İslami Hareketli Gifler..
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Printable View
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Gıybet Hastalığı'ndan Nasıl Kurtuluruz...
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
YİRMİ BEŞİNCİ SöZüN Birinci Şulesinin Birinci Şuaının Beşinci Noktasının, makam-ı zem ve zecrin misallerinden olan birtek ayetin, mu'cizane altı tarzda gıybetten tenfir etmesi, Kur'an'ın nazarında gıybet ne kadar şeni birşey olduğunu tamamıyla gösterdiğinden, başka beyana ihtiyaç bırakmamış. Evet, Kur'an'ın beyanından sonra beyan olamaz; ihtiyaç da yoktur.
İşte “Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” Hucurat Suresi, 49:12. ayetinde altı derece zemmi zemmeder, gıybetten altı mertebe şiddetle zecreder. Şu ayet bilfiil gıybet edenlere müteveccih olduğu vakit, manası gelecek tarzda oluyor.
Şöyle ki:
Malumdur, ayetin başındaki hemze, sormak, “aya” manasındadır.
O sormak manası, su gibi, ayetin bütün kelimelerine girer. Her kelimede bir hükm-ü zımni var.
İşte, birincisi, hemze ile der:
aya, sual ve cevap mahalli olan aklınız yok mu ki, bu derece çirkin birşeyi anlamıyor?
İkincisi “Hoşlanır mı?” lafzıyla der:
aya, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en menfur bir işi sever?
Üçüncüsü “Sizden biri.” kelimesiyle der:
Cemaatten hayatını alan hayat-ı içtimaiye ve medeniyetiniz ne olmuş ki, böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder?
Dördüncüsü: “Etini yemek.” kelamıyla der:
İnsaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına arkadaşınızı dişle parçalamayı yapıyorsunuz?
Beşincisi “Kardeşinin.” kelimesiyle der:
Hiç rikkat-i cinsiyeniz, hiç sıla-i rahminiz yok mu ki, böyle çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun şahs-ı manevisini insafsızca dişliyorsunuz? Ve hiç aklınız yok mu ki, kendi azanızı kendi dişinizle divane gibi ısırıyorsunuz?
Altıncısı: “ölü halde.” kelamıyla der:
Vicdanınız nerede? Fıtratınız bozulmuş mu ki, en muhterem bir halde bir kardeşinize karşı, etini yemek gibi en müstekreh bir işi yapıyorsunuz?
Demek, şu ayetin ifadesiyle ve kelimelerin ayrı ayrı delaletiyle, zem ve gıybet, aklen ve kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve milliyeten mezmumdur.
İşte, bak, nasıl şu ayet icazkarane altı mertebe zemmi zemmetmekle, i'cazkarane altı derece o cürümden zecreder.
Gıybet, ehl-i adavet ve haset ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silahtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silaha tenezzül edip istimal etmez.
Nasıl meşhur bir zat demiş:
Yani, “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. çünkü gıybet, zayıf ve zelil ve aşağıların silahıdır.”
Gıybetin Tarifi ;
Gıybet odur ki, gıybet edilen adam hazır olsaydı ve işitseydi, kerahet edip darılacaktı. Eğer doğru dese, zaten gıybettir. Eğer yalan dese, hem gıybet, hem iftiradır; iki katlı çirkin bir günahtır.
Gıybet, mahsus birkaç maddede caiz olabilir:
Birisi: Şekva suretinde bir vazifedar adama der, ta yardım edip o münkeri, o kabahati ondan izale etsin ve hakkını ondan alsın.
Birisi de: Bir adam onunla teşrik-i mesai etmek ister, seninle meşveret eder. Sen de, sırf maslahat için, garazsız olarak, meşveretin hakkını eda etmek için desen: “Onunla teşrik-i mesai etme. çünkü zarar göreceksin.”
Birisi de: Maksadı tahkir ve teşhir değil, belki maksadı tarif ve tanıttırmak için dese: “O topal ve serseri adam filan yere gitti.”
Birisi de: O gıybet edilen adam fasık-ı mütecahirdir. Yani fenalıktan sıkılmıyor, belki işlediği seyyiatla iftihar ediyor, zulmüyle telezzüz ediyor, sıkılmayarak aşikare bir surette işliyor.
İşte bu mahsus maddelerde, garazsız ve sırf hak ve maslahat için gıybet caiz olabilir.
Yoksa, gıybet, nasıl ateş odunu yer, bitirir; gıybet dahi a'mal-i salihayı yer, bitirir.
Eğer gıybet etti veyahut isteyerek dinledi; o vakit “Allahım, bizi ve gıybetini ettiğimiz zatı mağfiret et.” Suyuti, el-Fethu'l-Kebir, 1:87. demeli, sonra gıybet edilen adama ne vakit rast gelse, “Beni helal et” demeli.
Her Gün Kelime-i Şehâdet Okuyalım ve Yazalım...
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
أشْهَدُ أنْ لاَ اِلهَ اِلاَّ اللهُ وَأشْهَدُ أنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ
Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Rasûluhu
Anlamı:
"Şehâdet ederim ki; Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve yine şehâdet ederim ki; Hz. Muhammed, O'nun kulu ve Rasûlüdür."
Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Rasûluhu.
Gelin bu bölümde Efendiler Efendisine Salavat getirelim..
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Allah Resûlü'ne bir sahabi; bütün salavatımı senin için kılıyorum deyince, Bu senin hem dünya, hem de ahiret ile ilgili işlerin için kâfidir buyurmuştur.
Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygambere salat ederler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin.(el-Ahzâb, 56)
Allahumme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed..
Allahumme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed..
Allahumme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed..
Nasıl bir Hızır bekliyordun?
Akşehir Kaymakamı Ahmed Ağa'ya:
- Ahmed Ağa, demiş siz hep görüşüyorsunuz, bir de bana göster Hızır Aleyhisselâmı!..
Ahmed Ağa, Kaymakamın talebine yuvarlak çerçeveli bir cevap vermiş:
- Oğlum, nasibse görürsünüz inşallah! demiş.
Ahmed Ağa'nın hayranlarından olan Kaymakam, bir Ramazan günü, iftara yakın, iftar sofrasına oturmuşlar, ailecek iftar topunu bekliyorlar... Kaymakam sigara tiryakisiymiş. Kaymakam tiryakiliğin verdiği ruh haliyetiyle beklerken, kapısı üç kez çalınmış. Çıkmış bakmış Kaymakam, kapıda bir adam:
-Biseciii! Bise alırmısınız efendiii?
Arkasında da bir deve, geviş getiriyor geve geve.
Ne desin Kaymakam?
- Ne bisesi be adam? Biseyi ne yapayım ben?
- Peki efendi kızma! Bizden sorması, sanki ısmarlamış gibiydiniz de... Hadi iftar-ı şerifler hayrolsun! demiş, çekmiş devesinin yularını:
- Biseciii! Bise alan, katran alan...
Kaymakam kapıyı kapatıp da sofraya dönerken, mırıldanıp kendi kendine içinden: Allah Allaaah! Bu saatte bise mi satılır be adam? Mübarek iftar vakti... Fesûbhanallah! çekmiş.
Bir müddet sonra tekrar Ladik'e gittiği zaman:
- Aşk olsun Ahmed Ağa, bize Hızır Aleyhisselâmı daha göstermeyecen mi Hacı Babam? diye sitem etmeye kalkınca, Ahmed Ağa:
- Size de aşk olsun hay guzum! Kapınıza gelen Hızır'ı kovarsınız, ondan sonra da gelir bize sitem yaparsınız! demiş.
Kaymakam şaşkınlık içinde:
- Ne demek o? Ne zaman geldi Hacı Babam? diye sorunca, Ahmed Ağa:
- Ramazanın son günlerinde, siz sofrada beklerken kapınıza bir Biseci geldi mi?
- Geldi?
- Devesinin semerindeki katran küplerine dikkat ettin mi, semere bağlı mıydı, değil miydi?
- Ben bu tiryaki kafasıyla nerden dikkat edecem ona Hacı Babam?
- İçeceksen sen iç cigarayı oğlum! Cigara seni içmesin!... Hem sen nasıl bir Hızır bekliyordun? Yakası kartlı, kravatlı birini mi bekliyordun? Kolalı gömlekli, ütülü pantolonlu birini mi bekliyordun? Neyse... Gördün işte gayrı... Görmedim diyemezsin! Kaçırdın ammaa, gördün işte yine de... demiş ve teselli etmiş Kaymakamı, Ahmed Ağa, ama.... Kaymakam epey eyvah çekmiş tabiii..
Nasreddin hoca ve tasavvuf
Hocanın gerçek adı Nasreddin’dir.Daha sonra ‘hoca’ lakabını almıştır.
Babası Abdullah Efendi
Annesi Sıdıka hanımdır.
Babası köyde imam olup vefatından sonra bu görevi hoca yürütmeye devam etmiş, daha sonra molla Mehmet aadında birine bırakarak Akşehire gitmiştir.
Hoca ilk tahsilini babasından okuma yazma öğrenek yapmıştır.Daha sonra Arapça ve Farsça’yı öğrenen Nasreddin hoca, Sivrihisar ve Konya medreselerinde ilim tahsil etmiştir.Ayrıca hoca, fıkıh ilmini tahsil etmiş ve Kuranı ezberlemiş kuvvetli bir hafızdır.
Nükteli sözleri, zarif latifeleri ve hikmetli fıkraları ile şöhreti tüm dünyaya yayılan Nareddin Hocanın kişiliğini tanımak çok önemlidir.Hayatın yoksulluklarını üler yüzle karşılayan hoca Nasreddin, insanların bencil yönünü taşlarken merhametsiz, toplumun değersiz ve yanlış inançlarını alaya alırken de tavizsiz dir.Çünkü onun amacı halıyı yırtmak değil, silkelemektir.İnsanların nefsi heva ve heveslerini bir mürşid-i kamil olarak terbiye etmektir.
Nasreddin Hoca bazı fıkralarında olduğu gibi saf ve basit bir görünüm arzetmesine rağmen o, Kuran’ı hıfzetmiş, bir kaç kelam ve fıkıh kitabı okumuş, hatta hayatının bazı dönemlerinde bizzat kendiside müderrislik yapmış bir hocadır.Alında sadece ilim için büyük bir hürmet beslediği söylenemez.Nasreddin Hocanın sufilik yönüde vardır.Bir takım zahiri ilimler öğrenerek kendisini alim zannedenlerden değildir.Bir gün karısının çocuğunu uyutamadığını görünce, fıkıh meselelerini içeren Kudüri kitabını açarak yüksek sesle okumaya başlar.Hayretle bu hareketin sebebini soran karısına ”Camide bu kitabın okunduğu zaman mollaların uyuduğuna bakılırsa çocuğa afyon gibi tesir eder” der.
Dini görevi sebebiyle sık sık kudretli kişilerle de karşı karşıya gelen Nasreddin hoca’nın bunlarla mücadelelerinde huy ve karakterinde bir şey değişmediğini görüyoruz.Ne makam sahiplerinin makamlarıi ne zenginlerin varlıkları onun gözünü kamaştırmaz.
Nasreddin Hocanın Seyyid Mahmud Hayrani’ye intisab ettiği ve Hoca pir Ebi, Hoca Cihan, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Akşehirli Bilgin Sinaneddin vb. sufilerle aynı coğrafyada yaşadığıve onlarla temaslar kurduğu, şeriata bağlı hatta şeriat hadimi olduğu öteden beri bilinen bir gerçektir.
Nasreddin hocanın fıkraları, insanları kahkalara boğan ve sırf güldürmek maksadıyla söylenmiş sözler değildir.Aksine dinleyen ve gülen kişileri biraz sonra düşünmeye sevkeden birer hikmet pırıltısıdır.Hoca halkın cehaletinden kaynaklanan olayları ve yanlışları mizah yoluyla yerme ve düzeltme işlevini yapmıştır.
Asrın 20. asrın Yunus Emresi olarak belirtilen İsmail Emre sohbetlerinde sık sık Nasreddin Hoca’nın latifelerine yer vermiş, onun büyük bir mutasavvıf olduğunu ve latifelerin tasavvufi hakikat ile tasavvufi ahlakı telkin ettiğini söylemiştir.
Bu görüş aslında Nasreddin Hoca fıkralarını, taklitlerinden ayırmak için şaşmaz mihenktir.Emre’ye göre Nasreddin Hoca, hem isnat hemde istinat merkezi olmuştur. Arifler, mutasavvıflar kendi sözlerini tesir etsin diye Hoca’ya atfetmiştir.Hoca’ya bazende müstehcen fıkralar isnat edilmiştir ki, bunlar asla Hoca’nın değildir, uydurmadır, iftiradır.
Remzi Oğuz Arık, İsmail Emre’nin Nasreddin Hoca’nın fıkralarına getirdiği tasavvufi yorumu ilk etapta bir iddia olarak zannetmişse de aldığı cevaplarla hayretini gizleyememiştir.Söz konusu bu durum şöyle cereyan etmiştir.Remzi Oğuz Arık ile İsmail Emre, Adana’da Dr. İhsan Önal’ın delaletleriyle ilk tanışmalarında bu mevzu üzerine konuşulurken, Remzi Oğuz, Emre’ye ”Madem Nasreddin Hoca fıkralarının tasavvufi bir mana taşıdığını iddia ediyorsunuz, ben size bir fıkra anlatayım, siz bunu tasavvufa tatbik edin” diyerek şu fıkrayı anlatır:
Nasreddin Hoca’nın bir evi varmış.Hoca bir gün evine diyor ki: ”Sen artık adamakıllı eskidin, neredeyse yıkalacaksın.Gel seninle bir anlaşma yapalım.Sen bana ne zaman yıkılacağını söyle, bende senin altında kalmayayım.” Ev de ”peki” diyor.Aradan epey zaman geçiyor.Bir gün ev yıkılıyor.Bereket versin ki Hoca evde değilmiş.Akşam hoca eve geliyor; bakıyor ki ev yıkılmış, ona:”Hani sen bana ne zaman yıkılacağını haber verecektin?” diyor.Ev de, ”Ben sana çok söyledim ama, sen anlamadın.Bir gün duvarım çatladı, bir gün sıvalarım döküldü, bir gün tuğlam düştü.Bunlar hep sana benim yıkılacağımı haber veriyordu.Bizim dilimiz böyledir.” diyor.
Emre’de fıkrayı şöyle şerh ediyor: ”Evi insan vücuduna benzetsek olmaz mı? Evin yıkılması da ölüm olsun. Duvarın çatlaması, sıvaların dökülmesi, tuğlaların düşmesi de hastalanmamıza, saçlarımızın, dişlerimizin dökülmesine benzetilmez mi?” Emre bu izahı yaparken hikmeti ilahi Remzi Oğuz, ağrayan dişine aspirin istiyor. Bunun üzerine İsmail Emre: ”İşte bakın ev, size bir tuğlasının düşmek üzere olduğunu haber veriyor.” deyince bu izah ve bu örnek Remzi Oğuz’un hoşuna gidiyor. Daha sonra Emre, latifenin gerçek anlamını: ‘‘Bu vücud binası, bir gün nasıl olsa ölüm zelzelesiyle yıkılacaktır. İş, bu ev yıkılmadan ‘ölümden evvel ölerek’ ebedi eve ‘emin beldeye’ yani bir kamil insanın gönlüne göç etmektir.” şeklinde tamamlıyor.
İnsan hayatı, aydınlanmaya götüren deneme ve yanılmalardan geçerek anlam kazanır.Bizler de bu yolla, aydınlanmanın gerçek kaynağına yaklaştığımız sürece ve ölçüde mutluluk yolunda yol kat edebiliriz.Nasreddin Hoca’nın ”evinde kaybettiği yüzüğünü, dışarısı içeriden daha aydınlık” diyerek kapı önünde aramsının hikaye edildiği nüktesinde olduğu gibi, aydınlanmayı gerçek dışı kaynaklada arayan bir kimsenin çelişkisine dikkat çekilmektedir.
HOCANIN BAZI LATİFELERİNDE İŞLENEN TASAVVUFİ KONULAR VE ŞERHLERİ
Latife
Nasreddin Hoca’ya:”Her saba halkın kimi o yana, kimi bu yana gider, sebebi nedir?” Diye sromuşlar.Hoca:”Eğer hepsi aynı yöne gitseler, dünyanın dengesi bozulur, devrilirdi” cevabını vermiş.
Şerh
Hocamız Cenab-ı Hakkın Kuran’da ki:”Onlardan kimisi kendine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır.İşte büyük fazilet budur.”(Fatır 32) – ”Dünya hayatında onların geçimlerini biz paylaştırdık.Birbirlerine iş gördürmeleri için kimini ötekine derecelerle üstün kıldık.Rabbinin rahmeti onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.”(Zuhruf) ayetlerine işaretle insanların farklı farklı alanlarda çalıştığını, değişik duygu ve düşüncelere sahip olduğunu ve Hakk’a ulaşmak için farklı metodlar, yollar takip ettiklerini ifade etmektedir.Hocamız bu latifesi ile aynı zamanda tarikatlara işaret etmektedir.Çünkü Allah’ ulaştıran yollar çoktur.Ancak herkesin yapısı aynı değildir.Mesela Kadiri tarikatında nefis ile mücadele ön planda olurken, nakşibendi tarikatında nefis ikinci planda tutulmaktadır.Dolayısı ile insanların aynı yolada olmaları beklenemez.
<>
Latife
Nasreddin Hoca’nın iki karısı varmış.Bir gün birini bir kenara çekip kendisine mavi bir boncuk vermiş.”Al bunu sakla sakın ortağına bir şey söyleme” demiş.Bir başka zamanda ötekine de bir mavi boncuk verip aynı şeyi söylemiş.Bir gün kadınlar, Nasreddin Hocanın hangisini daha çok sevdiği hususunda bahse ve münakaşaya girmişler.Anlaşamayınca, meseleyi Nasreddin Hoca’ya sormuşlar.”Hangimizi daha çok seviyorsun?” Hoca ikisine de manalı manalı bakarak:”Mavi boncuk kimdeyse onu” demiş.
Şerh
Hoca, aile hayatında bile sergilemiş olduğu örnek yaşantısı ile bizlere nice ders ve öğüt vermektedir.Tasavvufta şeyhin saliklere olan mesafesi aynıdır.Ancak saliklerin aklında bazen ”şeyhimiz acaba hangimize daha çok yöneliyor” sorusu geçebilir.Belki bir başkasına dah çok iltifat ettiğini görerek yanılabilir.Ancak latife de olduğu gibi el vermek mavi bir boncuktur ve herkim de bu boncuk varsa şeyhin ona olan ilgisinde bir eksiklik yoktur, herkes bu konuda eşittir.Yeterki onda şeyhine karşı bir eksiklik olmasın…
<>
Latife
Bir gün ahibbasından birisi, Hoca’ya rica eder:
-Senin ifaden düzgündür, bize bir mektub yazıver.Hoca sorar:
-Mektub nereye gidecek?
-Bağdat’a
-Bu garip başım Bağdat’ı da mı görecek?
-Neden Bağdata gitmen icab ediyor?
-Bunu bilmeyecek ne var? Benim yazım gayet fenadır.Ancak ben okuyabilirim.Yazdığım mektubu yine ben okumalıyım ki münderecatı anlaşılsın.
Şerh
Nasreddin hoca bu latifesi ile Mürşid-i Kamilin gerekliliğini anlatmıştır.Hakikat, kitaplardan okumakla anlaşılsaydı, mürşide lüzum ve gerek kalmazdı.Bir okul talebesi okumayı öğrenmiştir ama, lise kitaplarını okuyup anlayabilir mi? Öğrenmek için mutlaka hocaya ihtiyacı vardır.Nasreddin hoca:”Ancak ben izah etmeliyim ki anlasınlar” demiştir.Yani tasavvuf, kitap okumaya, metin ezberlemeye dayanmaz.Akli sitidlal ile de ilgili değildir.Yani nazari değil tecrübidir.Bu özelliğinden dolayı ”tasavvuf, kal (söz) ilmi değil hal ilmidir” denmiştir. ”Tatmayan bilmez” sözü de buna işaret etmektedir.Yani bir kimse tasavvufi eserleri okuyarak sufi yada şeyh olmaz.Halbuki bir kimse tefsir ilimlerini okuyarak müfessir olabalir.
Tasavvuf ilminin bir mürşid nezaretinde talim edilmesi zorunluluğu, onun kitablardan öğrenilmesini imkansız kılmıştır.İnsan, mürebbiesinin karşısına geçecek, onun gözünden, sevgisinden gıda alacak ki istifade edebilsin.
Mürid, mürşidinin ruhaniyetine muhabbet yoluyla teveccüh edince mürşidin ruhaniyeti onun batınında feyz tesiri gösterir.Bu feyz, beşeri zaaf ve sıfatları izale ederek mürid, tedricen şeyhinin boyasına boyanır.Bu sevgi sonucu meydana gelen kalbi beraberlik, şahsiyet transferi ve aynileşmeyi doğurur.Yani mürid nefsinin kötü huylarından kurtularak şeyhinin iyi ve güzel vasıflarıyla donanır.
<>
Latife
Yedi kör bir nehrin kenarına gelmişler; karşı tarafa geçmek istiyorlar, fakat nehrin geçit yerini bilmiyorlar, göremiyorlar.Orada beklerken ayak seslerinden anlıyorlar ki bir adam suyun öbür yakasından kendilerine doğru geliyor.Soruyorlar:”Sen kimsin?” Adam:”Ben Nasreddin Hocayım” diyor. Körler:”Madem sen suyun geçidini biliyorsun bizi de geçir, sana para verelim.” diyorlar.Hoca onlara:”Olur, adam başına iki mangır alırım” diyor.Körler razı oluyorlar.Hoca onlara:”Gözü bir parça ışık gören elimden tutsun” diyor.Körler Hocanın dediği gibi yapıyorlar.Hoca önde, körler arkada, el ele nehrin ortasını bulunca, sondan iki körün ayakları kayıyor, suya gidiyorlar.Arkadaşları feryadı basıyor:”Aman iki arkadaşımız suya giti!” Nasreddin Hoca dönüyor bunlara:”Ne bağırıyorsunuz be!” diyor ”İki kör suya gittiyse dört mangır eksik verin.”
Şerh
Bu alem de hiç durmadan akan zaman nehri içinden geçen bir geçittir.Bizler Allah’a ulaşan yolu bilmiyoruz.Yolu bilmediğimiz için bir kör ile aynı değeri taşıyoruz.Kör gremediği için bulamaz, biz ise bilmediğimiz için bulamıyoruz.Eğer biz de bir Allah adamının yani mürşid-i kamilin elinden tutmaz isek bu geçidi geçemeyiz.Geçidi geçemeyenlerin kıymeti de iki mangır değerindedir.
Kısaca Nasreddin Hoca, insanların hakikate ulaşma yyönünden kör olduklarını bu sebeple de Hakka ulaşmak için bu yolun büyüklerine, mürşitlerine ihtiyaç olduğunu ve bunlara intisab edilmesi gerektiğinie işaret etmektedir.
<>
Latife
Akşehir çocukları, ceplerine birer yumurta alarak Nasreddin Hoca’yı da yakalayıp zorla hamama götürürler.Soyunurlar, yıkanırlar.Hoca göbek taşında yatarken evvelden anlaştıkları üzere içlerinden biri der ki:
-Çocuklar’ Gelin bir oyun oynayalım.Oyunda kazanamayan hamamın parasını geri versin, olmaz mı?
-Nasıl bir oyun?
-Herkes bir yumurta yumurtlasın.Yumurtlamayan, hepsinin hamam parasını versin.Nasıl?
Çocuklar hep bir ağızdan bağırırlar:
-Oluuur.
Nasreddin Hoca da kendileriyle beraber geldiği için ona sorarlar:
-Bu işe sen ne dersin?
Konuşmanın başından beri onları dikkatle dinleyen Hoca, sesini çıkartmamış.Onun sükutunu ikrar telakki eden çocuklar, birer birer gıdaklamaya başlarlar, peştemallarının arasına evvelce sakladıkları yumurtaları çıkarıp Hoca’ya gösterirler.
Bunun üzerine Hoca ayağa kalkar, ellerini, kollarını çırpıp sallayarak horoz gibi öter:
-Öörü’ ööööö!
Çocuklar bu ummadıkları hareket karşısında şaşırırlar:
-Ne yapıyorsunuz efendim amca?
-Ne yapacağım oğlum bu kadar tavuğa elbette bir horoz lazım…
Şerh
Tasavvuf yolunun salikleri masivadan sıyrılarak nefs terbiyesi hamamına girdiklerinde içlerinde onları hak ve hakikata ulaştıracak olgun bir yol gösterici, kamil bir mürşid bulunması gerekir ve salikler de bu kamil insanın kimya gibi tesirli nefesinin etkisiyle huzura ulaşmadıkça, kendi kendine latif şeyler, gerçekler, ledün ilmi ve sevgisi hasıl olmaz.
Sonuç olarak Nasreddin Hocamızın ilmi yönü kadar tasavvuf yönüde vardır.Kendisi Seyyid Mahmud Hayrani ve Seyyid Hacı İbrahim’e intisab ederek manevi yolda nasblenmiş bir insandır.Latifelerinde de nefs, nefs terbiyesi, fakr, mürşid, mürşidi kamilin gerekliliği, şeriat-tarikat-hakikat-marifet, rabıta, tevessül, erbain, irşad, zikir, sabır, kanaat, tevekkül, ihlas gibi tasavufi konular işlenmiştir.
…………………
Daha geniş malumat içn yazımızı alıntıladığımız Dr. Selami Şimşek’in Buhara yayınlarından çıkan Nasreddin Hoca ve Tasavvuf adlı eserine bakabilirsiniz…
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Nefse Öğüt
Her gördüğün şeyi alma lisana!
İnsan, dili ile uğrar ziyana.
Görünüşte dilin cirmi küçüktür,
Fakat cürmü, yaptığı iş büyüktür.
Pişman olur, düşünmeden konuşan,
Kesilir nice baş, dökülür çok kan.
Kimi bir söz söyler düşer hataya,
Sözünü bilmeyen uğrar belaya.
Kâfir olur, bir sözüyle Müslüman,
Bir söz ile gider, kalbinden iman.
Diline sahip ol, boş söz söyleme!
Su-i zannı bırak, gıybet eyleme!
Elin ayıbını ağzına alma!
Sonra pişman olup, saçını yolma!
Bulunmaz, ayıpsız, kusursuz insan,
Ancak Rabbimizdir, kusursuz olan.
Nasıl kusur etmez, dünyada insan?
Ona düşman iken nefsiyle şeytan.
Kusur araştıran, hiç dost bulamaz,
Noksandır o, kâmil insan olamaz.
Kusursuz bir insan, olmaz muhakkak,
Kulunun yüzüne vurmaz onu Hak.
Hakiki dostluğa eyle riayet!
Hoca kusuruyla dostu kabul et!
Resul-i Ekrem’in öğüdünü tut!
(Ya hep hayır söyle yahut et sükût!)
İlim Genç İken Öğrenilmeli
Peygamber Efendimiz (a.s.m.) "Gençliğinde ilim öğrenen taştaki damga gibi, yaşlılığında öğrenen ise, su üzerine yazı yazan gibidir" (Keşfü-l Hafâ, 2: 66) buyurarak, gençlikte öğrenilen ilmin daha kalıcı olduğunu belirtmiştir.
Gençlikte öğrenilen ilmin kalıcı olmasını sağlayan birkaç nokta vardır.
Bunlardan birincisi, gençlik yıllarında beynin ezberleme kabiliyetinin daha güçlü olmasıdır. Bunun için ilim öğrenmek çocukluk yaşlarından itibâren başlamaktadır. Kur'an ezberleme faaliyetine de çocuk yaşlarda başlanır. Süfyan bin Uyeyne (r.a.) dört yaşında iken Kur'an'ın tamamını ezberlemiştir. Bugün de 8-9 yaşında olup hafızlığını tamamlayan çocuklar vardır.
Gençlikteki ilmi kalıcı kılan diğer bir sebep, bu dönemin zaman bakımından elverişli olmasıdır. İlim öğrenmek, dikkat, tekrar ve üzerinde yoğunlaşmayı gerektirir. Kişinin zaman bakımından en rahat olduğu dönem ise, gençlik çağıdır. Yıllar ilerledikçe iş-güç, çocuk-çoluk sahibi olunmakta, ilme ayrılan zaman azalmakta, hattâ hiçe inmektedir.
Bir başka sebep, yıllar geçtikçe beynin ilgi ve dikkat alanlarının dağılmasıdır. Gençlikte ise, ilgi alanları daha azdır. Bunun için genç ilim üzerine yoğunlaşabilir. Yaşlılıkta ise aynı yoğunluk sağlanamaz.
Belki gençler karşılaştıkları birçok problemi sıralayıp, ilim öğrenmenin önündeki engelleri mazeret olarak gösterebilirler. Ancak gençlik devresi ne kadar sıkıntılı ve problemli de olsa, ilim öğrenmek için en elverişli yıllardır.
Bununla birlikte, Peygamberimizin bize tavsiyesi, "Beşikten mezara kadar ilim öğrenmek"tir. Çünkü yine onun buyurduğu gibi, "İlim öğrenmek kadın erkek bütün Müslümanlara farzdır."
Gençlerimizi ilim öğrenmeye teşvik eden bir başka hadis de şudur:
"Bir genç ilim ve ibâdet içinde yetişir, olgunlaşırsa, Allah Kıyâmet Günü ona yetmiş iki sıddîkın sevabı kadar sevap verir." (Taberânî'nin Kebir'inden)
Gençlere çok büyük bir müjde verilen bu hadiste, ilimle ibâdet birlikte zikredilmektedir. Buradan ilim öğrenmenin tek başına yeterli olmadığını, onun tatbik edilmesi gerektiğini anlıyoruz.
Nitekim Peygamberimiz (a.s.m.), "İnsanlar helâk oldu, âlimler müstesnâ. Âlimler de helâk oldu, ilmini uygulayanlar müstesnâ. Onlar da helâk oldu, ihlâslı olanlar müstesnâ. İhlâslılar da büyük bir tehlikenin üzerindedirler" buyurmuştur.
Demek ki tek başına ilim öğrenmek yetmemekte, bu ilmi ihlâsla tatbik etmek gerekmektedir.
Peygamberimiz (a.s.m.) bir başka hadislerinde, "Âlim ve ilim Cennettedir. Âlim ilmiyle amel etmeyince ilim ve amel Cennette olur; âlim ise Cehenneme gider" buyurarak, konuya dikkat çekmiştir.
Şu hadisten de, "ilmiyle amel eden kimseye Allah'ın bilmediğini de öğreteceğini" anlıyoruz:
"İlim İslâmın hayatıdır, îmanın direğidir. Bir ilmi öğrenene Allah, eksiksiz mükâfat verir. İlmi öğrenip de onunla amel eden kimseye Allah bilmediğini de öğretir."
Demek ki, öğrendiği ilmi ihlâsla tatbik eden, aynı zamanda yeni bilgileri daha kolay öğrenmiş olur.
Şüphesiz ki, "ilim öğrenme" faaliyeti, okullardaki eğitimden ibâret değildir. Okullardaki eğitim, dinî ağırlıklı olsa bile yetersizdir.
"İlim öğrenmek" ve sonuçta "âlim olmak" çok mühim ve çok zordur. Nitekim şu hadisler, "âlim" olmanın ne büyük bir makam olduğunu gösteriyor:
"Âlimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleri, benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir."
"Âlimler önderdirler. Takvâ sahipleri efendi ve reistirler. Bunlarla oturup kalkmak hayır ve iyiliği arttırmak demektir."
"Âlimler peygamberlerin vârisleridir. Göktekiler onları sever. Öldüklerinde tâ Kıyâmete kadar denizdeki balıklar kendilerine Allah'tan mağfiret dilerler." (Câmiüssağîr: 5703-5704 ve 5705)
Bunlara, "Âlimin yüzüne bakmak ibâdettir" ve "Âlimin uykusu da ibâdettir" gibi hadisleri de eklediğimizde, "âlim" olmanın çok büyük bir makam olduğu anlaşılıyor. Nitekim Yüce Peygamberimiz (a.s.m.), "Ümmetimin âlimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidirler" diyerek bu yüksek rütbeye ulaşmanın pek kolay olmadığını gösteriyor.
Tabiî ki bizim hedefimiz, gücümüzün ve kabiliyetlerimizin elverdiği ölçüde çalışmak, ilmimizi arttırmak ve onunla amel etmek olmalıdır.
Hangi çağda olursa olsun, eğitim kurumları sadece ilim öğrenmenin yolunu gösterir, rehberlik eder. Yoksa bazı okullardan diploma almak ilmi hakkıyla öğrenmek değildir. Aslolan kişinin kendi gayretini de devreye sokmasıdır. Böyle bir kişi, sürekli öğrenme isteğiyle dolup taşar.
Burada önemli bir problem de hangi ilmin öğrenileceği hususudur.
