-
MUSTAFA KEMAL'İN ANADOLU'YA
GEÇİŞİ MESELESİ VE 19 MAYIS RUHU
DOÇ. DR. E. SEMİH YALÇIN (*)
Giriş
Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Balkan savaşları akabinde Avrupa'da oluşan gruplaşmada tarafsız kalamamış ve Almanya'nın yanında I. Dünya Savaşı'na girmek zorunda kalmıştı. Çünkü Osmanlı Devleti'nin hem zayıf durumda olması, hem de Avrupa siyaseti dahilinde tarafsız kalması, o günkü şartlarda pek mümkün gözükmüyordu (1).
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Mondros Mütarekesi'nin imzalanması ülke üzerinde başlangıçta büyük bir ferahlık meydana getirmişti. 1911 yılından beri savaşın içinde olan Türk halkı bu durumdan umutlanmış ancak mütarekenin uygulanış şekli bu ümitleri kısa sürede ortadan kaldırmıştır. Mondros Mütarekesi'nin imzalanmasıyla ortaya çıkan Anadolu'nun haksız işgali meselesi, ülkenin kurtuluşu için fevkalâde ciddî düşüncelere ve teşebbüslere ihtiyaç olduğunun fark edilmesine yol açmıştır. Haksız işgallere karşı tepki olarak ortaya çıkan Millî Mücadele fikri, fiilî anlamda Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri vasıtasıyla gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Millî Mücadele döneminde oluşan "Müdafaa-i Hukuk" kavramı; Türklerin millet olarak bağımsız bir devlet kurmak suretiyle yaşama hakkının, Osmanlı payitahtına İmparatorluğun diğer unsurlarına ve bu hakkı tanımayan I. Dünya Savaşı'nın galip devletlerine karşı fiilî bir mücadele sonunda elde etmeyi ifade etmektedir (2).
Millî Mücadele fikrinin ortaya çıkışı hususunda farklı yorumlar yapılmaktadır. Bu yorumlardan en önemlisi; İttihatçılar arasında yaygın bir fikir olarak kabul gören "Mukavemet" fikridir. Gerçekten de 1918 yılına girildiğinde Osmanlı Devleti'nin savaşta mağlup olacağını anlayan İttihatçı grup güvenli kabul edilen Anadolu'da bir direniş hareketinin zarureti üzerinde fikir birliği içinde idiler. Mukavemet konusunda, vilayetlerde yaptıkları çalışmalar ile kamu görevlilerini savaş sonrası ortama hazırlamaya çalışmışlar, Anadolu kongrelerinin toplanmasında ve Kuva-yı Milliye'nin tesisinde önemli roller üstlenmişlerdir. Teşkilat-ı Mahsusa'nın bakıyyesi olan Karakol Cemiyeti'nin faaliyetleri bu duruma güzel bir örnek teşkil eder.
Millî Mücadele fikrinin ortaya çıkışının, İttihatçılara mal edilmesi Mustafa Kemal Paşa ve kadrosuna haksızlık edildiği anlamına gelmez. Çünkü Mustafa Kemal Paşa da siyasî ve politik faaliyetlerinin başlangıcından itibaren bir İttihatçıdır ve bulunduğu ortamlarda İttihatçı misyonu temsil eden önemli bir isimdir. Ayrıca İttihatçılıktan ayrıldığı hususunda herhangi bir açıklaması olmadığı gibi kaynaklarda da bugüne kadar bu durumu teyit eden herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Enver Paşa ile olan çekişmesi Mustafa Kemal Paşa'yı mütareke döneminde bir ara Hürriyet ve İtilaf Fırkası yanlısı gibi göstermiş isede ona bu sıfatı yakıştırmak tarihî hakikatlerle bağdaşmadığından dolayı mümkün değildir. Mustafa Kemal Paşa'nın fikrî anlamdaki farklılıkları daima İttihatçı misyon çizgisinde kalmış ve sadece bir iç muhalefet olarak tezahür etmiştir. Onu farklı kılan nokta tatbikinin hayatî bir zorunluluk olduğuna inandığı millî mukavemet fikrinin fiiliyata geçirilmesinde oynadığı büyük roldür. Başlangıçta ham olan mukavemet fikrine şekil veren, başarılması için her türlü vasıtadan faydalanılmasını sağlayan ve mukavemet fikrini cesaretle tatbik eden odur.
Bu dönemde I. Dünya Savaşı'nın Osmanlı Devleti için ağır yenilgiyle sonuçlanması, bu yenilginin nereden kaynaklandığı hususunda birtakım fikirlerin ortaya çıkmasına sebep olmuş ve daha çok da İttihatçı grup suçlanmıştır. Bazı yazarlarımız İttihat ve Terakki'nin içine düştüğü bu olumsuz durumdan etkilenerek Mustafa Kemal Paşa'yı kurtarma adına, onu İttihatçı karşıtı gibi gösterme çabasına girmektedirler. Bu tip çabaların ilmî temellere dayanmayan mülahazalardan öteye gitmesi mümkün değildir. Esasında İttihatçılıktan aklanma gayretlerine ihtiyacı olmayan Mustafa Kemal Paşa, Enver Paşa'nın uygulamalarına muhalefet etmekle zaten İttihatçı misyona yüklenen son dönemin sorumluluklarından kendisini kurtarmıştır.
Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'daki Hazırlıkları ve 19 Mayıs Ruhunun Tesisi
İşgallere karşı başlayan Millî Mücadele'nin başarıya ulaşabilmesi ve millî istiklâlin sağlanabilmesi için verilen mücadelenin hukuken tasvip ve teyit edilmesi gerekiyordu. Bu yönde netice alınabilmesi için Mustafa Kemal Paşa liderliğinde sürdürülen mücadele, askerî olduğu kadar siyasî bir mücadeledir. Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkmasından itibaren beyanatlarıyla başlayan, kongrelerle ve nihayetinde Ankara Hükûmeti'nin kurulması ile devam eden çizgide temel amacın, hukuken temsili sağlamak olduğu görülür. Bu noktada en önemli mesele, Babıâli ve İstanbul Hükûmeti'dir. İşgal kuvvetlerinin zorlayıcılığı ile İstanbul Hükûmeti'nin kendi yapısından kaynaklanan hantallık ve âcizlik, millî istiklâli ciddî olarak tehli***e sokuyordu. Bu durumda yapılması gereken Anadolu'da Millî Mücadele'nin başlatılması ve millî hukukun tesisini temin etmektir. Nitekim, müttefikler İstanbul Hükûmeti'ni muhatap alıyorlar, Kuva-yı Millîye'yi de "asî" olarak vasıflandırıyorlar ve Kuva-yı Millîye'nin önlenmesi için sürekli baskıda bulunuyorlardı. Böyle bir ortamda Türk milliyetçilerinin verdikleri mücadele iki buçuk yıl kadar devam etmiş ancak, Ankara Hükûmeti hukuken temsil konusunda muhatap alınmamıştı. 1921 yılı Millî Mücadele tarihinde bu anlamda bir dönüm noktasıdır. Zira bu yıl içerisinde cereyan eden olaylar, silâhlı mücadelenin gerçek amacının anlatılmasını ve Ankara Hükûmeti'nin Müttefik Devletlerce kabulünü, en azından kabulün başlangıcını sağlayacak bir mahiyet arz edecektir.
Mustafa Kemal Paşa İtilâf donanmalarının mütareke hükümlerine göre fiilen işgal ettiği İstanbul'a 13 Kasım 1918 tarihinde gelmişti. Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya geçmeden önce İstanbul'da kaldığı altı aylık süre, Millî Mücadele hareketinin başlangıcını oluşturan hazırlık dönemidir. Bu dönem yakın tarihimizde yeni Türk devletinin yapılanmasında siyasî ve fikrî temellerin oluştuğu fevkalâde öneme haiz tarihî hadiseler silsilesi ile doludur.
Mustafa Kemal'in İstanbul'da bulunduğu süre içerisinde düşüncesi, henüz Mebuslar Meclisi'nde güven almamış bulunan Tevfik Paşa kabinesine, mecliste güvenoyu verilmesini önleyerek, iş başına millî ülküye bağlı, azim ve kuvvet sahibi bir kabinenin geçmesini sağlamaktı. Bu fikrini tanıdığı ve güvendiği arkadaşlarına, bir kısım milletvekillerine de kabul ettirmişti. Şahıs şahıs yaptığı bu temas ve anlaşmaları yeterli görmeyerek, Tevfik Paşa kabinesinin milletvekillerini toplu bir hâlde görmek ve fikrini onlara anlatmak istedi. Mustafa Kemal, mecliste toplanan milletvekillerine düşüncelerini açık olarak anlattı ve o gün için alınacak tek tedbirin kabineye güvenoyu vermemek olduğunu söyledi. Böyle bir karar karşısında meclisin dağılması ihtimalinden bahsedenlere bunun muhakkak olduğu ve esasen kabine güvenoyu alırsa ilk işinin yine meclisi dağıtmak olacağı cevabını vermiştir. Uzun tartışmalardan sonra bu hususî toplantıda bulunan milletvekilleri Tevfik Paşa kabinesini düşürmeye karar vermelerine rağmen Sadrazam Tevfik Paşa, istediği güvenoyunu meclisten, tartışma bile olmadan almıştır.
Dinleyici localarından birinde meclisin çalışmalarını takip etmiş olan ve o günkü neticeden hiç memnun kalmayan Mustafa Kemal'in evine döner dönmez ilk işi, Padişah'ın başyaveri vasıtasıyla, Vahdettin'den bir görüşme istemek oldu. Padişah 22 Kasım 1918 cuma günü selâmlıktan sonra kendisini kabul edeceğini bildirmişti. Görüşmede, Mustafa Kemal'in düşündüklerini anlatmasına imkân bırakmayarak, ordunun, komutan ve subaylarının Mustafa Kemal'i çok sevmelerine binaen kendisine bir fenalık gelmemesini temin etmesini istemişti (3). Buna karşılık Mustafa Kemal tarafından kendisine sorulan "...ordu tarafından aleyhinize hazırlanan bir harekete dair malûmat ve mahsusatınız mı var?" sorusuna, padişah kesin bir cevap vermemekle beraber o gün için değilse bile ilerisi için böyle bir ihtimali mümkün gördüğünü istemeyerek ifade etmişti.
Görüldüğü gibi Mustafa Kemal Paşa, Mütareke Dönemi'nde İstanbul'da, iktidara gelmenin bütün yollarını denedikten sonra, Anadolu'ya geçmek ve "millî mukavemet"te bulunmak gibi "ağır ve kat'i" bir kararı her yönüyle incelemiş ve "bundan başka bir şey yapmak ihtimali kalmadığına" inanmış idi. Sonunda devletin ve milletin İstanbul'dan kurtarılamayacağını anlayan M. Kemal Paşa Anadolu'ya geçerek millî mukavemette bulunma kararını vermiştir.
Bu karardan sonra Anadolu'ya geçerek millî mukavemet kararına varmakla iş bitmemiştir. Bundan sonra o, mümkünse resmî bir görevle, bu mümkün olmazsa özel olarak Anadolu'ya geçme ve orada bir Millî Mücadele hareketini başlatmanın çarelerini aramaya başlayacaktır. Bu hususta ona başta Ali Fuat Cebesoy olmak üzere arkadaşlarının büyük yardımı olmuştur. Önce Mustafa Kemal Paşa'ya Anadolu'da görev verilmesi için kendisinin hükûmette etkili bir kişiye tavsiye edilmesi gerekmiştir. Bu işi yapan kişi, Ali Fuat Paşa'dır (4). Ali Fuat Paşa, daha sonra dahiliye nazırı olan Mehmet Ali Bey'e Mustafa Kemal Paşa'yı tavsiye etmiş ve onu bu hususta ikna etmiştir. Bu görüşmeden sonra Erkân-ı Harbiye-yi Umumiye Reisi Cevat Çobanlı ve Mustafa Kemal Paşalar ile yemek yiyen Damat Ferit Paşa, bir gün sonra Harbiye Nazırı Şakir Paşa'ya Samsun ve çevresindeki olayın araştırılmasına Mustafa Kemal Paşa'nın memur edilmesi emrini vermiştir. Bundan sonra, "9. Ordu Müfettişliği" olarak gerçekleşecek tarihî tayinin işlemlerine geçilecektir.
Türk İstiklâl Savaşı'na başlangıç teşkil eden bu tayin tesadüfler sonucu olarak değil, Mustafa Kemal Paşa'nın Mütareke Dönemi'nde gösterdiği şuurlu faaliyetleri sonucu gerçekleşecektir. Mütareke Dönemi'nde Mustafa Kemal Paşa memleket meselelerinin dışında veya gerisinde kalmamıştır. O, herkesin her şeyden ümidini kestiği bir dönemde kendisine, devletine ve Türk Milleti'ne olan güvenini yitirmemiştir. Kurtuluşu başka bir devletin himaye ve desteğinde değil, kendi gücümüzde görmüştür. Onun Mütareke Dönemi'nde İstanbul'da gösterdiği faaliyetlerin temelinde bu inanç ve karar vardır. İşte bu inanç ve karar 19 Mayıs Ruhu'nun oluşmasında temel faktördür.
Zürcher, Mustafa Kemal'in Anadolu'ya geçerek Millî Mukavemeti başlatma kararını Nisan 1919 ortalarında verdiğini belirtmekte (5) ve oldukça geç verilmiş bir karar olarak değerlendirmektedir. Anadolu'ya geçiş kararının gecikmiş olmasını bir eksiklik olarak görmek yanlıştır. Çünkü bu varsayımla hareket edildiğinde Mustafa Kemal Paşa'da Anadolu'ya geçme fikrinin Nisan 1919'dan önce olmadığını kabul etmek gerekir. Geç verilen "Millî Mukavemet" kararı değildir. Bu kararın uygulanma şeklidir. Bu düşüncenin ne şekilde, ne zaman ve nasıl tatbik edileceği arayışı değişik teşebbüslerle ele alınmış fakat sonuçta Anadolu'ya geçme fikri ağırlık kazanacaktır (6).
Dikkat edilirse Mustafa Kemal Paşa'nın fikrî faaliyetlerinin başlıca hedefi Anadolu'ya geçerek millî mukavemet hareketini başlatmaktır. O, bu gaye ile bir taraftan yakın arkadaşlarını bu fikir etrafında hazırlarken, diğer taraftan 19 Mayıs Ruhu dediğimiz bu idealin tahakkuku için yollar aramıştır. Gerçekten de Mustafa Kemal Paşa, bu ideal için sadece önüne çıkan fırsatları değerlendirmekle kalmamış, amacı doğrultusunda yeni fırsatlar meydana getirerek bunlardan azamî ölçüde yararlanmıştır. Diğer bir ifade ile O, tarihin önüne çıkardığı fırsatları olabildiğince iyi değerlendirmiştir. Bu büyük liderlere mahsus bir özelliktir.
Mustafa Kemal Paşa'nın Görevlendirilmesi
19 Mayıs Ruhunun Tecellisi
Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'da ilk ayak bastığı yer Samsun'dur. Bu nedenledir ki, Samsun Millî Mücadele'nin başlangıç noktasıdır ve Millî Hareketin ilk evresini teşkil etmektedir. İleride Kuva-yı Milliye Ruhu şekline dönüşecek olan 19 Mayıs Ruhunun tecelli ettiği mekândır.
Atatürk, Samsun'a ilişkin olarak Nutuk'ta şu bilgilere yer vermiştir:
"1919 senesi Mayısının 19. günü Samsun'a çıktım. Vaziyet ve manzara-i umumiye: Osmanlı Devletini dahil bulunduğu grup, Harbi Umumide mağlup olmuş, Osmanlı ordusu her tarafta zedelenmiş, şeraiti ağır, bir mütarekenâme imzalanmış. Büyük Harbin uzun seneleri zarfında, millet yorgun ve fakir bir halde. Millet ve memleketi Harbi Umumiye sevk edenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar etmişler. Saltanat ve hilafet mevkiini işgal eden Vahdettin, mütereddi, şahsını ve yalnız tahtını temin edebileceğini tahayyül ettiği deni tedbirler araştırmakta. Damat Ferit Paşa'nın riyasetindeki kabine; aciz, haysiyetsiz, cebin, yalnız padişahın iradesine tabi ve onula beraber şahıslarını vikaye edebilecek herhangi bir vaziyeti razı. Ordunun elinden esliha ve cephanesi alınmış ve alınmakta...İtilaf Devletleri, mütareke ahkamına riayete lüzum görmüyorlar..." (7).
Görülmektedir ki Millî Mücadele'nin Mustafa Kemal Paşa tarafından dile gelen hikâyesinin ilk cümlesi, "1919 senesi Mayısının 19'uncu günü Samsun'a çıktım" ile başlamaktadır. 19 Mayıs; bağımsızlık ruhunun oluşmasında başlangıç tarihidir. Fikir ve karar sahibi Mustafa Kemal Paşa'nın hedefine varan yolda ilk adımdır. Şevket Süreyya Aydemir'in anlatımıyla, "Mustafa Kemal'in yeni hayatı, yeni âlemi, onun 1919 Mayısının 19'uncu günü Samsun kıyısında Anadolu karasına ayak basmasıyla başlar, yani onun zuhurunun, hem kendi kaderine hem milletimizin tarihine, hem çağımızın akışına, çeşitli yönlerden yön ve şekil veren safhası o gün, orada ve Mustafa Kemal'in Samsun kıyısına ayak basmasıyla başlamıştır (8).
Dönemin şartları içinde Samsun ve dolayları mütareke Türkiye'sinin en çapraşık çete faaliyetlerine sahne olan ilimizdi. Mevcut çete faaliyetlerinin çoğunluğunu Pontusçu Rumlar oluşturmaktaydı. Mustafa Kemal Paşa'nın, IX. Ordu müfettişliğine atanmasının başlıca nedeni de bu yöredeki Rumları, orada yaşayan Türklere karşı korumak ve Anadolu'da kurulmakta olan millî cemiyetleri dağıtmaktı. Onun bu göreve atanmasındaki isabetlilik, şahsî kaygı ve korkuların bariz şekilde ön plâna çıktığı günlerde "Millî Mukavemet" fikrini en üst düzeyde düşünen ve bunun uygulaması için çaba gösteren kişi olmasından kaynaklanmaktaydı. O daha İstanbul'a gelmeden önce sahip olduğu bu düşüncesini bir sır gibi vicdanında saklamış; Anadolu topraklarına ayak basar basmaz bu düşüncesini uygulamaya başlamıştır (9).
Öte yandan Samsun'un Millî Mücadeledeki diğer önemli tarafı, Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a ilişkin görevinin belirlenmesinde Osmanlı Hükûmeti'nin ne derece etkili olduğu hususudur. Çünkü Samsun'a gidiş, başlangıçta mevcut hükûmete karşı bir tavır değil bilakis İstanbul Hükûmeti'nin zaruri gördüğü askerî ve idarî bir sorumluluktur. Ancak gerek olayların seyri gerekse Atatürk'ün bizzat kendisinin dile getirdiği hatıralarından anlaşılan, İstanbul Hükûmeti'nin Mustafa Kemal Paşa'yı bu göreve getirişinde aynı düşüncelere ve hedeflere ulaşmak isteğinin olmamasıdır.
Nitekim, Mustafa Kemal Paşa Sivas'ta, Heyet-i Temsiliye Karargâhında Samsun'a gidişini Kılıç Ali'ye şöyle anlatmıştır (Ekim 1919);
"--- Ben tasarladığım programımı Şişli'deki evimin bir köşesinde oturarak ve birtakım pestenkerani anasırla görüşerek tatbik edebileceğime kanî olmadığım içindir ki doğrudan doğruya milletle temasa gelmek istedim. Cevherini çok âlâ bildiğim ve çok sevdiğim milletimin içinde ve onunla birlikte hareket etmeyi daha faydalı, hatta çok lüzumlu gördüm. Senelerden beri ıstırap içinde bulunan Anadolu'nun derhal varlığına karışmak elbette ki daha salim bir düşünce idi. Bundan dolayı 3.Ordu Müfettişliğine tayinimi temin ettim ve Seyrisefainin küçük bir vapuruna binerek karargahımla birlikte alelacele yola çıktım. Bazı dostlarım bana İngilizlerin yolda gemiyi batırması ihtimali olduğunu söyledikleri halde kulak asmadım, kıymet vermedim..."
Mustafa Kemal Paşa İstanbul'dan Anadolu'ya geçişini anlatırken gözleri parlayarak bütün heybetiyle memleket için yegâne kurtuluş çaresinin, millî birliğin muhafazası olduğunu ve içinde yaşanılan felaketlere birlikte mukavemet edilerek milletin ancak bu sayede kurtulabileceğini, milletle beraber behemehal ve mutlaka bu gayeye varacağı kanaatini izhar ediyordu" (10) demiştir.
"Mustafa Kemal Paşa 'nın 9. Ordu Müfettişliğine tayini (11), Ali Fuad (Cebesoy) Paşa'dan başlayıp zamanın dahiliye nazırı Mehmet Ali Bey Sadrazam Damad Ferid Paşa ve Sultan Vahideddin'e kadar uzanan bir tavsiye zinciri sonucunda gerçekleşmiştir (12).
Mehmet Ali Bey'in Ali Fuat Paşa'nın ailesi ile dünür olması ve bu arada Ali Fuat Paşa'nın rahatsızlığı dolayısıyla Ankara'dan İstanbul'a gelmesi sırasında ona bu tavsiyede bulunmakla kalmamış, aynı zamanda onun İttihatçı olmadığına Mehmet Ali Bey'i ikna etmiştir. Öte yandan Samsun ve havalisinde asayişsizlik durumu ortaya çıkınca Mehmet Ali Bey Sadrazam Damad Ferit Paşa'ya meselenin halli için bölgeye Mustafa Kemal Paşa'nın gönderilmesini teklif etmiş ve ayrıca onu bu hususta ikna etmeyi de başarmıştır. Damad Ferit Paşa meseleyi Padişah'a arz ederken göreve Mustafa Kemal Paşa'nın tayini için ayrıca Vahideddin'i ikna etmesi gerekmemiştir. Zira Sultan Vahidettin Mustafa Kemal Paşa'yı çok iyi tanımakta olup şahsî kabiliyetini takdir etmekte ve değerini bilmektedir.
Mustafa Kemal Paşanın 9. Ordu müfettişliğine tayininde başta Sultan Vahidettin olmak üzere zamanın sadrazamı Damad Ferid Paşa, Dahiliye nazırı Mehmed Ali Bey, Harbiye Nazırı Şakir Paşa, Erkan-ı Harbiye-yi Umumiye Reisi Cevad (Çobanlı)Paşa ve Erkan-ı Harbiye-i Umumiye İkinci reisi Diyarbekirli Kâzım Paşa gibi büyük devlet erkanından bazıları şahsî kaygılarını bazıları da millî menfaatleri gözeterek bu tayin üzerinde hepsi de etkili rol oynamışlardır. Her ne sebeple olursa olsun Mustafa Kemal Paşa'nın tayini meselesi başlangıçta normal bir idarî-askerî karar gibi gözükmüş fakat sonuçları itibariyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir milletin istiklâl mücadelesinde hareket noktasını oluşturmuştur (13).
Atatürk, Nutuk'ta memleketin kurtuluşuyla ilgili o gün varolan birkaç çareyi izahtan sonra kendi kararını "ciddî ve hakikî karar olarak telakki etmekte ve bunu "Efendiler, bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da hakimiyeti millîyeye müstenit, bilakaydüşart müstakil yeni bir Türk Devleti tesis etmek! " olarak açıkladıktan sonra "İşte daha İstanbul'dan çıkmadan evvel düşündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına başladığımız karar, bu karar olmuştur." (14) demektedir.
Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'daki Faaliyetleri
Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a gelir gelmez müfettişliğin kendisine yüklediği vazifeleri yerine getirmek amacıyla Samsun'da kaldığı beş-altı gün içinde durumu incelemiş, ve beraberinde gelen arkadaşlarından Refet (Bele) Beyi Samsun (Canik Sancağı)'a mutasarrıf atamış, daha sonra da Erzurum'da bulunan XV. Kolordu komutanı Kâzım Karabekir ve Ankara'da bulunan XX. Kolordu Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşalara telgraf çekerek, Samsun'a geldiğini bildirmiş ve kendisiyle ilişki kurmalarını istemiştir.
22 Mayıs 1919 tarihinde hazırlamış olduğu rapor, birçok noktalarda, Ordu Müfettişliği talimatının sınırlarını aşarak, bütün memleketin kaderi ile ciddî bir şekilde uğraşmış olduğunu göstermektedir. Millî Mücadelenin ilk ana programını teşkil eden rapor, özetle şu fikirleri kapsamaktaydı:
1. Samsun bölgesi Rumları siyasî emellerinden vazgeçerlerse, asayiş kendiliğinden düzelir.
2. Türklüğün yabancı mandasına ve kontrolüne tahammülü yoktur.
3. Yunanlıların İzmir'de hakları yoktur. İşgal geçicidir.
4. Millet, millî hakimiyet esasını ve Türk millîyetçiliğini kabul etmiştir. Bunu gerçekleştirmeye çalışacaktır (15).
Bu rapor, 19 Mayıs Ruhunun dayandığı temelleri tespit etmesi bakımından önemlidir. Raporda, Rum azınlığın faaliyetlerine, Yunanlıların İzmir'i işgal faaliyetlerine açıkça karşı çıkış vardır. Bununla birlikte Türklüğün yabancı mandasına tahammülü olamayacağının açıkça ilân edilmesi ve millî mücadele hareketinin referanslarını Türk Milliyetçiliği fikriyatına bağlanması fevkalade önemlidir.
Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a gelmesiyle ilgili 1927 yılına ait bir yazıda şunlar yazılmıştır:
"Ordu müfettişi namı altında memleketimize ayak basan bu simadan o zaman kimse bir şey anlamamıştı... Çünkü o zaman memleket kafası yerinde anlayacak vaziyette değildi. Muhtelif ve müttezâ kavgaların hasıl ettiği hay-huy içinde kendinden geçmiş gibi idi. O büyüksima, burada bir hafta sessiz durdu. Etraf ve eknahı dinledikten sonra mekânı Anadolu içlerine nakletti. İşte o zaman o büyük simadan bir şeyler okunmağa başladı. Meğer o sima, o zat, o zekâ ordu müfettişi değil, bir vatan mübeşşiri imiş...üç sene sonra vatanın nail olacağı şerefli istiklâlini müjdeliğe gelmiş. Pek sarih olarak malûmdur ki böyle bir nasib davasındaki hakkımızın mertebesi yüksekti. Belki de birincidir. Çünkü Anadolu'yu kurtarmağa gelen o büyük Türk, Anadolu toprağı olarak ilk adımını Samsun iskelesine atmıştır." (16)
Mustafa Kemal Paşa, Samsun'da güvenliğin korunmasını sağlayacak tedbirleri aldıktan ve ordu ile ilk teması kurduktan sonra hem daha sakin bir çevrede çalışmak ve Anadolu'nun içlerine doğru biraz daha ilerlemek hem de Samsun'un İngiliz işgalinde ve kıyıda bulunması ve civarındaki Rum çetelerinin faaliyetinden ötürü karargâhının içerde daha emin bir yere naklini gerekli gördüğünden 25 Mayıs 1919 günü "Gençlik Marşı"nı söyleyerek 80 km içerideki küçük bir kaplıca kasabası olan Havza'ya gelerek (17) halkı millî mücadele fikri etrafında toplamaya ve hazırlamaya başlamıştır. Millî Mücadelenin ilk yıllarındaki harekâtın ordudan çok "Kuva-yı Milliye"ye dayanması da ihtilâli halka mal etmek amacına hizmet etmiştir (18).
(*) Gazi Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi.
(1) Yavuz Ercan, "Bloklar Arası Çatışmalarda Osmanlı Devleti Topraklarının Stratejik Önemi", Beşinci Askerî Tarih Semineri Bildirileri I, Değişen Dünya Dengeleri İçinde Askerî ve Stratejik Açıdan Türkiye(23-25 Ekim 1995-İstanbul), Gn.Kur.Başk. Yayınları, Ankara, 1996, s.122.
(2) T. Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasî Partiler, 1859-1952, İstanbul, 1952, s.435-437.
(3) F.Rıfkı Atay, 19 Mayıs, Ankara,1944, s. 6 vd.; F.Rıfkı Atay, Atatürk'ün Bana Anlattıkları, İstanbul, 1955, s. 91 vd.; E. Semih Yalçın, "Mütareke Döneminde Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'daki Faaliyetleri", Tarih Araştırmaları Dergisi, Yıl. 1995, Sayı. 28, s.185 vd.
(4) Yalçın, s. 202-203.; Cumhuriyet, 19 Mayıs 1963.
(5) Eric Jan Zürcher, Millî Mücadelede İttihatçılık, Ankara, 1987, s. 200.
(6) E. Semih Yalçın, "Mütareke Döneminde Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'daki Faaliyetleri (30 Ekim 1918-16 Mayıs 1919)", Tarih Araştırmaları Dergisi, s. 28'den ayrı basım, s. 196.
(7) Nutuk, C.I., İstanbul, 1973, s. 1-2.
(8) Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, Mustafa Kemal (1881-1919), C.I, İstanbul, 1963, s. 390.
(9) Salim Koca- E. Semih Yalçın, "Mustafa Kemal Paşanın Dokuzuncu Ordu Müfettişliğine Tayininde Osmanlı Genel Kurmayının Rolü", Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 24, Temmuz, 1994,
s.402-403.
(10) Kılıç Ali, Kılıç Ali Hatıralarını Anlatıyor, İstanbul, 1955, s.12.
(11) Mustafa Kemal Paşa (Atatürk)'nın resmî sicilinde bu vazifesi III. Ordu Müfettişliği olarak ve tayin tarihi de 2 Mayıs 1919 diye gösterilmiştir. Kendisine verilen talimatnamede ise (IX. Ordu-yu Hümayun Kıtaatı Müfettişliği) kaydı vardır. (Fethi Tevetoğlu, Atatürk'le Samsun'a Çıkanlar, Ankara, 1987, s.15, 10 no'lu dipnottan iktibas.; Yılmaz Öztuna, "Osmanlı Generali Olarak Atatürk", Türkiye, 4 Haziran 1991.)
(12) Mustafa Kemal Paşa'nın 9.Ordu Müfettişliğine tayini için bkz. Gotthard Jaeschke, Mustafa Kemals Sendung nach Anatolien, No:1, Geshichte des İslamischen Orients, Tübingen, 1949; Tevfik Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu'da, İstanbul, 1981, s.91-110.; Sabahattin Selek, Anadolu İhtilali, İstanbul, 1965, s.186-194; Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C.I., İstanbul, 1981,s.397-419; Tahsin Ünal, Millî Mücadele Başlarında Mustafa Kemal, TK., s.73,; Sina Akşin, İstanbul Hükûmetleri ve Millî Mücadele, İstanbul, 1983, s.276-296; D.A. Rustow, The Army and the Foundin of the Turkisch Republic, World Polities, XI.(1959), s.537-538; Salahattin Tansel, Mondros'tan Mudanya'ya Kadar, C.I., Ankara, 1973, s.81-89; Salim Koca, "Mustafa Kemal'in 9. Ordu Müfettişliğine Tayininde Vahiddedin'in Rolü", Millî Kültür, S.50, s.1-5; aynı yazar, "Mustafa Kemal Paşa'nın 9.Ordu Müfettişliğine Tayininde Damad Ferid Paşa'nın Rolü Var mıydı?", Türk Dünyası Tarih Dergisi, S.41, 1990, s.3-9.; Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, Cilt:I-III, Ankara,1984.; Ali Fuat Cebesoy, Millî Mücadele Hatıraları, İstanbul, 1953.; Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbinin Esasları, İstanbul,1972.
(13) KOCA-YALÇIN, s.402-403.; Gothard Jaeschke, Mustafa Kemal Paşa'nın 9 Ordu Müfettişliğine tayininde "Padişahın kedisine olan büyük itimadını görmemezlikten gelmemek gerekir" derken Tevfik Bıyıklıoğlu da, "aksi takdirde bu tayini tasvip etmeyeceği muhakkaktır" diyerek, adeta onun ifadesini tamamlamaktadır(G. Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle ilgili İngiliz Belgeleri, Ankara, 1971, s.96; T. Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu'da, İstanbul 1981, s.100.) Mustafa Kemal, daha veliaht iken Vahideddin'in 15 Aralık 1974-4 Ocak 1918 tarihleri arasında Almanya'ya yaptığı seyahatte refakatinde bulunmuştu. Vahideddin, Çanakkale savaşlarında gösterdiği başarılardan dolayı hayranlık duyguları dolu olduğu Mustafa Kemal Paşa'yı bu vesile ile daha yakından tanıma fırsatını bulmuş, fikirlerini ve şahsi kıymetini takdir etmişti (F.R. Atay, Çankaya, İstanbul, 1980, s.104; G. Jaeschke, s.97.) Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesini müteakip 13 Kasım 1918 tarihinde cepheden İstanbul'a döndükten sonra Sultan Vahiddedin ile görüşme isteğinde bulunmuş ve 15 Kasım 1918'de huzura kabul olunmuştur. Bu görüşmede Vahiddedin, "Bilirim ki, ordunun zabitleri ve kumandanları sizi severler. Bana teminat verebilir misin ki, onlardan bana bir fenalık gelmeyecektir" gibi bir ifade ile endişesini ihtiyatkar bir dille belirttikten sonra, ona güvenin bir belirtisi olarak, "Siz akıllı bir kumandansınız. Tecrübesiz arkadaşlarınızı tenvir edeceğinize eminim" demiştir.( Hakimiyet-i Milliye, 12 Nisan 1926). Bu konuşmadan anlaşılacağı gibi, Sultan Vahideddin'in güvendiği bir komutan olarak Mustafa Kemal Paşa vasıtasıyla orduyu elinde tutmak istemektedir. Hiçbir olay Sultan Vahiddedin'in Mustafa Kemal Paşa üzerindeki büyük güvenini sarsmamıştır:Mustafa Kemal Paşa, kendisine fikren yakın saydığı; Ahmed İzzet Paşa ile birlikte iktidara gelebilmek için arkadaşları ile bazı politik teşebbüslerde bulunmuştur. Hatta bu gaye ile arkadaşlarıyla toplantılar bile düzenlemiştir. Öyle ki, bir gün arkadaşları ile İttihat ve Terakki Hükûmeti Dahiliye Nazırlarından İsmail Canbulat'ın evinde toplandıkları ve hükûmet aleyhinde kararlar aldıkları ihbar edildiğinde sultan Vahideddin,şüphesiz kendisine duyduğu büyük güvenin tesiriyle onun böyle teşebbüslerin içinde olmasına ihtimal vermediğini o zaman sadrazam olan Tevfik Paşaya söylemiştir (Fethi Okyar, Üç Devirde Bir Adam, Haz. C. Kutay, İstanbul, 1981, s.263.). Söylemeye bile gerek yoktur ki, bu olay Sultan Vahideddin'in Mustafa Kemal Paşa üzerinde güveninin derecesini açıkça göstermektedir. Anlaşılacağı üzere, Sultan Vahideddin'in Mustafa Kemal Paşa üzerindeki güveni hangi bir olay karşısında silinip gidecek kadar köksüz değildir. Sultan Vahideddin, Mustafa Kemal Paşaya duyduğu büyük bir güvenin bir diğer belirtisi olarak, ona kızı Sabiha Sultanı vermek istemiştir. Fakat Mustafa Kemal Paşa bu evliliği istememiş olacak ki, karşı tarafın kabul edemeyeceği bir teklifte bulunmuştur. (Enver Behnan Şapolyo, Kemal Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi, Ankara, 1958, s.273 vd.). Yukarıdan beri izah etmeye çalıştığımız bu "büyük güven"in tesiri ile Sultan Mehmed Vahiddeddin; "Samsun'a bir müfettiş gönderileceğini öğrenince, yaveranımdan; Erkanı Harp Mirlivası(tuğgeneral) Mustafa Kemal Paşa'yı da namzetler meyanında nazırı itibara alınız" diye zamanın "hükûmetini ikaz" etmiştir. Böylece, tarihin Türk milletine en büyük ihsanı olan bu tayin gerçekleşmiştir(Salim Koca, Mustafa Kemal'in 9.Ordu Müfettişliğine Tayininde Vahideddin'in Rolü Var mıydı?, MK, S.50, 1985, s.3.).;
(14) Nutuk, C.I., İstanbul, 1973, s.12-13.
(15) Bkz. Tevfik Bıyıklıoğlu, Atatürk Anadolu'da (1919-1921), Ankara, 1959, s.30.
(16) Dursun Ali Akbulut, "Samsun'un "Gazi Günü"Ya Da 19 Mayıs Bayramı", AAMD, Sayı 33, Kasım 1995, s.776(Samsun, 15 Mayıs 1927, N.115)
(17) "Bir hafta kadar, Samsun'da ve 25 Mayıstan 12 Hazirana kadar, Havzada kaldıktan sonra Amasya'ya gittim. Bu müddet zarfında bütün memlekette, millî teşkilât vücuda getirilmesi lüzumunu tamimen bilcümle kumandanlara ve rüesayı memurini mülkiyeye tebliğ ettim". NUTUK, s. 22. Ayrıca Bkz. İsmet Giritli, "Samsun'da Başlayan ve İzmir'de Biten Yolculuk(1919-1922)", AAMD., Kasım 1986, S.7, s.49-59.
(18) Kemal Arıburnu, Sivas Kongresi Samsun'dan Ankara'ya Kadar Olaylar ve Anılarla, Ankara, 1997, s.2.
-
ATATÜRK ve BAYRAK
Orhan Seyfi ORHON
19 Mayıs'ın en güzel sembolü, Samsun'dan, elden ele Ankara'ya koşturulan bayrağımızda görüyorum. Bana öyle geliyor ki, Atatürk'ün o enerji dolu ruhu bir alev gibi kıvrıla kıvrıla yaşıyor. Bunda ona uyan her şey var: Hareket, enerji, ideal, şeref, şan... Şimdi maddî varlığı gözümüzden silinen Atatürk, zaten bu bayraktan başka bir şey değildi. Toplayıcı kudretiyle o bir bayraktı. Nerede ayağa kalksa, etrafını, cazibesine katılanların gitgide genişleyen daireleri sarardı; mihveri onun ayağının bastığı noktada olan daireler... Hareket ve faaliyetiyle de bir bayraktı. Fırtınalarla dövüşmeyi de ümit dolu rüzgarlarla dalgalanmayı da bilirdi. Bilmediği şey sadece hareketsizlikti. Bazen orduların, bazen de en yeni, en ileri fikirlerin başında onu gördük. Ölümünü bile yarıya indirilmiş bayraktan anladık.
Samsun'dan Ankara'ya koşturan gençler, Atatürk'ün ruhunu taşıyor. Elimizde bu bayrak dalgalandıkça, onun yolunda koşmaktan hiç umutsuz olmayacağız. Ondan yeni bir kuvvet ve cesaret almak, istediğimiz zaman gözlerimizi bu bayrağa çevirmek yeter. Başımızın üstünde onun dalgalandığını göreceğiz. Hissedeceğiz ki, o yine bizimle beraberdir. Bize yine ufukları gösteriyor. Engeller, tehlikeler, fırtınalar gözümüzü yıldırmayacak. Çünkü biz bu bayrağın nerelerden geçtiğini ve nasıl hedefine ulaştığını biliyoruz.
19 Mayıs Gençlik bayramı, Türkiye'nin millî hedefe doğru nasıl koştuğunu gösteren bir işarettir. Atatürk'ün bir bayrak biçimine giren ruhu başımızda dalgalana dalgalana bir koşuş. Bu gün hepimizin gönlünde bu bayrak var ve onun bizi nasıl şerefli bir yarına doğru götürdüğü en yakın örnekleriyle hatırımızdadır.
-
ATATÜRK'ÜN MİSYONU
Dr. Mustafa TATCI
Büyük ulusların tarihinde, o ulusun, hatta dünyanın kaderini değiştiren kahramanlar vardır. Bunlar daha çok kriz zamanlarında ortaya çıkarlar. Büyük kahramanlar, ulusların hayatî dinamiklerini kendi benliklerinde toplayarak felâket anında yeniden doğuşun mucizesini gösterirler. Onlar, âdeta hususî bir talihle doğmuş, ulusların kaderini yüklenmiş, bu kaderi, bir "ulusal sır" gibi vicdanlarında taşıyan "misyon" sahibi büyük aksiyon adamlarıdır.
İşte, Atatürk, son çağ Türk ve dünya tarihinde ortaya çıkmış, tarihin akışını değiştirmiş, bir devir kapatıp-açmış bir liderdir. Ve hiç mübalâğasız denilebilir ki, Atatürk, müstesna yaratılmış bir şahsiyettir.
