile doludur. Bu aşkını ifade için şöyle bir naat yazmıştır. Siz, bu natı bu sabah minarelerden onun buraya beni ziyarete gelişi şerefine okuyun.
Bu açıklama karşısında, Paşa'nın utancını, Nâbi'nin ise sevincini anlatmaya gerek yok sanırım. Zaten bu iki ruh halini tasvir de imkânsızdır. Paşa, utancını hangi kelimelerle dile getirmeye çalıştı bilinmez ama Nâbi'nin dudaklarından şu kelimeler dökülür: Demek ki sevgili peygamberimiz bana ümmetim dedi. Demek ki iki cihan güneşi beni ümmetliğine kabul etti.
Burada şiirin açıklamasını da verelim ki Nabi'nin söyledikleri daha iyi anlaşılsın.
Diyor ki şair; Cenab-ı Hakk'ın nazargâhı ve O'nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed Mustafa'nın makamı ve beldesi olan bu yerde edebe riayetsizlikten sakın./
Gökyüzünde hilâl, O'nun selâm kapısının yüreği yaralı âşığıdır. Semadaki Cevza(ikizler burcu)nın nur ve ışık yanağı O'dur./
Burası Sevgili Peygamberimiz'in istirahatgâhıdır. Fazilet açısından ise Cenab-ı Kibriya'nın arşının da üstündedir./
Bu mübarek toprağın ziyasından yokluk karanlığı sona erdi. Varlık âlemi, körlük ve yokluktan gözünü onun sürmesiyle açtı./
Ey Nâbi, bu dergâha edep kurallarına uyarak gir. Zira; burası meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin hürmetle öptüğü mübarek bir makamdır.
Nâbi'nin bu hac seyahatinde kendisine salih bir amel olarak kazandığı bu naat, yazıldığı günden bu yana inanmış gönülleri aşk ve heyecanla coşturur, peygamber sevginsini, ona bağlılığının hangi boyutlarda olduğunu gösterirken, bir başka eserle daha taçlandırır bu kutlu seyahatini... O da bu hac ziyaretini nesir diliyle anlattığı ama yer yer şiirlerle de süslediği Tuhfetü'l-Harameyn isimli gezi kitabıdır. Bu kitapta anlatılanlar bu naatla birlikte okunduğunda Nabi'nin bu yolculuktan ne kadar ulvi duygularla döndüğü ve nasıl ruhsal bir arınmaya muhatap olduğu daha iyi görülecektir.
Şair Nâbi, sözünü ettiğimiz bu naatıyla hepimiz için nasıl imrenilecek bir noktada olduğunu gösteriyor bize. Ama onun bu sırrını anlamak istiyorsak işe aslında şairin müstear isminin manasından söz etmek gerekiyor. Bilindiği gibi şairimizin asıl adı Yusuf'tur. Nâbi, onun hiçlik-yokluk anlamına gelen mahlasıdır. Bilindiği üzere Na ve Bi kelimeleri Arapça ve Farsça'da yok anlamına gelmektedir. Nabi'nin ismiyle ilgili bu ayrıntı bize çok önemli bir hususu hatırlatıyor. Varlık kapısına ulaşmak ve lütufla muamele görmek için insanın önce yokluk elbisesini giymesi gerekiyor. Şair Nabi, kendine aldığı bu müstearıyla bize böyle bir ders de veriyor. Öyle ki insan böylesi bir gönle sahip birisi ise kendi ölümüne bile tarih düşürür. Onun Nâbî be-huzûr âmed sözünü de içine alan Farsça bir kıtasının içinde yer alan bu mısra da bilmeliyiz ki varlık kapısına yokluk elbisesiyle gitmesinin karşılığında muhatap olduğu peygamberi lütfun eseri olsa gerektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Daha sonra Haleb'e giden Nâbi burada evlenip aile kurarak devletin yardımlarıyla rahat bir yaşam sürer. Şair bu dönemden sonra çok az şiir yazmıştır:. II. Mustafa'nın tahta çıkmasıyla ona bir kaside yazar ayrıca vezir olan dostlarının tebrik için şiirler yazar. Gerek bu durgunluğu, gerekse devletin yüksek makamlarındaki dostlarının azalması Nâbî'ye sıkıntılar yaşatır. Maaşı kesilir, devletin verdiği ev elinden alınır. Fakat daha sonra Baltacı Mehmed Paşanın yardımıyla maaşını ve evini geri alır. Ayrıca yine Baltacı sayesinde 20 yıl uzak kaldığı İstanbul'a geri döner. Nâbî'nin İstanbul'a dönüşü diğer şairler tarafından çok olumlu karşılanır. Bu durum Nâbî'nin o dönem diğer şairler tarafından otorite olarak kabul edildiğini, sevilip saygı duyulduğunu gösterir. Hatta Sabît'in:
Geldi bir kadri büyük zat-ı mübarek mihmanâ sözlerini içeren kasidede bu hayranlığın boyutlarını görebiliriz.
Şair geri kalan ömrünü İstanbul'da geçirmiş, burada yaşlanmış ve dönem şairlerinin eserlerinde anlattıklarına göre 1712 yılında vefat etmiştir.
Sanatı;
Nâbî, Türkçe Divanının önsüzünde şiirlerini henüz tamamlanmamış olarak belirtir. Bu durumu Nâbi'nin kendi el yazması orijinal Divan nüshasında görülür. O nüshaya baktığımızda şairin şiirleri üzerinde düzeltmeler, eklemeler yaptığını görürüz.
Nâbî şiirlerinde anlama çok önem verir. Onun şiirlerinde mana kelimesi sık sık geçer. Nâbî'ye göre; şiirde ince manalar kullanılmalıdır. Ona göre şiirdeki manalar işitilmemiş, söylenmemiş, taze olmalıdır.
Bazı gazellerinde sade dil taraftarı olduğunu açıklayan Nâbî'nin eserlerine genel olarak bakıldığında farklı farklı dil özellikleri görülür. Divanındaki gazel ve kasidelerinde yer yer sade dil görülse de, Nâbî'nin fazla kullanılmayan, işitilmeyen, sözlük sayfaları arasında unutulmuş, dolayısıyla sade olmayan kelimeler kullanma taraftarlığı birbiriyle çelişir ve genel olarak Nâbî sade dil anlayışını pek uygulayamamıştır. Fakat şu da unutulmamalıdır ki Nâbî, Türkçe'ye büyük bir hayranlık duyar. Şair uzun süre Halep'te yaşamasına ve Arapça'ya çok iyi hakim olmasına rağmen Türkçe'yi daima Arapça'dan üstün tutar.
Nâbî'nin şiirlerindeki bir başka önemli husus da, onun redifli gazelleridir. Nâbî, sıklıkla redifleri gazel, suhan, mana, zahir, nazenin, dil-nişin redifli gazeller yazmıştır.
Eserleri:
Nâbî'nin 6 sı manzum (şiir), 4'ü mensur (nesir, düz yazı) olmak üzere toplam 10 eseri vardır.
Manzum Eserleri:
* Hayri-name (oğlu Hayri'ye yazdığı öğütler içeren eser)
* Tercüme-i Hadis-i Erbain (hadis tercümesi)
* Hayrabat (bir hikaye)
* Sûr-name (şehzade Mustafa ve Ahmed'in sünnetleri vesilesiyle yazılmış, onların sünnet törenini anlatır)
* Farsça Divan
* Türkçe Divan
Mensur Eserleri:
* Fetih-name-i Kamaniçe (Kamaniçe'nin fethini anlatır)
* Tuhfet'ül Harameyn (Hac yolculuğunu anlatır)
* Zeyl-i Siyer-i Veysi (Veysi'nin yarım kalmış siyerini tamamlamak için yazmıştır) (siyer: Hz. Muhammed'in hayatını anlatan eser)
* Münşeat (Nâbî'nin mektuplarından oluşur
Sözü onun bir beytiyle tamamlayalım:
Gönül ne arzû-yı câh ider ne tâc u taht ister
Reh-i himmette ancak kalb-i nerm ü pâ-yı saht ister.
Diyor ki şair: Gönül ne rütbe, ne tac ne de taht ister. O gayret yolunda yumuşak bir kalp ile sebat eden bir ayak ister.
Hayatı boyunca istikamet üzere olan bir şairin bu tutumunu sanırım bundan daha güzel ifade imkânı yoktur. Evet, ne rütbe ne tac... Allah'ın rızasına, sevgilisinin şefaatine nail olabilmek... Gaye budur. Bunun yolu da yumuşak kalp, sebat eden bir ayak sahibi olmaktan geçiyor...
13-01-2016, 16:52
beaverss
Sanaat Güneşimiz
Türk Sanat Müziği sanatçısı Zeki Müren 6 Aralık 1931 yılında Bursada doğmuştur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bursa da başladığı orta öğrenimini İstanbulda Boğaziçi Lisesinde tamamladı.
İstanbulda Devlet Güzel Sanatlar Akademisinin Yüksek Süsleme Bölümü Sabih Gözen atölyesinden mezun oldu.
Desen çalışmalarını öğrencilik yıllarından başlayarak pekçok kez sergiledi.
Zeki Müren, Bursada tamburi İzzet Gerçekerden aldığı solfej ve usül dersleriyle musiki bilgileri öğrenmeye başladı.
