Kimler geldi ,Kimler geçti ...
Şu yeryüzü coğrafyasından İnsanlık tarihi nice Şan Şöhret, Mal Mülk ,Güç Kudret sahibine Ev sahipliği yaptı.
Kimi İlim adamıydı Bilime insanlığa Katkı sundu ,
Kimi kendi nefsi için Uğraş verdi ,
Kimi şahtı, Kimi Padışahtı,
Kimi ünlü bir sporcuydu, Kimi ünlü bir sanaatçıydı ,
Kimisinin Söyledikleri yazdıkları uyguladıkları sonradan anlaşılabildi,
Kimisi Yaratanın emirleri yolunda Takva sahibiydi Alimdi ,
Kimi Acımasızlığıyla ünlendi
Mehmet Akif Ersoy Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Mehmet Akif Ersoy, 1873 yılında İstanbul'da doğdu. Babası "İpekli Hoca" olarak bilinen Tahir Efendi, annesi ise Şerife Hanım'dır. Dini eğitimini babasından alan Akif, öğrenimine Emir Buhari Mahalle Mektebi'nde başladı. Buradan mezun olduktan sonra sırasıyla Fatih Rüştiyesi, İstanbul İdadisi ve Halkalı Baytar Mektebi'nde öğrenimini sürdürdü. Akif, gittiği tüm okullarda başarısıyla diğer öğrencilerden sivrilmişti.
Mehmet Akif Ersoy
İlk şiirlerini, İstanbul İdadisi'nde okurken yazdı. Bu okuldaki hocalarından biri de ünlü edebiyatçı Muallim Naci'ydi. Muallim Naci, daha o yaşlarda Akif'teki yeteneği fark etmiş ve "Bu çocukta gördüğüm cevheri, kimsede görmedim" demişti.
Osmanlı Devleti'nin farklı bölgelerinde baytarlık yapan Akif, kendisini ideallerine vermek adına bu görevini bıraktı. Darülfünun'da ve Halkalı Ziraat Mektebi'nde edebiyat dersleri vermeye başladı. Bu sırada çeşitli dergilerde yazıları yayınlandı.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Teşkilat-ı Mahsusa'dan Kuşçubaşı Eşref ile Arabistan'a gitti. Buradaki görevi, İngilizlerin kışkırttığı Arapların ayaklanmasını önlemekti.
Akif, Çanakkale Zaferi'nin haberini Arap topraklarında aldı. Öylesine bir heyecan duydu ki, hemen kalemine sarıldı; "Çanakkale Destanı"nı yazdı.
1920'de Burdur vekili olarak meclise girdi. 12 Mart 1921 günü yazdığı İstiklal Marşı, meclis tarafından milli marş olarak kabul edildi. 11 yıl boyunca Mısır'da kalan Akif, 1936'da tekrardan yurda döndü.
İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy, 27 Aralık 1936 günü vefat etti.
ESERLERİ
Safahat
Süleymaniye Kürsüsünde
Hakkın Sesleri
Fatih Kürsüsünde
Hatıralar
Asım
Gölgeler
Bu günün önemine Binaen ( 12 Mart İstiklal Marşımızın kabulu )
03-01-2016, 07:47
beaverss
BARIŞ MANÇO
2 Ocak 1943 tarihinde İstanbul'da doğdu.
Müzisyen, şarkıcı, besteci, aranjör, söz yazarı, oyuncu,TV programcısı, sunucu, koleksiyoner, ressam, gezgin...
Anadolu Rock türünün kurucu üyelerinden olan Barış Manço, Galatasaray Lisesi'nde öğrenci iken ilk kez sahneye çıktığı 1958 yılından bu yana,Türk Sanat Dünyası'nın kilometre taşlarından biri olarak grubu Kurtalan Ekspres ile birlikte Türkiye'de olduğu gibi birçok yabancı ülkede sayısız konserler verdi.
Bestelediği 200'ün üzerinde şarkısı, kendisine 12 altın ve 1 platin albüm/kaset ödülü kazandırırken, bu şarkıların bir bölümü daha sonra Yunanca, Bulgarca,Arapça, Farsça,Kürtçe, Japonca, İbranice,Fransızca ve Flemenkçe'ye çevrilerek, kendisi ve/veya başka sanatçılar tarafından da seslendirildi.
1988 yılında Ekim ayında TRT 1'de çocuk ve aileye yönelik bir eğitim kültür ve eğlence programı olarak başlayan 7'den 77'yeTürk Televizyonculuğu'nda şimdiye kadar ulaşılamamış bir rekora imza attı.Türkiye'de en uzun ve en başarılı televizyon yayıncılığını yaptı. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Ekvator'dan Kutuplar'a 5 kıtada 100'den fazla değişik yöreye giderek, 600.000 km'ye yakın yol kateden Barış Manço ülkemiz belgeselciliğine farklı bir boyut getirdi.
Yüksek öğrenimini Belçika'da Kraliyet Güzel Sanatlar Akademisinde tamamlayan ve çok iyi derecede İngilizce ve Fransızca konuşan Barış Manço, sanat yaşamında kendisine layık görülen 300'ün üzerinde ödülün dışında,aşağıdaki ünvanlara da sahiptir.
Türkiye Cumhuriyeti Devlet Sanatçısı Ankara (1991)
Hacettepe Üniversitesi:Onursal Doktora Ankara (1991)
Soka Üniversitesi:Uluslararası Kültür ve Barış Ödülü Tokyo,Japonya (1991)
Belçika Krallığı :Léopold II Şövalyesi Nişanı Brüksel,Belçika (1992)
Fransa Devleti:Edebiyat ve Sanat Şövalyesi Nişanı Paris,Fransa (1992)
Pamukkale Üniversitesi:Onursal Doktora Denizli (1995)
Min-On Sanat Vakfı :Yüksek Şeref Madalyası Tokyo,Japonya (1995)
Liege Prensliği:Onursal Hemşehrilik Beratı Liege,Belçika (1997)
Barış Manço, 1990'lı yılların sonlarına doğru Kaplumbağanın Öyküsü projesini Mançoloji adlı son albümüyle sevenlerinin beğenisine sunamadan hayata veda etti.
Barış Manço, 1999 yılında 31 Ocak 01 Şubat'â bağlayan gece bu evde vefat etti.
03-01-2016, 07:49
beaverss
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Haziran 1930'da Istanbul'da doğan Adile Naşit'in asıl adı Adile Keskiner'dir. Tiyatro oyuncusu Amelya Hanım ile ünlü komedyen Naşit'in kızıdır.
Babasının ölümü üzerine öğrenimini yarım biraktı. 1944 yılında Istanbul Şehir Tiyatrosu Çocuk Tiyatrosu'na girdi. "Herşeyden Biraz" oyunuyla sahneye çıktı. Aynı yıl Halide Pişkin'in grubuyla İstanbul'da turneye çıktı. Daha sonra Muammer Karaca'nin tiyatrosuna girdi. 1948'de komedi oyuncuları Aziz Basmacı ve Vahi Öz'le birlikte kurduklari toplulukta 1951 yılına kadar çalıştı.
Yine 1948 yılında "Lüküs Hayat" filmiyle sinema oyunculuğuna başladı. 1950 'de, kendisi gibi tiyatorcu olan Ziya Keskiner ile evlendi. 1954'te yeniden Muammer Karaca tiyatrosuna döndü ve 1960'a dek burada sahne aldı.
1961'de, eşi Ziya Keskiner ve abisi Selim Naşit Özcan ile birlikte, Naşit Tiyatrosu'nu kurdular. Bu topluluğun dağılmasından sonra 1963'te girdiği Gazanfer Özcan-Gönül Ülkü tiyatrosunda, 1975'e kadar aralıksız olarak sahnelerde boy gösterdi. Adile Naşit, sinemaya ikinci ve asıl girişini 1970'lerde yaptı. 1976'da "İşte Hayat" adlı filmdeki rolüyle, Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde "En İyi Kadın Oyuncu" ödülünü kazandı. Bu, Türk sinemasında, star olmayan bir başoyuncunun kazandığı ilk ödüldü. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Rıfat Ilgaz'ın eserlerinden sinemaya aktarılan Hababam Sinıfı filmlerinin birçoğunda, müstahdem kadın rolüyle yeraldı ve buradaki oyunculuğuyla da büyük beğeni kazandı.
1978'de Uluslararası Sanat Gösterileri'nin tiyatro ve müzikallerinde rol almaya başladı.
1981 yılında TRT televizyonunda Uykudan Önce isimli bir çocuk programı yapmaya başladı. Bu programda anlattığı masallar ve öykülerle, çocukların gönlünde taht kurdu.
Gerek sinema filmlerinde, gerekse oyunlarda, basit, saf, iyi yürekli kadın tiplemesini başarıyla oynadı ve kendine has bir üslûpla yenileyerek karakteristik hale getirdi.
Adile Naşit, 11 Aralık 1987'de Istanbul'da öldü.
09-01-2016, 19:08
beaverss
Şeyh Galip ( 1757-1799)
1757'de İstanbul'da doğdu.
Divan edebiyatımızın son büyük şairidir. Asıl adı Mehmed Esad olan Şeyh Galib'in babası Reşid Efendi, annesi Emine Hatun'dur.
Babası tasavvuf eğitimi almış, mevleviliğe ve melamiliğe bağlı şiirlerle uğraşmış, kültürlü bir kişidir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Şeyh Galib'in dedesi Mehmed Efendi de mevlevi tarikati aydınlarındandır.
Şeyh Galib ilköğretimini babasından gördü. Hamdi adlı bir bilginden Arapça dersi almış ve kendisine Esad mahlasını veren Süleyman Neşet'ten de öğrenimi sırasında faydalanmıştır.
Galib ilk şiirlerinde Esad mahlasını kullanmıştır. Fakat bu adın başkalarınca kullanıldığını görerek Galib mahlasını almıştır.
Yirmi dört yaşındayken Divan'ını yazmıştır. 26 yaşındayken Türk Edebiyatı'nda mesnevi türünün en başarılı örneklerinden biri sayılan "Hüsn ü Aşk" adlı eşsiz eserini yazmıştır.
Bir yıl ilimle ve eserlerini yazmakla uğraştı.
Bu tarihte Galata Mevlevihanesi sonra Konya'da Mevlana dergahında çileye girmiştir.
Fakat babasının isteği üzerine çileyi tamamlamadan İstanbul'a dönmüştür. Yenikapı mevlevihanesinde yeniden çileye girdikten sonra hücreye çıkmıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Sütlüce'deki evinde, 1791 yılına kadar şeyhlik yaptı. Sekiz yıl süren dergah şeyhliği sırasında Sultan III. Selim, Valide Sultan, padişahın kız kardeşi Beyhan Sultan'ın yakınları arasında yer aldı.
Onların takdirlerini kazandı.
Şeyh Galib 1799 yılında İstanbul'da vefat etti.
Mezarı Galata Mevlevihanesi'nin avlusundaki türbededir.
Şeyh Galib'in çevresini derinden etkileyen kuvvetli bir şahsiyeti, kendisine ve sanatına tam güveni olduğu anlaşılıyor.
Şeyh Galip Eserleri
•Divan (Şiirler)
• Hüsn ü Aşk (Güzellik ve Aşk)
• Şerh-i Cezîre-i Mesnevî
• Es-Sohbetü's-Sâfiyye
09-01-2016, 19:46
beaverss
Genç Osman
İkinci Osman ya da diğer bilinen ismiyle Genç Osman, 3 Kasım 1604'te İstanbul'da dünyaya geldi. Babası Birinci Ahmed, annesi ise Mahfiruz Haseki Sultan idi. Amcası Sultan Birinci Mustafa'nın tahttan indirilmesi üzerine henüz 14 yaşındayken tahta çıktı.
İkinci Osman, birçok Osmanlı padişahı gibi yetkin hocalar tarafından çok iyi bir eğitimden geçirildi. Annesi Mahfiruz Sultan da onun eğitimiyle yakından ilgilendi. Arapça, Latince ve Yunanca dillerini çok iyi bir şekilde öğrendi.
Genç Osman, Osmanlı Devleti'nin sıkıntılı bir döneminde yönetime gelmişti. Bu sebeple çeşitli zorluklarla karşılaştı. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
GENÇ OSMAN'IN LEHİSTAN SEFERİ
Lehistan'ın Boğdan'a saldırmasından dolayı 1621 yılında Lehistan üzerine sefere çıktı. Ancak Lehistan ordusuna karşı başarı sağlayamadı. Bunda yeniçerilerin disiplinsiz davranışlarının büyük etkisi vardı. Bu savaşın ardından 26 Eylül 1621'de Hotin Antlaşması imzalandı.
YENİÇERİ OCAĞI'NI KALDIRMASI
Genç Osman, Lehistan Seferi'nde yeniçerilerin disiplinsiz davranışlarını görmüş; bu sorunu çözmeyi amaçlamıştı. Kafasındaki çözüm belliydi: Yeniçeri Ocağı'nı kaldırmak ve yeni bir ordu kurmak. Bunun planlamasını da yaptı. Anadolu ve Suriye'den toplayacağı askerlerle İstanbul'a gelip Yeniçeri Ocağı'nı kaldıracaktı.
Genç Osman'ın Yeniçeri Ocağı'nı kaldırma düşüncesi, yeniçerilerin kulağına gitti. Bunun üzerine 18 Mayıs 1622 günü yeniçeriler ayaklandı. İsyancılar, saraydaki güvenlik açığından yararlanarak saraya baskın düzenlediler. İçeri giren isyancılar Birinci Mustafa'yı odasından alarak tahta çıkardılar. Genç Osman'ı ise Yedikule zindanlarına götürdüler ve orada boğarak öldürdüler. Genç Osman ertesi gün babasının türbesine defnedildi.
09-01-2016, 19:49
beaverss
Mimar Sinan
Mimar Sinan (Cırlavuk ya da Ağırnas köyü Kayseri,1489/1490 “ istanbul,1588). Mimar Sinan Yavuz Sultan Selimin oldugu zamanlarda devşirme olarak istanbul’a getirildi. Mimar Sinan Zeki , genç ve dinamik yapisi ile seçilenler arasinda oldu. Saraya verilen çocuklar içinde mimarliğa özen saldi.
Vatanin bağlarina bahçelerine su kanallari yapmak kemerler meydana getirmek istedi. Mimar Sinan Mahir ustalari izninde Hanlar, Çesmeler ve Türbe inşaatinda çaliştir. Mimar Sinan 1514 Çaldiran Savaşi, 1517 Misir Seferlerine katildi. Kanuni Sultan Süleymanin Olduğu zamanda yeniçeri olarak alindi. Ve 1521 Belgrad Seferine, 1522 Rodos Seferinde bulundu. ve Atli Sekban Oldu.
1532 de Alman, 1534 de Tebriz ve Bağdat seferlerinden dönüşte Haseki rütbesi aldı. Bağdat seferinde Van Kalesi Muhasarasında, göl üzerinde nakliyat yapan kalyonlara top yerleştirdi.Korfu, Pulya (1537) ve Moldovya (1538) seferlerine katılan Mimar Sinan, Moldovya (Kara Buğdan) seferinde Prut nehri üzerine onüç günde kurduğu köprü ile Kanunî Sultan Süleyman ın takdirini kazandı. Aynı sene başmimarlığa yükseldi. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Mimar Sinan Bilinen Eserleri :
Mimar Sinan
92 cami
52 mescit
55 medrese
7 darül-kurra
20 türbe
17 imaret
3 darüşşifa (hastane)
6 su yolu
10 köprü
20 kervansaray
36 saray
8 mahzen
48 hamam
olmak üzere 365 eser vermiştir
Mimâr Sinan, bir asra yaklaşan ömrünü, Türk talihinin en muhteşem bir çağında geçirmiştir.
16. yüzyılda Osmanlı Ülkesi, bütün bir İslâm âlemi ile diğer Türk dünyasının sevgi ve hayranlık duyduğu, arzuladığı bir saadet diyarıdır. Zira bu asırda Osmanlı İmparatorluğu istisnasız her sahada dünyanın en ileri ve medenî bir ülkesi olma bahtiyarlığına erişmişti.
Bahusus, Kanunî gibi âlim, şâir ve âdil bir padişahın taht şehri İstanbul, dünyanın dört bucağından gelen âlim ve sanatkârlara bağrını açmış bir sanat meşheri; bir mutluluk ve zenginlik beldesi hâlindedir. Bu sebepledir ki İstanbul, asırlarca kâbiliyetli gençlerin, bilhassa Hristiyan gençlerinin en büyük rüyası olmuştur. Ayrıca İstanbul' da bu gençlerin tahsillerini yapıp yükselebilecekleri Yeniçeri Ocağı, Kapıkulu Sipâhisi Ocağı ve Enderun-ı Hümâyun (saray üniversitesi) gibi müesseseler mevcuttu. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Sadece gençler mi bu rüyayı görüyordu? Hristiyan tebaâ da yüzyıllarca aynı rüyayı gördü. Çocuklarını Osmanlıya teslim edebilmek için adeta birbiriyle yarıştı. Onlar biliyorlardı ki, kendisine candan teslim ettikleri çocuklarım Osmanlı en mükemmel bir şekilde yetiştirmektedir. Yine onlar iyi biliyorlardı ki, evlatlarını ruhen, bedenen ve fikren sabırlı bir sanatkâr gibi işleyen Osmanlı, çocuklarına ikbal ve refah kapılarını da ardına kadar açmaktadır.
Senelerce aynı rüyayı gören Sinan'ın âilesi de zeki evlatlarını Yavuz'un padişah olduğu günlerde devlete teslim ederler.
Bence Şu nokta Tam bir osmanlı olduğunun bir delili : Sayıları kırka varan değerli mimârlar da yetiştirmesidir. Bunlardan Yeni Cami'nin mimârları Davut Ağa ile Dalgıç Ahmet Çavuş; Babür'ün daveti üzerine Hindistan'a gidip Delhi, Lahor ve Keşmir'de güzel eserler veren Mimâr Yusuf en meşhur olanlarıdır.
Hülâsa Mimâr Sinan gibi fazilet ve san'at abidesinin hatırasına sahip çıkmak gayretli ve faziletli gençliğin şiarı olmalıdır.
09-01-2016, 19:51
beaverss
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
1-İlk vahiy
HZ MUHAMMED
PEYGAMBER EFENDİMİZE (S.A.V.) GELEN İLK VAHY
HİRA'DA İNZİVÂ
Eskiden beri Mekke'deki hanîf ve zâhitler, recep ayında inzivâya çekilirlerdi. Her biri, Mekke'nin 3 mil (bir saat) kuzeyinde Hira (Nûr) dağında bir köşeye çekilir, tefekküre dalardı. 40 yaşlarına doğru Hz. Peygamber (s.a.v.)'in kalbinde de bir yalnızlık sevgisi belirdi. O da Hira (Nûr) Dağında bir mağaraya çekilip, günlerce orada kalıyor, Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz kudret ve azametini düşünerek O'na ibâdet ediyordu. Giderken azığını da berâberinde götürüyor, bitince evine dönüyor, sonra tekrar gidiyordu. Böylece Cenâb-ı Hakk, O'nu büyük vazifesine hazırlıyordu. Zaman zaman "Sen Allah elçisisin..." diye kulağına sesler geliyor, fakat etrafta hiç bir şey göremiyordu. Hz. Muhammed (s.a.v.)'e ilâhi vahyin başlangıcı, sâdık rüyâlar şeklinde oldu. Gördüğü her rüya, olduğu gibi çıkıyordu. Bu hâl, altı ay kadar devam etti.
İLK VAHY
610 yılı Ramazan ayının Kadir Gecesinde, ridâsına bürünüp Hira'daki mağarada düşünmeye dalmış olduğu bir sırada, bir sesin kendisini ismi ile çağırmakta olduğunu duydu. Başını kaldırıp etrafına baktı; kimseyi göremedi. Bu sırada her tarafı ansızın bir nûr kaplamıştı; dayanamayıp bayıldı. Kendisine geldiğinde karşısında vahiy meleği Cebrâil'i gördü. Melek O'na: -"Oku" Dedi. Hz. Muhammed (s.a.v.): -"Ben okuma bilmem", diye cevap verdi. Melek, Hz. Muhammed (s.a.v.)'i kucaklayıp güçsüz bırakıncaya kadar sıkdı. -"Oku" diye emrini tekrarladı. Hz. Muhammed (s.a.v.) yine: -"Ben okuma bilmem..." cevâbını verdi. Melek emrini tekrarlayıp üçüncü defa Hz. Peygamber (s.a.v.)'i sıktıktan sonra "el-Alak" Sûresi'nin ilk beş âyetini okudu.
"Yaratan Rabb'ının adıyle oku. O, insanı alak'tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku, kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb'ın sonsuz kerem sahibidir." (El-Alak Sûresi, 1-5).
