Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Petrol fiyatının düşmesi bize yarar mı
GEÇEN haftadan bu yana petrol fiyatları düşüyor. On gün öncesine kadar varili 150 doları zorlayan petrol fiyatları şimdi 120 dolarlara düşme eğilimine girdi.
Bu aşamada, petrol fiyatlarının düşüyor olmasına çok sevinmek için zaman henüz erken. Düşüşün kalıcı olup olmadığı konusunda bir bilgimiz yok. Haberlere göre, petrol fiyatlarındaki düşüş talep kaygısından kaynaklanıyor. Halbuki IMF dahil, tahminlerini kamuoyu ile paylaşan uluslararası kuruluşlar küresel büyümedeki yavaşlamanın ilk tahminler kadar kötü olmayabileceğini vurguluyorlar.
Talep kaygıları tersine dönebilir. Gerçekleşmeler tahminler doğrultusunda olursa, son günlerdeki petrol fiyatlarındaki düşüşleri geçici olarak görmek gerekir. Petrolün fiyatını 150 dolara yaklaştıran dinamikler şimdi 120 dolarları deniyor. Ama, yeniden çıkış sürpriz olmaz. Benzer gelişmeleri geçen yılın ağustos ayında ve bu yılın ocak ayında da yaşamıştık. Belli bir düşüşten sonra çıkış çok hızlı olabiliyor.
TÜKETİCİYE YANSIMA
Petrol ürünleri dünyada en çok vergilendirilen mallardan biri. Devletlere hazır gelir kapısı durumunda. Petrol fiyatları arttıkça devletin bu alanda aldığı vergiler artıyor. Fiyat düştüğünde ise vergi oranları artırılarak fiyat düşüşleri tüketicilere aynen yansıtılmıyor. Bu yolla, devletler petrol ürünlerinden elde ettikleri gelirlerin petrol fiyatlarındaki düşüşe paralel azalmasını önlüyorlar. Zaten, bu alandaki vergilerin yüksek olması da biraz bu nedenden. Fiyat artınca, vergi oranları düşürülmüyor. Fiyat düşünce vergi oranları artırılıyor. Bizde petrol ürünlerinin en ucuz olduğu ülke konumundan en pahalı olan ülke konumuna bu yolla geldik.
Petrol fiyatlarındaki düşüşün kalıcı olması durumunda, bizim gibi ülkeler birçok açıdan daha iyi duruma gelecekler. Devlet petrol ürünleri üzerindeki vergileri artırsa dahi, petrol fiyatındaki düşüşler az çok tüketiciye de yansıyacaktır. Nakliye maliyetleri düşecektir. Alım gücü artacaktır. Enflasyon görünümünü olumluya çevirecektir.
Doğalgaz fiyatı petrol fiyatına endekslidir. Dolayısıyla, petrol fiyatlarındaki düşüşe paralel olarak doğal gaz fiyatı da düşme eğilimine girecektir. Enerji ithalatının faturası düşecektir. Bu anlamda, diğer şartlar değişmezse, ithalat artışı yavaşlayabilecek, hatta durabilecektir.
MALİYE NE YAPAR?
Petrol fiyatlarındaki düşüşün bizlere ne derece yaralı olacağı devletin petrol ürünleri üzerinden aldığı vergi ile oynayıp oynamayacağı ile yakından ilgili. Yılın ilk yarısına yönelik veriler kamu finansmanında olumlu bir tablonun varlığına işaret etse dahi, petrol fiyatlarının düşmesiyle oluşacak vergi gelirleri kaybına Maliye’nin tahammül etmesi zor görünüyor. Özel tüketim vergisi gelirlerinin yarısından fazlası petrol ürünlerinden alınan vergilerden geliyor. Örneğin, geçen yıl bu kalemden vergi tahsilatı 22 milyar YTL olmuştu. Bu yılın ilk yarısında 11.4 milyar YTL toplandı. Yılın tümünde de 25.6 milyar YTL gelir bekleniyor. Petrol fiyatının çok düşmesi bu hesapları alt-üst edebilir.
Bu şartlarda, petrol üzerinden alınan vergilerde bazı artışlar olabilir. Ama, bunun aşırıya kaçması durumunda, petrol fiyatlarındaki düşüşlerin çoğu tüketiciye yansıtılmadığında, bizler için petrol fiyatlarının düşmesinin fazla bir sevinilecek tarafı kalmıyor.
İthalat ve dış ticaret dengesi dışında, konunun bir de iç talep gelişmelerinden küresel likiditeye kadar uzanan diğer makro ekonomik sonuçları var. Fiyatlardaki düşüşlerin kalıcı olması durumunda bu konulara da ileride değiniriz.
27-07-2008, 19:32
sarıkanarya_41
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Başbakan duymasın
NİYE mi?
Duyarsa kızar da onun için!..
Hem de çok kızar...
Başbakan’ın ısrarla üzerinde durduğu bir konuyu engelleyebilecek yeni bir gelişme oldu. Aman duymasın!..
NEYİ DUYMASIN?
Duyduğunda kızacağı bir konu var, onu duymasın.
Biliyorsunuz, Başbakan uzun süredir her gittiği yerde "En az üç çocuk sahibi olun" diye tavsiyelerde bulunuyor. Daha ötesi teşvik ediyor.
Örneğin, vergi yasalarında 1 Ocak 2008 itibariyle değişiklik yapıldı ve evlenenlere ve çocuğu olanlara "asgari geçim indirimi" şeklinde, ilave avantajlar getirildi. Gerçi evlenenlere günde 30 Yeni Kuruş, çocukların her birine de 22’şer Yeni Kuruş (üçüncü çocuktan itibaren 15 Yeni Kuruş) idi ama olsun. "Çok veren maldan, az veren candan" diye bir söz var ya öyle bir şey...
Geçenlerde bir düzenleme yapıldı ve çocuk sahibi olmayı engelleyen "ince bir ayar" yapıldı!..
İNCE AYAR NE?
İnce ayar, "prezervatif kullanımı" ile ilgili...
Bir Kararname ile prezervatiflere uygulanan KDV’nin oranı; yüzde 18’den, yüzde 8’e indirildi (Bkz. 19 Temmuz 2008 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan 2008/13902 sayılı Kararname).
Prezervatif KDV’sinin 10 puan indirilmesi demek, fiyatlarının bu oranda düşmesi, talebin artması ve prezervatif kullanımının yaygınlaşması anlamına geliyor.
Bundan sonrasını biliyorsunuz, devamını anlatmaya gerek yok...
Bu da bir başka rekor
GAYRİMENKUL özelleştirmede de ayrı bir dünya rekoruna sahip olduğumuzu biliyor muydunuz?
Dünyada 2000-2006 yılları arasında, 49 adet gayrimenkul özelleştirilmesi yapılmış. Bunların 30’u Türkiye’de yapılan özelleştirmelerden oluşuyor.
Yapılan 13 büyük özelleştirmeden 12’si yani birinci dışındaki en büyük 12 gayrimenkul özelleştirmesi Türkiye’ye ait!..
Bu da bir başka dünya rekorumuz!...
Bunu ona asla yapmayın
PATRONUNUZ Aslan ise: 12 burcun patronu, patronunuzsa işiniz var. Egosunu incitecek minicik bir kırıntıdan bile kaçının. Masadaki düzenini değiştirmeye kalkmayın. Gürlediğinde kaçın.
Karınız Aslan ise: Ucuz hediye almayın, boşanma sebebiniz olabilir.
Kocanız Aslan ise: Bakımsız olmayın, toplum içinde kavga etmeyin. Giyiminize dikkat edin, beraberinde onun kılık kıyafetini de önemseyin.
Baskında ne dediler
- BEN uyuyordum, bir gözümü açtım ki, bu kadın (ya da adam) yanımdaydı.
- Biliyorum tamamen çıplağım ama **** değil yaptığımız, o bana masaj yapıyordu hayatım.