Mü'minlerin öğrenebileceği ilim ikiye ayrılır. Birisi zarurî ve vazgeçilmez olan, diğeri zarurî olmayandır.
Zarurî ilim, dinin temel konularıdır. İnanç esaslarını, ibâdetlerin nasıl yapılacağını öğrenmek bunlardandır.
Diğer kısmı ise, nâfile olandır.
İlki, dini ilimleri özet olarak bilmekse, ikincisi teferruatlıca öğrenmektir.
Bir mü'min, bilhassa îmanla ilgili bilgileri çok iyi ve derinlemesine öğrenmelidir. Neye, niçin inandığını etraflıca kavramalıdır. Çünkü ilimlerin şâhı ve padişahı îman ilmidir.
Başta namaz olmak üzere ibâdetle ilgili konuları öğrenmek, nelerin helâl nelerin haram olduğunu bilmek şarttır.
Neyin sevap neyin günah olduğunu bilmeyen kişi, Allah'ın rızâsını nasıl kazanacaktır?
Kur'an okumasını öğrenmek ve belirli yerlerini ezberlemek, ilmihal bilgisi edinmek, hadis okumak ilim öğrenmenin besmelesidir. Bunların ileri kademesi ise, başta îman ilmi olmak üzere her bir dalda derinleşmektir.
İlimle amel arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için şu hadisi de aktaralım:
"Amellerin hangisi daha üstündür?" diye sorulan bir suale, Peygamberimiz (a.s.m.), şu cevabı vermiştir:
"Allah'ın isim ve sıfatlarını bildiren ilim her şeyden üstündür."
Suali soran sahabe, "Ya Resûlâllah, biz ilmin faziletini sormadık, amellerin en üstününü sorduk. Siz ise ilim diye cevap verdiniz, Peygamberimiz şöyle devam etti:
"Allah'ı bildiren ilimle birlikte olan amel, ne kadar az olursa olsun, insana fayda verir. Allah'ı tanımadan işlenmiş ameller ise insana fayda sağlamaz."
Burada unutulmaması gereken bir nokta vardır. İlimden murat, sadece dinî ilimler değildir. Dünya hayatımızla ilgili ilimler de çok mühimdir. Her bir ilim, Allah'ın isimlerinin tecellisini anlatır ve Onun bir ismine dayanır.
Bu bakımdan zarurî dinî bilgileri aldıktan sonra dünyevî ilimlerde derinleşen bir kimse de ilim öğrenme sevabı kazanmış olur. Özellikle bu çağda dünyevî ilimler çok ilerlediğinden, mü'minlerin de bu sahada dünya çapında başarılar elde etmesi gerekir. Çünkü, îmânın emrinde olan dünyevî ilimle mânânın yön verdiği madde çok mühim bir güçtür.
Konumuzu şu hadisle bağlayalım:
"Allah'tan faydalı ilim isteyiniz. Faydasız ilimden de Allah'a sığınınız." (Câmiüssağîr:4702)
Yazar:Cemil Tokpınar
İslam Dini'nde Doğru Bilinen Yanlışlar - Gerçek Veli ve Dost Kimdir ?
Elimizden geldiğince doğruları sade ve öz bir biçimde açıklıyorum... İnsanları yanlış yola sevketmek çok zalimce bir davranış. Zira insanları "Şeyh" diye tabir edilen kişilerin etekleri altında Allah ile aracı yapıyorlar... Bu çok zalimce bir iş. Eskiden Mekkeli müşrikler de yaptıkları putları Allah ile arasındaki aracı olarak görüyorlardı. Bu hususta bir çok ayet eski devirdeki sapkınlığı gözler önüne sermiştir. Bir çok tasavvuf ehli de çıkıp diyordu ki orada işaret edilenler müşrik ve kafirdir. Biz değiliz. Bu olayı isterse Allah açıklamaz ve aydınlatmazdı ve biz de onşar gibi olabilirdik.
Buradaki maksat hem Allah'ın merhametini görmek hem de bizlere öğüt vererek onlar gibi duruma düşmemizi önlemesi... Kur'an'da ki bir çok ayet zaten öğüt amaçlıdır. Örnekler verilmesi de bu yüzdendir. Şimdi eski bir topluluğun günahını ve sapkınlığını Kur'an'ın açıklaması sadece o toplumu mu ilgilendiriyor. Tabi ki hayır.
Bize Kur'an yol gösterici olarak indirilmiştir o halde eski zamandaki olaylardan ders çıkarıp bir daha eskisi gibi olmayalım diye düşünüp tutalım diye öğüt almamızı Kur'an istemektedir. Bu manadan olaya baktığımız zaman insanlar eskide olduğu gibi "putları" değil de insanları veya ölüleri Allah ile aramıza aracı katma gayretindeler.
Bu eski müşrik inancı ile aynı ve benzer özellikte değil mi ? Put yerine canlı bir insanı veya ölmüşü aracı katmak... İşte Allah ibret alalım diye Kur'an'da buna benzer olayları açıklamış zira O çok merhametlidir ve olmuş ve olacakları bilir. Bu maksatla bize önceden 1400 sene öncesinden haber vermiş. Bizim de yapmamız gereken şudur ki böylesi oyunlara gelmeyelim. Kur'an'da Allah dostlarından elbet de bahseder. Lakin bir çok ayette Allah kendinden Veli yani dost olarak bahseder. Bu ayetleri inceleyelim;
Bakara Suresi 107. Ayette "Bilmez misin ki, hakikaten göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır, hepsi O'nundur. Size de Allah'dan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır." der yüce Allah. Burada ki ayetin manası apaçıktır. "Size" derken iman eden insanlar kast ediliyor. Burada ki muhatap bizleriz. Allah muhatabı olan bizlere Kendinden başka "Veli" yani "Dost" olmadığını apaçık ifade ediyor. Ve ardın da bizlere Kendinden başkasının yardımcı olamayacağını da vurguluyor. Allah'ın "Veli" ile "Yardım" kelimesini aynı ayette kullanması bir tesadüf değildir. Burdaki yüksek mantık ve şuur ile insana öğüt vermektedir. Zira Allah ilimde herşeyin üstündedir. Bu ayette "Veli"'nin yani dostun bir insan olmadığını apaçık bildirmiş yardımın da bir insandan değil kendinden istenmesi gerektiğine de dikkat çekilmiştir...
Bakara Suresi 257. Ayette "Allah, iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velileri de tağuttur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî olarak kalırlar." der Yüce Allah. Bu ayette çok güzel yerlere değinilmiştir. Günümüzdeki tasavvuf inancında "Şeyh, gavs, veli" gibi kulların insanları karanlıktan aydınlığa çıkardığı söylenir. Lakin bu işin gerçek sahibi Yüce Allah'tan başkası değildir. Hiç kimse Allah'ın hidayete erdirmediği bir kulu karanlıktan aydınlığa yani doğru yola iletmesi mümkün değildir. Bu ayette biz iman edenlerin dostunun yani "velisinin" Allah olduğu vurgulanmış aynı ayette bizi doğru yola iletecek olan tek kişinin Yüce Allah olduğu apaçık gösterilmiştir. İnsanlar ancak ve ancak Allah'ın doğru yoluna yönelmesi ise yani Allah'ın bizi aydınlığa çıkarması O'nun ipine sarılmakla mümkündür. Lakin "Tağut" kelimesine değinnmek de istiyorum. Allah'ı dost edinmeyenlerin dostunun da tağut olacağı bildirilmiştir. Bir çok tasavvuf anlayışında ise "Şeyhi Dost edinmeyenlerin veyahut şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır." denir... Lakin bu ayet o kadar manidar ve güzeldir ki... Ayette İman edenlerin Tek dostunun Allah olduğu apaçık bir şekilde bildirilmiş olup sadece ve sadece Allah'ı dost edinmeyenlerin dostunun ise "tağut" olduğu söylenmiştir. Tağut ise Allah'ın yolundan saptıran şeytan, şeytana dost olmuş kişiler demektir...O halde Şeyhe dost olmayan değil Allah'a dost olmayanın dostu şeytanmış! İnsanlar okumadıkları ve anlayamadıkları için o kadar kandırılmaya ve korkutulmaya müsait ki... Bakara Suresi 257. ayetini şu ayetle de bağdaştırmak istiyorum;
Âli İmrân 103. ayette "Toptan Allah'ın ipine (İslam'a, Kur'an'a) sarılın, ayrılmayın. Allah'ın size olan nimetini anın: Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Bir ateş çukurunun kenarında idiniz, sizi oradan kurtardı. Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar." der Yüce Allah. Bu ayetten de anlaşılacağı üzere bizleri doğru yola ileten "ip" diye tasvir edilen yol İslam ve Kur'an yoludur.
Bakara 257. ayette ise bizleri Doğru Yola iletenin ancak Allah olduğuna dikkat çekilmiş; Âli İmrân 103. ayette ise bunun nasıl olacağı açıklanmıştır... Buna göre Biz iman edenlerin rehberi ve doğru yolu Kur'an üzerine olmalıdır ki bizlerin "dostu" Allah olsun ve bizleri karanlığa düşmekten korusun...
Âli İmrân 103. ayette ise çok güzel yerlere dikkat çekilmiştir. Allah'ın rahmetinin kaynağının biz iman edenler için Kur'an olduğu apaçık bir şekilde "Allah, doğru yola erişesiniz diye size böylece ayetlerini açıklar." bu son cümlede açıklanır. Âli İmrân 103. ayetin son cümlesinde yüce Allah Kur'an ayetlerini biz doğru yola erişelim diye apaçık bir şekilde ayetlerini açıkladığını bildirmiştir. Bu da yüceler yücesi Allah'ın ne kadar merhametli olduğunu apaçık gösterir. Bu manalardan elde edeceğimiz sonuç ise şu olmalıdır;
Bizler Allah'ın ipine (Kur'ana, İslam'a) sımsıkı sarıldığımız müddetçe Allah'ın biz ile dost olacağını ve bizi ancak kendisinin doğru yola ileteceğini ve bu yolda bize merhamet ederek koruyacağını ve sadece dar zamanlarımızda değil her zaman kendinden yardım isteyeceğimizi anlamalıyız... Ayrıca "Şeyhi" ve bu gibi kişileri değil yalnızca Allah'ı dost edineceğimizi ve ayrıca sadece Allah'a dost olmayan kişilerin dostunun şeytan olacağını da unutmayalım...
"Veli" yani dost geçen başka ayetleri tekrar incelemeye geçelim.
Âli İmrân 3. Ayette "Doğrusu onların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber ve iman edenlerdir. Allah da müminlerin dostudur." der yüce Allah. Bu ayette de Mümin Kullara dostun Ancak ve Ancak Allah olduğuna dikkat çekilmiştir. Müminliğin göstergesi olarak da Peygamber (O dönemin Peygamberi Hz İbrahim) olan Hz İbrahim aracılığı ile Allah'ın emir ve yasalarına uymak olarak anlaşılıyor ayette. Buna göre Allah'ın emir ve yasaklarına uyanlar mümindir ve müminlerin Dostu da yüceler Yücesi Allah'ın ta kendisidir...
Nisa Suresi 45. ayette "Allah sizin düşmanlarınızı çok iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter. Ve yardımcı olarak da Allah yeter." der yüce Allah. Bu ayetten açık ve net olarak gerçek bir dost ve yardımcı olarak hiç kimse değil sadece Allah'ın yeter olması anlaşılıyor. Bu ayete göre mümin bir kulun yalnız ve yalnız dostu Allah'tır. Ve mümin bir kula sadece yardım edecek olan da Allah'tır. Zira yüceler yücesinden kim daha güçlü ve merhametli olabilir ki ?
Nisa Suresi 123. Ayette "Öteki alemdeki kurtuluş; ne sizin vahye dayanmayan kuruntularınızla, ne de bize de kitap verildi diyen, önceki toplumların kuruntularıyla gerçekleşecek değildir. Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalanır, kendisi için Allah'tan başka dost da, yardımcı da bulamaz." der Yüce Allah. Bu ayette öteki alemdeki kurtuluşun vahye yani Allah'ın ayetine dayanmayan kuruntular ile olacağı ne de önceki toplulukların kendisine kitap verildiğini söyleyen topluluklarının kuruntusu ile olacağına vurgu yapılmaktadır. Yani burada ki asıl dikkatleri "vahye" dayanmayan kuruntulardan sözlerden bahsetmek istiyorum.
Burda apaçık bir şekilde Allah'ın ayetlerine dayatılmaya çalışılan ve doğru gösterilmeye çalışılan yalanlar olduğunu anlamaktayız. Bunu günümüzde de görebilmekteyiz ne yazıkki. Kur'an'da olmayan ibareleri varmış gibi cahil halka dayatarak onları kandıranların kuruntusu yani sözleri öteki alemdeki kurtuluş olmayacağı ve yüzden bu kötülüğü yapanların da cezalandırılacağı vurgulanmaıştır. Ve bu ceza görülürken de bir insan Allah'tan başka bir dost ve kurtarıcı da bulamayacaktır. Zira Fatiha Suresi bunun nedenini apaçık açıklamıştır; ""Din gününün, hesap gününün tek hâkimidir." der yüce Allah... Buna göre "din gününün" yani "müminlerin hesaba çekileceği günün" tek sahibin yani tek söz ve hüküm sahibin Allah olduğunu bu ayetten anlarız.
Apaçık bir çok ayette de görüyoruz ki "Din gününde" ve "günlük yaşamımızda" Allah'tan başka ne bir dostumuz ne de yardım edenimiz vardır... Bu manada bizler yalnız ve yalnızca Allah'tan yardım dilemeli; ibadetimizi, tövbemizi, dileklerimizi aracısız olarak Allah'a karşı yapmalıyız... Lakin bu metinden de şu sonuç çıkarılmasın; bizler "Veli" kulları inkar etmiyoruz. Lakin "veli" kulların görevi sadece Allah'ın doğru yolunu göstermek ve tebliğ etmektir. Bu amacın dışındakiler ise birer tağuttur...
Zira Allah ile kul arasına aracı olmak, onları şirk batağına sürüklemek, Allah'tan başka kişileri aracı katarak şefaat dilemek, himmet (yardım) dilemek, ölülerden medet ummak insanları açıkça şirk bataklığına sürükler. Zira her işin sahibi yerin ve göğün tek sahibi, gaybı bilen insanın içindekileri gaybı bilenin Allah olduğunu asla unutmamamız gereklidir. Bunun dışında kendilerine "Allah'ın veli kulu" diyenler Kur'an'ı bence yeniden gözden geçirmelidirler
Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (s.a.v.) Şefkat ve Merhameti
Pek fazla merhametli olan Peygamberimiz (s.a.v), ümmeti hakkında son derece şevkatli, merhametli idi. Ümmeti hakkında daima kolaylık yönünü tercih buyururdu. Namazda iken bir çocuğun ağladığını işitse ona merhameten namazını hafifçe kılar (kısaltır), çocuğun sesini durdurmak isterdi. Hele haktan kaçınanların hallerine pek acır, hidayete ermeleri için dua ederdi.
O büyük peygamberin, O mukaddes râsulün merhameti yalnız insanlara değil, hayvanlara, ağaçlara, ekinlere de idi. Mûte savaşında bulunacak olan İslam ordusuna hitaben şu mealde öğütler vermiştir:
“Allahu Teâlâ’nın adına sığınarak O’nun ve sizin düşmanlarınızla harp ediniz. Fakat gideceğiniz yerlerde dünyadan soyulmuş rahipler göreceksiniz, onlara asla dokunmayınız. Kadınlar ile çocuklara şevkatle muamele yapınız, hurma ve diğer meyve ağaçlarını kesmeyiniz, evleri yıkmayınız.”
Hicretin onuncu senesinde idi ki, muhterem oğlu Hz. İbrahim, henüz on altı aylık bir masum olduğu halde vefat etmiş, kızı Fatımatü’z-Zehra (r.anha)’dan başka evladı kalmamıştı. Bir gül goncası gibi açılmadan solan o masumun haline acıyarak ağlamış, mübarek gözlerinden şebnemler gibi yaşlar serpilmişti. Orada bulunan İbn-i Avf (r.a) :”Ya Rasûlallah! Sen de mi ağlıyorsun?” deyince, şanı yüce Peygamber (s.a.v) Efendimiz:
“Gözümüz ağlar, kalbimiz mahzun olur. Fakat bizden Allah’ın rızasına aykırı bir söz çıkmaz.” (Buhari) diyerek ruhundaki yüce hassasiyetini göstermiştir.
Kısacası O Peygamberi Zişan’ın mukaddes varlığı, bütün kainat için Allah’ın büyük bir rahmetidir. Bunun içindir ki hakkında:
“Rasûlüm! Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya Sûresi, ayet 107) ayet-i kerimesi nazil olmuştur.
Kaynak: Büyük İslam İlmihali / Ömer Nasuhi Bilmen (r.a)
Doğduğumdan Beri Yolcuyum
Ahmed bin Ebü'l-Havârî hazretleri başından geçen ibret verici bir hâdiseyi şöyle nakletmiştir:
Bir gün çöle gitmiştim. Araplar develerini koşturuyorlardı. Onlar bu işle meşgûl olurken köylü bir Arap köşeye çekilmiş Allahü teâlâyı zikrediyor ve kendi hâlinde oturuyordu. Dikkatimi çekti yanına gittim. Selâm verdim selâmımı aldı. Biraz konuştuktan sonra bana; "Allahü teâlâyı zikretmek en lezzetli şey ve şifâ verici bir iştir. Şaşıyorum insanlar nasıl boyun büküp, yalvarmazlar! Halbuki ölüm onların peşinde, onları tâkib ediyor. İnsanlar ise tehlike ve musîbetler içinde. Buna rağmen boş şeylerle meşguller." dedi.
"Allah'ın rahmeti üzerinize olsun insanlar hangi musîbetler ve hangi tehlikeler içinde?" diye sordum:
"Günah musîbeti ve ölüm tehlikesi, ölümden öncesi ve sonrası!" dedi. Sonra ağlamaya başladı. Ben de onunla birlikte ağladım. sonra tekrar:
"Neden yapayalnız duruyorsun?" diye sordum:
"Ben yalnız değilim, Rabbimle berâberim." dedi. Fakir ve muhtâç olduğunu zannederek; "Bir şey ister misin?" deyince; "Evet kalbimin derdini tedavî edecek bir tabib isterim." dedi.
"Tabîbin kimdir?"
"Rabbimdir."
"Kalbinin derdi nedir?"
"Günahlar..." dedi.
"Peki bunlardan kim kurtuldu?" diye sordum.
"Allahü teâlânın râzı olduğu kimseler." dedi.
Tekrar sordum:
"Yolculuğun nereye?"
"Kabiredir." dedi.
"Yolcu musun?"
"Annemden doğduğumdan beri yolcuyum. Âhirete gidiyorum." dedi.
Sonra devâm ettim ve; "Azığın nerede?" dedim.
"Azığım son derece az." cevâbını verdi.
Bu sefer; "Yanında yiyeceğin nedir?"
"Sübhânallah, Rabbimin vereceği rızık." dedi.
"Peki yalnız hâlinle korkmuyor musunuz?" dedim.
"Nasıl korkarım. Sâhibimin, Rabbimin mülkündeyim."
"Yol neresidir?" diye sormaya devâm ettim.
Ellerini açıp; "Yâ Rabbî! İnsanların çoğu seni unutmuş başka şeylerle meşgul! Sen her işin karşılığını vereceksin... Ey gariblerin yardımcısı, âcizlerin sığınağı! Ey azı çoğaltan, sapmışları hidâyete erdiren! Ey kendisine herkesin sığındığı Rabbim! Senin ihsânını ve rızânı isterim... Senin rızân olmadan dünyâ ve âhiret güzel olmaz."
Hem böyle duâ ediyor, hem de yürüyordu. Ben de onu tâkib ediyordum. Bana:
"Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Senin için benden daha hayırlı olan bir kimseye git! Beni meşgûl etme..." dedi. Sonra benden uzaklaşıp gitti. Arkasından gözden kayboluncaya kadar baktım. Sonra ağlayarak geri döndüm.
Şeytanla Savaş
Horasan’da bir genç vardı. Gönlü ilim aşkıyla mum gibi yanıyordu. Iraka gitmiş, ilim peşinde bir hayli koştuktan ve bir çok şey öğrendikten sonra memleketine dönmek üzere hazırlanmıştı. Adeta sevincinden köpürüp taşıyor, kendisini bir kelebek kadar nazlı görüyordu. Tam bu ana ariflerden biri ile karşılaştı. Gönlü yüce arif onu denemek için:
-Evladım, dedi. Horasan’da şeytan var mı?
Genç atıldı:
-A efendi, onun olmadığı yer mi var?
-Orada şeytanla nasıl savaşırlar?
-Ona karşı gelmekle!
-Ya tekrar gelirse?
-Yine ona karışı gelirler.
-Tuhaf şey!
-Neden tuhaf olsun?
-Bütün ömrümüz şeytanla didişerek mi geçecek?
Genç adamın aklı allak bullak oldu:
-O halde ne yapmalı? dedi.
Yüce arif söyle buyurdu:
-Yolda azgın bir çoban köpeğine rast gelirsen sana dişlerini gösteren köpeği kovmakla uğraşmak kar etmez. Köpekten kurtulmanın en kestirme çaresi sahibini çağırmaktır. Çünkü sahibi ona hemen söz dinletir ve seni korur.
Şeytanla savaşmanın yolu da budur, yani Allah’a yönelmektir.
Mürşidin Hikmeti
Hikâye olunduğuna göre, Van'ın Gürpınar kazasından bir zat, Nehrî kasabasına gelerek Tâhâ'l-Hakkârî hazretlerine talebe olmak istedi. Nihayet ısrarı ve muhabbeti sebebiyle kendisine mânevî ders tarif edildi ve bir tesbih de hediye olarak verildi. Büyük bir sevinçle memleketine döndü. Derslerine şevkle devam ediyor, gönlü huzur ve feyizle doluyordu.
Bir gün hayvanlarına kurt saldırmış, büyük bir kısmını telef etmişti.
Şeytan:
"-Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi." diye vesvese verdi.
Gün geçtikçe bu vesvese giderek artıyordu. Nihayet bu tâlihsiz talebe aldığı dersi bırakmaya karar verdi. Tâhâ'l-Hakkârî hazretleri'nin huzuruna vararak, verdiği dersi artık bıraktığını söyledi. Daha önce kendisine hediye ettiği tesbihi de geri iade etti.
Aradan yıllar geçmişti. Bir öğle vaktiydi. Tâhâ'l-Hakkârî hazretleri namaza kalkarken, birden mübarek ellerini heybetle uzatıp:
"-Def ol, yâ mel'ûn!" dedi ve sonra namaza başladılar.
Namazdan sonra halîfelerinden biri:
"-Efendim, mübarek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?" diye sordu. O da:
"-Bir zamanlar, bizi seven bir mürîdimiz vardı. Ölüm döşeğinde yatıyordu. Şeytan ona musallat olmuş, îmânsız gidecekti. Yanından şeytanı kovduk, imanla göçtü, elhamdülillâh." dedi.
Halîfesi devam ederek:
"-Efendim, çok affedersiniz! Bir gün sizinle beraber otururken biri gelmişti. Verdiğiniz dersi artık bıraktığını söyleyerek, hediye ettiğiniz tesbihi de geri vermişti. Acaba bu, o adam mıydı?" diye sordu. Tâhâ'l-Hakkârî hazretleri de cevap verdi:
"-Evet, o adamdı. Bir zamanlar bize muhabbeti vardı. Bu muhabbeti sebebiyle ona vefâkâr davrandık."
Hüdayi Divanı'ndan 8
Hüdayi Divanı'ndan 8
Ey nefs yeter sehv ü zülel
İnsâfa gel insâfa gel
Terkeyleyüp tûl-i emel
İnsâfa gel insâfa gel
Bu âdet ü bid'at nedir?
Bu şöhret ü ziynet nedir?
Bu kuru keremiyyet nedir? (s.94)
İnsâfa gel insâfa gel
Bir gün eser bâd-ı ecel
Ten bâğına verir halel
İhlâsile eyle amel
İnsâfa gel insâfa gel
İfsâdı ko ey nefs-i dûn
"Kad dalle kavmun muktedûn"
Tâlibleri etme zebûn
İnsâfa gel insâfa gel
Etme Hüdâyî'ye inâd
Fermâna eyle inkıyâd
Etmez misin Mevlâ'yı yâd
İnsâfa gel insâfa gel
Sırrül Esrâr’dan
İnsanın Asli Vatana Dönüşü
İnsan, iki yönden mütalaa edilir: “Cismani”,”Ruhani..”
Cismani, yani dış görünüşteki maddi hali demektir. Bu bapta herkes eşittir. Ve umumi bir hüküm alır.
Ruhani durumu – bu kalıbın ötesinde saklı duruma – ge*lince orada özel bir hal başlar.
Umumi hükümde mütalaa edilen insan; bazı derecelerle asli vatanına dönebilir. O dereceleri almak için, dinimizin za*hirdeki emirlerini birer sebep olarak ele alır ve ilerler… Ve sı*rası ile, Mânevi yola; marifet âlemine geçer. Hele marifet çok yücedir. Peygamber S.A. efendimiz onu överken şöyle buyu*rur:
-“Her şeyi Özünde toplayan bir hikmet var ki, o hak marifetidir.”
Kulun bunlara erebilmesi için; görsünler, işitsinler diye, iş tutmaması gerekir.
Yapılacak işler için dereceleri üç bölüme ayıracağız. Ki bunlara cennet tâbir edilir:
BİR: Mülk âlemindeki cennet… buna MEVÂ denir.
İKİ: Melekût âlemindeki cennet., buna NAİM cenneti tabir edilir.
ÜÇ : Ceberut âlemindeki cennet., buna da FİRDEVS cenneti denir.
Bu anlatılanlar, cismani, – bu maddi – varlığın tadacağı nimetlerdir, ki bunlara ancak, üç çeşit ilmi benlikte toplamakla erilir: Şeriat, Tarikat, Marifet…
Yeri gelmişken yukarıya yarısı beyan edilen Hadis-i Şeri*fin tümünü zikredelim.
-“Bütün hayırları, hikmeti derleyen şey. Hakka karşı ir*fan sahibi olmak ve onunla amil olup, sonra, batılın da ne olduğunu bilmek ve terktir.”
Sırası gelmişken Peygamber S.A. efendimizin yaptığı bir duayı da anlatalım:
-“Allah’ım, bize hakkı göster ve ona uymayı nasip et; batılı bildir ve ondan kaçmayı kolay eyle.”
Keza, Peygamber S.A. efendimizin bu hususta bir Hadis-i Şerifini yine zikredelim:
-“Herkim nefsini bilir, onun uygunsuz arzularına mu*halif kalırsa, gerçekten Rabbini bilmiş ve ona uymuş olur.”
Buraya kadar anlatılan şeyler, umuma şamil olan işler*dir. Bir de üstün istidada sahip insanların hali var ki, onları da aşağıda anlatacağız… Bunlara, “HAS İNSAN” tabirini kulla*nıyoruz.
Bu insanın vusulü, Hakka tam yakınlıktır. Oluşu sebebi*ne gelince tek şeyle olur, o da hakikat ilmi; ki buna, lahûti olan yakınlık âleminde:TEVHİD tabir edilir. Bu hal âdet ol*duğu üzere dünya hayatında olur. Bu hale ermek için, uykuda olmakla, ayıklık arasında bir fark yoktur. Belki de esas uykuya dalınca, kalb bir aralık fırsat bulur ve asıl vatana gider. Bu gi*diş külli de olur, cüz’i de… Nasıl ki Allah-ü Taâlâ bir âyetle şöyle ferman eyler:
-“Allah-ü Taâlâ, nefisleri ölüm zamanı gelince öldü*rür. Bazılarını da uykularında… Hakkında ölüm hükmü olanı tutar. Kalanları, muayyen bir zaman için geri sa*lar.” (Zümer-42)
Buna işaret olarak Peygamber S.A. efendimizin bir Ha*dis-i Şerifini zikredelim:
-“Âlimin uykusu, cahilin ettiği ibadetten hayırlıdır.”
Burada kastedilen âlim, tevhid nuru ile içini nur eden; sonra da, harfsiz, sessiz, sır dili ile TEVHÎD ESMASINA de*vam eden zattır. Asıl insan budur. Bunu anlatan birkaç tane hadis-i kudsi zikredelim.
-“İnsan, sırrımdır; ben de onun…”
–“Batın ilmi sırlarımdan bir sırdır; onu, kullarımın kalbine koyarım, benden gayrı o hali bilen olmaz.”
-“Kulumun zannına göreyim. Beni aradığı an, onunlayım. İçinden anarsa, zatımda anarım. Bir topluluk içinde anarsa, daha hayırlı bir cemaat içinde anarım..”
Bu anlatılanlardan arzu edilen tek şeydir. O da: İnsan varlığında cüz’i bir yer işgal eden TEFEKKÜR İLMİ… en önemlisi bu..
Bu tefekküre dair Peygamber S. A. efendimizin buyurdu*ğu birkaç Hadis-i Şerifi anlatalım:
-“Bir anlık Tefekkür, bir yıllık ibadetten hayırlıdır.”
-“Bir anlık Tefekkür, yetmiş yıl ibadetten hayırlıdır.”
-“Bir anlık tefekkür, bin yıl ibadetten hayırlıdır.”
Her işte basarı, Hakkın zatında saklıdır.
Tefekküre dair zikri geçen Hadis-i Şerifler, biraz tefsir ister. Çünkü aynı mevzu üç şekilde anlatılıyor.
Her kim, bazı hikmet taşıyan işleri düşünür, onun bir par*çasından birçok parçalar olduğunu, onlardan dahi nice şeyler husule geldiğini düşünürse, ki buna tefekkür denir, yaptığı bu tefekkür bir yıllık ibadete bedel olur.
Herkim, yaptığı ibadeti düşünür ve onların hikmetine karşı irfan duygusu taşırsa, bu tefekkürü yetmiş yıllık ibadete bedel olur..
Herkim, İlâhi marifeti düşünür; Allah-ü Taâlâya karşı tam irfan duygusuna sahip olmayı dilerse, bunun yaptığı tefek*kür de bin yıllıkibadete bedel olur. Asıl irfan ilmi budur. İr*fan ilmi demekle TEVHİD halini kasd ediyorum. Ârif kişi ir*fan iştiyakını duyduğu-zata, mahbubuna bununla erer. Bu ha*lin neticesi ise, ruhani bir halle; tam yakınlık âlemine uçup git*mek olur..
Âbidler, cennete yürür giderler. Ârifler ise, yakınlık âlemine uçar giderler.
Aşıkların kalbine has gözleri var;
Onlar görür, bakamaz başka nazırlar.
Kanatları bir başka, ne hacet damara;
Uçarlar, Melekûta, Âlemlerin Rabbına.
Kaynak: Abdulkadir Geylâni Hazretleri (k.s.) (Sırrül Esrar)
ULUL ELBAB nedir? ne demektir?
Kur’an-ı Kerim’de 16 ayette geçen “ulü’l-elbâb” ifadesini “saf akıl sahipleri” olarak dilimize çeviriyoruz. (Bkz: Ragıp el-İsfahani, el-Müfredat, l-b-b mad., s: 733) Bununla, fıtratı bozulmamış, kendisi için gerçek ortaya çıktığında bunu kavrayan, kabul eden, kişisel zaaf ve beklentiler sebebiyle görmezlikten gelmeyen kişiler kastedilmektedir.
Bu tabir, sağlam duruş sergileyen kişiler için de kullanılır. Çünkü bu tür insanlar, herhangi bir konuda donanımlı olsun veya olmasın, doğrulara açıktırlar ve gerçek ortaya çıktığında herhangi bir tarafa çekmeden gerçeği kabul edip hareketlerini ona göre düzenlerler. Önyargı ve saplantıları olmadığı için sürekli gelişim halindedirler.
Önder ve Örnek Hocalar
“Osmanlı İnsanı” adlı bir kitabım var; orada anlattım misalleriyle, insanın hası, hakikisidir Osmanlı diye… İşte o has ve hakiki insan, o toplumdaki has ve halis hocaların eseridir. Çünkü, Osmanlı’da hocanın da hası, hakikisi, halisi vardır. Bu muhteşem hocalar, hoca olmayı sadece öğreten değil, tam mânâsıyla eğiten, insan eden, kafadan önce kalbe giren mânâsına alırlar. Böyle oldukları için de, hocaya duyulan derin saygı, onları toplumun en çok sevilen ve güvenilen kanaat önderleri haline getirir; sözlerinin üzerine söz olmaz. Onlar İmam-ı Azam olurlar; binlerce talebe yetiştirirler, gül yetiştirir gibi… Onlar da, o büyük İmam gibi, “Talebelerim benim gözümün nuru, kalbimin sürurudur” derler. Kabiliyet gördü mü kişide, kaçırmaz onu bağlayıverir ilme, girer gönlüne… İlim adamı olacak insandadır gözleri… Bulurlar, alırlar, yüreklerini imanla, irfanla yoğururlar, adam ederler, örnek ederler. Onların en etkili ve en önemli eseri, öğrencileridir. Bir tohum gibi düşerler toprağa ama, bin dirilirler, hiç ölmezler, nesillerce hizmetleri, himmetleri sürüp gider… Bir bakarsınız Mevlânâ olurlar; hocaların hocası iken, devrin Sultanı “Manevi babamsın, hocamsın, başımın tacısın” dediği demde, çığlık çığlığa “Hamdım, yandım, piştim!”derler. Hem tevazu dersi verirler, hem de irfandan öte irfan vardır iz’anıyla örnek olur, “Tamım!” diyenin ham olduğunu öğretirler.
“Nasreddin Hoca olurlar, sadece medresede ders vermezler; her yeri mektep, herkesi talebe bilerek, halka öğretmen, önder, neşe olurlar. Ortalığın yangın yerine döndüğü helaket ve felaket asrında, yüzleri ve gönülleri güldürmek başarısını gösterirler. Böylece öğretirken güldürür, güldürürken irşat ederler. Halkı yükseltmek için, hep halkla olurlar, ellerinden ve gönüllerinden tutarlar. İçlerinden biri gibidirler. Böylece, bir ve beraber olarak yaygın eğitimi başlatırlar. Onlar Şeyh Edebali olurlar, Akşemseddin olurlar, Ebu’s Suud olurlar, Yahya Efendi olurlar, Aziz Mahmud Hüdai olurlar… Baştakilere, saltanat sahiplerine, amirlere, güçlülere yol ve yön gösterirler; sultanın sultanı olurlar böylece. Pusula gibidirler. Her yamulma ve sapma onlarla düzlenir, stikamet bulur.
“BEN BIRAKMIYORUM, ONLAR TERK EDİYORLAR”
Hüsrev Efendi gibidirler; analarından hoca olarak doğmuşlardır, doymazlar öğretmeye… “Hocam, bu son dersimiz olsun. Sizi daha fazla yormayalım bu hasta halinizle” der, talebeleri. Doksan yaşındaki Hoca, güç kalkar ayağa ve kıbleye yönelir ve şöyle niyaz eder Rabbi’ne:
“Allah’ım, sen şahit ol! Ben bırakmıyorum, onlar terk ediyor.”
Bunlar sonudur Osmanlı’nın ama, ruh ilk günkü gibidir. Süleyman Efendi gibidirler; eğitime ara vermek için hiçbir engeli mazeret saymazlar. Medreseler kapatılınca, evini mektep yapar. Ev yasaklanınca da, treni okula çevirir. İki kompartman, iki sınıf olur. İstanbul’dan alınan Adapazarı gidiş dönüş biletleri de Hoca’dandır. Gidene ve dönene kadar okutur talebelerini. Ne şikâyet eden komşu, ne de polis takibi… Bir de güzel teneffüs Adapazarı’nda, yemekli, namazlı… Anasından hoca doğmuş olanı, hiç bir engel durduramaz.
TALEBEYE “ALLAH” DEDİRTMEK İÇİN
Konyalı Hacı Veyiszade gibidirler; en olumsuz şartlarda, eziyetlerde, dışlamalarda dahi hocalığı sürdürürler. Onları hiçbir kabalık, katılık ve hakaret, okuldan ve öğretmekten kaçıramaz. Çünkü, eğitim en önemli ibadetleridir. Derler ki, “Ben ders verdiğim okulda bir talebeye “Allah” dedirtmek için kırk münafığın kahrını çekmeye razıyım!”
Yaşlılık, hastalık, aşağılanma, takip, hapishane gibi mazeretler de durduramaz onları; Gönenli Mehmed Efendi gibi bir ömür hocalık yaparlar, o zor zamanlarda binlerce talebe yetiştirir. Her biri, çağa damgasını öyle vurur, gönülleri öyle dalgalandırır ki, tesirleri gelecek asırlara da taşar, taşınır. Bu tesir, önce yürekten yüreğidir. Yüreğe damgasını basan hoca; saygı makamında anadan, babadan öne geçer. Onları geçebilmek için, anne, baba olmak yetmez, ilaveten bir de hoca olmak gerekir. Örnektir hoca… Önderdir… Yaşama biçimini verir talebesine, yüreğini güzelliklerle nakış nakış işler. Ve öyle bir sevilir ki, o hocanın evinin bulunduğu tarafa doğru ayak uzatılmaz, İmam-ı Azam’ın yaptığı gibi… Hocaya vefatından sonra da, vefa gösterilir, geride bıraktıkları hep saygı makamında tutulur. Tıpkı Hacı Cemal Öğüt Hocamızın, “Hocamın kızıdır” diyerek, yaşıtı hanımefendiyi ayakta karşılayarak, hürmet etmesi gibi.
“SİZ CANLI KUR’ÂN’SINIZ”
Hocayı en çok meslektaşı takdir eder, sever, destekler. Mesela hafız olan hocanın ellerine yapışır ve “Siz canlı Kur’ân’sınız, bırakınız da öpeyim” der… Hafız olan hoca da ona, “Efendim, siz de Kur’ân’ın mânâsını ne güzel açıklıyorsunuz; canlı bir mektepsiniz; asıl sizin eliniz öpülür ” diyerek, hafız hocanın ellerine eğilir. Hoca, ilmin izzetini her daim korur. Kim olursa olsun şahısların hatırı için, ilmin gerektirdiği vakarlı duruşu bozmaz. Cihan padişahlarına karşı bile, bu şerefli duruşu sergilemiş nice ulu hoca vardır amma, mesela, bir Akşemseddin bunların en çok dikkat çekenidir.
“AKŞEMSEDDİN’İN HUZURUNDA TİTRERİM”
Çağ açıp çağ kapatan İstanbul Fatih’i, “Herkes benim huzurumda titrerken, ben de Akşemseddin’in huzurunda titrerim” der. Koca Fatih, en büyük mutluluğunun Onun devrinde yaşamak olduğunu söyler. Ama o hoca, vereceğini verdikten sonra talebesinden kaçar; onu saltanatıyla baş başa bırakır. Çünkü vereceği bitmiştir; alacağı da bulunmamaktadır; artık Manevi saltanat Sultan’a yakın olmamayı gerektirir. O hocalar, bilgiyi gönül imbiğinden geçirip rafine hale getiren irfan ehli kişilerdi. Vazifeleri bitince, çekiliverirlerdi. Tıpkı Akşemseddin gibi… Fatih Sultan Mehmed’e, kendi eseri olan Fatih medreselerinde bir odacık vermeyen, imtihansız asistanlık sunmayan da, o muhteşem hocalardı.
“KARARINIZ YANLIŞTIR PADİŞAHIM”
Bir Ebu’s Suud Efendiyi hatırlamak bile, yeter de artar bu ulu hocaları tanımak için… Zira,Yavuz Sultan Selim gibi celalli bir sultana , “Kararınız yanlıştır!” diyen ve ona geri adım attıran hocadır o. Şeyhülislam İbn-i Kemal’in atının ayağından sıçrayan çamuru kaftanının süsü bilen ve “Bu kaftanı sandukamın üzerine serin” diye vasiyet ederek, hoca hürmetini zirveleştiren de aynı Sultan değil miydi?
Bir de Sultan Ahmed’in Aziz Mahmud Hüdai’si vardır. Hocası, manevi babası, mürşidi… Eline abdest suyu dökmeyi şeref bildiği hocası… O hocalar, sultanın sultanı olmayı başarmış muhteşem örneklerdi. Allah rızasından asla sapmazlar ve O’ndan başkasından da hiçbir şekilde korkmazlar, doğruyu en doğru biçimde öğretirlerdi. Çünkü onlar, sadece bilginin değil, gönül güzelliği olan irfanın da efendisi olmuşlardı…
Kimdir Hak Dostu?
Hakk’a dost olanda düşmanlık kalmaz. Çünkü o,dostluğu öğretene dost olmuş ve düşmanlığı unutmuştur. Düşmanlık duygusu, onda acımak suretine dönüşmüştür. Bu sebeple, yere göğe, kurda kuşa, taşa toprağa ve hele de insana dosttur, Allah dostu... Bu aşkla, insanı Yaratan’a dost etmek, bir başka deyişle hazret-i insan yapmak yolunda koşturur durur. Ümitsizlik yakın yerine yaklaşamaz. Her cana kul diye bakar; kulda Yaratan’ı görür. Kırmaz, kırılmaz; kıyamaz, hep çıkmadık candan umutlanır. Hep duadır dilindeki, bedduayı bilmez, beceremez.
SARHOŞA EDİLEN EN GÜZEL DUA
Ayyaşı, sarhoşu görür mesela, “Allah istikrah ettirsin de kurtarsın evladım” der. Varlık yok gibidir ona, şeffaftır ya da; bakar çiçeğe söz gelimi, “Ne güzel yaratılmış” der, sahib’ini görür, anar. Her eser O’ndandır, O’nundur, O’na götürmek, O’nu göstermek içindir. Bu yüzden Allah dostu, daima şevk-i mutlak üzeredir. “Ha demeden hayran olur” Yunuslayın… Kendisi de yok gibidir aslında, şeffaftır… Mutlak ve hakiki varlık ancak O’dur, bir ve tek olandır… Hayırların hepsi O’ndan lütuftur, ihsandır, ikramdır, hediyedir Şerler ise, nefsin hilesi, desisesi… Aldanışlar, aldatışlar, olumsuzluklar, batıranlar, karatanlar… Bütünü nefisten ve işbirlikçisi olan lanetli Şeytan’dan…
DOST, HAKK’I HATIRLATIR
Maneviyatta yol aldıkça, Hakk’a yaklaştıkça arınır, kurtulur nefsin tuzaklarından, melekleşir… Bu duygunun adamına, bu yolun yolcusuna bakınca, sadece dost görünür, dost hatırlanır, dost’a yaklaşılır. Çünkü o, “Görüldüğünde Hakk’ı hatırlatandır.” Hak Dostu’nun yolu, Hakk’a en çok dost olan’ın yoludur. Başka türlüsünü yolsuzluk bilir. “Yol oldur ki Hakk’a vara” der. nu izleyen, hep hakk’ı bulur. Onların şiarı vermektir. Kendilerinde olanı da, olmayanı da verirler. Hakk’tan, ancak vermek için isterler. Son sözleri Besmele olur; ilk adımlarını atarken asıl âleme, “Bismillahirrahmanirrahim” derler. Susarken konuşurlar, maneviyata susamış olanlara ab-ı hayat sunarlar.
İNSANIN KURTULUŞUNU İSTERLER
Kıyamazlar kaçırmaya, uzaklaştırmaya; mümkün olduğunca sırtlarlar, sürüklemek isterler cennete… İnsanın kurtuluşu adına fedadırlar; “Bu milletin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içerisinde yanmaya razıyım!” diye feryat ederler. “Dövene elsiz, sövene dilsiz” olurlar; seviyelerini her şartta, herkese karşı korurlar. Derviş gönüllü olmaktan asla taviz vermezler.
ÖVGÜ AĞIRLIK OLUR ONLARA
“Ben” demezler, nefislerini “ KUR’ÂN’ın kevserinden süzülen tatlı büyük bir havuza atıp eritmişlerdir”; benliğe, bencilliğe dair bir şey bırakmamışlardır. Bir hizmet olsun da, “Bizim yerimiz, caminin papuçluğu olsun, yeter” derler; makam, mansıp, şan şöhret istemezler. Fazla hürmetten sıkılırlar, övgü ağırlık olur onlara… Sevindirerek sevinirler. Örnektirler. “Yap!” demezler; yaparak gösterirler. Pamuk ipliğiyle bağlı olanları bile koparmazlar; gerektiğinde peşinden koşup, mesafeyi muhafaza ederler.
NAZ ÇEKERLER NAZLANMAZLAR
“Gel, gel, gel kapımız ümitsizlik kapısı değildir” derler; ama gelmeyene de giderler. Naz çekerler; nazlanmazlar. Kırmazlar ve kırılmazlar. Her şeyi Allah’tan bilirler. “Yapan, yaptıran Allah’tır” derler. Her şey O’ndandır; o halde başa gelen her şey baş göz üstünedir. Üstlerin e kızgın kül döküldüğünde, bu dikkatsizliği yapana kızmazlar da, “Hakkım ateşti, şükürler olsun ki, külle kurtuldum” der, bunu da lütuf bilip, sevinirler.
KÖPEK Mİ DEĞERLİ, SEN Mİ?
İmam eğer Azam ise, en ağır hakaretlere bile kızamaz, kırılamaz; daima hoş karşılar, hikmet arar, aynı seviyeye asla düşmeden, akıl ve mantık çerçevesinde cevap verir. Mesela, kendisine , “Şu köpek mi daha değerli, yoksa sen mi?” diyen gayr-i müslimi dahi adam yerine koyar; bu saçma sorusunu da ciddiye alarak, şöyle cevaplar: “-Eğer ben nefsimin esiri isem, o köpek benden çok yüksek ve değerlidir. Fakat ben, eğer Allah’ın sadık ve samimi bir kulu isem, gelmiş ve gelecek bütün köpek neslinin toplamından bile kat kat daha yüksek ve değerliyim.” Adam yerine konulan saçma sorunun sahibi, Allah dostunun ellerine yapışır, özür diler; insafa ve İslâm’a gelir…
KERAMET İSTEYENE
Allah dostu, Şah-ı Nakşibend gibi, dürüstlüğü keramete tercih eder. Doğru İslâmiyeti, dosdoğru yaşamak, her kerametten daha önemli bir keramettir ona göre… Bu görüşe bir de derin tevazu katar, “Hiç kerametinizi görmedik” diyenlere, “Bunca günaha rağmen, hâlâ ayaktayız, yetmez mi?” diye sorar. Onlar görünmeyi değil, gizlenmeyi tercih ederler. Görünen hallerini de hiç kendilerinden bilmezler; sadece İlahi bir ikram ve ihsan olarak izah ederler. Allah dostu, kendisini Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye ile sınırlar. Ötesi boştur. Kur’ansız ve Sünnetsiz olamazlar. Varlıklarını, dirliklerini, diriliklerini, Allah ve ahiret imanından alırlar. Kendilerinde varlık vehmetmezler; her şeyi Allah’tan bilir; “Yapan, yaptıran Allah’tır” derler.
O ERLER Kİ
O erler ki, gönül fezasındalar, Toprakta sürünme ezasındalar. Yıldızları tesbih tesbih çeker de, Namazda arka saf hizasındalar. İçine nefs sızan ibadetlerin, Birbiri ardınca kazasındalar. Günü her dem dolup her dem başlayan, Ezel senedinin imzasındalar. Bir ân yabancıya kaysa gözleri, Bir ömür gözyaşı cezasındalar. Her rengi silici aşk ötesi renk; O rengin kavuran beyzasındalar. Ne cennet tasası ve ne cehennem; Sadece Allah’ın rızasındalar.( Necip Fazıl Kısakürek)
Bir insanı tanıma yolları nelerdir?
Bir adam Hz. Ömer (r.a.)'in yanında bir hususta şâhitlikte bulunmuştu. Ömer ibnü'l-Hattâb hazretleri ona,
- Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir, dedi.
Orada bulunanlardan birisi,
- Ben onu tanıyorum, deyince Hz. ömer,
- Nasıl bilirsin? diye sordu. O da,
- Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum, cevabını verdi.
Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu:
- Gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?
- Hayır, diye cevap verdi adam.
Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti:
- İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alış'veriş yaptığın bir kimse midir?
Adam tekrar,
- Hayır, dedi.
Hz. Ömer (r.a.) bu defa;
- Bununla, insanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk yaptın mı? diye sordu.
Adam bu soruya da,
- Hayır, cevabını verince, Hz. Ömer (r.a.),
' Sen onu tanımıyorsun, dedi ve sonra da adama dönerek,
- Git, seni tanıyan birini getir, buyurdu.'
Demek ki bir insanı iyi tanıyabilmek, doğruluk ve dürüstlüğünden emin olabilmek için; onunla, ya yakın komşuluk yapacaksın veya alış-verişte bulunacaksın yahut da beraber yolculuk edeceksin... Aksi takdirde, yani bu ölçülerden hiçbirisi ile tartmadığın bir kişi hakkında, müsbet veya menfî yönde şahâdette bulunmayacaksın. Zira bu demektir ki, sen onu tanımıyorsun.
Her şeyi bilmek iyi mi?
Adamın biri Musa Aleyhisselâm'a:
— Ya Musa, ben bütün hayvanların dilinden anlamak istiyorum. Tur'u Sina'ya gittiğin zaman Allah'tan iste de benim duamı kabul etsin, diyordu.
Musa Peygamber:
— Her şeyi bilmek iyi olmaz. Senin hayvanların dilinden anlamaman daha iyidir. Bu sevdadan vazgeç, dediyse de, adam illâ öğrenmek istiyordu.
Bir gün Musa Aleyhisselâm Tur'a çıktığı zaman Cenab-ı Allah Musa Aleyhisselâm'a:
— «Ya Musa! O kulumun duasını kabul ettim, bundan sonra bütün hayvanların dilinden anlayacak. Yalnız her şeye ehemmiyet vermesin, sonra onun için iyi olmaz.» buyurmuştu.
Musa Aleyhisselâm, Tur'u Sina'dan geldikten sonra durumu bildirip her şeyle fazla ilgilenmemesini söyledi. Kendisine selâhiyet verilen adam, akşam ahıra hayvanlarını yemlemeye girmişti. Orada eşekle öküzün konuşmalarına şâhid oldu.
Onlar aralarında şöyle konuşuyorlardı:
Öküz:
— Yahu eşek kardeş, senin işin ne iyi, bana yazın rahat yok, kışın rahat yok. Sabah olacak çifte koşacaklar, ama sense akşama kadar rahat gezeceksin, diyordu.
Eşeğin öküze nasihati şöyle oldu:
— Bunlar hep senin ahmaklığından... Sen sabah olunca hasta numarası yaparsın, akşamdan sahibimizin döktüğü yemi bile yemezsin. O da sabahleyin seni bu haliyle görünce çifte koşmaktan vazgeçer ve birkaç gün olsun istirahat etmiş olursun, dedi.
Bu sözler öküzün hoşuna gitmişti. Hakikaten yem yemedi ve öyle aç karnına sabaha kadar yattı. Eşek ise öküzün yemlerini bile kendisi yemişti. Tabii bunların bu konuşmalarını sahibi duymuş ve gülerek ahırdan çıkmıştı.
Sabah oldu, adam ahıra girdi ki, öküz aç. Kalkması için birkaç tekme vurdu ise de öküz hastalanmıştı.
Adam:
— Bu sefer de onun yerine eşeği koşalım, diyerek aldı tarlaya götürdü
Akşama kadar eşekle çift sürdü. Eşeğin emdiği süt burnundan gelmişti. Akşam eve geldiği zaman öküz rahat rahat geviş getiriyor kendi kendine hakikaten bu iyi bir numara oldu diyordu. Eşek bu işin çekilemeyecek gibi olduğunu görünce öküze başka yoldan akıl verip kurtulmak istedi:
-Öküz kardeş, sen böyle yatarsan sahibimiz seni satacak. Bu gün tarlada beni gören köylüler sordular. O da, zaten tembel bir öküzdü, şimdi de hasta oldu. Yarın kasaba vereceğim, dedi. Eğer yarın' da böyle yaparsan kendini bıçağın altında bil, diyerek sabahleyen çifte gitmekten kurtuldu.
Adam bunların bu konuşmalarını dinledikçe kendi kendine gülüyor ve:
- Gördün mü ne kadar iyi bir şeymiş hayvanların dilinden anlamak, diyordu.
Ertesi sabah horozla köpeğin konuşmalarına şahit oldu.
Horoz:
-Yarın efendinin, öküzü ölecek. Sana müjdem var. İyi bir ziyafet olacak senin için, diyordu.
Adam bunu duyar duymaz hemen pazara götürüp öküzünü sattı ve zarardan kurtuldu.
İkinci gün oldu, köpek horoza:
- Niye yalan söyledin? Hani ziyafet? Adam öküzü sattı kurtuldu, dediğinde, bu sefer horoz:
-Hiç merak etme! Öküzü sattı ama, yarın kölesi ölecek ve onun hayrına mutlaka bir yemek yedirirler. Sen de artıklarından istifade etsen yeter, dedi.
Adam bunu da duymuştu. Hemen pazara çıkarıp kölesini de sattı.
Köpek gene ziyafete erişememişti. Horoza:
-Beni ne kandırıp duruyorsun? diye çıkıştı.
Horoz:
-Ben yalan söylemem... Ziyafet var dediysem vardır. Efendimiz öküz ve köleyi satarak zarardan kurtuldu ama, yarın kendisi ölecek, işte o zaman ziyafetin büyüğü olacak, dedi.
Adam horozdan bunları duyunca etekleri tutuştu. Ne yapacağını şaşırdı ve doğru Hazreti Musa'nın huzuruna çıkıp durumu anlattı:
-Hakikaten ben yarın ölecek miyim? Bunun bir çaresi yok mu? diye yalvarmaya başladı.
Musa Aleyhisselâm:
-Ben sana demedim mi? Her şeye ehemmiyet vermeyeceksin diye... Eğer sen öküzü satmasaydın, o ölecek ve belâ atlatılmış olacaktı. Ama sen onları satmakla başkalarının zarar etmesini istedin. Kendi menfaatini düşünüp başkalarını kendisi gibi hesap etmeyenin hali budur, dedi.
İmanın Yarısı: Şükür
Ebû Hüreyre -radıyallâhü anh-'ın rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte, Peygamber -sallallâhü aleyhi ve sellem- Efendimiz'in şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
"İsrâiloğulları arasında, biri ala tenli (abraş), biri kel, biri de kör, üç kişi vardı. Allah Teâlâ onları denemek istedi ve kendilerine bir melek gönderdi.
Melek, ala tenliye gelerek:
«-En çok istediğin şey nedir?» dedi. Ala tenli:
«-Güzel (bir) renk, güzel (bir) ten ve insanların iğrendiği şu hâlin benden giderilmesi...» dedi. (Bu söz üzerine) melek onu sıvazladı ve vücudundaki ala tenlilik gitti, rengi güzelleşti. Melek bu defa:
«-Peki, en çok sahip olmak istediğin mal nedir?» dedi. Adam:
«-Devedir.» dedi. Ona on aylık gebe bir deve verildi. Melek:
«-Allah sana bu deveyi bereketli kılsın.» diye duâ etti (ve yanından ayrıldı).
Sonra kele giderek:
«-En çok istediğin şey nedir?» diye sordu. Kel:
«-Güzel (bir) saç ve insanları benden uzaklaştıran şu kelliğin giderilmesi.» dedi. Melek onun (başını) sıvazladı, (bir anda) kelliği kayboldu. Kendisine gür ve güzel (bir) saç verildi. Melek devamla:
«-Peki, en çok sahip olmak istediğin şey nedir?» diye sordu. O da:
«-Sığır...» dedi. Ona da gebe bir inek verildi. Melek:
«-Allah sana bunu bereketli kılsın!» diye duâ ettikten sonra körün yanına gitti ve:
«-En çok istediğin şey nedir?» diye sordu. Kör:
«-Allâh'ın gözlerimi bana geri vermesini ve insanları görmeyi çok istiyorum.» dedi. Melek (onun gözlerini) sıvazladı. Allah onun gözlerini iâde etti. Bu defa melek:
«-Peki, en çok sahip olmak istediğin şey nedir?» diye sordu. O da:
«-Koyun...» dedi. Bunun üzerine ona, döl veren bir gebe koyun verildi.
Deve ve sığır yavruladı, koyun da kuzuladı. Neticede birinin vadi dolusu develeri, diğerinin vadi dolusu sığırları, ötekinin de bir vadi dolusu koyun sürüsü oldu.
Daha sonra melek, ala tenliye, eski kılığında geldi ve:
«-Fakirim, yoluma devam edecek imkânım yok. Gitmek istediğim yere, önce Allah, sonra senin yardımın ile ulaşabilirim. Rengini ve cildini güzelleştiren Allah aşkına, senden yolculuğumu tamamlayabileceğim bir deve istiyorum.» dedi.
Adam:
«-Mal verilecek yer çoook.» dedi. Melek:
«-Ben seni tanıyor gibiyim. Sen insanların kendisinden iğrendikleri, fakirken Allâh'ın zengin ettiği abraş (ala tenli) değil misin?» dedi. Adam:
«-Bana bu mal, atalarımdan miras kaldı.» dedi. Melek:
«-Eğer yalan söylüyorsan, Allah seni eski hâline çevirsin.» dedi ve sonra eski kılığına girip kelin yanına gitti. Ona da abraşa söylediklerini söyledi. Kel de abraş gibi cevap verdi. Melek ona da:
«-Yalan söylüyorsan, Allah seni eski hâline çevirsin.» dedi. Daha sonra körün kılığına girip bu sefer de onun yanına gitti ve:
«-Fakir ve yolcuyum. Yoluma devam edecek imkânım kalmadı. Bugün önce Allâh'ın, sonra da senin yardımınla yoluma devam edeceğim. Sana gözlerini geri veren Allah aşkına, senden bir koyun istiyorum ki, onunla yoluma devam edebileyim.» dedi. Bunun üzerine (eski) kör:
«-Ben gerçekten kördüm. Allah gözlerimi iâde etti. İstediğini al, istediğini bırak. Allâh'a yemin ederim ki, bugün alacağın hiçbir şeyde sana zorluk çıkarmayacağım.» dedi.
Melek:
«-Malın senin olsun. Bu, sizin için bir imtihandı. Allah senden râzı oldu, arkadaşlarına gazab etti.» cevabını verdi (ve oradan ayrıldı)."
Hüdayi Divanı'ndan 12
Neyleyim dünyayı
Bana Allah'ım gerek.
Gerekmez mâsivayı
Bana Allah'ım gerek.
Ehl-i dünya, dünyada
Ehl-i ukbâ, ukbâda
Her biri bir sevdada
Bana Allah'ım gerek.
Dertli, dermanın ister
Kullar, sultanın ister
Aşık, cananın ister
Bana Allah'ım gerek.
Fani devlet gerekmez
Dürr ü ziynet gerekmez
Haksız cennet gerekmez
Bana Allah'ım gerek.
Bülbül güle karşı zar
Pervaneyi yakmış nar
Her kulun bir derdi var
Bana Allah'ım gerek.
Beyhûde hevayı ko
Hakkı bul, gör yahu
Hüdâi'nin sözü bu
Bana Allah'ım gerek
Şefaat var mıdır? Şefaat hakkında ayet ve hadisler
Şefaat meselesi inkar edilen hususlardandır. Şefaatin olmadığını Kur’an-ı Kerimden delil olarak getirdikleri ayetlere dayandırarak iddia ederler. Şimdi o ayetlerin aslına kendilerini nasıl haksız çıkarttığını göreceğiz.
ŞEFAAT NEDİR?
Öncelikle şefaatin ne olduğunu anlayalım. Şefaat, sözlükte: tek olan bir şeyi dengi veya benzeriyle çift hale getirmek, bir başkası adına ricada bulunmak, bir suçlunun af edilmesi için aracı olmak, birinin önüne düşüp işini görmeye çalışmak, birinin aracılığını istemek, maddi ve manevi bir imkanı elde etmek için yetkilisi nezdinde aracılık yapmak” gibi manalara gelir.
Dini bir terim olarak ise: “ahirette peygamberlerin ve kendilerine şefaat yetkisi verilen kimselerin, bir müminin günahlarının affedilmesi veya daha yüksek derecelere ulaşması için Allah’a yalvarmaları, dua etmeleri, aracı olmaları” demektir.
İNKARA DELİL OLARAK ALINAN AYETLER
Bakara Suresinde buyruluyor ki:
1- “kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım da görülmeyeceği bir günden kendinizi koruyun.” (Bakara 48)
2- “Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği, kimseden fidye kabul edilmeyeceği, şefaatin kimseye yarar sağlamayacağı ve onların hiçbir yardım göremeyeceği o günden korkun.” (Bakara 123)
İZAH:
Bir ayetin öncesini ve sonrasını okumadan, Kur’an-ı kerimi bir bütün olarak değerlendirmeden inkara kalkışırsanız Ehli Sünnete toslarsınız…
Bu ayeti Kerime’nin öncesi ve sonrası Yahudiler’den bahsetmektedir. Allah’u Teala bir önceki ayette: “Ey İsrailoğulları! Benim size verdiğim nimetleri ve sizi (Musa (A.s) zamanındaki hak dine uyan dedelerinizi) alemlere (o zaman ki milletlere) çok üstün kıldığımı hatırlayın.” Buyurduktan sonra bu ayeti kerimeyi buyurarak “Yahudileri imana davet etmiş”tir.
Nesefi, Ruhu’l Beyan tefsirlerinde zikredildiğine göre Yahudiler: “Biz İbrahim ve İshak (Aleyhisselam) ın torunlarıyız. Bu sebeple Allah’u Teala, onların bizim hakkımızdaki şefaatlerini kabul eder.” Dediklerinde onların bu iddialarına karşı bu ayeti celile geldi ve hak din İslam’a girmedikleri takdirde haklarındaki hiçbir şefaatin kabul olmayacağını bildirmiştir.
İyi bakıldığında görülecektir ki, Allah’u Teala İsrailoğulları kıssasına nimeti hatırlatan ve imana davet eden iki ayet ile başlamış ve aynı manada iki ayet ile bitirmiştir. Başında bulunan ayet 48., sonunda bulunan ise 123. Ayettir.
Ayet-i Kerime’de geçen “Kimsenin kimse yerine bir şey ödemeyeceği” ifadesinin manası ise üzerinde kul hakkı bulunmayan bir kişinin, diğer bir kişiye vacip olan haklardan hiçbirini ödemeyeceğidir.
KAFİRLERE ŞEFAAT YOKTUR!
Kafirlere kesinlikle şefaat yoktur. Şefaatin ilk ve en önemli şartı imandır. Şuara Suresinde puta tapan kafirlerin ahiretteki çaresizlikleri anlatılırken şöyle dediklerini Mevla Teala haber veriyor: “Artık bizim için hiçbir yardımcı ve yakın bir dost yoktur”(Şuara 100-101)
Müdessir suresinde de bu durum şöyle bildiriliyor:
“Sizi sekar’a sokan şey nedir? Dediler ki, Biz namaz kılanlardan değildik! Yoksulu da yedirmezdik. (Allah’ın ayetlerini inkara) girişenlerle birlikte biz de dalmaktaydık. Ceza günün de yalan saymaktaydık. Ta ki o kesin gerçek bize geldi! Artık şefaatçilerin şefaati fayda vermeyecektir.”(Müdessir 42-48)
Bu Ayeti Kerimelerden de anlaşıldığı üzere ahireti inkar eden kafirlere şefaat fayda vermeyecektir. Ayrıca ayette: “şefaatçilerin şefaati” ifadesi şefaatçilerin olduğuna ancak etseler bile fayda vermeyeceğine işaret eder.
ALLAH’IN İZNİ!
Yine Bakara suresinde “Ey iman edenler” diye başlayan 254. Ayeti kerimesinde “ne bir dostluk ne de bir şefaat vardır” buyurmaktadır. Ancak bu ayete de, “şefaat yok” diye mana veremezsiniz, “Allah’ın izni olmaksızın” şefaat yoktur manası verebilirsiniz. Aksi takdirde diğer ayet-i Kerimeler ile çelişirsiniz. Kur’an’da ise çelişki yoktur.
Bakınız hemen peşinden gelen Ayete’l Kürsi’de Mevla Teala:
“O’nun izni olmadan şefaat edecek olan kimdir?” buyurmaktadır.
Günde 5 vakit namazın ardından okuduğumuz bu ayeti kerime, ahirette şefaatin var olduğuna delildir. Çünkü bir şeyin izne bağlanmış olması, izin verilmesi halinde o şeyin mümkün olduğunu gösterir.
Yine aynı manayı teyit eden başka bir ayeti kerime de:
“O’nun izni olmadıktan sonra hiçbir şefaatçi şefaat edemez.” (Yunus 3)
Başka bir ayette:
“Rahman’ın huzurunda söz almış olanlar dışında hiç kimse şefaat edemeyecektir.” (Meryem 87)
Başka bir ayette:
“O gün, Rahman’ın şefaat izni verip sözünden razı olduğu kimselerden başkasının şefaati fayda vermez.” (Taha 109)
Başka bir ayette ise şefaat edenlerin hali açıklanmıştır:
“Onlar Allah’ın razı olduklarından başkasına şefaat etmezler.” (Enbiya 28)
Gördüğünüz gibi ayetler açık ve nettir. Kur’an-ı Kerimi bir bütün olarak ele aldığımızda inkarcılara tutunacak dal kalmamaktadır.
ŞEFAATİ EMREDEN AYETLER
İnkârcıların iddialarını çürüttükten sonra peygamberimize aracı olmasını emreden ayetleri zikredelim:
“O halde onları affet, onlar için istiğfarda bulun.” (Al-i İmran 159)
“Onlar için Allah’tan bağışlama dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nur 62)
“(Sana gelen kadınların biatlarını kabul et ve) onlar için Allah’tan bağışlanma dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mümtehine 12)
“Hem kendin hem mümin erkekler ve mümin kadınlar için mağfiret dile.” (Muhammed 19)
Şimdi düşünelim! Eğer bir şefaatçi veya aracı olmayacak olsaydı, kimsenin günahı kimsenin hatırına affedilmeyecek olsaydı Allah’u Teala “onlar için istiğfarda bulun, bağışlanma dile” buyurur muydu?
Elbette hayır!
Bakınız, yukarıda dediğimiz gibi şefaat iman edenler için geçerlidir. Başka bir ayeti kerimede Mevla Teala, münafıklardan bahsederken:
“Onlar için mağfiret dilesen de, dilemesen de birdir, fark etmez; Allah o münafıkları asla bağışlayamaz ve Allah fasıkları hidayete erdirmez.” (Münafikun 6)
Yine başka bir örnek verecek olursak, Melekler bakın nasıl istiğfar ediyorlar:
“Arşı taşıyan ve onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rab’lerini hamdederek tesbih ederler, O’na inanırlar ve inanlar için bağışlanma dilerler: “Ey Rabbimiz! Senin rahmetin ve ilmin herşeyi kuşatmıştır. O halde tövbe eden ve senin yoluna uyanları bağışla ve onları cehennem azabından koru.” (Mümin 7)
Gördüğünüz gibi melekler bile Allah’ın yoluna uyanlar için istiğfar ederek şefaat etmektler.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki şefaat, müslümanlar için geçerlidir ve haktır.
Allah’u Teala “O’nun izni olmadan şefaat edecek kimdir” buyurmuştur. Peki, Allah’u Teala şefaat izin vermiş midir? Vermiş ise kimlere izin vermiştir?
MAKAM-I MAHMUD
Her ezandan sonra yaptığımız duada “Vaad ettiğin Makam-ı Mahmud’a ulaştır” diyoruz. Peki, Makam-ı Mahmud’un ne olduğunu biliyor muyuz?
Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh)’ın bildirdiğine göre Peygamberimize: “Rabbinin seni Makam-ı Mahmud’a (övgüye değer bir makama) yükselteceği ümit edilir.” (İsra 79) ayetinde zikredilen makam-ı mahmuddan sual edildi. Resulüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Bu şefaattir” diye cevap verdi. (Tirmizi, Tefsir 17 (nr.3136); Beyhaki, Şuabü’l-İman, nr 300)
“Ey falan! Bize şefaat et, ey falan bize şefaat et diyecekler. Sonunda şefaat etme işi bana kalacak. İşte makam-ı Mahmud budur.” (Buhari, Tefsir 11; zekat 52)
Görüldüğü gibi Peygamberimizin şefaat edeceği hususi bir makamı vardır. Ve biz her ezanın arkasında, Allah’u Teala’ya, Resulüllah efendimizi bu makama ulaştırması için dua ediyoruz. Efendimiz ezanı tekrar edip, ezan duasını okuyanlara da şefaat edeceğini bildirmiştir. (Buhari ezan, 8, 17; Ebu Davud, Salat, 37; Tirmizi, Mevakit, 43, Salat, 42; İbni Mace Ezan nr. 714)
Hazreti Peygamber’in şefâatıyla hesaba ve sorguya çekilmeden Cennet’e girecekler de olacaktır (Buhârî, Tefsir, Sûre 18; Müslim, İman, 84).
“Ümmetime ulaştırmak üzere kırk hadis ezberleyen kimseye kıyamet günüde hem şefaatçi hem de şahit olruum” (Beyhaki, Şuabu’l İmran, nr 1726)
PEYGAMBERLERİN ŞEFAATİ
Bütün peygamberlere şefaat etme hakkı tanınmıştır. (Buhari, Rikak, 45, Tevhid, 33; Müslim, İman, 81; Ebu Davut, Cihad, 26; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 3/94, 325.)
Her Peygamber kendi ümmetine şefaat edecektir. (Buhari, tefsir, 18)
KUR’AN-I KERİM’İN ŞEFAATİ
Kur’an-ı Kerim insanlardan şikâyetçi olacak veya şefaat edecektir.
“Kur’an şefaat edicidir, şefaati kabul edilendir, şereflidir, tasdik edicidir. Kim O’nu önder edinirse O’nu cennete götürür. Kim de O’nu arkasına atacak olursa, cehenneme gönderir.”
“Kur’an-ı kerim’i okuyun! Çünkü Kur’an, onu okuyanlara kıyamet günü şefaatçi olarak gelecektir.” (Müslim, Müsafirun 252)
Mülk Suresi kabirde şefaat eder:
“Mülk suresi (kabir azabına veya kabir azabına sebep olan günahla karşı) engeldir. Kurtuluş sebebidir, kişiyi kabir azabından kurtarır.” (Tirmizi Kur’an 9)
Amel Eden hafızlar şefaat eder:
”Kim kur’anı okur, ezberler, helal kıldığı şeyi helal kabul eder, Haram kıldığı şeyi de haram kabul ederse Allah (Celle Celaluhu) o kimseyi cennetine koyar, ayrıca hepsine cehennem şart olmuş bulunan ailesinden on kişiye şefatçı kılar.” (Tirmizi Kuran 13, (nr 2905)
VELİLERİN ŞEFAATİ
“ümmetimden bazıları var ki büyük bir cemaate, bazıları vardır ki bir kabileye, bazıları vadır ki bir guruba, bazıları da vardır ki tek bir kişiye şefaat eder ve cennete girmelerini sağlar.” (Tirmizi, Kıyamet 11)
İmam-ı Rabbani Hazretleri de şöyle buyurmuştur: “Salih ve hayırlı zatların, Allah’u Teala’nın izni ile kıyamet günü, asiler ve günahkarlar hakkında şefaat etmeleri hak ve gerçektir.” (Mektubat 17. Mektubdan)
ŞEHİTLERİN ŞEFAATİ
“Kıyamet günü üç grup şefaat edecektir; Peygamberler, alimler ve şehidler.” (İbni Mace, Zühd 37)
“Şehid, ailesinden yetmiş kişiye şefaat eder.” (Ebu Davut, cihad 28)
ÇOCUKLARIN ŞEFAATİ
Büluğ çağına erişmeden ölen çocuklara anne ve babalarına şefaatçi olma hakkı verilecektir. Peygamber Efendimiz:
“Küçük yaşta ölen çocuğa, “Cennete gir” denilir. Fakat o cennetin kapısında durur, kızgın ve öfkeli bir şekilde beklemeye başlar ve: “Annem ile bbam yanımda olmadıkça girmem” der. O zaman meleklere: “Onun anne babasını da onunla birlikte cennete koyun” denilir. (Müslim, Birr, 154; İbni Mace, Cenaiz, 58; Heysemi, mecmau’z Zevad, nr. 18551)
AMELLERİN ŞEFAATİ
İnsanların işlemiş olduğu bazı hayır ve hasenatlar, yaptığı ameller ona şefaat edecek, sıkıntılardan kurtaracaktır. Bu konuda birçok hadis-i şerif mevcuttur. Onlardan bir tanesi de şudur:
“Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir. Bir adamın ateşe atılması için emir verilir. Giderken (dünyada) susadığı zaman su vermiş olduğu adama rastlanır, onu tanır ve ona:
“benim için şefaat etmeyecek misin” der. Adam: “Sen kimsin” diye sorar. O da: “Ben sana falan gün su içirmedim mi” diye sorar. Öbürü bunu tanır ve (Allah nezdinde) onun için şefaatte bulunur. Adam da böylece geri çevrilir ve cennete gider.” (Tirmizi, kıyamet 11)
Şefaati kullarının cennete girebilmesi için aracı kılan da Rabbimizdir, bağışlayan da Rabbimizdir, şefaat yetkisini veren de Rabbimiz, şefaati kabul eden de Rabbimizdir.
Bütün bunlardan anlıyoruz ki, şefaat inkâr edilemez bir gerçektir ve ayetlerle sabittir. İnkar edenler ise Allah muhafaza bu nimetten mahrum kalacaklardır.
Burada önemli olan husus şudur: Kimse kendisine şefaat makamı verildiğini, verileceğini veya şefaat edileceğini bilmediği ve bilemeyeceği için son nefesine kadar azim ile Allah yolundan ayrılmamaya gayret etmelidir.
Allahu Teala (C.C.), bizleri başta Resulüllah(s.a.v.) olmak üzere tüm İslam büyüklerinin şefaatlerine nail eylesin.Âmin.....
Allah Bazı İnsanları Neden Çirkin Yaratmıştır ?
İçinde yaşadığımız şu kainatın en açık gerçeklerinden biri, gerçeklerin nisbi ya da göreceli niteliğidir.
Bu kainat, ya siyah ya beyaz, ya güzel ya çirkin, ya iyi ya kötü, ya aydınlık ya karanlık gibi mutlak, kesin ve keskin ayrımların diyarı değildir. Bilakis, siyahın ve beyazın, güzelliğin ve çirkinliğin, iyinin ve kötünün, aydınlığın ve karanlığın dereceleri vardır.
Kainatın neden bu durumda yaratılmış olduğu sorusuna, selim kalblerin ve müstakim akılların asırlar boyu veregeldiği ortak bir cevap vardır: çünkü, kainatın yaratılış amacı böyle bir derecelilik içinde gerçekleşir. Bu kainat, kendi güzelliğini, mutlak ve sınırsız isim ve sıfatlarını görmek ve göstermek isteyen bir Zat-ı Zülcelal tarafından yaratılmıştır; ve onun bu sırrı gerçekleştirmek üzere yarattığı insan, bunu ancak bir ‘nisbilikler,' ‘derecelilikler' dünyasında gerçekleştirebilir. Zira insanın, bir yaratılmış olarak, yaratılmışlığının zorunlu sonucu olan sınırları vardır; bilgisi, algısı, bakışı, iradesi, gücü,.. sınırlıdır. Dolayısıyla, kendisini ve kainatı yaratan Zat'ı mutlak ilmi, iradesi ve kudreti ile kuşatıp kavrayamaz. Hakikatı, mutlak ve sınırsız bir biçimde karşısına çıktığında, tanıyıp tanımlayamaz. Bu durumda, hakikatı mutlak surette görmek yerine, göz kamaşmasıyla gelen bir körleşmeye maruz kalır; tıpkı güneş ışığına baktığımızda, görme kapasitemizin artmayıp, gözümüzün körleşmesi gibi...
Bu sırdandır ki, kainatı ve insanı yaratan Zat-ı Zülcelal, alemi ‘şiddet-i zuhurundan gizlenip azamet-i kibriyasından ihtifa ederek' yaratmış; yani, mutlak isim ve sıfatlarını ‘göreceli,' ‘dereceli' bir surette tecelli ettirmiştir.
Kainatta zıtların varlığı, işte bundandır. Bu kainatı yaratan, güzel-çirkin, iyi-kötü, fayda-zarar, mükemmel-noksan, aydınlık-karanlık,.. gibi zıtları birbirine karıştırarak müthiş bir çeşitlilik içinde kainatı yaratmış; bize, bu nisbilik üzerinden O'nun mutlak isim ve sıfatlarını tanıma imkanı sağlamıştır.
İnsanın kainatın içindeki mevcudları, mesela güzellik açısından çok güzel-güzel-fena sayılmaz-çirkin-çok çirkin gibi bir sınıflamaya tabi tutabilmesi, bundan dolayıdır. Elbette, bir adım ileri gittiğinde ‘güzel' görmediği şeylerde dahi, bir kıyas unsuru olarak güzel şeylerdeki güzelliğin farkedilmesini sağlama gibi güzel bir özellik görür insan.
İnsanlık alemine baktığımızda da, kainatı kuşatan bu dereceliliğin insanlar arasında da değişik yansımalarını görürüz. İnsanlar, ne güç bakımından birbirine eşittir, ne akıl bakımından, ne duygu bakımından, ne ahlak ve ne de güzellik bakımından. Güçlü-zayıf, akıllı-akılsız, iyi-kötü, duygulu-duygusuz, güzel-çirkin zıtları arasında değişik salınımlar sergiler insanoğlu. Bütün dünyaya iyi ahlak örneği sunan insanlar kadar, ahlakının kötülüğünden bütün dünyanın sakındığı insanlar da vardır. Gücüyle efsanelere kadar uzanmış insanlar çıktığı gibi, parmağını kıpırdatmaktan aciz insanlar da yaşamıştır. Güzelliğiyle dillere destan olanlar olduğu gibi, çirkinliğiyle şöhret bulmuş insanlar da vardır.
İnsanın bu ‘dereceli tecelliler' tablosunun göze ve gönüle hoş gelen tarafına fazla bir itirazı yoktur. Buna karşılık, aklı bu ‘nisbilik' sırrını kabullense bile, her insanın vicdanı bu tablonun ‘olumsuz' gözüken tarafına dair sorular sormaktadır. Bilge bir insan olmak, iyi bir insan olmak, hatta güçlü bir insan olmak bir derece insanın iradesine, eldeki kabiliyetleri iyi kullanmasına bağlı olduğu için, vicdanın bu noktadaki sorularına cevap vermek nisbeten kolaydır. Ama özellikle güzellik, sonradan edinilen bir şey olmadığı için, “İyi ama, çirkinlerin günahı ne?” sorusu öylece ortada kalmaktadır.
üstelik, insan çalışıp gayret göstererek zekasını ve bilgisini, görgüsünü ve ahlakını güzelleştirebildiği halde, güzellik çalışarak edinilen veya geliştirilen bir şey değildir. Dahası, ‘estetik amaçlarla' vücuduna cerrahi müdahalede bulunmak, hatta kaşını-gözünü aldırmak, Allah ve Peygamberi (asv) tarafından kesinlikle hoş görülmemiştir.
İnsanlık tarihine, hatta yalnızca kendi yaşadığı döneme ve kendi çevresine bakan her insan, vicdanını meşgul eden bu sorunun en azından şiddetinin hafiflemesini mümkün kılacak bir dizi gerçeği rahatlıkla kavrayabilir.
Mesela, her insan, güzelliği kendisi için felakete, pek güzel olmaması ise kendisi için bir saadete dönüşmüş pek çok insan görebilir. çok güzel ama mutsuz insanların sayısı, pek güzel olmadığı halde mutlu insanların sayısından daha az değildir. Benzer şekilde, nice güzel insan, çevresinin ve kendisinin güzelliğine yönelik aşırı vurgusuyla, başkaca insani kabiliyetlerini yeterince geliştirememiş durumdadır. Güzel ama huysuz, güzel ama şımarık, güzel ama kaprisli, güzel ama geçimsiz diye tanımlanan insanlara her insan çevresinde rastlayabildiği gibi; güzelliğe yönelik bir vurgudan veya güzelliğin verdiği bir güvenden dolayı akli yeteneklerini geliştirmeye fazla özen göstermeyen insanların çokluğundan dolayıdır ki, mesela ‘aptal sarışın' diye bir deyim dillere yer etmiş durumdadır. Gerçekte ‘güzel' insanlar, özellikle ‘sarışın güzel'ler akıl ve zeka itibarıyla ‘daha geri durumda' yaratılmadıkları halde, bu deyimin dillere bu kadar yerleşmiş olması, elbette anlamlıdır.
Tablonun pek güzel olmayanlar, hatta ‘çirkin' denilecek durumda olanlar tarafında ise, bunun tam zıddı görüntülere rastlamak her zaman için olasıdır. Güzelliğiyle kaybedenler kadar tanıdık bir olgu, ‘pek güzel olmayışı'nı kazanca dönüştürenlerin varlığıdır. ‘Vasat' bir güzelliği olan, hatta kimilerinin ‘çirkin' gördüğü nice insan, kimi ahlak, kimi akıl, kimi görgü itibarıyla nice güzele göre daha tercihe şayan durumdadır. Pek güzel olmayan güzel ahlaklı bir insanın dostlarının sayısı, güzel ama huysuz insanlardan kesinlikle daha fazladır. Güvenip dayanacağı düzeyde aşikar bir güzelliği olmayışının sevkiyle bilimde, sanatta, maneviyatta daha ileri noktalara çıkabilmiş insanlar azımsanmayacak sayıdadır. Nitekim, Allah'ın onu yarattığı halden hoşnut olup, ‘dünyalar güzeli' olmayışına şükreden pek çok insan olsa gerektir.
Kısacası, ne güzellik tek başına insana yetmektedir; ne de yeterince güzel olmamak. Bilakis, insanın hayat yolculuğunun iyiye veya kötüye doğru seyri, Allah'ın onu yarattığı hali nasıl değerlendirdiğine göre şekillenmektedir.
Ancak, bu vakıa, insanın vicdanından kopup gelen o soruyu, şiddetinden epeyce şey kaybettirse de, büsbütün izale etmemektedir. En başta, hem güzel, hem akıllı, hem iyi ahlaklı insanların varlığı, insanın içinde ‘yeterince güzel' görünmeyen, dahası ‘çirkin' denilebilir durumdaki insanlar açısından, bu soruyu kalıcı kılmaktadır.
Bu dünyada hem güzellik, hem akıl, hem ahlak bakımından insanlığa en güzel örnek olmuş olan Resul-i Ekrem aleyhissalatu vesselamın ahiret hayatına dair, nedense nazarlardan gizlenmiş, fazla şöhret bulmamış bir hadisi, bu soruya kalıcı bir cevap sunmaktadır. Bu hadisten öğrendiğimize göre, bu dünyada Allah onları hangi surette yaratmışsa o surete razı olan; güzelliğine güvenip yahut çirkinliğine kızıp isyana kalkışmayan; Allah'ın bu dünyada onu yarattığı hal üzere kendi insani kemalini bulup O'nun kendisini yaratış amacını gerçekleştirmeye çalışan her insanın buyur edileceği cennette, bir çarşı vardır. Ama bu çarşıda ne alış, ne de satış vardır. Bu çarşıda, erkek ve kadın suretleri bulunur. Cennet ehli, oraya gider, beğendiği sureti alır ve o sureti giyinmiş olarak cennetteki evine döner.
Bu hadis, bu dünyanın yaratılışındaki ‘derecelilik' hikmetine binaen farklı suretlerde yaratılan, bu derecelilikteki hikmeti kavramakla birlikte için için kendinden daha güzelleri görüp onların haline imrenen, yahut kendini güzel bulsa da yeterince güzel olmayanlar adına üzülen insanlara, müthiş bir duygusal açılım, ferahlık ve derinlik sunmaktadır.
‘Suret çarşısı' hadisinin de düşündürdüğü üzere, bu fani dünyada aslolan, ne güzelliğine, ne de yeterince güzel olmayışına kilitlenip kalmaktır. Bu imtihan dünyasında aslolan, özünü güzelleştirip, bizi ve kainatı yaratan Rabbin hoşnutluğunu kazanmamızı sağlayacak ‘güzel eylem'lerde bulunmaktır.
Bu dünyada biz O'ndan razı olup O'nu bizden razı kılabildiğimizde, O bizi içinde ‘suret çarşısı'nın da bulunduğu ebedi cennetlerde ağırlayacak; razı olduğu kuluna, çok hikmetlere binaen bu dünyada vermediği suret güzelliğini orada sunacaktır.
Ne mutlu, güzelliğini nisyana yahut çirkinliğini isyana gerekçe kılmayıp, bu dünyada siretini güzel kılıp yaşayışını güzel eyleyerek, öte dünyada suret çarşısının müşterisi olmaya hak kazananlara...
Hüdayi Divanı'ndan 9
Nefs ü şeytâna uyarsan,
Nice olur hâlin ey gâfil?
Bir gün olur kim duyarsan
Nice olur hâlin ey gâfil?
Fikrinden dünyâ gitmez mi?
Hakk kelâmın işitmez mi?
Ölenler ibret yetmez mi?
Nice olur hâlin ey gâfil?
Gidenleri görmez misin?
Yer altına girmez misin?
Hakk katına varmaz mısın?
Nice olur hâlin ey gâfil?
Tâat kapusın kaparsan
Doğru yolundan saparsan
Nice bir mala taparsan
Nice olur hâlin ey gâfil?
Mâsivâdan firâr eyle
Bâb-ı Hakk'da karâr eyle
Tâatı ihtiyâr eyle
Nice olur hâlin ey gâfil?
Aç gözün gafletten uyan
Nâdim olur nefse uyan
Bâtılı kor Hakk'ı duyan
Nice olur hâlin ey gâfil?
Mâsivâdan yumup gözü
Kâdir Allah'a tut yüzü
Hüdâyî'den gûş et sözü
Nice olur hâlin ey gâfil?
Hüdayi Divanı'ndan 2
İki cihân sultânının
Doğduğu ay geldi yine
İlm u meârif kânının
Doğduğu ay geldi yine
Gelsün şefâat isteyen
Bulsun safâ anı seven
Ol sâhib-i hulk-i hasen
Doğduğu ay geldi yine
Bedr-i dücâ şems-i duhâ
Verd-i gülistân-ı Hudâ
Hakk'ın habîbi Mustafâ
Doğduğu ay geldi yine
Bir âşık u sâdık kanı
Râhat bula cân u teni
Sırr-ı hakîkat mahzeni
Doğduğu ay geldi yine
Anı Hüdâyî kim sever
Matlûba bulmuştur zafer
Fahr-ı cihân Hayru'l-beşer
Doğduğu ay geldi yine
Hüdayi Divanı'ndan 11
Canları hasret oduna yandırır,
Ayrılık, âh ayrılık, vâh ayrılık!
Lezzetinden âlemin usandırır,
Ayrılık, âh ayrılık, vâh ayrılık!
Görmez eyler ağlamakdan gözleri,
Hem sarartır soldurur gül yüzleri
Karanu eyler nice gündüzleri
Ayrılık, âh ayrılık, vâh ayrılık!
Ayrılık olur safâ yolunda sed
Nâr-ı hecre yakma-gıl Yâ Rab meded
Tamu odundan eşeddir eşedd;
Ayrılık, âh ayrılık, vâh ayrılık!
Yandırıp pervâneyi sûzân eden
Bülbül-i şûrîdeyi nâlân eden
Dilleri ma'mûr iken vîrân eden
Ayrılık, âh ayrılık, vâh ayrılık!
İŞİD'i anlamak isterseniz Yahudilere bakın!
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, "Batılılar bana DAEŞ’i anlamadıklarını söylediler. Ben de DAEŞ’in uygulamasını kendilerinin yaptığını söyledim" dedi.
Görmez, özellikle Körfez Savaşı'nın ardından din üzerinde mühendislik çabaları yapıldığını ve bunun bölgemizde fay hatlarını sarstığını söyledi.
‘SİZ BUNU BİLİRSİNİZ’
"Zaman zaman Batılı büyükelçiler bana 'Anlayamıyoruz, İslam gibi bir dinden İŞİD gibi bir terör örgütü nasıl çıkar?' diyorlar. Ben de 'aslında sizin elinizde bunun bir uygulaması var, sizin bunu biliyor olmanız lazım' cevabını veriyorum. 'Nasıl' diyorlar. Diyorum ki: Aslında Yahudilerin Tevrat'a dayanarak başkalarının toprakları üzerinde bir din devleti kurma teorisi ve onların Tevrat yorumu ile Şam ve Irak toprakları üzerinde başkalarını katlederek bir hilafet devleti kurma teorisi arasında hiçbir fark yok".
ALLAH'A İFTİRA OLUR
Mehmet Görmez, coğrafyada son dönemde türeyen Bedevi anlayışın kendisi gibi inawnmayanları tekfir ettiğini ve katliam yapmayı cihat olarak gördügünü söyleyerek, "Bu yöntemle Allah'ın rızasını kazanmayı düşünmek Allah'a iftiradır" dedi.
İncil yanlış yorumlandı
Mehmet Görmez, İncil’in de yanlış yorumlandığı zaman Hıristiyanlık adına katliamlar yapıldığına dikkat çekerek "İsveç gibi bir yerde Breivik diye bir insanın 60 kişiyi katlettikten sonra bıraktığı bin sayfalık bir metin var. Bu metne baktığınızda aynı şekilde insandan ve kainattan kopuk bir İncil yorumunu görürsünüz" dedi.
Savaşların sonucu
Diyanet İşleri Başkanı Görmez, Ortadoğu’da son 30 yılda yaşanan savaşların terör örgütlerini beslediğini vurgulayarak, “Acaba Körfez Savaşı, İran-Irak savaşı olmasaydı, 20-30 sene bu nesiller şiddetin gölgesinde yetişmeseydi, bugün bu DAEŞ olacak mıydı?" sorusunu sordu.
İslamofobi'yi besledi
Görmez, DAEŞ gibi terör örgütlerinin Batı’daki İslamofobi’ye malzeme verdiğini söyledi. İslamafobi'nin bir endüstri ve küresel gayret olduğuna işaret eden Görmez, buna karşılık DAEŞ'e ve karşılaştığımız diğer terör faaliyetlerine karşı panzehirin yine İslam olduğunu söyledi.
İmam İbnü Cevzi'den Ölümsüz Hitabeler
İmam İbnü Cevzi'den Ölümsüz Hitabeler
EY SONUNUN NASIL OLACAĞINDAN GAFİL OLAN KİŞİ
Ey sonundan gafil kişi. Ey kusurlarıyla ayakta duran kişi. Baksana gayret sahipleri seni geçtiler. Sen ise gaflet denizine dalmış gitmişsin. Rabbin kapısında pişmanlık duyanın duruşuyla dur. Sonra zilletle başını önüne eğ. Şöyle de: Ben zalimim. Seherlerde şöyle haykıranım: Günahkârım. Rahmet diliyorum.
Haydi bir türlü kendileri gibi olamadığın şu iyi insana benzemeye çalış. Pişman olan bir günahkârın sel gibi akıttığı gözyaşlarını azgın rüzgârlara sal. Gece yarıları pişman olarak kalk. Kapıya dur. Tövbe et. Şu gitmiş ömrü düşün. Heva ve hevesini bir kenara it artık. Ahireti arzu ediyorsan, dünyayı boşa. Ey bütün bir gece uyuyan baksana dostlar gittiler. Kavmin hepsi kalktı uzak diyarlara gitti. Sen hâlâ ölüm uykusundan uyanamadın.
Dünya öldürücü bir zehirdir
Kardeşlerim. Dünya öldürücü bir zehirdir. Nefisler dünyanın tuzaklarından gafildir. Ey Ademoğlu! Senin kalbin zayıf bir kalptir. Bakışların hakikati görmede ne kadar da zayıftır. Baksana gözün her yere bakıyor. Dilin sürekli günah işlemektedir. Vücudun dünyayı kazanayım diye ne kadar da yoruldu. Nice kahredici bakış var ki onunla ayaklar sürçüverdi.
(Nice bakışlar var ki görüşte insana hoş gelir de gelecekte çok acı olarak önüne çıkar.)
Sen dünyayı konuşmakta ne kadar iyi bir hatipsin. Ve sen ahireti konuşmakta ne kadar dilsiz ve zavallısın.
Ey takva elbisesine bürünmüş sahtekâr
Ey filanca. Çok ibadet eden takva sahiplerinin elbisesine bürünmüşsün. Halbuki kalbin gaflet denizlerinde boğulmuştur. Dış görüntün ne kadar kirli ve kokuşmuştur. Ey kalbi ölmüş adam. Gençlik zamanını gaflette geçirdin. Şimdi kaçırdığın amellere ağlıyorsun. Sana nelerin hazırlandığını bilseydin, gece karanlıklarında çok ağlardın.
Güzel sözü dinliyor, ama gerekeni yapmıyorsun
Ne zamana kadar iyilerin sözünü dinleyecek ve ama yollarından gitmeyeceksin. Tövbekârların yolunu izle. Belki yola girersin.
Ey ölüyü mezara, kalbini eve gömen adam!
Ey eliyle ölüyü mezara gömerken, kalbini evinde unutan adam. Günahtan günaha sıçrıyorsun. Mezardan yine günahlara dönüyorsun.
Sen değil misin günahlara devam eden
Sen değil misin hata ve isyana devam eden. Açık günah işledin de hiç utanmadın. Hem günahın kir olduğunu bildin, hem de sakınmadın. Cezanın büyüklüğünü bildin de unutur göründün. Yakında her şey seni terk edecek. Bugün elinden kayıp gidecek. Dünün gittiği gibi. Yakın artık konuşan dilin duracak sessizliğe bürüneceksin. Güneşin ve ayın rengini ve ışığını görmez olacaksın. Bahçeler sararacak bostan kuruyacak.
Beyaz saçların seni uyarmadı mı?
Ey sonsuz arzuların mahkûmu! Beyaz saçlarında mı seni uyarmadı. Baksana ölüm şimşek gibi geliyor. Sen kendini sağlıkta hissediyorsun. Sen ise hakikatte hastasın. Hem de ağır hastasın. Ve sen hastalığının bile farkında değilsin.
Ey uykusu ağır adam
Ey uykusu ağır adam. Ey uyanıklığı yavaş adam. Ey anlayışı kıt adam. Ezanlar seni hiç mi uyandırmadı. Yoksa biz; dil bilmeyen, kulağı sağırlara mı bağırdık. Heva ve hevesin gözü şaşıdır bilmiyor musun?
Ey ihtiyarlayıp tövbe etmeyen adam
Ey yaşlanıp da ıslah olmayan ve tövbe etmeyen kişi. Keşke bilseydim yaşlılıktan sonra neyi bekliyorsun. Gençken utandıran günahlar, yaşlılıkta ne kadar da çok çirkindir. Yaşlılık çökmüşken insan ayıplarından vazgeçmiyorsa, bir daha iflah olmaz artık.
Ey falanca adam! Dünya geride kaldı. Ahiret önünde. Arkadan geçeni istenen hezimettir. Sen önden geleni iste. Baksana ölüm tufanı geldi. Haydi takva gemisine bin. Hz. Nuh'un oğlu gibi arzu dağına sığınma. Tufan seni alır ve boğar. Yazık sana! Uyan. Ömrünün kalanını ganimet bil. Daha ne kadar şaşkın yaşayacaksın.
Kendinizi Kur'an Terazisine Koyun
Nasıl bir hayat yaşıyoruz? Hal ve hareketlerimiz Allah'ın bizden istediği ile uyuşuyor mu? Bunu anlamak ve nasıl bir Müslüman olduğumuzu tartmak için Kur'an terazisi yeterli. İşte hayatımıza rehber olabilecek ayetlerden bazıları...
Kur'an-ı Kerim en güzel hakemdir. Bütün hayatınızı ve hareketlerinizi Kur'an terazisine koyun. Ve nasıl bir Müslüman olduğunuza karar verin. İşte kendimizi gözden geçirmemize vesile olacak bazı ayetler:
1- Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? Elbette bundan tiksiniriz. O halde Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir. Çok esirgeyicidir. (Hucurat, 12)
2- Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz, gönül bunların hepsi yaptıklarından sorumludur. (İsra, 36)
3- İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında onu gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın. (Kaf, 18)
4- Onlar boş söz işittikleri zaman ondan yüz çevirirler. (Kasas, 55)
5- Müminler, boş ve faydasız şeylerden yüz çevirirler. (Müminun, 3)
6- Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. (En'am, 68)
7- Kusur peşinde koşan, durmadan laf getirip götüren kimseye boyun eğme. (Kalem, 11)
8- Günah işlemekte ve düşmanlıkta birbirinize yardımcı olmayın. (Maide, 2)
9- İnsanlardan gizler de Allah'tan gizle(ye) mezler. Hâlbuki geceleyin O'nun razı olmadığı sözü düzüp kurarken Allah onlarla beraber idi. (Nisa, 108)
10- Yalan sözden kesinlikle kaçının. (Hacc, 30)
11- Onlar harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler. İkisi arasında orta bir yol tutarlar. (Furkan, 67)
12- Yine onlar ki Allah ile beraber başka bir tanrıya yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksızca kıymazlar ve zina etmezler. (Furkan, 68)
13- (O kullar) yalan yere şahitlik yapmazlar. Boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler. (Furkan, 72)
14- Kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı sağır ve kör davranmazlar. (Furkan, 73)
15- Mümin erkeklere ve mümin kadınlara, işlemedikleri bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir. (Ahzab, 58)
16- Kim kasıtlı veya kasıtsız bir günah işler ve sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki büyük bir iftira ve apaçık günah yüklenmiş olur. (Nisa, 112)
17- Onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve zorludurlar. (Maide, 54; Fetih, 29)
18- Yoksa onlar Allah'ın lütfundan verdiği şeyler için kıskanıyorlar mı? (Nisa, 54)
19- Birbirinizin gizli hallerini araştırmayın. (Hücurat, 12)
20- Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Zira zannın bir kısmı günahtır. (Hücurat, 12)
21- Ey iman edenler! Akitlerin gereğini yerine getirin. (Maide, 1)