Meleğin arkasından Hz. Peygamber (s.a.v.)'de bu âyetleri tekrarladı. Heyecanla mağaradan çıkarak evine geldi. Yolda ilerlerken gök yüzünden bir sesin: "Ya Muhammed. Sen Allah'ın elçisisin, Ben de Cibril'im" dediğini duydu. Başını kaldırdığı zaman, Cebrâil'i gördü. Korku içinde evine vardı. Eşi Hz. Hatice'ye: "Beni örtünüz, çabuk beni örtünüz" dedi. Bir müddet dinlenip heyecânı geçtikten sonra gördüklerini Hz. Hatice'ye anlattı, kendimden korkuyorum, dedi. Hz. Hatice, O'nu şu ölmez sözlerle teselli etti. "Öyle deme. Allah'a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk hiç bir vakit seni utandırmaz. Çünkü sen , akrabanı gözetirsin. İşini görmekten âciz kimselerin ağırlıklarını yüklenirsin, Fakire verir, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misâfiri ağırlarsın. Hak yolunda zuhûr eden olaylarda halka yardım edersin..."
2-Veda Hutbesi
Hz Muhammedin (S.A.V.) Veda Hutbesi
Hz. Muhammed(sav) efendimizin insanlara son mesajıdır. 8 mart 632 senesinde, cuma günü zevalden sonra kasva adlı devesi üzerinde 140.000 müslümana irad edilmiş bir hutbe'dir.
VEDA HUTBE'SİNİN ÖNEMİ NEDİR?
Bütün müslümanlar kardeştir.
Hiçkimsenin bir başka kişiye zarar verme hakkı yoktur.
Herkesin can, mal ve namusu korunmalıdır.
Bütün borçlar iade edilmelidir.
Kan davasını ve adaleti şahsen yerine getirmek yasaktır.
Kadınlar erkeklerin hayat arkadaşlarıdır bu sebeple onlara iyi muamele edilmesi emredilmiştir.
Kadınlarında erkekler gibi mal ve mülke şahsi tasarruf hakları olduğu öngörülmüştür.
İnsanların hiçbir ayrım gözetilmeksizin eşit oldukları belirtilmiştir.
Aile ve toplum hayatına zarar veren davranışlar yasaklanmıştır.
Kuran-ı Kerim'in insanlara emanet olarak bırakıldığı ve ona sımsıkı sarılınması gerektiği belirtilmiştir.
Bir yıl on iki ay olarak tespit edilmiştir.
Mekke ve çevresinin kutsal yerler olduğu saptanmıştır.
Emanetlerin sahiplerine iadesi vurgulanmıştır.
Hz Muhammedin Veda Hutbesi HZ. MUHAMMED'İN VEDA HUTBESİ
Ey İnsanlar !
Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, belki bu seneden sonra sizinle burada ebedi olarak bir daha birlesemeyecegim.
Ashabım!
Bugünleriniz nasil mukaddes bir gün ise, bu aylariniz nasil mukaddes bir ay ise, bu sehriniz (Mekke) nasil mübarek bir sehir ise, canlariniz, mallariniz, namuslariniz da öyle mukaddestir; her türlü tecavüzden korunmustur.
Ey Ashabım !
Yarin Rabbinize kavusacaksiniz ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksiniz. Sakin benden sonra eski sapikliklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayiniz! Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunupta isitenden daha iyi anlayarak, muhafaza etmis olur.
Ashabım !
Cahiliyet devrinde güdülen kan davalari da tamamen kaldirilmistir. Kaldirdigim ilk kan davasi Abdulmuttalib'in torunu Rebia'nin kan davasidir.
Ey Ashabım!
Bugün seytan sizin su topraklarinizda yeniden tesir ve hakimiyetini kurmak gücünü ebedi surette kaybetmistir. Fakat siz; bu kaldirdigim seyler disinda, kücük gördügünüz islerde ona uyarsaniz, bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakininiz!
Ey İnsanlar !
Kadinlarin haklarini gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanizi tavsiye ederim. Siz kadinlari, Allah emaneti olarak aldiniz; onlarin namuslarini ve iffetlerini Allah adina söz vererek helal edindiniz. Sizin kadinlar üzerinde hakkiniz, onlarin da sizin üzerinizde haklari vardir. Sizin kadinlar üzerindeki hakkiniz, onlarin aile yuvasini, sizin hoslanmadiginiz
hiçbir kimseye çignetmemeleridir. Eger razi olmadiginiz herhangi bir kimseyi aile yuvaniza alirlarsa, onlari hafifce dövüp, sakindirabilirsiniz. Kadinlarin da sizin üzerinizdeki haklari mesru bir sekilde, hertürlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.
Ey Mu'minler !
Size bir emanet birakiyorum ki, ona siki sarildikça yolunuzu hiç sasirmazsiniz. O emanet Allah kitabi Kur'an'dir.
Ey Mu'minler!
Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz. Müslüman müslümanin kardesidir; böylece bütün
müslümanlar kardestir. Din kardesinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz baskasina helal degildir. Meger ki, gönül hoslugu ile kendisi vermis olsun.
Ey Ashabım !
Kendinize de zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakki vardir.
Ey İnsanlar !
Cenab-i Hak her hak sahibine, hakkini (Kur'an'da) vermistir. Varise vasiyet etmege lüzum yoktur. Çocuk kimin döseginde dogmussa, ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardir. Babasindan baskasina ait soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden baskasina intisaba kalkan nankör, Allah'in gazabina, meleklerin lanetine ve bütün müslümanlarin ilencine ugrasin. Cenab-i Hak, bu gibi insanlarin ne tevbelerini, ne de adalet ve sahadetlerini kabul eder.
Ey Ashabım !
Rabbiniz birdir. Babaniz da birdir; hepiniz Adem'in çocuklarisiniz, Adem ise topraktandir.
Allah yaninda en kiymetli olaniniz, ona en çok saygi göstereninizdir. Arabin Arab olmayana
takva ölçüsünden baska bir üstünlügü yoktur.
Ey Ashabım!
Yarin beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz? "Allah'in elçiligini ifa ettin, vazifeni yerine
getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun diye şahadet ederiz!"
(Bunun üzerine Resul-i Ekrem, mübarek şahadet parmağını göğe doğru kaldırarak, sonra da cemaat üzerine çevirip indirerek söyle buyurdu.)
Sahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab! Şahit ol ya Rab!
09-01-2016, 19:59
beaverss
Bilal-i Habeşi
Bilâl-i Habeşî (Bilal bin Rebah) (d. 581, ö. 641), Habeşistanlı köle bir ailenin çocuğu olarak Mekke'de dünyaya geldi. Annesinin adı Hamâme, babasının adı Rebah'tır.
İslamiyet'i ilk kabul edenlerden ve bunu açıktan ilan eden ilk yedi kişiden biridir. Ümeyye bin Halef'in, kölesi Bilal'in İslam'ı seçtiğini duyduğunda onu vazgeçirmek için ağır işkencelere başvurduğu rivayet edilir. Bilal'in işkenceler karşısındaki direncinin Mekkeli müşrikleri çok etkilediği söylenir.
Ümeyye b. Halef'in Bilâl'e yaptığı işkencelere çok üzülen Ebu Bekir, ona bu işkenceden vazgeçmesini söyledi. O da: Onun ahlakını bozan sensin, onu bizden uzaklaştıran senden başkası değildir dedi. Bunun üzerine Ebu Bekir ona şu cevabı verdi: Benim yanımda senin şu kölenden daha güçlü ve kuvvetlisi var. Hem de senin dinindendir. İstersen onu al ve bunu bana ver. Ümeyye b. Halef bu teklifi kabul edip öteki köleyi aldi ve Bilâl'i Ebu Bekir'e verdi. Böylece Ebu Bekir Bilal'i işkenceden kurtarmış oldu.
Bilâl-i Habeşî, 622 yılındaki hicrete katılarak Mekke'den Medine'ye geldi. Medine'de Müslümanlar, namaz vakitlerinin bir şekilde bildirilmesi gerektiğine karar verdiler. Ancak bunun ne şekilde olacağı konusunda fikir birliğine varılamadı. Bu sıralarda Abdullah bin Zeyd, gördüğü bir rüyayı Muhammed'e anlattı. Rüyasında ezanın bugünkü şeklini duymuştu. Bunun üzerine Muhammed, duyduğu ezanı Bilal'e öğretmesini ve bundan sonra namaz vakitlerinin ezanla duyrulacağını bildirdi. Böylece ilk ezan okuyan (müezzin) Bilal olmuştur. Bir süre sonra Bilâl-i Habeşî sabah ezanına essalâtü hayrun minnen nevm (namaz uykudan hayırlıdır) şeklinde bir ekleme yaptı ve Muhammed, Bilâl, bu ne güzel söz! diye onu tasvip etti.
Bilâl-i Habeşî Bedir, Uhud, Hendek dahil Muhammed'le beraber tüm savaşlara katıldı. Muhammed'in ölümünden sonra Bilal, Şam'a yerleşti.
Rivayet edildiğine göre bir gün gördüğü bir rüya üzerine Şam'dan Medine'ye geldi ve sabah ezanını okudu. Bilal'in sesini duyan halk, Muhammed'in yaşadığı günleri hatırlayarak sokaklara döküldü.
Tekrar Şam'a dönen Bilâl-i Habeşî, 641 yılında vefat etti. Ehl-i Beyt mezarı olarak bilinen Şam'daki Bab'üs Sağîr mezarlığına defnedilmiştir.
( türbesinin resmini yayınlayıp yayınlamakmak arasında gidip geldi bu yüzden yanınlamıyorum sadece türbede yazan yazıyı paylaşıyorum )
Bilal Habeşi'nin Şam Bab Sagir Mezarlığı'nda bulunan türbesi. Türbe kapısının üzerindeki levhada Türkçe olarak "Burası peygamber efendimizin müezzini Bilali Habeşi Hazretlerinin kabri şerifidir. Hicri 20 yılında vefat etmiştir. Bu levha Şam Endonezya Büyükelçiliği Üçüncü Katibi Samadyunu tarafından hicri 1387 yılında vefat eden kızı Damayanti ruhuna yeniletilmiştir." yazmaktadır.
BİLAL-İ HABEŞİHz. Peygamber'e ilk iman edenlerden biri ve sonradan ona müezzin olan sahabî. İslâm tarihinde unutulmaz yeri olan Bilâl-î Habeşî, aslen Habeşlidir. Anasının adı Hamâme, babasının adı Rebah, künyesi Abdullah'tır.Bilâl, İslâm'ın ilk tebliğ yıllarında Ümeyye b. Halef'in kölesiydi. İslâm'ın ortaya çıktığı yıllarda bir çok kimse, soy ve soplarının yüksekliğine, şirk toplumu içindeki nüfuzlarına bakarak kavim ve kabîle taassubuna düşmüş, İslâm'a cephe almış ve sapıklıkta kalmışlardı. Bilâl b. Rebah gibi kimseler de zayıf ve acizliklerine rağmen hak davete uyup şirkten kurtulmuşlardı. İşte Bilâl b. Rebah (r.a.) İslâm davetine ilk icabet edenlerden biriydi.Ümeyye b. Halef, kölesi Bilâl'in müslüman olduğunu anladıktan sonra, onu İslâm'dan çevirmek için yapmadığı eziyet ve işkence kalmamıştı. Ümeyye, öğlen vakti güneşinin bir yanardağ kesildiği anda, Bilâl'i alır, kızgın kumların üzerine yatırır, sırtına kocaman bir taş koyar ve şöyle derdi: "Muhammed'e küfret; Lat ve Uzza'ya iman et. Yoksa onlara iman edinceye kadar böylece kalacaksın."Bilâl'in kızgın kumlar üzerinde sırtı yanar, göğsü yanar, nefesi tıkanır, bu müthiş işkence altında saatlerce kıvranırdı. Fakat dudaklarında daima şu sözler dökülürdü: "Allahu Ahad, Allahu Ahad", Onun bu durumu, müşrikleri bile hayrete düşürürdü (İbn Sa'd, Tabakat, III, 232).O, geçim için, makam ve mevki için başka ilâhlara sığınmazdı. O biliyordu ki hüküm Allah'a aittir, rızık Allah'a aittir. Öldürmek ve yaşatmak Allah'ın elindedir. Geçici dünyanın çıkarları için put ve tağutları tasdik etmek ve bu arada imandan bir cüz de Allah'a ayırmak iman için yeterli değildir. Tam ve kâmil anlamda hükmün, öldürmek ve diriltmenin Allah'a ait olduğunu rızık verenin yalnız Allah olduğunu, Allah'ı bütün sıfatlarıyla tanıyıp ona göre iman etmedikçe ve bu uğurda gelecek sıkıntı ve ezalara katlanmadıkça imanda kemâle ulaşmanın mümkün olmadığını biliyordu. Bilâl, rızık ve ölüm korkusu taşımıyordu. Yalnız Allah'tan korkuyor ve yalnız ondan ümid ediyordu.İşkence altında kıvranan Bilâl (r.a.)'a rastgelen Varaka b. Nevfel,"Vallahi ey Bilâl, Allah birdir, Allah birdir. " der, sonra da müşriklere dönerek: "Siz onu bu yüzden öldürürseniz, biz onu, kendimize örnek alırız." derdi (İbnü'l-Esir, el-Kâmil Fi't-Târih, II, 66).Bilâl'in efendileri olan Mekkeli müşrikler onu, çoluk çocuğun oyuncağı yapmışlardı, ona işkence edenlerden biri de Ebu Cehil'di. Ama Bilâl'e yapılan işkenceler sırasında gösterdiği sabır ve tahammül hepsini şaşkına çevirirdi. Nasıl oluyor da bu derece ağır işkencelere katlanabiliyordu.Ümeyye b. Halef'in Bilâl'e yaptığı işkencelere çok üzülen Hz. Ebû Bekir (r.a.) ona bu işkenceden vazgeçmesini söylemiş o da; "Onun ahlâkını bozan sensin, onu bizden uzaklaştıran senden başkası değildir" demişti. Bunun üzerine Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.) ona şu cevabı vermişti: "Benim yanımda senin şu kölenden daha güçlü ve kuvvetlisi var. Hem de senin dinindendir. İstersen onu al ve bunu bana ver." Ümeyye bu teklifi kabul edip öteki köleyi aldı ve Hz. Bilâl'i Hz. Ebû Bekir'e verdi. Başka bir rivayette Hz. Ebu Bekr'in onu yedi ukiyeye satın alıp azat ettiği kaydedilir. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 232).Bilâl'i Resulullah'ın yanına götürüp azat etmiş ve Bilâl işkenceden kurtulmuştu. Elbette bu Allah'ın bir takdiridir. Bilâl Hz. Ebû Bekir'e bu sebeple borçlu değildir. İki mümin de görevlerini yapmışlar. Allah da onlara ecrini vermiştir. Hz. Ömer şöyle der:"Efendimiz Ebu Bekir, yine efendimiz Bilâl'i azad etti. "(İbnü'l-Esîr, Üsdü'l- Gabe, I, 209).Bilâl daha sonra diğer ashab ile birlikte Medine'ye hicret etti. Orada Sa'd b. Hayseme'ye misafir oldu. Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik oluşturulunca Bilâl'e de Abdullah b. Abdurrahman el-Has'amî kardeş ilân edildiler. Bu kardeşlik köklü bir şekilde sürüp gitti. Öyle ki Bilâl, Hz. Ömer devrinde Şam'da bulunduğu sırada maaş olarak divandan ona ayrılan hissesinden kardeşine de bir hisse veriyordu. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 234).Bilâl, Resulullah (s.a.s.)'ın müezzini olarak tanınmaktadır. Ve sık sıkezanı Bilâl'e okuttururdu. Hatta sabah ezanındaki " " (Namaz uykudan hayırlıdır) ibaresini Bilâl ezana eklemiş Resulullah "Bilâl, bu ne güzel söz!" diye onu tasvip etmişti. (Avnu'l-Ma'bud, Şerh Ebû Dâvud, III,185; İbn Mâce, Ezan, 1, 3,). Hz. Bilâl, Resulullah'ın bütün gazalarına katıldı. Bedir gazasında Hz. Bilâl, Mekke'de kendisine her türlü eza ve işkenceyi reva gören Ümeyye'yi görmüş ve şöyle bağırmıştı: "İşte küfrün başı!.." Bunun üzerine dikkatleri ona çevrilmiş ve müslümanlar derhal onun ve oğlunun etrafını sararak ikisini de öldürmüşlerdi. Resul-u Ekrem Mekke'nin fethi ardından Kâbe'ye girerken has müezzini Hz. Bilâl'i yanlarında bulundurmuşlardı. İbn Ömer, bu vakayı şöyle nakleder ve der ki:"Resul-u Ekrem, Mekke'nin fethi gününde, Mekke'nin yüksek tarafından bir deve üzerinde geldi. Üsame b. Zeyd, Bilâl ve Osman b. Talha da yanlarındaydılar. Resul-u Ekrem Kâbe içinde uzun bir müddet kaldılar, sonra çıktılar. Arkasında müminler içeri girmek için birbiriyle yarış etti. İlk giren bendim. Bilâl, kapının arkasındaydı. Bilâl'e Resulullah'ın nerede namaz kıldıklarını sordum, yerini gösterdi. Ne var ki Bilâl'e, Allah Resulunun kaç rekat namaz kıldıklarını sormayı unuttum." (Buhârî, Meğâzî, 49).Resulullah, Kâbe'yi putlardan temizledikten sonra müezzini Bilâl, burada ezan okuyarak, ortalığı tevhîd nameleriyle coşturmuştu. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 234). Resul-u Ekrem'in vefatı üzerine, ona karşı büyük bir sevgi duyan Hz. Bilâl, Medine'de kalmaya dayanamayıp, ayrılmak zorunda kaldı. Hz. Ebu Bekir, Bilâl'e yanında kalması için ısrar ettiği halde, Hz. Bilâl ona şöyle demişti: "Eğer sen beni Allah için azat ettinse bırak istediğim yere gideyim; yok kendi nefsin için azat ettinse beni yanında alıkoy!" Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir şöyle demişti: "İstediğin yere git!..." Resulullah'ın vefatından sonra cihadı, ezana tercih eden Hz. Bilâl, Şam'a gitti ve Hz. Ebû Bekir devrinde Suriye'de meydana gelen gazalara katıldı (İbn Sa'd, Tabakat III,238).Hz. Ebû Bekir'in vefatından sonra, Hz. Ömer devrinde cihat devam etti. Hz. Bilâl bu cihatlara da katıldı. Hz. Ömer, hicrî onaltıncı yılda Suriye ve Filistin'e gittiği zaman, Bilâl onu karşılamaya çıkarak Câbiye'ye gelmişti. Sonra halifenin maiyetinde Kudüs'e giderek, bu kutsal şehrin teslimi sırasında bulunmuş ve Hz. Ömer ile birlikte Kudüs'e girmişti. Hz. Ömer, burada, Resulullah'ın vefatından beri ezan okumayan Bilâl'den ezan okumasını rica etmiş, Hz. Bilâl de halifenin ısrarına dayanamayarak ezan okumuştu. Bilâl Tevhîd'in bu üstün yanı olan ezanı okumaya başlar başlamaz, Hz. Ömer ve diğer ashab Resulullah (s.a.s.) dönemini hatırlayarak, gözlerinin önüne, geçmiş günleri getirip hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Bilâl'in ezanını dinleyenlerin hepsi, kendilerinden geçmişlerdi. Kudüs'ü teslim alma sırasında Hz. Ömer'den başka Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh, Muaz b. Cebel, Amr b. el-Âs gibi ashabın ileri gelenlerinden bir çok kimse bulunuyordu.Hz. Peygamber (s.a.s.)'in irtihâlinden sonra Suriye'ye giden Bilâl,"Havlan" kasabasına yerleşti. O burada huzur içinde yaşıyordu. Hz. Bilâl, Suriye'de bir müddet kaldıktan sonra bir gece rüyasında Hz. Peygamber (s.a.s.)'i gördü. Resulullah ona, şöyle demişti: "Beni ziyaret etmeyecek misin?" Hz. Bilâl, uyanır uyanmaz, hazırlığını tamamlayıp Medine yolunu tuttu. Medine'ye gece ulaştı. Oraya varınca Ravza-i Mutahhara'ya yüzünü sürerek, burada Resul-u Ekrem'le birlikte geçirdiği günlerin hatırasını düşünerek ağladı. Bu sırada Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin Bilâl'i görmüş, fecir vaktinde ondan ezan okumasını rica etmişlerdi. Bilâl, (r.a.) onların arzusunu yerine getirerek, Peygamber Mescid'inde ezan okumuştu. Bilâl'in sesini duyan Medineliler, İsrafil suruyla uyandırılmış gibi yerlerinden fırlamış ve ezanı dinlemeye başlamışlardı. Birinci şehadetten sonra Resulullah'ın risâletini ikrar eden şehadet tekrar okunurken, Hz. Peygamber'in kabrinden kalktığını tasavvur ederek evlerinden dışarı fırlamışlardı. Bu sabah, bütün Medine'ye, risalet devrini bütün canlılığı ile yaşatan, herkesin hislerini coşturan, bütün müslümanların Resul-u Ekrem'e karşı duydukları sevgiyi canlandıran Bilâl'in sesi idi.Hz. Bilâl, hicretin yirminci yılında altmış yaşlarında iken vefat etti. Dımaşk'ın Bâbü's-Sağîr tarafına defnolundu. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 238; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gabe, I, 209).Hz. Bilâl (r.a.), vefatı yaklaşınca, ölümün ızdırabını, sevgililerine kavuşmasındaki zevk ile mezcetmiş; ömrünün son anlarında onun hastalığını gören zevcesi, teessüründen "ah ne acı" dedikçe, Bilâl: "Oh! ne tatlı!." diyor ve ekliyordu: "Yarın sevgililerle, Muhammed ve arkadaşlarıyla buluşacağım." diyordu.Bilâl-i Habeşî, İslâm'ın ahlâkıyla ahlâklanmış, fazîlet ve kemâl sahibi bir sahabî idi. Hz. Bilâl'in, ilk müslümanlardan olduğunu ve İslâm akîdesi uğrunda en büyük çileyi çekenlerden olduğunu, herkes bilir ve ona son derece sevgi ve hürmet beslerdi. Hz. Bilâl, bütün vaktini, Resul-u Ekrem'e hizmetle geçirdi. O, Resulullah'ın meclislerinde daima hazır bulunurdu. Her namazda, her durum ve işte Resulullah'dan ayrılmazdı. Hz. Peygamber'in hazinedarlığını, Bilâl yapardı. Çarşı ve pazardan alınacak her şeyi o tedarik eder, icabında ödünç para alır, Resulullah'ın evinin ihtiyaçlarını sağlar, sonra da müsait zamanlarda o borçları öderdi.Hz. Bilâl'in doğruluk ve ahlâkı, İslâm'a bağlılığı bütün çağdaşları tarafından aynı derecede takdir edilmekte ve övülmekteydi. Artık o, siyahî bir köle değil, ashab'ın ileri gelenlerinden ve İslâm devletinin yönetiminde söz sahibi olan müminlerden biriydi.Hz. Bilâl, uzun boylu, zayıf, ince ve koyu esmerdi. Ömrünün sonlarına doğru saçlarının çoğu beyazlaşmıştı. (İbn Sa'd, Tabakat, III, 238-239).
