- 
	
	
	
	
		İslâm’a Göre Boşanma Sebepleri:  
 
 İslâm’da boşama, prensip olarak kocanın tek yanlı irâdesiyle ve  mahkeme kararına gerek olmaksızın meydâna gelir. Koca, bizzat boşayabileceği  gibi, bir vekil aracılığı ile de boşayabilir. Ya da karısına boşama yetkisi  (tefvîz) verebilir. Diğer yandan bazı boşanma sebepleri ortaya çıkınca, kadının  da mahkemeye baş vurarak evliliğe son verdirmesi mümkündür. Bu boşanma sebepleri  altı maddede toplanabilir:
 
 1. Hastalık veya özür: Evlilik akdi sırasında  mevcûd olan veya evlilik sırasında meydana gelen bazı özür veya hastalıklar  yüzünden kadının boşanmak hakkı vardır. Bunlar, akıl hastalığı, cüzzam ve  zührevî hastalıklar gibi birlikte yaşama hâlinde zararı kaçınılmaz olan  hastalıklardır.
 
 2. Kocanın Nafakayı Sağlamaması: Kadının yeme-içme,  giyim ve barınma masrafları kocasına âiddir. Koca varlıklı olduğu halde, eşiyle  ilgilenmez ve onu açlık ve sefâlet içinde bırakırsa; kadının önce kocasından  nafaka almaya çalışması, bu mümkün olmazsa, boşanmak için çâre araması hakkı  olur. Koca fakir ise, kadınının onu yalnız bırakması, hattâ bu sebeple ondan  ayrılmaya kalkışması, vefâsızlık olur.
 
 3. Kocanın Evi Terketmesi:  Kocanın evi terketmesi ve bu yüzden, sıkıntı ve fitneye düşmek tehlikesi  karşısında kadının mahkeme aracılığıyla evliliğe son vermesi söz konusudur.  Erkeğin hayat ve ölümüne dâir haber almaktan ümid kesildiği târihten îtibâren  dört sene beklenir, bu zaman zarfında haber alınmadığı ve kadın boşanmakta ısrâr  ettiği takdirde hâkim, ayrılığa hükmeder.
 
 4. Kocanın Hapsedilmesi:  Mâlikîler dışında çoğunluk müctehidlere göre, kocanın hapsedilmesi veya  tutuklanması, yahut düşmana esir düşmesi bir boşanma sebebi değildir. Çünkü bu  konuda âyet ve hadîs yoktur.
 
 5. Şiddetli Geçimsizlik ve Kötü Muâmele:  Eşlerin birbirlerinin şeref ve haysiyetlerine yönelik ithamları sonucunda çıkan  soğuk tartışmalara şiddetli geçimsizlik denir.
 
 Kötü muâmele ise,  kocanın, eşini söz veya fiil ile rahatsız etmesidir. Sövmek, dövmek ve Allâh’ın  haram kıldıklarını yapmaya zorlamak gibi davranışlar, kötü muâmeleler arasında  sayılabilir.
 
 Geçimsizlik her iki taraftan kaynaklanabilir. Mağdur olan  eş, hâkime baş vurarak hakem yoluyla arabulma veya boşanma isteğinde  bulunabilir.
 
 6. Zinâ: Zinâ da evliliği sona erdirme sebebidir. Ağır ve  yüz kızartıcı bir suçtur.
 
 Boşanma, âileyi dejenere olmaktan koruyan bir  tedbirdir. Aslında boşanma, çiftler için bir anlamda selâmet ve rahmettir.  Boşanmayı yasaklamak, evlenmenin azalmasına sebep olabilir. Zîrâ, ihtiyaç  halinde boşanamıyacağını bilen kimse, evlenmeye yanaşmaz. Gireceği bir kapının  ebediyyen üzerine kapanacağını bilen insan, o kapıdan girmek istemez.  Evlenenlerin azalması da, fuhşun artmasına ve âilelerin çözülmesine sebep olur.  Bütün bu zararlar, neticede kadına dokunur.
 
 
 
- 
	
	
	
	
		Mut’a Nikahı: 
 
 Mut’a nikâhı, bir kadınla  ücret karşılığında belli bir vakit için evlenmektir. Câhiliyye devrinden kalan  bir nikâh şeklidir.
 