- Bak, her şeyi açıklayabilirim, çok karanlıktı ve koynuma girince onu sen zannettim.
- Peki, tamam yakaladın, şimdi git de sevişmeye devam edelim.
Müşteri şikayeti
BİR adam 3 ağlayan bebekle birlikte trende yolculuk ediyormuş. Yanında oturan bayan, adama sormuş;
- Bebekler sizin mi?
Adam;
- Hayır. Ben prezervatif fabrikasında çalışıyorum, bu bebekler de müşteri şikayetleri...
Telefon faturası
EV telefonu hayli yüksek gelince, ev halkı toplanmış;
Baba; "Yahu bu korkunç bir fatura... Ben bu telefonu asla kullanmı-yorum, çalıştığım şirketteki telefonu kullanı-yorum."
Anne; "Aynen ben de..."
Oğlan; "Vallahi ben de öyle... Şirketimin cep telefonu ile bütün görüşme- lerimi yapıyorum."
Hizmetçi; "Eee... Problem ne o zaman? Sanırım hepimiz iş telefonlarını kullanı-yoruz..."
(Teşekkürler Yıldırım TUNA)
Yenisi daha kolay
KADIN oğlunu doktora götürmüş:
"Oğlum yürüyemiyor, gözü görmüyor, sağır ve dilsiz. Akli dengesi de bozuk... Onun için size getirdim."
Doktor, bir kadına bir de hastaya baktıktan sonra "Soyunun" demiş.
"Ne soyunması?" diye tepki göstermiş kadın; "Hasta olan ben değilim, oğlum!.."
"Biliyoruz da" demiş doktor, "onu düzeltene kadar, yenisini yapmak daha kolay."
Kadınlar ve algılama
- KADINLAR "ayaklı radar" gibi, çünkü beden dilini, mimikleri ve sözcüklerin gizli anlamlarını hemen algılama yeteneği erkekten iki misli fazla. Bu yüzden bir erkeğin yalan söylediğini kadın hemen anlıyor.
Bir kız ne der, ne demek ister?
- BİR kız "ihtiyacım var" diyorsa, bu "mutlaka istiyorum" demektir.
- Bir kız "ne istiyorsan onu yap" diyorsa, bu "nasılsa bedelini ödeteceğim" demektir.
- Bir kız "peki sen haklısın" diyorsa, bu "şu saçma tartışmayı bitirelim" demektir.
Bir erkek ne der, ne demek ister?
Bir erkek "tamam sen haklısın" diyorsa, bu "şu konuyu hemen kapatmanın bir yolunu bulmalıyım" demektir.
Bir erkek "yine ne yaptım?" diyorsa, bu "yine neyimi yakaladın?" demektir.
Bir erkek "bu çok yakıştı, bunu al" diyorsa, bu "n’olur bu denediğin son elbise olsun yoksa düşüp bayılacağım" demektir.
Bunları biliyor musunuz?
- TAVUKLAR yılda ortalama 227 kez yumurtlar.
- En küçük at türü Falabella, yaklaşık 75 cm’dir.
- Bir arı kendinden 300 kat ağır nesneleri kaldırabilir.
- Ayakta ölmek, diz üstü yaşamaktan daha iyidir.
F.D. Roosevelt
27-07-2008, 19:32
sarıkanarya_41
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
100 milyon YTL’lik ’saçınız dökülmesin’ yarışı kızıştı
SAÇ dökülmesini önleyen ürünlerin Türkiye’nin en hızlı büyüyen pazarı haline gelmesi, yerli, yabancı firmaların iştahını kabarttı.
Yıllık pazar hacmi 100 milyon YTL’ye ulaşan sektörde, birçok marka, ürettiği serum, tablet ve şampuanlarla sadece eczane, parfümeri ve kuaförlerde değil, artık market raflarında da yer almaya başladı.
KISA sürede 100 milyon YTL’lik hacme ulaşan pazarın, bir anda Türkiye’nin en hızlı büyüyen sektörleri arasına girmesi, Türkler’i saç dökülme sorunundan kurtarmak için yerli, yabancı bir çok firmanın adeta seferber olmasını sağladı. Çok sayıda marka, serum, tablet ve şampuanlarla sadece eczane, parfümeri ve kuaförlerde değil, market raflarında da yer almaya başladı. Peş peşe piyasaya sürülen bu ürünlerden bazıları, ambalajlarının görünümünden üzerindeki yazı karakterlerine kadar birbirlerine benziyor. Ancak, bu ürünler arasındaki fiyat farklılıkları, kafaların karışmasına da yol açıyor.
Kadınlara da yöneldi
Erkeklere yönelik ürünlerde elde edilen başarı, son dönemlerde firmaların rotayı kadınlara çevirmesini sağladı. Bunda da, erkeklere oranla daha az saç dökülme sorunu yaşayan kadınların, bu sorunu daha fazla dikkate almaları ve çözüme ulaşmak için çaba göstermeleri etkili oluyor. Yapılan araştırmalara göre, saç dökülme sorunu yaşayan kadınların yüzde 52’si, çözüme ulaşmak için bu ürünlere başvurmakta tereddüt etmiyor.
Arkadaşımız Meltem Kara’nın yaptığı araştırmaya göre, kadınlardaki bu kullanıma yönelik potansiyel, firmaları da harekete geçiriyor. Bu da, son aylarda kadınlara özel şampuan, tablet ve serumların peş peşe piyasaya sunulmasının en önemli göstergesini oluşturuyor. Saç dökülme probleminin erkeklere özgü bir sorun olduğu düşüncesini yıkmaya çalışan firmalar, saçı dökülen erkeklerden sonra kadınlara da ürün tanıtımlarında yer vermeye başladı. Son olarak Bioxcin markasıyla faaliyet gösteren B’IOTA Laboratuvarları, piyasaya sunduğu yeni ürünü Bioblas’la kadınları hedef alırken, sektörde Vichy, Activ, Ducray, Rogaine, Crescina, Foltene, Shen Min gibi firmaların da kadınlara özel ürünlerle rekabet etmeye çalışıyor.
En çok şampuan
Minodixil, Saw Palmetto ve Finansteritte adlı ilaçların yan etki olarak saç çıkarttığının anlaşılmasıyla birlikte gelişen pazarda, tüketici talebi bitkisel çözüm sağlayan ürünlerde yoğunlaşıyor. Bu nedenle sektörde en fazla şampuan ve serum satışı gerçekleştiriliyor. Tablet kullanımı ise daha düşük seviyelerde kalıyor. Buna göre, sektörde yılda 550 bin adet serum, 1.5 milyon adet saç dökülmesini önleyen te şampuan ve yaklaşık 150 bin adette tablet satışı gerçekleşiyor. Dökülmelere karşı etkili şampuanların fiyatı 30 YTL’ye kadar ulaşırken, serumların 112 YTL’yi, gıda takviyeli tabletlerin fiyatı da 100 YTL’yi buluyor. Saç dökülme sorunu yaşayanların yüzde 35’i aralarında kuaförlerinde bulunduğu doktor ve eczacıların tavsiyesiyle ürünleri kullanmaya başlıyor. Geri kalan yüzde 65’i ise kullanıcı tavsiyesi ve tanıtımlardan etkilenerek ürün satın alma yolunu seçiyor.