12-01-2016, 14:19
beaverss
SEYYİD KUTUP
YAZAR,MÜFESSİR,DÜŞÜNCE ADAMI
1906 yılın da Mısır'ın Asyut kasabasın da,dindar bir aile'nin çocuğu olarak dünya ya geldi.Orta ve lise tahsilini El EZHER de bitirdi.Kahire Üniversitesi'nin Darul Ulum fakültesine girdi.1933 yılında mezun olduğu fakülteye aynı yıl öğretim görevlisi olarak girdi.1939 ve sonrasın da islami düşünceye yöneldi.1946 da Konum dersleri makalesi yayımlandı.Makalesinde toplumun ıslahının ve müslümanların bu yön de çalışmasının Kur'anın bir emri olduğunu savunuyor.
1949 yılında Amerika Birleşik Devletlerine gitmiştir.Amerikan yaşam tarzını ve toplumunu,tanık olduğu özderkçiliği eleştirmiş,ayrıca 1949 yılında o,yurtdışındayken,İslam da sosyal adalet isimli kitabı yayımlanmıştır.Kitaplarında genellikle geleneksel islama karşı sahih bir çizgiyi savundu.Tasavvufta var olan hurafeleri eleştirdi.Mısırdan döndüğün de kamu hizmetinden ayrılıp Müslüman Kardeşler teşkilatına katılmıştır.Cemal Abdül Nasır'a düzenlenen 1954 tarihli suikast girişimi nedeniyle bir çok Müslüman Kardeşler gibi o da tutuklandı.Yargılama sonucun da Seyyid Kutub'a on beş yıl ağır hapis cezası verilmiştir.hapiste,ileride büyük bir önem ve üne kavuşacak iki eseri olan,Kur'an Tefsiri Fi Zilal-İl Kur'an ve Kutub'un siyasi ve düşünsel görüşlerinin en son ve bütününü ifade eden Yoldaki İşaretler'i kaleme almıştır.1964 de serbest bırakıldıktan sonra 1965 de tekrar tutuklandı.Bu kez bir çok müslüman kardeşler ile birlikte tutuklanmıştı ve tutuklanma nedeni devlete karşı bir darbe girişimi idi.21 Ağustos 1966 da hakkında idam cezası verildi.Kararı Pakistan,Lübnan,İngiltere,Ürdün Sudan ve Irak gibi ülkelerdeki bir çok dini otorite ve grup tepkiyle karşılasa ve Nasr'ı kararından döndürmeye çalışsalar da,SEYYİD KUTUP 29 Ağustos 1966 da İDAM edildi.Mahkeme heyeti onu idama mahkum ettiğin de KUTUB'UN ağzın dan şu sözler dökülmüştür:"Eğer ALLAH kanunu ile mahkum edilmişsem ben hakkın hükmüne razıyım.Eğer batıl kanunlarla mahkum olmuşsam ondan çok daha üstün bir düşünceye sahip olduğum için batıldan ve münafıklardan merhamet dilenmem.ALLAH'a şükürler olsun ki on beş sene cihad ettikten sonra bu mertebeye ulaştım.Ben ALLAH yolun da yaptığım işi için asla özür dilemem.Namaz da ALLAH'IN birliğine şehadet eden parmağım asla bir tağutun hükmünü onaylayan tek bir harf bile yazmayacaktır... Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
12-01-2016, 14:30
beaverss
Orhan Veli Kanık
Orhan Veli Kanık (13 Nisan 1914 – 14 Kasım 1950), daha çok Orhan Veli olarak bilinen Türk şair. Melih Cevdet ve Oktay Rifat ile birlikte yenilikçi Garip akımının kurucusu olan Kanık, Türk şiirindeki eski yapıyı temelinden değiştirmeyi amaçlayarak sokaktaki adamın söyleyişini şiir diline taşıdı. Şair 36 yıllık yaşamına şiirlerinin yanı sıra hikâye, deneme, makale ve çeviri alanında birçok eser sığdırdı.İlk eseri Düşüncelerimin Başucunda, Oaristys, Ebabil, Eldorado (1936; Yayınlanan ilk şiirleri)
Garip (1941; İlk kitabı) Cumhuriyet dönemi şiirinde büyük etki bıraktı. Garip şiiri hem yıkıcı hem de yapıcı özelliği ile Türk şiirinde bir mihenk taşı kabul edilir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Rumelihisarı sahilinde bulunan Orhan Veli heykeli. Heykelde, elinde kitap tutan şaire bir martı eşlik etmektedir.
Bedava yaşıyoruz, bedava;
Hava bedava, bulut bedava;
Dere tepe bedava;
Yağmur çamur bedava;
Otomobillerin dışı,
Sinemaların kapısı,
Camekanlar bedava;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava;
Kelle fiyatına hürriyet,
Esirlik bedava;
Bedava yaşıyoruz, bedava.
Orhan Veli Kanık
Ben Orhan Veli
"Yazık oldu Süleyman Efendiye"
Mısra-i meşhurunun mübdii..
Duydum ki merak ediyormuşsunuz,
Hususi hayatımı,
Anlatayım:
Evvela adamım, yani
Sirk hayvanı falan değilim.
Burnum var, kulağım var,
Pek biçimli olmamakla beraber.
Bir evde otururum,
Bir işte çalışırım.
Ne başımda bulut gezdiririm,
Ne sırtımda mühr-ü nübüvvet.
Ne İngiliz kralı kadar
Mütevaziyim,
Ne de Celâl Bayar'ın
Sabık ahır usağı gibi aristokrat.
Ispanağı çok severim
Puf böreğine hele
Biterim
Malda mülkte gözüm yoktur.
Vallahi yoktur.
Oktay Rıfat'la Melih Cevdet'tir
En yakın arkadaşlarım.
Bir de sevgilim vardır pek muteber;
İsmini söyleyemem
Edebiyat tarihçisi bulsun.
Ehemmiyetsiz şeylerle de uğraşırım,
Meşgul olmadığım ehemmiyetsiz
Sadece üdeba arasındadır.
Ne bileyim,
Belki daha bin bir huyum vardır.
Amma ne lüzum var hepsini sıralamaya? Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
12-01-2016, 14:35
beaverss
Hz. Yusuf peygamberin kısaca hayatı
Hz. Yusuf peygamberin hayatı, Hz. Yusuf özellikleri, mucizeleri, Hz. Yusuf"un hikayesi, Hz. Yusuf hayatının özeti, Hz. Yusuf hakkında kısaca bilgi. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Hz. Yûsuf Kurân"da adı geçen peygamberlerden bırısı olup, Yakub Peygamber"ın ogludur. Nesebı Hz. ıbrahım"e kadar varır (Kamıl Mıras, Tecrıd Tercemesı, IX, 139).
Kur"ân-ı Kerîm"de kendı adını tasıyan bır sûre vardır. Tamamı 111 âyet olan bu sûrenın 98 âyetı (4-101) Hz. Yûsuf"tan bahseder. Bu âyetlerde anlatıldıgına göre Hz. Yûsuf"un hayat hıkâyesı özetle söyledır:
Hz. Yûsuf"un on bır tane erkek kardesı vardı. Yûsuf fevkalâde güzel ve son derece zekî ıdı. Babaları Hz. Yakub en çok Yûsuf"u sevıyordu. Bu sevgıyı agabeylerı kıskanıyorlardı.
Yûsuf (a.s) bır gece rüyasında on bır yıldızın, günes ve ayın kendısıne secde ettıklerını gördü. Bu rüyayı babasına anlattı. Babası rüyanın, Hz. Yûsuf"un büyük bır adam olacagına ısaret oldugunu anladı ve Yûsuf"a rüyasını agabeylerıne anlatmamasını tembıhledı. Ancak, agabeylerı bundan haberdar oldular ve Yûsuf"u öldürüp bır yere atmayı planladılar. Babalarından ızın alarak, gezıp eglenmek bahanesıyle Yûsuf"u alıp kırlara,götürdüler. Onu bır kuyuya attılar, gömlegını da kana bulayarak, Yûsuf"u kurt kaptı dıye babalarına yalan söyledıler. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Kuyunun yanından geçmekten olan bır kafıle Yûsuf"u buldu ve köle olarak satmak üzere alıp, Mısır"a götürdüler. Orada az bır fıyatla onu Azîz (malıye bakanı)"e sattılar.
Azz"ın hanımı Yûsuf"a göz koydu. Onu kendısıyle beraber olmaya çagırdı. Yûsuf (a.s) bunu kabul etmeyınce, ona ıftıra edıp kocasına sıkayet ettı ve hapse attırdı. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Hz. Yûsuf senelerce hapıste kaldı. Orada hükümdarın serbetçısı ve asçısı ıle tanıstı. Onların gördüklerı dünyaların yorumunu yaptı. Bırısının, kurtulup efendısının hızmetıne devam edecegını, dıgerının ıse öldürecegını söyledı. Sonunda dedıgı çıktı. Hz. Yûsuf, kurtulana, kendısını efendısının yanında anmasını ıstedı.
Hükümdar bır gece rüyasında yedı zayıf ınegın yedı semız ınegı yedıgını ve yedı yesıl basakla yedı kuru basak gördü. Bu rüyanın yorumunu yaptırmak ıstedı. Hz. Yûsuf"un rüya yorumu yaptıgını ögrendı ve onu hapısten çıkarıp, rüyasını anlattı. Hz. Yûsuf, yedı sene bolluk olacagını, pesınden gelen yedı senenın ıse kıtlıkla geçecegını söyledı. Bunun üzerıne hükümdar, Hz. Yûsuf"u malıye bakanlıgına getırdı. Yûsuf (a.s) bolluk yıllarında bütün ambarları zahıre ıle doldurttu; kıtlık yılları gelınce bu zahıreyı halka dagıtmaya basladı. Aynı kıtlık, Hz. Yûsuf un babasının memleketı olan Ken"an dıyarında da yasandı.
Yûsuf (a.s)"un kardeslerı de zahıre almak ıçın ıkı kez Ken"an ılınden Mısır"a geldı. Sonunda Yûsuf (a.s) kardeslerıne kendını tanıttı ve onları affettıgını belırterek, Bugün azarlanacak degılsınız, Allah sızı bagıslar, o merhametlılerın merhametlısıdır.(Yûsuf, 92) dedı. Yûsuf (a.s), babası, annesı ve kardeslerının tamamını Mısır"a davet ettı.
Aılesı Mısır"a vardıgında Yûsuf (a.s) anne ve babasını tahta oturttu; dıger onbır kardesı ıse Hz. Yûsuf"un önünde egıldıler. O zaman Yûsuf (a.s); Babacıgım, ıste bu vaktıyle gördügüm rüyanın çıkısıdır; Rabbım onu gerçeklestırdı. seytan benımle kardeslerımın arasını bozduktan sonra, benı hapısten çıkaran, sızı çölden getıren Rabbım, bana pek çok ıyılıklerde bulundu. Dogrusu Rabbım, dılegıne lütufkardır. O süphesız, bılendır, hâkımdır(Yûsuf,100) dedı. Bu sekılde ısraıl ogulları, Fılıstın"den Mısır"a gelıp yerlesmıs oldu. Bır süre sonra Yakub (a.s) vefat ettı. Yûsuf (a.s), Allah Teâlâ"ya söyle münacatta bulundu: Rabbım, bana hükümdarlık verdın, rüyaların yorumunu ögrettın. Ey göklerın ve yerın yaratanı! Dünya ve âhırette koruyanım sensın! Benım canımı, Müslüman olarak al! Ve benı ıyılere kat (Yûsuf, 101). Yûsuf (a.s)"un hayat hıkayesı Kur"ân-ı Kerîm"de Ahsenü"l-Kasas, Kıssaların en güzelı ünvanını aldı. Pek çok olayları ıçeren bu hayat hıkâyesı ıçın Allah Teâlâ söyle buyurdu: Ândolsun kı, Yûsuf ve kardeslerının olayında, soranlara nıce ıbretler vardır.(Yûsuf, 7).
Yûsuf (a.s)"un defnedıldıgı yer, rıvâyetlere göre, Ibrahım (a.s)"ın medfun bulundugu Kudüs yakınlarında Halılü"r-Rahman kasabasındadır.
12-01-2016, 15:22
beaverss
SABRIN SEMBOLÜ:HZ.EYYÜB(A.S)'IN HAYATI
Hz. İbrahimin soyundan,İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerdendir.Hazret-i İshak'ın oğlu lys'ın neslindendir.Kendisine yedi kişi iman etti.Yüz kırk sene yaşadı.
Geçmiş zamanların birinde bağlarıyla ünlü Suriye toprakların da Eyüp adında,zengin ve iyi ahlaklı biri yaşardı.Para insanı saptırır derler ya onunkisi öyle değildi;malı gün geçtikçe çoğalıyor,o da gün geçtikçe daha çok hayırsever oluyordu.Malın mülkün Allah vergisi olduğunu onların bir gün hesabını vereceğini aklından çıkarmaz dilinden şükrünün,malından sadakasını eksik etmezdi.
Bir insan hem varlıklı hem ahlaklı olunca onu çekemeyenler elbette olacak..Bazıları şöyle diyordu: İnsan bu kadar varlıklı olduktan sonra,elbette herkese dağıtır..malı nasıl olsa çok..dağıt dağıt bitmez ki'..Bu kadar refah için de olan biri tabi ki iyi ahlaklı olur;ona sataşan yok çataşan yok herkes ona nasıl olsa saygılı davranıyor. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Hz Eyüp'ün tıkır tıkır giden işleri ilk kez hayvanlarının peş peşe hastalanmaya başlamasıyla bozuldu.Kısa süre içinde koca sürüden bir tek sıska inek bir kara keçi kalmadı.Hepsi telef oldu insanlar Eyüb'ün bu duruma ne diyeceğini merak ediyor ağzını yoklayarak;"nedir bu başına gelenler..diyor ah vah ediyorlardı.Eyüp peygamber yüksek ahlakından ödün vermeksizin Allah verdi ;Allah aldı;her şey onun değil mi?diyordu bu sözleri ve hareketi karşısında şeytan perişan olup geri gitti.Eyüp peygamber hayvanlarını kaybetti ama inayetini kaybetmedi.Belalar geldiğinde aile ve akrabalarıyla gelirmiş..!Eyüp peygamber bir gündışarıda işleriyle uğraşırken acı bir haber aldı.Ani bir sarsıntıyla evleri yıkılmış tüm çocuklarıgöçük altında kalmıştı.Yıkıntıdan sağ kurtulan yalnızca karısıydı.Hz.Eyüp'ün gözleri evlat acısından kanlı yaşlarla doldu ama sabır dedi...Hoca şekline giren şeytan feryat figan ederek Eyüp aleyhi selamın yanına geldi;Ey Eyüp! Allah'u teala evini zelzele ile yıktı çocukların öldü her biri parça parça oldular dedi.Çocuklarına olan şekatinden dolayı gözlerinden yaşlar gelen Eyüp a.s sabır ve tevekkül ederek Allah'u tealaya teslimiyetini bildirdi.Şeytana da EY! mel'un sen iblissin.Beni Rabbime isyana teşvik etmek istiyorsun şunu bil ki,evladım bir emanet idi.Rabbime niçin inciniyim.Rabbime hamd ederim buyurdu. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Belalar henüz bitmemişti.Hz. Eyüp'ün vücudun da yaralar çıkmaya başladı.Hz.Eyüp'ün hastalığı gün geçtikçe şiddetlendi akraba ve komşuları yanına uğramaz oldu.Yalnız hanımı Rahime hatun onu terk etmedi.Hz.Eyüp bu halinde de şikayet etmeyip hamd etti sabır gösterdi.Bu defa şeytan Eyüp a.s bulunduğu şehir halkına vesvese vererek onun hastalığı size geçer onu şehirden çıkarın dedi.Ve çıkardılar Hz.Eyüp yedi yıl dert ve bele için de kaldı.Şeytan bu defa insan suretin de Rahime hatunun karşısına çıkıp onu Eyüp a.s hizmetinden alıkoymaya çalıştı.Ona kendine yazık ediyorsun Eyüp a.s hastalığı sana geçer dedi.Rahime hatun ise şeytana:onun üzerimdeki hakkı çoktur bu halinde onu bırakamam diyor.Dönüşte olanları Hz. Eyüp'e anlattı Eyüp a.s. da onun şeytan olduğunu ve onun vesvesesin den sakınmasını söyledi. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Hz Eyüp'un hastalığı gittikçe şiddetlendi onun bu hali beden kalp ve lisanıyla yaptığı kulluk ve peygamberlik vazifelerini iyice zorlaştırdı.Allah'a dua etti "Bana gerçekten hastalık isabet etti sen merhamet edenlerin en merhametlisisin" dedi.Allah onun duasını kabul etti.(*)(*)(*)(*)(*)il a.s. gelerek Ey!Eyüp bela verdim sabrettin şimdi ben sıhhat ve nimet vereceğim haberini getirdi.Allh'u teala Ey!Eyüp ayağını yere vur çıkan sudan gusleyle ve soğuğundan iç Sad Suresi-42 buyurdu.Eyüp a.s. ayağını yere vurdu biri soğuk biri sıcak iki pınar fışkırdı.Sıcak sudan gusledince bedenindeki,soğuk sudan içince içindeki hastalıklardan kurtuldu ve sıhhatine kavuştu.Elinden alınmış olan mallarını Allah'u teala geri iade etti çok sayıda evlat ihsan etti.Yüz çeviren dostları muhabbetle yöneldiler.Yüz kırk sene ömür sürdükten sonra vefat etti.Hz. Eyüp'ün kabri Şam da beseniyye denilen yerdedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
12-01-2016, 17:52
beaverss
PİSİLİ SULTAN ö.662-1263
Pir Esad Sultan Hz. Mevlana ile muasır velilerden birisi de halkın pisili Sultan olarak bildiği Pir Esad Sultandır.Türbesi ve Zaviyesi Pir Esad Mahallesindedir.türbenin doğusuna büyük bir cami inşa edilmiş olup,15-20 yıl önce ibadete açılmıştır.