Türk ulusu, Atatürk'ün gerçek şahsiyetini ne kadar benimsediyse, onu toplum şuurunda ve şuuraltında bir çeşit efsane-varlık hâline de getirmiştir. Yaşarken ve ölümünden sonra milletimizin ona verdiği hüviyet, tıpkı Oğuz Kağan yahut Malazgirt kahramanı Alparslan gibi, gerçek bir insanınkinden çok, efsane bir kahramanın hüviyetidir. Bu efsane kahraman, Türk ulusunun sosyal psikolojisi bakımından ayrıca önemlidir. Dolayısıyla Atatürk, tarihimizin içinden kopup gelen "Alp" ve "Gazi" tipinin bir devamı, hatta son mükemmel örneğidir.
Bununla beraber, objektif olarak bakılınca görülecektir ki, tarihimizin içinden kopup gelen bu efsanevî liderin arkasında, yirminci yüzyıl dünya tarihinin en önemli hadisesi, batan bir cihan imparatorluğu ve doğan yeni bir "ulusal devlet" vardır. Modern Türkiye Cumhuriyeti! İşte Atatürk'ün hayatı ve aksiyonu, Türk tarihinin bu batış ve doğuş merhaleleri arasından tarihin yeni bir şafağı gibi ortaya çıkmıştır.
M.Kemal Atatürk, pek çok vasfı olmakla beraber, özellikle, askerî - siyasî deha ve misyonuyla dikkat çekmektedir. Onun bizzat kendisinin kaleme aldığı eseri "Nutuk" incelendiğinde, misyonu apaçık görülecektir. Nedir bunlar?
Her şeyden önce Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti'ne ve yeni Türkiye'ye şekil veren, dün olduğu gibi, bugün ve yarın da Türkiye'yi yaşatan ve yaşatacak olan temel fikir ve prensiplerin sahibidir. Bu yönüyle o, doktriner bir karakter ve inkılâpçıdır. Özellikle, bir imparatorluğunenkazından modern bir toplum ve devlet yaratan Atatürk, karşımıza büyük bir komutan, devlet adamı, askerî, siyasî ve fikrî otorite olarak çıkmaktadır. Nihayet Atatürk, monarşiden cumhuriyete, yani ulusal devlet rejimine geçişi sağlayan kişidir. İşte Atatürk'ün dehası, onun bu saydığımız aksiyoner karakterinde gizlidir. Hayatını incelediğimizde, büyük önderin iki fikrî safhasının olduğu görülecektir. Bunlar, Türk İstiklâl Savaşı esnasında oluşan askerî ve siyasî fikirler safhasıyla ; Türkiye'nin ulusal ve çağdaş bir devlet hâline gelmesiyle alâkalı fikirler safhasıdır. Onun geçirmiş olduğu bu iki fikrî safha, tabiatıyla birbirini tamamlar. İstiklâl Harbi, âdeta Atatürk'ün vicdanındaki hürriyetçi, ulusal hâkimiyet anlayışını tebarüz ettirmiştir. Daha sonraki görüşleri bu temel düşüncenin üzerine inşa edilmiştir. Bir konuşmasında şöyle diyor:
"İstiklâl Savaşı'nın çeşitli cephelerinde kazanılmış olan zaferler, Türkiye'nin çağdaş medeniyet meydanında kazanacağı zaferlerle tamamlanmadıkça Türk milletinin tam, hür ve müstakil olması mümkün değildir."(Nutuk). Türkiye'de medeniyet meselesi hâlledilmedikçe, hiçbir problemin çözülemeyeceği düşüncesi, Büyük Önder tarafından sık sık tekrar edilmiştir.
Türk İstiklâl Savaşı, yalnız Atatürk'ün hayatında değil, Türk ulusunun da tarihinde âdeta bir mucizedir. Bu savaş, Türk'ün bütün imkânlardan ve savunma vasıtalarından mahrum bırakılsa bile, başında kendisine inanan ve kendisinin de inandığı bir lider bulunduğu takdirde nasıl bir iman, azim ve fedakârlıkla kendisini kurtaracak imkân ve vasıtaları yaratabildiğini dünyaya ispat etmiştir.
Türk ulusunun vicdanında bulunan hürriyet, vatanseverlik ve kahramanlık duygularını çok iyi sezmiş olan M.Kemal Atatürk, İstiklâl Savaşı denen mucizeyi gerçekleştirirken kendine göre bazı yöntem ve prensipler uygulamıştır.
Karşısında parçalanmış bir vatan, yorgun ve uçurumun kenarında bir ulus vardır. Bu ulusu harekete geçirmek için her şeyden evvel "ulusal birlik ve beraberlik" sağlanmalıdır. Ulusa dayanmadan, birlik ve beraberlik sağlanmadan, bütün maddî ve moral güçler birleştirilmeden, yaşama kabiliyetini canlı tutmadan başarılı olmak imkânsızdır. Atatürk bu görüşünü;
"Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır." şeklinde dile getirmiştir. Fakat bu azim ve karar,tek başına yeterli değildir. Hâkimiyet iradesi ve kurtuluş kararı, ancak mükemmel bir organizasyon ile sağlanabilirdi. Yine bunun içindir ki, Atatürk; "Yalnız fikirler ve nümayişler (gösteriler) büyük gayeleri hiçbir zaman kurtaramaz.Bunlar ancak milletin bağrından fiilen doğan ortak kudrete dayanırsa kurtarıcı olur."(Nutuk) demektedir. İşte, "Kuvâ-yı Milliye ruhu" denilen ruh budur. Bu ruhla ulusal birlik sağlanmış, ulusal bir devletin temeli atılmıştır.
Atatürk'ün prensiplerini dikkatli incelediğimiz zaman şu da görülecektir: Ulusal varlığı tehli***e düşmüş bir toplum, aldatıcı ve uyuşturucu politikalarla, izmlerle yahut dış güçlere dayanarak değil, ulusal benliğimizden çıkan ve ulusun kendi egemenliğine dayanan düşüncelerle kurtarılabilir.
Bilindiği üzere, 20. yüzyılın başında dünyada imparatorluklar çağı sona ermiş, ulusal devletler çağı başlamıştır. Ulusal devlet, meşruiyetini tek kişinin otoritesinden değil, ulusun kendisinden alan bir siyasî birliktir. Atatürk'ün kurmuş olduğu devletimizin temeli de ulustur. BüyükNutku'nda, kendisini ömrü boyunca "Millî hâkimiyetinen sadık bir kulu " (Nutuk) kabul eden büyük Önder'e göre "Hâkimiyet hiçbir mânâ,hiçbirşekilvehiçbir renkte ve rehberlikte paylaşma kabul etmez! Unvanı ne olursa olsun, hiç kimse, bu milletin mukadderatına ortak çıkamaz." Onun içindir ki, büyük felâketler ve fedakârlıklar pahasına kurtarılmış hürbir vatanda kurulacak devletin şekli Türk'ün karakterine uygun demokratik bir cumhuriyet olacaktır. Atatürk'ün "tabiî ve kaçınılmaz bir tarihî akış" dediği vakıa, sonunda saltanat ve hilâfetin de kaldırılarak, tam bağımsız "Türkiye Cumhuriyeti"nin kurulmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti demek, Türk devletinin ve ulusunun, mukadderatında yalnız kendi iradesinin hâkim olması demektir. Atatürk, bizden bu fikrinin devamını ve dolayısıyla cumhuriyetin korunmasını isteyen pek çok mesajlar vermiştir. Yine Atatürk'e göre, cumhuriyetin temel kurumu, ulusal iradenin tecelli ettiği yer olan Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir. Atatürk'ün yakınında bulunan Falih Rıfkı Atay, Cumhuriyetimizin banisini tanıtırken şu veciz sözü söyler: "Meclissiz yaşamayı aklı almayan bir yirminci asır lideri!"
Atatürk'e göre, millî mücadele Meclis ile kazanılmış, Cumhuriyet'i Meclis kurmuş, inkılâpları da Meclis yapmıştır. Onun bizden istediği, kendisinden sonramiras bıraktığı siyasî rejimi korumak ve geliştirmektir. Ulusumuzun bekası ve saadeti için bu şarttır. Büyük "Nutuk"ta şöyle diyor;
"Milletimizin kuvvetli, mes'ut ve istikrarlı yaşayabilmesi için devletin tamamen millî bir siyaset takip etmesi ve bu siyasetin iç teşkilâtımıza tamamen uyması ve dayanması lâzımdır." O, ulusal siyasetten şunu anlar;
"Millî sınırlarımız içinde, her şeyden önce kendi kuvvetimize dayanarak, varlığımızı korumakla, millet ve memleketin hakikî saadeti ve refahına çalışmak, aşırı ihtiraslar peşinde milleti oyalamamak ve ona zarar vermemek. Medenî dünyadan, medenî ve İnsanî muamele ve karşılıklı dostluk beklemektir."
Atatürk'ün aksiyoner doktrininde en son safha, "Atatürk İnkılâpları" dediğimiz reformlar bütünüdür ki, devletimiz, kuruluşunun, varlığının ve devamının fikir ve hareket kaynağını bu reformlardan almaktadır. Bunlar; cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, lâiklik ve inklâpçılık başlığı altında toplanan fikrî bir zemine dayanmaktadır.
Reformlar, lâiklikten; gerçekte bir düşünce ve zihniyet sembolü olan şapka inkılâbına kadar diğer bütün yenilikler, Türkiye'nin iki yüzyıllık uygarlık mücadelesini sonuçlandıran ve kesin hedefine yönelten çağdaş bir uygarlık sistemi teşkil eder.
Atatürk'ün işaret ettiği bu uygarlık anlayışı, Türk ulusuna, ulusal benliğini, ulusal birliğini, ulusal karakterini kazandırma, kendisine güven duymayı öğretme, çağın teknik imkânlarından yeterince yararlanma esaslarına dayanmaktadır. Yenilik hareketlerinin özü, kurulan devleti ayakta tutacak ulusal yapıyı oluşturmaktan ibaretti. Gerçekten büyük Atatürk, bu yapıyı oluşturmuştur. Fakat o, bununla kalmıyor, gelecek nesillere başka hedefler gösteriyordu. Asıl hedefe yürüyüş, ulusal yapı inşa edildikten sonra başlayacaktı. İşte bunu büyük önder, cumhuriyetimizin on yıllık bir muhasebesi olan "Onuncu Yıl Nutku"nda veciz bir şekilde dile getirmiştir;
"Türklüğün büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan sonraki inkişafı ile âtinin yüksek medeniyet ufkundan yeni bir güneş gibi doğacaktır."
Burada kısaca özetlediğimiz fikir ve prensiplerine göre Atatürk'ün, psiko-anatomisini şöyle özetleyebiliriz: O önce bir komutan, siyasî bir deha ve nihayet ileriyi gören bir fikir adamı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kesin bir irade, şaşmaz bir sezgi, yanılmayan bir muhakeme kudreti, sarsılmayan bir otorite ve disiplin, Atatürk'ün karakteristik vasfıdır. Bu vasıflar göz önüne alınınca derhal hükmedilir ki, Atatürk sosyolog M.Weber'in "karizmatik lider" dediği tipin en mükemmel örneğidir. Bu karizmatik lider, ömrü boyunca kendisini ulusunun içinde ve ulusuyla beraber hissetmiştir. O, savaşlardan inkılâplarına kadar ne yaptıysa, Türk ulusunu kendi içinde ve dünya karşısında haysiyetli, hür, müstakil, büyük ve modern bir ulus olarak yaşatmak için yapmıştır. Türk olmanın şuuru ve gururu, onun için her zaman tükenmez bir ilham kaynağı olmuştur.
Şimdi bugün bize düşen, Atatürk'ün fikirlerini, şahsiyetini, doktrin ve aksiyonunu yeniden düşünmek, gafletten, tembellikten uyanıp, yeniden onun gösterdiği yolda ve hedefte kuvvetlenip, devlet ve ulusumuzun bekası, çağdaş bir seviyeye yükselmesi için azimli ve kararlı olarak çalışmaktır.
-
ATATÜRK, GENÇLİK VE TOPLUM
DOÇ. DR. ALİYE MAVİLİ AKTAŞ (*)
Biyolojik, psikolojik, kültürel ve toplumsal özellikleriyle çocuklukla yetişkinliği birbirine bağlayan bir köprü olarak değerlendirilebilecek bir dönem olarak"gençlik" çok boyutlu bir dönem olmanın güçlüklerini kapsamaktadır. Kültürümüz de "delikanlılık" olarak tanımlanan bu dönem kimine göre "fırtına, stres" dönemi kimine göre "sessiz çalkantı" olarak nitelendirilmektedir (Özbay, Öztürk, Aktaş, 1992). Tanımlamalardaki farklılıklar ve vurgulamalar her ne biçimde olursa olsun gençlik, ikinci bir doğum süreci olarak yetişkinler arasında yerini ve konumunu alabilmeyi, belli bilgi, beceri ve tecrübe kazanabilmeyi ifade eder. Gençlik dönemi ana-babaya bağımlılıktan bağlılığa, topluma aktif, üretken sorumlu bir birey olarak katılımı ifade eder, gencin içinde bulunduğu topluma sorumlu ve aktif bir birey olarak katılımı kolayca gerçekleşebilecek bir süreç değildir. Sosyal olgunluğa erişmek olarak ele aldığımız bu dönem içindeki gencin üç önemli boyutu olan bağımsızlık, kimlik ve cinsel kimliğe uygun olan davranışları kazanarak topluma üretken bir birey olarak katılabilmeyi başarabilmesi oldukça önemlidir.
Türkiye Cumhuriyetini kurmuş olan Büyük Atatürk,Cumhuriyetimizi, en iyi şekilde savunup, koruyup, kollayacağına inandığı Türk Gençliğine emanet ederek, bu gruba güvenini teyit etmiştir. Türk gençliğini Atatürk'ün eserlerinin temel taşı olarak değerlendirmek mümkündür. Nitekim yüce Atatürk bu düşüncelerini 1918'in karanlık günlerinde şu şekilde ifade etmektir.
"Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet yalnız aziz memleket ve milletin hakkındaki payansız muhabbetim değil, bu günün karanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ziya serpmeğe, aramağa çalışan bir gençlik gördüğündendir.
Nitekim, Kurtuluş Savaşımızın ilk günlerinde 1919'da Atatürk'ün Samsun'a ayak basışında Türk gençliği adeta yeniden doğmuş sorumluluklarının önemini farketmiştir. Ulu önder Atatürk Cumhuriyet kurulduktan sonra da gençliğe verdiği değeri ve önemi hep sürdürmüştür. O, Türk gençliğinin en zor durumlarda bile başarılı olacağına inanıyordu. Türkiye Cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmek için gerekli kudretin Türk gençliğin damarlarında asil kanda mevcut olduğunu ifade ederken Türk gençliğine olan sarsılmaz inancın, büyük bir hitabet örneği içinde ortaya koyuyordu.
Büyük önder gençliğe inanırken, onlara açık bir sorumluluk yüklemiş, vatanın ve milletin bekçiliğini gençlere bırakmıştır. "Gençliğe Hitabesini" yakın arkadaşlarıyla paylaştığı gün, Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğini şu şekilde ifade ediyordu.
"Tarihi yaşadığımız gibi yazdık, fakat geleceği Cumhuriyete inananlara, koruyanlara ve yaşatanlara emanet etmek lazımdır."
Kurtuluş Savaşından Cumhuriyet devrimleriyle Atatürk'ün güvenine mazhar olan bu yaş döneminin içinde bulunduğu sosyal-psikolojik konumunu tartışmak istiyorum.
Coşkulu atılgan ve çalkantılı bir dönem olarak gençlik hayallerin, tutkuların ve ideallerin filizlendiği sıkı arkadaşlıkların yaşandığı, yeniliğin ileriye doğru atılımların yapıldığı kendini kanıtlama ve kendi kimliğini bulma çabalarının yoğunlaştığı bir dönemdir.
Bu dönemde karşımızda tedirgin, güç beğenen, çabuk tepki gösteren bir genç vardır. Duyguları hızlı iniş çıkışlar gösterir. Çabuk sevinir, büyüklerin deyimiyle uçarıdır, haylaz ve gözü karadır. Çabuk sinirlenip, olur olmadık her şeyi sorun yapar. Tepkileri önceden kestiremez olur. Çalışma düzeni bozulmuştur, istekleri artmıştır. Kendine tanınan hakları yetersiz bulur. Evdeki kuralların çokluğundan ve sıklığından yakınır. Genç bu dönemde anne ve babanın uyarılarına birden tepki gösterir, hep karşı yanıtlar verir. Sürekli bir gidiş-geliş içindedir. Evde pek durmak istemez, dönüş saatlerine aldırmaz, yemeğe geç kalır, dağınık ve savruk olur, ilgileri artmış, gel geç hevesleri çoğalmıştır. Süs ve giyime, müziğe, spora ilgisi artmıştır. Genç kız ayna karşısında saatler geçirir bir sivilcesi için gün boyu uğraşır. Genç erkek boyasız ayakkabısına bakmaksızın günün modasına uyar, saçını uzatır. Zayıflık, şişmanlık, uzun veya kısa boy, yüz hatlarının düzgün olup olmayışı sorun olmaya başlar. Gizliliğe önem verir, odasına kapanır, kapısını kilitli tutmak ister, şiirler öyküler yazar, uzun düşler kurar. Toplumsal olaylara ilgisi artar. Anne ve babasına aykırı fikirleri ileri sürmek, onları eleştirmek fırsatını kaçırmaz. Genç bu tür davranışları sürdürmekten özel bir tat alır gibidir. Kendi kendisiyle ve çevresiyle sürekli bir etkileşim ve savaş içinde görünür. Gençliğe yönelik umutları bu dinamik etkileşimi ve savaşma azmi vermektedir. Ancak bu noktada, kritik bazı durumların da ortaya çıkması söz konusudur. Söz gelimi gençler ana-babalarının otoritesinden kurtulup bağımsızlık kazanmak isterken ve dışındaki farklı arkadaş gruplarının ve tepkisel hareketlerin içinde eylemci olabilir. Gençlerin duygu ve davranışlarındaki çelişkiler dönem özellikler itibariyle tabii karşılanabilir.
Bu dönemi bazı gençlerin daha sakin, bazılarının da daha gürültülü geçirmesi mümkündür. Eğitimciler, ana-babalar olarak gençlerin bu gelişim dinamiklerini çok iyi kavramak ve onları anlamak sorumluluğumuz olduğunun bilincindeyiz. Ancak zaman zaman onlarla arkadaş olalım derken bizden bekledikleri etkili ebeveynlik ve eğitimciliğin gereği yerine getirememiş olabiliriz. "Ben ondan daha çok tecrübeliyim" diyerek de gereksiz sürtüşme ve çatışma alanları yaratmış olabiliriz. Her şeyden önce her birey, her genç kendine has bireysel özellikler ve kapasitesi ile varlığını devam ettirmek ve içinde yaşadığı topluma katkıda bulunmak ister. Yetişkinlerin, gençlerin bireysel sınırlarına müdahale etmeden onların kendilerini gerçekleştirme imkânı yaratmalarından Türk toplumu kazançlı çıkacaktır. Kendi bireysel kimliğine saygı duyan, kendine güvenen bir gencin, biz yetişkinlerin uzantısı olmadan da yapabileceklerine güvenmek ve inanmak ihtiyacındayız.
Atatürk gençliğin her zaman kendine güvenini ve bir gün onlara bırakılacak yüksek görevleri gerçekleştirebilecek kudret ve yetenekleri güçlendirmek için yapılması gerekenleri iyi bilen ve bulup uygulayan bir kişiydi. Onun, oldukça başarılı olduğu bir alan da gençlikte yarattığı duygu ve heyecandır. Türk Gençliğinin dış düşmanlara, hatta içerdeki gaflet, hiyanet ve delalet içinde olanlara karşı ne kadar uyanık olunması gerektiğini, millî birlik ve beraberliğimizin ne derece önemli olduğunu ifade ederken ne kadar haklı ve uzağı gören bir devlet adamı olduğunu bugün ülkemizde yaşanmakta olan olaylar ortaya koymaktadır.Bu gün ülkemizde farklı düşünce akımları birçok genci müridi yapma eylemi içindedirler. Ancak Atatürk'ün vurguladığı millî birlik ve ülke geleceğinin huzur içinde devamını engelleyecek boyutlarda bölücülüğe dönüşmemesini sağlayacak olanlar Türk gençleridir. Nitekim Atatürk gençleri bu sorumluluğu üstlenecek yapıda görmüş ve gençlere bugünler kadar yarınları düşünmelerini, yarınları sürekli geliştirmelerini önermiştir. Bu görüşlerini;
"Biz her şeyi gençliğe bırakacağız, o gençlik ki hiçbir şeyi unutmayacaktır, gelecek umudunun ışıklı çiçekleri onlardır" sözcüklerle ifade etmiştir. Onun gençliğin kapasitesine inancı ve güveni tamdı.
Atatürk bir başka konuşmasında gençlerimizin gerçeği sevmesini, gerçeği aramasını, ve gerçeği düşünmesinin önemli olduğunu vurgularken, gençlerimizin ilerleme ve başarı konuşlarını ilim ve fen de çağın gerektirdiğini (bilgisayar kullanma vb.) yaşantılarına aktarabilmeleri gerektiğini gündeme getirmiştir. Gençlerin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik düzey(ailenin geliri ve imkânları) içinde bulunduğumuz çağın gereklerini kullanabilme şanslarını sınırlayabilir. Ancak kendi gerçeklerini seven, gençler, bulundukları yerde ve düzeyde pasif ve edilgen bir tutum içine girerse, gerçeği aramaktan yoksun kalabilirler. Bu da onların, içinde bulundukları gerçeği sorgulamaktan uzak bir tutum benimsemelerine yol açar. Oysa sorgulayan ve faaliyet içinde olan genç, kendi potansiyelini yerinde ve zamanında kullanırken sosyal ve kültürel zenginliklere de katkıda bulunabilir. Uğraş verdiği sanat, sportif faaliyetler, akademik çalışmalardan kendileri kadar, toplum da istifade eder.
Atatürk 18Mart 1923'de gençlere şu cümleleriyle seslenmiştir.
"Saygıdeğer gençler, yaşamak durmadan uğraşmaktır. Bundan dolayı yaşamda iki şey vardır. Yenmek ve yenilmek. Size,Türk Gençliğine bırakıp emanet ettiğimiz vicdanı inan, yalnız ve durmadan yenmektir. İnanıyorum ki, her zaman yeneceksiniz. Milletin yükselmesi koşulları ve nedenleri için yapılacak şeylerde, atılacak adımlarda kesinlikle bocalamayın. Milleti o yüksek dereceye götürmek için dikilecek engelleri hep birlikte önleyeceğiz ve sonunda kesinkes o hedefe ulaşacağız. O hedef:En medenî ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmek, Millî kültürümüzü medenî milletler seviyesi üstüne çıkarmaktır."
Türk gençliğinin bağımsızlığını kazanma sırasında otorite figürleri (anne-baba-öğretmen vb.) ile direniş içine girmesinin doğal yanları olduğu daha önce belirtildi. Gençler kişiliğini ispatlamayı olumlu yollardan gerçekleştiremezse olumsuz yollara da başvurabilir, kendi kararlarını kendi kendine vermek yerine, ebeveynlerin isteklerini yapmak, bir çocuk gibi ebeveyne tabii ve bağımlı kalmak, onun bir uzantısı gibi algılanmak olacağından otorite ile ayrı bir birey olduğunu vurgulamak için çatışmaya girebilir. Gencin bu yöndeki çatışmalarının cinsel olgunluğa girildikten sonra azalacağının göz önünde bulundurulması gerekir. Bu gerçek hem gençler, hem de yetişkinler tarafından göz önünde tutulmalıdır. Onları anlama, kendimizi anlatma ve anlaşmaya ulaşma oldukça zor ama anlamlı bir çabadır. Onları anlamadan, kendi kafamızdaki gerçekleri ve doğruları anlatmaya kalkışmak anlaşmayı ortadan kaldırabilir ya da tek taraflı olarak mesaj verilmesine neden olur. Oysa içinde bulunduğumuz şartlar, yetişkinlerin tecrübe ve bildiklerinin, gençlerin eylemde bulunma arzu ve hevesleriyle birleşmesini gerektirmektedir. Gençlik döneminin sonunda, kendi problemlerini, ülkenin problemlerini ele almada ve çözüm sağlamada daha etkin ve olgun bir tarz edinen gençlerimize güvenerek onlarla anlaşma zeminlerinin devam ettirilmesi gerektiğine inanıyoruz. Bireysel kimliğini, meslekî kimliğini, cinsel kimliğini geliştirirken sorulan Ben kimim? Ne olacağım? sorularına verilecek cevaplarda, gençlere güvenen, destek sağlayan yetişkinlerin olması, toplum olarak hepimizin kazancını sağlayacaktır.
Büyük Önder Atatürk'ün gençlere güvenini,"Gençler! Cesaretimizi kuvvetlendiren ve devam ettiren sizlersiniz. Ey yükselen yeni nesil, istikbal sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yüceltecek ve yaşatacak sizlersiniz".Cümleleriyle ifade etmiştir.
21. yüzyılda gençlerimizin kendi bireysel sınırları içinde sorumlu, duyarlı ve çalışma azmi içinde önemli görevler üstlenerek, ülke kalkınmasına katkıda bulunacağına inanıyoruz.
(*) Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu Öğretim Üyesi.
KAYNAKÇA
Özbay, N., Öztürk, E., Aktaş, A. Ergenlikte Benlik İmajı. Mualla Öztürk anısına Gençlik ve Ruh Sağlığı Ödülü, 1992, Ankara.
Aktaş, A. Gençlere YönelikGrup Danışması, ahlâkî ve etik ilkeler, KHO. BEMYYayınları, 1995, Ankara.
-
ATATÜRK'ÜN GERÇEK BAŞARISI
Burcu YÜCEL (*)
Atatürk'ün Türkiye'yi dünya milletleri arasında en şerefli medeniyet seviyesine çıkarmak için yaptığı devrimlere baktığımızda, onun nasıl bir karakter sahibi olduğunu tahmin etmek zor değildir. Bu devrimler bir çırpıda olup bitmiş şeyler değildir. İyice düşünülmüş, dikkatlice hazırlanmış ve milletin yararına sunulmuş devrimlerdir.
Atatürk'ün attığı her adım Türkiye için yeni dönemlerin başlangıcı olmuştur. Buna en güzel örnek Kurtuluş Savaşı'dır. Bu savaştan önce tüm ülke savunmasız bir durumdaydı. Ne bir silâh, ne bir cephane, ne de kendimizi savunacak bir şeyler vardı. Bir an önce harekete geçmemiz gerekiyordu ki düşmanlara fırsat vermeyelim.Ama elimizde yok denecek kadar az bir cephane vardı.Nasıl düşmanlara karşı koyabilirdik ki?
İşte Atatürk, hiçbir önderde bulunmayan bir azimle, bu savaşı kazanacağımıza yürekten inandı. Çünkü, Türk milletinin vatanını korumak ve bağımsızlığını kazanmak uğruna ne gerekiyorsa yapabileceğini iyi biliyordu. Kısacası, Türk milletine güvendi ve hiç kimse onun güvenini boşa çıkarmadı. Atatürk mitingler, kongreler, genelgeler düzenleyerek milletimizi ayağa kaldırdı ve bu uyanış bizim bağımsızlığımızı kazanmamıza yetti. İşte Atatürk'ün gerçek başarısı budur. Bu büyük önder milletinin kafasındaki düşünceyi okuyabiliyordu. Bu da Atatürk'ün ileri görüşlülüğünü yansıtıyordu.
Eğer Atatürk'te bu azim olmasaydı belki de bu günlere zor gelirdik. Bizim de onun bu yönünü örnek almamız gerekir. Ne olursa olsun, hangi şartlarda olursak olalım, o içimizdeki başarma azmini yitirmediğimiz sürece önümüze çıkan her engel kolaylıkla aşılacaktır; sonuç ise "başarı" olacaktır.
(*) Mareşal Fevzi Çakmak Lisesi / MALATYA
-
İZMİR'İN İŞGALİ İLE UYANAN MİLLİ MÜCADELE RUHU VE BUNUN MUSTAFA KEMAL PAŞA'NIN SAMSUN VE HAVZA'DAN YAZDIĞI RAPORLARDAKİ YANSIMASI
DOÇ. ÖĞ. ALB. CEMALETTİN TAŞKIRAN (*)
İzmir'in Yunanlılar tarafından işgâli ile Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'daki görevine başlamak için İstanbul'dan ayrılması hemen hemen aynı tarihlere rastlar. İzmir'i Yunanlılar 15 Mayıs 1919'da işgâle başlamışlardır. Mustafa Kemal Paşa da maiyeti ile birlikte 16 Mayıs 1919 günü bir vapurla Samsun'a doğru yola çıkar. Ancak,Mustafa Kemal Paşa daha İstanbul'dan hareket etmeden, 15 Mayıs 1919'da, veda etmek için Genelkurmay Başkanlığına ve İstanbul Hükümetinin bulunduğu Babıâliye uğramıştır. Babıâli'deki veda ziyareti sırasında İzmir'e Yunan kuvvetlerinin çıkarıldığı haberini öğrenmiş, şaşkın ve telâşlı hükümet üyelerinden İç İşleri Bakanı Mehmet Ali Bey ile Deniz İşleri Bakanına "Ne yapmayı tasavvur ediyorsunuz?" diye sormuş, "protesto edeceğiz!" cevabını alınca da "Bu lâzımdır, doğrudur. Ancak böyle bir protesto ile Yunanlıların İzmir'den geri çekilişlerine veya İngilizlerin onları geri çekeceklerine ihtimal veriyor musunuz?" diye tekrar sormuş ve "Daha kesin tedbirler düşünmeli." (1)diyerek hükümet üyelerini uyarmıştır. Böylece İzmir'in işgâlini, ilk gün hükümetten öğrenen Mustafa Kemal Paşa, ertesi gün de sorumluluk bölgesinde asayişi sağlamak, mevcut silâh ve cephaneleri toplatmak ve kendiliğinden toplanan ve bölgelerine yapılacak muhtemel bir saldırıya karşı koymak için çalışan şûraları dağıtmak olan görevine başlamak (2) üzere İstanbul'dan ayrılmıştır.
Bilindiği gibi İzmir'in işgâli hem İstanbul'da, hem Anadolu'da çok büyük üzüntü ve ızdırap yaratmıştır. Halk bütün yurtta bu haksız uygulamanın yanlışlığını hem İstanbul'a, hem de İtilâf devletlerine ulaşabildikleri her vasıta ile duyurmaya çalışmış ve halkta "karşı koyma" şuuru uyanmaya başlamıştır.Hiç kimse tarafından organize edilmeyen, sırf millî şuurla bir araya gelen insanlar, yurdun her yerinde protesto mitingleri yapmaya başlamışlar ve bu protesto miting ve telgraflarıyla da bütün yurdu büyük bir heyecan dalgası kaplamıştır. Denilebilir ki İzmir'in işgâli ile Türk halkında işgâllere karşı koyma şuuru uyanmıştır. İşgâl kuvvetlerinin kontrolü altında bulunan İstanbul'da bile halk çok çeşitli yerlerde protesto mitingleri düzenlemiş buralarda heyecanlı konuşmalar yapılmış ve bütün dünyaya mücadele etmenin kararı ve haklılığı duyurulmaya çalışılmıştır. Daha sonra anlatılacağı gibi Mustafa Kemal Paşa bu heyecanı yeni görevine başlar başlamaz Samsun ve Havza'dan İstanbul'a gönderdiği telgraflarda net bir şekilde yansıtmıştır. Mustafa Kemal Paşa İzmir'in işgâli ile uyanan bu "millî mücadele ruhunu" çok iyi yönlendirmiş, her yerde protesto mitingleri yapılmasını sağlamış, İstanbul'a ve itilâf devletlerine protesto telgrafları çektirmiş ve millî mücadelenin ilk kıvılcımlarını bir araya toplayarak bir kurtuluş meşalesi yaratmıştır. Biz bu çalışmamızda Mustafa Kemal Paşa'nın telgraflarındaki millî ruh ve heyecanı göstermeye çalışacağız. Ancak bunun için de İzmir'in Yunanlılarca işgâlinin Türk kamu oyunda oluşturduğu millî heyecanı birkaç farklı örnekle göstermek istiyoruz:
Bu örneklerden biri işgâl edilen İzmir şehrinde gerçekleştirilen bir faaliyettir. 16 Mayıs 1919'da İzmir Müdafaa-i Hukuku Osmaniye Cemiyeti, İstanbul'daki devlet adamlarına ve ABD temsilcisine şu şekilde telgraflar çekmiş ve işgâli protesto etmiştir:"... Avrupa, on milyon Müslüman ve Türk'ün idam ve imhasına karar vermişse, milletimiz buna uymayacak ve vatan uğrunda, kahramanca çarpışarak ölmeye hazır bulunacaktır. Tarihe, bütün bir milletin varlığını savunmak için nasıl öldüğünü gösterecektir..."(3)
Örneklerden bir diğeri işgâl kuvvetlerinin kontrolündeki İstanbul'daki "işgâli protesto, mitingleridir. Fatih,Üsküdar, Sultan Ahmet Meydanı ve Kadıköy gibi İstanbul'un çeşitli semtlerinde çok büyük kalabalıkların katıldığı mitingler yapılmıştır. Bunlardan 28 Mayıs 1919 tarihinde Sultan Ahmet Meydanında yapılan mitinge 200.000 civarında insanın katıldığı görülmüştür. Bu mitingde konuşma yapan şair Mehmet Emin Yurdakul ve yazar Halide Edip Adıvar halkın millî duygularını dile getirmişlerdir. Özellikle Halide Edip'in "... Ruhu göklerde olan 700 senelik tarihimiz bu minarelerden bugün Osmanlı tarihinin faciasını seyrediyor. Bu muazzam, bu tarihi meydanda zafer alayları tertip eden ecdatlarımızın ruhu bizi seyrediyor. Dünyaların öbür ucuna at süren namağlup erlerin evlatları önünde ben, baş eğiyor ve yemin ediyorum. Diyorum ki, bugün kolları kesilmiş olan Türk'ün kalbi eski yiğitlik ve cesaretini kaybetmemiştir... Allah'a, hakka, milletlerin ilâhi hakkına dayanan,Türk milleti olarak, bütün Müslüman ve Türk dünyasına ilân ediyorum... Bu muazzam toplantımızda bu aşk, vatan ve Allah aşkı, payidar oldukça hiçbir şey bizi buradan ayıramayacaktır..." (4)şeklindeki konuşması toplanan kalabalığı ağlatacak derecede duygulandırmıştır.
İzmir'in işgâli karşısında oluşan millî heyecanı gösteren üçüncü bir örnek de Giresun'dadır. İşgâlden 2 gün sonra 17 Mayıs 1919'daGiresun'da yapılan miting sonunda Giresunlular İstanbul hükümeti baskınına ve padişaha birer telgraf çekmişlerdir. Sadrazama çekilen telgrafta "... Hükümetinizi idamımızı tebliğe memur görmek istemiyoruz. Sizi Türk sadrazamı bilerek hitap ediyoruz... İzmir'in Yunan'a ilhak edildiğini öğrendiğimiz gün Giresun muhiti akissiz kalmayacaktır. Ve hiçbir kuvvet bizi azmimizden çeviremeyecektir..." Giresunlular Padişaha da şu telgrafı çekiyorlardı:"Ey ulu Hakan, tacından İzmir elmasını Türk kanlarıyla boyayarak koparıyorlar. Sıra yarın bizlere gelecek, Senelerce serhatlarda dolaşan biz Türkler ipte değil, süngüde can vermek için hazırız. Semamızda al bayrak alındığı gün, zümrüt dağlarında kanlarımız bir al bayrak serilecek. Dökeceğimiz kanlara iştirak edecek, bayrağımıza taç giydirecek, Âli Osman'ın kanını taşır, Orhan'ın, Ertuğrul'un bir oğlunu gönderiniz..." (5)
Erzurum'da da, İzmir'den işgâli bildiren telgrafın alınması üzerine, 18 Mayıs 1919'da bir protesto mitingi yapılmıştır. Miting sonrası İtilâf devletleri temsilcilerine çekilen telgrafla da işgâl protesto edilmiş, Yunan işgâli kınanmıştır:"... İzmir saldırısı, faciası karşısında pek heyecanlı ve yaralı olan biz Türkler, varlığımıza indirilmiş bu darbenin kaldırılmasını, yıkılan hak ve mihrabının onarılmasını devletinizin adaletli ve insaniyetli karakterinden dileriz..." (6)
Denizli'de yapılan ve İzmir'in işgâlini protesto eden mitingde ise Denizli müftüsü Ahmet Hulusi Bey "... işgâl edilen memleketler halkının silâha sarılması ve savaşması farz-ı ayn'dır...", "...Elinizde hiçbir silâhınız yoksa bile üçer taş alarak düşmanın üzerine atın..." (7) diyerek halkı mücadeleye çağırmıştır.
Balıkesir'de ise yörenin ileri gelenleri Alaca Mescit'de toplanmışlar, muhtemel bir Yunan işgâline karşı silâhlanmak için karar almışlardır. 25 Haziran 1919'da yapılan toplantıda sadece gönüllülerden oluşan birliklerle Yunanlılara karşı konulamayacağı düşüncesiyle düzenli güçler oluşturulması zarurî görülmüş ve bu maksatla 1902 ve 1903 doğumlulardan millî kuvvetler oluşturulması kararlaştırılmıştı. (8)
Görüldüğü gibi İzmir'in işgâli bütün yurtta derin bir üzüntü yaratmış ve halk bir araya gelerek mücadele arzu ve kararını yüksek sesle hem İtilâf devletlerine hem de İstanbul hükümetine bildirmiştir. Şimdi de İzmir'in işgâli ve bu işgâller karşısında İstanbul hükümetinin tutumunu gösteren iki örnek verelim:İzmir'in işgâlini öğrenen Damat Ferit Paşa hükümeti aynı gün toplanmış ve resmî bir bildiri yayınlamıştı. Bildirinin resmî olduğunu ve işgâl kuvvetlerinin kontrolü altında bulunulduğunu hiç göz ardı etmesek de bildiri, yukarıdaki örneklerde açıklanmaya çalışılan Türk halkının millî duygu ve coşkusu ile uzaktan yakından ilgili değildir. Bildiride "...Hükümet bu meselede devlet ve millet haklarını korumak için kendisine düşeni tespit etmiş ve sükun ve vakarın muhafazası lüzumunu ahaliye tavsiye eylemesini Dahiliye Nezaretine tebliğ etmiştir..." (9) denilmektedir. İşgâl karşısında bu kadar pasif ve kayıtsız kalan sadece İstanbul'daki hükümet değildi. Padişah Vahdettin de benzer bir tutum içerisindeydi. İstanbul Sultan Ahmet Meydanındaki mitingden sonra seçilen bir temsilci grubu Sultan Vahdettin'i ziyaret etmişti. Sultan onlara şu öğütlerde bulunmuştu:"... Ağzımızı açalım, bağıralım, sesimizi yükseltelim. Fakat elimizi kaldırmayalım." (10)
İzmir'in işgâlinden hemen sonra Samsun'a çıkan Mustafa Kemal Paşa, halkta uyanan millî ruhu ve coşkuyu hem arttırmaya çalışıyor, hem de bunu yönlendirerek kurtuluşu gerçekleştirmek istiyordu.
Mustafa Kemal Paşa Samsun'a ayak bastığının üçüncü günü yeni vazifesiyle ilgili ilk raporları İstanbul'a göndermeye başladı. Az sonra detaylı olarak ele alacağımız bu raporlarda Mustafa Kemal Paşa'nın kararlılığı, milletine olan güvenci ve inancı, yeni bir mücadeleyi başlattığının işaretleri açıkça görülüyordu.
Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'da Sadaret makamına gönderdiği telgraf, bir rapor değildi. Ancak İzmir'in Yunanlılar tarafından işgâl edilmesi üzerine işgâlden bir gün sonra hem milletin hem de kendisinin işgâle karşı duygularını şöyle belirtiyordu:"İzmir'in Yunan askeri tarafından işgâli hadisesi, yakından temasta bulunduğum milleti ve orduyu gayrî kabili tasavvur ve tasvir derecede dilhun etmiştir... Ne millet ve ne ordu mevcudiyete karşı yapılan bu haksız tecavüzü hazm vekabul etmeyecektir... 20.5.1919" (11)İşgâlden hemen sonra işgâlin millet ve orduca kabul edilmeyeceğini bildiren ve bunun için Anadolu'nun her yerinde protesto mitingleri düzenleyip,İstanbul ve İtilâf devletlerine protesto telgrafları çektirten Mustafa Kemal Paşa'nın tavrı, işgâlle ilgili olarak Türk milletine "sükûneti tavsiye etmeye" karar veren ve "bağıralım, çağıralım ama elimizi kaldırmayalım" diyen İstanbul'un zihniyet ve anlayışından çok farklıdır. Bu anlayış milletin kurtuluşunu beklediği anlayıştır. Ancak bu tavır İstanbul'dan gelmemiş, Samsun'dan gelmiştir. Hem de çok kesin ve çok net bir şekilde. Hem İstanbul'a, hem bütün dünyaya haykırarak gelmiştir:"Millet ve ordu bu haksız tecavüzü kabul etmeyecektir."
Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya gönderildiğini yazmıştık. 22 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal Paşa bu görevi ile ilgili olarak İstanbul Sadaret makamına bir rapor gönderir. Samsun ve civarında Rum çetecilerinin çalışması ile ilgili bir rapordur bu. Ancak dikkatle okununca Anadolu'da başlayacak bir millî mücadelenin ilk ip uçlarını veren bir rapor olduğu da görülür:"Bu gün Erkân-ı Harbiyemden birkaç zatı, suret-i mahsusa da Samsun İngiliz Siyasî Mümessili Yzb.Hurst,Askerî Kontrol Memuru Yzb. Solther ve Siyasî Kontrol Memuru Yzb.Mill ile temas ve mülâkat ettirdim. Bu mülâkat neticesinde aşağıdaki hususlar arza şayan görülmüştür:
1. Samsun Sancağı'nda şakavetin esbâp ve âmilleri tamamen 21 Mayıs 1919 ve 53 numaralı şifre ile arz ettiğim kanaat dahilinde olmak üzere bizzat İngilizler tarafından itiraf edilmiştir. İzmir işgâliyle hâdis olan müessif vakalara nakl-i kelâm suretiyle İngiliz subaylarını, Osmanlı Hükümeti'nin, Türkiye'yi kendi kendine idare edemeyeceği, birkaç seneler olsun ecnebi müdahale ve siyanetine müftekir bulunduğu zemininde bir fikir ileri sürmüşlerdir. Kendilerine verilen cevapta, Samsun livasındaki şakavetin harp zamanında Rumlardan başladığı o zaman bu havalide takibatta tehcirini de yapmak zorunda kaldığı, bu gün için Rumlar,Müslümanları tehyiç ve dilgir eden siyasî emellerinden vazgeçerlerse şakavetin derhal kalkacağı ve bu takdirde İslâm çetelerinin ortadan kaldırılması mümkün ve lüzum görülürse askerî tedbirlerle tenkili tabiî bulunacağı bildirilmiştir. Osmanlı Hükümeti'nin idare tarzı hakkındaki fikirlerine de sırf hususî mahiyette ve zatî kanaat olmak üzere, Türklüğün ecnebi idaresine tahammülü olmadığı, İngilizler gibi, en medenî milletlerden mütehassıs zatların müşavir olarak iyi karşılanacağı, Yunanlıların, Osmanlı memleketlerinin hiçbir yerinde hâkimiyet hakları olamayacağı anlatılmıştır. İzmir hakkındaki suallerine de vakanın tamamıyla millî ve hayatî bir mesele olduğu ve en basit bir köylü için de böyle bir telâkki olunduğu ve İzmir'in Türklerce İstanbul kadar mühim bulunduğu, hiçbir ecnebi, bilhassa Yunanistan gibi hayalperver bir hükümetin işgâline razı olunamayacağı, kuvvetle yapılan bu işgâlin muvakkat bulunacağı, milletin yek vücut olup hâkimiyet esasını, Türk duygusunu hedef ittihaz ile hükümet-i hazıraya bütün ruh ve vücuduyla muti ve münkad bulunduğu sırasıyla teşrih ve teati-i efkâr ve hissiyat mahiyetinde olan bu mülâkat hususiyetini muhafa etmiştir. 22 Mayıs 1919.
9 ncu Ordu Kıtaatı Müfettişi
Mustafa Kemal" (12)
Bu raporda belirtilen açık ve net görüşleri şöyle sıralayabiliriz:
- Türklüğün yabancı yönetimine tahammülü yoktur.
-İzmir, Türkler için millî ve hayatî bir meseledir ve İstanbul kadar önemlidir.
-Hiçbir yabancı hükümetin işgâline razı olunmayacaktır.
-Kuvvete dayanarak yapılan İzmir'in işgâli geçicidir, Yunanlılar oradan mutlaka çıkarılacaktır.
-Millet yek vücut olmuş ve millî hakimiyet esasını ve Türklük duygusunu, yani Türk milliyetçiliğini kabul etmiştir.
Bu raporda, net olarak ortaya çıkan bu görüşlerin Mustafa Kemal Paşa ile İstanbul Hükümeti arasında memleketin içinde bulunduğu durumda izlenecek yolla ilgili çok farklı görüşlere sahip olduğu ortaya çıkmaktadır. İstanbul Hükümeti Birinci Dünya Savaşı'nın galipleri olan İtilâf devletlerine karşı mücadele yapılmayacağına inanıyor ve bütün tutum ve davranışlarını bu inanış çerçevesinde belirtiyordu. İtilâf devletlerinin Türklerle ilgili verecekleri kararı beklemekten başka yapabilecek hiçbir şey olmadığına inanan İstanbul'a, Mustafa Kemal Paşa Samsun'dan gönderdiği raporlarla Türk milletinin topluca kurtuluşundan bahsediyor ve izlenecek yolu da "Türk milliyetçiliği" olarak belirtiyordu. Oysa Mustafa Kemal Paşa Anadolu'ya Samsun ve civarındaki yerlerin asayişini temin etmek üzere gönderilmişti. O, şimdi bu görevlerin sınırlarını aşıyor, sadece Samsun ve civarının asayişiyle meşgul olmuyor, Türk milletinin ve Türk vatanının toptan kurtuluşundan bahsediyor ve bununla meşgul oluyordu. Mustafa Kemal Paşa biliyordu ki galip devletlerin kararlarını beklemek ve onlara güçlük çıkarmayarak her dediklerini yerine getirmekle bu ülke ve bu milletin kurtuluşu sağlanamazdı. Yapılacak işi millete güvenmek ve milletin gücü ve mücadele azmî ile millî mukavemeti teşkilâtlandırmaktı.
Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'dan İstanbul'a gönderdiği bu iki telgraf sanki Amasya Genelgesi'nin öncüsü gibidir. Dikkatle incelenince Kurtuluş Savaşı'nı başlatan Amasya Genelgesi'ndeki çok önemli şu iki maddenin fikrî temeli bu iki raporda görülebilir:
"1.Vatanın bütünlüğü ve milletin istiklâli tehlikededir."
"2. Milletin istiklâlini, yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır."
Mustafa Kemal Paşa Samsun ve civarında bulunan İngilizlerin mahallî hükümetin haberi olmadan bölgedeki kuvvetlerini takviye ettiklerini ve bunların bir kısmının da memleketin içlerine gittiğini görünce Samsun'dan Harbiye Nezareti'ne 22 Mayıs 1915 tarihli bir rapor gönderir. Bu raporda İngilizlerin Samsun ve civarındaki kuvvetlerini takviye ettikleri ve bunlardan bir kısmını memleket içerisine sokmalarıyla İngilizlerin mütareke hükümlerine aykırı hareket ettikleri; böylece de devletin nüfuz ve mevcudiyetine zarar verdikleri, bu yüzden kendisine verilen bölgede asayişi sağlama görevini sarsan, millî hukukumuza da aykırı bu gibi olayların önlenmesini istemektedir. (13) Aynı tarihli Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti'ne (Genelkurmay Başkanlığı)yazılan telgrafta ise Mustafa Kemal Paşa İtilâf devletlerinin tavrından ve memleketin parçalanmaya doğru gidişinden son derece endişeli bir şekilde İstanbul'u memurları ihraç harekâtı ve zabitleriyle kıtalarının öteye beriye sevki hakkında ne hükümete ne de tarafıma resmen bir şey bildirmediler ve bildirmelerinin de yasak olduğu kendileri tarafından ifade edilmiştir...İcraatları vâkâ hâline geldikten sonra ise onları yaptıklarından geri döndürmeye mecbur edebilmek bittabi müşkül bir meseledir... Bu münasebetle arz etmek isteğim nokta şudur:Mevcudiyetimize ehemmiyet vermiyorlar, âdeta memleketimizi açık bir sahra gibi telâkki ederek kuvvetlerini taksimatı mahsusa ve mahremaneleri icabatına göre taksim ve ikame ediyorlar... Bir gün her tarafta emrivakiler karşısında kalınmak pek ziyâde muhtemel olduğunu kemâl-i hürmet ve mutavaatla arz eylerim". (14)Mustafa Kemal Paşa bir yandan olayları değerlendirip rapor ederken, bir yandan da teşkilâtlanma çalışmalarını yürütmektedir. Bu ikinci düşünceyle eldeki mevcut kuvvetleri azaltmamak, aksine mümkün olursa arttırmak düşüncesiyle 24 Mayıs 1919'da yine Genelkurmay Başkanlığı'na bir yazı gönderir. Mondros Mütarekesi'nin 5 nci maddesini yorumlayarak, "... bu maddenin Osmanlı Devleti'nin jandarma ve güvenlik kuvvetlerinin mevcudunu, iç güvenliğin ve sınırların korunmasına kâfi gelmediğini ve kâfi gelecek şekilde takviye edilmesi için İtilâf devletleri temsilcileri nezdinde teşebbüste bulunulmasını..."(15) ister. Elbette ki amaç başlatılacak bir kurtuluş mücadelesi için yeni kuvvetler elde edebilmektir.
Mustafa Kemal Paşa İzmir'in daha sonra da Manisa ve Aydın'ın Yunanlılarca işgâl edilmeleri üzerine memleketin her yanına protesto mitingleri yapılması için ve hem İstanbul'daki Hükümete hem de İtilâf devletleri temsilcilerine telgrafla protesto gönderilmesi için emir vermiştir. Bu emir üzerine yurdun hemen hemen her yerinde bu tür faaliyetler görülmüştür. İstanbul'daki Harbiye Nezareti bu faaliyetlerin mahiyetini ve kapsamını öğrenmek istemiş ve Mustafa Kemal Paşa'dan sormuştur Mustafa Kemal Paşa'nın cevabi telgrafı aşağıdadır:
"Havza'dan Harbiye Nazırı Şevket Turgut Paşa Hazretlerine
... İstanbul'a çekilen telgrafların tamamen sine-i milletten feveran eden teessüratın birer ma'kesi olduğunu arz eylerim. Bütün gördüğüm bu tezahüratın İtilaf devletlerinin Türk izzeti nefsi millisine, hakkı meşru ve mevrûsuna karşı zâlimane olan tecavüzlerinden dolayı, kanayan Türk ve Müslümandan başka bir şey değildir. Bu heyecan, memleketin en ücra köşesine kadar şamildir, umumîdir. Memurin-i hükümet ile askerin şimdilik tamamen bitaraf kaldığı bu tezahürat ve teessüratın kemâl-i itidal ve metanetle hareket eylediği de ayrıca şayan-ı kayıt olduğunu arz eylerim 30 Mayıs 1919." (16)
Harbiye Nezareti bir başka yazı ile de Sivas civarındaki mitinglerde, bu bölgede bulunan Ermenilerin ve gayrî Müslimlerin durumlarıyla ilgili bir bilgi istemiş ve bu tür mitinglerin önlenmesini belirtmiştir. Mustafa Kemal Paşa bu yazıya verdiği cevapta millî duygularını çok sert bir şekilde şöyle ifade etmiştir:
"Havza'dan Harbiye Nezareti'ne
... Sivas ve civarında evvelce bulunan Ermenileri ve bilâhare gelen mültecileri tehdit edecek hiçbir hâdise olmamıştır. Ne Sivas'ta ve ne de civarında endişe edecek hiçbir hâl yoktur. Herkes sakin bir şekilde iş ve güçleriyle meşgûldür, bunu sureti katiyede arz ve temin ederim...İtilâf devletleri milletimizin hukuk ve istiklâline riayetkâr kaldıkça ve millet ve devletin tam masuniyetinden emin oldukça gayrî Müslimlerin endişe etmelerinin hiçbir sebebi yoktur...Fakat istiklâl ve millî mevcudiyeti imha ve hayatın bekasını tehli***e düşüren kasıtlı işgâl gibi İzmir havalisinden görülmekte olan fiilîyatın ortaya çıkmasına karşı ne halkın heyecan ve tesirat-ı vicdaniyesini ve ne de buna dayalı millî tezahürü men ve tevkif için nefsimde ve hiç kimsede kudret ve takat göremeyeceğim gibi, bu yüzden ortaya çıkacak hadiseler karşısında mesuliyet kabul edebilecek ne kumandan ve ne de mülkiye memuru ve ne de hükümet tasavvur ederim. 3 Haziran 1919" (17)Böylece Mustafa Kemal Paşa çok sert bir şekilde hükümetin halktaki heyecanı paylaşması gerektiğini bildirir.
Mustafa Kemal Paşa Samsun ve Havza'dan İstanbul'a çeşitli raporlar ve telgraflar göndermiştir. Raporlarında aktarılan olaylara bakınca Samsun ve çevresinde durumun hiç de sevindirici olmadığı görülür. Zira İngiliz askerleri zaman zaman takviye almakta ve Samsun civarından başka, memleketin içlerine kadar ilerlemektedir. En acı taraf da İstanbul hükümeti temsilcilerine bilgi vermemekte, onları muhatap almamaktadırlar. İtilâf devletlerine ait kuvvetlerden cesaret alan Rumlar Pontusçuçeteler kurmakta ve Türk halkını tedirgin ederek yıldırmaktadırlar. Halk, İzmir'den sonra Trabzon ve Samsun'un da Yunanlılarca işgâl edileceğine inanmaktadır. Bölgede asayişin sağlanması için elde bulunan jandarma kuvvetleri yetersiz kalmaktadır. Askerlerarasında firar olayları had safhayı bulmuştur. Kaçakları önlemek mümkün olmamaktadır. Askerden kaçma gittikçe şiddetlenerek yayılmaktadır. Mustafa Kemal Paşa'nın yine Harbiye Nezareti'ne 4 Haziran'da yazdığı raporda belirttiği gibi, "Bu gibi durumlarda tesirli çare ve tedbir kuvvettir..." (18) Maalesef o kuvvet de o anda henüz oluşmamıştır. Bu yüzden Samsun ve Havza'daki raporlarda Mustafa Kemal Paşa'nın memleketin kaderini karanlık bir şekilde gördüğü hemen ortaya çıkar. Ama o ümidini asla yitirmemiştir. Yine aynı raporlar dikkatlice incelenince onun Türk milletine olan güveni görülür. Millî bir hareket yaratıldığı takdirde karanlığın yok edilebileceğine inanmıştır. Amasya'da kendisine tezahürat yapan halk için, yanındaki bir gazete muhabirine şöyle der:"Bak birader, böyle milletten nasıl ayrılırsın? Bu palaspareler içinde perişan gördüğüm bu insanlar yok mu, onlarda öyle bir yürek, öyle bir cevher vardır ki Çanakkale'yi kurtaran bunlardır. Kafkas'ta, Galiçya'da, şurada burada arslan gibi çarpışan, mahrumiyete aldırmayan bunlardır." (19) Milletin duygularını paylaşan Mustafa Kemal Paşa milletine güvenmekle yanılmadığını kısa bir süre sonra bütün dünyaya göstermiştir.
(*) Genel Kurmay Başkanlığı, Askeri Harp Tarih ve Strateji Etüd Başkanlığı.
(1) Falih Rıfkı Atay-Çankaya,İstanbul, 1980, s.172.
(2) Harp Tarihi Vesikaları Dergisi, sayı:1, vesika no:3.
(3) Atatürk,Gnkur. ATASE yayınları, Ankara, 1980, s.143.
(4) Prof. Rıfkı SalimBurçak, Türk DevrimTarihi, Ankara, 1973, s.34.
(5) Mahmut Goloğlu, Erzurum Kongresi,Ankara, 1968, s.40.
(6) Atatürk Özel Arşivinden Seçmeler,Ankara, 1981, s.1.
(7) Ahmet Akif Tütenk, Millî Mücadelede Denizli,İzmir, 1949, s.7.
(8) Millî Mücadele Balıkesir, İstanbul, 1986, s.70.
(9) Selahattin Tansel,Mondros'tan Mudanya'ya, c.I., İstanbul, 1991, s.203.
(10) Prof. Rıfkı Salim Burçak, a.g.e., s.34.
(11) Nimet Arsan; Atatürk'ün Tamim,Telgraf ve Beyannameleri, s.23.
(12) a.g.e., s.24-25.
(13) Harp Tarihi Vesikaları Dergisi; sayı 4, vesika no:68.
(14) a.g.d., sayı 4, vesika no:69.
(15) a.g.d., sayı 4, vesika no:71.
(16) a.g.d., s.5, vesika no:92.
(17) a.g.d., sayı 4, vesika no:95.
(18) a.g.d., sayı 4, vesika no:65, s.2.
(19) Sabahattin Selek, Anadolu İhtilâli, İstanbul, 1986, s.234.
-
NİCE 19 MAYIS'LARA
Zehra IŞIK (*)
Ne yapmak istediğini bilmek, işin yarısını yapmak demektir. Gayemiz belli olduğu sürece, azimle ona ulaşmamız kolaydır. Örneğin; gideceğimiz yeri bildikten sonra, oraya giden otobüsü bulmak kolaydır.
Bir amaca ulaşmak için çeşitli beceriler kazanmamız gerekir. Bunların en önemlilerinden biri de yaratıcılıktır. Herkes yaratıcılığın sanatçılara özgü bir şey olduğunu düşünür. Yaratıcılık sadece resim yapmak, şiir yazmak, müzik aleti kullanmak vb. değildir. Her alanda bir yaratıcılık vardır. Önemli olan onu ortaya çıkarıp, kullanmasını bilmektir.
Yaratıcı bir kişi doğaldır, cesurdur, meraklıdır, uyumludur, dirençlidir, kolay pes etmez, kendine güvenir, sorumluluk sahibidir, kararlıdır ve insanlara saygı duyar. En önemlisi de yaratıcı kişi plânlı çalışmasını bilir.
Bir alanda yaratıcı olmak için dikkatimizin tümünü o alanda yoğunlaştırmamız gerekir. Önce kendimize bir kimlik belirlememiz gerekir. Sonrası kendiliğinden gelir. Sahip olmak istediklerimizi kolaylıkla elde ederiz.
Yaratıcılığın kendi kendine ortaya çıkma olasılığı çok azdır. Onu bulmak bizim elimizdedir. Bu da duyumsamayla gerçekleşir. Duyumsama da ayrıntılara önem verme, ileri görüşlü olma, araştırmacı ve gerçekçi olma ve de sonuçları değerlendirme ile kuvvetlendirilir.
Yaratıcılık, bir yetenek olmanın dışında bir sistemdir. Sizin kendiniz için belirlediğiniz, yaşamınızın plânı, yönü ve parçalarıdır ve topluma yararlı olabilmenin kaynağıdır.
Düşüncelerinizi kafanızda saklamayın, serbest bırakın. Dışınıza ördüğünüz kozayı yırtın. Sağduyunuza kulak verin. Fikirlerinizi dışa vurun. Değişik ortamlarda iken düşünün. Mutlaka düşünmek için sessiz ve loş ışıklı bir odadaki çalışma masasının başında olmanız gerekmez. Her ortamda kendinizi geliştirmeyi, düşüncelerinizden emin olmayı ve açıklamayı ve başkalarının düşüncelerine saygılı olmayı bilin.
Kendi sorunlarınıza ya da başka sorunlara çözümler arayın. Bir çözümle yetinmeyip, birkaç türlü çözüm üretmeye çalışın. Daha kolay ve mantıklı çözümler bulabilirsiniz. Arkadaşlarınıza güvenin ve onların yardımlarını değerlendirin. Çevrenizdeki insanları sevin.
Her yerde ve her zaman yeniliklere açık olun. Kültürünüzü geliştirin. Her soruya karşı mantıklı cevaplar verebilin.
(*) MEB APK Uzmanı/ ANKARA
-
ÖLÜMSÜZ ATATÜRK
Hüseyin ÖZLÜK (*)
Mustafa Kemal Atatürk "Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır." diyordu. Ve altmış iki yıl evvel bu dünyadan bedenen ayrılırken, Türk milletine sonsuza dek yaşayacak olan bir armağan bırakıyordu: Cumhuriyet!
Elli yedi yıllık yaşamına; asırlık başarılar sığdıran, hayatının hiçbir karesinde yılgınlığa ve teslimiyete yer vermeyen, evrensel ilkeleriyle yalnız ülkede değil, insanlık tarihinde bir çağ açan Mustafa Kemal Atatürk'ün ebediyete intikali elbette, yalnızca maddeseldir.
Ölümü, esir yaşamaya tercih eden, "Ben gerektiği zaman en büyük hediyem olmak üzere,Türk milletine canımı vereceğim." diyecek kadar vatan âşığı, millet âşığı bir önderin; Atatürk'ün takipçileri olarak onun ilke ve devrimlerinden hiçbir ödün vermeden yolumuza devam edeceğiz. Engeller karşısında tek bir vücut, tek bir yürek olacağız. Ona bağlılığımızı, dürüstlüğümüzle, çalışkanlığımızla, üretkenliğimizle, haksızlığa ve gericiliğe direnişimizle, cumhuriyete ve demokrasiye inancımızla, çağdaşlık ve bağımsızlık yolunda, tüm değerleri korumak adına yaptığımız kutsal uğraşılarımızla göstermeliyiz. Her 10 Kasım'da akıttığımız gözyaşlarımız ve suskunluğumuzla değil!
Atatürk bir konuşmasında: "Kudretsiz dimağlar, zayıf gözler, hakikati kolay göremezler. O gibiler, büyük Türk milletinin yüksek seviyesine nazaran geri adamlardır." diyordu.
Evet, bu vatan, gerçeği görebilen, aydın, çağdaş kişilerce yükseltilecektir. Zayıf gözlerin, kudretsiz dimağların, ül***i geriye götüreceğinden şüphe yoktur.
Bunun çabası içinde olan, Atatürk düşmanlığında birleşen fakat amaçları farklı olan teokratik düzen özlemcileri, bölücü ve II.Cumhuriyetçiler hiçbir zaman başarılı olamayacaklardır.
Çünkü, Türk ulusu sonsuza dek Ata'sına sahip çıkıp, onun izinde yürüyecektir.
Mustafa Kemal "Hakikati konuşmaktan korkmayınız." demişti. Atatürkçüler olarak, hakikati konuşmaktan korkmadık ve korkmayacağız. Doğru bildiğimiz yoldan şaşmayacağız. Ruhun şad olsun ATATÜRK!
(*) İl Millî Eğitim Müdürü
KONYA
-
Sevgili Ata'm
Emine DÜŞÜNCELİ (*)
Sevgili Ata'm,
Ben, bize bıraktığın cennet yurdun bir köşesinden sana sesleniyorum. Seni hiç görmedim, seninle konuşamadım. Seninle aynı havayı teneffüs edemedim. Sana çiçek sunmak isterdim. Bıraktığın cennetin bahçelerinden dal dal, boy boy; alı yeşiline karışmış demetler sunmak isterdim.
Sana, içine yurdumun kokusu sinmiş bir mektup yazıyorum. Her kelimesinde Akdeniz'i,Karadeniz'i göreceğin; her cümlesinde İzmir'i, Ankara'yı okuyacağın ve her hecesinde Samsun'un yaylalarını, çiçeklerini, pınarlarını hissedeceğin. Mektupta beni, bizi, kısaca tüm ulusumu göreceksin.
Mektubumda, sana güneşin ışıklarını, toprağımın verimini, yağmurumun bereketini getireceğim. Sana, ilkbaharda tohum saçan köylümün çalışkanlığını, tahta başında ders veren öğretmenimin azmini, ekmek ve kitap parası için sokakta simit satan çocuğun alın terini getireceğim. Şehit olmuş asker anasının feryadını, kundaktaki bebeğin hayata ilgisini, okul yolunda bir öğrencinin hayallerini getireceğim.
Kim bilir ne çok özlemişsindir Anafartalar'ı,Çanakkale'yi,İzmir'i?... Belki hâlâ özlemini duyuyorsundur Samsun'a ayak bastığın ilk günün... Bize ders olarak anlatılan Çanakkale'den, Arıburnu'ndan insanımın sesini. Bandırma Vapuru'yla Samsun'a yol aldığın Karadeniz'den köpük köpük deniz kokusunu gönderiyorum.
Aradan geçen bunca seneden sonra biz de seni çok özlüyoruz. Sana şiirler yazıyoruz. Her gün, her an sevecen bir gülümseyişle bize bakıyorsun. Sen bizi duyuyor, görüyorsun. 2000 yılında,Cumhuriyetimizin 77. yılında senin başarılarını sahipleniyor, onlarla öğünüyoruz. Bilmem bana inanıyor musun?
Ben, seni seviyorum Atatürk'üm. Seni çok seviyorum. Sana ve yurduma lâyık biri olarak yetişeceğime söz veriyorum. Sen bizlere kılavuzluk etmeyi sürdüreceksin. Senin rehberliğinde çağdaşlığa, uygarlığa, bize gösterdiğin hedeflere, aklın ve bilimin ışığına kavuşacağız. Sensiz olmuyor sevgili Atatürk'üm!
Mektubumun sonunda sevgili Atatürk, senden bize inanmanı, bize güvenmeni ve sonsuzluk uykusunda rahat olmanı diliyorum. Bizler, hepimiz, ilerde doktor, öğretmen, mühendis olacağız. Bizler, senin yenilikçi, coşkun ruhunu taşıyan MUSTAFA KEMALLER olarak yetişeceğiz. Sana söz veriyorum.
Sana bunları anlatabildiğim için, sesimi sana duyurabildiğim için, ulusumun selâmını sana iletebildiğim için mutluyum. Mutluyum, çünkü artık ben de bir MUSTAFA KEMAL'im!..
(*) Anamur Fatih İlköğretim Okulu Öğrencisi / İÇEL
-
PAŞA'M
A. Doğucan HANEGELİOĞLU (*)
Keşke sen olsaydın ve daha güçlü, daha aydın günlere beraber yürüseydik seninle!
Bak, Türkiye'n nasıl büyüdü, nasıl yüceldi senin aydın yolunda. Cumhuriyeti armağan ettiğin halkın nasıl senin izinde gidiyor.
Bizler, çocukların ise yaktığın meş'aleyi söndürmemek için, aydınlık bir gelecek için, ülkemiz için hep en iyisini yapma gayret ve çabasındayız. Devamlı ileriye bakıyoruz sabır ve inançla.
Bizim olan bu vatan için ant içtik çıkar gütmemeye; cehaletle savaşmaya; ilimde, fende hep birinci sırada olmaya; dürüst, güvenilir ve çalışkan olmaya; mutluluğa, aydınlığa ve güzel geleceğe...
Belki zaman zaman ülkenin manzaraları karşısında, hiç görmediğim mavi gözlerin hüzünleniyor. Oysa ki Türk gençliği hüzünlü gözlerinden değil, insanı delip geçercesine keskin ve kararlı bakışlarından güç alıyor. Sen sakın üzülme!Üzülme ki bizler de seni hayal kırıklığına uğratmanın ümitsizliğini ve çaresizliğini yaşamayalım.
Sen bil ki; gelecek bizim, yarınlar bizim ve en önemlisi bu vatan bizim! Dünya döndükçe de öyle kalacak ve dalgalanan ay yıldızlı bayrağımız hiçbir zaman yere inmeyecek ve boynunu bükmeyecek.
(*) Üsküdar Zeynep Kamil İlköğretim Okulu Öğrencisi
İSTANBUL