1949da, Boğaziçi Lisesinde okurken Agopos Efendi (sinema yönetmeni ve senaryo yazan Arşavir Alyanakın babası) ile udi Kirkordan aldığı derslerle de musiki eğitimini sürdü.
Daha sonra fasıl musikisini iyi bilen ve geniş bir repertuvarı olan Şerif İçli den çeşitli eserler meşk etti; Refik Fersandan, Sadi Işılaydan, Kadri Şençalardan yararlandı. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
1950de sınavla İstanbul radyosuna girdi.
İstanbul radyosunda 1951de, canlı olarak yayımlanan bir programda ilk radyo konserini verdi ve bu konseri çok beğenildi.
Bundan sonra Türkiye radyolarında düzenli olarak okumaya başladı.
Radyo programları on beş yıl sürdü, bunların çoğu canlı yayın programlarıydı.
Zeki Müren bundan sonra kendini daha çok sahne ve plak çalışmalarına verdi.
Alışılmış kalıpları zorlayan elbiseleri ve sahne davranışı ile halkın ilgisini sürekli olarak üstünde tutmayı başardı.
Zeki Müren 600ü aşkın plak ve kaset doldurdu.
Plağa okuduğu ilk şarkı Şükrü Tunarın Bir muhabbet kuşu güfteli şarkısıdır.
Zeki Müren 1955te Manolyam adlı şarkısıyla Türkiyede ilk kez verilen Altın Plak Ödülünü kazandı.
Zeki Müren Türkiyede en çok konser veren ses sanatçısıdır.
Bir yılda yüz konser verdiği dönemler olmuştur. Kendisine sanat güneşi ünvanı verilmiştir.
Yabancı ülkelerde de birçok konser vermiştir.
İki yüz dolayında şarkı besteledi. On yedi yaşındayken bestelediği Zehretme hayatı bana cânânım mısraıyla başlayan acemkürdi şarkı bestelediği ilk şarkıdır.
Büyük bir ticari başarı kazanan bu filmden sonra şarkılarının çoğunu kendisinin bestelediği on sekiz filmde daha oynadı.
1955te de Arena Tiyatrosunca sahneye koyulan Çay ve Sempati adlı oyunda da baş roldeki oyuncuydu. Ayrıca Bıldırcın Yağmuru isimli bir şiir kitabı da vardır.
Zeki Müren kalp rahatsızlığı ve şeker hastalığı yüzünden 1980den sonra sahne hayatından ve musikiden uzaklaştı.
Bodrum daki evine kapandı, münzevi bir hayat yaşadı. 24 Eylül 1996 Çarşamba günü, TRT İzmir Televizyonunda kendisi için düzenlenen tören sırasında geçirdiği kalp krizi sonucu hayata gözlerini yumdu.
Cenazesi görülmemiş bir halk kalabalığının katılmasıyla büyük bir törenle kaldırıldı.
Mezarı, doğum yeri olan Bursada Emirsultan mezarlığındadır.
Zeki Müren Vasiyetinde mirasının en büyük bölümünü Mehmetçik Vakfı na bıraktı.
13-01-2016, 16:57
beaverss
Bedia Muvahhit Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
16 Ocak 1897 yılında doğdu.
Türkiye'nin ilk müslüman kadın oyuncusudur.
Kadıköy Terakki Mektebi ve Notre Dame de Sion Lisesi'nde okumuş ve küçük yaşta Fransızca ve Rusça öğrenmiştir. Öğrenimini sürdürürken o yıllarda kurulan Telefon Şirketi'nde çalışan ilk kadınlardan biri oldu. 1921'de Erenköy Kız Lisesi'nde Fransızca öğretmenliğine başladı.
Sanat yaşamı 1908'de başlamış sayılır. Ancak 1914'te yeni kurulan Darülbedayi'ye girdi. İlk filmi, 1923 yılında Muhsin Ertuğrul'un teklifiyle başladığı Halide Edip Adıvar'ın Ateşten Gömlek romanından sinemaya uyarlanan filmdir. Bu filmde canlandırdığı Ayşe karakteri ile Türk sinemasının Neyyire Ertuğrul'la birlikte ilk kadın oyuncularından biri oldu. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
1923'te, Ceza Kanunu adlı oyunla sahneye çıkmasıyla tiyatro yaşamı da başlamış oldu. Sanat yaşamı boyunca 200'ün üzerinde oyunda ve sayısız sinema filminde rol aldı. Bedia Muvahhit, 1975 yılında Şehir Tiyatroları'ndan emekli oldu. 1987 yılında Devlet Sanatçısı unvanını aldı.
Sanatçı bir ev kazası sonrası kaldırıldığı İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi hastanesinde 20 Ocak 1994 günü vefat etti.