Sultan hakkında halk arasında şöyle bir menkıbe anlatılır.Pir Esad Sultanın çok sevdiği bir kedisi varmış onu daima süt ile beslermiş.Bir gün hazret kaba hem kendisinin hem de kedisinin içeceği süt koyup üzerini kapatmış.Ve bir yere gitmiş.Pir Esad evde yokken sultanın üzerini kapattığı sütün olduğu yere zehirli bir yılan girmiş.Yılan kap içerisin de bulunan sütten biraz içmiş ve kalan sütün içerisine zehrini akıtmış.Hazretin haberi olmayan bu durumu kedi görmüş.Pir Esad Sultan evine geldikten bir süre sonra kap içerisine koyduğu sütü içmek istemiş.Ama kedisi Hazretin suratına acı acı bakarak miyavlamış.Sultan sütü içmek istedikçe o sesini yükseltmiş,Sultan bir daha sütü içmek isteyince,kedi sultanın elindeki tastan kendisi sütü içmiş.Süt zehirli olduğu için o anda yerde kıvrılarak ölmüş.Sultan sütün zehirli olduğunu ve kedisinin sayesinde kurtulduğu için sevinmiş ama kedisinin ölmesinden dolayı da çok üzülmüş. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Zehirlenmekten kurtulan Allah dostu.Allah'a şükrederek kendisini bu yolda feda eden kedisine bir mezar kazıp defnetmiş.Aradan bir süre geçince vefatına yakın bir zaman da vasiyetinde kendisini ve kedisini aynı yere defnetmelerini istemiş.İşte bundan dolayı kendisine Pisili Sultan denmiştir.Selçuklu döneminin meşhur şeyhlerinden biri olduğu anlaşılan halkın pisili sultan diye andığı bu veli.Mevlanadan 10 yıl kadar önce vefat etmiştir.Adındanda anlaşılacağı üzere kedileri çok seven Pir'in vasiyeti üzerine kediside sandukasının sol tarafına ve ayak ucuna gömülmüştür.
Pir Esad Sultanın kabir taşı kitabesinin türkçesi şudur:"Rahim ve Rahman Yüce Allah'ın adıyl"Her canlı fanidir,ancak Allah bakidir.... Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
12-01-2016, 17:54
beaverss
Cahit Sıtkı Tarancı1910 - 1956 Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Cahit Sıtkı Tarancı1910 - 1956
Diyarbakır'da doğdu, İlk öğrenimini aynı şehirde yaptı. Orta öğrenimi için İstanbul'a gönderilerek, Kadıköy Fransız Saint Joseph Lisesi'ne yazıldı. Burada dört yıl okuduktan sonra Galatasaray Lisesi'ne geçti. Mülkiye Mektebi'ne girdi. Buradaki öğrenimini tamamlamadan Paris'e gitti.
İkinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine yurda döndü. Anadolu Ajansı ve Çalışma Bakanlığı'nda çevirmen olarak çalıştı. 1954'te ağır bir hastalığa yakalandı. Türkiye'de tedavisi sonuç vermeyince Viyana'ya götürüldü. 13 Ekim 1956'da orada bir hastanede öldü. Ankara'da toprağa verildi.
'Sanat için sanat' ilkesine bağlı kaldı. Ona göre şiir, kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır. Vezin ve kafiyeden kopmamış; ama ölçülü veya serbest, her türlü şiirin güzel olabileceği inancını taşımıştır. Açık ve sade bir üslubu vardır. Çoğu gerçeğe bağlı olan mecazları, derin, karışık ve şaşırtıcı değildir. Uzak çağrışımlara ve hayal oyunlarına pek itibar etmemiştir. Zaman zaman bazı imaj ve sembollere başvurmuştur.
Şiirlerinde en çok yaşama sevinci ve ölüm temalarına yer vermiş, nedense hep ölümün üstüne gitmiştir. Ayrıca yitik aşklar, mutlu sevdalar, yalnızlık, yaşadığı bohem hayatın buruklukları, çocukluk özlemi de şiirlerine konu olmuştur.. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Otuz Beş Yaş Şiiri
Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünüyorsunuz;
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?
Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim:
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç farkettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!
Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar.
N'eylesin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak.
Taht misali o musalla taşında.
Cahit Sıtkı Tarancı
12-01-2016, 18:27
beaverss
KARAMANOĞLU MEHMET BEY
Karamanogullarinin Ikinci Beyi Kerimuddin Karamanin Ogludur.
Dogum Tarihi Belli Olmayip Ölumü 1280'dir.
Mehmet Bey Askeri Ve İdari Yönden Bilgili Bir Devlet Adami idi, Bilim Adamlarını Etrafina Toplayip Onlara Buyuk Onem Vermistir.
13.yuzyil Ortalarinda Selcuklular edebi Dil Olarak Farscayi, Devlet Dili Olarak Arapcayi Kullanirlardi.
Halk Ise Öz Dilleri Olan TurkÇeyi Kullaniyorlardi.
Mehmet Bey Halk Olarak Birlikte Yaşamanin ilk şarti Olan Dil Birliğinin Gerekliligine inaniyordu
bu Birliği Gerçekleştirmek için Toroslar üzerinde Yasayan Bütün Türkmen Boylarini çevresinde Toplayarak Bir Ordu Olusturdu. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Uzerine Gonderilen Selcuklu Ve Mogol Kuvvetlerini Buyuk Bir Yenilgiye Ugratarak Konya'ya Girdi.burada Yasayan Selcuklu Turkleri Karamanogullari Ile Birlik Oldular.kisa Zamanda Konya Vilayeti Ve Bazi Cevre Iller Karamanogullarinin Hakimiyeti Altina Girdi.daha Sonra Selcuklu Sultani Izettin Keykavus'un Oglu Giyaseddin Siyavus'u Basa Geciren Mehmet Bey'in Kendisi De Vezir Oldu.ilk Onceleri Mogol Baskisina Basari Ile Karsi Koymasina Bir Cok Kere Galip Gelmesine Ragmen, Daha Sonraki Carpismalarin Birinde Iki Kardesi Ile Beraber Sehit Dusmustur.
Idareciligi Sirasinda Turkceyi Resmi Dil Olarak Ilan Eden Fermanini Vermistir.bu Fermanda"bu Gunden Sonra Divanda,dergahda Ve Bargahta,mecliste Ve Meydanda Turkce'den Baska Bir Dil Kullanilmayacaktir"diyerek Siyasi Ve Askeri Bir Zafer Degil Ayni Zamanda Kulturel Bir Zafer Kazanmistir.
Ruhu Sad Olsun.
Asiye (as)nin hikâyesi bir rüyayla başlar bir duayla biter Kur'a na göre. Hikâyelerin birçoğunun ama özellikle, Musa (as)ânın, Asiye (as)nin, firavunun hikâyelerinin kesiştiği bir kavşakta, Mısırda yaşanır her şey. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Her insan yaşadığı hayatla bir hikâye yazar, aslında kendi hikâyesini. Yaşadıklarıyla bir yandan da kendini sürekli ve yeniden inşa eder insan. Hayatın sadece birkaç yıla (geçmişimize) mahkûm kalmadan yepyeni açılımlarla nasıl örülebileceğini keşfeder böylece.
Hikâyelerimizin seyrini kim olduğumuz ve neleri, hangi kriterlere göre seçtiğimiz belirler. Bu demektir ki neyi seçiyorsak oyuzdur.
İsimlerimiz ne kadar önemli olabilir ki? Nasıl yaşadığımız değil midir bizi unutulmaktan kurtaran? Siz yeter ki merak edilesi bir hayat yaşayın, isminiz asla kaybolmaz, unutulmaz. Tıpkı Asiye validemiz gibi. Kur' anda adı geçmez, ama tüm müminlere örnek gösterilir bu cennet kadını. (66/11)
Kur anın yaklaşık üçte birini oluşturan kıssalarda sunulan mesajlar bu isimsiz(!) kahramanların somut örneklerini bolca sunar bize. Tüm yönlerimizle kendimizi bulduğumuz bu ayna hayatlarla öğreniriz kalıcı olmak, iz bırakmak için nasıl bir hayat sürmek gerektiğini. Bir kadın olarak mesela Havva olur Âdem (as)i tamamlarız. İnsanlığın doğuşuna ortak oluruz. Şeytanın tuzağına birlikte dalar, yine büyük kurtuluş adımını birlikte atarız. Havva olmasaydı adem (yokluk) olacak bir Âdem (as) görürüz sanki. Birbirine dayanarak hayatı yaşamanın sorumluluğunu buluruz karşımızda. Bir isme can yoldaşı oluruz.
Bazen bizzat isim olur, Meryem (as) oluruz; adanmışlığın bedelinin ne kadar ağır olduğunu yüreğimizde hisseder, iffet ve metanetin bir kadına ne kadar yakıştığını öğreniriz.
Asiye (as) oluruz mesela Bir kadını sevgi- merhamet- cesaret- feragat ve sabrın nasıl kuşatabildiğine şahit oluruz. İsmimiz firavunun karısı olarak şerrin doruğuna izafe edilse de “cennet hatunu, nasıl olunabilir sorusunun cevabı oluruz. (“Cennet kadınlarının en üstünleri Hatice b. Hüveylid, Muhammedin kızı Fatıma, Meryem b. İmran ve firavunun zevcesi Asiye b. Müzahimdir İ.Hanbel, Müsned, 1/36)
Tertemiz eşlerezvac-ı tahirat oluruz, ümmete ümm, yani anne yani imam yani önder olabilmenin sorumluluğunu taşırız omuzlarımızda. Artık biz başka kadınlar gibi olmadığımızın bilincindeyizdir. (Ahzab 33/32)
Asiye (as)nin hikâyesi bir rüyayla başlar bir duayla biter Kur'â na göre. Hikâyelerin birçoğunun ama özellikle, Musa (as)nın, Asiye (as)nin, firavunun hikâyelerinin kesiştiği bir kavşakta, Mısırda yaşanır her şey. Bir rüya görür firavun, kendisi için kâbus, İsrailoğulları için muştu sayılabilecek bir rüya Varlığı ve saltanatını tehdit eden o rüyada, İsrailoğulları arasından gelecek bir çocukla uyarılmıştı firavun. Tarih boyunca iktidarı korumak, en güçlü olmak sevdasıyla işlenmemiş miydi bütün zulümler; bu defa da öyle oldu; katliama başladı firavun. Gölgesinden korkan bütün cüceler gibi Acımasızca ve vahşice Hayata merhaba deme fırsatını dahi bulamadan kıyılıyordu körpe fidanlara.
Hz. Musa (as)nın sandığa konulup Nil Nehrine bırakılması işte böyle bir demde oldu. Bir sandığın içinde bir bilinmeze doğru yolculuğa çıktı suyun çocuğu. Arkasında gözyaşlarını ve bastırılmış çığlıkları bırakarak. Evlat endişesinin pârelediği bir kadının eliyle bırakıldığı sudan yine evlat hasretinin kor düşürdüğü bir başka yüreği serinletmek üzere çıkarıldı kıyıya.
Hz. Musa (as)nın sandığa konulup Nil Nehrine bırakılması işte böyle bir demde oldu. Bir sandığın içinde bir bilinmeze doğru yolculuğa çıktı suyun çocuğu. Arkasında gözyaşlarını ve bastırılmış çığlıkları bırakarak. Evlat endişesinin pârelediği bir kadının eliyle bırakıldığı sudan yine evlat hasretinin kor düşürdüğü bir başka yüreği serinletmek üzere çıkarıldı kıyıya.
Asiye (as)nin sahnede görülmesiyle tevekkül ile başlayan yolculuğu taaccüb ve merhametle bitmiş oldu bebek Musa (as)nın. Asiye (as) sevgiydi, şefkatti, merhametti; Allahın korumayı murat ettiği Musa (as) için bir limandı. Kadınların tasallutundan zindana göndererek Yusuf (as)u koruyan Allah (Yusuf 12/34“35),Asiye (as) vasıtasıyla firavunun hışmından kurtarıyordu bebek Musa (as)yı:Ve elkaytü aleyke mehabbeten minni: Sana, sevilesin diye tarafımdan bir sevgi bıraktım. (Ta-Ha 20/39)
Hakk'a İtaat Zulme İsyanın Adı: Asiye
Asiye (as)’nin sahnede görülmesiyle tevekkül ile başlayan yolculuğu taaccüb ve merhametle bitmiş oldu bebek Musa (as)’nın. Asiye (as) sevgiydi, şefkatti, merhametti; Allah’ın korumayı murat ettiği Musa (as) için bir limandı.
(Yüce Allah’ın himayesi nice göründü sana ey kâri’ ?)
Kimsesiz, ilgi ve şefkate muhtaç olan bebeğe sahip çıkmanın, kol kanat gerip firavuna karşı kalkan olarak Musa (as)’yı kucaklamanın adı Asiye (as) oluyordu. Şimdi düşünme vakti: Onun sevgisi ve merhameti sadece bir bebeği mi kurtarmıştı? Bir kadının merhametiyle dünya dönüşebilir miydi? Hz. Asiye (as) olmasaydı bu sorunun cevabını bulmak biraz daha zor olmayacak mıydı?
Daha sonra bebek katili firavunu Musa (as)’yı öldürmemeye ikna edişiyle sarsar bizi Asiye (as). Bu ikinci sahnede yılanı deliğinden çıkaran sihri kullanarak despotlarla konuşma siyasetini öğretir. Muhatabında henüz tamamen yok olmamış olduğu anlaşılan o hassas noktaya dokunur: “Bana da sana da göz aydınlığı (bir çocuk)! Sakın onu öldürmeyin. Belki bize faydası dokunur ya da onu evlat ediniriz.” (Kasas 28/9) İşe yarar nitekim. Kaderin kendisine hazırladığı sürprizlerden habersiz, firavun razı olur, Musa (as) sarayda kalır, ama Asiye (as)’nin hatırına. Başka çocuklar için kara mahkeme olan saray, Musa (as)’ya ev olur.
“Anne” olabilmenin bir başka boyutunu görürüz ilerleyen süreçte. Biyolojik anneliğin gerçek “anne” olabilmek için tek ve yeter neden olmadığını fark ederiz. Bir kadın olarak “zorba” bir kocaya rağmen merhamet kuşağını çıkarmamanın nice Musalar yetiştirmeye vesile olabileceğini anlar, ümit bağının güllerini devşirmeye devam ederiz. Her durum ve şartta merhamet…
**
Yıllar geçer… Zamanın koynunda Musa (as), Kelimullah olmuştur. Ya Asiye (as)? O yine Musa (as)’nın yanında. Bir farkla ki bedenen değil de ruhen bu defa. İman ettiği Musa peygambere dualarıyla destek olarak sadece. Küfrün ve zulmün en ağır kokusuyla boğulduğu sarayda bir başka âlemden en latif rayihaları alabiliyordu gizli mü’min Asiye (as). Hz. Asiye (as)’nin hayatının bu üçüncü sahnesi her şeye rağmen imanı beslemeyi öğretir bize. Gizli de olsa ibadetle duayla desteklenmeli iman. Bahanelerin ardına sığınma kolaylığından kaçmalı. Yine, yeniden öğreniyoruz ki dini yaşayamamanın bahanesi olur, sebebi değil.
**
Dedik ya seçimlerimiz kim olduğumuzu belirler diye… Ortada bir zulüm varsa ne yapmak gerekir peki? İnsan ya zulme sebep olur, ya ortak… Ya seyirci kalır ya da karşı çıkar. Mazlum da değilseniz nerede olmayı seçersiniz? İşte, Hz. Asiye (ra) de firavunun İslam’a ve Müslümanlara zulmüne seyirci kalmanın zamanla insanı dönüştürüp duyarsızlaştırabileceğini fark ederek safını belirlemişti. Bardak doluyordu, taşmak için son damlayı bekliyordu.
**
Firavunun kızlarının dadısı, mü’min olduğu aşikâr olduktan sonra işkenceyle öldürülmüş, kadın şehitler kervanına birisi daha eklenmişti. Sarayın penceresi, olan bitene şahit bir çift gözle yan yana bu zulme tanık olmuştu. Ama Asiye’nin gözleri bir şey daha gördü; muhtemeldir ki ondan başka kimsenin göremediği bir şey: meleklerin gökten inerek türlü ikramlarla bu şehit kadıncağızın ruhunu göklere çıkarmıştı. İnancı daha da perçinlendi Hz. Asiye (as)’nin. Zulme şahit olana yakışanı yapmaya karar verdi; zulme karşı çıkacaktı. Firavunsa bu defa yumuşamadı. İmanını yüzüne haykıran bu kadın, kendi hanımı da olsa, uzun yılları beraber de devirmiş olsalar, rububiyyet iddiasını en yakınına dahi kabul ettirememiş olmanın ezikliğini kendine yediremezdi.
Asiye (as)’nin imanını firavunun yüzüne haykırışı, izlediği idam sahnesinden kaynaklanan bir duygu patlaması değildi kuşkusuz. Olan bitenler sadece süreci kolaylaştırmıştı diyelim. Hafiflemiş miydi Asiye (as)’nin yüreği bu itirafla? Belki. Ama dönüşü olmayan bir yola girdiğinin farkında, dimdik karşısındaydı firavunun. Firavunsa olan biteni bir cinnetten ibaret gibi görmeye meyyal, Asiye (as)’yi annesinin ikna etmesini bekledi. O da başaramazsa yapılacak bir şey yoktu, kaçınılmaz son malumdu.
Âh merhamet! Marazi olduğunda hedefi ıskalayan ok gibi değil midir? Anne merhametinin marazi boyutuyla karşılaşırız bu sahnede. Kızının başına gelebileceklerden korktuğu için “vazgeç” der kızına Asiye (as)’nin annesi, “vazgeç ki hayat bulasın.” Oysa kızı asıl hayat damarından beslenmektedir nice zamandan beri. Bilemez kadın, nereden bilsin imanın tadını?
Bazen en yakınlarımızın, desteğine en çok ihtiyaç duyduklarımızın, yanımızda değil de karşımızda olduğunu fark ediveririz hüzünle. Bizi en çok onların anlamalarını, kabul etmelerini isteriz oysa. Biraz ağır imtihandır, Allah’tan başkasına iltica ve itibar etmemek gerektiğini öğrenirken çok duvarlara toslar insan. Sonunda Allah’a itaatle mahlûka itaatin rakip olduğu yerde mü’min için seçenek olmadığını anlar.
“Anne” olabilmenin bir başka boyutunu görürüz ilerleyen süreçte. Biyolojik anneliğin gerçek “anne” olabilmek için tek ve yeter neden olmadığını fark ederiz. Bir kadın olarak “zorba” bir kocaya rağmen merhamet kuşağını çıkarmamanın nice Musalar yetiştirmeye vesile olabileceğini anlar, ümit bağının güllerini devşirmeye devam ederiz.
Allah, inananlara Firavun'un karısını misal gösterir: O vakit o demişti ki: “Ya Rab! Katında benim için Cennet’te bir ev yap! (Bu suretle) beni Firavun'dan ve onun işlediklerinden kurtar.”(Tahrim, 66/11)
Kazıklara bağlanarak işkence edilen Asiye (as), bedenlere hâkim olunabileceğini ama ruhlara asla erişilemeyeceğini öğretir son olarak. Firavunun (ve onun gibi düşünenlerin) kafası karışık: bir kadını mutlu edebilecek en cazip imkânlara sahipken –prestijli bir hayat, toplumsal statü, imajı yüksek bir koca, zenginlik, iktidar…- derdi neydi bu kadının?
12-01-2016, 18:34
beaverss
Telsiz telgrafın Mucidi
25 Nisan 1874 yılında İtalya'da doğan Guglielmo Marconi,
Telsiz Telgraf ve Telefonu icat ederek tanınmıştır.
Gençlik döneminde maddi durumu iyi olan bir aileye sahip olmanın avantajlarından faydalanan Marconi, Elektrikle ilgilenmeye başlamış ve kurduğu laboratuarda deneyler yapmıştır.
Bu dönemde Fiziğe olan ilgisini de fark eden Marconi, Bologna Üniversitesini tamamladıktan sonra eğitimine İngiltere'de devam etmiştir.
İngiltere'de Hertz Dalgaları ile ilgilenmeye başlamış ve dalgalar yardımıyla uzak mesafelerle haberleşmenin bir yolunu bulmuştur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Çalışmaları ve Yükseliş Dönemi
Keşfi hakkında İtalyan hükümetinden destek istese de aradığını bulamamış ve çalışmalarına İngiltere'de devam etmiştir.
Beş yıllık bir çalışmanın ardından uzak mesafelerde telsiz ile haberleşme konusunda önemli ilerlemeler kaydetmiş ve telsiz telgrafın tüm dünyada kullanılmasını sağlamıştır.
1909 yılında Telsiz Telgraf'ın geliştirilmesiyle ilişkili Nobel ödülünü almaya hak kazanmıştır.