Saç dökülmelerinin yüzde 95’i genetik
ERKEK ve kadınlarda görülen saç dökülmesinin yüzde 95’i genetik yapıya bağlanıyor. Dökülmelerin yüzde 5’i ise hastalık, aşırı stres, yetersiz beslenme, kalitesiz saç bakım ürünleri ve ilaç kullanımı gibi nedenlerle meydana geliyor. Türk erkeklerinin sorunları arasında ilk sırada yer alan saç dökülmesi, 20-40 yaş arasındaki erkekleri etkiliyor. Erkeklerin yüzde 30’u 25 yaşında, yüzde 40’ı 40 yaşında saç dökülmesi sorunlarıyla karşı karşıya kalıyor. Kadınların ise yüzde 43’ü saç dökülmesi sorunu yaşıyor. Saç dökülme sorunu yaşayan erkeklerin yüzde 45’i, kadınların da yüzde 52’si çözüm sunan ürünlere yöneliyor. Avrupa’da saç dökülmesine karşı etkili ürünleri en çok kadınlar kullanıyor. Türk kadınları da bu ürünlere olan ilgisini günden güne artırıyor. Saç dökülmesi, hayat kalitesi üzerinde negatif bir etki yaratıyor.
Pazarda rekabeti yeni markalar kızıştırıyor
TÜKETİCİLERİN hızla artan talebi pazara yerli yabancı yeni oyuncuların girmesini sağlıyor. Sektörün büyük çoğunluğunu yerli firmalar elinde bulunduruyor. Sektöre son olarak Bioxcin markasıyla faaliyet gösteren B’iota, Bioblas markasıyla kadınlara, Biomen markasıyla da erkeklere yönelik saç ve cilt bakım ürünlerini piyasaya sürdü. Ayrıca, BitkiDerman’da rekabette yerini aldı. B’iota’nın Bioxcin, Vichy’nin Aminexil, Bayer’in Priorin, Eczacıbaşı’nın Revivogen’in faaliyet gösterdiği pazarda, Criscina, Keramine, Rogaine, Activital, Babe, Bluecap, Restorex, Prozinc, Kerastase, Eucapil, Ducray, Anagen, Rogaine, Revigen, Shen Min, Herbal Glo, Moos, Palcenta, Foltene, Tresan, Aksay, Madifarm, Lacinia, Toppik, Rogain, Activ, Novocrin, Natur Vital ve Densite gibi birçok marka yer alıyor. Inneov, Pantogar, Propecia ve Capilecia ise tablet kategorisinin oyuncuları arasında bulunuyor. Bu ürünler eczane, kuaför ve market olmak üzere farklı noktalarda satılıyor.
27-07-2008, 19:33
sarıkanarya_41
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Pazar kahvesi
Düğünler böyledir.
İnsanları memnun edemezsin. Kimi homurdana homurdana gelir, sırf ayıp olmasın diye katlanır, kimi ise neden davetli değilim diye alınganlık gösterip darılır. Kimi menü’yü beğenmez, kimi de oturduğu yeri. - Yahu kasılmayı bırak, kıpırda biraz. Hayır. Çoğu misafir, lök gibi oturur. Hiç bir katkıda bulunmaz. Hatta düğün sahibinin üstüne kâbus gibi çöker… - Hay çağırmaz olaydım. *** Bazı misafir de düzeni bozacak kadar işgüzarlık taslar, daha fazla yorulur. Gazeteci ordusu’nun zaten maşallahı var. Bir o kadar da koruma varsa, yandı gülüm keten helva. Hele devlet büyüklerini çağırmışsan, iyice yandın. Yollar kesilir, herkesin burnundan gelir. Aman ha, yağmur yağmasın, rüzgâr esmesin. Saç baş dağılır. Çok düğün gördüm ama misafirlerin memnun olduğunu az gördüm. *** Düğünler böyledir. Paranla rezil olursun kardeşim. Günlerce heyecan çekersin, koşturursun, çırpınırsın, yorulursun ama kimseye bir şey beğendiremezsin. Düğün biter, dedikodusu bitmez. Neylersin ki yerleşik bir kurum bu… Vazgeçemezsin. Çocukların mürüvveti. Düğün yapmasan, bu def’a da yüreğinde ukde kalır. ......... Düğünlerde davetli olanlara değil, davetsiz olanlara dikkat edilir. - Acaba neden davet edilmedi? Yahu unutulmuş olabilir, yer tahdidi olabilir, listeye girememiş olabilir, öyle uygun görülmüş olabilir. Yüz türlü sebep var… 50 bin kişi çağıramazsın ya. Ama insanlarda laf bitmez. Bari çocuklara özen göstermek lâzım. Hangi kamptan olursak olalım, gelin ve damadın tadını kaçıracak hiçbir söz ve eylem yakışık almaz. Sırf düğünlerde değil, her zaman… Çocuklar daima ayrı tutulmalı… Büyükler, kozlarını kendi aralarında paylaşsınlar. Bu yazıyı neden yazdım? Çünkü dizi halinde Yaz Düğünleri başlıyor. Hepsine şimdiden mutluluklar dilerim.
27-07-2008, 19:34
sarıkanarya_41
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Türkçe’nin Anatomisi
DİLLER uluslara, sözcükler insanlara benzer. Her toplumda dil, her zaman, bir önceki kuşağın kendisinden sonrakilere bıraktığı bir mirastır.
Dil nedir? İnsanların, düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için sözcüklerle ya da işaretlerle yaptıkları anlaşma biçimidir.
Ortalama olarak 18 aylık bir çocuk 20 kadar farklı sözcük bilir. Daha sonra sözcük öğrenme hızı artar; 20 ayda 100, 24 ayda 300 ve 3 yaşında yaklaşık 1000 kelime olur.
* * *
Türkçe, dünyanın en gelişmiş, büyük dilleri arasındadır. UNESCO’nun 1980’li yıllarda yaptığı araştırma, tüm Türkçe lehçeleriniyeryüzünde 200 milyon kişinin konuştuğunu ortaya koydu.
Türkçe, dünyada en çok konuşulan İngilizce, Çince, Hintçe, İspanyolca gibi dillerin arasında beşinci ya da altıncı sıradadır demek yanlış bir değerlendirme olmaz.
Türkçe’deki tüm sözcüklerin (2007) sayısı 104 bin 481’i bulmuştur. Bütün büyük diller gibi Türkçe’nin ve bu arada Türkiye Türkçesi’nin içine yabancı kökenli sözcükler girmiştir.
Türkçe’deki yabancı sözcüklerin oranı yüzde 14,33’tür.
Türkçe’deki yabancı kökenli sözcüklerin sayısı ise 14 bin 973’tür.
Türkçe’ye en çok Arapça, Farsça ve daha az miktarda olmak üzere Fransızca, İngilizce, Almanca ve Türkiye’de yaşayan azınlıklardan, komşu ülkelerden, yabancı kökenli sözcükler girip yerleşmiştir.
İşin ilginç yanı, Türkçe sanılan bazı sözcüklerin yabancı kökenli oluşudur. Örneğin "Örnek" Ermenice, "Kaldırım" Rumca, "Masa" Arapça’dır.
Günümüzdeki Türkçe dil ve lehçeleri şöyledir:
Türkiye Türkçesi, Azeri Türkçesi, Türkmence, Kırgızca, Kazakça, Taranca, Yeni Uygurca, Sarı Uygurca, Kazan Tatarcası, Nogayca, Çuvaşça, Yakutça.
* * *
Kaşgarlı Mahmut bin yıl önce, 11’inci yüzyılda kaleme aldığı ilk Türkçe lügata "Diván-ü Lügat-it Türk" (Türk Dilleri Sözlüğü) adını verdi.
Kaşgarlı Mahmut, kitabın önsözünde Türk ulusuyla övündüğünü, onu yüce değerlerde gördüğünü, Türklerin özel ve üstün niteliklerini okuyucularına anlatmak istediğini dile getirdi.
Kaşgarlı’nın bu özgün eseri, türünün ve döneminin günümüze ulaşabilmiş tek örneğidir.
Yazın dünyasında saygın bir yeri olan yazar dostum Erdoğan Tokmakçıoğlu, Kaşgarlı Mahmut’tan bu yana, dilimizin bin yıllık tarihini inceleyip, "Türkçe’nin Anatomisi"ni yazdı. Türkçe’nin sanılandan daha "büyük ve önemli" bir "dünya dili" olduğunu, dünyanın "konuşulan ilk 5-6 büyük dili" arasında önemli bir yeri bulunduğunu anlattı.