1995 yılından itibaren, Türk Kadınlar Birliği tarafindan Şehir Tiyatroları'nın genç kadın sanatçılarına Bedia Muvahhit Tiyatro Ödülü verilmektedir.
16. Bedia Muvahhit Ödülü, 2010 yılında şehir tiyatroları sanatçısı Aslıhan Kandemir'e verildi.
Sanatçının hayat hikâyesi pek çok kitaba ve araştırmaya konu olmuştur. Hakkında yazılan kitaplardan biri de Gökhan Akçura tarafından kaleme alınan Bedia Muvahhit -Bir Cumhuriyet Sanatçısı'dır.
Rol aldığı filmler
Ateşten Gömlek (1923)
İstanbul Sokaklarında (1931)
Karım Beni Aldatırsa (1933)
Beklenen Şarkı (1953)
Paydos (1954)
Yaşlı Gözler (1955)
Son Beste (1955)
Gülmeyen Yüzler (1955)
Çapkınlar (1961)
Gönül Ferman Dinlemez (1962)
Bir Gecelik Gelin (1962)
Belalı Torun (1962)
Barut Fıçısı (1963)
Genç Kızlar (1963)
İstanbul Kaldırımları (1964)
Kaynana Zırıltısı (1964)
Manyaklar Köşkü (1964)
Gençlik Rüzgarı (1964)
Halk Çocuğu (1964)
Anasının Kuzusu (1964)
Gel Barışalım (1964)
Sarı Kızla Kopuk Ahmet (1964)
Hizmetçi Dediğin Böyle Olur (1964)
Hep O Şarkı (1965)
Sevinç Gözyaşları (1965)
Bozuk Düzen (1966)
Aşkın Gözyaşları (1966)
Çalıkuşu (1966)
Sokak Kızı (1966)
O Kadın (1966)
Sevgilim Artist Olunca (1966)
Şoförün Kızı (1966)
Evlat Uğruna (1967)
Sen Benimsin (1967)
Zehirli Hayat (1967)
Dünyanın En Güzel Kadını (1968)
Katip (1968)
Ateşli Çingene (1969)
Esmerin Tadı Sarışının Adı (1969)
Lekeli Melek (1969)
Son Mektup (1969)
Tatlı Sevgilim (1969)
Yumurcak (1970)
Rol aldığı bazı oyunlar
Hisse-i Şayia, Taş Parçası, Aktör Kin, Yorgaki Dandini,
Hamlet, Devlet Kuşu, On İkinci Gece, Matmazel Julie,
Aynaroz Kadısı, Hortlaklar, Mürai, Tersine Akan Nehir,
Bir Kavuk Devrildi, Venedik Taciri, Fermanlı Deli Hazretleri,
Mum Söndü, Bir Ölü Evi, Otello, Kafes Arkasında, Kafatası,
Lüküs Hayat, Yarasa, Müfettiş, Saz-Caz,
Mırnav, Ayaktakımı Arasında, Tebeşir Dairesi, Ahududu,
Küçük Şehir, Oyun İçinde Oyun, Deli Saraylı, Kibarlık Budalası,
Sana Rey Veriyorum, Deli Dolu, Suç ve Ceza, Çifte Keramet,
13-01-2016, 16:59
beaverss
Şeyh Galip ( 1757-1799)
1757'de İstanbul'da doğdu.
Divan edebiyatımızın son büyük şairidir. Asıl adı Mehmed Esad olan Şeyh Galib'in babası Reşid Efendi, annesi Emine Hatun'dur.
Babası tasavvuf eğitimi almış, mevleviliğe ve melamiliğe bağlı şiirlerle uğraşmış, kültürlü bir kişidir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Şeyh Galib'in dedesi Mehmed Efendi de mevlevi tarikati aydınlarındandır.
Şeyh Galib ilköğretimini babasından gördü. Hamdi adlı bir bilginden Arapça dersi almış ve kendisine Esad mahlasını veren Süleyman Neşet'ten de öğrenimi sırasında faydalanmıştır.
Galib ilk şiirlerinde Esad mahlasını kullanmıştır. Fakat bu adın başkalarınca kullanıldığını görerek Galib mahlasını almıştır.
Yirmi dört yaşındayken Divan'ını yazmıştır. 26 yaşındayken Türk Edebiyatı'nda mesnevi türünün en başarılı örneklerinden biri sayılan "Hüsn ü Aşk" adlı eşsiz eserini yazmıştır.
Bir yıl ilimle ve eserlerini yazmakla uğraştı.
Bu tarihte Galata Mevlevihanesi sonra Konya'da Mevlana dergahında çileye girmiştir.