Tesla öldükten sonra Amerikan Yüksek Mahkemesi ve Amerikan Patent Ofisi, kablosuz iletişim ağının Marconi'ye değil Tesla'ya ait olduğunu belirtmiş ve tescili Teslanın adına yapmıştır.
Bilinen Önemli Başarıları
Manş denizi ve Atlantik okyanusu üzerinden telsiz sinyalleri göndermiştir.
20 Temmuz 1937 yılında İtalya'nın Roma kentinde ölmüştür.
12-01-2016, 18:37
beaverss
Nene Hatun
Nene Hatun 1857 Yılında doğdu.
22 Mayıs 1955 Yılında Vefat etti ( Bugün ölüm yıldönümü )
93 Harbi olarak da anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Nene Hatun Erzurum´daki Aziziye Tabyası´nın savunulmasında kahramanca çalışarak adını tarihe yazdıran Türk kadınıdır.
Aziziye savunmasına 20 yaşlarında genç bir gelinken, küçük yaştaki oğlunu ve 3 aylık kızını evde bırakarak katılmıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Nene Hatun 1857 yılında Erzurum´da doğdu. 1877 yılında 8 Kasım´ı 9 Kasım´a bağlayan gece, Osmanlı vatandaşı olan Ermeni çeteleri Erzurum´un Aziziye Tabyası´na girmeyi başarmışlardı. Tabyayı koruyan Türk askerlerini uykuda yakalayıp kılıçtan geçirdiler. Bu sırada arkadan gelen Rus askerleri ise hiçbir zorlukla karşılaşmadan tabyayı ele geçirdiler.
Baskından yaralı olarak kurtulan bir er haberi Erzurumlulara ulaştırdı. Sabah ezanından hemen sonra "Moskof askeri Aziziye Tabyası´nı ele geçirdi" şeklinde minârelerden Erzurum halkına haber verildi. Bu haberin ardından Erzurum halkından silahı olan silahını, olmayanlar ise balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya´ya doğru koşmaya başladılar. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan Nene Hatun da vardı. Ağabeyi Hasan bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermişti . Nene Hatun üç aylık bebeğini emzirdikten sonra, "Seni bana Allah verdi. Ben de Ona emânet ediyorum." diyerek vedâlaştıktan sonra bir kaç saat önce ölen ağabeyinin tüfeğini alarak sokağa fırlamıştı.
Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyası´na doğru koşuyordu. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda şehit oldular. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Göğüs göğüse bir savaş başladı. Mükemmel silâhlarla donanmış Rus ordusu, baltalı-tırpanlı, taşlı-sopalı halk karşısında yarım saat tutunabildi. 2300´e yakın Rus askeri öldürülüp, Tabya geri alınmıştır. Türk tarafında ise 1000 kadar şehit verilmiştir.
Nene Hatun o günleri özetle şöyle anlatmıştır: Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Ağabeyim Hasan cepheden ağır yaralı olarak bir gece önce eve gelmişti. Bir yandan ona bakarken, bir yandan da 3 aylık çocuğumu emziriyordum. Kardeşim o gece kollarımın arasında öldü. Sabaha karşı minarelerden ´Moskof Aziziye´ye girdi´ diye haykırışlar başlayınca, kardeşimin alnını öpüp, ´Seni öldüreni öldüreceğim´ diye and içtim. Yavrumu Allah´a emanet ettikten sonra, ağabeyimin tüfeğini ve satırımı alıp dışarı fırladım. Sel gibi Aziziye´ye akıyorduk. Tabyanın mazgallarından düşman ölüm yağdırıyordu. Düşmanda iyi silah vardı, bizde de iman. İleri atıldım. Dadaşlar arasına karıştım. Satırım durmadan kalkıp iniyordu.
Tabya´nın geri alınmasının ardından, aralarında Nene Hâtun´un da bulunduğu yaralıların tedâvisine başlandı. Fakat bu sırada Nene Hâtun yaralı olmasına rağmen diğer yaralıların tedavisini yapmak için çalışmıştır. Nene Hâtun bu özverisiyle tanınıp, saygı ile sevilmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Nene Hatun´un vatan için gece başlayan mücâdelesi, tüm düşman Erzurum´dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum´un her karış toprağında cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaştı. Gazi Ahmed Muhtar Paşa´nın zaferinde Nene Hâtun´un ve onun vatan aşkını paylaşan bütün insanların da payı vardı.
Ölümünden bir yıl önce kendisini ziyaret eden NATO´da görevli Amerikalı subayın bir sorusuna: "Ben o zaman gereken şeyi yapmıştım. Bugün de gerekirse aynı şeyi yaparım" cevabını vermişti. 1955 yılında yılın annesi seçilmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
98 yıl yaşadığı Erzurum´da 22 Mayıs 1955´da zatürre hastalığından dolayı vefat etmiştir. Nene Hatun, kurtuluş mücadelesini verdiği Aziziye Tabyası´na defnedilmiştir...
12-01-2016, 18:41
beaverss
Kemalettin Tuğcu
1902 yılında İstanbul'da doğdu.
Usta ve kıvrak kalemiyle Türk çocuklarına ömrünü ve gönlünü veren Çengelköyü'nde, büyük bir bahçe içindeki köşklerinde, çocukluk çağlarından başlayıp şiir, roman yazdı. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Hiçbir okula gitmedi, hiçbir öğretmenden ders almadı. Kendi kendisini yetiştirmiş ve tercümeler yapacak kadar Fransızca öğrenmiştir.
Yazı hayatına sadece kendisi için başlamış, yazarak yaşamış ve eğlenmiştir. Bu yazı yazma bir avuntu ve bir tutkudur.
Kendisi bunu şöyle anlatır:
Ben yazdığım kadar yaşarım. Bana tesir eden bir küçük olayla içimden geldiği gibi yazmaya başlarım. Heyecanım süresince yazarım. Edebi, ilmî, politik bir iddiam yoktur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Tuğcu, ilk yazılarını Yavrutürk Çocuk Dergisi'nde yayımlatmıştır.
1936 yılından sonra hemen hemen İstanbul'da çıkan bütün çocuk dergilerinde şiir, hikâye ve çocuk romanları yazmış, bu arada bazı romanları filme alınmıştır.
Romanlarında duygu ve sevgi ağırlıklı temalar işleyen Kemalettin Tuğcu'nun, tercüme romanları, on iki adet aile romanı, üç yüz kadar çocuk romanı ve gazete ve dergilerde çıkmış iki yüzden fazla seçme hikâyeleri vardır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
19 Ekim 1996 tarihinde bir cumartesi günü vefat etti.
Eserleri:
Veysi Baba
Üvey Baba
Saadet Borcu
Sokak Köpeği
Küçük Serseri
Doğduğum Ev
Kardeşim Tomris
Komşularımız
Korkunç Yıllar
Küçük Adamlar
Eskici Baba
Taşyürek
Uçurum
Yetim Malı
Altın Bilezik
Ana Hakkı
Benden Sonrakiler
Benim Babam
Ceylanlı Bahçe
Çifte Kumrular
Çingene Kızı
Çocuk Hırsızları
Çocuklar Adası
Annelerin Çilesi
Deniz Kızı
Eski Bir Masal
Gece Kuşları
Gülçin Abla
Güzel Bir Gün
Hırdavatçı Dede
İçler Acısı
Kız arkadaşım
Kimsesiz Adam
Kolsuz Bebek
Küçük Gazeteci
Mercan Kolye
Mine'nin Arkadaşı
Ninelerin Ninesi
Sakat Çocuk
Son Çocuk
Şehir Çocuğu
Uğurlu Çocuk
Yer Altında Bir Şehir
Yuvadan Uzak
Koruköy'ün Yetimi
13-01-2016, 16:46
beaverss
Goethe
28 ağustos 1749'da Frankfurt'da doğdu.
Varlıklı bir aileden gelen babası tarafından Aydınlanma düşüncesinin ideallerine göre yetiştirildi. Küçük yaşta Fransızca, Latince ve Eski Yunanca öğrendi, güzel sanatlar ve tiyatroyu tanıdı. 1765'de hukuk eğitimine başladı ancak hastalanıp evine döndü. Din ve mistisizmle tanışması bu dönemdedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
İyileşince, hukuk eğitimini Strasbourg'da tamamladı.
Dil üzerine araştırmalar yapan Herder'le dostluk kurdu.
Parlak bir gençti Goethe. 1775'de Weimar Dükü tarafından elçilik danışmanlığına atandı ve 1782'de vonunvanını aldı.
1786'da Roma'ya giderek güzel sanatlar alanında incelemeler yaptı. Sicilya'da ise -ilginçtir- botanikle ilgilendi. Almanya'ya dönüşünden sonra evlendi Goethe. Doğan beş çocuğundan sadece birisini yaşatabildiler. Bu sıralarda Jena kentinde ikamet ediyordu ve Schiller'le de burada tanıştı. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Yaklaşık on yıl süren dostlukları sırasında, iki yazar olumlu anlamda birbirini her yönden etkilediler. Siyasi karışıklar ve toplumsal patlamalara,
1805'de Schiller'in ölümü de eklenince çok sarsılan Goethe, Jena'dan ayrıldı. Yaşı da hayli ilerlemişti, köşesine çekildi; yazdı, durmadan yazdı ve hayatının en üretken dönemini geçirdi.
22 Mart 1832'de Weimar'da öldü.
Batı dünyasının gelmiş geçmiş en büyük edibi olarak kabul edilen ve Müslüman olup olmadığı hakkında çeşitli spekülasyonlar bulunan Alman şair ve yazar Wolfgang von Goethe
Ömrünün son yıllarında Doğu medeniyetini ve İslam'ı tanımak amacıyla çeşitli çalışmalar yapmıştı.
Hz. MUHAMMED'E YOĞUN BİR SEMPATİ BESLEMİŞTİ
Goethe, öncelikle devrinde yazılmış olan Doğu seyahatnameleri vasıtasıyla bu dünyayla ilişki kurmaya çalışmış, ardından da Doğulu şairlerin şiirlerini,
Kur'ân'ı ve Hz. Peygamber'in hayatını anlatan eserleri okumuştu. Ayrıca Hz. Peygamber hakkında da derin incelemeler yapmış ve bunun neticesinde Hz. Peygamber'e yoğun bir sempati beslemişti.
Bu sempati, Goethe'nin İslam'ı kabul edip etmediği tartışmalarını da beraberinde getirmişti.
GOETHE'NİN Hz. MUHAMMED'E YAZDIĞI ŞİİR
Sevinç sevinç berrak
Ve yıldız yıldız parlak
Bir dağ pınarı
Üstünde beyaz bulutların
Ve kuytusunda bir yeşil yamacın
Aziz ruhlar sallamış beşiğini
Veda edip çocuk tazeliğiyle bulutlara
Raks eder gibi iner mermer kayalara
Haykırır sevincini semalara
Dağ geçitlerinde
Önüne katar renk renk çakılları
Ve bağrına basar kardeş pınarları
Çiçeklenir ayak bastığı yerler
Ve nefesiyle yeşerir çimenler
Yoldaşı olur şimdi ırmaklar
Ovaları doldurur gümüş ışıklar
Bir ses yükselir pınarlardan
"Kardeş ayırma bizi koynundan,
Bekliyor Yaratan.
Yoksa bizi çölün kumları yutacak
Güneş kanımızı kurutacak
Kardeş,
Dağın ırmaklarını, ovanın ırmaklarını
Hepimizi alıp koynuna
Eriştir bizi yüce Rabbına
Ezelî Deryâ'nın yanına."
Peki, der, dağ pınarı
Kendinde toplar bütün pınarları
Ve haşmetle kabarır göğsü, kolları
Ülkeler açılır uğradığı yerlerde
Yeni şehirler doğar ayaklarının altında...
Kulelerin alev zirvelerini
Ve haşmetli mermer saraylarını
Bırakıp arkasında
Yürür mukadder yolunda
Dalgalanır başının üstünde binlerce bayrak
İhtişamının şahitleri
Evlâtlarını Rabbine ulaştırarak
Karışır İlâhî ummana coşarak!
13-01-2016, 16:49
beaverss
ŞAİR NÂBİ
1642 senesinde Urfa'da doğan Nâbi'nin asıl adı Yusuf'tur.Nâbi'nin babasının adı Seyyid Mustafa'dır. Ve soyu Şeyh Ahmed-i Nakşibendi'ye kadar uzanır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Nâbi'nin Urfa'daki hayatı ve gençlik dönemi hakkında pek bilgi bulunmamaktadır. Bulunan az bilgi de, iyi bir eğitim aldığı ve Yusuf Kalfa adındaki bir şeyhin müridi olduğundan ibarettir. Yusuf Kalfa, Nâbi'nin şiir yeteneğini farketmiş ve sanatını ilerletmesi için onu İstanbul'a göndermiştir.
Nâbi'nin İstanbul'a gelişi IV.Mehmet'in padişahlığı zamanlarına denk gelir. Nâbî İstanbul'a varır varmaz hemen önemli paşalara şiirler yazmış, yardım taleplerinde bulunmuştur.
Nâbi, Divan şairlerimiz arasında kendine özgü bir tarzın sahibi bir şair olarak dikkat çeker. Onun şiiri hikemi bir şiirdir. Bu yüzden Nâbi şiiri denilince akla çağdaşlarına göre daha yalın bir dille yazılmış, öğretici vasfı bulunan bir şiir gelir. Nâbi'nin böyle bir tarzın sahibi olması, devriyle de alakalı bir husustur. Çünkü, yaşadığı devir Osmanlı'nın duraklama devridir. Ortada ciddi anlamda problemler vardır. Şair, bunlar karşısında kendini sorumlu hisseden bir insan tavrıyla olumsuzlukları tenkit etmek ve çözümler üretmek istemektedir. Fakat, O onca didaktik tavrına rağmen sanat değeri yüksek şiirler yazmayı da başarmış ve bu yüzden devrinde ve sonraki zamanlarda adı hep şöhretli şairler arasında anılmıştır.
Nâbi'nin şöhreti elbette yazdığı toplumcu ve öğüt verici şiirleriyle alakalıdır ama onu yine genel özellikleri itibarıyla diğer Divan şairlerinden ayrı bir yerde tutamayız. Nâbi de hemen bütün Divan şairleri gibi şiirlerini İslam ve tasavvuf inanışı çerçevesinde bir şiir dünyası kurmuş, bu dünya içerisinde yine diğer şairler gibi münacat, naat tarzında yazdığı şiirleriyle bir Müslüman şair olmanın bilinciyle hareket etmenin örneğini vermiştir. Bu tarz şiirleri arasında yazdığı bir Naat-ı Şerif ise gerek yazılış hikâyesi gerekse muhtevası ile edebiyatımızın hâlâ unutulmayan metinleri arasındadır.
Bu şiir, samimi peygamber sevgisinin anıt bir eseridir. Fakat, şiire geçmeden önce yazılış hikâyesinden bahsedelim:
Anlatılanlara göre Nâbî, 1678 yılında devlet ricaliyle birlikte hac niyetiyle yola çıkar. Peygamber sevdalısı bir şair için Medine'ye gitmek, Hz. Peygamber'in kabr-i şeriflerini ziyaret etmek çok heyecan verici bir olaydır. Medine'ye yaklaştıkları sırada ise bu heyecan doruk noktasına ulaşır. Bu esnada bir gece istirahatında iken bir paşanın ayağını Medine tarafına uzattığını görür. Bu durum onu son derece üzer. O anda kalbine dolan ani bir ilhamla şu naatı okur:
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu
Nazargâh-ı ilâhidir Makâm-ı Mustafa'dır bu
Felekte mâh-i nev Bâbü's-selâm'ın sîne-çâkidir
Bunun kandili Cevzâ matlâ-i nûr-i ziyâdır bu
Habîb-i kibriyâ'nın hâbgâhıdır fazilette
Teveffuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâdır bu
Bu hâkin pertevinden oldu deycûr-ı adem zâil
Amâdan açtı muvcûdat çeşmin tûtiyâdır bu
Mürâât-i edeb şartıyla gir Nabî bu dergâha
Metâf-i kudsiyândır bûse-gâh-ı enbiyâdır bu
Paşa, Hz. Peygamber toprağındaki saygısızlığını ikaz eden bu şiir karşısında şiire konu olan kişinin kendisi olduğunu anlamakta gecikmez. Hemen toparlanarak Nâbi'ye bu şiiri ne zaman yazdığını, başkalarına okuyup okumadığını sorar. Nâbi de hayır, ilk defa şimdi söylüyorum ve sizden başka duyan da olmadı. cevabını verir. Paşa, bunun üzerine bu durumun aralarında bir sır olarak kalmasını rica eder. Nâbi, bu ricaya bir sükûtla cevap verir ve konu şimdilik kapanmış gibi olur.
Biraz sonra kafile, yola devam için harekete geçer. Sabah ezanı vaktinde Medine'ye ulaşırlar. Şehre girerlerken Mescid-i Nebi müezzinlerinin bir naat okuduğunu fark ederler. İşin ilginç yanı bu naat, Nâbi'nin az önce okuduğu naattır. Nâbi de Paşa da bu durum karşısında hayrette kalırlar.
Namaz bitip cemaat dağılırken Nâbi ile Paşa, heyecan içinde müezzinlerin yanına varıp okudukları naatın kimin olduğunu ve nerden öğrendiklerini sorarlar. Müezzin, konunun kendisi için bir sır olduğunu düşünerek önce cevap vermek istemez. Fakat Nâbi, ısrar eder. Bu naatı az önce kendisinin söylediğini belirtir. Bu defa heyecanlanma sırası müezzinlere gelmiştir.Senin ismin Nâbi mi? Diye sorar şaire...Evet cevabını alınca ellerine kapanır ve olayın açıklamasını yapar. Cevap şöyledir: Bu gece Allah Rasulü rüyamızda bize, ˜Ümmetimden Nâbi isimli bir şair, beni ziyarete geliyor. Bu zat, bana karşı son derece büyük bir sevgi ile doludur. Bu aşkını ifade için şöyle bir naat yazmıştır. Siz, bu natı bu sabah minarelerden onun buraya beni ziyarete gelişi şerefine okuyun.
Bu açıklama karşısında, Paşa'nın utancını, Nâbi'nin ise sevincini anlatmaya gerek yok sanırım. Zaten bu iki ruh halini tasvir de imkânsızdır. Paşa, utancını hangi kelimelerle dile getirmeye çalıştı bilinmez ama Nâbi'nin dudaklarından şu kelimeler dökülür: Demek ki sevgili peygamberimiz bana ümmetim dedi. Demek ki iki cihan güneşi beni ümmetliğine kabul etti.
Burada şiirin açıklamasını da verelim ki Nabi'nin söyledikleri daha iyi anlaşılsın.
Diyor ki şair; Cenab-ı Hakk'ın nazargâhı ve O'nun sevgili peygamberi Hz. Muhammed Mustafa'nın makamı ve beldesi olan bu yerde edebe riayetsizlikten sakın./
Gökyüzünde hilâl, O'nun selâm kapısının yüreği yaralı âşığıdır. Semadaki Cevza(ikizler burcu)nın nur ve ışık yanağı O'dur./
Burası Sevgili Peygamberimiz'in istirahatgâhıdır. Fazilet açısından ise Cenab-ı Kibriya'nın arşının da üstündedir./
Bu mübarek toprağın ziyasından yokluk karanlığı sona erdi. Varlık âlemi, körlük ve yokluktan gözünü onun sürmesiyle açtı./
Ey Nâbi, bu dergâha edep kurallarına uyarak gir. Zira; burası meleklerin etrafında pervane gibi döndüğü, peygamberlerin hürmetle öptüğü mübarek bir makamdır.
Nâbi'nin bu hac seyahatinde kendisine salih bir amel olarak kazandığı bu naat, yazıldığı günden bu yana inanmış gönülleri aşk ve heyecanla coşturur, peygamber sevginsini, ona bağlılığının hangi boyutlarda olduğunu gösterirken, bir başka eserle daha taçlandırır bu kutlu seyahatini... O da bu hac ziyaretini nesir diliyle anlattığı ama yer yer şiirlerle de süslediği Tuhfetü'l-Harameyn isimli gezi kitabıdır. Bu kitapta anlatılanlar bu naatla birlikte okunduğunda Nabi'nin bu yolculuktan ne kadar ulvi duygularla döndüğü ve nasıl ruhsal bir arınmaya muhatap olduğu daha iyi görülecektir.