"Her şeyimi borçlu olduğum Türkçeme ufak bir hizmette bulunabildiysem ne mutlu bana" diyen Tokmakçıoğlu, tüm Batı dilleri (İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Almanca ve diğerleri) ortada "yok" iken "Türkçe’nin var olduğunu", hem de "edebiyatı ile birlikte var olduğunu" gösterdi.
* * *
27-07-2008, 19:34
sarıkanarya_41
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Dinci-liberal ittifak, Temmuz Devrimi’ne neden karşı
Geleneksel Türk tarih yazıcılığı, Temmuz Devrimi’ne "II. Meşrutiyet" adını vererek bu aydınlanma hareketinin çapını küçültmeye çalışır.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Dinci-liberal ittifak ise, dün olduğu gibi bugün de Temmuz Devrimi’ne ve onu gerçekleştiren İttihat ve Terakki’ye düşmandır. Peki neden? Anayasa Mahkemesi’nin yarın görüşmeye başlayacağı AKP’yi kapatma davası ve Ergenekon Soruşturması’yla ayyuka çıkan tartışmaları analiz edebilmek için, 1908’deki toplumsal, siyasal ve ekonomik değişimleri iyi bilmek gerekiyor. İyi bilmek gerekir ki, yandaş medyanın Temmuz Devrimi’ni neden hálá düşman bellediği iyi anlaşılabilsin.
BUgÜnlerde, tarihimizdeki tüm ilerici hareketlere savaş açan yandaş medyanın, 1908 Temmuz Devrimi’ne bakışıyla, alışılagelmiş/ sıradan Türk tarih söylemi arasında paralellik vardır.
Bunlara göre Temmuz Devrimi, "Devleti iç düşmanlarından kurtarıp, kötü gidişata son vermek isteyen askerlerin siyasal cinayetler işleyip, dağa çıkıp darbe yaparak iktidarı ele geçirmeleridir."
Bugün Temmuz Devrimi’ni gerçekleştirenlere, "darbeci", "katil" yaftası vuruluyor. Hiçbir siyasal, ekonomik ve toplumsal çözümlemeler içermeyen bu basmakalıp/yüzeysel sözleri çoğu çevre doğru sanıyor. Üstelik buradan hareket ederek demokrasi üzerine büyük laflar ediyor!
Peki gerçek ne?
Önce bir tespitte bulunmamız gerekiyor:
Geleneksel Türk tarih yazıcılığında halk hareketlerine karşı büyük bir ilgisizlik vardır. Bu çevreler siyasal hareketleri/devrimleri oluşturan maddesel koşulları pek irdelemekten kaçınır. Bunda soğuk savaş döneminin baskıcı uygulamalarının büyük payı vardır. Halk hareketlerini yok sayarlar. Evet, bizim tarihçiliğimiz topaldır; iktisadi ayağı yoktur.
Örneğin Temmuz Devrimi öncesi, ağır vergi yüklerinin halkı nasıl yokluğa sürüklediği; huzursuzluklara/ ayaklanmalara neden olduğu görülmez.
1906’daki Kastamonu, Erzurum, Bayburt, Trabzon, Sivas, Giresun, Samsun vergi ayaklanmaları konusunda kaç çalışma biliyorsunuz? Bilemezsiniz çünkü yoktur. Bu ayaklanmalarda İttihatçıların Erzurum, Trabzon, Van şubelerinin ve bu gizli örgütlerin dağıttığı bildirilerin ne kadar payı vardır? Tarihsel çalışmalarda yer bile verilmemiştir.
Dünyada, toplumsal hareketler üzerine çalışma yapanların en birinci kaynakları, tahıl ürünlerindeki fiyat artışlarıdır. Yüzyıl başı Osmanlı’da un mamullerine ne kadar zam yaptığı konusunda kaç çalışma hatırlıyorsunuz? Hatırlayamazsınız, çünkü yoktur.
Çalışmalarında yoksul halk yoktur.
Ya toplumun diğer katmanları?
Maaşlarını alamadıkları için İskenderun, Arnavutluk, İzmir, Elazığ, Diyarbakır, Manastır, Erzincan gibi birçok kışlada protesto eylemleri yapan binlerce askerin devrime giden süreci hızlandırdığı göz ardı edilebilir mi? Aynı durumdaki memurların?
"Bu sefer hangi vatan parçası elden gidecek" karamsarlığındaki aydınların; Makedonya güvenliği konusunda, İttihatçıların Avrupa’ya rest çeken tavrından etkilenmemeleri söz konusu olabilir mi?
Peki ya; çoğu 7-8 kuruş için 16-17 saat yabancı sermayenin emrinde çalışan işçiler, Osmanlı’nın her bir yerine asılan, dağıtılan bildirilerden habersiz olabilir mi?
Görmezlikten gelinse de Temmuz Devrimi’ni; içinde askerleri, sivil bürokratları ve büyük çoğunluğu olmamasına rağmen halkı da barındıran bir siyasal hareket gerçekleştirdi.
1908 Devrimi’nden sonra toplumsal olayların bıçak gibi kesilmesinin nedeni de, halkın bu harekete olan desteğini göstergesidir.
İstanbul Beyazıt Meydanı’ndaki yüz bin kişinin "Hürriyet, Eşitlik, Adalet, Kardeşlik" diye Temmuz Devrimi’nin simgesi sloganları bağırması, sevinç gösterisinde bulunması neyin ifadesidir?
Bakınız:
Temmuz Devrimi karşıtları 1908 genel seçimlerine hiç değinmek istemezler.
İttihatçıların halkın önüne hemen sandık koymalarını anımsamazlar. İttihatçıların ezici sandık zaferini görmezlikten gelirler. Bu gerici ittifak çıkarlarına hizmet ettiği sürece sandığı önemser, aksi durumda sandığı yok sayar.
Neyse... Gelelim Temmuz Devrimi’nin Osmanlı siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamında neleri değiştirdiğine?
Temmuz Devrimi neleri değiştirdi
1908 Temmuz Devrimi, 1876’daki gibi salt bürokrasinin gücünü artırmak değil, halkın gerçek anlamda siyasal sürece katılacağı yeni bir anayasa hedefledi. Ve bunu bir ay sonra (21.08.1909) gerçekleştirdi.
Anayasanın birçok maddesi değiştirildi; onlarca yasa çıkarıldı. Amaç, "çağdaş merkezi devlet"ti:
"Kapıkulu" geleneği/ tebaa anlayışı yıkıldı; "vatandaşlık" kavramı doğdu.
Hükümet, padişaha değil vatandaşların oylarıyla seçilmiş meclise karşı sorumluydu. Padişah’ın yetkileri tırpanlandı.
Siyasal partiler kuruldu.
Tüm Osmanlılar hiçbir ırksal, etnik ve dinsel farklılık gözetilmeksizin eşit haklara sahipti. Ayrım gözetilmeksizin her vatandaş devlet kurumlarında çalışabilecekti. Müslümanlar dışındakiler de askere alınacaktı.
Sadece anayasa değiştirilmedi:
Yeteneklerinden çok akraba ilişkileriyle bürokraside yer alan kadrolar işten çıkarıldı. Örneğin, II. Abdülhamid’in muskacısı Şeyh Abulhüda’nın 15 yaşındaki maliye müfettişi torunu atıldı.
Sadrazamın, Şeyhülislamın, Nazırların alışageldik yüksek maaşları yarıya çekildi. Padişah’ın ödeneği 36.794.000 kuruştan 2.000.000 kuruşa indirildi.
Mutlakiyetçi rejimin güvenilir askeri ve sivil bürokratlarına yönelik yoğun bir temizlik hareketi başlatıldı. Mektepli olmayan/ alaylı 7500 subay-Paşa tasfiye edildi. Büyükelçiler, konsoloslar, valiler azledildi. Kadrolar azaltıldı.
Osmanlı sanayileşebilmek için ne sermaye birikimine ne de ilim irfana sahipti. Bu nedenle öncelikle eğitim reformu yapıldı; Okullar hiçbir dil-din ayırımı yapmadan herkese açık oldu. Herkes kendi anadilinde öğrenim görecekti; ancak Türkçe öğrenmek zorunluydu. Cemaatlerin kontrolündeki okullar kapatıldı. Ticaret okulları açıldı. Kız öğrenciler üniversiteye alındı.
Değişik etnik ve dinsel cemaatlerin ayrıcalıkları ortadan kaldırıldı. Örneğin medrese öğrencileri de artık askere alınacaktı. Din adamlarının ayrıcalıklarına son verildi.
Sermaye birikimi olmadan bağımsız olunamayacağını yakın tarih çok acı göstermişti. Milli sermayeyi güçlendirecek adımlar atıldı. Yerli şirketler kuruldu. Sadece İstanbul’da 500’ye yakın bakkal dükkanı açıldı.
Ulusal pazarı bütünleştirmek ve kırsal ürünlere talep yaratmak için kara ve demiryolu şebekesi inşa edilmeye başlandı
Köylülerin toprak sahibi olmalarını kolaylaştırıcı adımlar atıldı.
Kooperatifler kuruldu.
İşçiler grev hakkı kazandı. 1 Mayıs işçi bayramı oldu. Sendikalar kuruldu.
Sokaklara isim, evlere numaraya verilmeye başlandı.
Telefon tesisatları inşa edildi. İstanbul elektrikle aydınlatıldı.
Jurnal rejiminin bekçisi hafiyeliğe, sansüre son verildi. Bu nedenledir ki 24 Temmuz gazeteciler ve basın bayramı olarak hala kutlanmaktadır.
İç pasaport uygulaması kaldırıldı.
Fikir hayatı canlandı; evrim teorisi, pozitivizm, Marksizm konuşulmaya, tartışılmaya başlandı. Ardı ardına çeviriler yapıldı.
Yarışmacı sporlar hayata geçti. 1912’de Stockholm olimpiyatlarına gidildi.
Put olarak görülen heykelin yapılmasına izin çıktı. İlk sinema filmi çekildi.
Kadınlar kamuda çalışmaya başladı. Müslüman kadınlar sahneye çıktı.
Kadınlar dernekler kurup, dergiler çıkardı. "Tesettür farz mıdır" tartışmaları yapıldı. Tekeşlilik özendirildi.
Yandaş medya bunları yazmıyor. Yazılanlar; "İttihatçılar cinayetler işledi."
Evet işledi ve kötü de yaptı. Kim savunabilir. Ama hangi ülkedeki büyük dönüşümlerde/devrimlerde kan akmadı; İngiltere, Fransa, ABD, Rusya, Çin devrimlerinde, söyleyin nerede kan akmadı?
Dinci-liberal ittifak, Temmuz Devrimi’nin sadrazamı Mahmud Şevket Paşa’yı öldürtmedi mi? Niye bundan hiç bahsetmezler? Neyse, gelelim bir başka soruya:
Temmuz Devrimi başarılı oldu mu? Programını tam olarak hayata geçirebildi mi? "Evet" demek çok zor. Bunun en temel sebeplerinden biri, dinci-liberal ittifak ve onun saç ayağı yabancı sefaretler/büyükelçilikler idi.
Dinci-liberal ittifakın arkasındaki güç
Sefaretler!
Sadrazam Fuat Paşa diyor ki:
"Bizim devlette iki kuvvet vardır; biri yukarıdan biri aşağıdan gelir. Yukarıdan gelen kuvvet hepimizi eziyor. Aşağıdan bir kuvvet oluşturmaya olanak yoktur. Bunun için pabuççu muştası gibi yandan bir kuvvet kullanmaya mecburuz; o kuvvetler de sefaretlerdir."
Temmuz Devrimi’nde sefaretler kime yakındı?
Sorunun yanıtını vermeden önce kimdi bu liberaller ona bakalım:
Liberaller, Osmanlı toplumunun üst sınıflarına mensuptular. Bunlar iyi eğitim görmüş, Batılılaşmış, kozmopolit bir gruba mensuptular.
İdeolojileri, İngilizlerin iktisadi ve siyasal yapısını birebir almaktı. Zaten İngilizce liberal birlik anlamına gelen Ahrar Fırkasını kurdular. Parti programını ise İstanbul’da bugün yalısıyla adı bilinen Kont Ostrolog yazdı.
İttihatçılar orta sınıf ailelerine mensuptular. Bunlar yerli ekonomide meydana gelen yabancı sermaye tahrifatı nedeniyle zarar görmüş; Saray ve Babıali tarafından ezilen, dışlanan esnaf, memur ve küçük rütbeli subay ailelerinin çocuklarıydılar.
Bu tespitlerden sonra gelelim sorunun yanıtına; sefaretler kime yakındı?
Temmuz Devrimi öncelikle neye savaş açtı biliyor musunuz; kapitülasyonlara!
Bu nedenle başta İngiltere olmak üzere Fransa, Rusya, Osmanlı üzerinde kurdukları hegemonyayı yok edecek Temmuz Devrimi’ne karşıydılar.
Biliyorlardı ki; Temmuz Devrimi, Osmanlı’nın egemenliğini ve hukukun birliği ilkesini ihlal eden kapitülasyonları yıkacaktı.
Bu nedenle İttihatçıların meclisten çıkardığı tüm reformlar Avrupa elçiliklerinin vetosuna takıldı. Yasaların her maddesine, "antlaşmalardan doğan haklara karşıdır" iddiasıyla karşı çıktılar.
Bakınız: Bugün dinci-liberal ittifak her fırsatta Avrupa Birliği’nden bahsetmektedir. İsteklerinden biri de yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir.
Şimdi sıkı durun:
Temmuz Devrimi, yerel yönetimleri merkezi hükümetten daha bağımsız hale getirmeye çalıştı. Örneğin, bir tür danışma organı durumundaki Meclis-i Liva gibi kurumların kadrolarını genişletip, buralardaki devlet memuru sayısını üçte biri geçmeyecek şekilde azalttı. Diğer kadrolar da halkın oyuyla seçilecekti.
Yerel yönetimlere, mali özerklik getirilmesi; yerel milis kuvvetleri oluşturulması; dinsel kurumlara cemaatlere vergi koyup bunları toplama hakkının verilmesi; resmi yazışmalarda ve mahkemelerde kullanılacak dilin o bölgedeki nüfusun çoğunluğunun konuştuğu dilden olacağı gibi haklar verilmeye çalışıldı.
Ama bunlar hayata geçirilemedi.
Çünkü: Sefaretler, "kapitülasyonlara aykırıdır" diye bu yasaların geçmesini engellediler. Sefaretler dün böyle diyorlardı bugün tam tersi; çıkarlarına ne uygunsa! Neymiş Kopenhang kriterleriymiş!
Kapitülasyonlar sonucu, aşar, ağnam, gibi öşri vergilerin halkı yoksullaştırdığını İttihatçılar görmüyor muydu? Görüyordu. Bu nedenle "mali" devletin yerini "iktisadi" devlete bırakması düşünülüyordu. İktisadi açıdan bağımsız olmadan, çağdaş bir ülke yaratamayacaklarını biliyorlardı.
Ellerine I. Birinci Dünya Savaşı’nda fırsat geçti ve hemen yarı sömürgecilik statüsünde olan kapitülasyonları kaldırdılar. Düyun-u Umumiye’nin faaliyetlerini askıya aldılar.
İttihatçılar için I. Dünya Savaşı, bağımsızlık savaşıydı. Ne diyorlar günümüzde; "İttihatçılar bir oldu bittiyle Osmanlı’yı savaşa soktu." Egemen bir devlet olmak isteyen Osmanlı’nın, kapitülasyonlardan kurtulmak için savaşa girdiğini kimse söylemiyor artık.
Söylemezler. Temmuz Devrimi’ni küçümsemek, ona saldırmak psikolojik harbin sonucudur. Bu dün de böyleydi:
Temmuz Devrimi’ne karşı 31 Mart 1909’da ayaklanan dinci-liberal ittifakın arkasında İstanbul İngiliz Büyükelçiliği’nin bulunduğu sır değil. Büyükelçi Lowther’in, istihbaratçı Yüzbaşı Bettelheim’in faaliyetleri biliniyor artık.
Dinci-Liberal ittifak sadece gerici bir ayaklanma planlamayıp katliamlar düzenlemekten bile geri durmadı mı? 1909 Adana’daki Ermeni katliamını kim planladı? Amaç İngiliz-Fransız donanmasının ül***e müdahale edip, Temmuz Devrimi’ne son vermesi değil miydi? İktidar olabilmek için Osmanlı’nın işgalini bile istedi bunlar.
Arnavutluk, Yemen, Arabistan, Irak, Suriye gibi ayrılıkçı hareketlerin başında, eski rejime dönerek ayrıcalıklı konumlarını korumak isteyen din adamları ve onun destekçileri liberaller yok muydu?
Sefaretlerin oyuncağıydılar. Sefaretler, bunlarla oynarken diğer yandan Osmanlı’yı parçalamayı sürdürdü. Destekleriyle, Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti; Girit Yunanistan’la birleşti; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna Hersek’i ilhak etti.
Dinci-liberal ittifak bugün, tarihimizdeki tüm devrimcileri "darbeci" ilan edip yargısız infaz yapıyor. Ama kendi tarihlerini unutuyorlar:
İttihatçılar vatanın bir parçasını vermemek için Trablusgarp cephesine koşunca, bunu fırsat bilen dinci-liberal ittifak, kendilerine "Halaskaran" adını veren Arnavut askerleriyle birleşip darbe yaparak iktidarı ele geçirmedi mi? İktidar olunca ne yaptılar? İngiliz sefaretinin Osmanlı’daki bir numaralı adamı Kamil Paşa’yı Sadrazam yaptılar. Balkan Savaşı’nda küçük Bulgar ordusu Çatalca önlerine kadar geldi! Hangisini yazayım?
Siz liberallerin allı pullu laflar etmesine bakmayınız; yüz yıllık tarihlerine bakarsanız asıl darbeci bunlardır. Gericiler hep ittifak kardeşleridir. Hiçbir devrimci hareket için olmamışlardır.Yüz yıldır istekleri sadece statükoyu korumaktır!
Tek başarılı oldukları, sefaretler desteğiyle sürekli bağırıp, ortalığı karıştırarak ül***i zayıflatmaktır. Söyledikleri ise laf-ü güzaftır.
27-07-2008, 19:35
sarıkanarya_41
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Trene yakışan müzik
Ankara Garı dün tam bir panayır yeriydi. Bir kere, 13 vagonlu, 340 metrelik Hürriyet Hakkımızdır Treni ilk kez bir perona sığabildi.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Ankara’nın upuzun, modern garının her bir yanından başka bir müzik sesi, başka bir renk yükseldi.
Her şey biraz sakinlediğinde salon vagonda yazı yazmaya oturmuştum ki, konferans vagonuna geçmekte olan TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, Ankara Temsilcimiz Enis Berberoğlu, Kurumsal İletişim Direktörümüz Temuçin Tüzecan girdi içeri. "Ne yazacaksınız" diye başıma dikildi Gökçek. "Bir ilk cümleye ihtiyacım var" dedim.
Tren, insan hakları treni ama Gökçek hemen kendi üslubuyla girdi konuya: "Şöyle başlayın. Ankara’ya gelir gelmez garın etrafını dolaştım..." Anladım, "Başkan çalışıyor" diyecektim. "Bana Cumhuriyet’in değerlerine saldırıyor diyorlar, altgeçit yapmışım!" diye devam etti. Pardon, altgeçitle cumhuriyet değerlerinin ne alakası vardı ki? "İşte ben de onu merak ediyorum" dedi.
Ben bu Ankara tartışmalarından çok anlamam; TCDD Genel Müdürü Karaman’a döndüm: "Güzel olmuş mu altgeçit?" "Evet" dedi. Peki Cumhuriyet değerlerine uygun muydu? "Tabii" dedi Karaman, "Cumhuriyet modernliktir, ister altta olsun, ister üstte!"
Neyse biz konumuza dönelim: Ankara Garı panayır yeriydi dedim ama düne asıl damgasını vuran, "Semaver Kumpanya Zil Zurna Ritm Grubu" oldu. Onlar aslında müzisyen değil, oyuncu. Ama çok yönlü oyuncular. Önce kendilerini geliştirmek için başlamışlar birlikte çalmaya, Birkaç yıldır profesyonel grup olmuşlar, Hıdrellez’de, Barışa Rock’ta ve özel etkinliklerde, açılışlarda çalıyorlar. Ama ne çalıyorlar! Kimsenin kayıtsız kalamayacağı, acayip harekete geçiren, coşturan, eğlendiren bir müzik.
Bir kısmı bizim tren insanı, Masal Masal İçinde’nin oyuncusu, kalanların çoğu da Semaver Kumpanya’da oynuyor. Yurtdışındaki örnekleri gibi, "başka şeylerle de ilgilenen" bir oyuncu grubu olmak için çıkmışlar yola. Kendi çalıp kendi söylemek, oyun oynarken başka gruba ihtiyaç hissetmemek için. İkisini birden yapınca etkinin ne kadar büyüdüğünü görüyorlar.
Tanıtayım sizlere: bas davul, zil ve çanda Sarp Aydınoğlu, bas davulda Öyküm Erdoğan, trampette Gülin Kılıçay ve Gökçe Gürçay, darbuka ve zilde Sibel Altan ve Ümit İlban, tjembede Bülent Çolak, basgitarda Okan Kaya ve trompette Serkan Çiftçi. Toplam 14 kişiler. Ama duruma göre 5’li ya da 20’li grup olabiliyor, parçalanıp eklenebiliyorlar.
Ben yaptıkları müziği trene çok yakıştırdım; çünkü tren de bir ritm aleti gibi. Sanıldığının aksine hiç de monoton olmayan ritmik bir müziği var trenin. Bazı sabahlar kalktığımda, içimden trenin geceki ritmlerini tekrarlıyorum ben: Tık tıktık, tıktık tık... İşte Zil Zurna da öyle. Sadece enstrumanlarını değil, dün mesela gardaki ayaklı kül tablasını, direkleri, hatta treni bile çalarak, tren müziği yaptılar. Yani yok öyle, bu ülkede sahne yok, oyuncu yok, enstrüman yok... "Önemli olan niyet" diyor Sarp, "her şeyi çalabilir, her şeyi yapabilirsiniz."
Zil Zurna, Gevende grubundan Gökçe Gürçay’ın şefliğinde oluşturuyor kendi parçalarını ama performans sırasında daha çok doğaçlama yapıyor. Bu, uyumla birarada olabilme yetenekleri olduğunu da gösteriyor. Hürriyet Hakkımızdır/Tren Özgürlüktür’e bu yüzden de çok yakışıyorlar. Aklınızda olsun, Semaver Kumpanya ve Zil Zurna ekibi, İstanbul’da Kocamustafapaşa’da Çevre Tiyatrosu’nda bu yıl ekimden itibaren Tilbe Saran ile birlikte Bertholt Brecht’in Cesaret Ana ve Çocukları’nı oynayacak.
27-07-2008, 19:35
sarıkanarya_41
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Obama efsanesi ne kadar gerçek
Obama efsanesini görmezden gelmek yanlış. Tıpkı Kennedy gibi. Bir efsanenin yürüdüğü ortada. "Obama gelecek, dertler bitecek" aldatmacası. Şunu unutmak da yanlış. Obama, tüm demokrat görünümüne rağmen, sonuçta Amerikan sermayesinin yeni sesi.
Siyahlar (ya da zenciler) fazla para harcıyor.
Siyahlar, aynı geliri elde eden beyazlara göre çok daha müsrif.
Siyahlar giyime, altın, gümüş dahil her türlü takıya ve gösterişli arabalara, beyazlara göre çok daha düşkün.
Siyahlar, beyazlara göre Amerikan ekonomisine daha fazla yük.
Siyahların birlikte yaşadıkları semtlerde, kendi aralarındaki sosyal rekabet çok yüksek. Harcamaları onun için artıyor. Beyazların kendi aralarında rekabet var ama, siyahların çok daha yüksek. Bu topluma genel bir maliyet yüklüyor.
Amerika’da başkanlık seçimi ile birlikte, siyahlarla ilgili araştırma, anı, anket, gözlem bir anda artıyor. Demokratların başkan adayı Barack Obama siyah. O zaman, siyahlara yönelik ilginin artması doğal. Doğal olmayan, ortaya dökülen veriler, araştırmalar tek yönlü. Siyahların kirli çamaşırları gibi. Her türlü fenalığın anası siyahlar gibi.
Bu fenalıklar zincirinin son halkasına bir katkı da, garip bir biçimde, yine bir siyahtan geliyor. Trinity Üniversitesi Kilisesi eski rahibi Reverend Wright. Trinity Üniversitesi’nde okurken, Obama üzerinde çok hakkı olduğunu öne süren Wright, Obama’nın kampanyasını kırıp dökmekle meşgul.
Zencilerin Amerikan toplumunda başkanlık yarışına katılacak ve hatta belki de seçilme şansını elde edebilecek kadar sosyal pastadan pay alabileceklerine inanmayan rahip, yarış kızıştıkça, ses duvarını aşıyor:
"Siyahlara güvenin bulunmadığı bir ülkede yaşıyoruz. Ama, yine de siyah olduğunuz için, cesaretinizi kaybetmeyin. Obama’nın söylediği gibi, yes, we can, evet yapabiliriz, diyerek inancınızı tazeleyin. Bu ülkede siyahlar ve beyazlar ayrıdır, farklıdır."
Siyah-beyaz çelişkisini derinden yaşamış bir insan olan Wright, sonra makas değiştiriyor:
"Yine de, bir siyahın başkan seçilmesi, beyaz-siyah farkını ortadan kaldırabilecek yeni bir unsur olabilir."
Ancak, bugüne kadar söylediği her söz, Obama’nın başına dert açıyor. O dert, örnekteki gibi, her gün yeni anketlerle biraz daha katmerleniyor.
Düzenlediği basın toplantısında beyaz gazeteciler sorularıyla onu sıkıştırıyor. Örneğin, "siz AIDS virüsünü beyazlar tarafından siyahlara yönelik bir aşağılama olarak değerlendiren siyahlardan mısınız" gibi.
Bu açıklamalar, bu anketler etkisini gösteriyor. Bir ara Cumhuriyetçi aday McCain ile arasındaki farkı iyice açan Obama, son günlerde anketlerde başabaş geliyor. McCain’e umut kapıları açılıyor. Hatta, Obama’yı bir-iki puan da olsa, geride bırakan sonuçlar çıkmaya başlıyor.
Buna karşılık, ilk zamanlarda Amerika’da ve halen dünyada yaratılan Obama efsanesini görmezden gelmek yanlış. Tıpkı Kennedy gibi. Her ne kadar, Obama, Marx için, "o bir kaçıktır" dese de, dünyadaki son elli yılın sol akımlarını, "bunlar hiç bir işe yaramaz" diye kötülese de, bir efsanenin yürüdüğü ortada. "Obama gelecek, dertler bitecek" aldatmacası.
Şunu unutmak da yanlış. Obama, tüm demokrat görünümüne rağmen, sonuçta Amerikan sermayesinin yeni sesi. Sahneye öyle çıkıyor.
Bu anketler, bu rahip, yoksa o sahnenin sahteliğini mi ilan ediyor? O sahne, yoksa McCain’in zaferi için başından beri kurulmuş bir tezgah mı?
Sermayenin kendine en hizmet edeceğine inandığı birini seçtireceğine hiç kuşku yok. Obama yumuşak eldivenli, McCain bildiğiniz gibi.
27-07-2008, 19:36
sarıkanarya_41
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Meğer Çinliler sporu hiç sevmezmiş
Pekin’deki yaz Olimpiyatlarına şunun şurasında 10 gün gibi birşey kaldı.
8 Ağustos ile 24 ağustos arası çaresiz ekran başındayız.
Sanıyorum ki, Çin ekonomiden sanata pek çok alanda "in" durumunda olduğu için bu Olimpiyatlar diğerlerinden fazla ilgi çekecek.
Pekin 2008 polemikleri şimdiden başlamış bile.
Baktım geçenlerde uslanmaz Avrupalı parlamenter Daniel Cohn-Bendit sırtında bir tişörtle poz veriyor.
Tişörtte Olimpiyat oyunlarının meşhur halkaları yerine içiçe geçmiş kelepçeler var.
Tişörtü giydiği gün Cohn-Bendit, Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada Sarkozy’ye çatıyor.
"Sayın Başkan Olimpiyat Oyunları’nın açılışına gitmek utanç vericidir" diyor.
"Siz açılış günü elinizdeki çubuklarla karnınızı doyuracaksınız. Ben ise burada Çin mapushanelerinde çürümekte olan mahkumları düşüneceğim."
Daniel Cohn-Bendit bu.
Ne ağzında bakla barındırır, ne de gerçeği söylemekten sakınır.
İNSAN HAKLARI KARNESİNDE KIRIK
Çin’in insan hakları karnesindeki kırıkların Olimpiyat nedeniyle daha sık gündeme geleceği, hatta "yüzüne vurulacağı" zaten biliniyordu.
Dolayısıyla Cohn-Bendit’in Avrupa Parlamentosundaki çıkışı şaşırtmadı beni.
Ama şaşırtan başka birşey oldu.
Fransız Le Point Dergisi’ndeki şu başlık:
"Çinliler spordan nefret eder."
Şöyle düşünün.
Yemeğe eve misafir çağırıyorsunuz.
Ama küçük bir sorun var.
Yemek pişirmekten nefret ediyorsunuz.
Olimpiyat oyunlarına birkaç hafta kala bir muhabirini "bakalım Çinli atletler oyunlara nasıl hazırlanıyor" diye Pekin’e gönderen derginin yazısı gerçekten ilginç.
Okuduklarımdan çıkan sonuca göre, Çinliler neredeyse "zoraki" sporcu.
Le Point Dergisi’nin muhabiri Pekin’e gitmiş, neredeyse iki yıldan beri Çinli eskrimcileri çalıştıran bir Fransız antrenör ile konuşmuş.
Christian Bauer adındaki antrenöre göre, Çinli eskrimciler antrenmanlara isteksiz katılıyorlar.
Bir basketbol takımının koçu ise takımdaki tüm oyuncuların "basketboldan nefret ettiklerini" itiraf ettiklerini aktarıyor.
BASKETİ SEVMEYEN BASKETBOLCU
Eskrimi sevmeyen eskrimciler.
Basketbolü sevmeyen basketbolcular.
Nasıl bir şey bu?
Derginin vardığı sonucu göre, Çin’de eskrimci, kürekçi, bisikletçi ya da sporun her hangi alanında faaliyet gösteren sporcuların hiç biri o dalı sevdiği için seçmiyor.
Sadece mesleği olsun diye seçiyor.
Sporcu oldun mu devletten maaş garantisi var çünkü.
Çin’deki spor akademilerinin sayısı 3 bin.
Burada her gün 400 bine yakın çocuk ve yetişkin haftanın altı ya da yedi günü antrenman yapıyor.
Mezun olduktan sonra ise yerel yönetimler ya da hükümet tarafından işe alınıyor.
Çinli sporcuları en fazla bezdiren şey ölesiye antrenman.
Eski bir dekatlon atleti olan Li Chao Bin Fransız muhabire şöyle konuşmuş:
"Atletizmde Batılılardan daha geri olduğumuz için daha fazla çalışmak zorundayız. Bugün artık koşmuyorum, zira canım çekmiyor. Spor yüzünden her yanım sakat. Dizlerim, sırtım, omuzlarım."
China Sports Daily Gazetesi’ne göre, Çinli eski sporcuların yüzde 80’i Li Chao Bin gibi kronik sağlık sorunlarından muztarip.
Ya da işsiz ve yoksul.
Pekin 2008 Olimpiyatları’nın müthiş parıltısının arkasında yatan gerçek bu ne yazık ki.
Şimdi gel de Daniel Cohn-Bendit’e hak verme.
27-07-2008, 19:36
sarıkanarya_41
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bir martı sorusu
Ben şimdi, çocukluk hafızamıza olağanüstü olarak yerleşmiş şeylerin yetişkinlikte sıradan olduğunu farkedince yaşadığımız türden bir hayal kırıklığına mı uğradım? Yoksa, burada tam tersi bir durum söz konusu olduğuna, yani martılar her bakımdan bendeki imajın ötesinde bir cázibe çağrıştırdığına göre, böylesine sürprize seviniyor muyum?
Çocukluğumuzun şeyleri, yani diyelim ki evler, insanlar, mekánlar, hayvanlar vs., hafızamızda, gerçekte olduklarından daha büyük, daha geniş, daha cazibeli yer edinirler.
Öyle ki, yürümeye başladığımız iki adımlık odanın bir selamlık kadar ferah; tokadını yediğimiz cüce öğretmenin bir dev kadar uzun; yahut da, okşamaya korktuğumuz finonun bir ejderha kadar yırtıcı olduğu konusunda kesin kanaatlerimiz vardır.
Oysa, yetişkinlik çağına ulaştıktan sonra bunlarla tekrar karşılaştığımızda, aniden, o odanın darlığını, o öğretmenin kısalığını, o köpeğin de cılızlığını farkederiz.
Dolayısıyla da, derin hayal kırıklığına uğrarız ve çoğu defa ağlamaklı oluruz.
*
Garip, bense şimdi bunun tam tersini yaşıyorum.
Çünkü, daha Firuzağa Camii’nde ezán okunmadan önce; daha travestiler müşterileri sepetlemeden önce; daha taksimetreler gündüz tarifesine dönmeden önce, ortalık hafiften hafife ağarmaya başladığı an, sabahın ilk alacasıyla birlikte balkon tırabzanına bir martı konuyor.
Ve, öylesine büyük ki!
Her şafak vakti táa Hayırsız Ada kayalıklarındaki esrarengiz yuvasından mı, yoksa aşağı Tophane rıhtımlarındaki gizli mekánından mı gelir bilemiyorum ama, kaz kadar demesem bile, deniz kuşunun cüssesi hacim itibariyle iri bir ördeği andırıyor.
Ben de şaşırıyorum.
*
Şaşırıyorum, zira yine her sabah, bir türlü tam kapanmayan perdenin aralığından alıcı gözüyle baktığımda, başının, gövdesinin, gagasının, puslu Kuzey denizlerinden tanıdığım ve İngilizcede "gull", Fransızcada "goeland", zooloji lûgatinde ise "larus atlanticus" denilen o koca Okyanus martıları kadar büyük olduğunu farkediyorum.
Zaten, biraz daha yakından incelemek için bazen parmaklarımın ucuna basarak perdeyi ihtiyatla araladığımda, uçmadan ve bana meydan okurmuşçasına, kanatlarını tamamen açıyor.
Bunların genişliği karşısında ikinci bir defa daha şaşırıyorum.
Sonra, camın arkasından bile olsa, ya ilk cigarayı yaktığım çakmağın sesinden hoşlanmadığı için; ya da, sanki gökyüzünde demir perde hududu çizilmişmiş gibi, nedense hiç bir zaman Cihangir Caddesi’nin ötesine geçmeden havada çığlıklar atan hemcinslerinin çağrısına uyduğu için, bu defa gerçekten uçuyor ki, aynı genişlik daha çok ortaya çıkıyor.
*
Tamam, martımı tabii ki Charles Baudelaire’nin "Yekpare deniz kuşları / İzlerler bahtsız gemiyi / Engin yolculuk dostları" diye şiirleştirdiği ve uçan yaratıkların en büyüğü olan o devasa kutup albatroslarıyla karşılaştıracak değilim.
Bu kadarı, abartmanın dániskası olur!
Fakat yine de, başkaları uğrasa bile ertesi sabaha kadar tekrar balkon tırabzanına konmayacağını bildiğim martımın, hafızamdaki genel martı imajıyla kıyaslanmayacak oranda büyük, iri ve cüsseli olması karşısında sonsuz hayretlere düşüyorum.
*
Haklıyım, çünkü çocukluğumda bayağı bayağı korktuğum kaz ve hindilerin ne denli iri olduğunu düşündüysem, bunun tam tersine, martıları daima çok küçük ve çok cılız yaratıklar olarak tahayyül ettim.
Hadi serçe kadar demeyeyim ama, Kadıköy vapurunun uskur suyunda batıp çıkanlardan, iskele balıkçılarının artıklarına dalanlara, zaten ahım şahım kuş addetmediğim martıları hep cüssesi minik, gövdesi çelimsiz ve kanadı entipüf kuşlar olarak gördüm.
Zahir göz alışkanlığından olacak, o çocukluktan táa bu yaşa dek, bizim denizlerin martılarının da aslında, Atlantik’ten Pasifik’e ve kuzeyden güneye, boyut ve hacimleriyle beni çok şaşırtan okyanus martılarıyla haniyse eşit olduğuna hiç dikkat etmedim.
Ama şimdi, hem şafak balkonuna konan martım; hem de onun şaşırtıcılığından ötürü Kabataş’ta, Karaköy’de, Kandilli’de bilhassa ve tekrar tekrar incelemek ihtiyacını hisssettiğim diğer bütün hemcinsleri sayesinde biliyorum ki, martılar çocukluğumdaki martılar değildir!
Onlar büyüktür, iridir, cüsselidir, geniştir!
*
Tabii bugün, kendi kendime şu haklı ve meşrû soruyu soruyorum:
Ben şimdi, çocukluk hafızamıza olağanüstü olarak yerleşmiş şeylerin yetişkinlikte sıradan olduğunu farkedince yaşadığımız türden bir hayal kırıklığına mı uğradım ?
Yoksa, burada tam tersi bir durum söz konusu olduğuna; yani martılar her bakımdan bendeki imajın ötesinde bir cázibe çağrıştırdığına göre, böylesine sürprize seviniyor muyum ?
*
Bilmem! Bilmiyorum! Bilemiyorum!
Zaten aslında, sorunun gerçekten meşrû ve haklı olup olmadığını dahi bilmiyorum.
Bildiğim tek bir şey var:
İster Hayırsız Ada kayalıklarından, ister Tophane rıhtımlarından gelsin ve daha Firuzağa Camii’nde ezán okunmadan önce; ve daha travestiler müşteri sepetlemeden önce; ve daha taksimetreler gündüz tarifesine dönmeden önce, martım şafağın ilk ışıklarıyla birlikte balkon tırabzanına konsun.
Soru da, cevap da umurumda değil, yeter ki martım her sabah orada olsun!