Fakat babasının isteği üzerine çileyi tamamlamadan İstanbul'a dönmüştür. Yenikapı mevlevihanesinde yeniden çileye girdikten sonra hücreye çıkmıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Sütlüce'deki evinde, 1791 yılına kadar şeyhlik yaptı. Sekiz yıl süren dergah şeyhliği sırasında Sultan III. Selim, Valide Sultan, padişahın kız kardeşi Beyhan Sultan'ın yakınları arasında yer aldı.
Onların takdirlerini kazandı.
Şeyh Galib 1799 yılında İstanbul'da vefat etti.
Mezarı Galata Mevlevihanesi'nin avlusundaki türbededir.
Şeyh Galib'in çevresini derinden etkileyen kuvvetli bir şahsiyeti, kendisine ve sanatına tam güveni olduğu anlaşılıyor.
Şeyh Galip Eserleri
•Divan (Şiirler)
• Hüsn ü Aşk (Güzellik ve Aşk)
• Şerh-i Cezîre-i Mesnevî
• Es-Sohbetü's-Sâfiyye
14-01-2016, 07:32
beaverss
Sabite Tur Gülerman Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Ocak 1927'de babası Hasar Tur'un görevli olarak bulunduğu Çorum'un Kargı ilçesinde doğdu.Annesi ise Ayşe Kezban Tur(1902-1983)'dur.Ailesi çok kısa bir süre sonra İstanbul'a yerleşti. Sabite Tur Beyoğlu Ortaokulu'nu bitirdi, ilk musiki hocası klarnetçi Salih Orak'tır. Daha sonra Eyyubî Ali Rıza Şengel'le çalıştı; ondan uzun yıllar ders aldı. Klasik musiki üslubunu ve repertuvarını öğrendi. Ayrıca Selahattin Pınar ile Saadettin Kaynak'tan yararlandı.
Sabite Tur musiki icrasına radyoda başladı; 1948'de Ankara Radyosu'na girdi, iki buçuk yıl Ankara'da çalıştıktan sonra İstanbul'a geldi. Tepebaşı gazinosunda da okumaya başladı; bu gazinoda Selahattin Pınar'la birlikte sahneye çıktı. Bir yandan da İstanbul Radyosu'nda okuyordu.
Radyo ve sahne çalışmalarının dışında 78 ve 45 devirli plaklar doldurdu, 1970'li yıllarda televizyonda da solo konserler verdi. 27 Mayıs 1989'da İstanbul'da öldü. Mezarı Küçükyalı'dadır. Sabite Tur, Ses Tiyatrosu'nun kurucularından, tiyatro oyuncusu Rafet Gülerman (1919-2001) ile evliydi.
Sabite Tur Gülerman 1950 sonrasının en başarılı hanendelerindendir. Çok kıvrak bir hançeresi vardı. Ses alanı her eseri okuyabilecek kadar genişti; özellikle sesinin tiz bölgesine çok hakimdi; tiz perdelerin kullanıldığı eserleri yerinden, hatta daha da tiz akortlardan okurdu. Gülerman klasik ve çağdaş musiki repertuvarının en zor eserlerini başarıyla seslendirmiştir. Gülerman'ın özellikle klasik eserlerdeki yorumu musiki çevrelerinde çok beğenilmiştir. Kendi döneminde yaşayan bestecilerin eserlerini de başarıyla okumuştur.
Gülerman radyonun gerçek yıldızlarındandı. Radyo programları onun yurt çapında sevilen bir ses olmasını sağlamıştır. .Özellikle "Erişti nevbahar eyyamı" isimli şarkıyı yorumlaması ile tanınır oldu. "Keman sesli kadın" olarak anıldı.
Mezarı ise Küçükyalı Mezarlığında bulunmaktadır...
14-01-2016, 07:34
beaverss
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Yunus Emre kimdir? Yunus Emre nin hayatı
Halk ve tasavvuf edebiyatının en önemli isimlerinden Yunus Emre nin hayatı hakkında bilgiler
Yunus Emre (1240 Eskişehir-1321), Anadoluda yaşamış, şiirlerini Türk diliyle kaleme almış mutasavvıf ve halk şairidir. Yunus Emre'nin hayatı hakkında kesin bilgilerimiz bulunmamaktadır. Bilgilerimiz kimi eserlerinde kendi hakkında yazdıklarına ve menkıbelere dayanmaktadır.
Bu menkıbelere göre çiftçilikle geçinenYunus Emre kıtlık çıkınca Kırşehir'de bulunan Hacı Bektaş Veli'nin yanına gitmeye karar verir; çünkü Hacı Bektaş kapısına gelen kimseyi geri çevirmezdi. Hacı Bektaş Yunus Emre'yi çok sever ve buğday mı, himmet mi istediğini sorar. Yunus himmetin karın doyurmayacağını, buğday istediğini söyler. Buğdayı alır, yolda pişman olup geri döner. Himmet istediğini söyler. Hacı Bektaş o anahtarı Taptuk Emre'ye verdiğini söyleyince Yunus Taptuk Emre'nin yanına gider, derviş olur ve kırk yıl boyunca dergaha odun taşır ve bir kez bile eğri odun getirmez. Soranlara o kapıdan odunun bile eğrisinin giremeyeceğini söyler. Yunus Emre erenlik mertebesine ulaşmak için her şeyi yapar fakat hiçbir zaman ulaştığını düşünmez. En sonunda dergahtan ayrılır.
Dergahtan ayrıyken yaşadıkları sonucunda erenlik mertebesine ulaştığına kani olan Yunus Emre, dergaha geri döner. Hayatını dergahta kaybettiği rivayet olunur.
Yunus Emre halk için halkın diliyle yazmış, bu nedenle de iyi anlaşılmış ve çok sevilmiştir. Şiirleri tasavvufidir. Aruz ölçüsüyle de şiirler yazmış olmasına rağmen en önemli şiirleri hece ölçüsü ile yazdıklarıdır. Yunus Emre'nin Risaletün-Nushiyye ve Divan adlarında iki eseri bulunmaktadır.. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Ya nice okumaktır
Okumaktan murat ne
Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir
Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eğer Hak bilmez isen
Abes yere gelmektir
Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır
Yiğirmi dokuz hece
Okursun uçtan uca
Sen elif dersin hoca
Mânâsı ne demektir
Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir
Yunus Emre
14-01-2016, 07:35
beaverss
Jeanne d'Arc'
Doğumu : 6 Ocak 1412
Ölümü (Yakılması )30 Mayıs 1431
Yüz yıl savaşları boyunca İngiltere 'ye karşı ülkesi Fransa ya memleketi Lorraine deki cephelerden başlayarak manevi anlamda büyük destek olan ve sonradan ünü Fransa'nın dört bir yanına yayılmış bir Fransız katolik azizesidir.
Fransa'nın kuzey doğusundaki Manş Irmağı'nın üzerinde bulunanDomremy köyünde doğdu
12 yaşındayken St. Catherine, St. Margearet ve St. Micheal tarafından Fransa Kralı vıı Charles ile Yüzyıl savaşları esnasında İngiliz hakimiyeti altındaki Fransa'yı koruması için vizyonlar aldığı söylemiştir.
Aldığı vizyonların sıklaşmasının sonucunda yaşadığı dönemde çok riskli bir karar olmasına rağmen 16 yaşında evinden ayrılmıştır.
VII. Charles ile görüşmüş ve Poitiers 'de din adamlarından oluşan kurulda bir takım sınavlardan geçtikten sonra kral tarafından verilen izinle Fransa Ordusu'nda katılıp İngilizlere karşı savaşmıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bir dizi zaferli savaştan sonra 23 Mayıs 1431 tarihinde, Compiègne'de İngiliz hizipleri tarafından yakalanıp İngiliz yanlısı Beauvais Piskoposu Pierre Couchon'un başkanlığındaki bir engizisyon mahkemesinde erkek giysileri giyip savaşan ve gaipten sesler duyan bir kâfir olduğunu öne sürülerek henüz 19 yaşındayken 30 Mayıs 1431 tarihinde Rouven kentinde 10.000 kişinin toplandığı Vieux-Marchè meydanında diri diri yakılmıştır.
Ölümünden 490 yıl sonra öldürme kararını veren aynı kilise tarafından azize ilan edilmiştir.
Jeanne D'arc, Fransa'nın Koruyucu Azize' si ve Orleans Bakiresi olur.
Ve St. Denis, St. Tours Martin, St. Louis, St. Michael, St. Remi, St. Petronilla, St. Radegund ve St. Lisieux Thérèse ile beraber önemli azizelerinden sayılır.
Ölmeden önce ve öldükten sonra adını korumak için görülmüş tüm mahkeme kayıtları bugün Fransa Millî Kütüphanesi'nde saklanmaktadır.
Yaşadığı tarihteki diğer kişiler ile kıyaslandığında, hakkında en çok şey bilinen kişilerden biridir. Jan Dark bugün Fransanın 'nın en önemli azizelerinden ve kutsal ikonlarındandır.
Hayatı edebiyatta ve sinemada yoğun şekilde konu edilmiştir.
14-01-2016, 07:36
beaverss
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
ALADDIN ATTAR HAZRETLERİ
[B]ALADDIN ATTAR HAZRETLERİ
1 . Bölüm) Adı: Muhammed b. Muhammed Buharidir. Şah-ı Nakşibendin en büyük halifesi ve damadı.
Şah-ı Nakşibend daha hayatta iken bir çok talebelerini ona havale ederdi ve derlerdi ki: Alaüddin bizim yükümüzü hafifletti.
Henüz çocuk iken Şah-ı Nakşibend hazretleri temiz annesine
Alaüddin buluğa erince bana bildiriniz diye tembih eylemişti. Buluğa erişince Şah-ı Nakşibend hazretleri Kasri Aırifan dan kalkıp, şehre gelerek Alaüddinin tahsilde bulunduğu medreseye gidip, altında bir eski hasır, başı altında bir tuğla, önünde bir kitap mütalaa etmekte olduğunu görür.
Alaüddin, Şah-ı Nakşibend hazretlerini görür görmez, saygı için ayağa kalkar, hazreti haceyi, hücresinde daha iyi bir yer olmadığı için kendi yerine oturtur. Sonra hazreti hace, Alaüddine hitaben:
Eğer kabul edersen, evimde henüz büluğa ermiş temiz bir kızım vardır. Sana tezviç edeyim buyurduklarında hace Aftar, tam bir edeple: Bu hakir hakkında büyük bir lütuf ve saadet buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz ki yanımda dünyalık olarak hiçbir şeyim yoktur diye arzeyleyince, Hazreti Şah-ı Nakşibend:
Benim kızım sana müyesser ve mukadderdir. Rızkınız da Allahü Tealanın gayb hazinelerinden gönderileceği bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme buyurup, iffet ve ismet sahibi kızını hace Attara akd ve tezvic eylemişler.
Alaüddin Attarın bu afifeden Hace Hasan Attar, Hace Şehabeddin, Hace Mübarek ve Hace Alaeddin adlarında oğulları dünyaya gelmiştir.
Büyük alim Seyyid Şerif Cürcani diyor ki: Alaüddin-i Attar hazretlerinin sohbetine kavuşunca Rabbimi tanıyabildim. 0 zamana kadar cahil idim.
Hastalıkları esnasında şöyle nasihat ettiler: Merasim ve adetleri bir tarafa bırakınız. Halkın adeti neyse, aksini yapınız. Birbirinize uyunuz! Allahm Resulunun gelişi, insanların me-rasim ve adetlerini bıraktırmak içindi. Birbirinize sığınınız ve her biriniz kendinizi nefyetip diğerinizi doğrulayınız. Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz. Sohbet en büyük sünnetlerdendir. Bu sünnete riayet edip, umumi ve hususi şekilde ona devam ediniz.
Eğer bu yolda istikamet gösterirseniz, tek nefesteki hasılatınız, benim bir ömür boyu kazancım kadar olur. Vasiyetimi çiğneyecek olursanız perişan olursunuz.
Yine buyurdu: Sohbet müekked sünnettir. İki günde bir bu taife ile sohbet edip bunların edeplerine hakkıyla riayet eylemek lazımdır, Eğer arada zahiri uzaklık varsa, hiç olmazsa ayda veya iki ayda kendi zahiri ve Batıni halini mürşidine bildirmek gerekir. Aradaki mesafe ne olursa olsun, mürit hayal yoluyla, mürşidine yükselmeli, onunla meşgul olmalıdır ki, külli uzaklık ve gaflet ona hakim olmasın.
Son hastalığında buyurdu: Allahü Tealanın İnayeti ve Hace Bahaeddin hazretlerinin nazar ve himmetleri ile, istesem bütün insanları velayet mertebesine kavuştururdum.
Kendisinde sahiv liali çok idi. Muhammed Parisa hazretlerinde ise kendinden geçme hali çok olurdu. Sahiv, yani kendinde olmak halinin sekirden üstün olduğuna hakikat sahipleri bildirmişlerdir.
2-) bolum: Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri buyurur:
Hazreti Hace Bahaeddin vefat ettikten sonra, şanının yüksekliğindendir ki, bütün eshabı, hatta Muhammed Parisa hazretleri dahi Hace Alaüddin hazretlerine biat eylemişlerdir.
Buyurdu: Murakebe yolu, nefy ve isbat yolundan yüce ve cezbeye daha yakındır. Murakabe yolundan vezirlik mertebesine ve mülk ve melukatta tasarrufa erişmek olur. Kalpden geçenleri bilmek, mevhibe nazarı ile bakmak ve dilediği batını nurlandırmak, murakabeye devamla.olur.
Buyurdular: Mürşide yapılan rabıta, hakikatte gayr ve neticede lüzumsuz olmasına rağmen; başlangıçta erişme (vüsul) sebebidir. Bu yolun isteklileri başlangıçta mürşidinden gayri bütün alakaları nefyetmek ve kalbinde yalnız mürşidini tutmak borcundadır.
Tefsirci: Saliklere başlangıçta mürşit alakasını muhafaza etmeleri en önemli borçtur. Zira mürşit; ilahi hakikatin aynasıdır. Ve ona yönelmek, fena makamına ermeyi ve cezbeye nail olmayı neticelendirir. Cezbesiz ise bu yol açılamaz -bu gayrdır ve onu da nefyetmek lazımdır- diye düşünecek olursa; yolda kalır ve tek adım terakki edemez.
Her şeyi yerinde kabullenmek ve yerinde nefyetmek lazımdır.
Mesela; yolun sonuna gelen, hakikate varmış demektir. Ve her şey ona mürşidî gibi mutlak güzellikten bir ayna haline gelmiştir. Bu makamda hakikati mürşidin aynasından görmekte devam etmek, noksanlık olur.
H. 802 yılın Recep ayında vefat ediyorlar.
Mübarek; orta boylu güler yüzlü, esmer renkliydi. Sakalı gür, daima huzur ve huşu içindeydi.
RABBIM SEFAAT INE MAZHAR EYLE SIN
14-01-2016, 07:37
beaverss
Muammer Karaca
8 Kasım 1906 yılında İstanbul'da doğdu. Bulvar tiyatrosunun önde gelen isimlerindendir. Türk tiyatrosunun unutulmaz oyunlarından Cibali Karakolu'nun yazarı, Karaca Tiyatrosu'nun kurucusudur.
Veterinerlik öğrenimini yarım bırakarak tiyatroya yöneldi. İlk kez 1923'te Sahir Opereti'nde sahneye çıktı. 1924'te Darülbedayi'ye girdi ve Renkli Fener oyununda rol aldı. 1930'daki kısa süreli Süreyya Opereti deneyiminden sonra tekrar Darülbedayi'ye döndü. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Muaammer Karaca, Atatürk'ün silah arkadaşlarından birisi olan dönemin İzmir valisi Kazım Dirik'in kızı Şükran Hanım ile evlendi. Bu evlilik, ailenin izin vermemesi nedeniyle Şükran Hanım'ın kaçırılması sonucu gerçekleşti ve gazete manşetlerine yansıdı.
1945'te bir süre Ses Opereti'nde çalıştıktan sonra Karaca Opereti'ni kurdu. 1955'te Karaca Tiyatrosu'nu kurdu. Tiyatronun açıldığı yıl Cibali Karakolu adlı oyunu sahneye koydu. Cibali semtindeki insanlarla semt karakolundaki polislerin yakın ilişkisinden ilham alan oyun, üç bin kezden fazla sahnelendi. Hulki Saner'in yönetmenliğinde 1966'da sinemaya uyarlandı.
Muhsin Ertuğrul'un Karım Beni Aldatırsa (1938) filmiyle sinema oyunculuğuna da başlayan Karaca, bir çok filmde karakter rollerine çıktı. Cibali Karakolu gibi tiyatrodan uyarlanan bazı filmlerde başrol oynadı.
Sanatçı 28Nisan 1978'de hayatını kaybetti. İstanbul'da İstiklal Caddesi'nde Karaca çıkmazında yaptırdığı Karaca Tiyatrosu, özel tiyatrolara kiralanan bir tiyatro binası olarak Türk tiyatrosuna hizmet etmeyi sürdürmektedir. Ayrıca Cem Karaca'nın babası.
Filmografisi
Şehvet Kurbanı Şevket - 1975
Hızlım Benim - 1975
Reisin Kızı - 1974
Büyük Şamata - 1973
Ay Aman Of - 1972
Demirel'e Söylerim - 1967
Cibali Karakolu 1966
İstanbul Yıldızları - 1952
Kızılırmak - Karakoyun - 1946
Akasya Palas - 1940
Bir Kavuk Devrildi - 1939
Allahın Cenneti - 1939
Taş Parçası - 1939
Aynaroz Kadısı - 1938
Milyon Avcıları - 1934
Leblebici Horhor Ağa - 1933
Söz Bir Allah Bir - 1933
Karım Beni Aldatırsa - 1933
Cici Berber - 1933
14-01-2016, 07:39
beaverss
Aşık Veysel Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Derdimi söylesem derin dereye
Doldurur dereyi düz olur gider
Irakipler sıra dağlar arada
Korkarım yar benden yoz olur gider
Pervane ateşten sakınmaz canı
Uğruna koymuşum başı bedeni
Doldur tüfeğini hedef et beni
Yaram doksandokuz yüz olur gider
Veysel der çıkayım bir yüce dağa
Ağaçlar bezenmiş yeşil yaprağa
Zaman olur tenim düşer toprağa
Karışır toprağa toz olur gider