Şair Nâbi, sözünü ettiğimiz bu naatıyla hepimiz için nasıl imrenilecek bir noktada olduğunu gösteriyor bize. Ama onun bu sırrını anlamak istiyorsak işe aslında şairin müstear isminin manasından söz etmek gerekiyor. Bilindiği gibi şairimizin asıl adı Yusuf'tur. Nâbi, onun hiçlik-yokluk anlamına gelen mahlasıdır. Bilindiği üzere Na ve Bi kelimeleri Arapça ve Farsça'da yok anlamına gelmektedir. Nabi'nin ismiyle ilgili bu ayrıntı bize çok önemli bir hususu hatırlatıyor. Varlık kapısına ulaşmak ve lütufla muamele görmek için insanın önce yokluk elbisesini giymesi gerekiyor. Şair Nabi, kendine aldığı bu müstearıyla bize böyle bir ders de veriyor. Öyle ki insan böylesi bir gönle sahip birisi ise kendi ölümüne bile tarih düşürür. Onun Nâbî be-huzûr âmed sözünü de içine alan Farsça bir kıtasının içinde yer alan bu mısra da bilmeliyiz ki varlık kapısına yokluk elbisesiyle gitmesinin karşılığında muhatap olduğu peygamberi lütfun eseri olsa gerektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Daha sonra Haleb'e giden Nâbi burada evlenip aile kurarak devletin yardımlarıyla rahat bir yaşam sürer. Şair bu dönemden sonra çok az şiir yazmıştır:. II. Mustafa'nın tahta çıkmasıyla ona bir kaside yazar ayrıca vezir olan dostlarının tebrik için şiirler yazar. Gerek bu durgunluğu, gerekse devletin yüksek makamlarındaki dostlarının azalması Nâbî'ye sıkıntılar yaşatır. Maaşı kesilir, devletin verdiği ev elinden alınır. Fakat daha sonra Baltacı Mehmed Paşanın yardımıyla maaşını ve evini geri alır. Ayrıca yine Baltacı sayesinde 20 yıl uzak kaldığı İstanbul'a geri döner. Nâbî'nin İstanbul'a dönüşü diğer şairler tarafından çok olumlu karşılanır. Bu durum Nâbî'nin o dönem diğer şairler tarafından otorite olarak kabul edildiğini, sevilip saygı duyulduğunu gösterir. Hatta Sabît'in:
Geldi bir kadri büyük zat-ı mübarek mihmanâ sözlerini içeren kasidede bu hayranlığın boyutlarını görebiliriz.
Şair geri kalan ömrünü İstanbul'da geçirmiş, burada yaşlanmış ve dönem şairlerinin eserlerinde anlattıklarına göre 1712 yılında vefat etmiştir.
Sanatı;
Nâbî, Türkçe Divanının önsüzünde şiirlerini henüz tamamlanmamış olarak belirtir. Bu durumu Nâbi'nin kendi el yazması orijinal Divan nüshasında görülür. O nüshaya baktığımızda şairin şiirleri üzerinde düzeltmeler, eklemeler yaptığını görürüz.
Nâbî şiirlerinde anlama çok önem verir. Onun şiirlerinde mana kelimesi sık sık geçer. Nâbî'ye göre; şiirde ince manalar kullanılmalıdır. Ona göre şiirdeki manalar işitilmemiş, söylenmemiş, taze olmalıdır.
Bazı gazellerinde sade dil taraftarı olduğunu açıklayan Nâbî'nin eserlerine genel olarak bakıldığında farklı farklı dil özellikleri görülür. Divanındaki gazel ve kasidelerinde yer yer sade dil görülse de, Nâbî'nin fazla kullanılmayan, işitilmeyen, sözlük sayfaları arasında unutulmuş, dolayısıyla sade olmayan kelimeler kullanma taraftarlığı birbiriyle çelişir ve genel olarak Nâbî sade dil anlayışını pek uygulayamamıştır. Fakat şu da unutulmamalıdır ki Nâbî, Türkçe'ye büyük bir hayranlık duyar. Şair uzun süre Halep'te yaşamasına ve Arapça'ya çok iyi hakim olmasına rağmen Türkçe'yi daima Arapça'dan üstün tutar.
Nâbî'nin şiirlerindeki bir başka önemli husus da, onun redifli gazelleridir. Nâbî, sıklıkla redifleri gazel, suhan, mana, zahir, nazenin, dil-nişin redifli gazeller yazmıştır.
Eserleri:
Nâbî'nin 6 sı manzum (şiir), 4'ü mensur (nesir, düz yazı) olmak üzere toplam 10 eseri vardır.
Manzum Eserleri:
* Hayri-name (oğlu Hayri'ye yazdığı öğütler içeren eser)
* Tercüme-i Hadis-i Erbain (hadis tercümesi)
* Hayrabat (bir hikaye)
* Sûr-name (şehzade Mustafa ve Ahmed'in sünnetleri vesilesiyle yazılmış, onların sünnet törenini anlatır)
* Farsça Divan
* Türkçe Divan
Mensur Eserleri:
* Fetih-name-i Kamaniçe (Kamaniçe'nin fethini anlatır)
* Tuhfet'ül Harameyn (Hac yolculuğunu anlatır)
* Zeyl-i Siyer-i Veysi (Veysi'nin yarım kalmış siyerini tamamlamak için yazmıştır) (siyer: Hz. Muhammed'in hayatını anlatan eser)
* Münşeat (Nâbî'nin mektuplarından oluşur
Sözü onun bir beytiyle tamamlayalım:
Gönül ne arzû-yı câh ider ne tâc u taht ister
Reh-i himmette ancak kalb-i nerm ü pâ-yı saht ister.
Diyor ki şair: Gönül ne rütbe, ne tac ne de taht ister. O gayret yolunda yumuşak bir kalp ile sebat eden bir ayak ister.
Hayatı boyunca istikamet üzere olan bir şairin bu tutumunu sanırım bundan daha güzel ifade imkânı yoktur. Evet, ne rütbe ne tac... Allah'ın rızasına, sevgilisinin şefaatine nail olabilmek... Gaye budur. Bunun yolu da yumuşak kalp, sebat eden bir ayak sahibi olmaktan geçiyor...
13-01-2016, 16:52
beaverss
Sanaat Güneşimiz
Türk Sanat Müziği sanatçısı Zeki Müren 6 Aralık 1931 yılında Bursada doğmuştur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bursa da başladığı orta öğrenimini İstanbulda Boğaziçi Lisesinde tamamladı.
İstanbulda Devlet Güzel Sanatlar Akademisinin Yüksek Süsleme Bölümü Sabih Gözen atölyesinden mezun oldu.
Desen çalışmalarını öğrencilik yıllarından başlayarak pekçok kez sergiledi.
Zeki Müren, Bursada tamburi İzzet Gerçekerden aldığı solfej ve usül dersleriyle musiki bilgileri öğrenmeye başladı.
1949da, Boğaziçi Lisesinde okurken Agopos Efendi (sinema yönetmeni ve senaryo yazan Arşavir Alyanakın babası) ile udi Kirkordan aldığı derslerle de musiki eğitimini sürdü.
Daha sonra fasıl musikisini iyi bilen ve geniş bir repertuvarı olan Şerif İçli den çeşitli eserler meşk etti; Refik Fersandan, Sadi Işılaydan, Kadri Şençalardan yararlandı. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
1950de sınavla İstanbul radyosuna girdi.
İstanbul radyosunda 1951de, canlı olarak yayımlanan bir programda ilk radyo konserini verdi ve bu konseri çok beğenildi.
Bundan sonra Türkiye radyolarında düzenli olarak okumaya başladı.
Radyo programları on beş yıl sürdü, bunların çoğu canlı yayın programlarıydı.
Zeki Müren bundan sonra kendini daha çok sahne ve plak çalışmalarına verdi.
Alışılmış kalıpları zorlayan elbiseleri ve sahne davranışı ile halkın ilgisini sürekli olarak üstünde tutmayı başardı.
Zeki Müren 600ü aşkın plak ve kaset doldurdu.
Plağa okuduğu ilk şarkı Şükrü Tunarın Bir muhabbet kuşu güfteli şarkısıdır.
Zeki Müren 1955te Manolyam adlı şarkısıyla Türkiyede ilk kez verilen Altın Plak Ödülünü kazandı.
Zeki Müren Türkiyede en çok konser veren ses sanatçısıdır.
Bir yılda yüz konser verdiği dönemler olmuştur. Kendisine sanat güneşi ünvanı verilmiştir.
Yabancı ülkelerde de birçok konser vermiştir.
İki yüz dolayında şarkı besteledi. On yedi yaşındayken bestelediği Zehretme hayatı bana cânânım mısraıyla başlayan acemkürdi şarkı bestelediği ilk şarkıdır.
Büyük bir ticari başarı kazanan bu filmden sonra şarkılarının çoğunu kendisinin bestelediği on sekiz filmde daha oynadı.
1955te de Arena Tiyatrosunca sahneye koyulan Çay ve Sempati adlı oyunda da baş roldeki oyuncuydu. Ayrıca Bıldırcın Yağmuru isimli bir şiir kitabı da vardır.
Zeki Müren kalp rahatsızlığı ve şeker hastalığı yüzünden 1980den sonra sahne hayatından ve musikiden uzaklaştı.
Bodrum daki evine kapandı, münzevi bir hayat yaşadı. 24 Eylül 1996 Çarşamba günü, TRT İzmir Televizyonunda kendisi için düzenlenen tören sırasında geçirdiği kalp krizi sonucu hayata gözlerini yumdu.
Cenazesi görülmemiş bir halk kalabalığının katılmasıyla büyük bir törenle kaldırıldı.
Mezarı, doğum yeri olan Bursada Emirsultan mezarlığındadır.
Zeki Müren Vasiyetinde mirasının en büyük bölümünü Mehmetçik Vakfı na bıraktı.
13-01-2016, 16:57
beaverss
Bedia Muvahhit Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
16 Ocak 1897 yılında doğdu.
Türkiye'nin ilk müslüman kadın oyuncusudur.
Kadıköy Terakki Mektebi ve Notre Dame de Sion Lisesi'nde okumuş ve küçük yaşta Fransızca ve Rusça öğrenmiştir. Öğrenimini sürdürürken o yıllarda kurulan Telefon Şirketi'nde çalışan ilk kadınlardan biri oldu. 1921'de Erenköy Kız Lisesi'nde Fransızca öğretmenliğine başladı.
Sanat yaşamı 1908'de başlamış sayılır. Ancak 1914'te yeni kurulan Darülbedayi'ye girdi. İlk filmi, 1923 yılında Muhsin Ertuğrul'un teklifiyle başladığı Halide Edip Adıvar'ın Ateşten Gömlek romanından sinemaya uyarlanan filmdir. Bu filmde canlandırdığı Ayşe karakteri ile Türk sinemasının Neyyire Ertuğrul'la birlikte ilk kadın oyuncularından biri oldu. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
1923'te, Ceza Kanunu adlı oyunla sahneye çıkmasıyla tiyatro yaşamı da başlamış oldu. Sanat yaşamı boyunca 200'ün üzerinde oyunda ve sayısız sinema filminde rol aldı. Bedia Muvahhit, 1975 yılında Şehir Tiyatroları'ndan emekli oldu. 1987 yılında Devlet Sanatçısı unvanını aldı.
Sanatçı bir ev kazası sonrası kaldırıldığı İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi hastanesinde 20 Ocak 1994 günü vefat etti.
1995 yılından itibaren, Türk Kadınlar Birliği tarafindan Şehir Tiyatroları'nın genç kadın sanatçılarına Bedia Muvahhit Tiyatro Ödülü verilmektedir.
16. Bedia Muvahhit Ödülü, 2010 yılında şehir tiyatroları sanatçısı Aslıhan Kandemir'e verildi.
Sanatçının hayat hikâyesi pek çok kitaba ve araştırmaya konu olmuştur. Hakkında yazılan kitaplardan biri de Gökhan Akçura tarafından kaleme alınan Bedia Muvahhit -Bir Cumhuriyet Sanatçısı'dır.
Rol aldığı filmler
Ateşten Gömlek (1923)
İstanbul Sokaklarında (1931)
Karım Beni Aldatırsa (1933)
Beklenen Şarkı (1953)
Paydos (1954)
Yaşlı Gözler (1955)
Son Beste (1955)
Gülmeyen Yüzler (1955)
Çapkınlar (1961)
Gönül Ferman Dinlemez (1962)
Bir Gecelik Gelin (1962)
Belalı Torun (1962)
Barut Fıçısı (1963)
Genç Kızlar (1963)
İstanbul Kaldırımları (1964)
Kaynana Zırıltısı (1964)
Manyaklar Köşkü (1964)
Gençlik Rüzgarı (1964)
Halk Çocuğu (1964)
Anasının Kuzusu (1964)
Gel Barışalım (1964)
Sarı Kızla Kopuk Ahmet (1964)
Hizmetçi Dediğin Böyle Olur (1964)
Hep O Şarkı (1965)
Sevinç Gözyaşları (1965)
Bozuk Düzen (1966)
Aşkın Gözyaşları (1966)
Çalıkuşu (1966)
Sokak Kızı (1966)
O Kadın (1966)
Sevgilim Artist Olunca (1966)
Şoförün Kızı (1966)
Evlat Uğruna (1967)
Sen Benimsin (1967)
Zehirli Hayat (1967)
Dünyanın En Güzel Kadını (1968)
Katip (1968)
Ateşli Çingene (1969)
Esmerin Tadı Sarışının Adı (1969)
Lekeli Melek (1969)
Son Mektup (1969)
Tatlı Sevgilim (1969)
Yumurcak (1970)
Rol aldığı bazı oyunlar
Hisse-i Şayia, Taş Parçası, Aktör Kin, Yorgaki Dandini,
Hamlet, Devlet Kuşu, On İkinci Gece, Matmazel Julie,
Aynaroz Kadısı, Hortlaklar, Mürai, Tersine Akan Nehir,
Bir Kavuk Devrildi, Venedik Taciri, Fermanlı Deli Hazretleri,
Mum Söndü, Bir Ölü Evi, Otello, Kafes Arkasında, Kafatası,
Lüküs Hayat, Yarasa, Müfettiş, Saz-Caz,
Mırnav, Ayaktakımı Arasında, Tebeşir Dairesi, Ahududu,
Küçük Şehir, Oyun İçinde Oyun, Deli Saraylı, Kibarlık Budalası,
Sana Rey Veriyorum, Deli Dolu, Suç ve Ceza, Çifte Keramet,
13-01-2016, 16:59
beaverss
Şeyh Galip ( 1757-1799)
1757'de İstanbul'da doğdu.
Divan edebiyatımızın son büyük şairidir. Asıl adı Mehmed Esad olan Şeyh Galib'in babası Reşid Efendi, annesi Emine Hatun'dur.
Babası tasavvuf eğitimi almış, mevleviliğe ve melamiliğe bağlı şiirlerle uğraşmış, kültürlü bir kişidir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Şeyh Galib'in dedesi Mehmed Efendi de mevlevi tarikati aydınlarındandır.
Şeyh Galib ilköğretimini babasından gördü. Hamdi adlı bir bilginden Arapça dersi almış ve kendisine Esad mahlasını veren Süleyman Neşet'ten de öğrenimi sırasında faydalanmıştır.
Galib ilk şiirlerinde Esad mahlasını kullanmıştır. Fakat bu adın başkalarınca kullanıldığını görerek Galib mahlasını almıştır.
Yirmi dört yaşındayken Divan'ını yazmıştır. 26 yaşındayken Türk Edebiyatı'nda mesnevi türünün en başarılı örneklerinden biri sayılan "Hüsn ü Aşk" adlı eşsiz eserini yazmıştır.
Bir yıl ilimle ve eserlerini yazmakla uğraştı.
Bu tarihte Galata Mevlevihanesi sonra Konya'da Mevlana dergahında çileye girmiştir.
Fakat babasının isteği üzerine çileyi tamamlamadan İstanbul'a dönmüştür. Yenikapı mevlevihanesinde yeniden çileye girdikten sonra hücreye çıkmıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Sütlüce'deki evinde, 1791 yılına kadar şeyhlik yaptı. Sekiz yıl süren dergah şeyhliği sırasında Sultan III. Selim, Valide Sultan, padişahın kız kardeşi Beyhan Sultan'ın yakınları arasında yer aldı.
Onların takdirlerini kazandı.
Şeyh Galib 1799 yılında İstanbul'da vefat etti.
Mezarı Galata Mevlevihanesi'nin avlusundaki türbededir.
Şeyh Galib'in çevresini derinden etkileyen kuvvetli bir şahsiyeti, kendisine ve sanatına tam güveni olduğu anlaşılıyor.
Şeyh Galip Eserleri
•Divan (Şiirler)
• Hüsn ü Aşk (Güzellik ve Aşk)
• Şerh-i Cezîre-i Mesnevî
• Es-Sohbetü's-Sâfiyye
14-01-2016, 07:32
beaverss
Sabite Tur Gülerman Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Ocak 1927'de babası Hasar Tur'un görevli olarak bulunduğu Çorum'un Kargı ilçesinde doğdu.Annesi ise Ayşe Kezban Tur(1902-1983)'dur.Ailesi çok kısa bir süre sonra İstanbul'a yerleşti. Sabite Tur Beyoğlu Ortaokulu'nu bitirdi, ilk musiki hocası klarnetçi Salih Orak'tır. Daha sonra Eyyubî Ali Rıza Şengel'le çalıştı; ondan uzun yıllar ders aldı. Klasik musiki üslubunu ve repertuvarını öğrendi. Ayrıca Selahattin Pınar ile Saadettin Kaynak'tan yararlandı.
Sabite Tur musiki icrasına radyoda başladı; 1948'de Ankara Radyosu'na girdi, iki buçuk yıl Ankara'da çalıştıktan sonra İstanbul'a geldi. Tepebaşı gazinosunda da okumaya başladı; bu gazinoda Selahattin Pınar'la birlikte sahneye çıktı. Bir yandan da İstanbul Radyosu'nda okuyordu.
Radyo ve sahne çalışmalarının dışında 78 ve 45 devirli plaklar doldurdu, 1970'li yıllarda televizyonda da solo konserler verdi. 27 Mayıs 1989'da İstanbul'da öldü. Mezarı Küçükyalı'dadır. Sabite Tur, Ses Tiyatrosu'nun kurucularından, tiyatro oyuncusu Rafet Gülerman (1919-2001) ile evliydi.
Sabite Tur Gülerman 1950 sonrasının en başarılı hanendelerindendir. Çok kıvrak bir hançeresi vardı. Ses alanı her eseri okuyabilecek kadar genişti; özellikle sesinin tiz bölgesine çok hakimdi; tiz perdelerin kullanıldığı eserleri yerinden, hatta daha da tiz akortlardan okurdu. Gülerman klasik ve çağdaş musiki repertuvarının en zor eserlerini başarıyla seslendirmiştir. Gülerman'ın özellikle klasik eserlerdeki yorumu musiki çevrelerinde çok beğenilmiştir. Kendi döneminde yaşayan bestecilerin eserlerini de başarıyla okumuştur.
Gülerman radyonun gerçek yıldızlarındandı. Radyo programları onun yurt çapında sevilen bir ses olmasını sağlamıştır. .Özellikle "Erişti nevbahar eyyamı" isimli şarkıyı yorumlaması ile tanınır oldu. "Keman sesli kadın" olarak anıldı.
Mezarı ise Küçükyalı Mezarlığında bulunmaktadır...
14-01-2016, 07:34
beaverss
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Yunus Emre kimdir? Yunus Emre nin hayatı
Halk ve tasavvuf edebiyatının en önemli isimlerinden Yunus Emre nin hayatı hakkında bilgiler
Yunus Emre (1240 Eskişehir-1321), Anadoluda yaşamış, şiirlerini Türk diliyle kaleme almış mutasavvıf ve halk şairidir. Yunus Emre'nin hayatı hakkında kesin bilgilerimiz bulunmamaktadır. Bilgilerimiz kimi eserlerinde kendi hakkında yazdıklarına ve menkıbelere dayanmaktadır.
Bu menkıbelere göre çiftçilikle geçinenYunus Emre kıtlık çıkınca Kırşehir'de bulunan Hacı Bektaş Veli'nin yanına gitmeye karar verir; çünkü Hacı Bektaş kapısına gelen kimseyi geri çevirmezdi. Hacı Bektaş Yunus Emre'yi çok sever ve buğday mı, himmet mi istediğini sorar. Yunus himmetin karın doyurmayacağını, buğday istediğini söyler. Buğdayı alır, yolda pişman olup geri döner. Himmet istediğini söyler. Hacı Bektaş o anahtarı Taptuk Emre'ye verdiğini söyleyince Yunus Taptuk Emre'nin yanına gider, derviş olur ve kırk yıl boyunca dergaha odun taşır ve bir kez bile eğri odun getirmez. Soranlara o kapıdan odunun bile eğrisinin giremeyeceğini söyler. Yunus Emre erenlik mertebesine ulaşmak için her şeyi yapar fakat hiçbir zaman ulaştığını düşünmez. En sonunda dergahtan ayrılır.