 Bu nikâha, İslâm’ın ilk yıllarında ve bilhassa harp  zamanlarında, uzun zaman kadınlardan uzak kalan askerler için izin verilmişti.  Hayber savaşına kadar mubah olan mut’a nikâhı, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in  sünneti ile yasaklanıp haram kılınmıştır. Konu ile ilgili olarak Rasûlullâh  (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurur:
 
 "Ey insanlar!
 
 Ben size mut’a  nikâhı ile kadınlardan faydalanmanız için izin vermiştim. Şüphesiz ki Allâh,  bunu kıyâmete kadar haram kılmıştır. Kimin yanında bunlardan bir kadın varsa,  hemen onu serbest bıraksın, onlara verdiği şeylerden hiçbir şeyi geri  almasın!.." (216)
 
 Hz. Ali (r.a.), İbn-i Abbas (r. anhümâ)’ya şöyle  demişti:
 
 "Rasûlullâh (s.a.v.), mut’a nikâhından ve ehil merkeblerin  etlerini yemekten Hayber’in fethi günü bizleri menetti." (217)
 
 Mut’a  nikâhı, zinâdan başka bir şey değildir. Dört mezheb imâmına göre haramdır ve  bâtıldır. (218)
 
 Görülüyor ki yüce dînimiz, kadının hiçbir şekilde şehvet  metâı hâline getirilmesine aslâ müsaade etmemektedir.
 
 
 
- 
	
	
	
	
		Hulle: 
 
 Bir erkeğin hanımı üzerinde üç  defa boşama yetkisi vardır. Üç boşama salâhiyetini de kullanıp hanımından  ayrılan erkek, aynı kadınla tekrar evlenemez. Ancak kadın, başka bir kocaya  gider de, günün birinde ondan boşanır veya kocası vefat ederse, gereken iddeti  bekledikten sonra, birinci koca onunla tekrar evlenebilir. Aksi halde evlenmesi  mümkün değildir.
 
 İşte kadına eski kocasına yeniden dönme imkânı sağlayan  bu ara evliliğine hulle denir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurulur:
 
 "Yine  erkek, karısını üçüncü defa olarak boşarsa, bundan sonra kadın kendinden başka  bir erkeğe nikâhlanıp varıncaya kadar ona helâl olmaz. Bununla birlikte, eğer bu  yeni koca da onu boşarsa, onlar Allâh’ın sınırlarını ayakta tutacaklarını  sanırlarsa, birbirlerine dönmelerinde hiçbiri hakkında bir sakınca yoktur."  (219)
 
 Peygamber (s.a.v.) Efendimiz de bir hadîs-i şerîflerinde:
 
 "... Allâh Teâlâ, hulle yapana da ve kendisi için hulle yapılana da  lânet etsin!." (220) buyurur.
 
 Hz. Ömer (r.a.) da, bununla ilgili olarak  şöyle buyurur:
 
 "Allâh’a yemîn olsun ki, bana hulle yapanı da, kendisi  için hulle yapılanı da getirmiş olsalar, onları recm ederim (taşlayarak  öldürürüm)." (221)
 
 Hulle, yapılsın diye değil, erkeklik haysiyetini  düşüreceği için bu yola tevessül edilmesin diye konulan şartlı bir cezâdır.  Erkeğin nikâhı hafife almaması ve evliliğin devamının sağlanması için konulmuş,  ağır ve caydırıcı ilâhî tedbirdir. Ayrıca hulle, erkeğin, hile yapıp kendi  nefsânî arzularına göre dîni istismâr etmesini önleyerek, kadının hakkını  korumaktır. Zîrâ erkek için en zor şey, hanımının başka biriyle evlenip beraber  kalmasıdır.
 
 İslâm’da evlenme, karşılıklı huzûr, sevgi ve şefkat üzerine  kurulmuştur. Muvakkat (geçici) nikâh, mûteber değildir. Nikâhın devamlı olması,  âile birliğinin kurulması ve çocuğun yetiştirilip terbiye edilmesi, İslâm’ın en  önem verdiği husûslardandır. Üç talâkla boşanan çiftler, bütün bu ulvî gâyeleri  hiçe sayarak nikâh ni’metini tepmektedirler. Bunun cezâsı olarak, boşanmanın  bütün haklarını kullanan bu çiftler, birbirleriyle tekrar evlenemezler.  Boşandıktan sonra, hiçbir engelle karşılaşmadan aynı kişilerin yeniden  birbirleriyle evlenmesi, boşanma hâdiselerini çoğaltır. Bu ise, âilede yaralar  açar, toplumun düzenini ve âhengini bozar.
 
 
 
- 
	
	
	
	
		Teaddüd-i Zevcât (Birden Çok Kadınla Evlenme)  
 
 Allâhü Teâlâ en-Nisâ sûresinin 3. âyet-i kerîmesinde:
 
 "Eğer  yetîm kızlar hakkında adâleti yerine getiremiyeceğinizden korkarsanız sizin için  helâl olan diğer kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin! Şâyet  (bu sûretle de) adâlet yapamayacağınızdan korkuyorsanız o zaman bir tane ile,  yahut mâlik olduğunuz câriye ile yetinin. Bu (tek hanım veya câriye) sizin için  hakdan eğrilip sapmamanıza daha yakındır." buyurmaktadır.
 
 Bu âyet-i  kerîmeden anlaşılan, birden fazla evlenmenin İslâm’ın bir emri değil, bir izni  olduğudur. Yani bu hüküm, yapılması gerekli bir görev değil, zarûrî durumlarda  kullanılabilecek bir izindir. Ancak bu izinden faydalanılabilmesi için de  erkeğin, eşleri arasında her konuda eşitlik ve adâlet esaslarına uygun hareket  edebileceğine inanması gerekmektedir.
 
 Birden fazla kadınla evli olan bir  erkek, eşleri arasında her hususta adâletli davranmaya dînen mecbûrdur.  Nöbetleşe beraber kalır. Birinin nöbetinde iken, onun izni olmaksızın diğerine  gidemez. Ortakların güzeli ile çirkini, yaşlısı ile genci bu hususta aynı  durumdadır. Kocanın bu konuda hiç bir özrü geçerli değildir. Yedirme, giydirme,  mesken, davranış gibi bütün konularda da hiçbir ayırım yapmaması şarttır. (222)  Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz:
 
 "Bir erkeğin nikâhında iki kadın  bulunur da aralarında adâleti gözetmezse, kıyâmet gününe bir tarafı düşük,  felçli olarak gelir." (223) buyurmaktadır.
 
 Kaldı ki, birden fazla  evlenme hususunda bir zorunluluk yoktur. Teaddüd-i zevcât, yapılması mecbûrî bir  emir olmayıp, ancak bazı zaruretler karşısında cemiyeti ahlâksızlıktan ve  fuhuştan kurtarmak için konulmuş ictimâî bir tedbirdir. Bunu gerçekleştirmeye,  ne erkek ve ne de kadın mecburdur. Bir erkek, gerek görürse bundan faydalanır,  gerek görmezse bir hanım ile yetinir. Kadın da uygun görürse, evli bir erkekle  evlenmeyi kabul eder. Uygun görmezse kabul etmez. İlk hanım da, üzerine  evlenilmesini arzu etmediği takdirde, bu hususu, nikâh esnasında uygun bir şart  ile, meselâ boşanma hakkı elinde bulunmak şartıyle sağlayabilir. (224) İlk hanım  evlenirken üzerine evlenilmemesini şart koşmuş ise, ikinci evlilik yapılamaz.  Esasen bir hanım ile yetinilmesi "Adâletli davranamayacağınızdan korkarsanız bir  tane ile yetinin!" âyet-i kerîmesine göre daha uygun görülmektedir. Ayrıca  şartlarına uyamıyacak kimselerin birden fazla kadınla evlenmeye kalkışmaları,  Allah indinde sorumluluğu gerektirir. Bu yüzden hukûku çiğnenen bir hanım da  mahkemeye mürâcaat ederek haklarını savunabilir. (225) İslâm Dîni’nde erkekler,  birden fazla evlenmekle emrolunmadıkları gibi, kadınlar da ortak kabul etmek  zorunda değillerdir. (226) İstenmemekle beraber boşanma, bazen bir zaruret  halini aldığı gibi, çeşitli zamanlarda bazı toplumlarda birden fazla evlenmek de  mecbûriyet arzedebilir. Bu ve benzeri gerçekleri dikkate almayan bir nizamın  ömrü kısa olur. Halbuki İslâm Dîni, başlı başına bir hayat nizâmıdır. Gerçekten  birden fazla evlenme, bazı durumlarda kadın için bir kurtuluş, bir nimet  olabilmektedir. Meselâ kadının yaradılışdan veya herhangi bir hastalıktan  zevcelik vazifesini yerine getirememesi veya çocuk yapmaya muktedir olmaması  durumunda, kocasına evlenebilme hakkı verilmediği takdirde, erkek, ya bu  kadıncağızı boşayıp bir başkası ile evlenecek, ya da kötü yollara düşecektir. Bu  her iki durumda, hem erkek ve hem de kadın için büyük bir zulüm sözkonusudur.  Birden fazla evliliğin zarûret hâline geldiği noktalardan biri de, savaş sonrası  ortaya çıkan durumdur. Savaşlar sonucu erkek nüfûsun, kadınlara oranla çok daha  azaldığı bir gerçektir. Bu durumda birden fazla evlilik, ahlâksızlık ve zinâyı  önleyecek en tesirli bir yoldur. Şu halde teaddüd-i zevcât, normal hayatta her  zaman uygulanabilecek bir kâide değil, özel durumlarda mürâcaat edilmek üzere  verilmiş müstesnâ bir tedbirden ibârettir.
 
 *
 
 Buraya kadar, yüce  dînimizin kadına verdiği üstün değeri ve onlara tanıdığı ulvî hakları, gücümüz  nisbetinde açıkladıktan sonra; genç kızlarımıza örnek alacakları rehberlerden  bahsederek, kuracakları âile yuvalarında muhakkak dikkat etmeleri gerekli  hususlara kısaca temâs etmeyi uygun bulmaktayım.
 
 
 
- 
	
	
	
	
		Kadınlarımızdan Fazîlet Örnekleri:  
 
 Târih boyunca kadın, gerek âilesine ve gerekse İslâm’a hizmet  etmekte büyük bir fedâkârlık sembolü olmuştur. Bu fazîlet timsâli kadınlarımızın  gönül iklîminden bir hisse nasîb olması ümîdiyle, kendilerinden bir kaç misâl  vermek herhalde yerinde olacaktır.
 
 Hz. Fâtımatü’z-Zehrâ (r.anhâ):
 
 İbn-i Abbas (r.a.), rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfde şöyle  anlatıyor:
 
 "Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (r. anhümâ), küçükken  hastalanmışlardı. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, ashâb-ı kirâmdan bir kaç kişi  ile torunlarını ziyârete gittiler. Bu esnâda ziyâretçilerin bazıları, Hz. Ali  (r.a.)’a:
 
 -Yâ Alî, çocukların için bir nezir yapmak istemez misin?  dediler.
 
 Hz. Alî ve Hz. Fâtımâ (r.anhümâ) da, Allâh (c.c.)’ın rızâsını  taleb ve O’na şükretmek ve çocuklarının şifâ bulmasını Cenâb-ı Hakk’dan niyâz  etmek üzere üç gün oruç tutmayı nezir ettiler.
 
 Derken çocukları  hastalıktan kurtuldular. Bunlar da oruçlarını tutmaya niyet edip oruca  başladılar. Fakat iftar için yiyecekleri yoktu.
 
 Hz. Alî (r.a.), Hayberli  Şem’un isminde bir yahûdîden üç gün iftar edebilmek için ödünç olarak üç çömlek  arpa aldı. Hz. Fâtıma (r. anha), arpanın bir çömleğini öğütüp kendi âdetleri  kadar, yâni beş tanecik ekmek yaptı. Akşam olup iftarı bekliyorlardı. O sırada  bir fakir miskin gelip:
 
 "Es-selâmü aleyküm Yâ Muhammed ehl-i beyti!
 
 Ben müslüman bir fakîrim. Beni doyurunuz ki, Allâh sizleri cennet  sofraları ile doyursun.." dedi.
 
 Onlar da derhal sofralarındaki  ekmekleri, bu fakir miskine ikrâm ettiler. Ve Hz. Alî (r.a.), Hz. Fâtımâ (r.  anha)’ya hitâben:
 
 "Ey insanların en hayırlısının kızı! Ey îmân ve  şerefin kemâline sâhib olan Fâtımâ!
 
 Görüyorsun, ciğerler paralayıcı  hâliyle kapıda duran şu miskin, açlığını bizlere arzederken, hâl lisânıyla da  Allâh’a nâz ve niyâz etmektedir." dedi.
 
 Hz. Fâtımâ (r. anha) ise, Hz.  Alî (r.a.)’a şöyle cevâb verdi:
 
 "Ey amcamoğlu!
 
 Emrinize  âmâdeyim.. Gerçi o miskini hoşnûd edecek ve memnûn kılacak bir şeye sâhib  değilim. Fakat umarım ki, aç bir kimseyi doyurmak sûretiyle, hayırlı insanlardan  sayılıp cennete girer ve şefâate ererim..."
 
 Böylece hepsi de bir lokma  almadan, sofralarındaki ekmekleri fakir miskine verdiler, kendileri de su ile  iftar ettiler.
 
 Ertesi gün, oruçlarına devam ettiler. Fâtımâ (r.anha), o  gün de, arpanın ikinci çömleğini ekmek yaptı. Akşam yaklaşınca, ekmeği sofraya  koydular. İftarı beklemeye başladılar. Derken kapıya bir yetîm geldi:
 
 "Es-selâmü aleyküm Yâ Muhammed ehl-i beyti!
 
 Ben muhâcir  çocuklarından bir yetîmim. Babam Akabe Harbi’nde şehîd oldu. Beni doyurunuz, ne  olur beni doyurunuz! Allâh da sizleri cennet taamlarıyla doyurur.." dedi.
 
 Onlar da, ekmeklerini bu yetîme ikrâm ettiler ve yine suyla iftâr ederek  o akşam da aç yattılar.
 
 Ertesi günü Fâtımâ (r.anha), üçüncü çömlekteki  arpayı ekmek yaptı. Akşam olunca yine sofrayı önlerine koydukları sırada, bu  sefer de kapıya fakir bir esir geldi. Ve:
 
 "Es-selâmü aleyküm Yâ Muhammed  ehl-i beyti!
 
 Ben esirlerden biriyim. Bana ikrâm ediniz. Allâh da sizlere  cennet taamlarından ikrâm etsin!" dedi.
 
 Bunlar da, sofralarındaki  yiyeceği, bu sefer de esire ikrâm ettiler. Tekrar suyla iftâr etmek zorunda  kaldılar.
 
 Onların bu fedâkârâne ikrâmları üzerine, Cenâb-ı Hakk,  kendilerini Kur’ân-ı Kerîm’in şu âyet-i kerîmesiyle takdir ve taltif etti,  fazîletli kıldı:
 
 "Hakîkî mü’minler, Allâh’a olan muhabbetlerinden  dolayı, kendi yiyeceklerini miskîne, yetîme ve esîre ikrâm ederler." (227),  (228)
 
 
 
- 
	
	
	
	
		Nesîbe Hatun (r.anhâ): 
 
 Nesîbe Hatun,  Kâ’b’ın kızı ve ensârdan Zeyd b. Âsım’ın hanımıdır. Uhud harbine kocası ve iki  oğluyla berâber katılan İslâm’ın bu mücâhide kadını, kahramanlıkta herkesi  hayretler içinde bırakmıştı. Hattâ Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’in üzerine  hücûm eden fedâîlerden bir süvârînin ayağını kılıçla ikiye ayırdı ve atından  aşağı düşürüp öldürdü. Kendisi de birkaç yerinden yaralanıp her tarafı kana  boyandığı halde, kocasını ve çocuklarını harbe teşvik ediyordu.
 
 Bu  sırada Kureyş’in azılı meşhûrlarından İbn-i Kamie;
 
 "Bana gösteriniz; ya  o, ya ben!" diyerek bizzat Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz’e saldırmıştı.
 
 Bunun üzerine Nesîbe Hatun, hemen yetişti. Ve İbn-i Kamie’ye üç kere  kılıç çaldı. Fakat kestiremedi. Çünkü İbn-i Kamie’nin üzerinde iki zırhı vardı.  İbn-i Kamie ise, kılıçla Nesîbe Hatun’u omuzundan yaraladı.
 
 Düşman, her  ne taraftan Rasûlullâh (s.a.v.)’in üzerine hücûm etse, Nesîbe Hatun, hemen  kocası ve oğulları ile birlikte yetişip müdâfaa ederdi.
 
 Hz. Peygamber  (s.a.v.), O’nun hakkında şöyle buyurur:
 
 "Uhud gününde, sağa sola her  baktığımda Ümm-i Ümâre’yi (Nesîbe Hatun’u) yanımda savaşır gördüm." (229)
 
 Yine bu fedâkârâne hizmetlerinden dolayı, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)  Efendimiz, bu mübârek âile hakkında:
 
 "Yâ Rab!
 
 Bunları bana  cennette refîk eyle!.." (230) diye duâ buyurdular.
 
 Cenâb-ı Hakk; bizleri  de bu mücâhide ve kahraman vâlidemizin hürmetine cennette Habîb-i Kibriyâsı’yla  refîk eylesin!
 
 Âmîn!..
 
 
 
- 
	
	
	
	
		Şâire Hansa Hatun (r.anhâ): 
 
 Hz.  Peygamber (s.a.v.) Efendimiz zamanında, Amr’ın kızı meşhûr şâire Hansa, çok  güzel kahramanlık şiirleri söylerdi. Müslüman olduktan sonra, İslâm onu, üstün  bir ferâgât ve fedâkârlık timsâli yapmış ve îmânda kemâle erdirmişti. Dört  çocuğu Kadisiye Harbi’nde şehîd olduğu halde, cesâret ve sebâtında aslâ bir  sarsılma olmamıştı. Aynı İslâmî şuûrunu muhâfaza ederek şehîd anası olmanın  verdiği tesellî, ona evlâd acısını bile unutturmuştu.
 
 Şâire Hansa,  muhârebe meydanına giderek çocuklarını şu târihî sözleriyle coşturmuştur:
 
 "Benim kahraman evlâdlarım,
 
 Yemin ederim ki, siz aynı ananın ve  aynı babanın çocuklarısınız. Ben kocama ihânet etmiş bir kadın olmadığım gibi,  babanız da mâzîsi lekeli bir insan değildir. Hem de ben, zorla değil de kendi  isteğimle İslâm’ı kabûl ettim. Ve yine kendi arzumla hicret ettim. Sizler işte  böyle tertemiz bir mâzîye sâhipsiniz.
 
 Sizden; gireceğiniz savaşta bu  asâletinize uygun bir cesâret ve celâdet bekliyorum. Dîn düşmanlarına ilk hücûm  eden sizler olmalısınız. Sizlerin arkada değil, dâimâ en ön safta çarpıştığınızı  görmeliyim. Çünkü bu harp, eski savaşlarımız gibi âdî menfaatler uğruna yapılan  çapulculuk ve yapmacılık hareketi değildir. Elleriyle yaptıkları putlara tapan,  kız çocuklarını diri diri gömecek kadar vahşete devam eden putperestlere,  doğruyu ve hakkı gösterme hareketidir. Kısaca bu cihâdda emir Allâh’dan, kumanda  da Rasûlullâh (s.a.v.)’dendir.
 
 Başka söze ne hâcet!.."
 
 Bu  sözlerden sonra çocuklarını ayrı ayrı kucaklayan şâire Hansa, ilâve ederek diyor  ki:
 
 "Ya İslâm’ın zafer bayrağını Kadisiye’de dalgalandıracaksınız; yahut  da dîn uğruna cihâd ederek şehîd olduğunuzu duyacağım!.."
 
 Bir annenin  evlâdlarına karşı böyle kahramanca konuşması, orada bulunan diğer mücâhidleri de  coşturuyor ve Kadisiye’de İslâm’ın zafer bayrağının dalgalanmasına sebep  oluyordu.
 
 Nitekim öyle de olmuştur. Hasta yatağında yatarken dört  oğlunun da şehâdet haberi getirilince:
 
 "Yâni ben, şehîd anası mı oldum  şimdi?" diye soruyor.
 
 "Evet." diyorlar, "Hem de dört şehîd anası..."
 
 Tekrar soruyor:
 
 "Zafer kimlerde?"
 
 "Zafer,  müslümanlarda.. Şimdi Kadisiye’de İslâm’ın bayrağı dalgalanıyor!.." diyorlar.
 
 "İslâm’ın bir zaferi için dört oğlum da fedâ olsun!.." diyen Hansa  Hatun, ellerini kaldırarak şöyle yalvarıyor:
 
 "Yâ Rabbî!
 
 Bana  emânet ettiğin dört kahramanı yine senin dînin uğrunda fedâ etmiş bulunuyorum.  Artık beni şehîd anaları defterine kaydeyle!. Benim için şehîd anası olmak kâfî  ikrâmdır. Bunu benden esirgeme!.."
 
 Her ne zaman Hansa Hatun’dan söz  edilse Rasûlullâh (s.a.v.) Efendimiz, O’nun için:
 
 "Örnek bir İslâm  kadını..." buyururlardı. (231)
 
 
 
- 
	
	
	
	
		Îmân Kal’ası Mâşite Hâtun : 
 
 Firavun’un  sarayında Mâşite Hatun nâmında bir kadın vardı. Bu kadıncağız, Allâh’ın  birliğine îmân ettiği için, dâimâ "Allâh birdir" zikrini tekrar ederdi. Birgün  Firavun’un kızı, bunu işitmiş ve keyfiyeti babasına bildirmişti.
 
 Bunu  haber alan Firavun, öfkelenerek Mâşite Hatun’u çağırmış, bu inancından  vazgeçirmek için hayli uğraşmıştı. Tesir etmeyince, ihtirâsı uğruna hayli  işkenceleri bu kadın üzerinde icrâ ettirdiyse de, kadıncağız dîni uğruna tâviz  vermiyor, "Allâh birdir" sözünü tekrar ediyordu.
 
 Bu durum karşısında  zâlim Firavun’un kini ve öfkesi artıyordu. Mâşite Hatun ise, îmânda sebât  ederek:
 
 "Benim ilâhım tekdir. O da Allâh Teâlâ’dır. Zâten O’ndan gayrı  ilâh yok..." diyordu.
 
 Kadıncağızın, üç-beş yaşlarında bir kızı, bir  oğlu, bir de üç aylık mâsum bir yavrusu vardı. Firavun, gadabını teskin  edemeyerek intikâm almak istiyordu. Önce kız çocuğunu anasının yanına getirip:
 
 "Ey Mâşite! Bana, sen Tanrı’sın de; yoksa bu kızın kanlar içinde  ölecektir." diye haykırdı.
 
 Mâşite Hatun, Firavun’un merhametsiz bir  zâlim olduğunu biliyordu. Ve nitekim o mâsum yavrucağızın boğazına bıçağı dayadı  ve mel’ûnâne kin dolu bayağı bir tehevvürle kızcağızın boğazını kesti. Bu elîm  manzarayı gören îmân kal’ası Mâşite Hatun, vakar içinde Rabb’ısına teslîm olmuş,  îmânına zerre kadar halel gelmemişti. Yalnız , "Allâh birdir" sözünü tekrar  ediyordu. Firavun’un öfkesi artmış, ne yapacağını bilmiyordu. Bu sefer  adamlarına dedi ki:
 
 "O üç aylık çocuğu bana getirin!."
 
 Ardından  kızgın bir fırın yakmalarını emretti. Bir taraftan Mâşite Hatun’a şöyle bağırdı:
 
 "Şimdi de benim Tanrılığımı tasdik etmez isen, bu bebeğini fırında cayır  cayır yakacağım; kızının âkıbetinin ne olduğunu biliyorsun. Gel inâd etme de,  beni dinle!."
 
 Kâfir, bebeği yakmakta kararlı idi. Zâlim, bebeği aldı.  Fırındaki kaynar su dolu bakır kazana yaklaştı. Bu sırada Mâşite Hatun:
 
 "Kalbimden onu tasdik etmediğim halde, dediğine evet demekte îmân  bakımından bir sakınca yok!" diye düşündü.
 
 Fakat buna da içi râzı  olmuyordu. O böyle üzüntü içinde iken, gaddar ve zâlim Firavun, yavrucağı kazana  atıp onun da bu şekilde ölümüne sebep oldu.
 
 Annenin kederi son dereceyi  bulduğunda bebek o an dile gelerek, Cenâb-ı Hakk’ın izniyle annesine şöyle  seslendi:
 
 "Anneciğim!
 
 İçinden geçeni sakın söyleme! Biraz daha  sabredersen, ferâha kavuşacaksın. Cennete girmemize pek az bir zaman kaldı.  Firavun’un dediğini sakın söylemeyesin. Ablamla ben, şu anda cennetteyiz. Senin  de cennete gelmeni dört gözle beklemekteyiz."
 
 Yavrusunun bu sözleri  Mâşite Hatun’u rahatlattı. Kederi ve hüznü sevince döndü. Aynı zamanda  kendisine, cennetteki makâmı gösterildi. O da,bir an evvel yerine kavuşmak arzu  ediyordu. Zâten binbir türlü hakâret ve ızdıraplara karşı vücûdu zayıf düşmüş,  iyice yıpranmıştı. Sonunda o da yavruları gibi şehîden âhırete intikâl etmiş,  Allâh Teâlâ’nın rızâsına nâil olmuş, hem cennete, hem de yavrularına kavuşmuştu.  (232)
 
 
 
- 
	
	
	
	
		Râbiatü’l-Adeviyye: 
 
 Tâbiînden olup  Süfyân-ı Sevrî (k.s.) ve Hasan-ı Basrî Hazretleri ile aynı asırda yaşamış büyük  bir veliyye hanımdır.
 
 Gönlü aşk-ı ilâhî ile dopdoluydu. Gözü devamlı  yaşlıydı:
 
 "Bizim istiğfârımız yeni bir istiğfâra muhtaçtır." derdi.
 
 Geceleri kâim (huzûr-i ilâhîde ibâdet hâlinde), gündüzleri sâim (oruçlu)  idi.
 
 Birgün ona:
 
 "Kul, ne zaman rızâ makâmına ulaşmış olur?"  diye sordular.
 
 O da:
 
 "Başa gelecek musîbetler, kişiyi ni’metler  gibi sevindirecek olursa..." şeklinde cevap verdi.
 
 O’nun en meşhûr bir  duâsı da şudur:
 
 "Yâ Rabbî!
 
 Sana cennetin için ibâdet ediyorsam,  beni cennetine koyma!. Eğer sana cehenneminden korktuğum için ibâdet ediyorsam,  beni cehenneminden çıkarma!.. Eğer sana senin rızân için ibâdet ediyorsam, beni  cemâlini seyretmekten mahrûm etme!.."
 
 Cenâb-ı Hakk’dan; bu mübârek  vâlidemizin duâsı hürmetine bizleri de cemâliyle müşerref kılmasını niyâz  ederiz. (233)
 
 
 
- 
	
	
	
	
		Bezm-i âlem Vâlide Sultan: 
 
 Sultan II.  Mahmûd’un hanımı ve Sultan Abdülmecîd’in annesidir. Akıllı, tedbirli, şefkatli,  cömert ve dînine bağlı bir hanımdı. 1852 senesinde vefât etmiş, Sultan Mahmûd  Han’ın türbesine defn olunmuştur.
 
 Bezm-i âlem Vâlide Sultan, fakir  hastaların yatıp tedâvî edilmesi için yüz yataklı Vakıf Gurabâ Hastanesi’ni inşâ  ettirdi. Ayrıca "Bezm-i âlem Vâlide Sultan Mektebi" (Bugünkü İstanbul Kız  Lisesi) ve Beşiktaş’ta büyük bir çeşme, Yahyâ Efendi dergâh ve mescidine  ilâveler ile Mekke-i Mükerreme ve Medîne-i Münevvere’de pek çok hayır  hizmetlerinde bulundu. Bu müesseselerin ayakta durmaları için de vakıflar te’sis  etti.
 
 Ayrıca Bezm-i âlem Vâlide Sultan hakkında şöyle bir menkıbe  anlatılır:
 
 "Vâlide Sultan, yağmurlu bir havada faytonla saraya giderken  bir su birikintisi içersinde boğulma tehlikesi ile başbaşa kalmış, çırpınmakta  olan bir kedi yavrusu görür. Hemen faytonu durdurur. Ve titremekte olan kedi  yavrusunu alır, üzerindeki suları elleriyle silerek ayaklarının arasına alır ve  onu büyük bir anne şefkatiyle ısıtmaya çalışır. Daha sonra saraya geldiklerinde  kediyi güzelce doyurur ve ona gereken bütün ihtimâmı gösterir; böylece zavallı  kediciğin ölümden kurtulmasına vesile olur.
 
 Vefâtından sonra  sevenlerinden biri, kendisini rüyâsında görür. Merakla sorar:
 
 "Vâlide  Sultanım, siz dünyâ hayâtında büyük hayır-hasenât sâhibi bir kimseydiniz.  Kimbilir Cenâb-ı Hakk, sizlere ne büyük ikrâm ve ihsânlarda bulunmuştur!"
 
 Vâlide Sultan şöyle cevap verir:
 
 "Evet, yaptığım bu hayır ve  hasenâta karşılık Cenâb-ı Hakk, bana büyük ikrâmlarda bulundu. Fakat asıl büyük  ikrâmı, boğulmakta olan bir kedi yavrusuna gösterdiğim şefkat dolu hizmetimden  dolayı bahşetti."
 
 Ayrıca, Bezm-i âlem Vâlide Sultan’ın sık sık kullanmış  olduğu mühründe kazınmış olan aşağıdaki ibâre, O’nun bu mânevî şahsiyetininin  kaynağını ortaya koyan güzel bir örnektir:
 
 "Muhabbetten Muhammed oldu  hâsıl,
 Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl?
 Zuhûrundan Bezm-i âlem oldu  vâsıl!.."
 
 Cenâb-ı Hakk’dan; istikbâlin annelerine de, şefkat âbidesi  Bezm-i âlem Vâlide Sultan’ın bu engin şefkatinden bir hisse nasîb etmesini  dileriz. (234)