Dergahtan ayrıyken yaşadıkları sonucunda erenlik mertebesine ulaştığına kani olan Yunus Emre, dergaha geri döner. Hayatını dergahta kaybettiği rivayet olunur.
Yunus Emre halk için halkın diliyle yazmış, bu nedenle de iyi anlaşılmış ve çok sevilmiştir. Şiirleri tasavvufidir. Aruz ölçüsüyle de şiirler yazmış olmasına rağmen en önemli şiirleri hece ölçüsü ile yazdıklarıdır. Yunus Emre'nin Risaletün-Nushiyye ve Divan adlarında iki eseri bulunmaktadır.. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendin bilmezsin
Ya nice okumaktır
Okumaktan murat ne
Kişi Hak'kı bilmektir
Çün okudun bilmezsin
Ha bir kuru ekmektir
Okudum bildim deme
Çok taat kıldım deme
Eğer Hak bilmez isen
Abes yere gelmektir
Dört kitabın mânâsı
Bellidir bir elifte
Sen elifi bilmezsin
Bu nice okumaktır
Yiğirmi dokuz hece
Okursun uçtan uca
Sen elif dersin hoca
Mânâsı ne demektir
Yunus Emre der hoca
Gerekse bin var hacca
Hepisinden iyice
Bir gönüle girmektir
Yunus Emre
14-01-2016, 07:35
beaverss
Jeanne d'Arc'
Doğumu : 6 Ocak 1412
Ölümü (Yakılması )30 Mayıs 1431
Yüz yıl savaşları boyunca İngiltere 'ye karşı ülkesi Fransa ya memleketi Lorraine deki cephelerden başlayarak manevi anlamda büyük destek olan ve sonradan ünü Fransa'nın dört bir yanına yayılmış bir Fransız katolik azizesidir.
Fransa'nın kuzey doğusundaki Manş Irmağı'nın üzerinde bulunanDomremy köyünde doğdu
12 yaşındayken St. Catherine, St. Margearet ve St. Micheal tarafından Fransa Kralı vıı Charles ile Yüzyıl savaşları esnasında İngiliz hakimiyeti altındaki Fransa'yı koruması için vizyonlar aldığı söylemiştir.
Aldığı vizyonların sıklaşmasının sonucunda yaşadığı dönemde çok riskli bir karar olmasına rağmen 16 yaşında evinden ayrılmıştır.
VII. Charles ile görüşmüş ve Poitiers 'de din adamlarından oluşan kurulda bir takım sınavlardan geçtikten sonra kral tarafından verilen izinle Fransa Ordusu'nda katılıp İngilizlere karşı savaşmıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bir dizi zaferli savaştan sonra 23 Mayıs 1431 tarihinde, Compiègne'de İngiliz hizipleri tarafından yakalanıp İngiliz yanlısı Beauvais Piskoposu Pierre Couchon'un başkanlığındaki bir engizisyon mahkemesinde erkek giysileri giyip savaşan ve gaipten sesler duyan bir kâfir olduğunu öne sürülerek henüz 19 yaşındayken 30 Mayıs 1431 tarihinde Rouven kentinde 10.000 kişinin toplandığı Vieux-Marchè meydanında diri diri yakılmıştır.
Ölümünden 490 yıl sonra öldürme kararını veren aynı kilise tarafından azize ilan edilmiştir.
Jeanne D'arc, Fransa'nın Koruyucu Azize' si ve Orleans Bakiresi olur.
Ve St. Denis, St. Tours Martin, St. Louis, St. Michael, St. Remi, St. Petronilla, St. Radegund ve St. Lisieux Thérèse ile beraber önemli azizelerinden sayılır.
Ölmeden önce ve öldükten sonra adını korumak için görülmüş tüm mahkeme kayıtları bugün Fransa Millî Kütüphanesi'nde saklanmaktadır.
Yaşadığı tarihteki diğer kişiler ile kıyaslandığında, hakkında en çok şey bilinen kişilerden biridir. Jan Dark bugün Fransanın 'nın en önemli azizelerinden ve kutsal ikonlarındandır.
Hayatı edebiyatta ve sinemada yoğun şekilde konu edilmiştir.
14-01-2016, 07:36
beaverss
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
ALADDIN ATTAR HAZRETLERİ
[B]ALADDIN ATTAR HAZRETLERİ
1 . Bölüm) Adı: Muhammed b. Muhammed Buharidir. Şah-ı Nakşibendin en büyük halifesi ve damadı.
Şah-ı Nakşibend daha hayatta iken bir çok talebelerini ona havale ederdi ve derlerdi ki: Alaüddin bizim yükümüzü hafifletti.
Henüz çocuk iken Şah-ı Nakşibend hazretleri temiz annesine
Alaüddin buluğa erince bana bildiriniz diye tembih eylemişti. Buluğa erişince Şah-ı Nakşibend hazretleri Kasri Aırifan dan kalkıp, şehre gelerek Alaüddinin tahsilde bulunduğu medreseye gidip, altında bir eski hasır, başı altında bir tuğla, önünde bir kitap mütalaa etmekte olduğunu görür.
Alaüddin, Şah-ı Nakşibend hazretlerini görür görmez, saygı için ayağa kalkar, hazreti haceyi, hücresinde daha iyi bir yer olmadığı için kendi yerine oturtur. Sonra hazreti hace, Alaüddine hitaben:
Eğer kabul edersen, evimde henüz büluğa ermiş temiz bir kızım vardır. Sana tezviç edeyim buyurduklarında hace Aftar, tam bir edeple: Bu hakir hakkında büyük bir lütuf ve saadet buyurdunuz. Fakat görüyorsunuz ki yanımda dünyalık olarak hiçbir şeyim yoktur diye arzeyleyince, Hazreti Şah-ı Nakşibend:
Benim kızım sana müyesser ve mukadderdir. Rızkınız da Allahü Tealanın gayb hazinelerinden gönderileceği bildirilmektedir. Bunun için hiç üzülme buyurup, iffet ve ismet sahibi kızını hace Attara akd ve tezvic eylemişler.
Alaüddin Attarın bu afifeden Hace Hasan Attar, Hace Şehabeddin, Hace Mübarek ve Hace Alaeddin adlarında oğulları dünyaya gelmiştir.
Büyük alim Seyyid Şerif Cürcani diyor ki: Alaüddin-i Attar hazretlerinin sohbetine kavuşunca Rabbimi tanıyabildim. 0 zamana kadar cahil idim.
Hastalıkları esnasında şöyle nasihat ettiler: Merasim ve adetleri bir tarafa bırakınız. Halkın adeti neyse, aksini yapınız. Birbirinize uyunuz! Allahm Resulunun gelişi, insanların me-rasim ve adetlerini bıraktırmak içindi. Birbirinize sığınınız ve her biriniz kendinizi nefyetip diğerinizi doğrulayınız. Ölçüleri yerine getirmek azminden dönmeyiniz. Sohbet en büyük sünnetlerdendir. Bu sünnete riayet edip, umumi ve hususi şekilde ona devam ediniz.
Eğer bu yolda istikamet gösterirseniz, tek nefesteki hasılatınız, benim bir ömür boyu kazancım kadar olur. Vasiyetimi çiğneyecek olursanız perişan olursunuz.
Yine buyurdu: Sohbet müekked sünnettir. İki günde bir bu taife ile sohbet edip bunların edeplerine hakkıyla riayet eylemek lazımdır, Eğer arada zahiri uzaklık varsa, hiç olmazsa ayda veya iki ayda kendi zahiri ve Batıni halini mürşidine bildirmek gerekir. Aradaki mesafe ne olursa olsun, mürit hayal yoluyla, mürşidine yükselmeli, onunla meşgul olmalıdır ki, külli uzaklık ve gaflet ona hakim olmasın.
Son hastalığında buyurdu: Allahü Tealanın İnayeti ve Hace Bahaeddin hazretlerinin nazar ve himmetleri ile, istesem bütün insanları velayet mertebesine kavuştururdum.
Kendisinde sahiv liali çok idi. Muhammed Parisa hazretlerinde ise kendinden geçme hali çok olurdu. Sahiv, yani kendinde olmak halinin sekirden üstün olduğuna hakikat sahipleri bildirmişlerdir.
2-) bolum: Ubeydullah-ı Ahrar hazretleri buyurur:
Hazreti Hace Bahaeddin vefat ettikten sonra, şanının yüksekliğindendir ki, bütün eshabı, hatta Muhammed Parisa hazretleri dahi Hace Alaüddin hazretlerine biat eylemişlerdir.
Buyurdu: Murakebe yolu, nefy ve isbat yolundan yüce ve cezbeye daha yakındır. Murakabe yolundan vezirlik mertebesine ve mülk ve melukatta tasarrufa erişmek olur. Kalpden geçenleri bilmek, mevhibe nazarı ile bakmak ve dilediği batını nurlandırmak, murakabeye devamla.olur.
Buyurdular: Mürşide yapılan rabıta, hakikatte gayr ve neticede lüzumsuz olmasına rağmen; başlangıçta erişme (vüsul) sebebidir. Bu yolun isteklileri başlangıçta mürşidinden gayri bütün alakaları nefyetmek ve kalbinde yalnız mürşidini tutmak borcundadır.
Tefsirci: Saliklere başlangıçta mürşit alakasını muhafaza etmeleri en önemli borçtur. Zira mürşit; ilahi hakikatin aynasıdır. Ve ona yönelmek, fena makamına ermeyi ve cezbeye nail olmayı neticelendirir. Cezbesiz ise bu yol açılamaz -bu gayrdır ve onu da nefyetmek lazımdır- diye düşünecek olursa; yolda kalır ve tek adım terakki edemez.
Her şeyi yerinde kabullenmek ve yerinde nefyetmek lazımdır.
Mesela; yolun sonuna gelen, hakikate varmış demektir. Ve her şey ona mürşidî gibi mutlak güzellikten bir ayna haline gelmiştir. Bu makamda hakikati mürşidin aynasından görmekte devam etmek, noksanlık olur.
H. 802 yılın Recep ayında vefat ediyorlar.
Mübarek; orta boylu güler yüzlü, esmer renkliydi. Sakalı gür, daima huzur ve huşu içindeydi.
RABBIM SEFAAT INE MAZHAR EYLE SIN
14-01-2016, 07:37
beaverss
Muammer Karaca
8 Kasım 1906 yılında İstanbul'da doğdu. Bulvar tiyatrosunun önde gelen isimlerindendir. Türk tiyatrosunun unutulmaz oyunlarından Cibali Karakolu'nun yazarı, Karaca Tiyatrosu'nun kurucusudur.
Veterinerlik öğrenimini yarım bırakarak tiyatroya yöneldi. İlk kez 1923'te Sahir Opereti'nde sahneye çıktı. 1924'te Darülbedayi'ye girdi ve Renkli Fener oyununda rol aldı. 1930'daki kısa süreli Süreyya Opereti deneyiminden sonra tekrar Darülbedayi'ye döndü. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Muaammer Karaca, Atatürk'ün silah arkadaşlarından birisi olan dönemin İzmir valisi Kazım Dirik'in kızı Şükran Hanım ile evlendi. Bu evlilik, ailenin izin vermemesi nedeniyle Şükran Hanım'ın kaçırılması sonucu gerçekleşti ve gazete manşetlerine yansıdı.
1945'te bir süre Ses Opereti'nde çalıştıktan sonra Karaca Opereti'ni kurdu. 1955'te Karaca Tiyatrosu'nu kurdu. Tiyatronun açıldığı yıl Cibali Karakolu adlı oyunu sahneye koydu. Cibali semtindeki insanlarla semt karakolundaki polislerin yakın ilişkisinden ilham alan oyun, üç bin kezden fazla sahnelendi. Hulki Saner'in yönetmenliğinde 1966'da sinemaya uyarlandı.
Muhsin Ertuğrul'un Karım Beni Aldatırsa (1938) filmiyle sinema oyunculuğuna da başlayan Karaca, bir çok filmde karakter rollerine çıktı. Cibali Karakolu gibi tiyatrodan uyarlanan bazı filmlerde başrol oynadı.
Sanatçı 28Nisan 1978'de hayatını kaybetti. İstanbul'da İstiklal Caddesi'nde Karaca çıkmazında yaptırdığı Karaca Tiyatrosu, özel tiyatrolara kiralanan bir tiyatro binası olarak Türk tiyatrosuna hizmet etmeyi sürdürmektedir. Ayrıca Cem Karaca'nın babası.
Filmografisi
Şehvet Kurbanı Şevket - 1975
Hızlım Benim - 1975
Reisin Kızı - 1974
Büyük Şamata - 1973
Ay Aman Of - 1972
Demirel'e Söylerim - 1967
Cibali Karakolu 1966
İstanbul Yıldızları - 1952
Kızılırmak - Karakoyun - 1946
Akasya Palas - 1940
Bir Kavuk Devrildi - 1939
Allahın Cenneti - 1939
Taş Parçası - 1939
Aynaroz Kadısı - 1938
Milyon Avcıları - 1934
Leblebici Horhor Ağa - 1933
Söz Bir Allah Bir - 1933
Karım Beni Aldatırsa - 1933
Cici Berber - 1933
14-01-2016, 07:39
beaverss
Aşık Veysel Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Derdimi söylesem derin dereye
Doldurur dereyi düz olur gider
Irakipler sıra dağlar arada
Korkarım yar benden yoz olur gider
Pervane ateşten sakınmaz canı
Uğruna koymuşum başı bedeni
Doldur tüfeğini hedef et beni
Yaram doksandokuz yüz olur gider
Veysel der çıkayım bir yüce dağa
Ağaçlar bezenmiş yeşil yaprağa
Zaman olur tenim düşer toprağa
Karışır toprağa toz olur gider
Aşık Veysel Şatıroğlu
14-01-2016, 07:43
beaverss
J. K. Rowling Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
J. K. Rowling
Kendileri 1965 İngilter doğumlu olup asıl ismi "Joanne Kathleen Rowling"dur ama ilk kitabın yayımcısı olan Blommsbury; genç erkeklerin, kitabın yazarının kadın olduğunu öğrendiklerinde, kitabı okumamak istemesinler diye ismini erkek ismine benzetmek için "J. K. Rowling" şeklinde kullandı.
Rowling'in aklında büyücülük okulunda okuyan bir çocuğun hikâyesi vardı. Rowling, 4 saat rötarlı bir Manchester-Londra tren yolculuğu sırasında bir hikâye üzerinde yoğunlaştı ve yolculuk sonunda Harry Potter ve Felsefe Taşı kitabının temel hikâyesi ve karakterleri aklının bir köşesinde oluşmaya başladı. Rowling, öğle aralarında hikâyeyi kağıda dökmeye başladı.
1992 yılında Portekizli televizyon gazetecisi Jorge Arantes'le evlendi ve 27 Temmuz 1993'te ilk çocuğu Jessica Rowling Arantes'i dünyaya getirdi. Çift 1995 yılında ayrıldı.
1994'te Edinburgh'a taşındı.Tek geçim kaynağı işsizlik maaşı olan Rowling, ilk kitabını burada şimdi bir Çin lokantası olan Nicolson's Café'de tamamladı. Rowling aynı zamanda Edinburgh Üniversitesi'nde bir yıllık bir yüksek lisans diploması için okudu ve 1996 yılında buradan mezun oldu...
Rowling'in Harry Potter serisi tüm dünyada 400 milyon kopya satarak hem kitabı hem de yazarını büyük bir üne kavuşturdu. Eser, çocukların gözünden alabildiğine engin bir hayal dünyasına seslendiğinden son derece büyük bir ilgiyle okundu ve bir anda çok satan kitapların en başına yükseldi. Doğal olarak yazar Rowling' de kitaptan edindiği 1 milyar doları aşan servetiyle bir kitap yazarak dolar milyarderliğine çıkan ilk kişi oldu ve Rowling aynı zamanda İngiltere'nin en zengin kadını ünvanını elde etti.
2001'de küçük bir törenle Neil Murray adında bir doktorla evlendi. 2003'te ikinci çocuğunu dünyaya getirdi. Harry Potter ve Zümrüdüanka Yoldaşlığı kitabını kocası Niel'la çocukları Jessica ve David'e ithaf etti. 2005'te üçüncü çocuğunu dünyaya getirdi ve Harry Potter serisinin altıncı kitabı Harry Potter ve Melez Prens adlı kitabı en küçük çocuğuna ithaf etti. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
14-01-2016, 07:46
beaverss
Halide Edip Adıvar Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
1882 de İstanbul da doğdu. 9 Ocak 1964 te İstanbul da yaşamını yitirdi. 1901 de Üsküdar Amerikan Kız Koleji nde mezun oldu. Öğretmenleri arasında Rıza Tevfik Bölükbaşı ile sonradan evlendiği ve ilk kocası olan Salih Zeki de vardı. İlk yazıları Halide Saliha takma adıyla Tanin gazetesinde yayınlandı. Balkan Savaşı yıllarında hastanelerde çalıştı. Gerek bu çalışmaları, gerekse müfettişliği sırasında İstanbul semtlerini dolaşması, ona çeşitli kesimlerden insanları tanıma fırsatını verdi. Gericilerin tepkisinden çekindiği için 31 Mart Olayında çocuklarıyla birlikte Mısır a gitti. Ayaklanmanın bastırılmasından sonra yurda döndü. 1909 dan sonra öğretmenlik, müfettişlik yaptı.Kadınların toplumsal yaşama katılması ve eğitilmesi için çalışan Teâli-i Nisvan Cemiyetini kurdu. 1912 de kurulan Türk Ocağı na katıldı. 1919 da Wilson Prensipleri Cemiyeti nin kurucuları arasında yer aldı. Aynı yıl İzmir in Yunan ordusu tarafından işgal edilmesini protesto için Sultanahmet Meydanı nda düzenlenen mitingde yaptığı etkili konuşma büyük yankı uyandırdı. Hakkında soruşturma açılınca, 1917 de evlendiği ikinci eşi Adnan Adıvar birlikte Anadolu ya geçerek Kurtuluş Savaşı na katıldı. Çeşitli cepheleri dolaştı, Mehmetçiklere moral ve destek verdi. Kendisine önce onbaşı, sonra da üstçavuş rütbesi verildi.
Savaş sürerken Atatürk ile siyasi görüş ayrılığına düştü. 1917 de Adnan Adıvar ile birlikte yurtdışına çıktı. Fransa ve İngiltere de yaşadı. Amerika da Columbia Üniversitesi, Hindistan da Delhi İslam Üniversitesi nde konuk öğretim üyesi olarak dersler verdi. 1939 da Türkiye ye döndü. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi Kürsüsü Başkanı oldu. 1950 de milletvekili seçildi. 4 yıl sonra tekrar üniversiteye döndü. Ölümüne kadar kürsü başkanlığı görevini sürdürdü. 1910 da yayınlanan ilk romanı Seviye Talip ile 1911 de yayınlanan ilk öykü kitabı Harap Mabetler edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılandı.
Romanlarının kadınları, Batılı bir anlayışla idealize edilmiş, güçlü ve kültürlü kadınlardı. Kahramanlarının kişiliklerine, ruh yapılarına ve davranışlarına önem vererek bu özelliğiyle Türk romanında yeni bir adım attı.Kurtuluş Savaşı döneminde ulusçu, milli duyguları öne çıkaran roman ve öyküler kaleme aldı.Yeni Turan , Ateşten Gömlek ve Vurun Kahpeye bu dönemin eserleridir. En tanınmış romanı Sinekli Bakkal yazarlığında olgunluk dönemini gösterir. Bu romanda Sinekli Bakkal mahallesinde yaşayan insanlar, aydınlar ve saray çevresi gibi 2 nci Abdülhamit döneminin farklı toplum kesimleri canlandırılır. Bu romanın yazıldığı yıllarda Türkiye bağımsız ve Batı yanlısı bir ülke olmayı tercih etmişti. Bir yandan da Tanzimattan beri süren Batı-Doğu çatışmasından kurtulamamıştı.Halide Edip, Sinekli Bakkal da Doğu nun değerlerini bulup çıkarmak, Batı nın karşısına koymak amacındadır. Roman roman yanıyla zayıf olmakla eleştirildi. Halide Edip in İngilizce yazılmış incelemeleri de var.
ESERLERİ
ROMAN:
Heyula (1908)Raik in Annesi (1909)Seviye Talip (1910)HandanYeni Turan (1912)Son Eseri (1913)Mevud Hüküm (1918)Ateşten GömlekVurun Kahpeye (1923)Kalp Ağrısı (1924)Zeynonun Oğlu (1928)Sinekli BakkalYolpalas Cinayeti (1937)Tatarcık (1939)Sonsuz Panayır (1946)Döner Ayna (1954)Akile Hanım Sokağı (1958)Kerim Ustanın Oğlu (1958)Sevda Sokağı Komedyası (1959)Çaresaz (1961)Hayat Parçaları (1963)
ÖYKÜ:
İzmir den Bursa ya (Yakup Kadri,Falih Rıfkı ve Mehmet Asım Us ile birlikte, 1922)Harap Mabetler (1911)Dağa Çıkan Kurt (1922)
OYUN:
Kenan Çobanları (1916)Maske ve Ruh (1945)
ANI:
Türkün Ateşle İmtihanı Mor Salkımlı Ev (1963)
SİNEKLİ BAKKAL
İstanbul Aksaray da, Sinekli Bakkal Sokağında mahalle imamının kızı Emine, babasının karşı çıkmasına rağmen orta oyunlarında kadın kılığına girip oynayan Tevfik le evlenir. Emine evlatlıktan reddedilir. Bu evlilikten bir kız çocuğu olur. Kızın adı Rabia dır. Rabia, sesi güzel olan bir kızdır. Kuran ve mevlit okur. Zaptiye Nazırı Selim Paşaânın konağına bu amaçla gider. Sesine hayran olan Paşa, İtalyan müzisyen Pregriniden Rabiaya ders aldırır. Daha sonra Pregrini Müslüman olur ve Rabiayla evlenir. Rabianın babası Tevfik, Milli Mücadeleye katılır. Rabianın bir çocuğu olur. Tevfik dönünce baba kız Sinekli Bakkalda yaşamaya başlarlar.
Yapıtın Özellikleri ve Önemi
Yapıt bir töre romanıdır. II. Abdülhamit Dönemini yansıtmasıyla önemli olan eser, edebiyatımızda en çok baskısı yapılan romandır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Adnan Adıvar ( 1881)- (1955)doktor, milletvekili, bakan, yazar
1881 yılında doğdu. Tıbbiye'yi bitirince (1905) Avrupa'ya kaçtı. Berlin Tıp Fakültesi'ne iç hastalıkları asistanı oldu. 1908'den sonra İstanbul'a döndü, Tıp Fakültesi'ne profesör oldu. Mütareke yıllarında, Osmanlı Meclis-i Mebusan'ında İstanbul mebusu oldu. İstanbul'un işgali üzerine, eşi Halide Edip Adıvar ile Anadolu'ya geçti. Birinci Büyük Millet Meclisi hükümetinin sağlık bakanı oldu. Son yıllarında günlük gazetelerde yazılar yazdı. 1955 yılında öldü.
ESER-AYRINTI
Osmanlı Türklerinde İlim
A. Adnan Adıvar
Remzi Kitabevi
Bu eseri okuyanlar, Osmanlı Türkiyesinde müspet ilimlerinin XIX.yüzyıla kadar ancak "Arap ve Fars dillerindeki ilim"in eksik ve bazen de yanlış bir devamından ibaret olup, ne muhteva, ne de metot bakımından "Yunan mucizesi"nin Doğuya geçmesiyle aldığı şekilden ayrı bir şekil olmadığını, ama bu ilimlerin, Batıdan fikir ve metot alarak, yeniliğe doğru yürüdüğü nadir safhalar oluşmuşsa, onların önemle beriltildiğini göreceklerdir.
HAKKINDA YAZILANLAR
İslâm Ansiklopedisi
1940-1987 yılları arasında yayımlanan İslâm tarih, coğrafya, etnografya ve biyografi ansiklopedisi.
2-5 Mayıs 1939'da Ankara'da toplanan I. Türk Neşriyat Kongresi'nde alınan karar doğrultusunda Maarif Vekili Hasan Âli Yücel'in İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü'ne gönderdiği 9 Mayıs 1939 tarihli bir yazıyla, Hollanda'nın Leiden şehrinde yayımlanması tamamlanmış olan The Encycîopctedia of islam'ın zeyil maddeleriyle beraber Türkçe'ye çevrilmesi istenmiştir. Bunun üzerine Edebiyat Fakültesi'nde kurulan bir heyet tarafından düzenlenen rapor muhtevasındaki prensip kararlarına göre yapılan hazırlıklardan sonra Aralık 1940 ta İslâm Ansiklopedisi'nin ilk fasikülü çıktı.
Çalışmalar önce fakülte dekanı Hamit Ongunsu'nun sorumluluğunda yürütülürken kısa bir süre sonra ansiklopedinin yönetimine Abdülhak Adnan Adıvar getirildi.
Yayın kuruluna da Reşit Rahmeti Arat, Avni Başman, Sabrı Esat Siyavuşgil ve M. Şerefettin Yaltkaya üye; Besim Darkot, Mükrimin Halil Yınanç, Zeki Velidi Togan, Cavit Baysun, Ahmet Ateş ve M. Tayyib Gökbilgin yardımcı tayin edildi.
İlk çalışmalarına, Türkiyat Enstitüsü'nün bugün İstanbul Üniversitesi Profesörler Evi olarak kullanılan binasında başlayan İslâm Ansiklopedisi heyeti. 1947 yılından itibaren enstitünün taşındığı Hasan Paşa Medresesi"nde faaliyetini sürdürdü.
Mesai arkadaşlarıyla birlikte ansiklopediye ilk ilmî hüviyetini veren Adıvar'ın vefatı üzerine (1955) kurul başkanlığına Cavit Baysun, heyet üyeliklerine de Reşit Rahmeti Arat, Ahmet Ateş ve Besim Darkot getirildi.
Bazı görüş ayrılıkları sebebiyle Millî Eğitim Bakanlığı 1961'de bu kurulu görevden alarak Ahmet Ateş başkanlığında Reşit Rahmeti Arat, İbrahim Kafesoğlu ve Tahsin Yazıcı'dan oluşan yeni bir yayın kurulu tayin etti.
Ahmet Ateş'in 1966'da ölümünden sonra Tahsin Yazıcı başkan, Fikret Işıltan, Sadettin Buluç ve Nihad M. Çetin de üye olarak görevlendirildi.
Bazı eleştiriler ve Buluç'un yurt dışına gitmesi üzerine bir süre sonra heyet dağılınca istifası bakanlıkça kabul edilmeyen Tahsin Yazıcının başkanlığında Orhan F. Köprülü. Abdülkadir Karahan ve Nejat Göyünç'ten oluşan beşinci heyet göreve başladı (1970).
Ancak Göyünç'ün tayininin çıkmaması ve Karahan'ın da istifası (1972) yüzünden iki kişi kalan heyete çeşitli zamanlarda Sadettin Buluç (1971), Bekir Kütükoğlu (1975) ve İbrahim Kafesoğlu (1976) katıldı.
1980 yılında Tahsin Yazıcı'nın yerine Bekir Kütükoğlu kurul başkanlığına getirildi, Nihad M. Çetin de ondan boşalan üyeliğe tayin edildi.
Ertesi yıl Kütükoğlu görevden alınarak tekrar Tahsin Yazıcı başkanlığa, ayrıca Nejat Göyünç ve Ahmet Suphi Furat üyeliğe tayin edildi.
Bir süre sonra ayrılan Göyünç'ün yerine Nazif Hoca getirildi.
Ansiklopedi 1987'de Tahsin Yazıcı, Orhan F. Köprülü. Ahmet Suphi Furat ve Nazif Hoca"nın oluşturduğu kurulun yönetiminde tamamlandı.
Başlangıçta ansiklopedinin sadece tercüme yoluyla yayımlanması düşünülmüşse de daha sonra Türkiye'ye ait maddelerin yetersizliği ve yanlışları dikkate alınarak düzeltme ve ilâvelerde bulunulması, bazı maddelerin ise yeniden yazılması uygun görülmüştür.
Böylece her cildin iç kapağındaki ifadeyle "Leyden tab'ı esas tutularak telif, tâdil, ikmal ve tercüme suretiyle" yayımını sürdürmüştür.
Ansiklopedinin çalışma prensiplerinden mütercim, müellif ve redaktörlerin tesbiti ve fasiküllerin neşre hazırlanmasına kadar büyük gayretleri olan heyet başkanı A. Adnan Adıvar'ın ilk fasiküldeki imzasız mukaddimesine göre Leiden yayımında sadece Türk dünyasıyla ilgili maddelerde eksiklik veya hata söz konusu olmuş görünmekteyse de bunun dışındaki İslâmî maddelerde yanlışlar, yetersizlikler, hatta maksatlı saptırmalar da dikkati çekmiştir. Nitekim daha ilkfasiküilerden itibaren Türkler'Ie ilgili maddeler yeniden yazılırken doğrudan İslâmî konuları ihtiva eden maddeler önce bazı dip notlarıyla tashih edilmiş, sonraki ciltlerde bu usul bırakılarak pek çok madde "TH" (Tahrir Heyeti) imzasıyla veya bir Türk müellif tarafından yeniden kaleme alınmıştır.
Bunun neticesinde VI. cilde (1952-1955) kadar büyük bir sayıya ulaşan "TH" imzalı maddeler sonraki ciltlerde azalmış, buna karşılık yerli imzalar artmıştır.
Ansiklopedideki toplam madde sayısının üçte ikisi tercüme, üçte biri telif olduğu halde toplam sayfa hacminin üçte biri tercüme, üçte ikisi telif maddelere aittir.
Formalar arasına ayrıca konulan, çoğu şehir planlarıyla haritalar olmak üzere bazı fotoğrafların dışında ansiklopedi genellikle resimsiz olarak yayımlanmıştır.
İslâm Ansiklopedisi, daha tercüme teşebbüsü sıralarında başlayarak hemen bütün yayın süresince çeşitli yönlerden tenkitlere uğramıştır.
İlk tenkitler, müsteşrik zihniyetiyle yazılmış maddelerin tercümesi yerine daha sıhhatli ve yerli bir ansiklopedi neşri hususunda yoğunlaşmış, sonraki eleştirilerde maddelerin bilgi ve teknik hataları üzerinde durulmuştur.
Tenkitlerin ilki ve en kapsamlı olanı, ansiklopedi henüz hazırlık safhasında iken (1940 başlan) Eşref Edib'in (Fergan) yayımladığı İslâm Ansiklopedisi adlı on bir sayfalık broşürdür. Bu broşürde yer alan eleştiriler ansiklopedinin Leiden basımı üzerinde yoğunlaşmakta, maddeleri doğrudan doğruya tercüme etmenin sakıncaları açıklanmakta, buna karşılık reddiye ve tenkitte bulunulması, bazı parçaların çıkarılması, düzeltmeler yapılması veya yeniden yazılması gibi alternatifler önerilmektedir.
Bu arada İslâm Ansiklopedisi tercüme çalışmalarının devam etmesi üzerine Eşref Edib "tam manasıyla millî ve İslâmî bir eser vücuda getirmek için" telif bir İslâm-Türk Ansiklopedisi'nı ve buna bağlı olarak İslâm Türk Ansiklopedisi Mecmuasın neşretmeye başlamıştır. Bu ansiklopedideki maddelerde ve dergideki yazılarda İslâm Ansiklopedisi'ndeki yanlışlar üzerinde durulmuş, basında yankılanan uzun polemikler olmuştur.
İslâm Ansiklopedisi, seksen sayfa hacmindeki "Atatürk" maddesi dışında Leiden basımında mevcut 6300 kadar madde İle sınırlanmış, ilâvesi düşünülen maddeler yayımın tamamjanmasınin ardından zeyil ciltlerine bırakılmışsa da esasen tahminleri aşan yayın süresi sonunda bundan da vazgeçilmiştir. Personel yetersizliği ve yazı heyetinin sık sık değişmesi yüzünden çalışmaları aksayan ansiklopedi ancak kırk yedi yılda tamamlanabilmiş, on üç ciltte bitmiş görünmesine rağmen V ve XII. ciltlerin ikişer cilt haline gelmesi sebebiyle on beş cildi bulmuştur.
Ansiklopedi maddelerinde konuların önemiyle hacim nisbetleri dengesi de her zaman korunamamıştır. Benzeri büyük hacimli eserlerde kaçınılması mümkün olmayan birtakım İlmî ve teknik hata ve eksiklikler yanında bazı atıfların karşılıksız kaldığı, ayrıca bazıları yeni yazılanlardan olmak üzere mükerrer maddeler bulunduğu da görülmektedir.
Anter ve Sîret-i Anter İbnülfârid ve Ömer b. Ali Abdülmelikb. Mansûr ve Muzaffer Hazlân ve Hizlân Sadreddin Muhammed ve Şîrâzî Nasr b. Hamdan ve Serî Mirza Takî Han ve Takî Han mükerrer yazılmış maddelerdir.
Bütün aksaklıklarına rağmen İslâm Ansiklopedisi, özellikle son ciltlerindeki telif maddeleriyle Türk ve dünya literatüründe önemli bir kaynak olma durumunu muhafaza etmektedir.
14-01-2016, 07:50
beaverss
Necip Fazıl Kısakürek (1905 - 1983) Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
»Doğum Tarihi:26 Mayıs 1905
»Ölüm Tarihi:25 Mayıs 1983
İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdikten (1924) sonra gönderildiği Fransa'da Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümünde okudu. Paris'te geçen bohem günlerinden sonra, Türkiye'ye dönüşünde Hollanda, Osmanlı ve İş Bankalarında müfettiş ve muhasebe müdürü olarak çalıştı. Bir Fransız okulu, Robert Kolej, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi, Ankara Devlet Konservatuarı, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde hocalık yaptı(1939-43). Sonraki yıllarında fikir ve sanat çalışmaları dışında başka bir işle meşgul olmadı.26 Mayıs 1905'da doğdu. Maraş'lı bir soydan gelen Necip Fazıl'ın çocukluğu, mahkeme reisliğinden emekli büyük babasının İstanbul Çemberlitaş'ta ki konağında geçti. İlk ve orta öğrenimini Amerikan ve Fransız kolejleri ile Bahriye Mektebi'nde (Askeri Deniz Lisesi) tamamladı. Lisedeki hocaları arasında dönemin ünlülerinden Yahya Kemal, Ahmet Hamdi (Akseki), İbrahim Aşkı gibi isimler vardı.
Şairliğe ilk adımını on yedi yaşında iken, annesinin arzusuyla başladı ve ilk şiirleri Yeni Mecmua'da yayımlandı. Milli Mecmua ve Yeni Hayat dergilerinde çıkan şiirleriyle kendinden söz ettirdikten sonra, Paris dönüşü yayımladığı Örümcek Ağı ve Kaldırımlar adlı şiir kitapları onu çok genç yaşta çağdaşı şairlerin en önüne çıkararak edebiyat çevrelerinde büyük bir hayranlık ve heyecan uyandırdı. Henüz otuz yaşına basmadan çıkardığı yeni şiir kitabı Ben ve Ötesi (1932) ile en az öncekiler kadar takdir toplamayı sürdürdü
Şöhretinin zirvesinde iken felsefi arayışlarını sürdürüp içinde yeni bir dönemin doğum sancısını hisseden Necip Fazıl için 1934 yılı gerçekten de hayatının yeni bir dönemine başlangıç olur. Bohem hayatını en koyu rengiyle yaşadığı günlerde Beyoğlu Ağa Camii'nde vaaz vermekte olan Abdülhakim Arvasi ile tanışır ve bir daha ondan kopamaz. Necip Fazıl' ın hemen tümünde üstün bir ahlak felsefesinin savunulduğu tiyatro eserlerini birbiri ardına edebiyatımıza kazandırması bu döneme rastlar. Tohum, Para, Bir Adam Yaratmak gibi piyesleri büyük ilgi görür. Bu eserlerden Bir Adam Yaratmak, Türk tiyatrosunun en güçlü oyunlarındandır.
Necip Fazıl'ın şairliği ve oyun yazarlığı kadar önemli yönü, çıkardığı dergiler ve bu dergilerde çıkan yazılarla sürdürdüğü mücadeledir. Haftalık Ağaç dergisi(1936, 17 sayı) dönemin ünlü edebiyatçılarının toplandığı bir okul olmuştur. Büyük Doğu dergisinde çıkan yazılarıyla İsmet Paşa ve tek parti (CHP) yönetimine şiddetli bir muhalefet sürdürmesi sonucu hakkında açılan çok sayıda davada yüzlerce yıl hapsi istendi, Cinnet Mustatili adlı eserinde hapishane anıları yer alır. Sık sık kapatılan ve toplatılan Büyük Doğu'nun çıkmadığı sürelerde günlük fıkra ve çeşitli yazılarını Yeni İstanbul, Son Posta, Babıalide Sabah, Bugün, Milli Gazete, Hergün ve Tercüman gazetelerinde yayımlandı. Büyük Doğu'da çıkan yazılarında kendi imzası dışında Adıdeğmez, Mürid, Ahmet Abdülbaki gibi müstear isimler kullandı. 1962 yılından itibaren de hemen hemen tüm Anadolu şehirlerinde verdiği konferanslarla büyük ilgi topladı.
1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü'nü, 'İman ve İslam Atlası' adlı eseriyle fikir dalında Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı (1981), Türkiye Yazarlar Birliği Üstün Hizmet Ödülü'nü (1982) almıştır. Ayrıca Türk Edebiyatı Vakfı'nca 1980'de verilen beratla 'Sultan-üş Şuara' (Şairlerin Sultanı) ünvanını kazanmıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Sakarya Türküsü
İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Herşey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük-küçük kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya'nın, Türk tarihi vurulur.
Eyvah eyvah, Sakarya'm, sana mı düştü bu yük?
Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük! ..
Ne ağır imtihandır, başındaki, Sakarya!
Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?
İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal;
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal.
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan;
Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!
Ellerime uzanan dudakları tepeyim
Allah (celle celaluhu) diyen gel seni ayağından öpeyim.
Ne var ki pazarlığa girişecek ecelle
sermayem tek kelime Allah(celle celaluhu) Azze ve Celle.
Güzel Allah'ım (celle celaluhu) Senden ne gelecekse gelsin
Sen ki Rahmetinle de Kahrınla da güzelsin.
Neye yaklaşsam, sonu uzaklık ve kırgınlık
Anla ki yok, Allah'tan (celle celaluhu) başkasıyla yakınlık.
Kudret O'nun, gayrında ne mecal var ne tüvan
Alim ilmine yansın, pazusuna pehlivan.
Rabbim! Rabbim! bu işin bildim neymiş Türkçesi
Senin aşkın ateştir, ateşin gül bahçesi.
Neye baksam aynı şey neyi görsem aynı şey
Olan Sensin, hey gidi hakikat Sultanı hey.
Bu yük Senden Allah'ım (celle celaluhu), çekeceğim naçarım
Senden Sana sığınır, Senden Sana kaçarım.
Sana şah damarından daha da yakın Allah(celle celaluhu)
Günah mı dedin, Ondan uzağa düşmek günah.
Göz kaptırdığım renkten, kulak verdiğim sesten
Affet Allah'ım (celle celaluhu)Senden habersiz aldığım her nefesten.
Allah(celle celaluhu) dostunu gördüm bundan altı yıl evvel
Bir akşamdı ki, zaman donacak kadar güzel
Bana yakan gözlerle bir kerecik baktınız
Ruhuma, büyük temel çivisi çaktınız.
Düşünüyorum O'ndan evvel zaman varmıydı?
Hakikatler boşluğa bakan aynalar mıydı?
O Allah'ın (celle celaluhu) emriyle Kâinat Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem)
Varlığın tacı, varlık nurunun ta kendisi.
Müjdecim! kurtarıcım! Efendim! Peygamberim!
Sana uymayan ölçü hayat olsa teperim.
Gözüm, aklım, fikrim var deme, hepsini öldür,
Sana göl gibi gelen, O göl diyorsa göldür.
O yüz, her hattı tevhid kaleminden bir satır,
O yüz ki göz değince Allah'ı (celle celaluhu) hatırlatır.
Sual: Ey veli, insan nasıl olmalı söyle?
Cevap: son anda nasıl olacaksa, hep öyle.
Biri aşk, biri nefret, bizim kanadımız çift
Ateş saçmalı ki Nûr, erisin kapkara zift.
Büyük Randevu, bilsem nerede saat kaçta?
Tabutumun tahtası bilsem hangi ağaçta.
Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir
mezarda geçer akça, neyse onu biriktir.
Dostlarım ev, eşyamdı, birbir gitti diyorum
Artık boş odalarda ölümü bekliyorum.
Bu dünyada renk, nakış, lezzet, ne varsa küsüm
Gözümde son marifet, Azrail'e (A.S.) tebessüm.
Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var
Oh ne güzel bayramda tahta ata binmek var.
O demde ki perdeler kalkar, perdeler iner
Azrail'e (A.S.) "hoş geldin" diyebilmekte hüner.
Öleceğiz, müjdeler olsun, müjdeler olsun
Ölümüde öldüren Rabb'e secdeler olsun.
Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber
Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem))