PM ile bidiremedim. henüz pm çalışmıyor. Bu başlık iki dfa olmuş. Birisinin silinmesi iyi olur. Kolay gelsin.
Printable View
PM ile bidiremedim. henüz pm çalışmıyor. Bu başlık iki dfa olmuş. Birisinin silinmesi iyi olur. Kolay gelsin.
Bu konunun silinmesi gerekiyor.. kolay gelsin.
allah allah bende silemedim :(
TÜRK EDEBİYATINDA ÇANAKKALE ZAFERİ
Çanakkale yüzyıllar boyu insanlık tarihinin en önemli harbe ve mücadelelerine sahne olan Boğazlar bölgesinde şirin ve güzel bir şehirdir. Bu şehir her yönüyle yaşayan bir tarih, Türklerin Avrupa'ya geçmeleriyle süre gelen ve yurdumuzun her köşesinden her Türk ailesinin ve atalarından bir veya birkaç erini gömdüğü şehitler beldesi bugün de üniversite şehridir.
Çanakkale şehri, aynı adı taşıyan boğazın Anadolu yakasında ve bu Boğazın en fazla darlaştığı kesimde düz bir alanda kurulmuştur. Çanakkale kuruluşu pek eski dönemlere inmeyen ve temeli Fatih Sultan Mehmet zamanında atılmış olan bir 15. Y.y. şehridir.
Burada yerleşim birimlerin mazisi Truva ile başlar. Truva'nın kalıntıları eski Tunç Çağına kadar inmektedir. Truva şehri M.Ö. 13. Asırda Akalıların eline geçmiştir. M.Ö. 6. Asırda Lidyalıların elinde olan şehir bundan sonra İran hakimiyetine girmiştir. Daha sonra Atina hakimiyetine giren şehir bu kez Atina Isparta mücadelelerine sahne olmuştur. M.Ö. 334 baharında Asya'yı fethe çıkan Büyük İskender Boğaz'dan geçmiş ve Granikos'ta(Bıga çayı) İran ordusunu bozguna uğratmıştır. Daha sonraki asırlarda Anadolu'ya geçen Romalılar buraları hakimiyeti altına almışlardır. Roma'nın parçalanmasıyla Doğu Roma imparatorluğunun eline geçen şehir 14. Asırda Aydınoğlu Umur Beyin akınlarına sahne olmuştur. Sonra Osmanlıların eline geçen şehir Türklerin Avrupa'ya geçişinde önemli bir yer edinmiştir. Nitekim Orhan Bey zamanında Türkler Gelibolu'ya geçmiş Yıldırım Bayezid zamanında Gelibolu önemli bir şehir olmuştur.Fatih döneminde Haçlıların Boğazdan geçmesini engellenememiştir. İstanbul'u fethetmek isteyen Fatih Boğazdan geçişi engellemek Boğaz'ın en dar yerine karşılıklı iki kale yaptırmıştır. Bunlardan Anadolu yakasındakinin adı Fatih'in oğlu Sultan Mustafa tarafından yaptırıldığı için Kal'a-i Sultaniye(Batı yazarları buraya Dardanos demişlerdir.) Avrupa yakasındakine ise Kilitbahir(denizin kilidi anlamında) adı verilmiştir.Artık bundan sonra şehir Türk hakimiyetinde kalmıştır.
Çanakkale stratejik konumu itibariyle çok önemli bir şehirdi.19.y.y. da Osmanlı devletinin Avrupa devletleri karşısında zayıflamasıyla beraber şehrin önemi daha da artmış küçülen Osmanlı Devletinin bu şehri koruması Boğaz'ların ve İstanbul'un güvenliği için çok önemli olmuştu.
18.yüzyılda şehirde İsveç Konsolosluğunun bulunması şehrin önemini ortaya koymaktadır.
19.yüzyılın sonlarında ve ikinci yarısında Çanakkale Boğazı'nın kıyılarında Mecidiye,Hamidiye,Mesudiye,Namazgah,Yıldız,Ertuğrul ve Orhaniye adlı yeni tabyalar oluşturulmuştur. Bu tabyalar ve onların kahraman bekçilerinin dünyanın en büyük filosunu geri çevirdiklerini göreceğiz.
Çanakkale yöresi stratejik konumu bakımından önemli bir yer işgal ettiğinden , 19.yüzyılın son çeyreğinde İngiltere,Fransa,Yunanistan ve Rusya birer konsolosluk açmışlardı.Bunlara 1872 Şubatında Almanya konsolosluğu ilave edildi.
1906'da İngiliz İmparatorluk Müdafaa Komitesinin yaptığı araştırmalar Çanakkale'nin yalnız deniz kuvvetleriyle geçilemeyeceğini bir kez daha ortaya koymuş,1911-1912 Türk-İtalya ve 1912-1913 Türk Balkan Devletleri savaşında İtalya ve Yunan Kurmay heyetleri de aynı sonuca varmışlardır. Nitekim İtalyan filosu 18 Nisan 1912'de Boğazın dış tabyalarını bombardımanla yetinmiş, 19 Temmuz1912'de de sekiz muhripten kurulu İtalyan filolitası, Boğaz dahiline başarısız bir gece akınında bulunmuştu. Balkan Savaşında da Boğaz'a karşı ciddi bir hareket olmamıştı.
1.Dünya Savaşı'na katılmamızdan 10 gün sonra İngiltere Boğazlar Meselesinin müttefiki olan Rusya'nın lehine halini kabul etti. Üçlü İttifak Devletleri bu konuda anlaşmaya vardılar.
Merkezi devletler yanında savaşa giren Osmanlı Devletini saf dışı bırakmak amacıyla İtilaf Devletleri tarafından düzenlenmiş olan Çanakkale Harekatı, 1. Dünya Savaşı'nın en önemli askeri faaliyetlerinden birini oluşturmaktaydı.
18 Mart 1915 sabahı Boğaza giren ve tabyaları topa tutan İngiliz ve Fransız Filoları Çanakkale Boğazının iki yakasındaki mevzilerden açılan yoğun ateş ve Karanlık Limana dökülen mayınların etkisiyle, mevcutlarının % 35 ini kaybedip geri çekilmek zorunda kaldılar.
18 mart bozgunu , İtilaf Devletlerine karadan destek olmaksızın yalnız deniz kuvvetleriyle Boğazın geçilemeyeceğini gösterdiğinden General Hamilton 'un emriyle bir Çıkarma ordusu hazırlandı. Çıkarma Harekatı 25 nisan 1915 günü sabaha karşı başladı. Sarp bir kıyı olan Arıburnu bölgesine çıkan düşman kuvvetlerini 19. Tümen Kumandanı Mustafa Kemal karşıladı. Kıyıya çıkan İngiliz ve Fransız kuvvetleri geri püskürtüldü. Bundan sonra her iki cephede de siper savaşları sürdürülmüş özellikle 21 Haziran Kerevizdere, 28 Haziranda da Zığındere çarpışmaları çok şiddetli geçmiştir. Bunun ardından İtilaf kuvvetleri kesin bir sonuç almak amacıyla 6-7 Ağustos gecesi başlattıkları Harekat dört gün sürdü. Bu kuvvetler Yarbay Mustafa Kemal tarafından Conkbayırı'nda durduruldular. Böylece Birinci Anafartalar Zaferinden sonra İtilaf kuvvetlerinin yaptığı bütün taarruzlar sonuçsuz kaldı. Ancak 21 Ağustosta yeni bir saldırı başlattılar. İkinci Anafartalar Muharebesi denilen bu Harekat da başarılı olamayınca Muharebeler günlerce süren siper savaşlarına dönüştü. Bu çarpışmalarda Türk askeri Çanakkale'nin geçilmez olduğunu ispatladı. İtilaf kuvvetleri 19-20 Aralık gecesi Anafartalar ve Arıburnu Cephesinden 8-9 Ocak 1916' da Seddülbahir'den çekildiler.
İtilaf Devletlerinin başarısızlığı ile sonuçlanan Çanakkale Muharebeleri Birinci Dünya Savaşının seyrini değiştirip uzamasına sebep olduğu gibi Çarlık Rusya'sının çöküşünü hazırlamış ve İngiltere'de Hükümet değişikliğine yol açmıştır.
Çanakkale Savaşları sonuçları sebebiyle dünyaya Türk'ün yenilmezliğini, Mehmetçiğin azim ve iradesini ve de centilmenliğini göstermiştir. Bununla birlikte bu savaşlar sırasında bir komutan parlamıştır. Mustafa Kemal! Daha sonra milleti arkasına alıp Türk'ün haklı davasını sürdürecek ve başarıya ulaşarak yeni bir devlet kuracaktır. Ayrıca bütün dünya onun dehasını takdir edecektir. Mustafa Kemal ise bir şeyin farkındadır. Bağımsızlığı ve namusu söz konusu olunca Türk askerinin nasıl ölüme koştuğunu bilmektedir. Yeter ki onu idare edecek dahi bir komutan olsun. İşte o da Mustafa Kemal idi. Siz hiç ölmek için can atan asker gördünüz mü? İşte Çanakkale Savaşlarında Türk askeri!Atatürk'ün bu konudaki hatıralarından birine değinelim.
Bir buluşma esnasında Mısır Devlet Başkanı Atatürk'ü takdir ettiğini söyler ve ekler;
-" Ekselans benim milletimin de sizin milletiniz gibi hürriyete ve istiklale ihtiyacı var. Bunu nasıl temin edebiliriz? Tıpkı sizin Çanakkale Boğaz Savaşında Düvel-i Muazzama Ordusuna karşı kazandığınız zafer gibi bizim de böyle bir ordu ve stratejiye ihtiyacımız var. Bize bu konuda yardım edebilir misiniz? " Sorusuna Mustafa
Kemal:
-" Vatanı için şehit olacak bir buçuk milyon Mısırlı genciniz varsa bu işi yapabiliriz. Bunun haricinde olmaz! " deyince Mısır Devlet Başkanı
-" Maalesef bizim öyle ölecek bir buçuk milyon Mısırlı gencimiz yok." Der. Mustafa Kemal de:
-" O zaman sizin de hürriyet ve istiklale hakkınız olamaz." Deyiverir.
İşte bu söz her şeyi açıklamıyor mu?...
TÜRK EDEBİYATINDA ÇANAKKALE SAVAŞLARI VE ZAFERİ
İLGİLİ; MENKIBE,DESTAN, ŞİİR, ANEKDOT, VE EFSANELER:
1-)MENKIBELERDE ÇANAKKALE ZAFERİ
Menkıbeler, birtakım mahalli adetlerin, insani birtakım tasavvurların dini muhteva içinde hatıralardır. Bu bakımdan karanlık devirleri aydınlatmada tarih kadar kıymetli belgelerdir. Çanakkale Savaşları sırasında bir çok menkıbe yazılmıştır. Bu menkıbeler, bize Türk milletinin zihninde Çanakkale Savaşlarının ne kadar derin
izler bıraktığını göstermesi açısından önemlidir.
Çanakkale Savaşları etrafında teşekkül eden menkıbeleri şöyle sıralayabiliriz.
A)TARİHİ-EFSANEVİ ŞAHSİYETLER ETRAFINDA OLUŞAN MENKIBELER
Milletlerle olan savaşlarında Allah'ın Türkler'e yardım ettiğini pek çok menkıbede görürüz. Bunlardan birisi de Mustafa kemal hakkında
anlatılanıdır
1) GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA:
Türkler'in başka. M. Kemal'in Omega saatinin parçalanması suretiyle kendisine hiçbir şey olmamasıdır. Bu olay, Anadolu'nun pek çok yerinde, farklı şekilde anlatılır. Bu olay' yazılı olarak en güzel şekilde Ruşen Eşref Ünaydın'ın "Mustafa Kemal ile Mülakat" adlı eserinde şöyle verilir:
"Buraya kadar muhaveremizi sakin bir vaziyette dinleyen Yüzbaşı Cevat Bey, Paşa'nın yaveri, kalın, sertliği hoşa giden bir sesle:
_"Bu şarapnel parçasından biri Paşa'nın göğsünü okşamıştır!"dedi.
_Nasıl? Dedim.
Paşa, tespihi ile oynuyordu. Cevat Bey, parlak çizmelerindeki mahmuzları şıkırt yaparak, göğsünün sol tarafındaki nişan kurdeleleri sırası ve ipek kordonu kabaresine şöyle anlatıyordu:
-Bulunduğumuz yer tamamen muhacimlerin arası idi.Paşa da ilerleyen efradımızı seyrederken göğsüne bir şeyin kuvvetlice çarptığını duymuştur.
-Evet sağ taraftan ceketimde bir kurşun yeri gördüm.Yanımda bulunan zabit(Rahmetli Nuri Canker Bey)"Efendi,vuruldunuz" dedi.Ben böyle bir söz şuyu bulursa askerimizin kuvve-i maneviyesi üzerinde yapacağı tesiri düşündüm.
Elimle zabitin ağzını kapadım.
"Sus" dedim.
Cevat Bey devam ediyordu.
-"Bir şarapnel misketi,göğsünün sağ tarafını tamamen Omega saatinin bulunduğu cebe isabet etmişti.Saat, parça parça oldu, fakat o darbe,Paşanın göğsünde hafif bir leke bırakmaktan ileri geçmemiştir."dedi.
-O saat sizin için tarihi bir saattir.Görebilir miyim efendim?dedim.
Paşa:
-"O saatin enkazını,bu muharebeden sonra Liman Paşa hatıra olarak aldılar.Bana da kendilerinin aile-i asalet armasını havi bulunan saatlerini verdiler.
Cevat Bey saati gösterdi.Omega markalı siyah bir saat.Arkasında bir taç ve "L.2." markaları ve Paşanın kırılan saatide Mekteb-i Harbiyeden beri sakladığı Omega markalı kuvvetli bir talebe saati imiş.Cevat Bey Zenınnth marka bir bilezik saatini gösterdi ki onu Mustafa Kemal Paşaya o kurşunun değdiği esnada yanında bulunan genç Mülazım vermiş.
Askerin bu kadar yanında giden, onlara ön ayak olan bir Kumandana en zorlu düşmanların bile dayanamayacağına aklım eriyordu.
Omega saati,Türk milleti için kendini feda etti,Komutan Mustafa Kemal'i kurtardı. Türk ordusunun Kumandanını,Türk milletini,Ortadoğu'yu, insanlığı kurtardı.
2)SEYİT ALİ ONBAŞI:
Çanakkale Savaşları'nda Deniz Savaşları sırasında Seddü'l- bahir açıklarında bulunan düşman gemileri Morto Koyu ile Seddü' l- bahir tepesini sürekli bombardıman altına almışlardı. Türk mukavemeti gittikçe azalıyordu. Kendilerini Allah' ın koruyuculuğuna bırakan Türk birlikleri şehitlik mertebesine ulaşmayı arzu edercesine, kaçmak yerine son gayretleriyle mücadele ediyorlardı.
Bu sırada bir İngiliz gemisinden atılan büyük bir bomba Morto Koyu sırtlarındaki bir topçu birliğimizi toptan imha etti. İçlerinden yalnızca Seyid Ali Çavuş kurtulmuştu. Çavuş etrafındaki manzara karşısında duyduğu ızdırap ile dünyada eşine az rastlanacak bir olay gerçekleştirdi.
Duyduğu acı ile normalde üç kişinin zor taşıdığı 257 kiloluk bombayı yerinden tek başına kaldırdı, taşıdı, topun namlusuna sürdü ve ateşledi. Bu mermi gideceği yeri de biliyordu. Queen Elizabeth gemisinin bacasından içeri girdi ve gemi ortadan ikiye ayrılarak battı.
Burada, 257 okkalık bir mermiyi kaldırarak olağanüstülük gösteren Seyit Ali Onbaşı ile ilgili menkıbeyi Mehmet İhsan GENİŞÇAN, eserinde şöyle anlatıyor:
" Ne hikmetse bataryada tek top ayakta kalabilmiş, fakat onun da vinci kırılmış olduğundan mermileri namluya sürülemiyordu. Yüzbaşı Hilmi Bey , etrafından birilerinden yardım alabilmek düşüncesiyle bataryadan uzaklaştığı sırada Niğdeli Ali ile Koca Seyit ümitsiz ve perişan ne yapacaklarını düşünüyorlardı.
" Ulu ve yüce Allah' tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur. " duası Seyit' in ağzından nûr tanesi gibi dökülmeye başladı.
Seyit Ali, bu duayı defalarca okudu. Bu yakarış şüphesiz hiç kimseninkine benzemiyordu. Aşk ile kendinden geçmesi ve 257 okkalık top mermisini kucaklayıp omzuna alması bir oldu. Demir basamakları tam üç kez inip çıktı. Yanında bulunan Niğdeli Ali, Seyit ' in göğüs ve omuz kemiklerinin çatırtısını duyuyor, hayret ve dehşet içinde kalıyordu. Topun namlusuna sürülen üçüncü mermi savaşın kaderini böylece değiştiren olayı yaratmış ve İngilizler' e ait "Ocean" isimli zırhlı, bu merminin isabetiyle korkunç yara almıştır.
Aynı gün geç saatlerde Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa, ödül olarak Seyit' e onbaşılık rütbesini verdi. Merminin bir defada kendi huzurunda kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Seyit Onbaşı, Cevat Paşa' ya şu cevabı verdi:
" Ben bu mermileri kaldırırken gönlüm, Allah'ın feyziyle doldu. Ancak bu kuvvetin sırrı o anda bana Allah' ın ihsan ettiği bir vergi idi. Bu ağırlığı kaldıracak kadar bir makam varmışsam bu dua ve rıza ile olmuştur. Ancak şimdi kaldırmam mümkün değildir kumandanım"
3)YAHYA ÇAVUŞ VE TAKIMI
Çanakkale Muharebelerinin en ateşli saldırıları sırasında Morto Koyu' ndan çıkartma yapan bir İngiliz birliğine karşı Seddü' l- bahir tepesinde bulunan Yahya Çavuş ve takımı (15 kişi) büyük bir inançla engel olmaya çalışıyorlardı. Karşılarında bulunan bir birliğe karşı 15 kişi gönülden savaşarak engel olmaya çalıştılar. Tam üç gün ve üç gece bir birliğe bir takım olarak karşı geldiler. Onları durdurdular. Gelibolu Yarımadası' nın içlerine girmelerine 15 kişilik bir kuvvetle engel oldular. Sonunda yardımcı kuvvetlerin gelmesine yakın hepsi Allah' ı arzu ettiler. Şehitlik mertebesiyle Allah' a ulaştılar.
Bundan başka "Hasan ve Mevsuf", "Sıhhıye Başçavuşu Hüseyin Hikmet Başaran", "Bayraklı Baba Menkıbesi" ve "Kaşıkçı Dede Menkıbesi" hakkında anlatılan menkıbeler vardır.
B)Dinî ve Tarihî Şahsiyetler Etrafında Teşekkül Eden Menkıbeler
1)CONKBAYIRI ÜZERİNDEKİ BULUTLAR :
Çanakkale' de en çok anlatılan menkıbe şudur:
Conkbayırı' nda kara savaşları sırasında 57 tümen her gün çamaşır değiştirir. Kirlilerini yıkar çalılara asar ve ertesi gün için kurumuş. Sebebi ise eğer şehit olurlarsa Allah'a temiz kıyafetlerle varmaktır. Savaşa çıkmadan önce namazlarını kılar ve ibadet ettikten sonra savaşa başlarlarmış. Maneviyatı kuvvetli bu insanlar Conkbayırı' ında düşman tarafından kıstırıldıkları anda gökten beyaz-gri bir bulut kümesi 57. Tümenin üzerine inmiş ve bulut yok olduğunda düşman askerleri ne olup bittiğini anlayamamışlar. Zira ortada tek bir Türk askeri bile yokmuş. Gemiden bu olayı seyreden İngiliz Amirali Hamilton daha sonraki savaş anılarında da bu olayı anlatmaktadır.
2)BULUTUN KORUMASI
Menkıbelerde bir başka mucizevî yardım da bir İngiliz Alayının bulutların içinde kayboluşu biçimindedir. Olay şu şekilde anlatılmaktadır;
" O gün Kraliyet Alayı taze kuvvetlerle bu saldırıda görev aldı. Sağ cenahta yer alan bu alay, daha az bir mukavemetle karşılaştığı için hızla ilerlemeye başlamıştı. Alay, Azmak Deresi' nin kuru yatağını geçmiş, Kayacık Ağrılı mevkiinden Damakçı Bayırı'na doğru yürüyordu. Karşılarında küçük bir tepe vardı. Tepenin üzerinde garip, soluk renkte bir bulut durmaktaydı.alay, sol taraftaki Ağıl Dere' ye inmeden tepeye doğru ilerledi ve bulutun içine girip kayboldular. Yâni alanda askerlerin Mestan Tepe' den şaşkın bakışları arasında 7-8 değişik bulutla daha birleşerek Trakya istikametine doğru uçup gittiler. Orada bulunan 267 İngiliz askerinden hiçbirinin izine bir daha rastlanamamıştır."
3)NUSRET MAYIN GEMİSİNİN MUTLAK YAKALANIŞTAN KURTULMASI
Nusret Mayın Gemisi Çanakkale savaşına noktayı koyacak olan görevine çıktığı gece Karanlık Liman ile Seddülbahir arasındaki mayınları toplayıp yerini değiştirirken O''nu koruyan Anadolu Feneri de bir İngiliz Gemisi üzerine projektörleri dikmiş ve gemiyi takibe almıştı. Fakat birden Anadolu Feneri arıza yaptı. Nusret Mayın Gemisi telaşla ışıklarını söndürdü. İngiliz gemisi bu sefer kendi projektörleriyle denizi taramaya başladı. Geçen dakikalar içinde Nusret Mayın Gemisi tam yakalanacağı anda birden Anadolu Feneri tekrar çalışmaya başladı. İngiliz gemisinin projektörleri üzerine kendi projektörlerini dikti ve iki ışık arasında kalan Nusret muhakkak bir hezimetten kurtuldu. Görevini yerine getirip geri döndüğünde bu heyecana kalbi dayanamayan gemi kaptanı ,Hakkı Bey' in naşını da karaya çıkardı. Anadolu Feneri' nin hiçbir tamirat yapılmadan kendiliğinden çalıştığını öğrenen gemi komutanı Nazmi Bey, bu olayın bir mucize olduğunu daha sonraki günlerde yazdığı günlüğünde bildirmektedir.
Bundan başka bulutun koruması ile ilgili anlatılan iki menkıbe daha vardır. Yine "Uçan Türkler" adlı anlatılan bir menkıbe daha vardır.
II- DESTANLARIMIZDA ÇANAKKALE ZAFERİ
Türkler, pek çok özelliğin yanı sıra, destan yaratan bir millet olarak da tarihte hakettiği yeri almıştır. Alp Er Tunga Destanı,Şu Destanı, Oğuz Kağan Destanı, Ergenekon Destanı, Bozkurt Destanı, Genç Osman Destanı, Plevne Destanı, Estergon Destanı, Şeyh Şamil Destanı, Girit Destanı, Kars Destanı, Silistre, Cezayir, Varna, Budin destanları bu milletin yarattığı destanlardan sadece bir kaçıdır. Tarih boyunca yaratılan destanlar zincirinin altın halkalarından biri de hiç şüphesiz "Çanakkale Destanı" dır.
Çanakkale Zaferi öyle büyük bir zaferdir ki, halkın vicdanında öyle derin izler bırakmıştır ki, pek çok şair tarafından - halkın da hislerine tercüman olunarak- destanlar vücuda getirilmiştir. Türk' ün bu zaferini en mükemmel şekilde Mehmet Akif destanlaştırmıştır. Edebiyat tarihinin Akif' in;
"Çanakkale Şiiri" hakkındaki hükmü şudur:
"Bu şiiri Mehmet Akif yazmadı; kağıda dökenle, toprağa kanını dökenler birleşerek yazdılar."
Çanakkale Savaşı ile ilgili yazılmış pek çok destan mevcuttur. Başta Mehmet Akif' in eseri olmak üzere seçilmiş birkaç destanı verelim.
• 1-MEHMET AKİF ERSOY - ÇANAKKALE ŞEHİTLERİ
Bu eser, yıllardır hepimiz tarafından zevkle okunmuş ve ezberlenmiştir. Burada Akif harbin vahametini, vahşetini anlatırken, bu uğurda şehit olanların da yalnız kalmayacaklarını, onları Hz. Peygamber' in şefkatle beklediğini müjdelemektedir. Bu şiiri başlı başına Türk' ün Destanıdır. Anlatılmaz yaşanır.
Prof. Dr. Mehmet Kaplan, bu destanın estetik kıymeti hakkında şu kanaati ifade eder:
" Mehmet Akif Ersoy'un Çanakkale Savaşını tasvir eden şiiri yazıldığı tarihten bu güne kadar bütün nesillere o savaşın heyecanını yaşatmış ve onun tarihî, derin ve büyük manasını hatırlatmıştır. Bunun sebebi de hiç şüphesiz, bu şiirin taşımış olduğu estetik değerdir."
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara' ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya
Ne hayasızca tahaşşüt ki ufuklar kapalı!
Nerede- gösterdiği vahşetle "Bu: bir Avrupalı"
Dedirir -yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!
Eski dünya, yeni dünya, bütün akvam-ı beşer,
Kanıyor kum gibi, tufan gibi hakikat mahşer mi mahşer
Yedi iklimi cihanın duruyor karşıda
Ostralya' yla beraber bakıyorsun: Kanada!
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk;
Sade bir havadis var ortada: vahşetler denk.
Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne bela...
Hani tâûna da zuldûr bu rezil istila!...
Bundan başka Boyabatlı Mustafa'nın "Çanakkale Destanı" adlı eseri vardır.
III- ŞİİRLERİMİZDE ÇANAKKALE ZAFERİ
Çanakkale Zaferi ile ilgili, menkıbe, destan yanında münferit şiirler de yazılmıştır. Mehmetçik, harbe giderken sâkin ve sevinçli olarak anasından, babasından, yavuklusundan, sılasından ayrılmıştır. Hatta anasını, yavuklusunu bir daha göremeyeceğini bilerek yola revân olmuştur. Bu duyguyu şu mısralarda görebiliriz.
ÇANAKKALE TÜRKÜSÜ
Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Of gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde Aynalı Çarşı
Ana ben gidiyom düşmana karşı
Of gençliğim eyvah
Çanakkale içinde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı kimimiz evli
Of gençliğim eyvah
• BİR YOLCU' YA
Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir
Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda
Gördüğün bu tümsek Anadolu' nda
İstiklâl uğrunda, namus yolunda
Can veren Mehmet' in yattığı yerdir.
Bu tümsek koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele
Mehmet' in, düşmanı boğduğu sele
Mübârek kanını kattığı yerdir
Düşün ki, haşr olan kan, kemik, etin
Yaptığın bu tümsek amansız, çetin
Bir harbin sonunda bütün milletin
Hürriyet zevkini tattığı yerdir.
Necmettin Halil Onan(Çakıl Taşları)
Çanakkale Savaşları öyle bir savaştır ki Türk Milletinin ruhunda ve zihninde silinmeyecek etkiler bırakmıştır.Bu yüzdendir ki bir çok destana, şiire ve romana ve de tarihin tozlu yapraklarına konu olmuştur. Yüz binlerce şehidin verildiği bu savaşlar öyle silinecek bir yazı değildir. Bu savaşlar Türk milletinin onurunu, kahramanlığını ve centilmenliğini bütün dünyaya ispatlamıştır. Bu sebeple bu savaşları çok iyi algılamamız gereklidir.
MUSTAFA KEMAL'İN HAYATI
Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, Türk devriminin yaratıcısı ve uygulayıcısı Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs 1881'de Selanik'te doğdu. Babası Ali Rıza Efendi annesi Hacı Sofu ailesinden Feyzullah Ağanın kızı Zübeyde Hanımdı.Küçük yaşta babasını kaybeden Mustafa'yı zeki ve büyük bir Türk kadını olan Zübeyde Hanım yetiştirdi.İlk öğrenimini Selanik'te Şemsi Efendi İlköğretim okulunda yaptı.Babasının ölümünden sonra annesiyle beraber köyde yaşayan dayısının yanına yerleşti. Orada köy hayatı yaşamak zorunda kaldı.Annesi okul hayatında uzak kalmasına üzülüyordu.Bu nedenle onu teyzesinin yanında eğitime devam etmesi için Selanik'e yolladı.Okulda bir arkadaşıyla kavga etmesi üzerine Kaymak Hafız adındaki hocası vücudundan kan gelinceye kadar dövmüş, babaannesi de onu okuldan almıştı.
Komşuları Binbaşı Kadri Bey'in oğlu Askeri Rüştiyesine gidiyordu. Giydiği kıyafet Mustafa Kemal'i çok özendiriyordu Subayları gördükçe onlara imreniyor onlar gibi Rüştiyeye gitmek istiyordu.Annesi askerlikten koktuğu için askeri okula gitmesini istemiyordu.Bunun üzerine annesinden gizli olarak Rüştiyeye giderek sınavı verdi.Mustafa bu okulda en çok matematik dersiyle uğraşıyor ve çok başarılı oluyordu.Öğretmeninin adı da Mustafa'ydı ve küçük Mustafa'ya senin adın Mustafa benim de bu böyle olmaz.Bundan böyle senin ki Mustafa Kemal olsun diyor.Bundan sonra küçük Mustafa, Mustafa Kemal oluyordu.Matematik dersleri Mustafa Kemal'e çok kolay geliyordu.Hatta bu dalda müzakereci olup ders bile anlatıyordu.Fakat Fransızca'da geriydi.Fransızca hocası Mustafa Kemal ile ilgileniyor acı uyarılarda bulunuyordu.Bu uyarılardan rahatsız olan Mustafa Kemal ilk tatilde Selanik'e geldiğinde Fransız Frerler okuluna devam ederek idadideki derslerinden daha ileri derecede Fransızca öğrendi.
Manastır Askeri idadisinde iken şair Ömer Naci ile tanıştı.Ömer Naci o sıralar şiir yazmaktaydı.Mustafa Kemal'den okuyacak bir kitap istemiş getirdiği kitapların hiç birini beğenmemişti.Buna alınan Mustafa Kemal Şiir ve Edebiyata yönelmiş eserler vermeye başlamıştı.Türkçe öğretmeninin 'Şiir seni askerlikten uzaklaştırır.'Uyarısıyla bu isteği içinde kalmış ve bu merakı Tarih'e yönelmiştir.Napolyon'u çok beğeniyor ve örnek alıyordu.Manastır Askeri idadisini bitirdikten sonra harp okulunun piyade bölümüne girdi.Harp okulunu da bitirince Erkan-ı Harbiye'ye girdi.Burada arkadaşlarıyla siyasi fikirlerini anlatmak amacıyla el yazısı bir dergi çıkarmaya başlamıştı.Bir gün veteriner dersliğinde gazete faaliyetleriyle meşgul olurken suçüstü yakalanmıştı.Müfettiş İsmail Paşa sınıfı basarak dersten başka şeylerle uğraştıkları gerekçesiyle tutuklama emri vermiş, okul müdürünün araya girmesiyle izinsizlik cezasıyla yet inilmesine karar verilmişti. Mustafa Kemal 11 Ocak 1905'te Harp Akademisini Kurmay Yüzbaşı olarak 320 kişilik piyade sınıfının 20. likle bitirmiş,kurmaylık hakkı kazanan 13 subay arasına girmişti. İstanbul'da kaldığı sürede arkadaşlarından biri adına tuttukları apartman dairesinde ara sıra toplanıp memleket meselelerini konuşuyorlardı.Aralarına giren bir ajanın bunları ihbar etmesiyle birkaç arkadaşın ve Mustafa Kemal tutuklanmıştı.Birkaç arkadaşı itirafta bulunmuş bir müddet tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılmışlardı.Bir süre sonra Hap Akademisini bitirenleri Genelkurmaydan çağırdılar.Mustafa Kemal'in arkadaşlarıyla arasında bir örgüt olduğu düşüncesiyle Şam daki 30.Süvari Alayına staja gönderdiler.Bu bir nevi sürgündü. Mustafa Kemal'in staj gördüğü alayın komutanı Lütfi Bey idi.Bu komutanla Dürzü ayaklanması sırasında ahbap olmuştu.Lütfi Bey onu diğer arkadaşlarıyla da tanıştırdı.Bunlar 2. Abdülhamit yönetimine karşı bir örgüt kurmak istemiş fakat başaramamışlardır. Mustafa Kemal'le beraber 1906 Ekimi gecesi Tüccar Mustafa'nın evinde Vatan ve Hürriyet derneğini kurdular.Suriye ve yöresinde örgütlenmeyi sağlamak Mustafa Kemal'in göreviydi.Beyrut, Yafa ve Kudüs'e giderek örgütlenmeyi sağladı.Vatan ve Hürriyet cemiyetinin bir şubesini de Selanik'te kurdular.Bir süre topçu stajı yapmak için Şam'a gönderilen Mustafa Kemal staj sonrası Kolağası ( Kıdemli Yüzbaşı) oldu.Şamdaki ordu Kurmay heyetine atandı.( 20 Haziran 1907) Mustafa Kemal'in ayrılmasından sonra Vatan ve Hürriyet derneği Selanik'te gelişme gösteremedi.O sıralarda ittihak ve terakki kurulmuştu.Dr. Nazım'ın aracılığıyla iki dernek ittihak ve terakki adı altında birleşti.(1907) Dr. Nazım ve diğer arkadaşlarının ısrarıyla 29 Ekim de ittihak ve terakki derneğine girdi.Derneğin Makedonya örgütlenme çalışmalarına yardımcı oldu.22 Haziran 1908 de kendisine ek görev olarak Selanik - Üsküp demir yolu müfettişliği görevi verildi.Selanik ve Üsküp demir yolu üzerindeki şehir ve garnizonlara derneğin şubelerini açtı ve gelişmesi için çalıştı.
İttihat ve terakki derneği 1876 Anayasasının geri getirilmesini isteyen bir bildiri yayınladı.İstanbul derneğin isteğini kabule mecbur oldu.1908 de 2. Meşrutiyet ilan oldu.Mustafa Kemal meşrutiyeti ilan etmekle işin bitmediğini söyleyerek köklü reformlar yapılması gerektiğini bunun içinde İttihat ve Terakki'nin siyasal parti niteliği almasını, ordunun kesin olarak siyasetten çekilmesini şart görüyordu.Bunun için İttihat ve Terakkicilerle arasında bu noktada görüş ayrılığı ortaya çıktı.Bu sırada Trablusgarp'ta Meşrutiyet idaresine karşı bir ayaklanma hareketi baş gösterdi.İttihatçılar bunu fırsat bilerek Mustafa Kemal'i Selanik'ten uzaklaştırıp Trablus'a gönderdiler.Mustafa Kemal karşılaştıkları tüm güçlüklere rağmen hareketi kan dökmeden bastırdı.Selanik'e 2. Redif tümeni Kurmay başkanı olarak döndü. (13 Ocak 1909)
2.Meşrutiyete rağmen ittihatçılar İstanbul'a tam manasıyla hakim olmadılar.Dernek içinde de ayrılıklar baş gösterdi.(13 Nisan 1909) 31 Mart'ta İstanbul'da rejime karşı bir ayaklanma oldu.Bu hareketi bastırmak üzere İstanbul'a yürümeye karar verdi. Hareket ordusunu kurdu.Kurmay başkanlığını üstlendi. 31 Mart olayından sonra yani ittihak ve terakkicilerin 2. Abdülhamit'i tahttan indirmesinden sonra Selanik'e döndü.
Mustafa Kemal'in Selanik'teki çalışmalarından hoşnut olmayan 3. ordu komutanı, kendisini Selanik'ten uzaklaştırmak için Genelkurmay başkanlığında bir göreve atanmasını sağladı.Bu atamadan pek az sonra 13 Eylül 1911 de İtalyanlar Trablusgarp'a saldırdı.Mustafa Kemal Trablusgarp'a giderek İtalyanlarla savaşmaya karar verdi.Devrin genç subaylarından Fethi Okyar , Enver Paşa ve başka subaylarda Trablusgarp'a gitti.Mahmut Şevket Paşa İngilizlerin kendilerini Mısır'dan geçirmeyeceğini söylese de Mustafa Kemal'in direnişine engel olamadı.16 Ekim 1911 de Tobruk a gitti.Ethem Paşanın kurmaylığını üstüne aldı.9 Ocak 1912 de Mustafa Kemal'in idaresinde yapılan Tobruk muhaberesinde başarılı olundu.Mustafa Kemal Trablusgarp'ta iken Balkanlarda savaş patlak verdi.Savaş haberini alır almaz derhal görev almak istedi.İstanbul'a dönmek üzereyken Komonova yenilgisini, Selanik'in düştüğünü,Bulgarların Çatalca önlerine geldiğini öğrenerek büyük üzüntü yaşadı.Türk ordularının bu kadar kolay yenileceğine inanmıyordu.Romanya üzerinden İstanbul'a geldi''Akdeniz Boğazı Kuva-i Mürettebesi ''harekat müdürlüğüne atandı.Bu birliğin kurmay başkanı Fethi Beyle Bulgarlara saldırarak Trakya ve Edirne'nin kurtarılması hakkındaki önerisi çok önemlidir.
Kolordu Kurmay başkanı Fethi Bey askerlikten çekildi.İttihak ve Terakki genel sekreteri oldu. Yerine Mustafa Kemal geçti ve Edirne'nin kurtarılması hareketine katıldı. (22 Temmuz1913 ) 27 Ekim 1973 de Fethi Okyar Sofya Elçiliğine M. Kemal'de Sofya askeri ataşeliğine gönderildi.Burada M. Kemal vatanperver faaliyetler yürüttü.
Enver Paşa Yarbaylıkta Tümgenareliğe yükselerek harbiye nazırı oldu.M. Kemal'in askerlik ve komutanlık niteliklerini yakından bilmesine rağmen aralarında öteden beri süren rekabet yüzünden M. Kemal'e faal bir görev vermedi.Sadece Mart 1914 de Onu yarbaylığa yükseltti.
I.DÜNYA SAVAŞI ÇANAKKALE CEPHESİ VE MUSTAFA KEMAL
28 Haziran 1914'te Avusturya veliahdı arşidük Ferdinand Saraybosna'da bir Sırplı tarafından öldürülmüş, bundan bir ay sonra Avusturya-Sırbistan savaşı başlamıştı.Bu I. Dünya savaşının başlaması demekti.M. Kemal savaşa Almanya'yla beraber girilmesine karşıydı.Almanya savaşı kazanırsa Osmanlı onun uydusu olacak,kaybederse Osmanlı her şeyini kaybedecekti.Ona göre devlet tarafsız kalıp kuvvetlenmeye bakmalıydı.Enver Paşa ise bu düşüncenin tam zıddını savunuyordu.Nitekim onun istediği oldu.Osm. savaşa girdi.bu sırada Batılı müttefikler Almanya karşısında zor duruma düşen Rusya'ya yardım ulaştırabilmek için Çanakkale Boğazını zorla geçmeye karar verdiler.Rus donanması bir çok defa boğazın dış tabyalarını bombardıman etmişti.Bir çıkarma işleminin gün geçtikçe yaklaştığı anlaşılıyordu
Mustafa Kemal'in Çanakkale savaşlarına başlaması bu savaşın ilk günlerinde başlar.1 Ekim'de Boğaz resmen kapatıldı.19 Şubat 1915'te düşmanın ilk taarruzu başladı.Mustafa Kemal'in 19. Tümen Karargahı Eceabat'a nakledildi.Şubat sonunda M. Kemal birliklerini kıyılara yerleştirmiştir.5 Mart'ta tümen karargahına gelen Boğaz Komutanı Cevat Paşa'ya (Çobanlı) kendi tümeninin Seddülbahir sahil tertibatını gösterirken düşmen gemilerinin ateşine maruz kalmışlardı. Bölgenin korunmasından sorumla 26. alay M. Kemal'in talimatı ile düşmanı mağlup etti.Bu muhaberelerin kara tarafı M. Kemal'in üzerinde idi.İngiliz ve Fransızların deniz mağlubiyetlerinden sonra vazgeçmeyeceklerini bilen M. Kemal,kıyıya adam çıkaracakları düşüncesiyle maiyetindeki birliklere uyanık olmaları emrini verdi.Gerekli yerlere müracaat edip kuvvetlerini arttırıyordu.O bölge kumandanlığına Halim Sami Bey'in atanmasıyla, Yarbay M. Kemal "genel yedek" olarak kalmıştı.M. Kemal'in tümeninden bir alay Çanakkale'ye geçmişse de geri çevrilmiş.Bunun üzerine o da bütün tümeni Bigalı köyünde toplayarak,talim ve terbiye ediyordu.18 Mart'tan 25 Nisan'a kadar zaman,düşmanın keşif ve oyalama hareketleriyle geçer.Düşman Boğazın geçilemeyeceğini anlayıp,yarımadanın Avrupa kıyılarına asker çıkarma planlarını tamamladı.25 Nisan'da ise önce yarım ada ile Trakya arasındaki Saros körfezine ve Boğaz ağzındaki Anadolu köşesine şaşırtma çıkarmaları yaparlar.26 Nisan'da,Rumeli tarafı giriş noktasında(Seddil Bahir) çıkartma başlar,Bu çıkartma Ege Denizine bakan Kabatepe ve Arıburnu kıyılarındaki çıkartmalarla hedefini belli eder.O günden itibaren de kara harpleri başlamış demektir.Mustafa Kemal bu savaşların tam içinde,Arıburnu cephesindedir. Bu topraklardaki savaşlar bir meydan harbi değildir.Bir harekat harbi değildir.Bu savaşlar birer avuç denebilecek dar topraklar üzerinde binlerce,on binlerce,yüz binlerce insanın kucak kucağa,boğaz boğaza gırtlaklaşmasıdır.
Halil Sami Bey'den gelen bir raporla düşmanın Arıburnu sırtlarına çıktığı anlaşılıyor.Mustafa Kemal'den taburunu adı geçen düşmana karşı sevk etmesi isteniyordu.Daha önce tahmin ettiği gibi düşmanın Kabatepe'ye karaya çıkma girişimi başlıyordu.Bu işle mücadelenin zor olacağını bildiği için bütün tümeniyle düşmana yaklaşmayı düşündü.Emrindeki tüm kuvvetleri derhal hazır bulunarak emir almaları için yanına çağırdı.Bigalı deresi boyunca alayı Kocaçimen Tepesi'ne doğrulttu.Yaya olarak Conkbayırına vardılar.
Osmanlı Hükümeti ve Genelkurmayın Ege denizinden gelecek bir saldırıya hazırlıklı olmadığı bir gerçektir.Onun içindir ki Gelibolu karaları Ege Denizine karşı tamamen açık bulunuyordu.Bu tertipsizliğin,yolsuzluğun,muharebe şebekelerinden yoksun oluşun, Çanakkale savaşlarında,Türk ordusuna çok pahalıya mal olduğu hakikattir.Kocaçimen'e 57. alayını bizzat sevk ederek ulaştıran M. Kemal'in ilk gördüğü manzara pek fikir verici değildir.Düşmanın çıkartma yeri Arıburnu ölü zaviyededir.Yani Kocaçimen'den görülmez.Bunun üzerine bin bir güçlükle Conkbayırına ulaşır
Bu esnada Conkbayırının güneyindeki 261 rakımlı tepeden sahil gözetlemesine memur bir müfreze efradının,Conkbayırına doğru kaçmakta olduğunu gösteren M. Kemal ile arasında şu konuşma geçer:
-Niçin kaçıyorsunuz?dedim
-Efendim düşman!dediler
-Nerede?
-İşte,diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.
Hakikaten düşman tepeye serbestçe yaklaşmaktadır.Mustafa Kemal'in ise elinde kuvveti yoktur.Düşman ona Kocaçimen'deki askerinden daha yakındır.Derhal karar verir. "Bu kararı kendisi bir mantıki muhakeme veya sev kitabi olarak değerlendirir."İşte bu karar savaşın gidişatını değiştirir.
-Düşmandan kaçılmaz der
-Cephanemiz yok diyen askere.
-Süngünüz var ya...dedi ve sonrasını şöyle anlatır:
Bağırarak bunlara süngü taktırdım.Yere yatırdım.Aynı zamanda Conkbayırına ilerlemekte olan piyade alayı ve cebel bataryasının "marş marşla" benim bulunduğum yerdeki emir zabitini onları çağırmaları için geriye saldırdım.Bu efrat süngü takıp yere yatınca düşman efradı da yere yattı.Kazandığımız an bu andır.
-Düşününüz,işte bu bir andı.
Conk bayırından harekatı idare eder,sağ sol birliklerle irtibat kurmaya çalışır,taarruz ilerlemektedir.Bu harekatı anlatırken sözleri şuydu:"Herkes öldürmek ve ölmek için düşmana atılmıştı."
Ya öldürmek ya ölmek!Zaten bu verilmiş bir emirdir.Aslı şöyledir:-Size taarruzu emretmiyorum ölmeyi emrediyorum.
Biz ölünceye kadar geçecek zaman içinde başka kuvvetler ve komutanlar olabilir..."Kumandan işte böyle bir anda böyle bir emri verebilen insandır."
Neticede düşmana saldırıldı.Boğuşuldu.Düşman dayanamayıp geri çekildi.Sahile kadar gerileyerek orada tutunabildi.Arıburnu cephesi işte böyle açıldı.
25/26 Nisan 1915 gecesi 5 İngiliz tümeni yeniden Arıburnu'na çıkarma yapar.Bu bir küçük ordudur.Halbuki bizim kuvvetlerimiz yetersizdir.Ayaklarındaki çarıkları dökülmüş,yiyecekleri kıt,yolları yoktur.Muharebe şebekesi iyi kurulamamıştır.Mustafa kemal her türlü olumsuzluğa rağmen emrindeki birliklerle sonuna kadar mücadele etmiş,26 Nisan günü savaş neticesini mağlup olmuyoruz şeklinde bildirmiştir.27 Nisan'da 2 alay daha takviye ederler.Verdiği emir aynıdır.O günkü harekatı yönettiği tepeye Kemalyeri adı verilmiştir.
Kemalyerindeki Mustafa Kemal Artık dünyanın en kudretli imparatorluğunun,Türk topraklarına kustuğu sonu gelmez insan ve ateş kudretiyle boğuşmuş kendini denemiştir.Kendine güvenen ve yenilmeyeceğine inanan bir genç ve güzel insandır.Kemalyeri'nden sağ kanattaki bir çok düşman askerinin ellerini kaldırıp,beyaz mendiller sallayarak kendi erlerine teslim oluşunu seyreder.Ama düşmanın asker çıkarması durmaz devam eder.29 Nisan gene çarpışmalarla geçer.Herkes bulunduğu toprağa,taşa elleri,ayakları,tırnaklarıyla sarılmıştır.Gene de herkesin çabası karşısındakinin yapıştığı toprağı onun elinden almaktır.Onu ya öldürmek ya atmaktır.
Churchill hatıratında Türklerin mücadelesini şöyle özetler:
"Türkler bu daracık geçit başında sıkı bir savunmaya girişmişlerdi.Canlarını veriyorlar fakat vatan toprağından karış vermiyorlardı. 30 Nisan!da bir kumandanlar toplantısı yapılır.Mustafa Kemal şöyle der: "Bire kadar hepimiz ölerek düşmanı mutlaka denize dökmemiz lazımdır."İçimizde ve askerlerimizde,Balkan harbi utancını tekrar görmektense ölmeyecek yoktur.Böyleleri varsa kendi elimizle kurşuna dizelim.
Yarımadanın en dar ve en tehlikeli noktası olan Arıburnu cephesinin gerisinde bizim 19. tümenimiz ihtiyatta bulunuyordu.Bunun komutanı genç yarbay Mustafa Kemal idi.Karaya çıkarmayı ve arz ettiği tehlikeyi hissedince kendiliğinden harekete geçti.Tümenin düşmanın eline geçmesi çok tehlikeli bir durum doğuracak olan Kocaçimen tepesi istikametine sevk etti. Bizzat kendisi 57. Alayın başında bu tepenin en şiddetli noktasına yaklaştığı zaman Anzak kolordularının öncüleri tepeye ulaşmışlardı.Kısa bir müddet boğazın en dar noktasını seyredebildiler.Sonra 57. alayın şiddetli bir taaruzuyla geri atıldılar.Çıktıkları sahile sürüldüler ve deniz filosunun himayesine tutunabildiler.Bu hareketiyle Genç Mustafa Kemal boğazı 1. defa kurtarmış oldu.Ya 57. Alay?57. Alay başka türlü bir Alaydı.57. Alaydan Gök kubbeye baki kalan bir hoş sedaydı.57.Alay Çanakkale harbinde tamamen şehit oldu...
Ama nasıl olur da Balkanlar'da bir nefeste bir vilayeti bırakıp dağılanlar,bugün burada hem de dünyanın en kudretli imparatorluğunun birlikleri karşısında bir karış torak için bir alayın kanını bir nefeste kurban ederler...Evet bunda bir mucize vardı.Bir kumandan mucizesi.Mustafa Kemal artık 19. Tümen komutanı değildir.Arıburnu ve Ağıl dere Cepheleri Kumandanı Mustafa Kemal'dir.
M. Kemal Arıburnu çevresinde savaşlarını yaparken onun sağındaki Anafartalar Cephesi de ateş içindedir.Sol kanattaki Conkbayırını ise gece gündüz endişe ile takip eder.Cephelerin bazıları birbirine karışmış,kumanda karışıklığı ortaya çıkmıştı.Bilhassa Conkbayırı böyleydi.9 Ağustos'ta kumanda karışıklığı son haddine varmış,savaş ise zirve noktasındadır.Düşman denizden durmadan çıkarma yapar,karaya durmadan birlikler kusar.Türk Ordusu karargahın son gücünü da cepheye yollamaktadır.Mustafa Kemal bu cephe kargaşasını düzeltmesi gerektiğini bilir.Yoksa tehlike vardır...
Mustafa Kemal bu durumun düzeltilmesi için ordu kumandanına açık ve kesin olarak mevcut kuvvetlerin kendi kumandasına verilmesini isteyerek böyle büyük bir sorumluluktan çekinmemiştir;ve "sorumluluk ölümden ağırdır" sözünü söylemiştir. Ordu karargahtan gelen emirle Anafartalar Grup Komutanlığına tayin edilmiştir.10 Ağustosta Taarruza geçmesi emredilmiştir.Çanakkale harbinin en büyük ve en kanlı taarruzu için harekete geçti.Düşmanı ani ve şiddetli bir baskınla yenmek istiyordu.Bu işte kuvvetten çok karar vardır.Her türlü olumsuzluğa rağmen verdiği karar şudur.Düşman yenilecek ve mahvedilecekti.
Mustafa Kemal hücum anını şöyle anlatır:
"Bütün askerler,zabitler her şeyi unutmuşlar,başkalarının kalplerini verilecek işarete bağlamışlardı.Süngüleri ve bir ayakları ileri uzatılmış olan askerlerimiz,onların önlerinde ellerinde tabancaları,kılıçları,zabitlerimiz kırbacımın aşağı inmesiyle demirden bir kitle halinde aslanca bir saldırışla ileriye atıldılar.Bir saniye sonra düşmanın siperlerinde gökleri dolduran Allah Allah!uğultularından başka bir şey işitilmiyordu.Düşman silah kullanmaya vakit bulamadı.Boğaz boğaza kahramanca bir boğuşma sonunda birinci hattaki düşman kamilen imha edildi.Mustafa Kemal;bu muhaberede hücuma kalkarken askerlerden okuma bilenlerin Kuran-ı Kerimi göğüslerine basarak,bilmeyenlerin kelime-i şahadet getirerek ve hemen hepsinin de iki üç dakika sonra öleceklerini bilerek,nasıl titremeden,irkilmeden ileri atıldıklarını anlatır. "Emin olmalısınız ki,Çanakkale muhaberesini kazandıran bu yüksek ruhtur" demiştir. 10 Ağustos Conkbayırı Savaşı o gün, Mustafa Kemal'in askerlerinin başarısıyla böyle bitmiştir.M. Kemal Çanakkale Muhabereleri denilen destanın ortasında işte bu zafer halesiyle görülür.Yaklaşık 8 aylık Çanakkale savaşlarında Türk askeri cesur,akıllı ve ortak bir komutanın idaresinde neler yapmaya gücü yettiğini göstermiştir.Bilhassa anafartalar savaşında(7-8 Ağustos 1915) yarbay olan M. Kemal'in askere "taarruzu değil ölmeyi emretmesi" savaşın kaderini etkilemiştir.Churchill'in kaderin adamı olarak tanıdığı Mustafa Kemal Conkbayırı ve Kocaçimen'de ilerleyen,Anzak Ordusunu geri çekilmeye zorlayarak işgal edilen noktaları kurtarmıştır.19. Tümen ve 57. Alayı merkezden emir beklemeden kendi inisiyatifiyle cepheye sürmüş,Çanakkale cephesinin düşmesini engellemiş,Boğazları kurtarmıştır.Savaşlar İngilizlerin 19/20 Aralıkta Arıburnu ve Anafartalar'ı 8/9 Ocak Seddülbahri boşaltmasıyla sona ermiştir. Çanakkale Muharebesi bize bir çok muvaffakiyetten mada bir de Mustafa Kemal kazandırmıştı.Osmanlı tarihinin en şerefli sahifesini işgal edeceğine hiç şüphe olmayan Çanakkale muvaffakiyeti Orada çarpışan Türklük ruhunu,Türklük fedakarlığını ispat ettiği gibi büyük bir kahramana malik olduğumuzu gösterdi.Çanakkale zaferi Türk kahramanlık destanıydı.Türk askeri ne demektir?Bunu cihan Çanakkale'de bir daha tanıdı.Düşman çok kuvvetli,bol silahlı ve çok zengin bir milletti.Ona rağmen Türk askeri süngüsüne dayanarak,düşmanı siperlerine mıhladı.Düşmanı tek adım ileri attırmadı.Türk'ün süngüsü Çanakkale'de çelik bir kale oldu.Mustafa Kemal'in kuvvetli sevk ve idaresi,Türk askerinin sarsılmaz iman ve iradesi Türk tarihine altın yaldızlı bir Çanakkale zaferi yazdı.Hiç Şüphesiz Mustafa Kemal ve Cevat Paşaların bu savaşlardaki çabaları yadsınamaz.Mustafa Kemal genç ve azimkar metin bir kumandandır.Çanakkale'de ordu nevmid bir vazifeye düştüğü zaman ümidini bozmamış ve imanından aldığı kuvvetle,ordunun da maneviyatını yükseltmiştir.Büyüklerini tanımak mecburiyetinde olan gençlik "Mustafa Kemal" namını da hafızalarına ilave etmeli halaskarlarımızdan birinin de o olduğunu unutmamalıdır.
Düşmanlar Çanakkale boğazından hüsranla çekip gidince artık İstanbul da zabıt ve istila tehlikesinden kurtulmuş demekti.Bütün memleket ahalisinin hususile İstanbulluların M. Kemal'e hürmet minnettarlıkları son dereceyi bulmuştu.Düşmanlar bile bu dahi kumandan idaresindeki Türk askerinin harekatına hürmet ve takdirlerini ifadeden geri durmamıştır.Artık Çanakkale savaşlarının siper savaşına dönüşmesi üzerine son bir saldırı ile düşmanı denize dökme önerisinin reddedilmesi üzerine 10 Aralık 1915'te görevinden istifa etti.Kendisine çok büyük saygısı olan Limon Von Sanders bu istifayı kabul etmeyerek kendisine hava değişimi verildi.İngilizlerin Gelibolu'yu boşalttıkları öğrenildi.İngiliz ve Fransızlar hiç kayba uğramadan çekilmek istiyorlardı.Mustafa Kemal Buna razı olmuyor, düşmanın bedavadan çekip gitmesi sonradan bizimle alay etmesini istemiyordu.10 Aralık 1915'te grup komutanlığından istifa etti.Limon Von Sanders'in bu istifayı hava tebdili iznine çevirmesinden sonra M. Kemal Gelibolu'dan ayrıldı.
M. Kemal'in 31 Mart irtica olayını ezmekteki hizmeti daha o dönemde gölgelenmiş ve unutturulmuştu.Arıburnu Conkbayırı ve Anafartalardaki kahramanlıkları ise örtbas edilmeyecek bir hal almıştı.İstanbul'da sansürün gazetelerde isminin yazılmasına izin vermemesi,Enver Paşanın bir çok subayın rütbesini yükselttiği halde onunkinin olduğu gibi kalması,bir çok kişinin hizmetlerini küçük göstermeye çalışmasına rağmen,M. Kemal'in ülke ve ordudaki şanı azalmadı.Artık o bir ad,bir kuvvet,bir umut olmuştu.O iki kere İstanbul'u kurtarmış ve cihan harbinin gidişini değiştirmekte esas amil olmuştu.Türk erlerinin kahramanlığından azami sonuç almayı o bilmiştir.En kalabalık ve güçlü Osmanlı ordusunu o komuta etmişti.Bu yeni duruma dayanarak sırf askerlik görevi dışında bir çok uğraşta bulundu.Bir süre İstanbul ve Sofya'da dinlendikten sonra 1916 yılı başında Edirne'de 16. Kolordu Kolordu Komutanlığı'na atandı.Bir ay sonra Muş ve Bitlis dolaylarında kurulan b aşka bir kolorduya nakledildi.Bu göreve giderken Tüm Generalliğe yükseldi.Van Gölü güneyinden,Çapakur Boğazına kadar 80 km'lik cephede Kazım Karabekir Paşayla beraberdi.Önce cephe hattını geri çekti,sonra Muş ve Bitlis'i geri aldı.Kendisine altın kılıçlı imtiyaz madalyası verildi.M. Kemal Sekarat'ta bulunan 2. Ordu Kumandanlığı'na gelince,Orada Ordu Kurmay Başkanı İsmet İnönü ile tanıştı.Hicaz Seferiyesi Komutanlığı önerildi.Kabul etmedi.Enver Paşa Bağdat'ı geri alma hayaliyle Yıldırım Ordular Grubunu kurdu.M. Kemal de bu orduya bağlı 7. Ordu Komutanı olmuştu.Asıl sorunun Irak'ta değil Filistin'de olduğu anlaşılınca Bağdat'ın geri alınmasından vazgeçilerek,Yıldırım Orduları Filistin'e gönderildi.M. Kemal bu cephede göreve başladıktan sonra,Enver,Talat ve Cevat Paşalara rapor vererek savaş yönetimi ve halkın içinde bulunduğu durumu bildirmiş ve alınması gereken önlemleri açıkça anlatmıştı.Bu rapora 2. bir ek olarak da Yıldırım Ordu Komutanı Falkenhayn'ın tutumunu şiddetle eleştirdi.Enver Paşandan Falkenhayn'ı tutan bir cevap gelince 7. Ordu Komutanlığını Ali Rıza Paşa'ya bırakarak İstanbul'a geldi.2.Ordu kumandanlığına atandıysa da görevi kabul etmedi.
3 Temmuz 1918'de Sultan Reşat'ın ölümüyle yerine Vahdettin geçti.Yarbay Naci'yi kendisine başyaver,İzzet Paşa'yı yaver-i ekrem yaptı.M. Kemal böbrek rahatsızlığı yüzünden Krlsbadda'ydı.Tedavisini yarım bırakıp İstanbul'a geçti(Padişahın emriyle)M. Kemal burada Padişaha orduyu ele almak gerektiğini söylemiş,Vahdettin de gereken işleri Talat ve Enver Paşa ile görüştüğünü söylemiş.Fakat yıkım görülmeye İttihat ve Terakki iktidarının düşeceği sezilmeye başlayınca M. Kemal'in yaver olması gündeme geldi. Vahdettin kendisini yeniden Fahri Yaverliğe ve 7. Ordu komutanlığına getirdi.Osmanlı'nın Filistin'de verdiği mücadele yenilgiyle sonuçlandı.Bulgaristan da Selanik anlaşması ile çekildi.Bu surette Osmanlı'nın müttefikleriyle bağlantısı kesildi.Çok geçmeden Almanya da mütareke istedi.8 Ekim'de Talat Paşa kabinesi istifa etti.M. Kemal bu durumda Osmanlı Devleti'nin müttefiklerinden ayrı bir barış yapmasını sağlamak,elde kalan kuvvetlere ileri sürülecek ateşkes önerilerine karşı milletçe direnmeyi düşünüyordu.Padişaha telgraf çekerek Ahmet İzzet Paşa'yı Sedaret'e getirerek,kendisi harbiye nazırı olmak birkaç kişiyi daha kabineye almak istiyordu.Sadrazam Ahmet İzzet Paşa oldu.M. Kemal'i Harbiye Nazırı yapmadı ama kabine M. Kemal'in isteğine yakındı.
30 Ekim 1918'de Osmanlı Devleti Rauf Bey başkanlığındaki heyetin 36 saat tartışarak kabul ettiği Mondros Mütarekesi imzalandı.Mütareke gereğince Alman komutanların Türkiye'yi terk etmesi gerekiyordu.Limon Von Sanders Yıldırım Orduları Grup Komutanlığını Mustafa Kemal'e verdi.Bu anlaşma ile Osmanlı Devleti kendini düşmana kayıtsız şartsız teslim etmiş,bununla da kalmayarak memleketin istilası için onlara yardım da etmişti.M. Kemal bu mütarekenin sakıncalı bulduğu noktaları sadrazama bildirip bir yandan da elindeki 2. ve 7. kolorduları ulusal savunma kuvveti haline getirmek için çalışmaya koyuldu.
13 Kasım 1918'de itilaf donanmasına bağlı gemilerin İstanbul'a girmesi üzerine yanındakilere dönerek "geldikleri gibi giderler" dedi.Bu sözü bir gün ülkenin bağımsızlığına kavuşacağına olan inancını belirtiyordu.İstanbul fiilen işgal altındaydı.Enver,Cemal ve Talat Paşa'lar memleketten kaçmış,meclis ve hükümet üyeleri birbirine düşmüştü.M. Kemal İstanbul'da kaldığı 6 ay içinde vatanın kurtuluşuna en küçük yardımı dokunabilecek herkesle ilişki kurdu,görüştü.Düşüncelerini daha kolay yayabilmek için Fethi Bey'in çıkardığı Minber gazetesine ortak oldu.Komutan ve subayların moralini yükseltebilmek için,Hasbihal adlı eserini yayımladı.Onun bu çok yönlü çalışmaları işgal kuvvetleri yetkililerini ve hükümeti kuşkulandırıyordu.Onu tevkif etmenin,halk çoğunluğu üzerinde kötü etkileri olacaktı.Şu halde M. Kemal'i İstanbul'dan uzaklaştırmak için uygun bir görev gerekliydi.İngiliz raporlarına göre bir görev vardı.Samsun dolaylarında Türk ahali Rum halka baskı yapıyordu.Bu durumda hükümet önlem olarak M. Kemal'i 9. Ordu Müfettişliğine atadı.Bu kıtaat 15. Kolordu Kazım Karabekir'e bağlıydı.M. Kemal Kazım Paşa'nın yardımıyla çok geniş yetkilerle göreve gidiyordu.Buna göre müfettişlik sınırları dışındaki bütün komutan ve sivil makamlara emir verebilecekti.Bu doğrultuda İngilizlerin vereceği vizeyi heyecanla beklemeye başladı.
KURTULUŞ MÜCELESİ
Yunan birlikleri 20.000 kişilik bir orduyla İzmir'i işgale başladı.Böylece Türk kurtuluş savaşı 15 Mayıs 1919'da Yunanlıların İzmir'i işgali sırasında düşmana ilk kurşun sıkmasıyla fiilen başladı.İngilizler padişahın M. Kemal'e güveni vardır gerekçesi ile beklenen vizeyi verdiler.16 Mayıs akşamı eski bir şilep olan Bandırma ile yola çıktı.M. Kemal her an bir İngiliz tarafından yolu kesileceğinden kuşkulanıyordu.Kuşkusunda da haklıydı.M. Kemal'in nasıl bir amaçla gittiğini anladılar.Fakat geç kaldıkları için durdurmayı başaramadılar.M. Kemal fırtınalı bir havada Samsun limanına çıktı.
Anadolu,İzmir'in işgali ve bunun doğuracağı sonuçlar hakkında çok az bilgiye sahipti.M. Kemal burada telgraf aracılığıyla yetki altında bulundurduğu makamlarla sıkı bir ilişki kurmak,halka protesto ve mitingler yaptırarak Bab-ı Ali ve müttefiklere karşı halkın cephe aldığını göstermek istedi.Askeri ve siyasi alanda çalışmalara başladı.Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak cemiyetleriyle bağlantı kurdu. Bu cemiyetler Yunan işgaline karşı kurulduğu için ve Kuvay-i Milliye ile ilişki kurulamadığı için vatanı kurtaracak güce erişemiyordu.
Bu çalışmalar gerek işgal kuvvetleri gerek İstanbul'u rahatsız ediyordu.İngilizler baskılarını arttırınca M. Kemal geri çağırıldı. Oysa Samsun'a geleli bir hafta olmuştu ve rahat çalışabilme imkanları arıyordu.Dolayısıyla bu çağrıya kulak asmadı.Karargahını Havza'ya çekti.Mitingler düzenletti.Müdafa-i Hukuk Derneğinin Havza şubesini kurdu.Reddi İlhak ve Müdafa-i Hukuk dernekleriyle Anadolu ve Trakya'daki bütün komutan ve sivil yöneticilere Havza'dan ilk genelgesini yolladı.Devlete baş kaldırmış olan efeler derhal M. Kemal ve arkadaşlarıyla işbirliğine karar verdiler.Amasyalılar M. Kemal'i davet ettiler o da kabul etti.Amasya çalışmalarına uygun bir ortamdı.Ali Fuat ve Rauf Beyler ile 21-22 Haziran Amasya Genelgesini yayınladı.
Mustafa Kemal bu genelge ile Sivas'ta bir kongre toplanması kararını İstanbul hükümeti ve işgal kuvvetlerine duyurdu.İşgal kuvvetleri M. Kemal'i görevden azletti. Bu haberi alır almaz 3. Ordu Müfettişliği ve askerlikten istifa etti.Milli kurtuluş hareketinde milletle beraber herhangi bir fert gibi çalışmak istediğini Ordulara ve millete duyurdu.Vilayet-i Şarkiye Müdafa-i Hukuku Milliye derneğinin Erzurum şubesinin isteğiyle derneğin faal heyetinin başına geçti.Erzurum kongresi 23 Temmuz'da toplandı.9kişilik bir heyeti temsiliye seçildi bunun başında M. Kemal vardı.Temsilcilerin bir çoğu Sivas'a varmışlar,M. Kemal ve arkadaşlarını bekliyorlardı.Erzurum'dan ayrılması gerekiyordu.Sivas kongresi Doğu ve Batı illeri ile Trakya'nın yani bütün bir memleketin birliğini sağlamak gayesi güdülüyordu.
Sivas Kongresi 4 Eylül 1919'da lise binasında toplandı.Şark-ı Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği adını aldı.11 eylül 1919'daki toplantıda Heyet-i Temsiliye' ye ek olarak 6 kişi daha seçildi.16 kişilik Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Derneği Heyet-i Temsiliyesi oldu.Bu bir geçici hükümet sayılıyordu.Kongre Erzurum Kongresi kararlarını onayladı.Damat Ferit'in adamı Elazığ valisi Ali Galip, Kürt aşiretlerini M. Kemal'e karşı kışkırtıp,çalışmalarını bozmaya çabaladıysa da başarılı olamadı.M. Kemal tarafından sorgulandı.Halep'e kaçtı.Sivas kongresi bu hava içinde sona erdi.Damat Ferit kabinesinin olumsuz çabalarını tespit eden M. Kemal ve arkadaşları,yapmış olduğu olumsuz çalışmaları padişaha bildirdiler.Ferit Paşa Kabinesi çekilmek zorunda kaldı.Yerine gelen Ali Rıza Paşa hükümeti,Heyet-i Temsiliye hükümetini şartlı olarak desteklemeye karar verdi.M. Kemal Sivas'ta iken İrade-i Milliye gazetesin çıkarmıştı.(13 Eyl).Bu defa Ankara'da Hakimiyet-i Milliye gazetesini kurdu.(10 Ocak 1920)
Meclis-i Mebusan 12 Ocak'ta İstanbul'da açıldı.Mustafa Kemal İstanbul' giden millet vekillerine,kendisini seçmelerini ve mecliste Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetini kurmalarını tavsiye etmişti. Kendisi hazır bulunmayan birini seçmenin sakıncalı olacağı düşüncesiyle onu başkanlığa seçmediler.Kurdukları gruba Felah-ı Vatan adı verdiler.Mebusan meclisi heyeti 28 Ocak 1920'de Misak-ı Milli esaslarını bir bildiri şeklinde kabul ve imza etti.Pariste toplanan müttefikler arası konsey 13 Mart'ta İstanbul'un fiilen işgaline karar verdi.16 Mart'ta İstanbul fiilen işgal edildi.M. Kemal olayı İslam elemi ve dünya parlamentolarına yayınladığı bildirilerle protesto etti.Bildiride 700 yıllık Osmanlı Devletinin hayat ve hakimiyetinin sona erdiğini belirterek, milleti hayat ve bağımsızlığını bütün geleceğini korumaya çağırdı.
BÜYÜK MİLLET MECLİSİ
19 Mart 1920'de yayınladığı bildiride Ankara'da olağanüstü yetkilerle ve milletin gerçek iradesine sahip bir meclis toplanacağını,bu meclisin milletin yeniden seçeceği temsilcilerle İstanbul Meclis üyelerinden, Anadolu'ya geçe bilenlerden oluşacağını belirtti.Her ilden 5 milletvekili seçilirken 5 Nisan'da Sadaret'e gelen Damat Ferit Milli Hareket'in Padişaha isyan,hareketin başındakileri de eşkıya olarak niteleyen fermanlar yayınlatıyor.Şeyhülislam Abdullah Efendi verdiği fetvada bunları kafir ilan ediyor,öldürülmelerinin dinen caiz olduğunu bildiriyordu.Bu durumu değerlendiren Damat Ferit,İngilizlerin desteğiyle kurduğu bir takım saf ve cahil insanlardan oluşan Kuva-i İnzibatiye ve Hilafet Ordusu'nu Anadolu'ya göndermeye yelteniyordu.TBMM 23 Nisan 1920'de en yaşlı milletvekili Şerif Bey'in başkanlığında toplanıyordu.Ertesi Gün M. Kemal meclis başkanı seçildi.Bir hükümet kurulmasının zorunlu olduğunu söyledi.3 Mayıs 1920'de 11 kişilik icra heyetini seçti.20 Ocak 1921 Teşkilat-ı Esasiye Yasası ile icra vekilleri heyeti kuruluncaya kadar başkanlık yaptı.29 Nisan 1920 günü kabul edilen Hiyanet-i Vataniye yasası ile TBMM'nin niteliğine isyan edenler,sözle veya yazılı saldırı yapanların vatan haini sayılacağı ilan edildi.Bu tür suçluları yargılamak için de İstiklal Mahkemeleri'nin kurulmasına karar verildi.
Bu dönemde halkçılık programını düşüncelerine uygun bulmayanlar muhalefet grupları şeklinde ortaya çıktılar.Muhalefette olan anlaşmazlıkları gidermek için mecliste Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti kurdu.10 Mayıs 1921 günü M. Kemal grubun başkanı seçildi.Bu I. Meclis zaman zaman üyeler arası şiddetli tartışmalara sahne olurken konu vatan olduğunda birlik ve beraberlikten hiç ayrılmamıştı.Nihayet zafer sonrası 16 Nisan 1923 günü son birleşimi yapılarak tarihin şerefli sayfalarına geçti.
Mustafa Kemal'i meclis çalışmaları dışında meşgul eden konuların başında,dağınık haldeki Türk Ordu'sunu yeniden seferber etmek,silahlandırmak ve eğitmek meselesi geliyordu.Ordu kurulana kadar Kuva-i Milliye birliklerinden yararlanmayı düşünmüş,fakat bunların başındaki Çerkez Ethem ve Demirci Mehmet Efe gibi diğer Kuva-i Milliye birliklerinin keyfi davranışları,yarardan çok zarar getiriyorlardı. Bu durum da düzenli ordunun kurulmasını hızlandırmıştı.
SARIKAMIŞ VE KARS GÜMRÜ'NÜN ELE GEÇİRİLMESİ
1877 Osm-Rus savaşı sonrası Rusya'da kalan ve Kars dolaylarında Bağımsız bir Ermeni Devleti kurulmuştu.Ermeniler bu bölgede İngilizlerle işbirliği yapıp Türkleri katlediyor,Türkiye ve Rusya'nın bağlantısını kesmeye çalışıyorlardı.9 Haziran 1920'de Kazım Karabekir 19. Kolordu Kumandanı Doğu Cephesi Kumandanlığına atandı.Doğu illerinde seferberlik ilan ederek kuvvetli bir ordu meydana getirdi.Kars,Sarıkamış ve Gümrü işgal edildi.3 Aralık 1920'de TBMM'nin taraf olduğu ilk anlaşma olan Gümrü imzalandı.Ermeni sorunu ortadan kalktı.Doğu kuvvetlerinin Batı:'ya aktarılması gerçekleşti.Fransızların Güney bölgesindeki(Mersin'den Urfa'ya saldırılarına M. Kemal direktifinde kahramanca karşı koyan milis kuvvetleri Arap savunması sonunda Gazi unvanını almıştı.Fransızlar Türklerle savaşın sonuç vermeyeceğini anlamışlardı.Sakarya savaşından sonra Ankara İtilafname'sini imzaladılar.T.B.M.M ve Türklerin Misak-ı Milli'deki bağımsızlık ilk defa bir devlet tanımıştı.
SEVR ANLAŞMASI
Yunanlılar 22 Haziran 1920'de Türklerin düzenli ordu kurmasına engel olmak ve barış projesini kabule zorlamak için 3 yönden ileri harekata geçti.T.B.M.M Yunan ilerleyişini durdurmak üzere 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Cebesoy'u Batı Cephesi komutanlığına getirdi.Yunanlılar kuzeyde başarılı olmuşlardı.Balıkesir ve Bursa'yı işgal etmişler,20-27 Temmuz'da Edirne dahil bütün Batı ve Doğu Trakya'yı işgali başarmışlardı.Bu işgaller -özellikle Bursa'nın işgali- mecliste ağır eleştirilere sebep olmuştu.(eski başkentin yitirilişi siyah örtü örtülerek protesto edildi).M. Kemal henüz ordumuzun kuruluş aşamasında olduğunu,zafere inandığını belirtti.Fakat Vahdettin ve İstanbul Hükümeti barış yapılmasını kabul ettiler.10 Ağustos 1920'de Sevr imzalandı.T.B.M.M bu anlaşmayı imzalayanları vatan haini ilan etti.
Bu anlaşmayı Türk milletine kabul ettiremeyeceklerini anlayan işgal kuvvetleri,Yunanlıları tekrar saldırıya geçirdiler.Türk Ordu'sunun Çerkez Ethem ile uğraşmasını fırsat bilerek Afyon,Eskişehir,Bursa üzerinden İnönü'ye yürümeye başladılar.Albay İnönü Yunanlıları 3 günlük çetin mücadeleler sonuca mağlup etti.Bu kez Sevr'i uzlaşma yoluyla kabul ettirmeye çalıştılar.Ankara hükümetini Londra'ya çağırdılar.13 günlük konferans sonuç vermedi.Yunan kuvvetleri 23 Mart'ta tekrar saldırıya geçtiler.II. İnönü'de de yenildiler.T.B.M.M ve S.S.C.B Moskova ant. İmzalamış Ankara hükümeti diplomatik güç kazanmış.
Yunanlıların 2. kez mağlup olması hoşnutsuzluk ve siyasi buhran yarattı.Yunanlılar farklı bir taktikle tekrar saldırma kararı aldılar.M. KEMAL Batı cephesi ordularının Sakarya'ya çekilmesini istedi.Meclis M. Kemal'in T.B.M.M Ordularının başına getirilmesine karar verdi.(5 Ağustos 1921) olağanüstü yetkilere sahip olmuştu.M. Kemal bu sürecin 3 ayla sınırlanmasını ,gerekirse her 3 ay sonucu sürenin uzatılmasını uygun gördüğünü belirtti.
M. Kemal Başkomutan olduktan sonra Tekalif-i Milliye emirlerini yayınladı.Ordunun ihtiyacı olan her türlü malzemenin Ordu emrine verilmesini öngören emirler uygulamak için de Tekalif-i Milliye komisyonu kuruldu.Yunanlıların kesin sonuç almak için tekrar saldırıya geçeneğini biliyordu. 23 Ağustos'ta Yunanlılar tek savunma hattına şiddetli saldırıya başlamış oldu.Sakarya Meydan Savaşı başlamış oldu.22 gün ve 21 gece aralıksız devam eden savaşta M. Kemal ünlü "Hattı müdafaa yoktur,sathı müdafaa vardır.O satıh bütün vatandır" emrini vermiştir.Savunma durumundaki Türk birlikleri saldırıya geçtiler.Sakarya'nın doğusunda yunan askeri kalmamıştı.
Türklerden her bakımdan iki kat üstün araç gereçle savaşan Yunan Ordularını yenilgiye uğratan M. Kemal'e Gazi unvanı verildi.Savaş sonrası Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı.İtilaf devletlerini güvenini sarsan Yunanlılar son bir kez saldırıya geçti.Türk Ordu'sunun da kendisini toplaması gerekliydi.11 ayda bunu başardı.Başkomutanlık Meydan Muharebesi başlamıştı.Garp Cephesi Orduları 2'ye ayrıldı.6 Ağustos 1922'de M. Kemal P.,İsmet P., Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa taarruz hazırlıklarını gözden geçirdiler.Türkler şiddetli bir saldırı sonucu Çiğiltepe, Erkmentepe, Tınaztepe, Belentepe, vs. ele geçirdi.Afyon kuzeyindeki Yunan Orduları geri çekilmek zorunda kaldılar.Türk ordusu Dumlupınar'a yöneldi. Dumlupınar'ın kuzey ve kuzeydoğudaki 5 tümenlik Trikupis Grubu yenildi.
M. Kemal Yunanlıların herhangi bir yerde tutunup savunmaya geçmelerine ve itilaf devletlerinin müdahalesine meydan bırakmamak için düşmanın süratle ve aralıksız kovulmasını istiyordu.Bunun için "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz dir" hedefini vermişti.9 Eylül'de 3,5 yıl işgal altındaki İzmir de kurtuldu.
Annesi Zübeyde Hanım 14 Ocak 1923'te öldü.29 Ocak 1923 İzmir'in ünlü ailelerinden Uşşakizade'lere mensup Muammer Bey'in kızı Latife Hanım ile evlendi.Evlilikleri 5 Ağustos 1923'e kadar sürdü.18 Eylül'e kadar Batı Anadolu Yunan ordusundan temizlenmiş bulunuyordu. Türk-Yunan Savaşı Mudanya Mütarekesi ile sona erdi.(1 Ekim 1922) Yunanlılar yeterli delege olmadığı gerekçesi ile imzadan kaçındılar.İtilaf Devletlerinin Barış konferansına Ankara Hükümeti ile beraber İstanbul Hükümetini de çağırmak istemesi T.B.M.M' yi harekete geçirdi.Meclis 1 Kasım1922'de saltanat ile halifeliğin ayrılması ve saltanatın kaldırılmasına karar verdi. Vahdettin İngilizlere sığındı.17 Kasım gecesi bir İngiliz zırhlısı ile kaçtı.Abdülmecit Halife oldu.
Lozan Barış Ant. 28 Temmuz 1923 günü imzalandı.Yunan sorunu dışında Şark sorunu ve diğer sorunlar ele alındı.I. Dünya savaşında savaş durumunda olan devletler arası barış yapıldı.Türkiye'yi İsmet Paşa temsil ediyordu. İşgal kuvvetleri 30 Ekim 1923'te İstanbul'u boşalttılar.M. Kemal toprak bütünlüğünün ifadesi olarak,Ankara'yı başkent yapmak istiyordu. Tasarı meclise sunuldu. Ankara başkent oldu. M. Kemal askeri alanda büyük başarılar kazanmıştı.Bundan sonra daha fazlası gerekliydi.Şimdi devlet adamı bir devrimci olarak iş başındaydı. 6 Aralık 1922'de basına verdiği demeçte Cumhuriyet Halk partisi adında, Halkçılık ilkesine dayalı bir parti kuracağını ve her türlü yoruma açık olduğunu belirtti. Herkes çeşitli endişeler ortaya attı. Buna rağmen M. Kemal CHP'yi kurdu. Ölünceye kadar da başında kaldı.
M. Kemal artık cumhuriyeti ilan etmek için faaliyetlere geçti.Milletvekilleri de bu görüşteydiler.1920 yılında "Egemenlik Ulusundur" ilkesine dayalı idarenin başladığı günden itibaren aslında Cumhuriyet kurulmuş fakat adı söylenmemişti. M. Kemal,İsmet Paşa ve Fethi Bey'i köşküne çağırdı ve cumhuriyeti ilan edeceğini bildirdi. Anayasaya Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir maddesi ekendi.29 EKİM 1923'TE Teşkilat-ı Esasiye Yasasında değişiklik yapılarak, cumhuriyetin ilanına karar verildi.Oylamaya katılan milletvekilleri cumhuriyeti kabul ederek kendisini ilk Cumhurbaşkanı seçtiler.1927-31-35 yıllarında 4 yılda bir Cumhurbaşkanı seçildi.
T.B.M. M nin 3 Mart 1924 tarihli oturumunda Medreselerin kapatılmasına,eğitim ve öğretimin birleştirilmesine ve Şeriye ve Evkaf Vekaleti'nin kabineden çıkarılmasına ilişkin yasalar kabul edildi.20 Nisan 1924'te 2. anayasa yürürlüğe girdi.Türkiye Cumhuriyeti'nin Laik olduğu kesinlik kazandı. ( 10 Nisan 1928 )
İNKLAPLAR, DEVRİMLER
M. Kemal'in gerçekleştirdiği devrimler tek bir temele dayanıyordu.Türk milletini gerçekten Layık olduğu yüksek,güçlü ve müreffeh bir yaşam düzeyine kavuşturmak. Bu düşünceyi engellemeye çalışan her türlü kurum ve muhalifin karşısında bulunuyordu.Eski Ortaçağ karanlığını içinde tutan topluma,ilkel bir görüntü veren kurumları hükümleri ve alışkanlıkları kaldırarak,çağdaş uygarlığın akıl ve bilime dayanan değerlerini getirmek istiyordu. Bu temel görüşler doğrultusunda devrimleri geçekleştirdi.
Bu devrimler,hilafetin kaldırılması,eğitimin tek elden yönetilmesi,şeriye mahkemelerinin kaldırılması,Tekke,zaviye ve türbanın kaldırılması,şapka giyiminin zorunlu olması,takvim ve saatte değişiklik,Türk medeni yasasının kabulü,Latin harflerinin kabulü,ulusal okulların açılması ulusal rakamların kabulü, Kur'an ve ezanın Türkçeleştirilmesi.Lakap ve unvanların kaldırılması ve bazı kisvelerin giyilmemesi,hafta tatili cumadan,pazara alındı ve en önemlisi medeni yasanın evlenmeyle ilgili hükümleri...Tanzimat dönemindeki Mecellenin yerini İsviçre medeni kanunundan örnek olarak hazırlanan Türk Medeni Yasası 17 Şubat 1926'da kabul edildi.Medeni yasa ile kadınlara haklar tanınırken,onların siyasal ve ekonomik yaşama katkıları da düşünüldü. 1930'da belediye seçme ve seçilme,1934'te de milletvekili seçme ve seçilme hakkını kazanmıştı.21 haziran 1934'te soyadı yasası kabul edilmiş,T.B.M.M' de M. Kemal'e Atatürk soyadını vermişti.Bunun daha öncesinde hem askeri hem askeri hem siyasi önder olmasını çekemeyenler yüzünden askerlikten istifa etti.(30 haz 1927).Atatürk Cumhuriyet idaresindeki bir ülkenin demokratik olması gerektiği,bunun için birden fazla parti kurulması gerektiğini savunuyordu.Cumhuriyetçilik ve Laiklik ilkesinden ödün vermek istemiyordu.Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası(1924-25) ile Serbest Cumhuriyet Fırkası(1930) bu ülke sınırlarını aştıkları için uzun ömürlü olmadılar.
Cumhuriyet Halk Partisinin 2. büyük kurultayında gerek parti,gerekse Türkiye açısından büyük önem taşıyan büyük Nutku'nu okudu.(15-20 Ekim 1927) Nutukta kuruluş savaşının tüm evrelerini belgelerle açıkladı.Cumhuriyetin kuruluşunu,devrimleri,devrimlere karşı çıkanları ayrı, ayrı anlattı. Sonunda da Türkiye Cumhuriyetini Türk gençliğine emanet ettiğini bildirdi.12 Nisan 1931'de Türk Tarih Kurumu'nu kurdu.
12 Temmuz 1932'de Türk Dil Kurumunu kurdu.
1933'te Cumhuriyet'in 10. yılı dolayısıyla konuşma yaptı.Halkı en geniş refah araç ve kaynaklarına sahip çıkmaya ulusal kültürü,çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkaracağını söz verdi.Sözünü "Ne Mutlu Türküm Diyene" diyerek noktaladı.Ekonomi ve siyasete önem verdi.Ekonomik sistem olarak Devletçiliği benimsedi.Devlet denetiminde özel girişimi öngördü.
Ülke ekonomisi için gerekli büyük,küçük her çeşit sanayii kurmayı ilke edindi.Yalnız ülke çıkarlarına uygun olan yabancı sermayenin ülkede yatırım yapmasına izin verdi.Ülkenin gerçek sahibinin köylü olduğunu belirterek, makinalı tarıma geçmeyi öngördü.Dış siyaseti dostluk ve barış temeline dayandırarak,bu doğrultuda(1934)Balkan(1937) Sadabat Paktını kurdu.
4. kez Cumhurbaşkanlığına seçilen Atatürk Ankara Ant. İle Fransa'ya bırakılan Hatay'ı ülkemize katmak için büyük çaba harcadı.Fakat sağlığı günden güne bozuluyordu.20 Mayıs 1938'de Hatay sorunu ile ilgili olarak Mersin ve çevresindeki askeri birlikleri denetledi.
İstanbul'a gitti 5 Eylül'de son biçimini verdiği vasiyetnamesini İstanbul 6. Notere kapalı bir zarf içinde verdi.1kasım 1938 meclis açılışına hastalığı yüzünden katılamadı. Büyük Komutan, devlet adamı,büyük insan 10 kasım 1938 Perşembe günü saat 9.05'te hayata gözlerini yumdu...Bu haber Türk milletini yasa boğdu .
AtatÜrk Slayt GÖsterİsİ
Atatürk Slaytlarına devam...
Atatürk'ten Hatıralar
Sakal...
Atatürk Amasya ziyaretinde.Vali konağında yörenin ileri gelenleri ile sohbette. Bir ara tam karsısında oturan birine takılır gözleri. Yaşı ellinin üzerinde bu adam beline kadar inen sakalıyla Atatürk'ün dikkatini çeker. Ata, yanındaki valinin kulağına eğilip sorar;
- Kimdir bu?
Vali yanıt verir;
- Efendim kendisi Şıh'tır. Yörede çok hatırlısı vardır.
Atatürk Şıh'ı yanına çağırır ve;
- Bak baba, imanın ölçüsü sakalın boyunda değildir. Sunu rica etsem de en azından Peygamber efendimizinki gibi kısaltsan der ve eliyle de boyun altı hizasını gösterir.
Şıh;
- “ Emrin olur Paşam ” diyerek yerine çekilir.
Aradan zaman geçer, bir aksam Atatürk Amasya'daki Şıh'ı hatırlar ve Vali'yi telefonla arayıp durumu sorar. Vali nasıl söyleyeceğini bilememekle birlikte, Şıh'ın sakal boyunda en küçük bir kısalma bile olmadığını aksine kimselere el sürdürmediğini anlatır. Atatürk telefonu kapatır, kağıdı kalemi eline alır ve az sonra nazırını çağırıp, yazdığı yazıyı Amasya Valiliği’ne tebliğ etmesini ister. Ertesi gün Amasya'dan bir haber gelir ki Şıh Efendi Ata’yı görmek üzere Ankara'ya yola çıkmış...
Şıh gelir, Ata’nın karsısına çıkar. Sakal tamamen kesilmiş, sinekkaydı bir tıraş olunmuş, saçlar kısaltılmış, kılık kıyafet bastan sona değiştirilmiş, bambaşka bir görünüme bürünülmüştür. Atatürk'ün mesai arkadaşları bu değişimi anlayamaz ve Ata'ya sorarlar;
- Aman Paşam, o Şıh ki sakalına el dahi sürdürmezdi, siz ne ettiniz de kökünden kesmesini sağladınız?
Ata gülümser, sonra da yanındakilere dönüp;
- Dün aksam Amasya Valiliği’ne bir yazı gönderdim ve Şıh'ı Afyon'a vali atadığımı bildirdim
der.
Ardından da yeni bir yazı hazırlayıp nazırına bu yazıyı da Şıh'a vermesini söyler. Yazıda söyle yazmaktadır;
- İnancın ölçüsünün sakalda olmadığını anladığına sevindim. Valilik meselene gelince, bugün koltuk uğruna kırk yıllık sakalından vazgeçebilen yarın başka şeyler için milletinden bile vazgeçebilir. Seni böyle bir ikileme mahkum bırakmayalım. Kal sağlıcakla...
**********************************************************
Kurtdereli...
Atatürk, ünlü güreşçi Kurtdereli'ye ödül olarak 1000 liralık bir İş Bankası çeki veriyor. Altını Kemal Atatürk diye imzalıyor, zaten çeklerde resmi de var. Pehlivan çeki İş Bankası' na götürüyor; kendisine 1000 lirayı ödüyorlar. Muazzam bir para.
Ama Kurtdereli hala bekliyor. "Ne bekliyorsun pehlivan?" diye sorduklarında çeki beklediğini söylüyor.
"Parayı aldın, çek bizde kalacak" diyorlar.
"O zaman alin 1000 liranızı, verin çekimi" diyor. "Onda Atatürk'ümün imzası var." Ve parayı iade edip Atatürk imzalı çeki sevgiyle cebine yerleştirerek gidiyor.
Bu milletvekilliği ayrıcalığını hiç beğenmedim
Atatürk bir sabah florya’dan dolmabahçe sarayina dönüyor. Yesilköy istasyonunun önünden geçerken birdenbire otomobili durduruyor ve basyaver’e:
- sorunuz, tren var mi? Diye emir veriyor.
O sirada tren hemen hareket etmek üzeredir, hep birlikte otomobilden inip yanindakilerle trene biniyor. Karar ani verildigi ve tatbik edildigi için bu trene binis hemen kimsenin nazari dikkatini çekmiyor. Bir müddet sonra, her seyden habersiz olan kondüktör ata’nin bulundugu kompartimana geliyor. Kafileyi görünce çekilmek istiyor. Ata hemen sesleniyor;
- vazifeni yap! (yanindakileri göstererek) bu efendilere niçin bilet sormuyorsun?
Yanindakiler cevap verirler.
- pasam biz mebusuz. Tren bileti almayiz. Parasiz seyehat ederiz.
Ata hayretle:
- bu imtiyazi hiç begenmedim, der. Çok ayip ve acayip bir kaide. Çok güzel halkçilik!
Ali Kılıç
İkiside çok güzel elinize sağlık.
Devlet imkanlarını amacına uygun kullanma ...
------------------------------------------------------------
Sivas kongresi sonrasi, heyeti temsiliye’nin Ankara’ya gelmesi kararlastirildiktan sonra Mustafa Kemal ve Hüseyin Rauf beraberlerindekilerle ankara’ya geldiklerinde keçiören yolu üzerindeki ziraat mektebi’ne misafir edilmislerdi. Daha sonra Mustafa Kemal Ankara istasyonundaki gar müdürlügü binasina yerlesti. Burasi hem evi, hem çalisma yeriydi.
O tarihlerde ankara vilayetinin sehir merkezi kale ve onun hemen çevresi idi. Keçiören, Etlik, Dikmen, Ayranci’da bag evleri vardi. Bunlar arasinda Çankayada papazin bagi olarak adlandirilan iki katli ev Mustafa Kemal’e armagan edildi ve o da evi ordu’ya devrederek evin adi ordu köskü oldu. Iki katli binaya 1924’de ilaveler yapildi fakat bina isitilamiyor idi. Zafer, inkilaplar, cumhuriyet, dünyanin üzerimizde toplanan gözleri, Mustafa Kemal’in müstesna sahsiyeti, mütevazi de olsa yeni bir devlet baskanligi konutunu zorunlu kiliyordu.
Mustafa Kemal yeri kendi seçti, kayalar düzenlendi, dis cephe pembe rengin hakimiyetinde, içerde yesilin her tonu ile ve planin esasi Mustafa Kemal’in olan yapi 1932’de tamamlandi ve ayni yilin haziran ayinda da tasinildi.
Pembe köskün dösenmesi için bütçede pek mütevazi para vardi. Gazi, gerekli olani sahsi imkanlari ile karsilama karari aldi ve kendisine tavsiye edilen o günlerde beyoglu istiklal caddesinde bir türk’ün açtigi dekorasyon magazasi sahibi Selahattin Refik beyi ankara’ya davet etti. Binayi gezdirdi, arzularini açikladi ve kendisinden teklif istedi.
Kisa süre sonra kendisine sunulan tasariyi inceledi, muhatabi konuyu gerçekten biliyordu ve anladi ki, kendisini taniyanlarca da uyarilmisti. Buna ragmen teklifleri hazirlayanlari kirmadan ülkenin mütevazi imkanlarini izah edebilmis olmanin rahatligi içinde feragatlar istedi. O sirada ata’nin yaninda olan Ankara belediye baskani asaf İlbay bey Ata’nin su açiklamasini kaydeder.
“biliyorsunuz burasi cumhurbaskanligi köskü... Mülkiyeti devletin... Benden sonra buraya meclisin veya belki milletin dogrudan seçecegi zatlar gelecek. Bu esyalarin parasini benim sahsen verdigimi sizler biliyorsunuz ama, yarin bunu bilmeyenler içinde yanlis hükümler veren olmaz mi? Memlekete en zaruri hizmetlerin yapilamadigi bütçe darligi içinde israf yapildigini düsünenler bulunmaz mi? Bir endisem de karar mevkinde olanlarin sahsi arzularini devlete yükleme mevzuunda beni emsal göstermelidir. Bunu hiç istemem.”
Sonra Selahattin Refik bey’e döner:
“sahsi imkanlarin olsa bile, böyle mekânlara asgari masraflarla rahat ve zevkli tefrisi tercih etme tercihindeyim. Beni anliyorsunuz zannederim.” Der.
Cemal Kutay, Atatürk olmasaydi
Bayrağa saygı
Atatürk bu engin insanlik duygusu ile milletlerin istiklali prensibine olan gönülden saygi ve bagliligini izmir’e girdigi sirada da göstermisti... O’na İzmir’de Karsiyaka’da bir ev hazirlanmisti ki, bu evde isgal esnasinda Yunan krali Konstantin’de kalmisti... Evin sahibinin oglu ile hazirlikta çalisanlarin bazi yakin akrabasi Yunanistan’da esir bulunuyorlardi; isgal esnasinda, bütün Türkler gibi çok izdirap çekmislerdi; içlerinden yaraliydilar ve yunanlilardan öç almak atesiyle yanip tutusuyorlardi. Bu duygularin etkisi altinda evin dis merdiveninin üzerine, muzaffer baskomuta’ninin basip geçmesi için, ipek bir düsman bayragi sermislerdi...
Atatürk yere serili bayragin önünde durmustu; etrafinda bulunan kadin-erkek izmirliler, kendisini içeriye girmeye davet ediyor, gözleri yaslarla dolu:
“buyurunuz, geçiniz, bizim öcümüzü yerine getiriniz. Yabanci kral bu evden içeri, bizim bayragimiza basarak girmisti; siz lütfedin, bu karsilikla o lekeyi silin. Burasi bizim sehrimizdir, bu ev sizin evinizdir, bu hak sizindir” diye yalvariyorlardi.
Hiçbir durumda benligini ve sagduyusunu kaybetmeyen civanmert insan; kendilerine en tatli bakis ve sesi ile:
“o, geçmiste hata etmis; bir milletin iskitlalinin timsali olan bayrak çignenmez, ben onun hatasini tekrar edemem,” cevabini vermisti ve ancak bayragi yerden kaldirttiktan sonra beyaz mermerlere basarak içeri girmisti...
Soyak, Hasan Rıza; Atatürk’ten hatiralar, s. 136
Cumhuriyet
Atatürk, Mudanya yolu ile Bursa’ya gidiyordu. Kalabalik bir halk kitlesi iskelede etrafini çevirmis bulunmakta idi. Bir kadinin, elinde bir kagitla Atatürk’e yaklastigi görüldü. Ihtiyar, zayif bir kadindi. Ata’nin yolunu keserek titrek bir sesle:
- beni tanidin mi ogul? Dedi. Ben sizin Selanik’te komsunuzdum. Bir oglum var; devlet demiryollarina girmek istiyor. Siz onu alsinlar dediniz. Fakat müdür dinlemedi. Oglumu yine ise almamis..ne olur bir kere de siz söyleseniz.
Atatürk’ün çelik bakisli gözleri samimiyetle parladi... Elleriyle genis jestler yaparak ve yüksek sesle :
- oglunu almadilar mi? Dedi. Ben tavsiye ettigim halde mi almalidar? Ne kadar iyi olmus... Çok iyi yapmislar... Iste Cumhuriyet böyle anlasilacak...
Kadin kalabaligin içinde kaybolmustu. Ve Atatürk adeta vecd (çosku) dolu bir sesle:
- iste Cumhuriyetten bekledigimiz netice... Diyordu.
Köymen, Hulusi; Atatürk’ü anmak kitabindan, s. 260
Atatürk'e bir köylünün cevabı
Tarihimiz sayisiz savaslarla doludur. Biz bu savaslardan baskaldirip ne memleketi imar edebilmisiz, ne de kendimiz refaha kavusmusuzdur. Bunun sebebi, bizim suçumuzda oldugu kadar düsmanlarimizdadir da. Çünkü basta moskoflar olmak üzere düsmanlarimiz hep söyle düsünürlerdi :
- Türklere rahat vermemeli ki, baska sahalarda ilerleyemesinler...
Bunun için de sik sik basimiza belalar çikarirlar, savaslar açarlar, Balkan milletlerini istiklal diye kiskirtirlardi.
Biz böyle durmadan savasirken de o zamanlar askere alinmayan gayri müslimler durmadan zenginlesirlerdi.
Onlarin neden zengin, bizim neden fakir kaldigimizi bir köylü, Atatürk'e verdigi kisa bir cevap ile gayet veciz olarak izah etmistir.
Atatürk, mMersin'e yaptigi seyahatlerden birinde, sehirde gördügü büyük binalari isaret ederek sormus :
- bu kösk kimin ?
- kirkor'un...
- ya su koca bina ?
- yargo'nun
- ya su ?
- salomon'un...
Atatürk biraz sinirlenerek sormus :
- onlar bu binalari yaparken ya siz nerede idiniz ? Toplananlarin arkalarindan bir köylünün sesi duyulur :
- biz mi nerede idik ? Biz Yemen'de, Tuna boylarinda, Balkanlarda Arnavutluk daglarinda, Kafkaslar'da, Çanakkale'de, Sakarya'da savasiyorduk pasam...
Atatürk bu hatirasini naklederken :
- hayatimda cevap veremedigim yegane insan bu ak sakalli ihtiyar olmustur, der dururdu.
Atatürk'ün nükteleri-fikralari-hatiralari, sh 18
Olur sey degil
Muallimler ankara'da bir içtima yapmislar, içtimaa iki üç muallim hanim da istirak ederek salonda ayri bir yere oturmuslardi.
Muallim hanimlarin içtimaa gitmelerini hos görmeyen meclis'in sariklilari gaziye sikayete gidiyorlar.
Gazi kizarak :
- "kimmis muallimler cemiyeti reisi ? Çagirin onu !"
Ve Mazhar Müfit birkaç dakika sonra içeri girinci gürleyen bir sesle çikisiyor :
-"siz muallimler içtimamda ne yapmissiniz ? Ne ayip sey bu ?"
Mazhar Müfit sasakalir. Gaziden bu hareket mi beklenirdi ? Sariklilar muzaffer bir besaretle gülüyor. Sariklilar nes'e içinde gazinin sesi hep ayni tonda devam ediyor.
- "olur sey degil olur sey degil !"
Mazhar Müfit hala ayakta ve hala ne diyecegini sasirmis bir halde cevap vermeye çalisiyor :
-"efendim vallahi... "
- "birak birak ben hepsini biliyorum; içtimaa muallime hanimlarida çagirdiniz. Fakat onlari niye ayri siralara oturttunuz ? Sizin kendinize mi itimadiniz yok, türk haniminin faziletine mi ? Bir daha öyle ayrilik gayrilik görmeyeyim, anladiniz mi ?
Atatürk'ün nükteleri-fikralari-hatiralari sh 59
Cumhuriyetçilik
Kemalist devrimler siyasi bir devrim niteliğindedir ve çok uluslu bir imparatorluktan Türkiye ulus devletine geçiş gerçekleştirilmiş ve böylece modern Türkiye'nin ulusal kimliği kazandırılmıştır. Kemalizm, Türkiye için yalnızca Cumhuriyet rejimini tanımaktadır. Kemalizm insanların arzularını yerine getirebilecek yegane rejimin cumhuriyet rejimi olduğuna inanmaktadır.
Halkçılık
Gerek içeriği gerekse hedefleri açısından bakıldığında, Kemalist Devrim ayrıca bir sosyal devrim niteliği de taşımaktaydı. Bu devrim seçkin bir grup tarafından genel olarak halka yönelik bir biçimde gerçekleştirilmişti. Kemalist devrimler, özellikle İsviçre Medeni Kanunu olmak üzere Batı kanunlarının Türkiye'de uygulamaya konmasıyla birlikte kadınların statüsüne kökten değişiklikler getirmiştir. Üstelik, 1934 yılında kabul edilen bir kanun ile kadınlar seçme hakkını almışlardır. Atatürk çeşitli ortamlarda Türkiye'nin gerçek Yöneticilerinin köylüler olduğunu söylemiştir. Aslında bu durum Türkiye için bir gerçek olmaktan çok bir hedef niteliğindeydi. Gerçekte, halkçılık ilkesi için yapılan resmi açıklamada Kemalizmin sınıf ayrıcalıklarına ve sınıf farklılıklarına karşı olduğu ifade edilmekte ve hiçbir bireyin, ailenin, sınıfın veya organizasyonun diğerlerinin daha üzerinde olmasını kabul etmiyordu. Kemalist ideoloji, aslında, Türk vatandaşlığı olarak ifade edilen bir fikre dayanmaktaydı. Gurur ile birleşen vatandaşlık fikri, onların daha fazla çalışmaları için gerekli psikolojik teşviki sağlayacak, birlik fikri ve ulusal bir kimliğin kazanılmasına yardımcı olacaktı.
Laiklik
Kemalist laiklik yalnızca devlet ve dinin birbirinden ayrılması anlamına gelmiyor, ayrıca dinin eğitim, kültürel ve yasal konulardan da ayrılması anlamını taşıyordu. Laiklik, düşünce özgürlüğü ve kuruluşların dini düşünce ve dini kuruluşların etkisinden bağımsız olmaları anlamına geliyordu. Böylece, Kemalist devrim ayrıca laik bir devrim idi. Kemalist devrimlerin birçoğu laikliği gerçekleştirmek amacıyla yapılmış ve diğer birçoğu ise laikliğe ulaşılmış olması nedeniyle gerçekleştirilebilmiştir.
Kemalist laiklik ilkesi Tanrı karşıtı bir ilke değildi. Bu akılcı ve dini siyasetin dışında tutan bir ilke idi. Bu Kemalist ilke aydınlanmış İslam'a değil, çağdaşlığa karşı olan Müslümanlığa karşısındaydı.
Devrimcilik
Atatürk'ün ortaya koyduğu en önemli ilkelerden birisi de reformculuk veya
devrimcilikti. Bu ilkenin anlamı Türkiye'nin devrimler yaptığı ve geleneksel kuruluşlarını modern kuruluşlar ile değiştirmiş olduğu idi. Geleneksel kavramların iptal edildiği ve modern kavramların benimsendiği anlamına geliyordu. Devrimcilik ilkesi, yapılmış olan devrimlerin tanınmalarının çok ötesine geçti.
Milliyetçilik
Kemalist devrim ayrıca milliyetçi bir devrim idi. Kemalist milliyetçilik ırkçı bir yapıda değildi. Bu devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyetinin bağımsızlığının korunması ve ayrıca Cumhuriyetin siyasal yönden gelişmesi idi. Bu milliyetçilik, tüm diğer milletlerin bağımsızlık haklarına saygılı idi. Yine bu milliyetçilik, sosyal içerikli bir milliyetçilikti. Yalnızca anti - emperyalist değil, aynı zamanda gerek hanedan yönetimine gerekse herhangi bir sınıfın Türk toplumunu yönetmesine karşı olan bir
milliyetçilikti. Kemalist milliyetçilik, Türk devletinin vatanı ve halkı ile bölünmez bir bütün olduğu ilkesine inanmaktadır.
Devletçilik
Kemal Atatürk yapmış olduğu açıklamalarda ve politikalarında Türkiye'nin
bir bütün olarak modernizasyonunun ekonomik ve teknolojik gelişmeye önemli ölçüde bağlı olduğunu ifade etmiştir. Bu bağlamda, devletçilik ilkesinin de devletin ülkenin genel ekonomik faaliyetlerini düzenlenmesi ve özel sektörün girmek istemediği alanlara veya özel sektörün yetersiz kaldığı alanlara veya ulusal çıkarların gerekli kıldığı alanlara yine devletin girmesi gerektiği anlamında yorumlanmaktadır. Ancak, devletçilik ilkesinin uygulanmasında, devlet yalnızca ekonomik faaliyetlerin temel kaynağını teşkil etmemiş, aynı zamanda ülkenin büyük sanayi kuruluşlarının da sahibi olmuştur.
Atatürk askeri bir dahi ve karizmatik bir lider olduğu gibi, aynı zamanda büyük bir devrimciydi. O dönemlerde, Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş medeniyetler seviyesine ulaşabilmesi ve kültürel açıdan gelişmiş toplumların aktif bir üyesi olabilmesi için, modernize edilmesi çok önemli idi. Mustafa Kemal ülkesindeki yaşamı modernize etmiştir. Atatürk 1924 ile 1938 yılları arasında, insanlarının kurtuluşları ve hayatta kalabilmeleri için yaşamsal öneme sahip olan devrimleri hayata geçirmiştir. Tüm bu devrimler, Türk halkı tarafından büyük bir coşku ile karşılanmıştı.
Harf Devrimi
Atatürk'ün gerçekleştirmiş olduğu en önemli devrimlerden birisi, Arap alfabesinin kaldırılması ve Latin alfabesinin kabul edilmesi olmuştur. 3 Kasım 1928 tarihinde, yeni Türk Alfabesi kabul edilmiştir.
Kıyafet Devrimi
Kıyafet devrimi ile birlikte, kadınlar çarşaf giymekten vazgeçerek, modern kadın elbiseleri giymeye başladılar. Erkekler ise fes yerine şapka giymeye başladılar.
Hukuk Sisteminin Laikleştirilmesi
1920 yılında kurulmuş olan yeni Türkiye Devletinin yeni bir hukuk sistemine ihtiyacı vardı. Atatürk, Şeriat Kanununun yerine İsviçre Medeni Kanununu getirmiş, o dönemde geçerli olan ceza yasasının yerine ise İtalyan Ceza Yasasını getirmiştir. Türk Hukuk Sistemi ise tüm çağdaş gereksinimler çerçevesinde modernize edilmiştir.
Öğrenimin Laikleştirilmesi
19. Yüzyıl başlarına dek, Osmanlı İmparatorluğu bünyesinde çeşitli eğitim sistemleri uygulanmaktaydı. Atatürk İslami eğitim veren medrese sisteminin yeni toplumun ihtiyaçlarına cevap veremeyeceğini gördü. Bu nedenle, batı modellerine benzeyen yeni bir eğitim sisteminin oluşturulması gerekliydi. Böylece, mevcut sistem değiştirilerek 1933 yılında bir üniversite reformu gerçekleştirilmiştir.
Kadınlara Sağlanan Medeni Haklar
Atatürk Devrimleri ile birlikte, yüzyıllar boyunca ihmal edilmiş olan Türk kadınına yeni haklar tanınmıştır. Böylece kabul edilmiş olan medeni kanun gereğince bundan böyle kadınlar da erkeklere tanınan haklara sahip olacaklar, resmi görevlere atanabilecekler, oy verme ve Millet Meclisine seçilebilme hakkına sahip olabileceklerdir. Tek eşlilik ilkesi ve kadınlara tanınan eşit haklar, Türk toplumuna bir canlılık kazandırmıştır.
Atatürk'ün Türk Tarihi ile ilgili Çalışmaları
Kültürel alanda bir tür milliyetçilik anlamındaki yazı devrimi sonrasında, Atatürk tarih konusuna ağırlık verdi ve 1931 yılında Türk Tarih Kurumunu kurdu. Burada, Türkiye Tarihi kapsamlı bir şekilde incelenmekte ve değerlendirilmektedir.
Bunların dışında, Yeni Takvim, Ağırlıklar ve Ölçüler, Tatiller ve Soyadı Kanunu gibi diğer birçok devrimler de gerçekleştirilmiştir. Bu konudaki bazı örnekler arasında 1924 Hafta sonu Yasası, 1925 Uluslararası Zaman ve Takvim Sistemi, 1926 Borçlar Kanunu ve Ticaret Kanunu, 1933 Ölçü Sistemleri ve 1934 Soyadı Yasası sayılabilir. 1932 yılında Büyük Millet Meclisi tarafından kabul edilen yasa gereğince Türkler soyadı aldılar ve Milletin liderine de "Türklerin Babası" anlamına gelen Atatürk soyadı verildi.
sağol melek bi sen düşünmüşsün bunları yazmayı ve bakıyorumda forumda kimse bunları açıpta okumamış :(
ee napalım fa abi öyle valla
bu forumda hitinin en yüksek olması gereken sayfa budur kaç kişi tam biliyor atatürkün ilke ve inkilaplarını merak ediyorum
sevgiler.....
Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
1881:
Selanik'te doğdu.
1893:
Askeri Rüştiye'ye girdi ve Kemal adını aldı.
1895:
Selanik Askeri Rüştiyesi'ni bitirdi, Manastır Askeri İdadisi'ne girdi.
13 Mart 1899 :
İstanbul Harp Okulu Piyade sınıfına girdi.
1902:
Harp Akademisi'ne girdi ve burada gazete çıkardı.
11 Ocak 1905 :
Harp Akademisi'ni Yüzbaşı olarak bitirdi, Şam'a 5. Ordu'nun 30. Süvari Alayı'nda staj yapmak için atandı.
Ekim 1906 :
Şam'da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti'ni kurdu. Şam'da topçu stajını yaptı ve Kolağası oldu
23 Temmuz 1908 :
Meşrutiyet'in ilan edilmesi için çalışmaları.
31 Mart 1909 :
31 Mart ihtilalinde Hareket Ordusu Kurmay Subayı olarak çalıştı.
13 Eylül 1911 :
Mustafa Kemal, İstanbul'a Genelkurmay'a naklen atandı.
1911 Kasım 27:
Mustafa Kemal, Binbaşılığa yükseldi.
9 Ocak 1912 :
Mustafa Kemal, Trablusgarp'ta Tobruk saldırısını yönetti.
27 Ekim1913:
Mustafa Kemal, Sofya Ateşemiliterliği'ne atandı.
1 Mart 1914 :
Mustafa Kemal, Yarbaylığa yükseltildi.
2 Şubat 1915 :
Mustafa Kemal, Tekirdağı'nda 19. Tümeni kurdu.
25 Şubat 1915 :
Mustafa Kemal'in Maydos'a gidişi.
25 Nisan 1915:
Mustafa Kemal, Arıburnu'nda İtilaf Devletleri'ne karşı koydu.
1 Haziran 1915 :
Mustafa Kemal'in Albaylığa yükselişi.
9 Ağustos 1915 :
Mustafa Kemal, Anafartalar Grup Komutanlığı'na atandı.
10 Ağustos 1915 :
Mustafa Kemal, Anafartalar'dan düşmanı geri attı.
1 Nisan 1916 :
Mustafa Kemal'in Tuğgeneralliğe yükselişi.
6 Ağustos 1916 :
Mustafa Kemal, Bitlis ve Muş'u düşman elinden kurtardı.
20 Eylül 1917 :
Mustafa Kemal, memleketin ve ordunun durumunu açıklayan raporunu yazdı.
Ekim 1917 :
Mustafa Kemal, İstanbul'a döndü.
26 Ekim 1918 :
Mustafa Kemal, Halep'in kuzeyinde bugünkü sınırlarımız üzerinde düşman saldırılarını durdurdu.
31 Ekim 1918 :
Mustafa Kemal'in Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı'na atanması.
13 Kasım 1918:
Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı'nın kaldırılması ve Mustafa Kemal'in İstanbul'a dönüşü.
30 Nisan 1919:
Mustafa Kemal'in Erzurum'da bulunan 9. Ordu Müfettişliği'ne atanması.
1919 Mayıs 16:
Mustafa Kemal, Bandırma vapuruyla İstanbul'dan ayrıldı.
19 Mayıs 1919 :
Mustafa Kemal, Samsun'a çıktı.
15 Haziran 1919:
Mustafa Kemal, 3. Ordu Müfettişi ünvanını aldı.
21 Haziran 1919 :
Mustafa Kemal, Ulusal Güçleri Sivas Kongresi'ne çağırdı.
8 / 9 Temmuz 1919 :
Mustafa Kemal, askerlikten çekildi.
23 Temmuz 1919 :
Mustafa Kemal'in başkanlığı altında Erzurum Kongresi'nin toplanması ve bir Temsil Kurulu seçerek dağılması.
4 Eylül 1919 :
Mustafa Kemal'in başkanlığı altında Sivas Kongresi'nin toplanması.
11 Eylül 1919 :
Mustafa Kemal, Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti Heyet Temsiliyesi Başkanlığı'na saçildi.
22 Ekim 1919 :
Amasya Protokolü'nün imzalanması.
7 Kasım 1919 :
Mustafa Kemal, Erzurum'dan milletvekili seçildi.
27 Aralık 1919 :
Mustafa Kemal, Heyeti Temsiliye'yle birlikte Ankara'ya geldi.
20 Mart 1920 :
İstanbul'un İtilaf Devletleri tarafından ele geçirilmesi, Mustafa Kemal'in protestosu, Ankara'da yeni bir Millet Meclisi toplama girişimi.
19 Mart 1920 :
Mustafa Kemal tarafından Ankara'da üstün yetkiyi taşıyan bir Millet Meclisi toplanması hakkında illere duyuruda bulunulması.
23 Nisan 1920 :
Mustafa Kemal, Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açtı.
24 Nisan1920 :
Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi Başkanı seçildi.
5 Mayıs 1920:
Mustafa Kemal'in başkanlığında ilk Hükümet'in toplantısı.
11 Mayıs 1920 :
Mustafa Kemal, İstanbul Hükümeti tarafından ölüm cezasına çarptırıldı.
24 Mayıs 1920:
Mustafa Kemal'in cezası Padişah tarafından onaylandı.
9 / 10 Ocak 1920 :
Birinci İnönü Savaşı.
20 Ocak 1921:
İlk Teşkilat-ı Esasiye (Anayasa) Kanunu'nun esas maddelerinin kabulü.
30 Mart / 1 Nisan 1921 :
İkinci İnönü Savaşı.
10 Mayıs 1921 :
Mustafa Kemal tarafından Büyük Millet Meclisi'nde Anadola ve Rumeli Müdafaai Hukuk Grubu'nun kurulması ve Mustafa Kemal'in Grup Başkanlığı'na seçilmesi.
5 Ağustos 1921 :
Mustafa Kemal'e Başkumandanlık görevinin verilmesi.
22 Ağustus 1921 :
Mustafa Kemal'in yönetiminde Sakarya Meydan Savaşı'nın başlaması.
13 Eylül 1921 :
Sakarya Meydan Savaşı'nın kazanılması.
19 Eylül 1921 :
Mustafa Kemal'e Mareşallik rütbesinin verilmesi ve Mustafa Kemal'in Gazi ünvanını alması.
26 Ağustos 1922 :
Gazi Mustafa Kemal'in Kocatepe'den Büyük Taarruz'u yönetmesi.
30 Ağustos 1922 :
Gazi Mustafa Kemal'in Dumlupınar Başkumandanlık Meydan Savaşı'nı kazanması.
1 Eylül 1922:
Gazi Mustafa Kemal'in: "Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz'dir, İleri !" emrini vermesi.
9 Eylül 1922 :
Türk Ordusu'nun İzmir'e girmesi.
10 Eylül 1922:
Gazi Mustafa Kemal'in İzmir'e gelişi.
11 Ekim 1922 :
Mudanya Mütarekesi'nin imzalanması.
1 Kasım 1922 :
Gazi Mustafa Kemal'in önerisi üzerine saltanatın kaldırılması.
29 Ocak 1923 :
Gazi Mustafa Kemal'in Latife Hanım'la evlenmesi.
24 Temmuz 1923 :
Lozan Antlaşması'nın imzalanması.
9 Ağustos 1923 :
Gazi Mustafa Kemal'in Halk Fırkası'nı kurması.
11 Ağustos 1923 :
Gazi Mustafa Kemal'in 2. Büyük Millet Meclisi Başkanlığı'na seçilmesi.
29 Ekim 1923 :
Cumhuriyet'in ilan edilmesi.
29 Ekim1923 :
Gazi Mustafa Kemal'in ilk Cumhurbaşkanı olması.
1 Mart1924:
Gazi Mustafa Kemal'in Büyük Millet Meclisi'nde Halifeliği kaldırması ve öğretimin birleştirilmesi hakkında açış nutkunu söylemesi.
3 Mart 1924 :
Hilafetin kaldırılması, öğrenimin birleştirilmesi, Şer'iyeve Evkaf Vekaletiyle (Bakanlığıyla), Erkanıharbiyei Umumiye Vekaletinin kaldırılması hakkındaki yasaların Büyük Millet Meclisi'nce kabul edilmesi.
20 Nisan 1924:
Türkiye Cumhuriyeti Teşkilatı Esasiye (Anayasa) Kanunu'nun kabul edilmesi.
17 Şubat 1925 :
Aşarın kaldırılması.
24 Ağustos 1925 :
Gazi Mustafa Kemal'in ilk defa Kastamonu'da şapka giymesi.
25 Kasım 1925 :
Şapka Kanunu'nun Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmesi.
30 Kasım 1925 :
Tekkelerin kapatılması hakkındaki kanunun kabulü.
26 Aralık 1925 :
Uluslararası takvim ve saatin kabulü.
17 Şubat 1926 :
Türk Medeni Kanunu'nun kabulü.
1 Temmuz 1927:
Gazi Mustafa Kemal'in Cumhurbaşkanı sıfatı ile ilk kez İstanbul'a gitmesi.
15 / 20 Ekim 1927 :
Gazi Mustafa Kemal'in Cumhuriyet Halk Partisi 2. Kurultayı'nda tarihi Büyük Nutku'nu söylemesi.
1 Kasım1927 :
Gazi Mustafa Kemal'in 2. Kez Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesi.
9 Ağustos 1928 :
Gazi Mustafa Kemal'in Sarayburnu'nda Türk harfleri hakkındaki nutkunu söylemesi.
3 Kasım 1928 :
Türk Harfleri Kanunu'nun Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmesi.
15 Nisan 1931 :
Gazi Mustafa Kemal tarafından Türk Tarih Kurumu'nun kurulması.
4 Mayıs 1931 :
Gazi Mustafa Kemal'in 3.kez Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesi.
12 Temmuz 1932 :
Gazi Mustafa Kemal tarafından Türk Dil Kurumu'nun kurulması.
29 Ekim 1933 :
Gazi Mustafa Kemal'in Cumhuriyet'in 10. Yıldönümünde tarihi nutkunu söylemesi.
24 Kasım 1934 :
Gazi Mustafa Kemal'e Büyük Millet Meclisi tarafından ATATÜRK soyadının verilmesi kanununun kabul edilmesi.
1 Mart 1935:
Atatürk'ün 4. kez Cumhurbaşkanlığı'na seçilmesi.
1 Mayıs 1937:
Atatürk'ün çiftliklerini Hazine'ye ve taşınamaz mallarını da Ankara Belediyesi'ne bağışlaması.
31 Mart 1938 :
Atatürk'ün hastalığı hakkında Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği'nin ilk resmi duyurusu.
15 Eylül 1938 :
Atatürk'ün vasiyetnamesini yazması.
16 Ekim 1938 :
Atatürk'ün hastalık durumu hakkında günlük resmi duyuruların yayınına başlanması.
10 Kasım 1938:
Atatürk'ün ölümü. (Perşembe, saat: 09.05)
21 Kasım 1938 :
Atatürk'ün cenazesinin Etnoğrafya Müzesi'ndeki Geçici Kabre konulması.
10 Kasım 1953 :
Atatürk'ün cenazesinin Anıt-Kabir'e nakledilmesi.
Atatürk'ün Uluşmak Istediği Hedef Ilkeleri
Ulusal Egemenlik
"Ulusal egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar yok olur. Ulusların tutsaklığı üzerine kurulmuş olan kurumlar her tarafta yıkılmaya mahkumdurlar." ( 1924 )
Ulusal egemenlik; dışa karşı özgür ve bağımsız yaşamayı, içeride ise ulusun kendi kendini yönetme esasına dayanır.
Prof. Dr. Hamza Eroğlu, ulus ve egemenlik kavramlarını; "Ulus, kendisini oluşturan kişilerin toplamından farklı ve ayrı olarak onların bir sentezinden ortaya çıkmış bağımsız bir kişiliktir. Egemenlik ise ulus denilen varlığın, toplumun genel iradesidir. Bu irade üstün iktidar ve güç olarak ulusa aittir. Egemenlik, ilâhi iradeye dayanmaktadır. Ulus iradesi ise, bireysel iradelerin biraraya gelmesinden, kaynaşmasından, sentezinden oluşmuştur. Bu itibarla ulusal egmenlik, ulusun bölünmez iradesidir." diye tanımlamaktadır.
Türk Ulusu, kendisini oluşturan bireylerden ayrı bir manevi kişiliğe sahiptir. Türk Ulusu denilen bu manevi kişilik ve onun "ulus" sözcüğü ile ifade olunan kendisine has bir iradesi vardır. Ve bu ulusal iradedir ki, ifadesini ulusal egemenlik prensibinde bulmaktadır.
Türk Ulusu'nun yüce kişiliğine yaraşan ve onun özgür yaşama isteğini en güzel şekilde ifade eden bu düşünceyi Atatürk, "Hakimiyet bilakaydışart (kayıtsız şartsız) milletindir." demiştir. Bunun anlamı şudur:
Egemenlik denilen kuvvetin hiçbir bağımlılık, hiçbir taksim, hiçbir eleştiri, hiçbir sınıf kabul etmeyecek şekilde ulusa ait oluşudur.
Atatürk'e göre; "Toplumda en yüksek özgürlüğün, en yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması ancak ve ancak tam ve gerçek manasıyla ulusal egemenliğin kurulmuş olmasına bağlıdır. Bundan ötürü özgürlüğün de, eşitliğin de dayanak noktası ulusal egemenliktir."
Ulusal Bağımsızlık
"Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben, ulusumun ve atalarımın en değerli miraslarından olan bağımsızlık aşkı ile yaratılmış bir adamım."
Atatürk ulusçuluğunun temelinde yatan bir kavram, "tam bağımsızlık" düşüncesidir. Türkiye'de bağımsızlığa dayanmayan ulusçuluktan söz etmek elbette yetersizdir. Bu konuda Atatürk: "Tam bağımsızlık denildiği zaman doğal olarak siyasi, mali, ekonomik, adli, askeri, kültürel ve diğer hususta tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksun kalmak, ulus ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun kalması demektir."
Ulusal Birlik ve Beraberlik
"Türk Ulusu, ulusal birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir."
Ulusal Birlik ve Beraberlik, Türk Ulusu'nu oluşturan insanların birbirlerini seven, birbirlerine inanan ve güvenen yurttaşlar olarak yurdun ve ulusun yükselmesi amacı etrafında toplanması demektir. Kurtuluş Savaşımız ulusal birlik gücümüzün tılsımından kuvvet bularak başlamış, gelişmiş ve kesin zafere ulaşılmıştır. Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarından itibaren Atatürk'ün üzerinde durduğu konulardan en önemlisi "Ulusal Birlik" ilkesidir.
"Biz esasen ulusal varlığın temelini, Ulusal Şuurda ve Ulusal Birlik'te görmekteyiz." ( 1936 )
Yurtta Barış - Dünyada Barış "
Eğer sürekli barış isteniyorsa insan toplumlarının durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. İnsan toplumlarının mutluluğu, açlık ve tazyikin yerine geçmelidir. Dünya yurttaşları haset, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir." ( 1937 )
Atatürk 20 Nisan 1931 günü, seçimler dolayısıyla Türk Ulusu'na bir bildiri yayınlamıştı. Dünyanın da yakından izlediği bu bildiri, kendisinin 1931 yılına kadarki düşüncelerini, işlem ve eylemlerin ileriye dönük yüzünü açıkladığı kadar, dünya ulusları için de yol gösterici bir nitelik taşıması bakımından tarihi bir belgedir. Bu bildiride ifadesini bulan "Yurtta Barış, Dünyada Barış için çalışıyoruz" tümcesi, sadece o yıl için söylenmiş bir söz değildi.
Musatafa Kemal mavi gözlerini Ege'nin ötesine çevirerek: "Yunanistan'la nasıl dost olacağımızı düşünüyorum. Savaş bitti. İki yakın komşu düşmanca yaşayamayız. Dostluk ilişkilerini başlatmak için nereden başlamalı diye düşünüyorum." demiştir. ( İşte sevgili dostlar, bugün bile hâlâ düşman olduğumuz Yunanistan ile büyük acılar yaşadığımız Ağustos depremini vasıtasıyla bir birliktelik kurduk. Atatürk bunu 1923 yılında görmüş ve Yunanistan ile dost olmamızın gerekliliğini o zamanlarda görmüştür.)
Çağdaş Uygarlık Düzeyine Ulaşmak
"Uygarlık öyle kuvvetli bir ışıktır ki, O'na aldırış etmeyenleri yakar ve yok eder."
Atatürk için asıl amaç "Çağdaş Uygarlıktır." Uygarlık kavramı, Atatürk'ün bütün fikir ve eylemlerinin hareket noktası olmuştur.
"Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti'ni, halkını tamamen modern ve bütün anlam ve şekilleriyle uygar bir sosyal toplum haline ulaştırmaktır."
Müspet Bilimin Rehberliği
"Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonra beni izlemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse manevi mirasçılarım olurlar."Üstün zekâ ve dehasıyla kurduğu Cumhuriyetimizin en kısa zamanda çağdaş uygarlık düzeyine yükseltmesinin, bilimin öncü ve yol göstericiliğiyle mümkün olabileceğini göstererek "Hayatta en hakiki mürşiti, ilim" kabul eden bir yöntemle, bilime büyük değer vermemizi ve ondan gereği gibi yararlanmamızı istemiştir.
ATATÜRK İçin Ne Dediler.
AMERİKA
Atatürk bu yüzyılın büyük insanlarından birinin tarihi
başarılarını, Türk halkına ilham veren liderliğini, modern
dünyanın ileri görüşlü anlayışını ve bir askeri lider olarak
kudret ve yüksek cesaretini hatırlatmaktadır.
Çöküntü halinde bulunan bir imparatorluktan özgür Türkiye' nin
doğması, yeni Türkiye' nin özgürlük ve bağımsızlığını şerefli
bir şekilde ilan etmesi ve o zamandan beri koruması, Atatürk' ün Türk
halkının işidir. Şüphesiz ki, Türkiye' de giriştiği derin ve
geniş inkilaplar kadar bir kitlenin kendisine olan güvenini
daha başarı ile gösteren bir örnek yoktur.
John F. KENNEDY (A.B.D. Başkanı, 10 Kasım 1963)
Benim üzüntüm, bu adamla tanışmak hususundaki şiddetli arzumun
gerçekleşmesine artık imkan kalmamış olmasıdır.
Franklin D. ROOSEVELT (A.B.D. Başkanı, 10 Kasim 1963)
Asker-devlet adamı, çağımızın en büyük liderlerinden biri idi.
Kendisi, Türkiye' nin, dünyanın en ileri memleketleri arasında
hak ettiği yeri almasını sağlamıştır. Keza O, Türklere, bir
milletin büyüklüğünün temel taşını teşkil eden, kendine
güvenme ve dayanma duygusunu vermiştir.
General Mc ARTHUR
Sovyet Rusya Hariciye Nazırı Litvinof ile görüşürken kendisine
onun fikrince bütün Avrupa' nın en kıymetli ve en ziyade
dikkate değer devlet adamının kim olduğunu sordum. Bana
Avrupa' nın en kıymetli devlet adamının Türkiye Cumhurbaşkanı
Mustafa Kemal olduğunu söyledi.
Franklin D. ROOSEVELT A.B.D. Başkanı, 1928
Dünya sahnesinden tarihin en dikkatli, çekici adamlarından biri
geçti.
Chicago Tribune
Savaş sonrası döneminin en yetenekli liderlerinden biri.
New York Times
İnsanı teslim alıcı fevkalade önderlik kuvveti vardır. O,
tetiktir, hazır cevaptır, dikkati çekecek kadar zekidir.
Gladys Baker(Gazeteci)
ALMANYA
O kişisel kazanç ve ün peşinde koşan basit bir diktatör değil,
gelecek kuşaklar için sağlam temeller atmaya uğraşan bir
kahramandı.
Prof. Walter L. WRIHT Jr.
Atatürk Türkiye' yi tek düşman kalmaksızın bırakmıştır. Bu
zamanımızın hiçbir devlet şefinin başaramadığıdır.
Alman Volkischer Beobachter Gazetesi
Almanya, ATATÜRK' ün eserine ve mücadelesine hayrandır. Onda,
tarihi eseri, özgürlüğü seven bütün milletler için bir sembol
olarak kalacak kudretli bir kişilik görmektedir.
Berlin, Alman Ajansı
Istırap çeken dünyada barış ve esenliği yeniden kurmak ve
insanlığın yalnız maddi değil, manevi gelişmesini sağlamak
isteyenler Atatürk' ün iman verici ve yön göstericiliğinden
örnek ve kuvvet alsınlar.
Profesör Herbert MELZIG(Tarihçi)
Kendisinin tarihi büyüklüğü, eseri olan yeni Türkiye' ye
bakılarak bu günden ölçülebilir.
Çelik gibi azim ve gayreti, uzağı gören akıl ve hikmetle
birleşmiş olan bu gerçek halk önderi ve devlet adamı; Anadolu
dağlarının en uzak ve ıssız köşesindeki köylere bile başka bir
ruh aşılamıştır.
Illustrierte Dergisi
O, kendi milleti ve beşeriyet alemi için beslediği muhabbetle,
bir dahinin neler yarattığına dair, cihana fevkalade heyecanlı
bir sahne seyrettirmektedir.
Herbert MELZIG
FRANSA
İnsanlığın bütün belirtileri Onda kendini hemen gösteriyor.
Noelle Gazetesi
Eski Osmanlı İmparatorluğu bir hayal gibi ortadan silinirken,
milli bir Türk Devleti'nin kuruluşu, bu çağın en şaşırtıcı
başarılarından birisidir. Mustafa Kemal, yüce bir eser ortaya
koymuştur. Atatürk' ün parlak başarısı bütün sömürgeler için bir
örnek olmuştur.
Maurice BAUMANT(Profesör)
Çok büyük bir adamdı...bir siyasi dahiydi.
Excelsior Gazetesi
Dünyanın, çağdaş, en büyük kişilerinden biri.
Le Jour-Echo de Paris
Atatürk' ün yurt kurtarıcı olduğunu, milletlerin en vefalısı
olan Türkler asla unutmayacaklardır.
Noell Roger Gazetesi
Karşımdaki bu büyük adamda, keşfettiğim bu büyük meçhulde
maharet ve karakter o kadar iyi işlenmişti ki, sözlerinde
hiçbir şüphe aranamazdı.
Claude Farrer (Yazar)
Bu günün Türkleri, yüzyıllar önce Avrupa' yı titreten canlı
millet durumuna erişmiştir. Ve bu aksam O büyük ulunun başında
bekleyen Türkiye, güçlü ve dipdiri Türkiye' dir.
Pierre Dominique(Gazeteci)
Asırları asan adam !..
Fransa, Paris Basını
Akıllı ve barışçı yöntemlerle gerçekleştirdiği eseri halkların
tarihinde izlerini bırakacaktır.
Albert LEBRUN
Fransız Cumhurbaşkanı
Mevcut rütbelerin hepsini kaldırdığı bir memlekette, bu adam,
bütün rütbeleri, kazanmıştır. O memlekete, bulabilecek en
şerefli isim Ona verilmiştir.
Mercel Sauvage(Gazeteci)
Bu, insanlığa denenmiş bir felsefe örneği olarak sunulabilir.
Atatürk yüz yıllara sığabilecek işleri on yılda tamamladı.
Gerrad Tongas(Yazar)
Atatürk öldü. Barış kubbesinin Doğu sütunu yıkıldı. Artık
evrende barışı kimse garanti edemez. Nitekim Avrupalı devlet
adamları; O' nun 1930'da yaptığı uyarı ve tavsiyeleri
dinlememiş ve dünyayı 1939 yılında ikinci büyük savaş
felaketinin içine sürüklemişlerdir.
SANERWIN Gazetesi
Atatürk, bir milleti, birkaç yılda asrileştirmek mucizesini
göstermiştir.
Paris-Le Temps
Yeni Türk Devleti ile Ankara Antlaşması' nın imzalanması
nedeniyle; "Bizi arkadan vurdu, dağ başındaki haydutlarla,
Mustafa Kemallerle anlaştı" diyenlere Fransız Başbakanının
Mecliste verdiği cevap:
Dağ başındaki haydutlar diye isimlendirdiğiniz kahraman
Mustafa Kemal ve O' nun tüm askerleri burada olsalardı teker
teker hepsinin heykellerini dikerdik. Böylesine kahraman bir
antlaşma imzalamaktan gurur duyuyorum. (1921)
Fransız Başbakanı BRIAND
Sırasıyla ihtilalci ve asi, sonradan muzaffer bir kumandan
olan "Türklerin babası" Yeni Türkiye' yi yarattı, sultanları
kovdu, kadınlara hürriyet verdi fesi kaldırdı, ülkesinde
radikal bir inkilap yaptı.
Paris-Soir' den
Denilebilir ki onsuz, İslam alemi yolunu bulabilmek için elli
yıl daha bekleyecekti.
Berthe Georges-Gaulis
O, yüce bir dağa benzer. Eteğinde yaşayanlar bu yüceliği fark
edemezler. Bu dağın azametini kavrayabilmek için, Ona çok
uzaklardan bakmak gerekir.
Claude FARRER / Fransız Edibi
Türkiye tarihi, bugün her zamandan çok Batı ve Avrupa
tarihinden ayrılmaz bir haldedir. Ve Atatürk' ün bu yöndeki
gayretleri sonuçsuz kalmamıştır.
Memleketlerimiz arasındaki yüzyılları aşan dostluk, bu
gelişmenin temel öğelerinden biridir.
Charles De GAULLE
Kemal Atatürk' ün karakterinin bir cephesini göstermek
itibariyle bir noktayı hatırlatmak isterim. Bize savaşlarından birini
anlatıyordu.
Birdenbire durdu: Görüyorsunuz ya, dedi: birçok zaferler kazandım. Fakat
bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş alanlarında
ölen bütün askerleri düşünerek içimde derin bir keder duyuyorum.
Cesaret ve zekasından başka yüreği bu kadar yüce olan böyle
bir Şef' in, yurdu için mucizeler yaratmış olmasına şaşılabilir mi?
George BENNES
Vu Gazetesi-1938
Devrin yüksek şahsiyetleri kitaplarda, konferanslarda
Türkiye' nin asla değişmeyeceğini ve değişmeden öleceğini ilan
etmişlerdi. Halbuki ölmeden değişti. Hem de kökünden ve baştan
aşağı değişti. İnançlar, gelenekler, yöntemler yıkıldı. Son
döküntülerini de yabancı zırhlıları ve kapitülasyonlar gibi
memleketten sürüp attılar. Türkiye, ruhunu değiştirmişti.
Tamamen ve tasavvur edilmesi mümkün olduğu kadar.
Raymond CARTIER
Le Nouvelliste Gazetesi
İNGİLTERE
Savaş sonrasının en ileri gelen devlet adamlarından biri.
Kendi başına bir klas oluşturuyordu ve hemen her açıdan tekti.
The Fortnightly, Londra
Avrupa, savaştan sonra belirmiş az sayıdaki yapıcı devlet
adamlarından birini kaybetti.
Spectator
Çağımızda hiçbir isim Atatürk' ün adı kadar büyük saygı
yaratmamıştır.
Observer
İngiltere önce, cesur ve asil bir düşman, sonra da sadık bir
dost olarak tanıdığı büyük adamı selamlamaktadır.
Sunday Times
O, benzeri olmayan bir devlet adamı idi. Diktatörlerin tahammül
edemediği serbest bir nizamla, başaramadığı ve
başaramayacağı işler yapmıştır. Tarihte böyle adamlar
devirlerine kendi adlarını vermişlerdir.
Word Price
O, Türkiye' nin önceki kuşaklarından hiçbirine nasip olmayan
özgürlük ve güven dolu bir hayat sağladı. Başarıları,
Türkiye' nin Avrupa devleti olmasını sağladı, yakın doğunun
tarihini değiştirdi.
Times Gazetesi
Savaş Türkiye' yi kurtaran, Savaştan sonra da Türk Milletini
yeniden dirilten Atatürk' ün ölümü, yalnız yurdu için değil,
Avrupa için de büyük kayıptır. Her sınıf halkın O' nun ardından
döktükleri içten gözyaşları bu büyük kahraman ve modern
Türkiye'nin Ata' sına değer bir görünümden başka bir şey
değildir.(1938)
Winston CHURCHILL İngiltere Başbakanı
Atatürk, Türk Milleti'nin ruhunda Türk Bayrağı gibi dalgalanan
bir baştı.
Daily Telegraph
Cumhuriyet Türkiye' sinin Devlet Başkanı Kemal Atatürk, diğer
önderlerde görmeye alışmadığımız şu değerli nitelikleri
kişiliğinde toplamış bulunuyor: alçak gönüllülük, yeterlik ve
başarı.
The Truth Dergisi
O genç ve dahi Türk Şefi'nin o esnada Çanakkale de bulunması,
müttefikler bakımından tarihin en acı darbelerinden biridir.
Alan Moorehead (Yazar)
Atatürk, eskimiş bilimlerle boş yere kafasını yormamış
olduğundan daha taze ve cesur düşünen bir önderdir.
Kendisi için, bugünkü Avrupa' nın en güçlü Devlet Adamıdır
diyebileceğimiz Atatürk, hiç şüphesiz devlet adamlarının en
cesur ve orijinalidir.
Herbert Sideabotham (Yazar)
Herhangi bir olayı derinliğiyle kavramak, çıkar yolu görüp
birdenbire harekete geçmek iktidarı, O' nun eşsiz otoritesinin
başlıca kaynaklarından biridir.(1923)
Grace Ellison (Gazeteci)
AFGANİSTAN
O büyük insan yalnız Türkiye için değil, bütün doğu milletleri
için de en büyük önderdi.
Emanullah HAN
Afgan Kralı
ARNAVUTLUK
Bu Türk Milleti yastadır. Çünkü yeni Türkiye' nin yaratıcısı
olan eşsiz şefini kaybetmiştir.
Stipsi Gazetesi
AVUSTURYA
Büyük düşüncelerin adamı, bir devlet mimarıydı.
Neue Freie Presse, Viyana
Atatürk öyle bir insandır ki, hayali değildir. İstediğini
bilir, bildiğini yapar, yapamayacağı bir şeyi de istemez.
Avusturyalı Heykelci KRIPPEL
BELÇİKA
Atatürk, yirminci asrın en büyük gerçeğini yaratan adamdır.
Kopenhag-Nasyonal Tidende
Milletine bu kadar az zamanda bu ölçüde hizmet edebilen tek
devlet adamı Atatürk' tür.
Libre Belgique gazetesi
BULGARİSTAN
Hiçbir memleket, yeni Türkiye' nin Ata' sı tarafından başarılan
kadar güçlü, hızlı ve kökten bir yenilik hamlesine
erişmemiştir.
Bulgar Dness Gazetesi
ÇİN
Mustafa Kemal yeni Türkiye' nin kalbidir. Eski, yıpranmış bir
toplumdan yepyeni, güçlü bir millet yaratmış, eşsiz
kişiliğiyle kendini herkese saydırmış, enerjisiyle herkesi
kendine inandırmıştır.
Ma Shao-Cheng (Yazar)
DANİMARKA
Atatürk, şahsiyet ve yeteneğin dev gibi bir simgesi idi, O,
yirminci yüzyılın en görkemli olayını yaratan adamdı.
National Tidence Gazetesi
FİNLANDİYA
Atatürk, olağanüstü nitelikte bir devlet adamı, savaş sonrası
dünya tarihinin en önemli simalarından biri idi.
Hufvud Stadbladet Gazetesi
HİNDİSTAN
Dünyanın yetiştirdiği en büyük insanlardan biri.
Star of India
Atatürk, yalnız Türk Milleti'nin değil, özgürlüğü uğruna
savaşan bütün milletlerin önderiydi. O' nun direktifleri
altında siz bağımsızlığınıza kavuştunuz. Biz de o yoldan
yürüyerek özgürlüğümüze kavuştuk.
Bayan Sucheta KRIPALANI Hint Parlamento Heyeti Başkanı
İRAN
Atatürk gibi insanlar bir nesil için doğmadıkları gibi belli
bir devre için de doğmazlar. Onlar önderlikleriyle yüzyıllarca
milletlerin tarihinde hüküm sürecek insanlardır.
Tahran Gazetesi
Atatürk yalnız kahraman milletinin büyük bir Şef'i olmakla
kalmamıştır. O, aynı zamanda insanlığın da en büyük evladı
olmuştur.
Iran Gazetesi
İSRAİL
Dünya, çağımızın en dikkati çekici adamlarından birini
kaybetti.
Palestine Post
Mustafa Kemal Atatürk, kuşkusuz 20. yüzyılda dünya savaşından
önce yetişen en büyük devlet adamlarından biri, hiçbir millete
nasip olmayan cesur ve büyük bir inkilapcı olmuştur.
Ben Gurion İsrail Başbakanı (1963)
İSVEÇ
O olmasaydı modern Türkiye olmazdı. O' nun sayesinde Türkler,
O' nun olağanüstü eserini izleyebilecekler ve zaten dünyaca pek
yüksek olan onurlarını daha fazla yükseltebileceklerdir.
Nya Dagligt Gazetesi
İSVİÇRE
Türkiye' yi yaratan, tarihimizin bu en Büyük Adam' ını başımı en
derin hürmetle eğerek selamlarım.
Profesör MORRF
Yalnız bir asker değil, aynı zamanda yüzyılımızın bir daha
göremeyeceği bir dahi idi.
Profesör SEKRETAN
İTALYA
Hayatının sonuna kadar milleti' nin mutlak güveni ile kurduğu
devletin başında muzaffer kumandanının kişiliği, eşi
görülmemiş bir karakter örneğidir.
C.C.SFORZA
Üstün iradesi, tükenmez cesareti ve eşsiz sezişi ile
hasımlarını dize getirdi. Fazilet ve ciddiyeti, üç yılda
memleketine yalnız askeri değil, aynı zamanda tam ve doyurucu bir
siyasi zafer kazandırdı.
F.Perrone Di San Martino (Yazar)
Atatürk'ün ölümü ile Yakın Doğu' nun gelişmesine birinci
derecede etken olan son derece kuvvetli bir şahsiyet
kaybolmuştur.
Tribuna Gazetesi
JAPONYA
Şaşırtıcı ve çekici bir kişi. Asker olarak büyük, fakat devlet
adamı olarak daha büyük.
Japon Times
Yüzyıldan beri Küçük Asya'nın çıkardığı en büyük lider.
The Japon Chronicle
LÜBNAN
Büyük adamlar, kuşaklarının başındadır. Türk Milleti'nin
başındaki büyük ve dahi Atatürk, politika ve savaş alanlarında
yılmayan büyük ve yurtsever bir insandı.
KERAMA
Lübnan Başbakanı, (10 Kasim 1963)
Kelimenin tam anlamıyle bir yapıcı ve yaratıcı olan Atatürk,
dünya haritasında memleketine yepyeni bir sınır çizmiştir.
Loryan Gazetesi (1938)
Atatürk, dünyanın çok nadir yetiştirdiği dahilerdendir. O,
bütün bir tarihin seyrini değiştirmiştir.
Ennehar Gazetesi (1938)
Dünyanın çok nadir yetiştirdiği dahilerdendir. Dünya tarihinin
gidişini değiştirmiştir.
An Nahar
MACARİSTAN
Yüzyılımızda, "olmayacak hiçbir şey yoktur" şeklindeki tarihi
gerçeği ıspatlayan ilk adam olmuştur.
Esti Ujsag.Macar.
Dünya, bu savaş ve barış kahramanı büyük adamın ölümü ile
yoksul düşmüştür.
Pester lioyd Gazetesi
Türkiye'yi bir arı kovanına ve bütün Türkleri de bal aramağa
çıkmış çalışkan arı' lara benzetiyorum. Nasıl arı' lar beylerinin
etrafında toplanıp çalışırlarsa bütün Türk Milleti bu gün
büyük dahi Mustafa Kemal etrafında toplanmışlardır.
Prof. M. Zaajti Franes
MISIR
Çağının, belki de tüm tarihin en olağanüstü kişilerinden biri.
Egyptian Gazete
NORVEÇ
Atatürk, tarihte, memleketinin en büyük adamlarından biri
olarak kalacaktır.
Le Morgen Bladet Gazetesi
PAKİSTAN
Kemal Atatürk, yalnız bu yüzyılın en büyük adamlarından biri
değildir. Biz Pakistan'da, Onu geçmiş bütün çağların en
büyük adamlarından biri olarak görüyoruz. Askeri bir deha,
doğuştan bir lider ve büyük bir yurtsever.
Eyüp Han, Pakistan Cumhurbaşkanı
Bizim aslımız rengi uçmuş bir kıvılcım iken, O' nun bakışı ile
cihanı kaplayan ve aydınlatan bir güneş haline geldik.
İkbal (Şair)
POLANYA
O' nun yaratıcı ruhunun ve ateşli yurtseverliğinin harekete
geçmemiş olduğu hiçbir alan yoktur.
Gazeta Polska
ROMANYA
Atatürk, tarihte teşkilatcı bir dahi, bir milletin harikalar
yaratan yöneticisi ve memleketinin kurtarıcısı olarak
kalacaktır.
Independance Romaine Gazetesi (12 Kasım 1938)
Bir milleti, uçurumun kenarından sarsılmaz azmiyle kurtaran,
kuvvetlendiren, yükselten yöneticiler arasında Atatürk, en
birincisidir.
Timpul Gazetesi (12 Kasım 1938)
RUSYA
Şöhreti bütün cihana yayılmış olan tecrübeli başkanın yönetimi
herkesin sevgi ve saygısını çeken büyük Türk Milleti'nin milli
bağımsızlığını devamlı bir başarı ile kuvvetlendirmiş ve yeni
milli yapısını yaratmıştır.
Sovyet Başbakanı Kalinin
SURİYE
Vatanını muhakkak bir parçalanmaktan kurtararak devlet
gemisini güvenilir bir limana götürdükten sonra milletinden
bir taht istemedi. O, kelimesinin bütün anlamıyla bir insan,
eşsiz bir dahi, kahraman bir asker ve siyaset adamı idi...
Elifba Gazetesi
Atatürk'ün başardığı işler mucize ve harika kabilindedir.
Birkaç yıl içinde memleketinde yaptığı inkilaplar, birkaç
yüzyılda gerçekleştirilmeyecek işlerdir.
El Tekaddum Gazetesi
YUGOSLAVYA
Atatürk'ün dehası, tarihte Türk Milleti'nin taşıdığı ruhun
faziletine en yüksek örneklerinden birini teşkil edecektir.
Branko Aczemovic (Elçi)
Tarih, silinmez harflerle bu devlet adamının ismini
hak edecektir. Atatürk bir halk adamıdır. Kırılmaz azmi, keskin
zekası ve kudreti kendisini yendiği alın yazısının önüne
getirmiş, böylece yeni Türkiye'nin yaratıcısı olmuştur.
Politika Gazetesi
YUNANİSTAN
Türkiye, dost ve düşmanlarının hayran olduğu bir deha adama,
malik bulunmak bahtiyarlığına erişmiştir.
Evet bunları söyleyenlerin hepsi yabancı.. ve tarih bizi kıskanmaktadır...
Ama ne yazık ki , bizde hala bazı şeyleri idrak edemeyenler, etmeyenler ve etmek istemeyenler mevcuttur.
ATATÜRK'ÜN HAYATI
SOYU, AİLESİ VE KARDEŞLERİ
Mustafa Kemal Atatürk,1881(Rumi 1296) yılında Selanik'te Koca Kasım Paşa Mahallesi Islahhane Caddesi'nde bugün müze olan üç katlı bir evde dünyaya geldi.Babası o sırada kereste ticareti yapan Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde Hanım'dır. Baba tarafından dedesi, Kızıl Hafız Ahmet Efendi; anne tarafından dedesi ise, Sofu-zade (Sofi-zade) Feyzullah Efendi'dir.
Mustafa Kemal'in hem baba, hem de anne tarafından soyu Rumeli'nin fethinden sonra buraların Türkleştirilmesi için Anadolu'dan göçürülerek iskân edilen "Yörük" (Yürük) veya "Türkmenler"den gelmektedir
Mustafa Kemal Atatürk'ün baba soyu, Karaman'dan gelerek Manastır Vilayeti'nin Debre-i Balâ Sancağı'na bağlı Kocacık'a yerleşmişlerdir. Kocacık, bugünkü Makedonya Cumhuriyeti'nde Arnavutluk sınırına yakın olan Debre şehrine bağlı bir nahiyedir. Aile sonradan (muhtemelen 1830'larda) Selanik'e göç etmiş; Ali Rıza Efendi de muhtemelen 1839'da Selanik'te dünyaya gelmiştir. Dedesi Ahmet ve dedesinin kardeşi Hafız Mehmet Emin'in taşıdığı "Kızıl" lâkabı ve yerleştikleri nahiyenin adı olan "Kocacık"ın da gösterdiği üzere, Mustafa Kemal'in baba tarafından soyu Anadolu'nun da Türkleşmesinde önemli roller oynayan "Kızıl-Oğuz" yahut "Kocacık Yörükleri, Türkmenleri"nden gelmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk'ün anne soyu da, Konya/Karaman'dan gelerek Selanik ile Manastır'ın arasında bulunan Vodina Sancağı'na bağlı "Sarıgöl" de denilen "Kayalar" Nahiyesine yerleştiler. Aile, sonradan Selanik yakınlarında bugün de kaplıcaları ile meşhur olan Lankaza'ya yerleşmiştir. Dedesi Feyzullah Efendi'in taşıdığı "Sofu-zade" (Sofular) lâkabı, yerleştikleri Sarıgöl bölgesindeki yer adları ve ailedeki hatıraların gösterdiği üzere, Atatürk'ün anne soyu Konya/Karaman'dan Rumeli'ye gelen ve bundan dolayı da "Konyarlar" olarak Rumeli'de anılan Yürük, Türkmenlerdendir. Zübeyde Hanım, 1857'de Lankaza'da dünyaya gelmiştir.
1857 doğumlu Zübeyde Hanım ile 1839 doğumlu Ali Rıza Efendi 1870 veya 1871 yılında evlendiler. Bu evlilikten altı çocukları olmuştur: Fatma (1871/72-1875), Ahmet (1874-1883), Ömer (1875-1883), Mustafa (Kemal Atatürk) (1881-1938), Makbule (Boysan, Atadan) (1885-1956) ve Naciye (1889-1901). Bu çocuklardan Fatma dört, Ahmet Dokuz, Ömer sekiz yaşlarında o senelerde Rumeli'yi kasıp kavuran salgın kuşpalazı (difteri) hastalığından çocuk yaşlarında öldüler En küçükleri Naciye Mustafa Kemal Harp Okulu'nu bitirdiği sene, oniki yaşında hayata gözlerini kapadı. Ailede çocuklardan en uzun yaşayan Makbule Hanım olmuştur.
Babası Ali Rıza Efendi'nin hastalanarak 28 Kasım 1893 tarinde vefat etmesi üzerine 12 yaşında yetim kalan Mustafa Kemal ve iki küçük kardeşin (Makbule ve Naciye) büyütülmesi ve yetiştirilmesi görevi, büyük Türk kadını Zübeyde Hanım'a düştü.
ÖĞRENİM HAYATI
Küçük Mustafa, Haziran 1887'de başladığı ilk öğrenimine bir süre annesinin arzusuna uyarak Hafız Mehmet Efendi'nin mahalle mektebinde devam etti; fakat çok geçmeden babasının isteği ile Selanik'te çağdaş eğitim yapan Şemsi Efendi Mektebi'ne geçti ve ilkokulu burada bitirdi. Şemsi Efendi, yeni öğrencisinin yeteneklerini ve zekâsını takdir ettiğinden, küçük Mustafa'nın kendi okulunda bulunmasından son derece memnundu.
Küçük Mustafa, bu okulda okurken babası öldü. Ali Rıza Efendi'nin ölümü üzerine, Zübeyde Hanım üç çocuğu ile bir süre Selânik yakınlarındaki Lankaza'da bulunan Rapla çiftliğinde subaşılık yapan kardeşi Hüseyin Efendi'nin yanına yerleşti. Çiftlik hayatı nedeniyle küçük Mustafa'nın öğrenimi ister istemez bir süre aksamıştı. Fakat, çok geçmeden Selanik'e dönerek halasının yanında, bıraktığı yerden öğrenimine devam etti.
Küçük Mustafa, Şemsi Efendi İlkokulundan sonra bir süre Selanik Mülkiye Rüştiyesi'ne devam etti ise de Kaymak Hafız adlı Arapça öğretmeninin kendisine haksız yere sopa ile vurması üzerine bu okuldan ayrıldı ve 1894 yılının Temmuz-Ağustos aylarında kendi kararı ile Askerî Rüştiye'ye müracaat ederek öğrenimine burada devam etti. Yazları, dayısı Hüseyin Efendi'nin yanına gider, okul zamanına kadar çiftlikte kalırdı. Mustafa, bu okulu gerçekten sevmişti. Arkadaşları arasında zekâsı ve üstün yetenekleri ile kısa zamanda kendisini gösterdi ve öğretmenlerinin sevgisini kazandı; öğretmenleri neredeyse kendisine bir arkadaş muamelesi yapma gereğini hissetmişlerdi.
Bu okulda matematik öğretmenliği yapan Yüzbaşı Mustafa Efendi, genç öğrencisinin yetenekleri ve zekâsı karşısında sınıftaki diğer Mustafa'larla aralarındaki farkı belirtmek üzere öğrencisinin adının sonuna "Kemal" ismini ilâve etti. Artık genç öğrenci Mustafa Kemal olmuştu
Mustafa Kemal, Selanik Askerî Rüştiyesini bitirdikten sonra 13 Mart 1896'da Manastır Askerî İdadisine girdi. Burada Ömer Naci ile arkadaşlık etti. İlerde ünlü bir hatip olarak tanınacak olan bu kişi, Mustafa Kemal'in hitabet ve edebiyat sevgisinde etkin rol oynadı. Yakın arkadaşlarından biri olacak Ali Fethi (Okyar) de bu okulda öğrenci idi. Genç Mustafa Kemal, askerî öğreniminin yanı sıra yabancı dil öğrenimini de ihmal etmiyor; yazları izinli olarak Selânik'e döndüğü zaman Fransızca dersleri alıyordu
Genç Mustafa Kemal, Manastır Askerî İdadisini de başarı ile bitirerek 13 Mart 1899 tarihinde İstanbul'da Harp Okulu'na girdi. 3 senelik başarılı bir Harbiye öğreniminden sonra 10 Şubat 1902'de bu okulu Teğmen rütbesiyle bitirdi ve öğrenimine Harp Akademisinde devam etti.1903 yılında Üsteğmen olmuştu.11 Ocak 1905 tarihinde de Kurmay Yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisinden mezun oldu.
Harp Okulunda ve Harp Akademisinde de zekâsı, yetenekleri ve üstün kişiliği ile kendisini arkadaşlarına ve hocalarına tanıtmış, onların içten sevgi ve saygısını kazanmıştı. Askerlik derslerine büyük ilgisi yanında matematiğe, edebiyata ve güzel söz söylemeye karşı da merakı ve eğilimi vardı. Harbiye'de ve Harp Akademisi'nde, memleket ve millet davaları ile ilgilenmesi, düşüncelerini cesaretle ifadeden çekinmemesi sebebiyle aydın ve inkılâpçı bir subay olarak tanınmıştı. Devir istibdat idaresi idi ve bu davranışları aleyhine olabilirdi; ancak çevresince gerçekten çok sevilişi, düşüncelerinde samimî oluşu, onun herhangi bir tertibe kurban gitmesini önlemişti. Bununla beraber Harp Akademisi'nden mezuniyetini izleyen günlerde istibdat ve padişahlık rejimi aleyhindeki düşünceleri ve durumu, şüphe çekerek birkaç ay İstanbul'da tutuklu kaldı; sonra bir nevi sürgün olarak vazife ile 5 Şubat 1905 tarihinde Suriye bölgesine, Şam'a atandı.
ASKERÎ GÖREVLERİ
Şam'da 5. Ordu'nun emrinde kaldığı üç yıl içinde Suriye'nin hemen her yerini görevle dolaşmış, memleket idaresindeki aksaklıkları, ordunun eğitim ve öğretimindeki eksiklikleri daha da yakından görmüştü. Mustafa Kemal, burada 1906 yılı Ekim ayı içinde güvendiği bazı arkadaşlarıyla gizli olarak "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"ni kurdu. Bu arkadaşlarıyla beraber Beyrut, Yafa ve Kudüs'te de kurdukları cemiyeti genişletti. Bir ara gizli olarak Mısır ve Yunanistan yoluyla Selânik'e geçerek burada da "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti"nin bir şubesini açtı ve tekrar Şam'a döndü. Şam'dan uzaklaşışı hükûmetçe duyuldu ise de âmirleri kendisini koruduğundan bir ceza yoluna gidilmedi. Bir süre daha Şam'da kaldı. Bu sıralarda 20 Haziran 1907 tarihinde Kolağası (kıdemli yüzbaşı) oldu ve Şam'daki Ordunun Kurmay Başkanlığında bir göreve getirildi.
Mustafa Kemal, 13 Ekim 1907'de merkezi Manastır'da bulunan 3. Ordu Karargâhına atandı. Bu Karargâhın Selânik'teki şubesinde çalışmak üzere Selânik'e geldi. Bu sıralarda Selânik'teki "Vatan ve Hürriyet Cemiyeti" üyelerini de içine almış olan Îttihat ve Terakki Cemiyeti" faaliyet halinde idi. Mustafa Kemal de Selânik'e gelişini takiben bu cemiyete dahil olarak hizmet görmeye başladı. Memleketin istibdat idaresinden kurtarılması, yapılacak yenilikler Onun da baş düşüncesiydi. Selânik'e gelişini takiben kısa bir süre sonra 22 Haziran 1908 de Üsküp-Selânik arasındaki demiryolu müfettişliği de 3. Ordu Karargâhındaki görevine ek olarak kendisine verildi.
O, II. Meşrutiyet'i takiben Ordu'nun "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ile sıkı alâkasının ve siyasete karışmasının tehlikelerini sezinlemeye başlamış, bu görüşlerini 22 Eylül 1909'da Selânik'te toplanan "İttihat ve Terakki Bûyük Kongresi"nde açıkça dile getirmişti. Fâkat, cemiyetin önde gelenleri onun bu görüşlerini paylaşmadılar. Mustafa Kemal de kendisini cemiyetten uzak tutarak doğrudan doğruya askerî vazifesine verdi. "İttihat ve Terakki Cemiyeti" ile anlaşmazlığı ve aralarının açılması böyle başladı.
Mustafa Kemal, Selânik'teki görevini başarı ile yürütürken 1910 yılı Eylül ayında Pikardi manevralarını izleme amacıyla Fransa'ya gönderildi. Burada Fransız Ordusunu ve komutanlarını yakından tanıdı. Selânik'e dönüşünden kısa süre sonra 1911 Mart'ında Arnavutluk'ta bir isyan çıktı. Bu isyanı bastırmak üzere düzenlenen harekâtta Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa'nın yanında görev aldı.
Mustafa Kemal, 15 Ocak 1911'de 3. Ordu Karargâhındaki görevinden alınarak evvelâ 5. Kolordu Karargâhında, daha sonra yine Selânik'te bulunan 38. Piyade Alayı'nda görevlendirildi. Bu atamadan amaç, kendisine kıta hizmeti gördürerek onu başarısızlığa sürüklemek; bu suretle şevk ve hevesini bir ölçüde kırmak idi. Ama O, bu görevde de büyük başarılar gösterdi; eskiden olduğu gibi yine kumandanlarının, arkadaşlarının sevgi ve saygısını kazandı. Selânik garnizonundaki subaylar gittikçe onun etrafında toplanıyorlardı. Bu durum 3. Ordu Müfettişliğinin hoşuna gitmedi. O'nu Selânik'teki vazifesinden ayırarak 27 Eylül 1911 tarihinde İstanbul'da Genelkurmay Başkanlığında bir göreve tayin ettiler. Mustafa Kemal, bu atama üzerine İstanbul'a gelerek bir süre Genelkurmay Başkanlığında çalıştı.
5 Ekim 1911'de İtalyanlar Trablusgarp'a hücum ederek istilâ hareketlerine başlamışlardı. Mustafa Kemal, bu bölgede görev almak üzere 15 Ekim 1911'de İstanbul'dan ayrıldı. Trablusgarp'a gelişini takiben bir süre Tobruk ve Derne Bölgelerinde gönüllü mahallî kuvvetlerin başında bulundu.12 Mart 1912 de Derne Komutanlığına getirildi. Bu sıralarda 27 Kasım 1911 tarihinde binbaşılığa terfi etti.
1912 yılı Ekim ayında Balkan Harbi başlamıştı. Mustafa Kemal, 24 Ekim 1912'de Trablusgarp'tan hareket ederek İstanbul'a geldi. 21 Kasım 1912'de Gelibolu'da bulunan Bahr-i Sefîd (Akdeniz) Boğazı Kuvay-ı Mürettebesi Komutanlığı Harekât Şubesi Müdürlüğüne atandı. Bu atama üzerine Gelibolu'ya geldi. Olaylar süratle gelişmiş, baba memleketi Selânik düşmüş, Bulgar Ordusu ilerleyerek Çatalca'ya kadar gelmişti. Bu elim vaziyet kendisini çok üzdü. Bu cephede bir süre sonra Bolayır Kolordusu Kurmay Başkanlığına getirildi. Bu görevde iken Dimetoka ve Edirne'nin düşmandan geri alınışında büyük hizmetler gördü.
..............................
Mustafa Kemal, Balkan Harbi'nden sonra, 27 Ekim 1913 tarihinde Sofya Ataşemiliterliğine atandı.11 Ocak 1914 tarihinden itibaren Belgrat ve Çetine Ataşemiliterliklerini yürütme görevi de kendisine verildi. Sofya Ataşemiliterliği'ne atandığı günlerde yakın arkadaşı Ali Fethi (Okyar) de Sofya Elçiliği'ne atanmıştı. Mustafa Kemal Sofya Ataşemiliterliği esnasında 1 Mart 1914 tarihinde yarbaylığa terfi etti.1915 yılı Ocak sonlarına kadar Sofya'da kaldı.
Bu sıralarda 1 Ağustos 1914'te Almanya'nın Rusya'ya harp ilânı ile I. Dünya Savaşı başlamıştı. Mustafa Kemal, gelişen siyasî ve askerî olayları büyük bir dikkatle izlemekte; bir taraftan da görüş ve düşüncelerini Harbiye Nezaretine bildirmekte idi. Ona göre katılma zorunlu hale gelmedikçe Osmanlı Devleti bu büyük savaşın dışında kalmalıydı. Ancak olayların süratle gelişmesi 29 Ekim 1914'te Osmanlı Devletini de ister istemez İttifak Devletleri yanında harbe girmek mecburiyetinde bıraktı. Mustafa Kemal, bu gelişmeler üzerine Başkumandanlıktan kendisine faal bir hizmet istedi ise de uzun süre bu isteği yerine getirilmedi. Nihayet ısrarı üzerine, kendisini 20 Ocak 1915, tarihinde, Tekirdağ'da teşkil edilecek 19. Tümen Komutanlığına tayin ettiler. Mustafa Kemal, bu tayin üzerine Sofya dan ayrılarak İstanbul'a döndü; derhal yeni görev yerine hareket ederek tümenini kurdu. Bu tümen, kısa süre sonra görülen lüzum üzerine 25 Şubat 1915'te Tekirdağ'dan Maydos (Eceabat)'a nakledildi. Mustafa Kemal, burada 19. Tümene ilâveten 9. Tümenin 2.Piyade Alayı ve bazı topçu birlikleri de emrine verilerek Maydos Mıntıkası Kumandanı olarak görev yaptı.
Gelibolu Yarımadası'nda önemli olaylar oluyordu. İngiliz donanması 18 Mart 1915 günü Çanakkale Boğazı'nı geçmeye teşebbüs etti ise de kıyı topçusunun başarılı savunması karşısında, muvaffak olamayarak ağır zayiat verdi. Donanması ile Boğaz'ı geçemeyen düşman, bu defa Gelibolu Yarımadası'nı çıkarma ile zorlamaya karar verdi. Olaylar bu şekilde gelişirken, Genelkurmay Başkanlığı da 23 Mart 1915 tarihinde Gelibolu'da 5. Ordu kurulmasına karar vermiş, Komutanlığına da Alman Generali Liman von Sanders'i atamıştı.
Liman von Sanders, muhtemel düşman taarruzuna karşı kuvvetlerini üç gruba ayırarak plânını yapmış; Mustafa Kemal'in başında bulunduğu kuvvetleri ordu ihtiyatına almıştı. Mustafa Kemal, bu plân gereğince 18 Nisan 1915 günü tümeniyle Bigalı'ya geçti.
Düşman birlikleri 25 Nisan 1915 günü Seddülbahir ve Arıburnu bölgesinden ilk çıkarma hareketine başladı. Ancak çıkarma hareketi ilk gün karşısında Mustafa Kemal'i buldu. Mustafa Kemal, çıkarmanın başladığını görür görmez, kuvvetlerini süratle Bigalı'dan Conkbayırı'na sevk etmişti. Arıburnu'ndan Conkbayırı'na ilerleyen İngiliz kuvvetleri, o gün, Mustafa Kemal'in komuta ettiği 19. Tümen kuvvetlerinin taarruzu ile geri çekilmeye mecbur edildi.
Conkbayırı taarruzunda Türk askeri görülmemiş bir inanç ve cesaretle savaşıyor, tarihin en büyük kahramanlık sahneleri sergileniyordu. Dâhi komutan, kumandanlara verdiği emre şu cümleleri de ilâve etmişti: "Ben, size taarruz emretmiyorum; ölmeyi emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar geçebilir !"
25 Nisan 1915 günü başlayan çıkarma, kuvvetlerimiz tarafından kıyıya kadar itilmesine rağmen, düşman, 26 ve 27 Nisan 1915 günleri de çıkarma harekâtına devam etti. İlerlemek isteyen İngilizler'le yer yer şiddetli çarpışmalar oldu; ancak her taarruz Türk askerinin kahramanca savunması karşısında başarısız kaldı. Mustafa Kemal, Çanakkale Cephesîndeki bu üstün başarıları üzerine 1 Haziran 1915'de Albaylığa terfi etti.
.........................
Düşman, Çanakkale'de başarı sağlayamamasına, ilerleme gösterememesine rağmen, yeni bir çıkarma yapmada kararlıydı. Düşünülen çıkarmanın gerçekleşebilmesi için, her şeyden önce ilk direnç hatlarını oluşturan Arıburnu ve Seddülbahir'deki Türk kuvvetlerinin yerlerinden sökülmesi gerekiyordu. İngilizler, bu amaçla 6 ve 7 Ağustos l9l5 günleri, takviyeli kuvvetlerle yeni bir taarruz daha denediler; düşman kuvvetleriyle, kuvvetlerimiz arasında şiddetli muharebeler oldu. Ancak, Mustafa Kemal'in aldığı önlemIer sayesinde düşmanın bu taarruzu da gelişme imkânı bulamadı. Arıburnu ve Seddülbahir'deki taarruz devam ederken İngilizler, 6 Ağustos 1919 akşamı Çanakkale'nin güney kıyılarına da asker çıkararak ilerlemeye başladı. Bu suretle, Anafartalar Bölgesi de ansızın kritikleşti.
Gelişen bu buhranlı durum üzerine Liman von Sanders'in emri ile komuta değişikliği yapılarak, "Anafartalar Grubu Komutanlığı'na 8 Ağustos 1915 tarihinde Albay Mustafa Kemal getirildi. 9 Ağustos 1915 günü komutayı ele alan Mustafa Kemal, beklemeksizin aynı gün yaptığı taarruz ile ilerleyen İngiliz kuvvetlerini tekrar çıkarma yaptıkları kıyılara itti. Aynı günün akşamı Conkbayırı bölgesine geçerek buradaki kuvvetleri de 10 Ağustos 1915 sabahı taarruza geçirdi. Böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmemiş; aksine tutunduğu mevzilerden tamamen çıkarılarak Anafartalar bölgesine tam anlamıyla hâkim olunmuştu.
Mustata Kemal, 25 Nisan 1915 taarruzunda olduğu gibi 9 ve 10 Ağustos taarruzlarında da bizzat ateş hattında bulunmuş, ateş hattından emirler vermiş, bu davranışı yanındaki subay ve erler için ifadesi imkânsız cesaret kaynağı olmuştu.
Conkbayırı'nda kalbini hedef alan bir kurşun, cebindeki saate çarpıp geri döndüğünden mutlak bir ölümden kurtuldu. Bu muharebeler esnasında gösterdiği kahramanlık, azim ve yüksek kumanda kudreti, kendisine memleket içinde ve dışında büyük ün sağladı. Artık O, "Anafartalar Kahramanı" olarak anılıyordu. Aylarca süren çıkarma ve savaşlar sonucu ilerleme kaydedemeyen İngilizler; nihayet 1915 yılı Aralık sonunda müttefikleriyle beraber Çanakkale'den çekildiler. Düşmanların Çanakkale Boğazı'nı geçememesi, İstanbul'un işgalini önlemiş; İngilizlerin, Marmara ve Karadeniz üzerinden müttefikleri Rusya ile bağlantı kurma hayallerini söndürmüştü. Bütün bu olaylar, bir anlamda, I. Dünya Savaşı'nın akışını da etkiliyor, dünya tarihinin yönünü değiştiriyordu. Bu savaşlarda İngilizler insan, araç ve gereç yönünden Türklerden şüphesiz ki çok fazla idi; ancak onların unuttukları nokta, Türk askerinin tarihsel kahramanlığı ve bu kahramanlığı yönlendiren Mustafa Kemal faktörü idi.
Mustafa Kemal, Çanakkale Muharebelerinin eski şiddetini kaybettiği 1915 yılının son aylarında, son bir taarruzla düşmanı tutunduğu kıyılardan da sökerek onu tam mağlûp duruma düşürmek görüşünde idi. Ancak bu teklifi, Ordu Komutanı Liman von Sanders tarafından, düşmanın da kıyıdan yapacağı topçu ateşinin ağır zayiat verdirebileceği endişesiyle benimsenmedi. Artık bu cephede yapacak bir şey kalmamıştı. Mustafa Kemal,10 Aralık 1915'te "Anafartalar Grubu Komutanlığı"nı, Fevzi (Çakmak) Paşa'ya bırakarak izinli olarak Çanakkale den ayrıldı; İstanbul a döndü.
Mustafa Kemal, 27 Ocak 1916'da karargâhı Edirne'de bulunan Onaltıncı Kolordu Komutanlığına atandı. Kısa süre sonra bu Kolordu'nun aynı isimle Diyarbakır'da kurulması kararı üzerine yine Kolordu Komutanı olarak 11 Mart 1916'da Diyarbakır-Bitlis-Muş Cephesi'ne tayin edildi. Mustafa Kemal, 26 Mart 1916'da Diyarbakır'a gelerek komutayı ele aldı.1 Nisan 1916 da Generalliğe yükseltildi. Diyarbakır'a gelişini takiben kısa bir hazırlıktan sonra 3 Ağustos 1916 sabahı emrindeki kuvvetleri, Bitlis ve Muş yönünde taarruza geçirdi; Ruslar'la iki tümenimiz arasında taarruz ve karşı taarruz şeklinde şiddetli çarpışmalar oldu. Nihayet 8 Ağustos 1916 sabahı Muş, aynı günün akşamı Bitlis, kuvvetlerimiz tarafından düşman işgalinden kurtarıldı. Muş; ne yazık ki 25 Ağustos 1916'da tekrar Rusların eline düşmüştü. Mustafa Kemal Paşa, 2. Ordu Komutanlığı sırasında, 14 Mayıs 1917'de Muş'u ikinci defa Rus işgalinden kurtardı.
Mustafa Kemal Paşa, Aralık l9l6'da Ahmet İzzet Paşa'nın izinli olarak bir süre İstanbul'a gitmesi üzerine vekâleten 2. Ordu Komutanlığı'na tayin edildi. Karargâhı Diyarbakır'da olan bu ordunun Kurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü) Bey'di. Büyük Komutan'ın, İnönü ile yakından tanışması, emir-komuta zinciri içinde çalışması bu tarihlere rastladı.
.........................
Mustafa Kemal Paşa,14 Şubat 1917'de Hicaz Kuvve-i Seferiyesi Komutanlığına atanması üzerine Şam'a giderek Sina Cephesi'ni teftiş etti ise de 5 Mart 1917 tarihinde Diyarbakır'da 2. Ordu'ya vekâleten komutan atandı. Tekrar Diyarbakır'a dönen Mustafa Kemal Paşa,16 Mart 1917'de asaleten 2. Ordu Komutanlığına getirildi. Fakat bu görevde de çok kalmayarak 5 Temmuz 1917 tarihinde Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığına bağlı olarak Halep'te kurulması kararlaştırılan 7. Ordu'nun başına getirildi. Bu cephenin umumî idaresi Falkenhein adlı bir Alman generaline verilmişti. Mustafa Kemal Paşa,15 Ağustos 1917 günü Halep'e gelerek göreve başladı. Fakat bir süre sonra General Falkenhein ile aralarında askerî görüşler ve uygulanacak harekât bakımından anlaşmazlık çıktı; bu anlaşmazlık sonucu Mustafa Kemal Paşa,1917 Ekim başlarında istifa mecburiyetinde kaldı. Kendisine tekrar Diyarbakır'daki eski görevi teklif edildi ise de kabul etmeyerek İstanbul'a geldi. 7 Kasım 1917'de Genel Karargâh'ta görevlendirildi. Ancak kısa süre sonra Veliaht Vahdettin Efendi'nin maiyetinde Alman Umumî Karargâhını ve Alman Cepheleri'ni ziyaret etmek üzere Almanya seyahatine iştirak etti.15 Aralık 1917 - 4 Ocak 1918 arasını kapsayan bu seyahat esnasında Mustafa Kemal, Alman askerî çevrelerinde incelemeler yaparak, Alman İmparatoru II. Wilhelm ve devrin tanınmış komutanlarıyla görüştü. Onlara -hoşlanmasalar da- I. Dünya Harbi'nin muhtemel sonuçları hakkındaki görüşlerini açıkça ve belirgin şekilde anlatıyordu.
Mustafa Kemal Paşa, 20 gün süren Almanya seyahatinden İstanbul'a döndükten bir süre sonra böbrek rahatsızlığı nedeniyle Viyana ve Karlsbad'a giderek tedavi gördü. 13 Mayıs 1918 - 4 Ağustos 1918 arasını kapsayan bu seyahat dönüşü General Falkenhein'in yerine Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına getirilmiş olan General Liman von Sanders'in emrindeki 7. Ordu'ya Ağustos 1918'de tekrar komutan oldu ve 15 Ağustos 1918 günü Halep'e geldi. Mustafa Kemal, bu cephede İngilizlere karşı başarılı müdafaa savaşları yaptı. Takviyeli İngiliz kuvvetleri karşısında, O'nun maharet ve dirayeti sayesinde, bu bölgedeki Türk Ordusu dağılmaktan kurtarılmış; büyük bir düzen içinde Halep'e kadar çekilme başarısını göstermişti. Fakat I. Dünya Savaşı Almanya ve müttefikleri aleyhine gelişiyordu. 29 Eylül 1918 tarihinde Bulgaristan savaştan çekilmiş, 4 Ekim 1918 tarihinde de Almanya mütareke istemişti. İstanbul'da Talat Paşa kabinesi istifa etmiş, yeni kabineyi Ahmet İzzet Paşa kurmuştu. Bu gelişmeler karşısında Mustafa Kemal Paşa, yetkili makamlara, askerî ve siyasî önerilerine devam etti ise de yine kabul ettiremedi. Nihayet 30 Ekim 1918 tarihinde de Osmanlı Devleti, itilâf devletleri ile Mondros Mütarekesi'ni imzalayarak l. Dünya Savaşı'ndan çekildi
Mustafa Kemal Paşa, Mondros Mütarekesi'nin imza edildiği günün ertesi, 31 Ekim 1918 tarihinde Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığına getirildi ise de artık yapacak bir şey kalmamıştı. 7 Kasım 1918 tarihinde bu Grup Komutanlığı'nın da Padişah iradesiyle kaldırılması üzerine Adana'dan hareketle 13 Kasım 1918 günü İstanbul'a geldi. Artık Türkiye, mütareke şartlarını yaşıyordu ve kendisi de Harbiye Nezareti emrine verilmiş bir Ordu Komutanı idi.
Memleket ve milletin içinde bulunduğu şartlar ağır idi. Büyük bir savaş sonunda, mağlup bir devlet olarak 30 Ekim 1918'de "Mondros Mütarekesi" adı verilen, şartları ağır bir anlaşma imzalanmış, bu anlaşma şartlarına dayanılarak memleketin birçok bölgesi galip devletlerce işgal edilmiş, ordumuz dağıtılmış, bütün silâh ve cephane galip devletlerin emrine verilmişti. Osmanlı memleketleri tamamen parçalandığı gibi, Türk'ün ana yurdu, Anadolu da galip devletler arasında taksime uğruyordu. İtalyanla, Antalya'ya çıkmıştı. İskenderun, Adana, Mersin, Antep, Maraş, Urfa işgal altında idi. Kars'ta İngilizler idareyi ele almıştı. Trakya, işgal altında idi. Düşman donanması İstanbul sularında demirlemişti. Çanakkale ve İstanbul Boğazları tutulmuştu. İstanbul ve İstanbul Hükûmeti İtilâf Devletleri'nin baskı ve kontrolü altında idi. Padişah ve hükûmet, düşmanlara âlet olmuş, âciz ve şaşkın bir vaziyette sadece kendileri için emniyet ve kurtuluş yolu aramakta idiler. Anadolu'nun her şehrinde ecnebi subaylar dolaşıyor, İtilâf Devletleri temsilcisi sıfatıyla direktifler veriyorlardı. Yunanlılar da İzmir'i işgal hazırlıklarıyla meşguldü; bu yolda büyük çaba harcıyorlar, İtilâf Devletler'ini iknaya çalışıyorlardı. Nihayet, 15 Mayıs 1919'da bu gayelerine eriştiler.
Olayların bu şekilde gelişeceğini Mustafa Kemal, önceden sezinlemişti. Nitekim Mondros Mütarekesi'nden 5 gün sonra, 5 Kasım 1918'den itibaren Harbiye Nezaretinden Mondros Mütarekesi gereğince ordulara terhis emirleri gelmeğe başladı. Atatürk, aynı gün Adana'dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya ilk ikaz telgrafını çekti: "Ciddî olarak arzederim ki gereken tedbirleri almadıkça orduyu terhis etmeyiniz! Şayet orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak düşman ihtiraslarının önüne geçmeğe imkân kalmayacaktır." Bu, Atatürk'te, her şey bitti zannedilen bir zamanda da kurtuluş ümidinin sönmediğini, pek çoklarının düştüğü yeis ve ümitsizliğe asla kendisini kaptırmadığını gösterir.
Fakat, acıdır ki Mustafa Kemal Paşa tarafından yapılan bütün bu haklı itirazlar etkisiz kalır ve ordunun terhisine sür'atle devam edilir. Çünkü genel kanaat, İtilâf Devletleri ile herhangi bir mücadeleye giremeyeceğimiz, böyle bir mücadelenin aleyhimize sonuçlanacağı idi. O halde İtilâf Devletleri'ni gücendirmeyecek, Mondros Mütarekesi şartlarını yerine getirecektik. İstanbul Hükûmetinin görüşü ve davranışı bu idi.
Padişah ve hükûmetini saran bu umutsuzluğa rağmen, milletimiz, haksız işgal ve istilâlara karşı nefsini müdafaa yolunda her çabayı gösteriyor; memleketin çeşitli yörelerinde düşmanla mahalli kuvvetler arasında çarpışmalar oluyordu. Diğer taraftan mütecaviz düşmana karşı koymak ve kurtuluş çareleri aramak üzere Anadolu'da yer yer millî teşkilâtlar oluşturuluyordu. Ancak bütün bu kuruluşlar, ayrı ayrı çalışmaları sebebiyle istenilen ölçüde etkili olamıyorlar, bütün memleketi kapsayan bir hareket ve birlik gösteremiyorlardı.
MÜTAREKE DÖNEMİNDE MUSTAFA KEMAL
Mütareke Türkiyesi, aklın alamayacağı derecede karışık bir Türkiye'dir. Bölgesel direnme hareketlerine öncülük eden Müdafaa-i Hukuk, Muhafaza-i Hukuk, Redd-i İlhak gibi cemiyetlerin yanı sıra özellikle İstanbul'da güya kurtuluş çareleri arayan yüzlerce cemiyet kurulmuştu. İngiliz Muhipleri Cemiyeti, Wilson Prensipleri Cemiyeti, Türk-Fransız Muhipleri Cemiyeti, Cemiyet-i Akvam, Müzaheret Cemiyeti bunlann başlıcalarıdır. Kurtuluş çareleri değişikti. Bir kısmı İngilizlerin, bir kısmı Fransızların himayesini istiyordu, bir kısmı Amerikan mandasını öneriyordu. Bir kısım kimseler de Mondros Mütarekesi gereğince padişah ve halife için hükümranlık hakkı tanınan küçük bir bölgede Osmanlı Devleti'ni sembolik olarak devam ettirme düşüncesinde idiler. Memleketin içinde bulunduğu karışıklıktan istifade çareleri arayan bazı cemiyetler de vatan toprakları üzerinde millî birliği parçalayıcı faaliyetlere girişmişlerdi.
Bu durum karşısında ciddî ve gerçek karar ne olabilirdi.Tarih kültürü çok geniş olan ve tarihten sonuç çıkarmasını çok iyi bilen Atatürk, gerçek kararı sezmekte gecikmedi. Bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da millî egemenliğe dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak idi. Atatürk'e göre önemli olan "Türk milleti'nin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıydı. Ne kadar zengin ve refah içinde olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, medeni insanlık karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık görülemezdi. Yabancı bir milletin himaye ve efendiliğini kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, acizlik ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildi. Halbuki Türk'ün haysiyet ve gururu çok yüksek ve büyüktü. Böyle bir millet esir yaşamaktansa mahvolsun daha iyiydi." Öyleyse Milli Mücadele'nin parolası "Ya istiklâl ya ölüm!" olacaktı.
MUSTAFA KEMAL, ANADOLU'DA
Artık Anadolu'ya geçerek Millî Mücadele bayrağını açmak gerekiyordu. İşte bu sıralarda, Mustafa Kemal Paşa'yı İstanbul'dan uzaklaştırmak amacıyla, kendisine Dokuzuncu Ordu Müfettişliği teklif edildi. Mustafa Kemal Paşa, kendisine geniş salâhiyetler tanıyan bu vazifeyi kabul etti.
16 Mayıs 1919 günü Bandırma vapuru ile İstanbul'dan hareket eden Mustafa Kemal Paşa,19 Mayıs 1919 sabahı Samsun'da Anadolu topraklarına ayak bastı. Kendisinin Anadolu'ya gönderiliş gerekçesi, Samsun ve çevresindeki asayişsizliği yerinde görüp incelemek ve tedbir almaktan ibaretti. Hükûmete verilen İngiliz raporlarında, bu bölgede Türklerin, Rumlara karşı gerilla hareketine giriştikleri ve bölgenin asayişini bozdukları bildirilmekte ise de durum tam tersine idi. Bu bölgede, Pontus Rum Devleti kurma amacına yönelik geniş bir Rum faaliyeti vardı. Baskı gören Rumlar değil, Türklerdi. Rum Patrikhanesinden idare edilen Mavri Mira Cemiyeti bu bölgede kurduğu çeteler vasıtasıyla Türk köylerini basıyor, katliamlar yapıyor, yerli halkı yıldırmak istiyordu. Bu girişimlere karşı vatansever Türkler de mukabil çeteler oluşturmuşlar; bölge Rumları ile mücadeleye başlamışlardı. Bütün bu gerçeklere rağmen Mustafa Kemal Paşa'ya verilen talimat gereğince bölge Türklerinin direnmeleri önlenecekti. Mustafa Kemal Paşa, görevi kabul için Ordu Müfettişliği sıfatı ve geniş salâhiyetler istedi. İstanbul Hükûmeti bu istekleri de kabul etti.
Saray ve İstanbul Hükûmeti, Mustafa Kemal Paşa'nın bu görevi yapacağını zannetmişti. Oysaki Mustafa Kemal'in düşünceleri tamamen başka idi. Ama bu görev, kuşkuları çekmeksizin Anadolu'ya geçmek için değerlendirilmesi gereken bir fırsattı. Kendisine verilen yetkileri de, geri alınıncaya kadar milletin menfaatleri adına kullanmak vicdanî bir davranış idi. Esasen olayların akışı da kısa zamanda bunu ispatlayacaktı. Mustafa Kemal Paşa, İstanbul'dan ayrılmadan önce başta sadrazam olmak üzere kabine azalarının hemen hepsi ile ve en sonunda Padişah'la görüşmüştü. Fakat bu kişilerin hiçbirinde memleketi içinde bulunduğu badireden kurtaracak bir enerji, bir ümit ışığı görmemiş, görememişti. İstanbul Hükûmeti'nin ve Padişah'ın davranışlarında İtilâf Devletleri'ni gücendirmemek görüşünün ağır ezikliğini hissetti. Oysaki onların kararlarına uymak değil, karşı koymak lâzımdı. İşte Anadolu'ya bu gaye ile gidiyordu. Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'dan ayrılırken yakın arkadaşlarına söylediği şu sözler bu bakımdan büyük önem taşımaktadır: "Düşman süngüsü altında millî birlik olamaz. Ancak hür vatan topraklarında memleketin istiklâli ve milletin hürriyeti için çalışılabilir. Bu gayeyi tahakkuk ettirmek üzere Anadolu'ya gidiyorum".
Mustafa Kemal Paşa, Anadolu'ya geçer geçmez plânını uygulamaya başladı. 21 Mayıs 1919'da Kâzım Karabekir'e telgraf çekti. Telgrafta bu davranışını şöyle belirtiyordu: "Umumî durumumuzun aldığı vahim şekilden pek müteessirim. Millet ve memlekete borçlu olduğum en son vicdani vazifeyi yakından müşterek çalışma ile en iyi şekilde yerine getirmek mümkün olacağı kanaati ile bu son memuriyeti kabul ettim".
Mustafa Kemal Paşa, Samsun'a çıktıktan 2 gün sonra, 21 Mayıs 1919'da Genelkurmay Başkanlığına Samsun ve çevresindeki asayişsizliğin sebeplerini açıklayan İstanbul Hükûmeti'nin ve İtilâf Devletleri temsilcilerinin hoşlanmadığı şu telgrafı çekti: "Rumlar bu bölgede, Pontus Hükûmeti teşkili gibi bir safsata etrafında toplanmış ve Rum çeteleri hemen kâmilen siyasî bir şekle dönüşmüştür". 22 Mayıs 1919'da Samsun'dan Sadaret'e gönderdiği raporu da şu cümle ile noktaladı: "Millet birlik olup hâkimiyet esasını, Türklük duygusunu hedef almıştır". Bu anlamlı ifadede Anadolu'da beliren Milli Mücadele azmini sezmemek mümkün değildir. İşte bu raporlar İstanbul'a geldikten sonradır ki İtilâf Devletleri temsilcileri İstanbul Hükûmetinden sordu: "Tanınmış bir Türk generalinin Anadolu'da ne işi vardır?" Bunun üzerine İstanbul Hükûmeti, Anadolu'ya gönderdiği müfettişi geri çağırma girişimlerine başladı.
AMASYA
Artık, Anadolu'da başlayan Millî Mücadele, liderini bulmuş, dağınık ve bölgesel mukavemetler bir bayrak altında toplanmaya başlamıştı. Bunun ilk örneğini 22 Haziran 1919'da Mustafa Kemal imzasıyla Amasya'dan bütün memlekete duyurulan bir tamimde görüyoruz. Bu genelgede kutsal bir ses işitiliyordu: "Vatanın bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir. Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır". Bu cümleler Milli Mücadele'nin örgütlü olarak fiilen başladığının onun imzası ile bütün cihana ilânı idi. Bu genelge diğer bir maddesiyle beliren millî tehlike karşısında izlenecek ilk yolu da belirtiyordu: "Her vilâyetten seçilecek milletin güvenini kazanmış delegelerle, Anadolu'nun en emin yeri olan Sivas'ta derhal bir millî kongre toplanacaktır".
ERZURUM
Mustafa Kemal Paşa, Amasya Tamimi adıyla ünlü bu genelgesini yaptıktan sonra Erzurum'a geçmek üzere 27 Haziran 1919'da halkın sevinç gösterileri arasında Sivas'a geldi. Şehirde kaldığı 1 günlük süre içinde, Erzurum Kongresi'ni takiben Sivas'ta yapılacak Kongre için ilgililere gerekli direktifleri vererek Erzurum'a hareket etti. Atatürk, 3 Temmuz 1919 günü Erzurum'a geldi. Kendisi der ki "Benim Erzurum'a gelişim, bütün milletin ateşten bir çember içine alınmış olduğu bir zamana tesadüf etti. Bütün millet bu çemberin içinden nasıl çıkılacağını düşünmekte idi".15 Temmuz 1919 günü Ilıca önlerinde Erzurumlular tarafından coşkun bir şekilde karşılandığı zaman Çukurova'da muhacir olarak bulunup Erzurum'a dönen ihtiyar Mevlüt Ağa ile aralarında geçen konuşma, bu ateşten çember içinden mutlaka çıkılması gerektiği fikrini Atatürk'te daha da perçinledi. İhtiyar, fakat dinç Mevlüt Ağa'ya Mustafa Kemal Paşa sordu: - Çukurova gibi verimli bir memleketten niye döndün? Yoksa geçinemedin mi? Mevlût Ağa derhal cevap verdi: - Hayır Paşam, geçimimiz çok rahattı. Son günlerde işittim ki İstanbul'daki ırzı kırıklar, bizim Erzurum'u Ermenilere vereceklermiş. Geldim ki göreyim, bu namertler kimin malını kime veriyorlar?
Bu sözler, milletle beraber, millet için çalışmak üzere Erzurum' a gelen Mustafa Kemal Paşa'yı çok duygulandırmış, gözlerini yaşarmıştı.Etrafındakilere döndü ve : -Bu milletle neler yapılmaz.
Atatürk, Erzurum'a gelişinden 5 gün sonra,8/9 Temmuz 1919'da "Sine-i millette bir ferd-i mücahit olarak çalışmak üzere" çok sevdiği askerlik mesleğinden ve görevinden istifa etti. Artık, bir millet ferdi olarak, milletten kuvvet, kudret ve ilham alarak tarihî vazifesine devam ediyordu.
Askerlikten istifasını takiben Erzurumluların isteği üzerine Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesinin Heyet-i Faale Başkanlığına getirildi. Cemiyet, o günlerde daha evvelce alınan bir karar gereğince doğu illerini kapsayan bir kongrenin hazırlıkları içinde idi. Mustafa Kemal'in Heyet-i Faale Reisi olarak bu kongreye iştiraki mümkündü; fakat O, bu kongreye özellikle Erzurum'dan üye olarak iştirak etmek istiyordu. Ne çare ki Erzurum üyeleri evvelce seçilmişti; ama buna daBBir çözüm bulundu. Erzurum'un iki değerli evlâdı, Kâzım Yurdalan ve Cevat Dursunoğlu Erzurum üyeliğinden istifa etmek suretiyle yerlerini Mustafa Kemal ve Rauf Bey'e bıraktılar. Bu suretle Mustafa Kemal Paşa'nın kongreye girişi meşruluk kazandı.
Erzurum Kongresi, 23 Temmuz 1919'da tek katlı bir ilkokul salonunda 62 delegenin iştirakiyle toplanmıştı. Kongre, bir kurucu meclis gibi çalışarak 14 gün devam etti ve 7 Ağustos 1919 da çalışmalarına son verdi. Kongre'yi geçici başkan olarak Erzurum delegelerinden Hoca Raif Efendi açmış, delegelerin isim okunarak yoklaması yapıldıktan sonra başkanlık seçimine geçilmişti. Yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa, başkan seçildi.
Millî Mücadele'ye bayrak olan bir kongrenin Erzurum'da toplanışı bir tesadüfün eseri değildi; Mondros Mütarekesi'nden sonra müdafaa şuurunun en keskin bir şekilde meydana çıktığı bölgelerden biri Erzurum idi. Zira Mütareke hükümlerine göre asırlarca şehit kanıyla sulanmış Erzurum topraklarını da içine almak üzere bir Ermenistan kurulması isteniyordu. Bu durum, bölgedeki millî birlik ve mukavemet şuurunu daha da bileyledi. Keza, Kongre'ye Doğu Karadeniz il ve kasabalarını temsil etmek üzere 17 delege ile iştirak eden Trabzon'da da Pontus tehlikesi vardı. Bölge Rumları, Mondros Mütarekesi'nden faydalanarak Doğu Karadenız şehirlerini kapsayacak bir Pontus Rum Devleti kurma hayali içindeydiler. Bu bakımdan Doğu Anadolu şehirleri ile tehlike müşterekti.
Erzurum Kongresi, güç şartlar altında toplanıyordu. Çünkü Kongre üyelerinin vilâyetlerce gerek seçiminde, gerekse seçilenlerin Kongre'ye gönderilmesinde büyük güçlükler çıkarılıyordu. Mülkî amirlerin büyük kısmı, İstanbul Hükûmeti'nin baskısı ile delegeleri korkutuyorlar, yola çıkmalarını engelliyorlar, hatta bazı vilâyetler kesin olarak delege göndermemekte direniyorlardı. Elâzığ, Diyarbakır ve Mardin illerinden seçilen üyeler valilik baskısı sebebiyle yola çıkmaktan alıkonulmuşlar, dolayısıyla Kongre'ye iştirak edememişlerdi. Bu sebeple Kongre'nin toplanabilmesi için Müdafa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesinin gayretleri yanında Mustafa Kemal Paşa tarafından da ciddî teşebbüslerde bulunmak icap etti. Vilâyetlerin herbirine açık telgraflar gönderilmekle beraber, bir taraftan da şifre telgraflarla valilere, komutanlara gerektiği şekilde tebligatta bulunuldu. Nihayet yeteri kadar temsilci getirtilip Kongre'yi toplamaya muvaffak olundu.
İşte bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleştirilen Erzurum Kongresi, Vilâyat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti Erzurum Şubesi ile Trabzon Muhafaza-i Hukuk Cemiyeti'nin müştereken hazırladığı bir Kongre idi. O günkü mülkî taksimatta Trabzon'un kapsadığı Doğu Karadeniz il ve ilçelerinden 17, Erzurum'un kapsadığı il ve ilçelerden 25, Sivas'ın kapsadığı il ve ilçelerden 14, Bitlis'ten 4 ve Van'dan 2 delegenin iştiraki ile toplam 62 üye ile toplanmıştı. Bugünkü idarî taksimat göz önüne alındığı takdirde 30'a yakın Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz illerini ve bunların ilçelerini kapsamaktadır.
Erzurum Kongresi'nin toplanışı ve çalışmalarına başlamasıyla İstanbul da Saray ve Hükûmet tarafından, Anadolu'da yükselen bu kurtuluş sesini boğmak için yoğun bir faaliyet başladı. Ajanslarla Mustafa Kemal'in devlete başkaldıran bir asi olduğu, Erzurum Kongresi'nin kanunsuz toplandığı ilân edildi. Mustafa Kemal Paşa'yı tutuklamak için her türlü tedbire başvuruldu. İstanbul Hükûmeti, Erzurum Kongresi'nin dağılmasını, Kongre ye katılanların yakalanarak İstanbul Divan-ı Harbi'ne sevklerini emretti ise de millet fertlerini saran o zamanki millî hava içinde hiçbir makam bu emri yerine getirmeye teşebbüs edemedi.
İşte bu derece güç şartlar içinde gerçek bir vatan aşkıyla her türlü tehlikeyi göze alarak toplanan Erzurum Kongresi Türk tarihinde önemli bir dönüm noktası oldu. Türk Kurtuluş Savaşı'nın ilk temelleri bu Kongre'de atılmış, alınan tarihî kararlar Millî Mücadele'nin temel kurallarını oluşturmuştu. Erzurum Kongresi kararları şu şekilde özetlenebilir:
1- Doğu illeri ile Trabzon ve Canik sancağı hiçbir sebep ve bahane ile Osmanlı topluluğundan ayrılması mümkün olmayan bir bütündür. Bu demekti ki doğu illeri Ermenistan sevdasıyla, Karadeniz illeri Pontus hülyasıyla ana vatandan ayrılamayacaktır. Bu karar, vatanı ve milleti bölmek isteyenlere karşı ilk esaslı ihtardı.
2- Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir. Bu madde ile milletin, her türlü işgal ve müdahaleyi kesin olarak reddettiği, birlik halinde direneceği bildiriliyordu. Vatan topraklarına yönelik hiçbir işgal ve müdahale, karşılıksız kalmayacaktı. Millet işgal ve istilâyı birlik halinde püskürtmeye kararlıydı.
3- Vatanın ve istiklâlin muhafaza ve teminine İstanbul Hükûmeti muktedir olamadığı takdirde, gayeyi temin için Anadolu'da geçici bir hükûmet kurulacaktır.
İstanbul Hükûmeti'nin hali ve tutumu belliydi; güçsüz ve beceriksizdi. Memleketi Mondros Mütarekesi ile kayıtsız şartsız galip devletlere teslim etmişti. Ülkeyi uçurumun kenarından ancak ve ancak millî iradeye dayanan bir hükûmet kurtarabilirdi; bu mutlaka gerçekleştirilecekti. Esasen Erzurum Kongresi bu amaca yönelik ilk adımdı.
4- Kuva- i Millîye'yi amil ve irade-i mılliyeyi hâkim kılmak esastır. Kuva-yi Milliyeden kasdedilen millî kuvvetler, milletin bağrından çıkacak millî bir ordu idi. Bu ordu, milletin kutsal gayesi uğrunda milletin arzu ve eğilimleri yönünde mutlaka zafere ulaşacaktı. Millî iradeyi hakim kılmak aynı zamanda demokratik bir esastı. Bu esasta Cumhuriyet rejiminin ilk kıvılcımlarını sezmemek mümkün değildi.
5- Hıristiyan azınlıklara siyasî hakimiyet ve sosyal dengemizi bozan imtiyazlar verilemez. Memleketteki azınlıklar yer yer siyasî egemenlik davasına kalkışmıştı. Memleket bütünlüğünü bozucu, vatanı parçalayıcı bu gibi davranışlara imkân verilmeyecekti. Azınlıklara sosyal dengemizi bozan ekonomik, hukuksal ve kültürel -her ne çeşit olursa olsun- ayrıcalıklar ve üstünlükler tanınmayacaktı.
6- Manda ve himaye kabul olunamaz. Türk milleti her şeyi göze alarak istiklâli için silâha sarılmıştı. Hiç kimseden lûtuf ve yardım beklemiyordu; yabancı devletlerden merhamet istemiyordu. Her ne pahasına olursa olsun istiklâl mutlaka gerçekleşecekti. Parola "Ya istiklâl ya ölüm" idi.
7- Millî Meclis'in derhal toplanmasına ve hükûmet işlerinin meclisin denetimi altında yürütülmesine çalışılacaktır. İtilaf Devletleri'nin baskısı ve Padişah fermanı ile kapatılmış olan Meclis derhal toplanmalı, hükûmetin millet ve memleketin mukadderatı ile ilgili vereceği her türlü karar böyle bir meclisin denetiminden geçirilmeliydi. Hükûmet kararları ancak bu şekilde meşruluk kazanacaktı.
8- Milletimiz insanî ve asrî gayeleri tebcil, fennî, sınaî ve iktisadî hal ve ihtiyacımızı takdir eder. Bu cümle ile Türk milletinin yeniliklere açık ruhu belirtiliyordu. Denilmek isteniyordır ki, Türk milleti insanî ve uygar amaçların değerini bilen ve kavrayan bir millettir. Nitekim Atatürk, milletin çehresini değiştiren büyük inkılâplara başladığı zaman "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların gayesi, milletimizi her bakımdan uygar bir toplum haline getirmektir. İnkılâplarmızın temel kuralı budur." diyecekti. Kararda geçen "Milletimiz fennî, sınaî ve iktisadî hal ve ihtiyacımızı takdir eder" ifadesinde de harap bir memleketi bayındır hale getirmek için gelecekte gerçekleştirilecek kalkınma hamlelerine işaret edilmekte idi.
Erzurum Kongresi, memleketin bütününü ilgilendiren bu tarihî kararlarıyla bölgesel bir kongre olmaktan çıkmış, kendisinden sonra gelişecek tüm olayları büyük ölçüde etkilemişti. Zira, Sivas Kongresi kararları, Erzurum Kongresi kararlarına dayandı. Misak-ı Millî'nin esasında Erzurum Kongresi kararları yer aldı. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin toplanış ve açılış gerekçesi Erzurum Kongresi kararlarına oturtuldu. Mudanya ve Lozan Antlaşmaları'nın bağımsızlığı savunan ruhu; ilhamını Erzurum Kongresi kararlarından aldı. Cumhuriyet rejiminin ruhu, irade-i milliyeyi hâkim kılmak esasında toplandı. Ve nihayet "Milletimiz insanî ve asrî gayeleri tebcil eder." cümlesiyle Atatürk inkılâplarının ilk kıvılcımları Erzurum Kongresi'nde parıldadı.
Sonuçları bakımından bu derece önem taşıyan Erzurum Kongresi için Mustafa Kemal Paşa, kapanış konuşmasında "Tarih, bu Kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir eser olarak kaydedecektir." ifadesini kullandı.
Erzurum Kongresi, 7 Ağustos 1919 günü -kendisi adına bütün yetkileri kullanacak- 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçerek çalışmalarına son verdi. Şimdi Heyet-i Temsiliye'yi ve Onun Başkanı'nı büyük bir görev bekliyordu. Erzurum Kongresi'nde parlayan kıvılcımı söndürmemek, Sivas'ta onu meş'ale haline getirerek millî kurtuluşa daha emin adımlarla yürümek gerekiyordu. Bu sebepledir ki, Mustafa Kemal Paşa, doğu illerinin mukadderatı için toplanan Erzurum Kongresi'ni -gayesini daha da genişleterek- bu amaca yöneltmek istedi. Bu sebepledir ki, Erzurum Kongresi'ni Sivas Kongresi'ne bağlayarak Millî Mücadele'ye memleket yüzeyinde genişlik kazandırdı.
SİVAS
Sivas Kongresi günlerinde de memleketin içinde bulunduğu ağır mütareke şartları bütün acılığı ile devam ediyordu. Mondros Mütarekesi'nin milletimiz aleyhine haksız ve insafsız bir şekilde uygulanması, İzmir'e çıkmış olan Yunanlıların İtilâf devletlerinden aldığı cüretle Anadolu'nun içine doğru ilerlemesi, çeşitli şehirlerimizin işgali Sivas Kongresi günlerinde de birbirini izledi. İşte böyle bir hava içinde Mustafa Kemal Paşa, bir kısım Heyet-i Temsiliye üyeleriyle beraber Sivas Kongresi'ne iştirak etmek üzere 2 Eylül 1919'da Erzurum'dan Sivas'a geldi. Sivas, Millî Mücadele liderini emsalsiz sevgi gösterileri ve coşkun bir sevinçle karşıladı.
Sivas Kongresi, 4 Eylül 1919 günü o zamanlar "Mekteb-i Sultanî" olarak kullanılan bir binanın salonunda, 38 delegenin iştiraki ile toplandı. Kongre, 8 gün devam etti ve 11 Eylül 1919'da Heyet-i Temsiliye seçimini takiben bir beyanname yayımlayarak çalışmalarına son verdi. İlk oturumda yapılan oylamada Mustafa Kemal Paşa, başkan seçildi.
Erzurum Kongresi'ni takiben bütün memleketi temsil eden böylesine önemli bir Kongre'nin özellikle Sivas'ta toplanışı, şehrin stratejik durumu ile ilgili idi. Anadolu'nun ortasında yer alan bu şehrimiz -mütareke şartları gereğince İtilâf Devletleri'ni temsilen bazı subaylar bulunmasına rağmen- işgal altında değildi. Ulaşım bakımından Anadolu yollarının birleştiği bir kavşak durumunda idi. Ogünkü imkânların elverdiği ölçüde çeşitli Anadolu şehirlerine şu veya bu şekilde bağlanabiliyordu. Her ne kadar Fransızlar Adana üzerinden, İngilizler Samsun'dan şehri işgal tehdidinde bulunuyorlarsa da Mustafa Kemal Paşa, böyle bir işgalin düşmana çok pahalıya mal olacağını hesaplıyordu. Bütün bu avantajları yanında Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Sivas Şubesi, şehirde oldukça iyi teşkilâtlanmıştı.
İşte bu şartların oluşturduğu hava içinde gerçekleşen Sivas Kongresi doğrudan doğruya Mustafa Kemal'in çağrısı üzerine toplanmış, bir millî kongredir. Kongre'nin 38 üyesinden 31'ini Batı ve Orta Anadolu illerinden gelen üyeler, 7'sini ise Doğu Anadolu illerini temsilen Erzurum Kongresi'nce seçilen Heyet-i Temsiliye oluşturmuştu. Böylece Batı ve Orta Anadolu illerinden seçilen delegelerle Doğu illerini temsilen gelen Heyet-i Temsiliye, Sivas Kongresi'ne memleket çapında bir genişlik ve bütünlük kazandırdı.
Tarihî bir gerçek olarak belirtmek gerekir ki Sivas Kongresi'nin toplanışı sırasında da Erzurum Kongresi'nde olduğu gibi İstanbul Hükûmeti ve idarecileri büyük engeller çıkardılar. Bu sebepledir ki Ankara ve diğer bazı şehirlerimizden valilik baskısı ile delege seçilemedi. Bazı vilâyetlerden seçilen delegeler de aynı baskı nedeniyle yola çıkmaktan alıkonuldu, dolayısıyla Kongre'ye iştirak edemedi.
Sivas Kongresi'nin toplanılmaması için Sivas'ta bulunan Fransız Jandarma Müfettişi Brüno da baskı yaptı. Vali Reşit Paşa ile görüşerek böyle bir Kongre gerçekleştiği takdirde Sivas'ın işgal edileceğini ve Kongre'nin dağıtılacağını bildirdi. İngilizler de Samsun üzerinden Sivas'ı işgal edecekleri tehdidinde bulundular. Fakat Mustafa Kemal'in her güçlüğü aşan azmi önünde, bütün bu tehditler sonuçsuz kaldı.
İstanbul Hükûmeti Erzurum Kongresi'nde yaptığı gibi Sivas Kongresi sırasında da bütün gücüyle Mustafa Kemal'i tevkife yönelmişti. Anadolu'nun hemen her valisine telgraflar çekilerek Mustafa Kemal'in ne pahasına olursa olsun tutuklanarak İstanbul'a gönderilmesi isteniyordu. Bunu gerçekleştirmek üzere valiliklere, mutasarrıflıklara yeni atamalar yapıldı. Fakat hiçbir idareci, şahlanan millî irade ve millî hava içinde İstanbul Hükûmeti'nin isteklerini yerine getirmek cesaretini gösteremedi.
Sivas Kongresi'nin diğer bir özelliği de delegelerin vatanın kurtuluşu ve milletin mutluluğundan başka hiçbir kişisel maksat izlemeyeceklerine, mevcut siyasî partilerden hiçbirinin amaçlarına hizmet etmeyeceklerine dair Kongre'de yemin etmeleri olmuştu. Bu suretle Millî Mücadele'nin hiçbir siyasî parti adına yapılmadığı, tamamen milleti ve memleketi kurtarma amacına yönelik bir hareket olduğu açıkça belirtilmiş oluyordu. Sivas Kongresi kararları şu şekilde özetlenebilir:
1- Millî sınırlar içinde bulunan vatan parçaları bir bütündür; birbirinden ayrılamaz.
Evvelce toplanan Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz vilâyetlerinin hiçbir sebep ve bahane ile ana vatandan ayrılamayacağını ilân etmişti. Sivas Kongresi sahip olduğu tam yetki ile bu karara bütün memleketi kapsayan bir genişlik kazandırdı.
2- Her türlü işgal ve müdahaleye karşı, millet birlik olarak kendisini müdafaa ve mukavemet edecektir
Erzurum Kongresi'ni toplanmaya davet eden başlıca tehlike, Doğu Karadeniz Bölgesinde kurulması düşünülen Pontus Rum devleti ile Doğu Anadolu illerini içine kalacak bir Ermenistan tehlikesi idi. Sivas Kongresi, batıdan gelen Yunan tehlikesini de göz önüne alarak, vatan topraklarına yönelik hiçbir işgal ve müdahalenin karşılıksız kalmayacağını mütecaviz düşmana açıkça bildiriyordu.
3- İstanbul Hükûmeti, haricî bir baskı karşısında memleketimizin herhangi bir parçasını terk mecburiyetinde kalırsa vatanın bağımsızlığını ve bütünlüğünü temin edecek her türlü tedbir ve karar alınmıştır. Bu madde ile İstanbul Hükûmetinin millet menfaatlerine aykırı herhangi bir karar veya davranışına milletin kayıtsız kalmayacağı, gerektiğinde millî iradeye dayanan bir hükûmetin derhal kurulacağı açıkça belirtiliyordu.
4- Kuva-yı milliyeyi âmil ve irade-i milliyeyi hâkim kılmak esastır. Erzurum Kongresi'nde belirlenen bu kural, Sivas Kongresi'nde perçinleştiriliyordu, Memleketi kurtaracak tek kuvvet, millî ordu idi. Bu ordu, milletin iradesi ve eğilimleri yönünde savaşacâk, bağımsızlık mutlaka gerçekleşecekti. Millet artık egemenliği ni kendi eline almıştı; kendi hâkimiyetinden başka hiçbir güç tanımıyordu. Bu esas, gelecekteki Cumhuriyet rejiminin esaslarını oluşturuyordu.
5- Manda ve himaye kabul olunamaz. Erzurum Kongresi'nde karar altına alınan bu görüş, Sivas Kongresi'nce de onaylanarak Millî Mücadele'nin temel kuralı haline getiriliyordu. Millî kurtuluş hareketinin parolası hiçbir devletin merhametine sığınmaksızın " Ya istiklal ya ölüm!" dü.
6- Millî iradeyi temsil etmek üzere Millet Meclisi'nin derhal toplanması mecburidir. Erzurum Kongresi kararlarında da belirtilen bu istek, artık bir mecburiyet olarak gösteriliyordu. Aksi takdirde hükûmet kararları millî iradeyi yansıtmayacaktı.
7- Aynı gaye ile millî vicdandan doğan cemiyetler "Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adı altında birleştirilmiştir.
Erzurum Kongresi, Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz Bölgelerindeki millî cemiyetleri "Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" adıyla bir merkezde toplamıştı. Sivas Kongresi, bu örgüte -bütün Anadolu ve Rumeli Cemiyetlerini de içine almak üzere- memleket çapında bütünlük kazandırdı.
8- Mukaddes maksadı ve umumî teşkilâtı idare için Kongre tarafından bir Heyet-i Temsiliye seçilmiştir. Erzurum Kongresi, Doğu illerini temsilen 9 kişilik bir Heyet-i Temsiliye seçmişti. Sivas Kongresi'nce 6 kişi daha seçilmek suretiyle "Heyet-i Temsiliye" genişletilmiş, bu suretle Türkiye Büyük Millet Meclisi açılıncaya kadar memleket mukadderatında yegâne söz sahibi bir kurul oluşturulmuştu.
Sivas Kongresi, Erzurum Kongresi kararlarını genişleterek, bu kararlara bütün memleketi kapsayan bir nitelik kazandırması bakımından İnkılâp Tarihi'mizde büyük öneme sahip bir Kongre'dir. Üyelerinin, bütün memlekete şamil olması sebebiyle de Millî Mücadele başlangıcında Türkiye'nin mukadderatını çizen, bütün milletin tek vücut halinde birlik olduğunu dünyaya ilân eden millî bir Kongre'dir. Bunun içindir ki tesirleri Erzurum Kongresi'nden daha geniş oldu.
Sivas Kongresi'nden sonra Mustafa Kemal Paşa'nın amacı en kısa zamanda Anadolu'da millet temsilcilerinden oluşan bir meclis toplamak ve bu meclisin kuracağı hükûmet ile Millî Mücadele'yi bir merkezden idare etmek idi. Dâhi adam, bu büyük işi gerçekleştirmek üzere Sivas Kongresi'nden sonra da Heyet-i Temsiliye Reisi sıfatıyla millî teşkilâtın kuvvetlenmesi yolunda -bütün engelleri aşarak- azimle çalıştı. Bu devre esnasında Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye ile temas temini ve anlaşma zemini arayan İstanbul Hükûmeti, temsilcileri vasıtasıyla 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya'da onunla görüşmüş ve bir Millet Meclisi toplanmasına ikna olmuştu. Bu görüşme İnkılâp Tarihi'mizde "Amasya Mülâkatı" olarak bilinmektedir. Mustafa Kemal, Meclisin Anadolu'da toplanmasını istemesine rağmen, Meclis 12 Ocak 1920'de İstanbul'da toplandı. Fakat İngilizlerin ve gerekse onlara âlet durumunda olan hükûmet adamlarının baskısı sebebiyle olumlu bir faaliyet gösteremedi. Sadece Erzurum ve Sivas Kongreleri'nin esaslarını "Misak-ı Millî" halinde kabul ve ilân etti.
ANKARA VE BİR MİLLETİN ŞAHLANIŞI
Mustafa Kemal Paşa, 27 Aralık 1919'da bir kısım arkadaşları ve Heyet-i Temsiliye üyeleri ile beraber Ankara'ya gelmişti. Artık Millî Mücadele Ankara'dan yönetiliyor, İstanbul'daki asker ve sivil birçok vatansever, Bağımsızlık Savaşı'nda görev almak üzere Ankara'ya geliyordu. Bir süre sonra,16 Mart 1920 tarihinde İstanbul, İtilâf Devletleri tarafından fiilen işgal edildi; şehir yabancılar tarafından tamamen askerî kontrol altına alınmıştı. Bu şartlar altında Meclis de faaliyet gösteremeyeceğini anlayarak dağıldı; zaten bu sıralarda milletvekillerinin bir kısmı da İngilizler tarafından tutuklanmış bulunuyordu.
Mustafa Kemal, İstanbul'un işgali üzerine valiliklere ve kolordu komutanlıklarına talimat vererek Ankara'da toplanacak fevkalâde salâhiyete sahip bir meclise yeni temsilciler seçmelerini bildirdi. Seçimler sür'atle sonuçlandi. Nihayet 23 Nisan 1920'de yurdun her bölgesinden gelen millet temsilcileriyle Ankara'da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldı. Mustafa Kemal, millet iradesini ve egemenliğini temsil eden bu Meclis'e ve onun hükûmetine de başkan seçilerek artık Türk bağımsızlık mücadelesinin her bakımdan, askerî, siyasî ve sosyal lideri oldu. Ama memleketin içinde bulunduğu şartlar, kendisinin omuzlarına yüklenen görevi gerçekten çok ağırdı. Tarihten silinmek istenen bir milletin ölüm kalım savaşının, istiklâl mücadelesinin Iiderliğini yapıyordu.
Ankara'da Millet Meclisi'nin açılması, millî bir hükûmetin kurulması üzerine Padişah ve İstanbul Hükûmeti de millî mücadeleyi daha geniş ölçüde baltalama yollarına sapmıştı. Anadolu'da binbir fedakârlıkla oluşturulan millî kuvvetlere karşı halife ve padişah orduları kuruluyor, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele kahramanları, asi sayılarak idama mahkûm edilmiş bulunuyordu. Diğer taraftan İzmir'e çıkan Yunanlılar da Anadolu içlerine doğru taarruza hazırlânıyordu. Mütareke ile örgütlü ordu resmen dağıtılmış, silâhları alınmış olduğundan, işgal altındaki yörelerde düşmana ancak mahalli kuvvetler ve gönüllü müfrezeler karşı koyuyordu. Bu düşman saldırılarının yanı sıra Anadolu'nun bazı yörelerinde Anzavur gibi, Çopur Musa gibi, Postacı Nâzım gibi aldatılmış kişilerin elebaşılık ettiği iç isyanlar devam ediyordu.
Bütün bu iç ve dış güçlüklere, zor şartlara rağmen Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, kısa zamanda duruma hakim olarak düşman kuvvetlerine karşı çeşitli cephelerde büyük başarılar kazanmaya başladı. Doğu Cephesi'nde XV. Kolordu Komutanı Kâzım Karabekir komutasındaki kuvvetlerimiz büyük başarılar kazandı. Bu bölgede Oltu, Sarıkamış ve Kars'ı işgal suretiyle sınır şehirlerimize tecavüz eden Ermenilere karşı 28 Eylül 1920'de taarruza geçilerek, merkezi Erivan'da bulunan Ermeni Cumhuriyeti ordusu mağlup edildi ve 29 Eylül 1920'de Sarıkamış, 30 Ekim 1920'de Kars tekrar geri alındı. Ermenilerin barış isteği üzerine 2/3 Aralık 1920'de Gümrü Antlaşması imzalanarak savaşa son verildi. Gürcistan'a da Ardahan ve Artvin vilâyetlerimiz tahliye ettirildi.
Güney cephesinde de Adana, Urfa, Antep ve Maraş bölgelerinde Fransız birlikleriyle mahalli kuvvetler arasında şiddetli çatışmalar oluyordu. Sonuçta Fransızlar 12 Şubat 1920'de Maraş'tan, 11 Nisan 1920 günü de Urfa'dan çekilmek zorunda kaldılar. 21 Ekim 1921'de Fransızlarla yapılan "Ankara Antlaşması" Adana, Mersin, Gaziantep ve diğer bazı şehirlerimizin kurtuluşuna uzandı.
Yunanlılar 1920 Haziranında, Ankara'da kurulan iki aylık yeni hükûmetin içinde bulunduğu güç şartlardan yararlanarak 22 Haziran 1920 günü Batı Cephesi'nde umumî taarruza geçmişler, büyük kısmı ile gönüllülerden oluşan Kuvay-ı Millîye cephesini yararak 8 Temmuz 1920 günü Bursa'yı, 29 Ağustos 1920 günü de Uşak'ı işgal etmişlerdi. Bu olaylar seyrederken Padişah ve İstanbul Hükûmeti de 10 Ağustos 1920'de İtilâf Devletleri'yle Sevr Antlaşması'nı imzalamak suretiyle dış düşmanlarımızla birleşmiş oluyordu.
Yunanlıların Batı cephesinde ilerleyişi, birçok bölgelerin kuvvet yetersizliği sebebiyle işgal edilmesi üzerine Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, cephe komutanları ile görüşmüş, artık gönüllü kuvvetler yerine düzenli bir ordu kurulması gereğini ilgililere bildirmişti. Çünkü olaylar gösteriyordu ki, Millî Mücadele'nin başarısı, bütün kuvvetlerin tek bir otorite altında toplanmalarına bağlı idi. Bu da millî müfrezelerin, milis kuvvetlerinin, gönüllü teşkilâtların ordu içinde düzenli kıtalar haline getirilmesini gerektiriyordu. Çete halinde dağınık savaşa son verilecek, bütün millî müfrezeler ve gönüllü kuvvetler ordu içinde disiplin ve eğitime tâbi tutulacaktı.
Artık, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Millî Savunma Bakanı Fevzi Çakmak Paşa ve Genelkurmay Başkanı ve aynı zamanda Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey, bütün çalışmalarını düzenli ordunun gerçekleşmesine vermişlerdir. Bu aylar, Millî Mücadele tarihimizin gerçekten en buhranlı, en çetin aylarıdır.
Şimdi 1920 yılının Aralık sonlarındayız. Bir çok millî müfreze, gönüllü örgüt sür'atle millî ordu içinde toplanmaktadır. Ne çare ki ellerinde bir kısım kuvvet bulunan Çerkez Ethem ve kardeşleri, Batı Cephesi kuvvetlerine bağlı kalmak istememişler, başlarına buyruk bir siyaset izleme yoluna gitmişlerdi. Bunlar, Millî Mücadele'nin güç zamanlarında başardıkları bazı işlerin verdiği şımarıklıkla bulundukları bölgelerde sivil memurları diledikleri gibi azlediyor, değiştiriyor, kendilerine göre atamalar yapıyorlardı. Batı Cephesi, tek komuta altında örgütlendikçe, düzenli kuvvetler haline geldikçe, Ethem ve kardeşlerinin huzurları daha da kaçıyor, Batı Cephesi yanında Ankara Hükûmeti'ne, hatta Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne dil uzatmaktan çekinmiyorlardı. Artık tutumları, millî hükûmete karşı bir isyan halini almıştı.
Durum gerçekten nazikti. Binbir emek ve fedakârlıkla kurulan düzenli orduda emir ve komuta birliğini temin bakımından bu sorunun, kesin şekilde çözümlenmesi gerekiyordu. Zira Ethem müfrezesi, ordu içinde kaldıkça hiçbir zafer kazanılamayacağı gibi, aksine bu asi kuvvetler her başarıda orduya ayak bağı olacaktı. Bu sebeple hükûmet, Çerkez Ethem kuvvetlerinin ortadan kaldırılmasına karar verdi.
29 Aralık 1920 günü Batı Cephesi Komutanı İsmet Bey'le Güney Cephesi Komutanı Albay Refet Bey, Çerkez Ethem ve kuvvetlerini ortadan kaldırmak üzere ileri harekete geçtiler. Kütahya yörelerinde bulunan Çerkez Ethem kuvvetleri, Batı Cephesi kuvvetleri'nin Kütahya'yı işgali üzerine Gediz'e çekildi. Millî kuvvetler, asileri takiple 5 Ocak 1921 günü Gediz'i de işgal edince Çerkez Ethem müfrezesi Simav yönüne çekilmek mecburiyetinde kaldı.
İşte şimdi Millî Mücadele'nin en dramatik anları yaşanmaktadır. Batı Cephesi kuvvetleri Çerkez Ethem isyanını bastırmak üzere, eski harp mevzilerinden çok uzaklaşmışlar, Gediz'e kadar ulaşmışlardır. Çerkez Ethem'i takip sebebiyle cephelerin boşaltıldığını, askerlerin mevzilerden uzaklaştığını haber alan Yunanlılar, içinde bulunduğumuz bu iç buhranı, Ankara Hükûmeti'nin bu çetin ve zor ânını kendileri için büyük bir fırsat bilerek 6 Ocak 1921 günü hem Bursa, hem Uşak cephelerinden sür'atle ileri yürüyüşe geçtiler. Amaçları, Türk kuvvetlerini, zayıflayan mevzilerinde anîden bastırıp mağlup etmek, bu suretle Eskişehir ve Afyon'u ele geçirerek kendilerine Ankara yolunu açmaktı. Bu plân gerçekleştirildiği takdirde, henüz sekiz aylık millî hükûmeti doğduğu yerde boğmak, kolayca ortadan kaldırmak güya mümkün olacaktı.
Düşmanın, taarruz hedefi olarak seçtiği Eskişehir de, Afyon da askerî yönden önemli kavşaklardı. Bu şehirlerimizin elden çıkışı, önemli demiryollarının da düşman eline geçmesi demekti. Hele, Bursa ve Uşak Cepheleri'nden ilerleyen düşman kolları, Kütahya önlerinde birleşme imkânı bulursa, Çerkez Ethem'e karşı geride bırakılan kuvvetlerimizi de arkadan vurabilirdi. İşte mağlubiyetimiz halinde ortaya çıkacak korkunç tablo bu idi.
Düşman taarruzu ile gelişen bu kritik durum üzerine, Batı ve Güney Cephesi komutanları vaziyeti görüşerek, ister istemez Çerkez Ethem'in takibine ara vermeyi ve Kütahya ve Gediz'e kadar gelmiş olan kuvvetlerimizin büyük kısmını vakit geçirmeksizin İnönü ve Dumlupınar mevzilerine sevk etmeyi kararlaştırdılar. Ancak Batı Cephesi kuvvetlerinin şimdi bulundukları Gediz ve Kütahya yöreleri ile İnönü mevzileri arasında 3 günlük bir yol vardı. Eğer Yunanlılar, bizden daha önce İnönü mevzilerine ulaşabilirlerse mukavemetsiz, Eskişehir'e kadar yol almış olacaklardı. O halde yapılacak iş, son sür'atle İnönü mevzilerine yetişerek ilerleyen düşmanı burada durdurmak olacaktı. Bu amaçla Çerkez Ethem ve kardeşlerine karşı bir kısım kuvvet, Kütahya yöresinde bırakılarak, geri kalan kuvvetler İnönü mevzilerine hareket ettirildi. Keza üç misli düşman kuvvetine karşı İnönü mevzilerini daha da takviye etmek üzere, Ankara'da yeni kurulmakta olan 4. Tümen de Cepheye çağrıldı. Ethem'in takibine ara vererek Kütahya'dan hareket eden 11. Tümen de 9 Ocak sabahı, İnönü mevzilerine varmıştı.
Öte yandan Yunanlılar sürâtle ilerleyerek, 8 Ocak 1921 günü Çivril ve Pazarcık'ı, 9 Ocak sabahı da Bilecik ve Bozüyük'ü işgal ettiler. Fakat bütün bu işgallere, güç şartlara, iki ayrı düşmanla savaş mecburiyetine rağmen sonucun zaferle biteceği hususunda başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı. Atatürk, 8 Ocak 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden şunları söylüyordu: "Efendiler! Dahilde ve hariçteki düşmanlarımız ister çok, ister az olsun, faaliyetlerinin genişliği ne olursa olsun, kesin başarı, son başarı meşru bir amaç izleyenlerde olacaktır."
I. İnönü Muharebesi, 9 Ocak 1921 günü öğleden sonra Yunanlıların Bozüyük yönünden şiddetli taarruzu ile başladı. Ufak bir köyden ismini alan İnönü, şimdi Türk Kurtuluş Savaşı'nda dönüm noktası olacak bir muharebeye sahne oluyordu. Ve yıllar sonrâ bu muharebeyi idare eden komutana, Atatürk tarafından "İnönü" soyadı verilecekti.
Muharebenin ilk günü Batı Cephesi kuvvetleri ile Yunanlılar arasında çok çetin çarpışmalar oldu. Yunanlıların her taarruzu, karşı taarruzla cansiperane püskürtülüyor, ilerlemelerine imkân verilmiyordu. Anlaşılan düşman, umduğunu bulamamıştı. İnönü mevzilerinde boş cepheler yerine, Türk kuvvetlerinin piyade ve topçu ateşiyle karşılaşmaları, onları gerçekten şaşırtmıştı.
Muharebe,10 Ocak günü de sabahtan akşama kadar bütün şiddetiyle devam etti. Bu sabah, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey de Gediz'den muharebe meydanına gelmiş, savaşı bizzat ateş hattında idareye başlamıştı. Bir ara bir alay kadar düşman kuvveti, mevzilerimizdeki bir boşluktan istifade ederek Batı Cephesi'nin karargâhı bulunan İnönü istasyonunun kuzeyvine kadar sokulmaya muvaffak oldu. Bu kritik vaziyet karşısında cephe karargâhı istasyondan alınarak sür'atle İnönü köyüne nakledildi ve cephenin bu kesimi kuvvet kaydırarak takviye edildi.
Askerlerimiz bugün de, aralıksız devam eden düşman taarruzlarını, bir an gerilemeksizin göğüslüyorlar; Yunanlıların ilerlemesine imkân bırakmıyorlardı. Şüphesiz ki ordumuz, bu taarruzlar karşısında ağır zayiat veriyor; ama canından aziz bildiği kutsal vatan topraklarını her ne pahasına olursa olsun, savunmadan geri kalmıyordu. En nihayet tükenen, gücü kırılan düşman oldu. 2 gündür devam eden taarruzlarından bir başarı elde edemediğini, edemeyeceğini anladı. Artık bu safhada onlar için yapılacak bir şey vardı: Geri çekilmek! Gerçekten Yunan kuvvetleri,10 Ocak 1921 gecesi verdikleri kararla 11 Ocak günü sabahından itibaren Bursa yönünde geri çekilmeye başladılar.
Bu zafer müjdesi üzerine,11 Ocak 1921 günü Atatürk, Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey'e şu telgrafı çekiyordu: "Bu başarının, mukaddes topraklarımızı düşman istilâsından tamamen kurtaracak olan kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmasını Allah'tan diler, Batı Cephesinin bütün subay ve erlerini kazandıkları bu zafer dolayısıyla tebrik ederim". Gerçekten I. İnönü zaferi, Atatürk'ün ifadesiyle kesin zafere hayırlı bir başlangıç olmuş, onu II. İnönü, Sakarya, 26 Ağustos ve 30 Ağustos gibi daha büyük zaferler izlemiştir.
Artık sıra, Çerkez Ethem kuvvetlerinin de bırakılan yerden takibine gelmişti. Sür'atle ileri harekâta geçilerek bu asi kuvvetler de tamamen ortadan kaldırıldı. Çerkez Ethem ve kardeşleri son çare olarak Yunanlılara sığındılar. Bu isyanın bastırılması ile artık millî orduda emir ve komuta birliği de tam olarak sağlanmış oldu.
I. İnönü Zaferi içerde ve dışarda büyük etkiler yarattı; büyük siyasî gelişmelere sebep oldu. Bu zaferden sonradır ki, ümitsizlikler boğulmuş, yeni kurulan devlet, sarsılmaz temeller üzerine oturmaya başlamış, 20 Ocak 1921 günü ilk Anayasamız, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde kabul edilmişti. Yine bu zaferle içerde asayiş ve güven sağlanmış, muntazam ordu kurma çalışmaları daha da kolaylaşmıştı.
I. İnönü Zaferi'nin dışardaki etkileri de önemliydi. Bu zaferle düzenli ordu, düşman karşısında ilk sınavını veriyor, dost ve düşman önünde yenilmez iradesini sergiliyordu. Bu zafer, yabancı devletlere de artık, millî hükûmetin hatırı sayılır bir varlık olduğunu gösteriyordu. Bu gelişmeler sebebiyledir ki İtilâf Devletleri, 21 Şubat 1921'de toplanan Londra Konferansı'na İstanbul Hükûmeti ile beraber Ankara Hükûmeti'ni de çağırdılar. Ancak zaferin gerçek sahibi Ankara Hükûmeti idi. Bu sebeple Ankara delegeleri, Osmanlı heyeti içinde yer almayıp millî davayı savunmak üzere ayrı bir ekip oluşturdular. O kadar ki Osmanlı baş delegesi Sadrazam Tevfik Paşa, konferansta söz hakkını Ankara Hükûmeti temsilcilerine bırakmak mecburiyetinde kaldı. İşte bu gelişmeler sonucu İtilâf Devletleri yeni bir barış teklifi hazırlamak zorunda kaldılar. Yine I. İnönü Zaferi'nin millî hükûmete kazandırdığı dış itibar sayesinde 16 Mart 1921 tarihinde Sovyet Rusya ile "Moskova Antlaşması" imzalandı. Londra'da da Fransa ve İtalya ile barış yolunda bazı müzakereler oldu.
Ancak Yunanlılar, bu mağlubiyetten ders almayarak kısa süre sonra 23 Mart 1921 günü aynı cephelerden tekrar ileri harekâta geçtiler. 27 Mart 1921 günü Yunanlıların İnönü mevzilerine taarruzu ile başlayan, II. İnönü muharebesi'nde de düşman taarruzları birincisinde olduğu gibi durduruldu. 31 Mart 1921'de Batı Cephesi kuvvetlerinin karşı taarruza geçmesi sonucu Yunanlılar geri çekilmeye başladılar. Nihayet 1 Nisan 1921 günü binlerce ölü ile doldurdukları muharebe meydanını tekrar silâhlarımıza terk etmek zorunda kaldılar. Bu suretle Batı Cephesi'nde düşmana karşı II. İnönü Zaferi adını alan bir büyük başarı daha kazanıldı. Mustafa Kemal Paşa, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa'ya gönderdiği kutlama telgrafında: "Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin ters talihini de yendiniz!" diyordu.
Şimdi 1921 yılının Temmuz başlarındayız. Yunanlılar Ankara Hükûmeti'nin reddettiği Sevr Antlaşması'nı gerçekleştirmek amacıyla Anadolu topraklarına durmadan kuvvet çıkararak Türklere karşı yeni bir taarruza hazırlanmaktadırlar. Nihayet bu genel düşman taarruzu,10 Temmuz 1921 günü, bütün Batı Cephesi boyunca takviyeli kuvvetlerle başladı. Harekât ilerledikçe Yunan kuvvetleri ile Türk kuvvetleri arasında yer yer şiddetli çarpışmalar oldu. Ancak gerek insan gücü gerekse araç ve gereç yönünden Türk kuvvetlerinden sayıca fazla durumda bulunan Yunanlılar birçok yerleri işgal ettiler. Afyon, Eskişehir, Kütahya, Bilecik art arda düşman eline geçti.
Cepheden gelen bu kaygı verici haberler üzerine 18 Temmuz 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Ankara'dan Karacahisar'daki Batı Cephesi Karargâhı'na geldi. Takviyeli kuvvetlerle gelişen Yunan ilerleyişi karşısında, o günkü şartlar altında imkânları sınırlı Türk ordusu için daha da ileri kayıpları önlemek üzere yeni bir strateji tesbitine gerek gördü ve Cephe Kumandanı İsmet Paşa'ya şu direktifi verdi: "Orduyu, Eskişehir'in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya bir mesafe koymak lâzımdır ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin, bunun için Sakarya'nın doğusuna kadar çekilmek yerindedir!" Müteakiben bu strateji uygulandı ve Batı Cephesindeki Türk ordusu geri yürüyüşe geçerek 25 Temmuz 1921'de tamamen Sakarya Nehri'nin doğusuna çekildi. Bu karar, harp yönetimi bakımından isabetli bir davranıştı; zira kayba uğrayan, azalan kuvvetlerimizin, tutunduğu mevzilerde tazelenen taarruz gücüne karşı, çekilmeksizin uzun sure direnilmesı daha büyük kayıpların sebebi olacaktı.
İnkılâp tarihimizde "Kütahya-Eskişehir Savaşları" adını alan ve Sakarya'nın doğusuna çekilmemizle sonuçlanan bu çarpışmalarda ordumuz kendisinden sayıca 2 misli fazla düşman kuvvetleri karşısında oldukça ağır zayiat vermiş, gerek çarpışmalar gerekse geri çekiliş esnasında şehit, yaralı ve kayıp olmak üzere 40.000'e yakın silâhlı kuvvetimiz yok olmuştu. Ayrıca araç ve gereç kaybımız da büyüktü.
Ordumuzun, Sakarya'nın doğusuna çekiliş günlerinde Bakanlar Kurulu, tekrar gelişebilecek yeni bir Yunan taarruzuna karşı tedbir olmak üzere Hükûmet Merkezi'nin Ankara'dan Kayseri'ye nakline karar verdi; ancak Meclis'ten onay almak gerekiyordu. Hükûmet kararı, Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumunda açıklandı. Meclis şahlanmıştı: "Biz buraya kaçmaya mı ,geldik, yoksa düşmanla dövüşmeye mi?" Millet temsilcileri, Ankara'yı harpsiz teslim etmeyi kabul etmediler; hedef son tepeye kadar dövüşmekti. Bu heyecanlı konuşmalar üzerine Meclis, tahliyenin aksine Ankara'nın müdafaasına, bunun için gerekli hazırlıkların yapılmasına karar verdi.
Bütün bu zor şartlara, geçici çekilişe rağmen sonunda düşmana kat'î darbe indirileceğine dair, başta Atatürk olmak üzere Millî Mücadele liderlerinin inançları asla sarsılmamıştı. Mustafa Kemal Paşa'ya göre "Pek uzak olmayan bir gelecekte karşımızdaki Yunan ordusu tükenecek, sonunda imhası mümkün hale gelecekti." Ancak başarının en önemli şartı, herkesin bu sonuca candan inanması ve bu uğurda maddî ve manevî tüm güçlerini memleket savunmasına yöneltmesi idi. Ayrıca unutulmaması gereken nokta, ordumuz, düşmanın arzu ettiği yerde değil, bizim arzu ettiğimiz yerde kesin muharebeye girecek ve ona, orada kat'î darbeyi vuracaktı. Bu bakımdan gerektiğinde geri çekilişin, bazı yerleri düşmana terk edişin büyük bir önemi yoktu. Askerliğin gereğini kararsızlığa düşmeden uygulamak gerekiyordu.
Ne çare ki liderlerin bu inancına rağmen Sakarya'nın doğusuna çekilmenin yarattığı maneviyat bozukluğu Meclis'e de aksetmişti. Yeni bir ordu oluşturulurken meydana gelen bu ağır kayıp, bu çekilme ister istemez sarsıntılara sebep olmuş; bazı çevreleri haklı olarak endişe ve tedirginlik kaplamıştı. Bu hava içinde 4 Ağustos 1921 günü Büyük Millet Meclisi'nin gizli oturumunda askerî durum ve Başkomutanlık teşkili üzerinde heyecanlı görüşmeler oldu. Milletvekilleri, yorgun orduyu yeniden canlandıracak, memleketi bu badireden kurtaracak son çareyi aramaktadırlar. Bu çare, Mustafa Kemal'in fiilen ordunun başına geçmesidir. Çünkü O, katıldığı bütün savaşlarda yenilmemiş, yenmiş bir kumandandır. Bu sebepledir ki konuşmalar onun başkomutanlığı üzerine alması görüşünde birleşti. Taraftarları gibi muhalifleri de kendisinden, ordunun başına geçmesini istemektedirler. Meclis'in büyük çoğunluğu, taraftarları kurtuluş için tek çarenin bu olduğu, başka çıkar yol bulunmadığı fikrindedirler. Bazı milletvekilleri içtenlikle haykırırlar: "Sen mühim bir kumandansın! Büyük bir askersin ve bunu da Çanakkale Muharebesi'nde ispat ettin. Şimdi kendini hangi güne saklıyorsun? Sakarya'ya kadar geldi düşman, kendini hangi güne saklıyorsun?" Bu haykırışlar, gerçekten millî iradenin sesi idi ve büyük kahramanı, fiilen ordunun başına davet ediyordu.
Muhaliflere gelince, onlar da Başkomutanlığı Mustafa Kemal Paşa'ya vermekle zaten kurtuluş ümidi kalmadığını kabul ettikleri bir ortamda, gelişecek tüm sorumluluğu onun, omuzlarına yüklemeyi amaçlıyorlardı.
Meclis'te 4 Ağustos 1921 günü başlayan bu görüşmeler, ertesi gün de aynı heyecanla devam etti. Mustafa Kemal Paşa, önce tartışmaların dışında kaldı. Ancak konuşmamasının, tavrını açıkça ortaya koymamasının, onun da gelecekten ümitsiz olduğu şeklinde yorumlanması ihtimaline karşı, kendisini Başkomutan görmek isteyen millî iradenin bu ısrarı karşısında, Meclis Başkanlığına şu önergeyi sundu: "Meclis'in sayın üyelerinin umumî surette beliren arzu ve istekleri üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu vazifeyi, kendi üzerime almaktan doğacak yararları en kısa zamanda elde edebilmek ve ordunun maddî ve manevî kuvvetini en kısa zamanda artırmak ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin haiz olduğu yetkileri fiilen kullanmak şartıyla üzerime alıyorum. Hayatım boyunca millî hâkimiyetin en sadık bir hizmetkârı olduğumu milletin nazarında bir defa daha doğrulamak için bu yetkinin 3 ay gibi kısa bir müddetle sınırlandırılmasını ayrıca istiyorum".
Bu önerge Meclis'in yetkilerini kullanma isteği sebebiyle bazı itirazlara sebep oldu. Ancak durum, olağanüstü bir durumdu ve ölüm kalım mücadelesi gibi olağanüstü şartlar konuşuyordu. Bu şartlar içinde Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilen görev, gerçekten çok büyük ve önemli, diğer bir ifade ile Türk milletinin mukadderatı ile ilgili idi. Düşman karşısındaki cephede vakit geçirmeksizin en seri, en doğru kararları verebilmek, ancak Meclis'in yetkilerini anında kullanmakla mümkündü. Esasen Atatürk de bu olağanüstü şartlara rağmen, söz konusu yetkinin 3 ayla sınırlı kalmasını istemekle, millî iradeye olan sarsılmaz saygısını gösteriyordu. Nihayet Meclis, bu isteğinde kendisini haklı gördü. Görüşmeler sonucu, 5 Ağustos 1921 günü, Mustafa Kemal Paşa'ya 3 ay süre ile askerliğe ait hususlarda Meclis'in yetkilerini kullanmak koşuluyla Başkomutanlık tevcih eden Kanun, Büyük Millet Meclisi'nde oy birliği ile kabul edildi. Kanunda şu sözlere yer veriliyordu: "Millet ve memleketin mukadderatına bilfiil el koyan yegane yüce kuvvet olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Başkomutanlık fiili vazifesine kendi reisi Mustafa Kemal Paşa'yı memur etmiştir. Başkomutan, ordunun maddî ve manevî kuvvetini artırma ve yönetimini bir kat daha kuvvetlendirme hususunda Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin buna ait salâhiyetini Meclis namına fiilen kullanmaya yetkilidir. Bu sıfat ve salâhiyet üç ay müddetle sınırlıdır. Meclis lüzum gördüğü takdirde bu müddetin bitiminden evvel dahi bu sıfat ve salâhiyeti kaldırabilir."
Başkomutanlık verilişinden sonra Mustafa Kemal Paşa kürsüye geldi. Memleketin düşman istilâsından kurtarılacağına dair sarsılmaz inancını bir kere daha ifade ederek Meclis'e şu teminatı verdi: "Efendiler! Zavallı milletimizi esir etmek isteyen düşmanları, Allah'ın yardımıyla behemehal mağlûp edeceğimize dair olan emniyet ve itimadım bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu kesin inancımı yüksek heyetinize karşı, bütün millete karşı ve bütün âleme karşı ilân ederim." Başkomutan aynı gün ordu ve millete de bir bildiri yayımladı. Bu bildiride de şu cümleler yer alıyordu: ".... Bana bu vazifeyi tevdi etmiş olan Meclis ve bu Meclis'te beliren milletin kesin iradesi, hareket tarzımın mihrakını teşkil edecektir. Hiçbir sebep ve suretle değiştirilmesine imkân omayan bu kesin irade, her ne olursa olsun düşman ordusunu imha etmek ve bütün Yunanistan'ın silâhlı kuvvetlerinden oluşan bu orduyu, ana yurdumuzun mukaddes ocağında boğarak kurtuluşa ve bağımsızlığa kavuşmaktır. "
Başkomutan, artık plânını yapmış ve kesin şekilde uygulamaya başlamıştır. Hedef, muvaffakiyete götürecek bütün tedbirleri en kısa zamanda almaktır. Bu amaçla 7 ve 8 Ağustos 1921 günleri, kendi imzasıyla 10 adet "Tekâlif-i Milliye" yani "Millî Vergi" emri yayımladı. Bu emirler gereği her ilçede bir "Millî Vergi Komisyonu" kuruluyordu. Her evden ordunun ihtiyacı için bir kat çamaşır, bir çift çorap, bir çift çarık isteniyordu. Ordunun malzeme ihtiyacı için tüccarın elinde bulunan stoklardan yüzde kırkına parası zaferden sonra ödenmek üzere el konuluyordu. Herkes hububat, hayvan ve yem bakımından stoklarının yüzde 40'ını yine parası sonradan ödenmek üzere orduya verecekti. Halkın elinde bulunan savaşa elverişli bütün silâh ve cephane, 3 gün içinde ordu ambarına teslim edelecekti. Memleketteki demircilerin, dökümcülerin, marangozların, sanayi imalâthanelerinin listesi çıkacak ve sahiplerinin isimleri belirlenecekti. Böylece bütün memleket, gelecekteki zafer için olağanüstü bir seferberliğe davet edilmişti. Artık millet ve ordu el ele idi ve topyekûn bir harp başlatılmıştı.
Başkomutan bu acil tedbirleri aldıktan sonra 12 Ağustos 1921 günü Ankara'dan hareketle Polatlı'daki Cephe Karargâhı'na geldi. Artık Mustafa Kemal Paşa, cephede ve fiilen Türk ordusunun başında idi.
Şimdi 1921 yılı Ağustos başlarındayız. Yunan ordusu 13 Ağustos 1921 günü Sakarya'daki Türk mevzilerine doğru yeniden ileri harekâta başladı. 15 Ağustos 1921 günü Yunan Kralı Konstantin, ordularına "Ankara'ya!" emrini verdi. Durmaksızın ilerleyen Yunanlılar, birçok şehir ve kasabalarımızı işgal ederek sonunda Sakarya'daki savunma hattımıza dayandılar.
23 Ağustos 1921 günü, Yunan ordusunun taarruzu ile Sakarya Meydan Muharebesi başladı. Bütün cephe boyunca taarruz ve karşı taarruzlarla çok şiddetli muharebeler oldu. Yunan taarruzu, bir çok yerde kıtalarımız tarafından düşmana ağır zayiat verdirilerek durduruldu. Ancak takviyeli Yunan kuvvetlerinin önemli mevzilerimizi ele geçirdikleri, Polatlı'ya kadar yaklaştıkları, top seslerinin Ankara'dan duyulduğu zamanlar oldu. Türk mevzileri birçok noktada yarılmasına rağmen, her nokta inatla savunuluyor, kaybedilen her hattın gerisinde yeni bir savunma hattı oluşturuluyor, böylece düşmanın ilerlemesine imkân verilmiyordu. Zira Başkomutan, savaş stratejisi için şu formülü koymuştu: "Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz. Onun için, küçük büyük her birlik bulunduğu mevziden atılabilir. Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmek zorunda kaldığını gören birlikler, ona tâbi olamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar dayanmağa ve mukavemete mecburdur".
Başkomutan'ın ortaya koyduğu, harp yönetimi bakımından büyük önem taşıyan bu kural, Sakarya'da aynen uygulanmış ve mukaddes vatan toprakları, her kaybedilen hattın gerisinde vakit geçirmeksizin yeniden bir hat teşkili suretiyle sonuna kadar savunulmuştur. Düşman aştığı her tepenin ardında "Ankara var!" hulyasıyla harp ediyor, Mustafa Kemal Paşa ise Yunan kuvvetlerini, son darbeyi indireceği yere, memleketin harim-i ismetine çekiyordu. Nihayet düşmanın taarruz gücü, ilerleme kuvvet ve kudreti gittikçe tükenmeye başladı. Yunan birlikleri ana mevzilerinden çok uzaklaşmış, gerçekten Türklerin harim-i ismetine düşmüştü. Artık taarruz sırası Türklerindi. 10 Eylül 1921 günü başlayan karşı taarruzumuzla düşmana ağır zayiat verdirilmiş, bu taarruz sonucu Yunanlılar batıya doğru çekilmeye başlamıştı. Bütün savaş boyunca cepheden ayrılmayan Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, zaman zaman da en ileri mevzilerde görünmüş, hatta ateş hattına girmişti. Başkomutan'ın en ileri hatta, taarruz eden kıtaların yanında görülmesi ve muharebeyi ateş hattında bizzat takip edişi şüphesiz ki subay ve erlerimizin maneviyatları üzerinde büyük tesir yaptı.
"Sakarya Meydan Muharebesi" adını alan bu büyük ve kanlı savaş, 22 gün 22 gece devam etmiş ve nihayet 13 Eylül 1921 günü, düşman Sakarya Nehri'nin doğusunda tamamen imha edilerek büyük bir zafer kazanılmıştı. Bu anlamlı ve büyük başarı üzerine 19 Eylül 1921 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'ya Kanunla Müşir (Mareşal) rütbesi ve "Gazi" unvanı verildi. Sakarya Zaferinin sonuçları siyasî alanda da kendisini gösterdi. 13 Ekim 1921'de Kafkas Cumhuriyetleri ile Kars Antlaşması, 20 Ekim 1921'de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı.
Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra mağlup Yunanlılar, Afyon-Eskişehir hattına kadar çekilmişler, bu bölgede mevzilerini kuvvetlendirmek, önemli yerleri tel örgülerle takviye etmek suretiyle savunmada kalmışlardı. Düşmanın bu geniş hat üzerinde üç kolordusu bulunuyordu.
Yunanlıların, tutundukları bu son mevzilerden de atılmaları, Türk ordusunun kesin sonuçlu bir muharebeyi kazanmasına gerek gösteriyordu. Ancak bu suretle düşmanın Anadolu'dan tamamen çıkartılması mümkün olabilecekti. Diğer taraftan gerek Yunanlılar gerekse İngilizler, mevsimin ilerlemiş olduğu, Türk Hükûmeti'nin içinde bulunduğu güçlükler ve Anadolu'daki ekonomik durumun ağırlığı sebebiyle Türk ordusunun genel bir taarruzunu imkânsız görüyorlar; ordumuzun bir süre daha dayandıktan sonra ister istemez barış isteğinde bulunacağını hesaplıyorlardı. Bu sebeple kendileri barışa yanaşmıyorlar, işgal ettikleri toprakları ellerinde bulundurarak vakit kazanmak suretiyle daha kârlı çıkmayı amaçlıyorlardı.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ise düşmanın hayal ürünü bu hesaplarının dışında taarruz hazırlıklarını sürdürmek suretiyle gerçekçi bir yol izliyor; ancak taarruzun zamanını ve şeklini son derece gizli tutuyordu. Çünkü Atatürk'e göre, "Yarım hazırlıkla , yarım tedbirlerle yapılacak taarruz, hiç taarruz etmemekten daha kötü idi". Nihayet eldeki bütün imkânlar kullanılarak, memleketin maddî ve mânevî bütün güçleri seferber edilerek taarruz zamanının geldiğine karar verildi. Ama yine de Yunanlılar asker sayısı, araç ve gereç yönünden üstünlüklerini korumakta idiler.
Başkomutan tarafından en ince ayrıntılarına kadar hazırlanan Büyük Taarruz ve onu izleyecek meydan muharebesi plânı, 27/28 Temmuz 1922 gecesi, Akşehir'e çağrılan ordu komutanlarına açıklandı. Onların da görüşleri alınarak Batı Cephesi Ordularına 6 Ağustos 1922'de gizli olarak "taarruza hazırlık" emri verildi.
Büyük taarruz plânı gerçekten dâhiyane, dâhiyane olduğu kadar da cüretli ve tehlikeli idi. Zira kuvvetlerimizin hemen tamamı, taarruzun siklet merkezi olarak kabul edilen Afyon-Konya demiryolunun güneyine kaydırılmış, başka cephelere kuvvet ayırma hususu ister istemez ikinci plânda düşünülmüştü. Bunun sonucu olarak Eskişehir-Ankara istikameti açık denecek bir durumda bırakılmıştı. Keza cephenin ağırlık merkezi olarak kabul edilen bölgenin arkası da göller bölgesine dayanıyordu. Başarısızlık halinde, bu bölgede savaşan l. Ordu'nun akıbeti kritikleşebilirdi. 29/2
Bu plân, ancak büyük komutanların sevk ve idaresinde başarıya ulaşabilirdi ve bütün riskleri etkisiz kılacak faktör, ne pahasına olursa olsun mağlup olmamak kararı idi. Gerçekten de öyle oldu.
26 Ağustos 1922 sabahı saat 5.30 da topçularımızın ateşiyle Kocatepe'den Büyük Türk Taarruzu başladı. Başkomutan da bu esnada Kocatepe'de bulunuyordu. Taarruz, kısa sürede Afyon Konya demiryolu hattı boyunca başarılı bir şekilde gelişti. Bu hattın güneyinden I. Ordu, kuzeyinden II. Ordu taarruz ediyordu. Ancak cephenin ağırlık merkezi, I. Ordu bölgesinde toplanmıştı.
Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın büyük bir basiretle ateş hattında yönettiği bu taarruzda ordumuzun Genelkurmay Başkanlığını Fevzi (Çakmak) Paşa, Batı Cephesi Komutanlığını İsmet Paşa üstlenmişti. I. Ordu'ya Nurettin Paşa, II. Ordu'ya Yakup Şevki Paşa, Süvari Kolordusu'na da Fahrettin (Altay) Paşa komuta ediyordu.
Süratli taarruz sonucu, 26/27 Ağustos gecesi Yunan ordusunun bir çok mevzii düşürüldü. Anî baskın şeklinde gelişen bu taarruz karşısında şaşıran Yunanlılar çekilmeye başladı. 27 Ağustos 1922'de ordumuz düşman işgalindeki Afyon'a girdi. Türk ordusunun bu ilerleyişi karşısında Yunan ordusu, Dumlupınar mevzilerine çekilme kararı aldı. Kuvvetlerimiz 29 Ağustos günü de Dumlupınar mevzilerine taarruza başladı. 30 Ağustos günü Dumlupınar bölgesinde 200.000 kişilik Yunan ordusu tamamen kuşatılmıştı. "Başkomutan Meydan Muharebesi" adını alan bugünkü savaşta, düşmanın büyük kısmı imha edildi. Bu gece Kütahya da ordumuz tarafından kurtarılmış bulunuyordu.
Ancak, mağlup düşmanın çekilme yollarının da kesilmesi ve İzmir doğrultusunda aralıksız takibi gerekiyordu. Başkomutan,1 Eylül 1922 günü komutası altındaki kuvvetlere: "Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri!" emrini verdi.
Son süratle İzmir yönünde ilerleyen kuvvetlerimiz, 1 Eylül' de Uşak'ı, 2 Eylül'de Eskişehir'i, 3 EyIül'de Nazilli, Simav, Salihli, Alaşehir ve Gördes'i, 6 Eylül'de Balıkesir ve Bilecik'i, 7 Eylül' de Aydın'ı, 8 Eylül'de de Manisa'yı kurtardılar. Bu takip esnasında l. Yunan Ordusu Komutanı General Trikopis ile 2. Yunan Ordusu Komutanı General Diyenis ve bir kısım yüksek rütbeli Yunan subayları esir alındılar. Nihayet Türk birlikleri 9 Eylül 1922 sabahı İzmir'e ulaştılar. Bu sabah Kadifekale'de Türk bayrağı dalgalanıyordu. Artık Anadolu, 4 yıl süren düşman istilâsından kurtarılmış, "Türkiye Türklerindir!" gerçeği bir kere daha gözler önüne serilmişti.
Mondros Mütarekesi'yle başlatılan ve Sevr Antlaşması'yla gerçekleştirildiği zannedilen Türk milletini Anadolu topraklarından çıkarmak ve tarihten silmek isteyen korkunç ve hain zihniyete karşı, milletimizin maddî ve manevî bütün güç kaynaklarını seferber ederek kazandığı bu büyük zaferler Atatürk'ün ifadesi ile tek bir amaca yönelikti: "Kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak!" Atatürk diyor ki: "Hiç bir zafer, gaye değildir. Zafer ancak kendisinden daha büyük bir gayeyi elde etmek için gereken vasıtadır. Gaye, fikirdir. Zafer bir fikrin elde edilişine hizmeti nispetinde kıymet ifade eder. Bir fikrin elde edilişine dayanmayan bir zafer, ömürlü olamaz. O, boş bir gayrettir. Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından sonra yeni bir âlem doğmalıdır, doğar. Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş bir gayret olur".
HARBİYELİ 1283 MUSTAFA KEMAL
OKULA GİRİŞİ, DERSLERİ VE NOTLARI
Mustafa Kemal'in birinci sınıftaki durumunu en iyi nakleden arkadaşı Ali Fuat'tır. Ali Fuat Paşa hatıralarında Mustafa Kemal'le tanışmasını ve "Harbiyeli Mustafa Kemal"i şu şekilde anlatmaktadır:
"O zamanki adı "Mekteb-i Harbiye-i Şahane" olan Harp Okulu'nun dahiliye Müdürü Albay İbrahim Bey, nöbetçi subaylarından birini çağırdı:
"Salacaklı Ali Fuat Efendi, sınavlarını vererek mektebe kabul edildi. Kendisini birinci sınıfın birinci kısmına götür."
emrini verdi. Sonra neden gerek gördü bilmem, ilâve etti: "Fuat Efendi, Müşir şehit Mehmet Ali Paşa'nın torunudur. Dedem Mehmet Ali Paşa, 93 Savaşı'nda (1877-1878) Tuna Orduları Başkumandanı'yken şehit düşmüştü".
İçimde tatlı bir heyecan vardı. Düşlerim gerçekleşmiş, ben de dedem, babam, eniştelerim ve ağabeyim gibi asker olmuştum. Bu uğurda sarf ettiğim çabalar boşa gitmemişti. Albay İbrahim Bey'in odasından çıkarken heyecandan az daha selâm vermeyi unutuyordum. Nöbetçi subayı önde, ben arkasında okulun koridorlarını geçtik. O zamanlar, öğrencilerin hafta tatilleri perşembe günleri öğleden sonra başlar, cuma akşamı sona ererdi. Bugün de cuma olduğu için öğrenciler gruplar halinde şen şakrak okula dönüyorlardı. Aralarında Erzincan Rüştiyesi'nden tanıdığım bazı simalar da vardı.
Kendi odasına geldiğimiz zaman nöbetçi subayı hademelerden birine:
Birinci sınıfın birinci kısım çavuşu Mustafa Efendi buraya gelsin. Emrini verdi. Sonra bana döndü :
Mustafa Efendi, sizden birkaç ay önce Manastır Askeri İdadisi'nden geldi. Çalışkan, iyi huylu ve zeki bir çocuktur. Onunla iyi anlaş.
Kısa bir süre sonra içeriye on yedi, on sekiz yaşlarında; sarı saçlı, parlak mavi gözlü, sarı bıyıklı, pembe yanaklı, zayıfça bir çocuk girdi. Giydiği şık Harbiyeli elbisesini düzgün bedenine pek yakıştırmıştı. Vakurdu. Nöbetçi subayını selamladı:
Emredin efendim.
Senin takımının birinci mangasına, sınavla Harbiye'ye kabul edilen Salacaklı Ali Fuat Efendi'nin kaydını yaptık. Alıp gidin. Kendine ne şekilde hareket etmesi gerektiğini güzelce anlatın. Askeri İdadi'den gelmediğini de dikkate alın.
Sarı saçlı, sarı burma bıyıklı genç Harbiyeli ayaklarını birbirine vurdu.
Emredersiniz efendim, baş üstüne efendim.
Sonra bana döndü. Gayet nazik bir tavırla:
Buyurun arkadaş. dedi, Gidelim.
İkimiz kapıdan birlikte çıktık. Yan yana yürüyorduk. Fakat kolundaki üçü kırmızı ve biri sarı olan şeridi fark edince duruladım. Askerlikte kıdem ve rütbe esastı.
Siz önden geçin çavuşum, ben sizi takip edeyim.
Bu hitabımdan memnun oldu. O önde, ben arkada Dahiliye'den çıktık.
İşte, Türk tarihine şan ve şeref veren aziz ve rahmetli arkadaşım Mustafa Kemal'i böyle tanımıştım. Üzerinden altmış küsur yıl geçmiş olmasına rağmen, o cuma akşamını hâlâ ve bütün heyecanı ile hatırlarım...
Mustafa Kemal, İstanbul'a gelerek 13 Mart 1889'da Pangaltı'daki Harp Okulu'na kaydoldu. İki ay içinde kendisini tanıtarak sınıfının çavuşu oldu.
Şimdi hatıralarıma başladığım yere, Harp Okulu'na dönüyorum. Okula başladığım o cuma akşamını hiç unutmam. Mustafa Kemal önde, ben arkada dahiliyeden çıktık. Okulun asıl koridorundan geçerken koluma girdi:
Önce yatakhaneye çıkalım, size yatacağınız yeri göstereyim. Sonra dershaneye gideriz.
Yatakhanemiz, üst katta Boğaz'a bakan cephenin ortasındaydı. Burasını beğendim. Birinci katta cephesi Nişantaşı istikametinde olan dershanemiz ise, önünde aristokrat daireleri olduğu için içeriye az ışık nüfuz edebiliyordu. Bu yüzden salona "Karanlık Dershane" adı verilmişti. Mustafa Kemal:
Dershanemiz karanlık, fakat bizim yüreklerimiz aydınlıktır.
Dedi ve hangi okuldan geldiğimi sordu. Moda'daki Fransız Sen Josef Lisesi'nde okuduğumu söyledim. Sustu, bir şey daha sormak istediğini, fakat çekindiğini anladım.
Galiba, daha başka şeyler de öğrenmek istiyorsunuz.
Kararsızlığı geçmişti.
Askeri İdadi derslerinin sınavlarını verdiniz mi ?
Hepsinden sınava girdim. Yalnız hesap, geometri ve cebir gibi dersleri Sen Josef'te Fransızca okuduğum için bunlara ait soruların yanıtlarını Fransızca olarak vermek istediğimi söyledim. Sınav Kurulu ricamı kabul etti.
Birden elimi sıktı.
Çok iyi, çok iyi, birbirimize yardımcı olacağız. Merak ettiğim bazı Fransızca eserleri okumak için sık sık sözlüğe müracaat ediyorum. Bundan sonra sizden yararlanmaya çalışacağım.
Bu sırada çavuş işaretinin üzerindeki sarı şerit dikkatimi çekti. Neye delalet ettiğini sordum. Meğer Fransızca sınavına girmiş, başarı kazanmış, ondan dolayı bu şeridi de ilave etmişler. O zamanlar Türk okullarında yabancı dil öğrenimi kolay değildi. Kendi kendisine çalıştığı ve büyük çaba gösterdiği kesindi: Toplamı yedi yüz elli kişiyi bulan birinci sınıfta, kendisi gibi dil bilenlerin sayısının parmakla sayılacak kadar az olduğunu söyledi. Sonra:
Ailenizde asker var mı?
Diye bir soru sordu:
Ailemizin bütün erkekleri askerdir.
Yanıtını verdim. Memnun oldu. Biz konuşmaya devam ederken arkadan:
Fuat, Fuat!
Diye birisinin bağırdığını duydum. Başımı çevirdim, Mehmet Ali ağabeyim bize doğru geliyordu. Kendisine sınıfımızın çavuşunu tanıttım. El sıkıştılar. Okulun üçüncü sınıfında olan ağabeyim:
Mustafa Kemal Efendi'yi gıyaben tanıyorum, dedi.
Manastır'dan gelen arkadaşlar çok övgüde bulundular.
Yeni arkadaşım, övülmekten utanıyormuş gibi başını hafifçe önüne eğdi ve öylece teşekkür etti.
"Kısım Çavuşu" Mustafa Kemal, kısımda önce "Sınıf Başçavuşu" Ispartalı Faik ve Ömer Abdülkadir Yanya ile birlikte birinci sırada oturuyordu. Sonra yanlarına Ali Fuat'ı da alarak dört samimi arkadaş birlikte oturmaya başladılar. Ali Fuat Cebesoy, bunu şöyle anlatıyor:
"Ertesi günü derslere başladım. Birinci sıranın baş tarafında Başçavuşumuz Ispartalı Faik oturuyordu. Bu öğrenci, Bursa Askerî İdadisi'nin birincisiydi. Zeki ve bilgili bir gençti. Ne yazık ki, son sınıfta bir kazaya uğradı ve askerlikten ayrılmak zorunda kaldı. Ispartalı Faik'in yanında Mustafa Kemal ve Ömer Abdülkadir Yanya vardı. Bu kişi, Birinci Dünya Savaşı'nda Sadrazam Talat Paşa'nın yaverliğini yapmıştır. Ben yeni geldiğim için arka sıralardaydım. Fakat birkaç gün sonra durum değişti. Mustafa Kemal, Ispartalı Faik ile konuşmuş:
Salacaklı Fuat'ı bizim sıraya alalım.
Demiş, Ispartalı da bu öneriyi iyi karşılamış olacak ki, öğle yemeğinde yanıma gelen Mustafa Kemal:
Bizimle beraber oturmak ister misiniz?
Diye sordu. Çok memnun oldum.
Siz nasıl emrederseniz, çavuşum.
Yanıtını verdim. Öğleden sonra birinci sıraya geçtim. Şimdi sağımda Mustafa Kemal, solumda Ömer Abdülkadir Yanya vardı. Dördümüz de iyi anlaşmıştık."
Mustafa Kemal'in birinci sınıfta bulunduğu 1899-1900 eğitim-öğretim yılında Harbiye'de okutulan dersler şunlardı: "Akaid-i Diniye, Topografya, Hendese-i Resmiye, Hikmet-i Tabiye, Askerî Kimya, Askerî Kitâbet, Talim Nazariyatı, Terbiye-yi Askerî, Lisan (Fransızca, Almanca, Rusça), Harita Tersimi (Çizimi), Talim Ameliyatı (Uygulaması), Topografya Ameliyatı".
Mehmet Esat'ın "Mirat-ı Mekteb-i Harbiye"sinde 1900 ve 1901 yılları için verdiği okutulan dersler listesine göre de birinci sınıfta; "Akaid-i Diniyye, Topoğrafya Nazariyatı, Hendese-i Resmiye, Hikmet-i Tabiye, Kimya, Talim Nazariyatı, Malumat ve Terbiye-yi Askeriye, Harita Tersimi, Hendese-yi Resmiye Eşkali, Topoğrafya Ameliyatı, Talim Ameliyatı, Alman veya Rus Lisanı, Kitabet" dersleri okutulmaktaydı.
Mustafa Kemal'in ikinci ve üçüncü sınıf notlarını ihtiva eden defterler Harp Okulu Arşivi'ndedir. O'nun birinci sınıf notlarını ihtiva eden not çizelgeleri de, H. Gök ve M. Uyar tarafından İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi Osmanlıca Eserler Bölümü'nde bulunarak, yeni bir inceleme ile bilim âlemine duyurulmuştur.
Buna göre Mustafa Kemal birinci sınıfta öğrenci olduğu sırada, 1899-1900 eğitim-öğretim yılında, 635'i Piyade, 88'i Süvari ve 16'sı Baytar sınıflarından olmak üzere toplam 739 öğrenci vardı. Bu yıla ait not çizelgelerinde notları bulunmayan 25'i Piyade, 8'i Süvari ve 3'ü Baytar sınıfından toplam 36 öğrencinin muhtemelen okuldan atıldıkları ve gerçekte ikinci sınıfa devam edenlerin toplam 703 kişi olduğu anlaşılmaktadır.
Mustafa Kemal birinci sene Piyade sınıfından eğitim ve öğretime devam eden toplam 610 arkadaşı arasından, toplam 484 not alarak ve 9ncu olarak ikinci sınıfa geçmiştir. Bu seneki not çizelgelerine göre "beher dersin tam numarası yekun-ı umumisi 530" ve "beher dersin üssü mizanı yekun-ı umumisi 234"tür.
Mustafa Kemal'in birinci sınıfta okuduğu dersler ve aldığı notlar şu şekildedir: "Akaid-i Diniye (42), Topoğrafya Nazariyatı (33), Hendese-yi Resmiye (29), Hikmet-i Tabiye (44), Kimya (42), Kitabet (45), Talim Nazariyatı (37), Malumat-ı ve Terbiye-yi Askeriye (45), Lisan-ı Fransevî (44), Harita Tersimi (19), Hendese-yi Resmiye Eşkali (20), Topoğrafya Ameliyatı (20), Talim Ameliyatı (20), Alman veya Rus Lisanı (44).
Bu sınıfta okutulan toplam 14 ders vardır ve 4 adet dersin tam numarası 20, diğer 10 dersin tam numarası 45'tir. Bu duruma göre Mustafa Kemal, 5 dersten tam numara almıştır. Sınıfın birincisi, Üsküplü Ali Şevket Efendi; Vanlı Müştak Efendi'dir. Ali Şevket ve Müştak'ın toplam notları 509'dur.
Mustafa Kemal, 1922'de anlattığı anılarında, İstanbul'da geçen bu ilk yılı için sadece şunları söyler: "Birinci sınıfta gençlik hayallerine tutuldum. Dersleri ihmal ettim. Senenin nasıl geçtiğinin farkında olmadım Ancak dersler kesilince kitaplara sarıldım." Eğer T. Ünal'ın birinci sınıftaki toplam 703 öğrenci için verdiğini tahmin ettiğimiz başarı durumu doğru ise; sınıfını tüm öğrenciler içinde 29ncu; not çizelgesindeki 610 Piyade sınıfı öğrencisi arasından da 9'uncu olarak bir üst sınıfa geçmiş olması, derslere fazla çalışmadan böyle büyük bir başarı sağlaması onun üstün bir öğrenci olduğunu göstermektedir.
Mustafa Kemal, ikinci sınıfta, 1900-1901 eğitim-öğretim yılında 420 arkadaşı arasından, toplam 522 not alarak ve 11 nci olarak üçüncü sınıfa geçmiştir. Bu seneki numara defterine göre "beher dersin tam numarası yekun-ı umumisi 575" ve "beher dersin üssü mizanı yekun-ı umumisi 256.5"tir.
Mustafa Kemal'in ikinci sınıfta okuduğu dersler ve aldığı notlar şu şekildedir: "Akaid-i Diniyye (45), Hizmet-i Seferiye (38), Dahiliye Kanunname-i Hümayunu (45), Fenn-i Mimari (41), Fenn-i Furusiyyet Nazariyatı (45), Lisan-ı Fransevî(42), Talim Nazariyatı (43), Malumat-ı ve Terbiye-yi Askeriyye (31), İlm-i Ahlâk (43), Kılıç Talimi (12), İstikşafat-ı Askeriyye (14), Harita Tersimi (18), Talim Ameliyatı (20), Ceza Kanunname-yi Hümayunu (44), Alman veya Rus Lisanı (41)".
Bu sınıfta okutulan toplam 15 ders vardır ve 4 adet dersin tam numarası 20, diğer 11 dersin tam numarası 45'tir. Bu duruma göre Mustafa Kemal, 4 dersten tam numara almıştır. Sınıfın birincisi, Manastır'ı da birincilikle bitiren meşhur Selanikli Ahmet Tevfik; ikincisi de Bursa'yı birincilikle bitiren Ispartalı Faik'tir. Ahmet Tevfik'in toplam notu 552, Faik'in toplam notu 551'dir.
Mustafa Kemal, üçüncü sınıfta, 1901-1902 eğitim-öğretim yılında 459 arkadaşı arasından ve 17.5 not olan üssü mizan ve üç yıllık notlarının toplamı üzerinden Harp Okulu'nu 8 nci olarak bitirmiştir. Numara defterine göre, "beher dersin tam numarası" bakımından öğrencilerin "üç senede kazandıkları numaraların yekun-ı umumisi 1635" tir. Mustafa Kemal'in üç yıllık not toplamı ise 1498'dir. "Üç sene nihayetinde umumda sıra numarası 8" dir. Bu sıra aynı zamanda "sicil sırası"nı göstermektedir. Diploma numarası 5998'dir.
Mustafa Kemal'in üçüncü sınıfta okuduğu dersler ve aldığı notlar şu şekildedir: "Sınıf-ı Salise Tabiyesi (41), İstihkamat-ı Hafife (40), Fenn-i Esliha (45), Hıfzı's- Sıhha-yı Askerî (45), Coğrafya-yı Askerî (42), Devlet-i Aliyye Ordu Teşkilâtı (43), Talim Nazariyatı (44), Malumat ve Terbiye-yi Askerî (41), Lisan-ı Fransevî (43), İstikşafat-ı Askeriyye (17), İstihkam Eşkali (18), Talim Ameliyatı (19), Tabiye Tatbikatı (18), Alman veya Rus Lisanı (36)".
Bu sınıfta okutulan toplam 14 ders vardır ve 4 adet dersin tam numarası 20, diğer 10 dersin tam numarası 45'tir. Bu duruma göre Mustafa Kemal, 2 dersten tam numara almıştır. Sınıfın birincisi yine Selanikli Ahmet Tevfik; ikincisi de yine Ispartalı Faik'tir. Ahmet Tevfik'in üç senelik toplam notu 1571, Faik'in toplam notu 1570'tir.
İlk ona giren diğer öğrencilerin sırası ve üç yıllık toplam notları şu şekildedir: "3. Mehmet Müştak, Van (1555); 4. Hayri, Davutpaşa (1519), 5. Ali Şevket, Üsküp (1519), 6. Mehmed Cemil, Süleymaniye (1508), 7. Selim, Çerkes (1505), 8. Mustafa Kemal, Selanik (1498), 9. Ahmed Müfit, Kırşehir (1494), 10. Halil, Trabzon (1490)".
Cumhuriyetçilik
Cumhuriyet bir devlet biçimidir. Cumhuriyette esas olan ilk öğe, devlet başkanının belli bir süre için seçilerek iş başına gelmesidir. Bu bakımdan cumhuriyet, başta bir hükümdarın bulunduğu devlet biçimlerinden (monarşilerden) ayrılır. Monarşilerde devletin başı, belli bir aile içinden çıkar, normal koşullar altında, ölünceye kadar iş başında kalır. Yerine gene aynı aileden bir başkası gelir. Her monarşide, aile içinden kimin hükümdar olacağı belli bazı kurallara göre saptanır. Cumhuriyette devlet başkanı belli bir süre içinde seçimle iş başına gelince, ileri gelen diğer kişilerin de seçimle belirlenmesi gerekir. Bunlar genellikle o toplumda yasa koyacak kimselerdir.
Gerek devlet başkanının, gerek yasa koyma yetkisine sahip olanların seçimle iş başına gelmesi şartının kabulü ile cumhuriyet tam anlamıyla belirmiş sayılmaz. Şimdi sorun seçim üzerinde düğümlenecektir. Seçime kimler katılacaktır? Belli bir grup vatandaşa seçme ve seçilme hakkı verilirse belki dış görünüşü bakımından bir cumhuriyetle karşılaşılır. Böyle cumhuriyetler ilkçağ Yunan kent devletlerinde, bazı ortaçağ İtalyan ve Alman bölgelerinde (Venedik, Ceneviz cumhuriyetleri, Hansa kentleri gibi) görülmüştür. Bu tür eski cumhuriyetlerde seçime katılma hakkı sadece belli bir grup vatandaşa verilmişti. Onlar, yaptıkları seçimle iş başına gelen kadroya dayanarak tüm toplumu yönetiyorlardı. Bugünkü anlayışımıza göre bu tür cumhuriyetler amaca uygun birer rejim değillerdir. Onlara aristokratik veya oligarşik cumhuriyetler denilir.
Demek ki, cumhuriyet biçiminin amaca uygun olarak gerçekleşmesi için, belli bir olgunluk yaşına gelmiş her vatandaşın seçime katılması gerektir. Bu anlamıyla cumhuriyetler Amerika Birleşik Devletleri'nin kurulması ile doğmaya ve ancak büyük Fransız inkılâbından sonra yayılmaya başlamıştır. Gerçi ünlü düşünürler cumhuriyeti çok önceden kafalarında kurmuş ve tanımlamışlardır. Ancak uygulama XIX. yüzyılın sonuna doğru ortaya çıkmıştır. Seçme ve seçilme hakkının tüm vatandaşlara tanınması ve uygulamaya geçilmesiyle gerçek cumhuriyet kurulmuş ve işlemeye başlamıştır. Ancak bu devlet biçimini daha iyi ve köklü olarak yaşatmak, seçimin demokrasi şartlan içinde yapılması ile mümkündür. Yukarıda demokrasinin tanımı görülmüştü, işte gerçek cumhuriyet demokratik hayatla gerçekleşir.
Osmanlı Devleti, bir cumhuriyet değildi. Padişahlar Osmanlı Ailesi içinden çıkarlardı. Devleti ve milleti yönetme yetkisi kesinlikle padişahındı. Gerçi meşrutiyet döneminde halkın oyu ile seçilmiş meclisler vardı. Ancak bu meclisler padişahın üstünde değildi, tersine, padişah bunların, yani millet isteğinin üzerinde idi. Son karar, son söz kesinlikle padişahındı.
Bu yönetim biçiminin sakıncalarını yaşanılan türlü olaylar göstermiştir. Atatürk, cumhuriyet ilânı ile devlet içinde karar verecek en yetkili ve son makam olarak milletin tanındığını belirtmiştir.
Atatürk, bir cumhuriyet âşığı idi. Daha kimse bu kelimeyi ağzına alamazken, genç Mustafa Kemal, padişahlık rejimine karşı çekinmeden saltanatın kaldırılıp cumhuriyetin kurulması gereğini söyleyebiliyordu. Hele millî mücadeleye başlarken bunu açıkça belirtmişti. Erzurum Kongresi'nin açılacağı günlerde yakın arkadaşlarına cumhuriyetin kurulacağını anlatıyordu. Nihayet bilinen aşamalardan sonra cumhuriyet rejimine kavuştuk. Kişisel saltanata son verildi.
Atatürk, cumhuriyeti demokrasi içinde İşleyen en ideal bir rejim olarak görmektedir. O şöyle söylüyor: "Demokrasinin bütün anlamıyla ideali, milletin tamamının aynı zamanda yöneten durumda bulunabilmesi, hiç olmazsa devletin son iradesini yalnız milletin ifade etmesini ve belirtmesini ister. Ne yazık ki, milletlerin nüfus çokluğu, düşünce eğitimi düzeyleri, idealin uygulanmasında, idealden büsbütün yoksunluğa yol açacak ihtiyatsızlıklardan kaçınmayı gerektirmektedir. Şu duruma göre demokrasi ilkesinin en modern ve mantıksal uygulamasını sağlayan hükümet biçimi, cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, milletçe seçilmiş meclisindir. Millet adına kanunları o yapar. Hükümete güven oyu verir, ya da vermez, onu düşürür. Millet vekillerinden hoşnut kalmazsa başkalarını seçer. Cumhuriyette meclis, cumhurbaşkanı ve hükümet bilirler ki, kendilerini iktidar ve yetki yerine belli bir zaman için getiren, irade ve egemenliğin sahibi olan millettir. Gücünün ve yetkisinin Tanrıdan geldiğini ve yalnız ona karşı ahirette hesap verebileceğini varsayan ve devleti, ülkeyi kendine mirasla kalmış bir malikane kabul eden bir hükümdar, kendini her türlü sınırlamadan uzak görür. Böyle bir yönetimde milletin benliği, özgürlüğü söz konusu dahi olamaz. Şu duruma göre, yetkileri sınırlı dahi olsa, hükümdarlık biçimi demokrasiye, millî egemenlik ilkesine uygun değildir".
Pek iyi anlaşılıyor ki, Atatürk, halkın kendini doğrudan doğruya yönetmesi demek olan demokrasiyi en ideal devlet biçimi kabul etmektedir. Ancak bütün bilginlerin de söyledikleri gibi, halk kendini doğrudan doğruya yönetemez, çünkü bugün milyonlarca kişinin bir araya gelerek her zaman devlet işlerini yürütmeleri mümkün değildir. Öyle ise demokrasiyi gerçekleştirmek ancak cumhuriyetle mümkündür. Cumhuriyette millet, yöneticileri belirli bir zaman için seçer, belli bir süre geçince, hoşnut kalmamışsa, onları görevden uzaklaştırır, işte cumhuriyet demokrasisi budur. Bu rejimin kişisel saltanattan çok daha iyi olduğu kuşkusuzdur.
Atatürk, belli kişilerin seçimle iş başına gelip, bir daha iktidardan ayrılmaması demek olan Faşizm ile, milletin tümüne değil de, sadece birkaç tabakaya dayanarak millet egemenliğini reddeden Bolşevizm'e karşı çok açık bir cephe almıştır. Her iki rejimin geliştiği bir dönemde millet egemenliğine dayalı cumhuriyete sıkı sıkıya bağlı kalması, yalnız bizim için değil, tüm insanlık için bir kıvanç kaynağıdır.
Atatürk'e göre, "Türk Milletinin tabiatına ve geleneklerine en uygun olan yönetim, cumhuriyet yönetimidir". Atatürk, demokrasinin Osmanlı Saltanatı içinde yeşeremediğini açıkça görmüştür. Demokrasi ancak cumhuriyetle kökleşip gelişebilirdi. Bunun içindir ki, Türk inkılâbının baş ilkeleri arasında cumhuriyetçilik sayılmıştır. Milletin kendi yönetimi olan cumhuriyete içten bağlılık, yücelme yolunu aşmanın baş şartıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
Atatürk'ün Cumhuriyetçilik ile İlgili Bazı Sözleri
Türk milletinin karakterine ve adetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir. (1924)
Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemiyle devlet şekli demektir. (1933)
Cumhuriyet, yüksek ahlaki değer ve niteliklere dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. (1925)
Bugünkü hükümetimizin, devlet teşkilatımızın doğrudan doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet ve hükümet teşkilatıdır ki onun adı Cumhuriyettir. Artık hükümet ile millet arasında geçmişteki ayrılık kalmamıştır. Hükümet millet ve millet hükümettir. (1925)
Milliyetçilik
Ait olduğu milletin varlığını sürdürmesi ve yüceltmesi için diğer bireylerle birlikte çalışmaya, bu çalışmayı ve bilinci, diğer kuşaklara da yansıtmaya "milliyetçilik" denilir. Şu tanıma göre milliyetçiliğin en önemli öğesi "millet" olmaktır. Öyle ise millet nedir?
Bir insan topluluğuna millet diyebilmek için bazı niteliklerin o toplumda olup olmadığı saptanmalıdır. Bazı anlayış biçimlerine göre, bir topluluğun millet sayılabilmesi için ırk birliği yetişir. Bu eksik bir görüştür. Aynı ırktan olmadıkları halde bugün milletlikleri tartışılmaz topluluklar vardır, İsviçreliler ve Amerikalılar gibi, bazılarına göre ise millet olmanın baş şartı aynı dili konuşabilmektir. Bu da her zaman doğru sayılamayacak bir görüştür. İsviçre'de üç ayrı dil konuşulur ama bütün İsviçreliler bir millettirler. Buna karşılık aynı dili konuşan pek çok Arap milleti vardır. Iraklılar ile Faslılar aynı dili konuştukları halde aralarında büyük farklar bulunur, ikisi de ayrı birer millet sayılabilirler.
Kimileri de millet olmanın baş şartı olarak din birliğini kabul ederler. Kuşkusuzdur ki, artık bu da savunulamaz bir görüştür. Bugün dünyanın en büyük milletlerinden sayılan Japonların içinde çok çeşitli dinler vardır. Gene ayrı birer din gibi kabul edilebilecek Katoliklik ile Protestanlık Almanya'da, Amerika'da yan yana yaşamaktadır. Ama aynı dinden oldukları halde Müslümanlar hiçbir zaman tek millet sayılamamışlardır.
Öyle ise sayılan bütün bu şartlar bir insan topluluğunun millet olmasına yetmemektedir. Aynı toprak parçası üstünde yaşayan insanların millet olması için ilk şart, ortak bir geçmişe, kader birliğine, ortak bir gelecek hedefine sahip olmaktır. Bu, en tutarlı ve geçerli görüştür. Milliyet bağı böylece maddi olmaktan çok manevi bir ilişkidir. Bu görüşü benimseyen Atatürk, milleti şöyle tanımlamaktadır: Bir insan topluluğunun millet sayılabilmesi için "zengin bir hatıra mirasına, birlikte yaşamak hususunda ortak istekte samimi olmaya, sahip olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürebilmek konusunda iradelerin ortak bulunmasına, gelecekte gerçekleştirilecek programın aynı olmasına, birlikte sevinmiş, birlikte aynı ümitleri beslemiş olmaya" ihtiyaç vardır, işte bu ana şartları taşıyan bir insan topluluğu millet sayılır. Gene Atatürk'e göre, bu şartların doğal sonucu, ortak milli bir düşünce, ideal ve en önemlisi ortak dilin ortaya çıkmasıdır. Gerçi dil birliği millet olmanın baş şartı değildir ama insanları düşünce, ruh ve kültür açısından birbirine bağlayan ana dilin, pek çok millette tek olduğunu da unutmamak gerekir.
Görülüyor ki, Atatürk, Türk milletini ırk veya din esası üzerine oturtmamıştır. Zaten akılcı bir yaklaşımla buna imkân da yoktur, özellikle Anadolu'daki Türk toplulukları başka ırklarla, yüzlerce yıldan beri kaynaşmış durumdadırlar. Anadolu'nun uygarlıkları birbirine bağlayan bir bağ olması bu sonucu doğurmuştur.
Atatürk'ün millet anlayışı akılcı ve insancıldır. Atatürk'e göre bir milleti başka milletlerden ayıran nitelikler vardır. Her millet kendi yetenekleri, kültürü ve imkânları çerçevesinde kendini diğerlerine kabul ettirmek ve mutlu yaşamak zorundadır, işte bir milletin bireylerinin bu biçimdeki davranışları milliyetçiliktir. Türk milliyetçiliğinin amacı, Türk'ün her alanda yükselmesi, yücelmesidir.
Atatürk'e göre, "asıl olan millettir, ilham ve güç kaynağı milletin kendisidir. Bir millet için mutluluk olan bir şey, diğer bir millet için felâket olabilir. Aynı sebepler ve şartlar birini mutlu ettiği halde, diğerlerini mutsuz kılabilir", öyle ise, her millet akıl ve bilim yolu ile yalnız kendi değerlerini ve çıkarlarını bulmalıdır. "Türk milliyetçisi, gelişme ve ilerleme yolunda ve uluslararası ilişkilerde bütün çağdaş milletlere paralel olarak, onlarla bir uyum içinde yürüyecektir. Ama bunu yaparken Türk milletinin özelliklerini, bağımsız kişiliğini koruyacaktır. Türk Milliyetçisi diğer milletlerin hakkına, bağımsızlığına saygı gösterecektir. Ancak böylelikle diğer milletlerden de saygı görecektir. Kimsenin yurdunda gözümüz yoktur. Çünkü her milletin yurdu kutsaldır. Türk, büyük gücünü ancak haklarına saldırı olduğu zaman kullanacaktır".
Atatürk, bütün milletlere saygı duyar, ama onların hepsinin üstünde Türk'ü görür. Ona göre, "Dünya yüzünde Türk'ten daha büyük, ondan daha eski, ondan daha temiz bir millet yoktur ve bütün insanlar tarihinde görülmemiştir". Atatürk, tarih alanındaki olağanüstü çalışmalarıyla Türk'ün geçmişini aydınlatarak bu görüşe erişmiştir. Böylesine üstün bir milletin yurdu da kutsaldır. Vatan sevgisi, milliyetçiliğin önde gelen öğelerindendir; "Vatanımız, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve topraklarının derinliklerinde varlıklarını sürdüren eserleri ile bugünkü yurttur. Vatan hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez ve bütündür".
Mademki vatan kutsaldır ve bir bütündür, öyle ise "memleketi doğu ve batı diye ikiye ayırmak doğru değildir". Çünkü yurdumuz kutsaldır. "Yurt toprağı, sana her şey feda olsun. Kutlu olan sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk milletini ebedi hayatta yaşatmak için feyizli kalacaksın".
Atatürk'ün Türk milliyetçiliği üzerinde bu kadar çok durmasının derin sebepleri vardır. Bu sebepler de gene tarihten kaynaklanmaktadır.
Türklerin dünya tarihine ve uygarlıklara yaptığı üstün hizmetler bilinmektedir. Ama ne yazık ki, Türklerin kurduğu en büyük, en görkemli
devletlerden Osmanlı İmparatorluğu'nun yapısı, tam bir milliyetçilik anlayışının doğmasına imkân vermemiştir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda her bakımdan birbirinden farklı çok çeşitli uluslar yaşardı. Bunu biliyoruz. XVIII. yüzyıl sonlarına kadar dünyada milliyet ilkesi pek bilinmiyordu. Gerçi devletler kuran milletler, kendi yaşama biçimlerini, kültürlerini, anlayışlarını geliştiriyor, dillerini kullanıyorlardı, bağımsızlıklarını koruyorlardı. Ancak bunları belli bir millete bağlı olma bilinci içinde değil, belki toplumsal bîr zorunluluk olarak yapıyorlardı. Millete benlik veren milliyetçilik değil, din idi. Her millet mensup olduğu dinin buyruklarına ve kalıplarına uyarak yaşıyordu.
XVII. yüzyıldan itibaren Batı'da iyice güçlenen akılcılık, aynı zamanda milliyetçiliği doğurmuştur. Batıda, çeşitli milletlere mensup olan düşünürler, her milletin diğerinden farklı olduğunu görmüşler, insanları dinin değil, milliyetin ilk planda birbirine bağlamasının akla uygun olduğunu anlamışlardır. Böylece milliyetçilik Batı'da gelişerek siyasal hayata girdi. XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilâl ve onu izleyen büyük inkılâpla, milli devlet ve dolayısiyle milliyetçilik hızla bütün dünyaya yayılmaya başladı.
Özellikle çok uluslu devletler için milliyetçilik akımı bir felâketti. Milliyetçilik akımının çok uluslu bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu için önem taşımış, imparatorluk sınırlan içinde yaşayan ve Türk olmayan çeşitli uluslar bağımsızlık isteği ile ayaklandılar. Osmanlı devlet adamları buna karşı bir çare aradılar: Din ayrımını kaldırarak ülkede yaşayan herkesi "Osmanlı" ilân ettiler. Ama bu kesin bir çözüm yolu değildi. Milliyetçilik bir büyük akımdı ve bu hareketi böyle bir davranışla önlemek mümkün değildi. Nitekim ülkede yaşayan uluslar birer ikişer ayaklanarak Osmanlı yönetiminden kopuyor, kendi milli devletlerini kurarak bağımsızlıklarını ilân ediyorlardı.
Bu durum karşısında bazı Türk düşünürleri milliyetçilik akımının önlenemeyeceğini anlamaya başladılar. Şimdi yapılması gerekli olan, elde kalan ve üzerlerinde Türklerin yaşadığı vatan topraklarım, yeni milli devletlerin sataşmalarından kurtarmaktı. Hiç değilse bundan sonra Türk, vatanına sahip çıkmalıydı. Böylece, imparatorluk sınırlan içinde yaşayan çeşitli milletler arasında en son, Türklerin milliyetçilik anlayışı doğmuştur. Bu da XX. yüzyıl başlarına denk düşmektedir.
Türk milliyetçiliği doğarken, yalnız Türklerin değil, bütün Müslümanların tek millet olması gereğini ileri sürenler de çıktı. Ama Müslüman Osmanlı vatandaşı olan Arapların Birinci Dünya Savaşında, Hıristiyan düşmanlarımızla iş birliği yaparak bizi arkadan vurmaları, milletin dine dayandırılamayacağını çok açık ve acı biçimde göstermiştir.
Atatürk, yeni Türk Devleti'ni kurduğu vakit durum bu idi. Bütün millete Türklüğünü anlatmak, göstermek, bu çok önemli konu üzerinde durmak gerekiyordu. Artık çok uluslu Osmanlı Devleti tarihe karışmıştı. Anadolu'da ve Doğu Trakya'da yalnız Türkler yaşıyordu. Atatürk, Lozan Konferansında Türkiye'de yaşayan Rumları Yunanistan'a yollamayı başarmıştı. Engin ve büyük bir tarihe sahip olan Türkler, artık Türkiye'de en yüksek oranda çoğunlukta idiler. Milli devlet kurulabilirdi. Bu bölümün başında belirtildiği gibi, her millet kendi yücelmesini, kendi yetenekleriyle sağlar. Bunun için de katıksız bir milliyetçilik gereklidir.
Atatürk, yaşadığı sürece hep Türk milliyetçiliğini geliştirmeye çalışmıştır. "Ne Mutlu Türküm diyene" sözü, milletimiz yaşadıkça anlamı yücelecek çok üstün bir görüşün simgesidir.
--------------------------------------------------------------------------------
Atatürk'ün Milliyetçilik ile İlgili Bazı Sözleri
Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türk halkına, Türk milleti denir. (1930)
Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trakyalı her bir soyun evlatları ve aynı cevherin damarlarıdır. (1923)
Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de, o kadar kuvvetli olur. (1923)
Biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği yapan bütün milletlere saygı duyarız. Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz her halde bencil ve gururlu bir milliyetperverlik değildir. (1920
Halkçılık
Bir milleti oluşturan, çeşitli mesleklerin ve toplumsal grupların içinde bulunan insanlara halk denir. Bu akımdan halkçılık ilkesi hem
cumhuriyetçilik hem de milliyetçilik ilkelerinin zorunlu bir sonucudur.
Atatürk'e göre millet ile halk aslında tek anlama gelmektedir. Halkçılık ise millet içindeki çeşitli insan gruplarının çıkarına ve yararına bir siyaset izlenmesi, halkın kendi kendini yönetmeye alıştırılmasıdır.
Halkçılık, cumhuriyetçiliğin doğal bir sonucudur denildi ki, bu çok doğrudur. Cumhuriyet, halkın kendi yöneticilerini kendi içinden seçmesi anlamına gelmektedir. Böylece cumhuriyet rejimi, bir halk rejimi olmaktadır.
Aynı biçimde, halkçılık, milliyetçiliğin de bir sonucudur. Millet halktan oluştuğuna göre, milliyetçilik, Türk halkının mutluluğu için çalışmak, ortak geçmişe ve geleceğe halkla birlikte bağlanmak demektir.
Atatürk, daha TBMM açılır açılmaz, yeni kurulan devletin bir halk devleti olduğunu belirten pek çok konuşmalar yapmıştır. Artık halk, bir kişi tarafından yönetilmemekte, kendi kendini yönetmektedir.
Halkçılık ilkesinin uygulanması ayrıca, toplumda hiç kimsenin diğerinden üstün olmamasının, kanun önünde kesin eşitliğin kabulü anlamına da gelmektedir. Gerçek halkçılıkta hiçbir toplumsal gruba, zümreye ayrıcalık tanınmaz. Halk her bakımdan birbirine eşit kimselerden oluşur.
Bugün bazı rejimler halkı yalnız belli bir grup insandan ibaret saymaktadırlar. Bu rejimlerin adı olan halk cumhuriyeti yanıltıcıdır. Çünkü sadece belli bir grup halkın devleti anlamına gelmektedir. Gerçek budur. Ama Atatürkçü halk devletinin uzaktan yakından böyle bir anlam taşımadığı ve belirtmediği hemen söylenmelidir.
Atatürkçü halk devleti, Türk halkının tümünü, yani Türk milletini kapsamına alır. Böyle bir halkçılık anlayışı, gerçek demokrasinin kurulması için gerekli olan ortamı en iyi biçimde hazırlar.
--------------------------------------------------------------------------------
Atatürk'ün Halkçılık'la İlgili Bazı Sözleri
İç siyasetimizde ilkemiz olan halkçılık, yani milletin bizzat kendi geleceğine sahip olması esası Anayasamız ile tespit edilmiştir. (1921)
Halkçılık, toplum düzenini çalışmaya, hukuka dayandırmak isteyen bir toplum istemidir. (1921)
Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan oluşmuş değil, fakat kişisel ve sosyal hayat için işbölümü itibariyle çeşitli mesleklere ayrılmış bir toplum olarak görmek, esas prensiplerimizdendir. (1923)
Laiklik
Türk ve yabancı bütün bilim adamları Atatürk inkılâbının en önemli öğesi olarak laikliği kabul ederler. Gerçi Türk inkılâbı, içinde taşıdığı ilkelerle bir bütündür. Ama bu bütünün dayandığı iki ana temel, milliyetçilik ve laiklik, öteki ilkeleri sağlamlaştırır.
Laikliğin kısa tanımı, daha önce belirlenmişti. Yeniden özetleyecek olursak, laiklik; devlet düzeninin ve hukuk kurallarının dine değil, akla ve bilime dayandırılmasıdır.
Çok uzun bir zaman hemen hemen bütün insan toplulukları, dinlerin koyduğu esaslara göre yönetilmişlerdir. Çünkü insanların akıl ve bilim alanlarında olgunlaşması kolay olmamış, uzun bir zaman almıştır. Bu dönemde insanlar, kendi akıl ve iradeleri dışında kalan birtakım güçler tarafından yönetildiklerini kabul ederek rahatlamışlardır. Bu sebeple, devletlerle özdeşleyen dinler ve din adamları, giderek büyük ölçüde güçlenmiş, gelişen insan zekisinin önüne engeller koyarak varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır.
Dinler, inanç kavramına dayanırlar, ister ilkel olsun, ister gelişmiş, her dinin temeli belli varlıklara ve olgulara tartışmadan inanmaktır, insanlar özellikle ölüm gibi en ürkütücü olay karşısında inanç dünyalarını zenginleştirmiş, dinsiz yasayamaz duruma gelmişlerdir. İnsanoğlunun evren ve ölüm karşısındaki çaresizliği, zengin inanç sistemleri doğurmuştur. Bu çaresizliğe karşı tek sığınılacak yerin din oluşu, dinlerin insanları yönetmesi sonucunu vermiştir, ilk zamanlar için bu bir zorunluluktu. İnsanlar arasında düzen ve barışı sağlamak için dinin buyruklarına ihtiyaç vardı. Ölümsüzlüğe erişmek isteyen insanları, hayatta iyi davranışlara yönlendirmek için dinler hukuk kuralları da koydular ve bu kuralların uygulanmasına titizlik gösterdiler.
Özellikle ileri dinlerin koyduğu baş hukuk kuralları, aynı zamanda evrensel ahlâkı da yansıtır. Hiçbir din, insanlara erdemsiz yaşamayı, hırsızlığı, yalancılığı, zinayı, adam öldürmeyi buyurmaz. Tersine, bütün dinler ahlâklı ve erdemli yaşamayı buyururlar. Dinler arasındaki farklılıklar, Tanrı ve ibadet anlayışından kaynaklanmaktadır. Böylece her din, tek ve üstün gerçeği temsil ettiğini ileri sürdüğünden dinler arasında bir birlik görülmemektedir.
Çok ileri ve üstün bir din olan İslâmlık, kısa sürede inanç sistemini birçok millete benimsetmiştîr. Hazreti Muhammed'in ölümünden sonra Müslümanlık hızla gelişti. Büyük İslâm bilginleri, ilkçağın akılcı filozoflarını yeniden gün ışığına çıkardılar, öyle ki, Batılı bilginler bu filozofları Müslümanlardan öğrendiler. Müslümanlık bu akıl çağında büyük aşamalar yaptı. Tanrının insanlara doğru yolu görmesi için akıl verdiğini söyleyen bilginler, İslâm dininin ilerlemesinde büyük rol oynamışlardır. Onları destekleyen halifeler de çıkmıştır. Böylece Müslümanlık aşağı yukarı üç yüz yıl Tanrının gösterdiği yolda gelişmiştir. Akla dayanan bu gelişme sırasında İslâm Hukuku da günlük hayata uydurulmuştur. Ne yazık ki, bir süre sonra bu gelişme durdu, İslâm dünyasında aklın yerini, tutucu ve durgun bir inanç kapladı. Bu görüşün sahipleri, akıl yolu ile değil, sadece inançla yaşamak gerektiğini savunuyorlardı. Bu görüş kısa sürede yaygınlaştı, İslâm dini ve hukuku donup kaldı. Buna karşılık akıl yolunu Müslümanlardan öğrenen Batılılar, bu esasları geliştirmekteydiler.
İşte Türkler Müslüman oldukları vakit, İslâm dünyasında durgunluk başlamıştı. Türkler, üstün yetenekleriyle kısa sürede İslâm dünyasına egemen oldular. Çok içten inandıkları Müslümanlığı Hıristiyanlara karşı korudular, İslâmlığı Anadolu'ya ve Balkanlar'a yaydılar, ama onlar güçlerinin doruğunda iken Batı'da da akıl çağı başlamıştı. Büyük akılcılar, bir zamanlar Müslüman bilginlerin dedikleri gibi Tanrının insanlara verdiği en büyük hazine olarak akılı gördüler. Böylece Batı'da bilim ve hukuk akla dayandırılmaya başladı. Burada hemen şunu belirtmekte yarar vardır: Bu büyük akılcı akıma karşı, orada da kilise direnmiştir. Ancak bu direnme yeni mezheplerin (Protestanlık) doğmasına yol açmıştır. Bu yüzden Hıristiyan dininin bir bütün olarak akılcılığa karşı durması imkânı kalmadı. Kilise giderek yenilikleri kabul etmeye başladı. Nihayet XVIII. yüzyıl sonunda çıkan Fransız İhtilâli ile laiklik, devlet ve hukuk düzenine egemen oldu. Yani devlet, dinin etkisinden arıtıldı. Ama ayna zamanda din özgürlüğü de kabul edilerek, devletin vatandaşın vicdanına karışmayacağı, herkesin inancında serbest olduğu esası konuldu.
Osmanlı Devleti'nin bu gelişmenin dışında kaldığını biliyoruz. Atatürk belki de İslâmlığın parlak çağına dönüş yaparak, zamana ve akla uymayan, eskiyen hukuk kurallarını bir yana bırakarak devleti laikleştirmiştir. Ama İslâmlığın inanç ve ibadete dayanan kurallarına hiç dokunmamıştır.
Atatürk kesinlikle dinsiz değildi. Şu sözleri söyleyen Atatürk'ün dinsiz olduğu, laiklikle dinsizliği getirdiği söylenebilir mi? :"Tanrı birdir, büyüktür. Bizim dinimiz en makul (akla uygun) ve tabii (doğal) bir dindir. Ve ancak bundan dolayı da son din olmuştur. Bir dinin tabii olması için akla, fenne, ilme ve mantığa uyması gerektir. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur... Ey millet, Allah birdir, sanı büyüktür. Peygamberimiz, Efendimiz Cenabı Hak tarafından insanlara dinin gerçeklerini bildirmeye memur ve elçi olmuştur... İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor. Bu sebeple en mükemmel dindir... Varlık dünyasının bütün kanunlarını yapan Cenab-ı Haktır... Dinime, gerçeğin kendisine nasıl inanıyorsam buna da öyle inanıyorum". Atatürk bunlar gibi daha birçok söz söylemiştir.
Atatürk'ün akla uygun bir uygulama istediğini belirten şu sözleri, ne derin anlamlar taşımaktadır: "Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor. Bazı kimseler modern olmayı kâfir olmak sanıyorlar. Asıl küfür onların bu zannı (düşünce)dır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı; İslamların kâfirlere tutsak olmasını istemek değil de nedir?"
"Bizim dinimiz milletimize, düşkün, miskin ve hor görülmeyi tavsiye etmez. Tam tersi, Allah da Peygamber de insanların ve milletlerin yücelik ve şerefini korumalarını buyuruyor... Bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar (ölçüt) vardır. Bu miyar ile hangi şeyin dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki, akla, mantığa, toplumun çıkarlarına uygundur, biliniz ki o, bizim dinimize de uygundur, o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı, en mükemmel ve en son din olmazdı".
Görülüyor ki, Atatürk bilgisiz ve çıkarcı kimselerin milleti din adına sömürmesine karşıdır. O, devlete, hukuka ve bilime can verecek kuralların akla, mantığa uygun olmasını istemektedir. Atatürk, daha 1927 yılında dinin siyaset aracı olarak kullanılmasından doğacak sakıncaları ve çıkar düşkünlerini şöyle anlatmıştır: "Masum halka beş vakit namazdan başka, geceleri de namaz kılmayı vaaz etmek ve öğütlemek, belki de ömründe hiç namaz kılmamış olan bir politikacı tarafından vâki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?" Atatürk'ün yıllarca önce söylediği bu sözler ne kadar düşündürücüdür.
Laiklik devletin temeli olunca, akla dayanan uygulamalarla millet zaman yitirmeden çalışma ve kalkınma imkânı bulur. Devlet vatandaşın inancına karışamaz; daha Önce de belirtildiği gibi inançlar çeşitlidir. Herkesi bir doğrultuda inanca zorlamak olmaz. Bu herşeyden önce demokrasiye aykırıdır. Demokrasi, bir özgürlük rejimidir. Bu sebeple demokrasilerde devletin tek bir dini vatandaşlara benimsetmeye çalışması düşünülemez. Bu davranış demokrasi kavramına uymaz. Hem Kur'an "dinde zorlama yoktur" diyor. Bundan başka Kur'an ve Hazreti Muhammed devlet yönetiminde akla dayanılmasını isteyen pek çok buyruklar vermiştir.
Demek ki, laiklik vatandaş inancının en sağlam güvencesi oluyor. İnanç özgürlüğü devletçe sağlanıyor. Herkes inancında ve ibadetinde serbesttir. Laikliği, resmi politikası dinsizlik olan rejimlerden kesinlikle ayrı tutmak gerekir. O tür rejimlerde devlet dine karşıdır. Vatandaşın dinsiz olarak yetişmesi için gereken her türlü tedbiri alır. Atatürkçü laiklikte ise, devlet işlerine karıştırılmaması koşulu ile tam bir din ve inanç özgürlüğü vardır.
Türk Devleti aynı zamanda nüfusumuzun yüzde doksan beşinden fazlasının inanç sahibi Müslüman olduğu gerçeğini de görmüştür. Müslümanların inanç ve ibadet hizmetlerini devlet yüklenmiştir. Din eğitim ve öğretimi yapan kurumlar açılmış, buralarda Atatürkçü, aydın, akılcı, laik din adamları yetiştirmeye hız verilmiştir. Hiçbir dönemde Anadolu'da Cumhuriyet dönemindeki kadar cami yapılmamıştır.
Türk milleti ve Devleti varlığını ancak inanç özgürlüğü içinde, çağın gereği olan akıl ve bilim kavramlarının yolunda, insancıl bir laikliği benimseyerek sürdürebilir. Geriye dönüş mümkün değildir. Böyle bir tutum zamana ayak uyduramamak, çağın dışında kalmak olur.
--------------------------------------------------------------------------------
Atatürk'ün Laiklik ile İlgili Bazı Sözleri
Laiklik, yalnız din ve dünya işlerinin ayrılması demek değildir. Bütün yurttaşların vicdan, ibadet ve din hürriyeti demektir. (1930)
Laiklik, asla dinsizlik olmadığı gibi, sahte dindarlık ve büyücülükle mücadele kapısını açtığı için, gerçek dindarlığın gelişmesi imkanını temin etmiştir. (1930)
Din bir vicdan meselesidir. Herkes vicdanının emrine uymakta serbesttir. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye karşı değiliz. Biz sadece din işlerini, millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kasıt ve fiile dayanan tutucu hareketlerden sakınıyoruz. (1926)
Devletçilik
XX. yüzyılda dünya devletleri daha mutlu yaşamak imkânlarına kavuşmak için üretimi artırma gereğini duydular. Bunun için de başlıca üç yöntemin uygulanmasını öngördüler. Bunları kısaca gözden geçirelim:
Liberal Ekonomi: Bu tür ekonomilerde üretim için gerekli olan sermaye, üretim etkinliği ve üretilen malların dağıtımı tümüyle bireylere bırakılmıştır. Liberal ekonomi görüşüne göre, ekonomik hayatın kendiliğinden işleyen yasaları vardır: Üretim, mallara olan isteğe bağlıdır, istek ise, üretimin az veya çok olmasını sağlar. Devlet bu kuralları yönlendirmeye karışmamalıdır. Devletin görevi yurdu savunmak, eğitim İşlerini düzenlemek, adalet dağıtmak gibi alanlarda kalmalıdır. Devlet ekonomik hayata katılırsa az önce belirtilen denge bozulur. Gerekirse devlet, ancak büyük bunalımları gidermek için ekonomik hayata girmeli, bunalım geçince de gene çekilmelidir. Büyük ekonomik güce sahip olan kapitalist ülkeler, liberal görüşü uygulayarak bugüne kadar gelmişlerdir.
Sosyalist Ekonomi: Bu tür görüşü uygulayan ülkelerde hem sermaye, hem üretim doğrudan doğruya devletçe sağlanır. Kişilerin üretim araçlarına sahip olmaları yasaktır. Devlet tüm sermayenin sahibidir. Bütün ekonomik hayat, devletin öngördüğü biçimde düzenlenir. Malların dağıtımını da devlet yapar. Bazı ülkeler temelde bu görüşü benimsemişlerdir.
Ilımlı Ekonomik Sistemler: Dünyanın hızla değişen şartları hem liberalizmin, hem de Sosyalizmin katıksız bir biçimde işleyemeyeceğini göstermiştir. Bu bakımdan liberal rejimlerin bazılarında, devlet ekonomik hayata artan ölçüde girerken, sosyalist sistemde de yumuşamalar göze çarpmaktadır. Böylece her iki guruptan bazı ülkeler rejimlerinin temelini bozmadan önemli sistem değişikliklerine girmektedirler.
Devletçilik: Atatürk ilkelerinin arasında bulunan devletçilik, bir ekonomi siyasetidir. Yukarıda anlatılan rejimlere benzemez. Milli özelliklerimize uyan, gerekli kalkınmayı sağlayacak bir model olan devletçiliğin hangi şartlar altında nasıl doğduğu belirtilmişti. Bunun için burada devletçiliği kısaca değerlendireceğiz.
Devletçilik, temel anlamıyla devletin ekonomik hayatın içine girmesidir. Ama bu yapılırken sosyalist model benimsenemez. Elinde sermayesi olan vatandaşlar, birkaç alan dışında, diledikleri biçimde üretime katılabilirler. Devlet bunlara engel olmadığı gibi üstelik gereken tedbirleri alarak işlerini kolaylaştırır, kişileri üretim ve ticaret işine özendirir.
Ancak bilindiği gibi, hızla sanayileşme cumhuriyetin ilk hedeflerindendi. Büyük temel sanayi kuruluşları yapmak için özel ellerde sermaye yoktu. Bu yüzden devletçilik doğdu. Devlet pek çok sanayi işletmesini kendisi kurdu, çalıştırdı ve geliştirdi. Bir yandan da uyguladığı para ve kredi politikası ile özel kişileri başıboş bırakmadı. Böylece devlet ile vatandaş, üretim işini birlikte düzenlediler. Bu işbirliği sonucu Türkiye örnek bir ülke durumuna gelmişti. Son araştırmalar, Türkiye'nin 1930 yılına kadar uyguladığı devletçilik siyaseti ile en hızlı kalkınan üç ülke arasına girdiğini göstermektedir. 1029 yılında, 100 olan Türkiye ve dünya sanayi üretim indeksi, 1939'da Türkiye'de 196'ya erişmiştir. Dünya ortalaması İse 119'dur. Bu gelişme tablosunda Türkiye'nin yeri, Rusya ve Japonya'dan sonra gelmektedir. Böylece 1927'de 1000 olan milli gelirimiz, hızlı nüfus artışına rağmen, 1939'da 1625'e yükselmiştir.
Sermayesi olmayan, dışarıdan yardım almayan, kaynakları sınırlı, teknolojisi geri Türkiye'nin 1939 yılına kadar sağladığı bu gelişme Atatürk'ün akılcı ve milliyetçi görüşlerinin bir eseridir. O, özel girişimleri desteklerken, devleti de ekonomik hayata katmış, her iki alan birbirlerini tamamlamışlardır.
İkinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine bu gelişme durdu. Savaş sonrasında ise devletçilik ilkesi yeniden ve amaca uygun biçimde işletilip ihtiyaçlara göre düzenlenmedi, politika aracı yapıldı. Bu yüzden özel alanla devlet alanı arasındaki denge bozuldu ve ekonomik hayata bir karga şa geldi.
Atatürk'ün baş ilkelerinden devletçilik, Türkiye'yi ekonomik bakımdan kalkındıracaktır, yeter ki gerektiği gibi uygulanabilsin.
--------------------------------------------------------------------------------
Atatürk'ün Devletçilik ile İlgili Bazı Sözleri
Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. (1936)
Prensip olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat ferdin gelişmesi için genel şartları göz önünde bulundurmalıdır. (1930)
Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılmaz, bununla beraber, hiç bir piyasa da başıboş değildir. (1937)
Milliyetçilik
İnkılâp, bir toplumun önemli kurumlarını kısa bir süre içinde değiştirip kendini yenileştirmesi atılımıdır. Tarihte önemli, büyük inkılâplar görülmüştür. Atatürk yönetimindeki Türk Milleti de tarihteki en önemli İnkılâplardan birini gerçekleştirmiştir.
Bir toplumda durup dururken inkılâp yapılmaz, inkılâpların tarihten gelen büyük sebepleri vardır. Türkler bir zamanlar çağın Önemli devletlerinden birini kurmuşlardı. Bu devlet yüzlerce yıl dünyanın sayılı güçlerinden biri olarak kaldı. Ama Batı'da gelişen akıl ve bilim çağına ayak uyduramadığı için geride kalmaya, güçsüzleşmeye başladı. Çok uluslu bir yapıda olduğundan milli bir birlik kuramadı. Devleti kurtarmak isteyenler, hep eski düzen ve belli kalıplar içinde değişiklikler yaptılar. Oysa yapıyı değiştirmek gerekti ve bu kaçınılmazdı.
Birinci Dünya Savaşı sonu yenilgi ve parçalanma, Atatürk'e, Türk milletini bir araya getirip mücadele etme ve yapıyı yenileme düşüncesini ve bunu gerçekleştirme azmini vermiştir. Eski yapıyı yeniden kurmak mümkün olmadığı için ardarda büyük inkılâplar yapılmıştır.
Atatürk'e göre "inkılâp milletin esenliği için halk adına yapıldı". "Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen modern ve bütün anlamı ve biçimiyle uygar bir toplumsal heyet durumuna getirmektir". Öyleyse inkılâp, modernleşme ve çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak için yapılacaktır. Gerçekten, gördüğünüz büyük yenilik hareketleri, hep inkılâpçı bir tutum ve davranışla yapılmıştır.
Türk Milleti iyiye, doğruya, güzele daha fazla yaklaşmak, bunlara erişmek için inkılâpçılığa bağlı ve tam bir inkılâpçı olarak kalmalıdır. Öyleyse inkılâpçılık nedir? Atatürk'e göre, "gerçek inkılâpçılık onlardır ki, ilerleme ve yenileşme inkılâbına sevk etmek istedikleri insanların, ruh ve vicdanlarındaki gerçek eğilime nüfuz etmesini bilirler".
Demek ki, inkılâpçı, ruhlara ve vicdanlara seslenecek, insanları bu yolda yönlendirecektir. Atatürk inkılâbını sürdürebilmek, inkılâpçı ruh ve yapıyı, coşkuyu her zaman duymakla, hedefleri belirleyip bu hedeflere ulaşma yolunda çalışmakla olur.
Türk İnkılâbının üstün ve yüce amacını her zaman kavramaya çalışmalıdır. Durmadan ve her zaman yenilik yolunda ileriye doğru gidilecektir, işte Atatürk'ün temel ilkelerinden biri de budur. Türk inkılâbının korunması, geliştirilmesi ve ilerletilmesi şarttır. Atatürk bundan emindi ve şöyle diyordu: "İnkılâbın hedefini kavramış olanlar, daima onu muhafazaya muktedir olacaklardır".
Evet, bu özlü sözlerin ışığında, bilinçli inkılâpçılık Türk Milletinin geleceği olmalıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
Atatürk'ün İnkılâpçılık ile İlgili Bazı Sözleri
Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. (1925)
Biz büyük bir inkılap yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük. (1925)
Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım, Hacı Sofu ailesinden Feyzullah Ağa'nın kızıdır. Zeki, sağduyulu, dine ve geleneklere bağlı bir kadındı. Oğlunun mahalle mektebine gelenekten olan ilâhilerle başlamasını istemişti. Ancak aşağıda göreceğimiz gibi oğlunun zamanın gerektirdiği biçimde yetişmesini engellememiş, hele kocası öldükten sonra onun iyi öğretim görmesine elinden geldiği kadar çalışmıştır.
Onun sağduyusu ve taşıdığı yüksek onur duygularının bir örneği aşağıdaki olayda görülür. O, daha Selanik'te bulundukları sırada oğlunun, kendi evinde, II inci Abdülhamit yönetimine karşı çalışan bir takım arkadaşlariyle yaptığı toplantıda nelerle uğraşıldığını öğrenince, padişaha karşı çalışmanın sonuçlarından ürkmüş, ancak Mustafa Kemal'in işi kendisine anlatması üzerine sorunu kavrayıp "gizli şeyleriniz varsa ben saklayayım, muvaffak olmak zordur, mahvolmak daha tabiidir" dedikten sonra şöyle konuşmuştur: "... evlâdım bir gün bu işler olduktan sonra seni namus ve haysiyet sahibi olanlarla görmezsem işte o zaman meyus olurum. Ben senin kadar okumadım, senin kadar bilmem, seni gördüğün, anladığın şeyleri yapmaktan menetmiye kalkışmam, yalnız dikkat et, esas muvaffak olmaktır, muvaffak olmaya çalış".
Selanik Yunanlıların eline düştükten sonra kızı Bayan Makbule (Ata'dan) ile İstanbul'a gelen Zübeyde Hanım millî mücadele sırasında binbir merak ve heyecan, ancak büyük kıvanç duyguları içinde İstanbul'da kalmış ve Ankara'ya gitmiştir. Kalbinden hasta bulunduğu için Ankara'da kalması uygun görülmemiş ve zaferden sonra İzmir'e gönderilmiştir. Orada 1923 yılında vefat etmiştir.
Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi, Selânik yerlilerindendi. Uzak dedeleri Vidin'den ayrılarak Serez'de yerleşmişler, oradan da Selânik'e gelmişlerdi. Ali Rıza Efendi, önce Selanik'te evkaf kâtipliği yapmıştır. Atatürk, onu az hatırladığını söylemekle birlikte zekâ ve azmini anar, modern düşünceli bir kimse olduğunu söylerdi.
1876 da Sırbistan'la savaş başladıktan sonra Selanik'te gönüllülerden bir "Asakiri Milliye" taburu kurulmuş ve Ali Efendi orada mülâzımı evvel (Üsteğmen) olmuştur.
II. Abdülhamid'in vehmi üzerine bu ve buna benzer birlikler dağıtıldıktan az sonra Ali Efendi'nin evkaftan çekilip rüsumat memuru olduğu anlaşılıyor. Daha sonra özel hayata atılıp kereste tüccarlığı yapmıştır.
Atatürk'ün Selanik'te doğduğu evden ailenin orta halli, hatta bundan az üstün durumda olduğu anlaşılmaktadır.
XIX. uncu yüzyılda hele taşralarda kayıtlar pek eksik olduğundan onun doğum günü bilinmemektedir. O, Rumi 1286 yılında doğmuş olarak kayıtlı olduğuna göre 1880 veya 1881 de doğmuş demektir. Adı Mustafa idi.
19 Mayıs 1932 de Bay Reşit Saffet Atabinen'in kendisine "Doğum gününüzü kutlarım" yollu bir telgraf çekmesi, Atatürk'ün hoşuna gitmişti. Bundan az sonra Temmuz 1932 de Türk Tarih Kurumu'nun ilk kongresi sırasında Aydın Halkevi'nin tarih, dil, edebiyat komitesinin bir "Gazi Günü" kabul etmek istediğini söyleyip ona doğum gününü soran öğretmene Atatürk: "Bana onu sormayınız, ben doğduğum günü bilmiyorum" der ve "Gazi Günü" olarak da : "Samsun'a çıktığım günü" yapınız sözünü eklemiştir.
Savarona bugüne kadar inşa edilen kraliyete ait olmayan en büyük yattır. Toplam uzunluğu 136 metre, direği 16 metre, iskeleti 6.1 metre ve en yüksek hızı 18 deniz mili, gezinti hızı ise 16 deniz milidir. Ana süitin yanı sıra 17 lüks süitin alanı ortalama 50 metre karedir.
Savarona, Brooklyn Köprüsü’nü inşa eden mühendis John Roebling’in kızı Emily Roebling Cadwallader tarafından hizmete sokuldu. Bayan Cadwallader Savarona’yı 1931’de Hamburg’da Blohm ve Voss tersanelerinde 4 milyon dolara mal etti.
Savarona Atlantik, Akdeniz ve Kuzey Afrika sularını geçti fakat Cadwallader onu yüksek dışalım vergisinden dolayı Amerika Birleşik Devletleri’ne sokamadı. Yatı satmaya karar verdi ve 1938 yılında Savarona Türk Hükümeti tarafından satın alındı.
Bu satış sırasındaki olaylar zinciri şaşırtıcıdır. 1938 yılında Kral VII. Edward İstanbul’u ziyaret etti ve o zamanki devlet yatı Ertuğrul’da Mustafa Kemal Atatürk’ün konuğu oldu. Bacadan dökülen kurum Majestelerinin beyaz pazenlerini öylesine kirletti ki Atatürk Ertuğrul’u hurdaya gönderdi ve yeni bir cumhurbaşkanlığı yatı araştırılması için emir verdi. Türk bayrağı Mart 1938’de Southampton’da Savarona’ya çekildi.
Yat, iki ay sonra bazı döşemeleri yenilendikten sonra Atatürk’ün ölümcül hasta olduğu sırada İstanbul’a geldi. Atatürk’ün Savarona’da geçirdiği altı hafta boyunca kabine toplantıları düzenlendi, Romanya Kralı Carol da dahil olmak üzere önemli konuklar, devlet başkanları ağırlandı. Atatürk, 10 Kasım 1938’de Dolmabahçe sarayında öldü.
Savarona, II. Dünya Savaşı sonrasında Türk Deniz Kuvvetleri’nin onu eğitim gemisi olarak kullanmasına kadar bir daha yelken açmadı. 1989 yılında Savarona’yı hurdaya çıkarma kararı alındı; ancak Kahraman Sadıkoğlu son dakika kararıyla yatı 49 yıllığına kiraladı ve Savarona’yı önceki görkeminden daha iyi bir hale kavuşturmak için çok çaba isteyen yeniden döşeme işine başladı. İçi Donald Starkey tarafından tasarlanan yatı yenilemek için 425 işçi yaklaşık üç yıl çalıştı. Savarona, bugün yolcusu olma ayrıcalığı kazananlara zarafeti ve lüksü yaşatarak bir kez daha dünya sularında seyretmektedir.
Buradaki tüm kaynaklar TURİZM BAKANLIĞI'nın resmi web sitesinden alıntıdır.
Adana - Atatürk Müzesi
Müze binası, Seyhan Caddesi üzerinde 19.yy. da yapılmış geleneksel Adana evlerindendir. İki katlı, çıkmalı, kırma çatılı, kâgir bir yapıdır. Bu özellikleri nedeniyle yapı Bakanlıkça "Korunması Gerekli Taşınmaz Kültür Varlığı" olarak tescil edilmiş ve koruma altına alınmıştır. 15 Mart 1923'te Atatürk eşi ile birlikte Adana'ya geldiğinde, Ramazanoğulları'ndan Suphi Paşa'ya ait olan bu binada ağırlanmışlardır. Bina Atatürk Bilim ve Kültür Müzesi Koruma ve Yaşatma Derneği'nce zamanın Kolordu Komutanı Bedrettin Demirel'in önderliği ve halkın yardımıyla kamulaştırılıp restorasyonu yapılmış ve 1981 yılında Müze Müdürlüğü'ne bağlı bir müze olarak hizmete açılmıştır.
Atatürk'ün Adana'ya gelişi her yılın 15 Martında resmî törenle bu binada kutlanmaktadır.
Alt Kat
Çalışma Odası: Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonraki yıllarda çıkan yerel gazetelerden Yeni Adana, Türk Sözü, Çukurova, Dirlik gazetelerinin yer aldığı bölümdür.
Kütüphane: Osmanlıca ve Türkçe (Latin harfleriyle) yazılı 2000'e yakın kitap vardır. Kitapların çoğu bağış yoluyla sağlamıştır.
Üst Kat
Sofa: Emekli subay Nevzat Duruak tarafından yapılmış olan Atatürk'ün mumdan heykeli yer almaktadır.
Yatak Odası: Pirinç karyola, sim işlemeli yatak, masa örtüsü, ayrıca Maraş işi iki koltuk ve elbise dolabı bulunmaktadır.
Çalışma Odası: Maraş işi koltuk, masa, sandalye, telefon, dolap ve Atatürk' ün portresi bulunmaktadır.
Basın Odası: Vitrin içerisinde Yeni Adana Gazetesi'nin ciltlenmiş Pozantı nüshaları ve çalışanlarının çerçeveli resimleri bulunmaktadır.
Mücahitler Odası: Gani Girici'nin ve bazı mücahitlerin portreleri, Gani Girici' ye ait madalya ve Atatürk'ün ölüm anına, 9:05'e ayarlanarak durdurulmuş bir saat bulunmaktadır.
Oturma Odası: Cevizden sandalye, nargile, madeni mangal, kilim ve halılar bulunmaktadır.
Hatay Odası: Atatürk Adana'ya geldiğinde, Ayşe Fıtnat hanımın başkanlığında bir grup Fransız işgalindeki Hatay'dan gelerek Atatürk' ün huzuruna çıkmış ve ona siyah gül hediye etmiştir. Buna karşılık, Atatürk de "Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde kalamaz." demiştir. Bu olayı anlatmak için mankenler konmuştur. Ayrıca ceviz oymalı sehpa, Türk bayrağı ve Hatay'dan gelen heyetin çeşitli boylarda fotoğrafları bulunmaktadır.
Silah Odası: Cins ve ebatları değişik tüfekler, tabancalar, paşa apoleti, Atatürk' ün doğduğu evin maketi, Anıtkabir'e Osmaniye'den giden taşın numunesi ve vitrin içerisinde çeşitli yıllara ait madeni paralar bulunmaktadır.
Yaver Odası: Atatürk'ün yaverinin kaldığı oda içerisinde pirinç karyola, sim ve gümüş işlemeli yatak örtüsü, ceviz kaplamalı elbise dolabı, madeni ibrik ve leğen bulunmaktadır.
Kuva-yi Milliye Odası: Atatürk, İsmet İnönü ve Kuva-yi Milliye döneminde emeği geçen ve Kuva-yi Milliye hareketini başlatanların büstleri bulunmaktadır. Atatürk Müzesi pazartesi günleri hariç diğer günler ziyarete açıktır. Türk öğrenci ve askerleri müzeyi ücretsiz olarak ziyaret etmektedirler.
Afyon - Dumlupınar Müzesi
Afyonkarahisar'ın 59 km. kuzeybatısında Dumlupınar İlçe merkezinde yer almaktadır. İnşaatına 1990 yılında başlanmış, 1996 yılının sonunda bitirilmiş olup 1997 Zafer Haftası içerisinde resmi açılışı yapılmıştır. Dumlupınar Abidesi peyzaj alanı içerisinde yer alan müze iki katlıdır
Afyon - Tarihi Milli Park Müdürlüğü Zafer Müzesi
Afyonkarahisar'ın, şehir merkezinde "Zafer Anıtı" ile Afyonkarahisar Kalesi'nin karşısında mutenâ bir mevkide yar alır. 1915-1920 Cumhuriyet öncesi Saitoğlu Mehmet Sait Efendi tarafından iki katlı olarak yaptırılmıştır. Bina genel hatları ile neo-klasik özellik taşımaktadır. Plan itibariyle de tipik Anadolu evleri tarzında (orta hayat denilen büyük bir sofa, yanlarında bu sofaya açılan odalar) olduğu görülür.
Şimdiki Belediye binasının yapıldığı 1930'lu yıllara kadar "Afyon Belediye Binası" olarak hizmete devam etmiştir. Daha sonra yeni Belediye binasının tamamlanması ile bina "Emniyet Müdürlüğü'ne" tahsis edilmiştir.
Bina, 1985 yılında Milli Emlak Müdürlüğü'nce "Zafer Müzesi" olmak üzere, Başkomutan Tarihi Milli Park Müdürlüğü'ne tahsis edilmiş, Müdürlüğümüz ise binayı 11.09.1986 tarihinde teslim almıştır.
1992 yılında Müdürlüğümüz bu binaya taşınmıştır. Dekorasyon ve düzenleme çalışmalarının devam ettiği bu binanın önemi, tüm ulusun ölüm-kalım mücadelesi verdiği bir döneme (1919-1922) ait olmasından, 27 Ağustos 1922'de Afyon Karahisar'ın düşman işgalinden kurtuluşunu müteakip, Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, Garp Cephesi Komutanı İsmet İnönü, Genel Kurmay Başkanı Fevzi Çakmak Paşa ve Garp Cephesi Hareket Şube Müdürü Tevfik Bıyıklıoğlu'nun bu tarihi binada kalmalarından ve burayı karargâh olarak kullanmalarından ileri gelmektedir.
Ankara - Alagöz Karargah Müzesi
Sakarya Savaşı'nda düşmanın Polatlı yakınlarına kadar ilerlemesi üzerine Batı Cephesi Komutanlığı, Ankara-Polatlı arasındaki Alagöz Köyü'nü Cephe Karargâhı olarak seçmiştir. Bu köyün halkından, Türkoğlu Ali Ağa'ya ait çiftlik evi karargâh olarak kullanılmıştır.
Sakarya Savaşı'nın bitiminde bina, sahipleri olan Ali Türkoğlu ve oğulları tarafından 1965 yılına kadar ev olarak kullanılmıştır. 1965 yılında varisleri tarafından Milli Eğitim Bakanlığı'na devredilmiştir. 1967 yılında, Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü'ne bağlı olan Anıtkabir Müze Müdürlüğü'ne devredilen binanın, restorasyonu yapılarak müze haline getirilmiştir.
10 Kasım 1968 tarihinde sadece üst katı tanzim edilerek teşhire açılmış, alt kat odaları ise 1983 yılında yapılan yeni bir düzenlemeyle teşhire açılmıştır.
Bina iki katlıdır ve, Giysi Odası, Kitaplık ve Hatıra Eşya Odası, Zabitan Yemek Odası, Mutfak, Muhabere Odası, Başkumandanlık Odası, Kurmay Heyeti Odası, Dinlenme Odası, Yaveler Odası, Atatürk'ün Yatak Odası, Atatürk'ün Yemek Odası ve Hizmet Eri Odası olmak üzere 12 odadan oluşmaktadır.
Ankara - Atatürk Kültür Merkezi Cumhuriyet Devri Müzesi
Müze 27 Aralık 1987 yılında hizmete girmiştir. Binanın giriş katında bulunan müzenin duvarları Kurtuluş Savaşı'nı, devrimleri, Atatürk'ün Cumhuriyet, bağımsızlık, gençlik, sanat konularındaki sözlerini kapsayan rölyeflerle kaplıdır. Rölyefler bölüm bölüm aydınlatılarak müzik ve ses eşliğinde "ses ve ışık"gösterileri yapılmaktadır. Bu gösteriler Türkçe, İngilizce, Almanca ve Fransızca olmak üzere 4 dilde hazırlanmış olup yaklaşık 15 dakika sürmektedir. Giriş katının altında ise Kurtuluş Savaşı, devrimler, kalkınan Türkiye ve kuruluşları, resim, obje, yazı, maket, slayt gibi araçlarla (445 adet) tanıtılmaya çalışılmaktadır. Bu katta ayrıca Türklerin Orta Asya'dan çıkıp Anadolu'da Kurtuluş Savaşı'nı müteakip bir devlet kurma ve Atatürk devrimlerini içeren 25 dakikalık bir multivizyon gösterisi izleyicilere sunulmaktadır.
Ankara - Etnoğrafya Müzesi
Etnografya Ankara’nın Namazgah adı ile anılan semtinde, Müslüman mezarlığı olan tepede kurulmuştur. Anılan tepe Vakıflar Genel Müdürlüğünce 15 Kasım 1925 tarihli Bakanlar Kurulu kararı gereğince, Milli Eğitim Bakanlığı'na müze yapılmak üzere bağışlanmıştır.
1924 yılına kadar Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’na katılan, milli kültüre önem veren devrimciler, Türklerin maddi ve manevi kültü mirasını içeren bir Etnografya Müzesi'nin kurulmasının gerekliliğine inanıyorlardı. Bu nedenle Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver, eski mesai arkadaşı Budapeşte Etnografya Müzesi şeflerinden Türkolog J. Meszaroş’un müzenin kuruluşu konusundaki görüşleri sorularak, kendisine hizmet teklif edildiği, Prof. Meszaroş’un bakanlığa sunduğu 29 Kasım 1924 tarihli raporundan anlaşılmaktadır. Böylece Halk Müzesi'nin kurulmasına hazırlık yapılmak üzere, 1924’te İstanbul’da Prof. Celal Esad (Arseven) başkanlığında, daha sonra 1925 yılında İstanbul Müzeler Müdürü Halil Ethem (Erdem) başkanlığında, eser toplamak ve satın almak üzere özel bir komisyon kurulmuştur. Satın alınan 1250 adet eser, 1927 yılında inşası tamamlanan müzede teşhir edilmiştir. Müze Müdürlüğü'ne de Hamit Zübeyr Koşay atanmıştır.
15 Nisan 1928 yılında müzeyi ziyaret eden Gazi Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) müze hakkında bilgi aldıktan sonra, Afgan Kralı Amanullah Han’ın Türkiye’yi ziyaretleri nedeniyle, müzenin açılmasına emir buyurmuşlardır. Müze 18.7.1930’da halka açılmış ve 1938 Kasım ayında Müzenin iç avlusu, geçici kabir olarak ayrılıncaya kadar açık kalmıştır. Atatürk'ün naaşı 1953'de Anıtkabir'e nakline değin burada kalmıştır. Bu kısım halen Atatürk’ün anısına hürmeten sembolik bir kabir şeklinde korunmaktadır, üzerinde beyaz mermere yazılmış şu kitabe bulunmaktadır.
“Burası 10.11.1938'de sonsuzluğa ulaşan Atatürk’ün 21.11.1938 den 10.11.1953 e kadar yattığı yerdir.”
15 yıl süreyle Etnografya Müzesi Anıtkabir görevini görmüştür. Devlet başkanlarının, elçilerin, yabancı heyetlerin ve halkın ziyaret yeri olmuştur. Bu süre içinde müzede çalışmalar sürdürülmüş 6-14.11.1956 tarihinde Uluslararası Müzeler Haftası nedeniyle gerekli değişiklikler yapılarak, tekrar halkın ziyaretine açılmıştır.
Binanın mimarı Arif Hikmet (Koyunoğlu) Cumhuriyetin ilk dönem mimarlarının en değerlilerindendir
Bina dikdörtgen planlı olup, tek kubbelidir. Yapının taş duvarları küfeki taşı ile kaplanmıştır. Alınlık kısmı mermer olup üzerleri oyma süslüdür.
Binaya 28 basamaklı bir merdivenle çıkılır. 4 sütunlu, üçlü bir giriş sistemi vardır. Kapıdan girilince kubbe altı holüne ve buradan da iç avlu denilen sütunlu kısma geçilir. Buranın ortasına mermer bir havuz yapılmış, çatı kısmı açık bırakılmıştır. Daha sonra bu iç avlu Atatürk'e geçici kabir olarak ayrıldığında, havuz bahçeye nakledilerek, çatısı kapatılmıştır. İç avlunun etrafında simetrik olarak büyüklü küçüklü salonlar yer almaktadır. İdare kısmı müzeye bitişik olup iki katlıdır.
Müze önünde at üstünde duran bronz Atatürk Heykeli 1927'de Milli Eğitim Bakanlığı tarafından İtalyan Sanatkarı P. Conanica'ya yaptırılmıştır.
Etnografya Müzesi, Türk Sanatının Selçuklu Devrinden zamanımıza kadar devam eden örneklerinin sergilendiği bir müzedir.
Anadolu’nun çeşitli yörelerinden derlenmiş halk giysileri, süs eşyaları, ayakkabı, takunya örnekleri, Sivas yöresi kadın ve erkek çorapları çeşitli keseler, oyalar, çevreler, uçkurlar, peşkirler, bohçalar, yatak örtüleri, gelin kıyafetleri, damat tıraş takımları eski geleneksel Türk sanatının birer temsilcileridir.
Türklere özgü teknik malzeme ve desenlerle kendi içinde halı dokuma merkezlerinden Uşak, Gördes, Bergama, Kula, Milas, Ladik, Karaman, Niğde, Kırşehir yörelerine ait halı ve kilim koleksiyonu vardır.
Anadolu Maden sanatının güzel örnekleri arasında XV.Yüzyıldan kalma Memlük kazanları, Osmanlı şerbet kazanları, güğüm leğen, sini, kahve tepsisi, sahanlar, taslar, mum makasları vb. çeşitli madeni eserler vardır.
Osmanlı Devri yayları, okları, çakmaklı tabancalar, tüfekler kılıç ve yatağanlar, Türk çini porselenleri ve Kütahya porselenleri, tasavvuf ve tarikat ile ilgili eşyalar, Türk yazı sanatının güzel örneklerinden levhalar bulunmaktadır.
Türk ağaç işçiliğinin en güzel örneklerinden, Selçuklu Sultanı III. Keyhüsrev'in tahtı (XIII. y.y.), Ahi Şerafettin Sandukası (XIV.y.y.), Nevşehir Ürgüp’ün Damsa Köyü Taşhur Paşa Camii mihrabı (XII. y.y.), Siirt Ulu Camii Mimberi (XII.y.y.) Merzifon Çelebi Sultan Medresesi Kapısı (XV.y.y.) müzemizin önemli eserlerindendir.
VII. Dönem T.B.M.M. üyesi Besim Atalay’ın müzeye armağan ettiği koleksiyonu çeşitli devirlere ait Türk sanat tarihlerini içermektedir.
Müzede özellikle Anadolu etnografya ve folkloru, sanat tarihi ile ilgili eserleri içeren bir ihtisas kütüphanesi bulunmaktadır.
Ankara - II. Türkiye Büyük Millet Meclisi Cumhuriyet Müzesi
1923 yılında mimar Vedat Tek (1873-1942) tarafından Cumhuriyet Halk Fırkası Mahfeli olarak tasarlanan ve inşa edilen bu bina işlevi değiştirilerek meclis olarak kullanılmıştır. Bodrum üzerine iki katlı olan bu yapının iç bölümleri, iki kat boyunca yükselen ortadaki meclis salonunun üç kenarına dizilmişlerdir. Girişten sonra enine uzanan, iki ucunda merdivenlerin yer aldığı geniş geçit, Selçuklu ve Osmanlı bezeme motiflerinin yer aldığı bir tavanla örtülmüştür. Benzer bir biçimde ele alınmış yerlerden birisi de büyük salondur. Yer yer localarla değerlendirilen bu salonun özellikle yıldız motiflerini içeren ahşap tavanı, sonradan düzenlenen taç kapı ve bazı noktalar dışında kemerler, saçaklar, yer yer çinilerin yer aldığı bölümler ile bu dönemin mimari özelliklerini yansıtmaktadır.
I. Türkiye Büyük Millet Meclisi binasının yetersiz olması ve gelişen Cumhuriyet Türkiye'si meclisinin ihtiyaçlarını karşılayamaması nedeni ile bina bir takım değişiklikler geçirmiş, sonra da II. Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak 18 Ekim 1924 tarihinde hizmete açılmıştır.
II. Türkiye Büyük Millet Meclisi 1924-1960 yılları arasında Atatürk ilke ve inkılâplarının gerçekleştirildiği; Cumhuriyetimiz'in gelişmesi için çok önemli çağdaş kararların alındığı; çağdaş yasaların çıkarıldığı uluslararası alanda Türkiye'nin etkinliğini ve saygınlığını artıran antlaşmaların yapıldığı; çok partili sisteme geçişin sağlandığı önemli bir yapıdır. Türk siyasi tarihinde önemli yeri olan II. Türkiye Büyük Millet Meclisi binası işlevini 27 Mayıs 1960 tarihine kadar 36 yıllık bir dönem boyunca sürdürmüştür. 1961 yılında meclisin yeni yapılan modern binasına taşınması üzerine bu bina Merkezi Antlaşma Teşkilatı'na (CENTO) tahsis edilmiştir. 1961-1979 yılları arasında CENTO Genel Merkezi olarak kullanılan bu bina CENTO'nun kaldırılması ile aynı yıl Kültür Bakanlığı'na devredilmiştir. Bu binanın ön kısmının Cumhuriyet Müzesi olarak düzenlenmesi, arka kısmının ise Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü'nün hizmet binası olarak kullanılması kararlaştırılmıştır. Müze kısmı onarım ve restorasyonlardan sonra düzenlenerek 30 Ekim 1981 tarihinde Cumhuriyet Müzesi olarak ziyarete açılmıştır. Bu düzeniyle 1985 yılına kadar hizmet vermiştir. Aynı yıl ziyarete kapatılarak, teşhir çalışmaları başlamıştır. Çalışmalar 1991 yılına kadar devam etmiş, Ocak 1992 yılında yeniden ziyarete açılmıştır. Müzede ilk üç Cumhurbaşkanı dönemini yansıtan olaylar, kendi sözleri, fotoğrafları, bazı özel eşyaları ile o dönemde mecliste alınan kararlar ve kanunlar sergilenmektedir.
Müzenin Bölümleri
Girişin Sağ Tarafındaki Birinci Oda
II. TBMM döneminde "Muhasebe Odası" olarak kullanılan oda bugünkü teşhirde "Atatürk İlkeleri Odası"dır. Burada yer alan ışıklı panolarda Atatürk'ün kendi sözleri ve fotoğrafları ile Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Devletçilik, Laiklik ve İnkılâpçılık ilkeleri anlatılmaktadır.
Girişin Sağ Tarafındaki İkinci Oda
II. TBMM döneminde "Mescit" olarak kullanılan oda, bugünkü teşhirde "Atatürk İnkılâpları Odası"dır. Buradaki ışıklı panolarda ve vitrinlerde, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, hukuk alanında düzenlemeler, giyim ve görünüm değişikliği, uluslararası takvim, saat, tartı ve ölçüler, yeni Türk Harfleri, Soyadı Kanunu, Büyük Nutuk, 10. Yıl Nutku, Türk Hava Kurumu, demiryolları, ekonomi ve sanayi ile ilgili Atatürk Devrimleri ve olayları, kanun teklifleri, kanunlar, gazete küpürleri, Atatürk'ün sözleri, fotoğraflar ve konu ile ilgili objeler sergilenmektedir.
Girişin Sağ Tarafındaki Üçüncü Oda
II. TBMM döneminde "Zabıt Kalemi" olarak kullanılan bu oda, bugünkü teşhirde "Atatürk Odası" dır. Buradaki panolarda ve vitrinlerde; Atatürk'ün imza ve el yazısı örnekleri tekke ve zaviyelerin kapatılışı, Türk Tarih ve Türk Dil kurumlarının kuruluşu, dış siyaset, Montrö Boğazlar Sözleşmesi, tarım, arkeoloji ve güzel sanatlar, Türk kadınına seçme ve seçilme hakkının verilmesi ve Atatürk'ün ölümü ile ilgili olaylar, kendi sözleri, fotoğraflar ile anlatılmakta ve Atatürk'ün bazı özel eşyaları sergilenmektedir.
Girişin Sol Tarafındaki Birinci Oda
II. TBMM döneminde "Kavanin Kalemi" (Kanunlar Kalemi) olarak kullanılan bu odada, III. Cumhurbaşkanımız Mahmut Celal Bayar'ın hayatı, 1950-1960 dönemi olayları; kendi sözleri, fotoğraflarıyla anlatılmaktadır. Celal Bayar'ın ailesi tarafından müzeye bağışlanan bazı özel eşyaları da sergilenmektedir.
Girişin Sol Tarafındaki İkinci Oda
II. TBMM döneminde "İdare Heyeti" olarak kullanılan bu odada, bugünkü teşhirde Cumhuriyet'in ilanından günümüze kadar tedavüle çıkan kağıt ve madeni paralar, pullar, hatıra paralar ve madalyalar sergilenmektedir.
Girişin Sol Tarafındaki Üçüncü Oda
II. TBMM döneminde "Evrak Kalemi" olarak kullanılan bu oda, bugünkü teşhirde II. Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü'nün hayatı, 1938-1950 dönemi olayları, kendi sözleri ve fotoğraflarıyla anlatılmaktadır. İsmet İnönü'nün ailesi tarafından müzeye bağışlanan bazı özel eşyaları da sergilenmektedir.
Meclis Toplantı Salonu
II. TBMM döneminde "Genel Kurul Salonu" olarak kullanılan bu salon, Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren gerçekleştirilen büyük atılımların karar merkezi olarak birçok konuşmalara sahne olmuş, tarihi değeri yüksek bir mekândır. Bu salonun ana giriş kapılarının ortasında "Riyaset Divanı" (Başkanlık Kürsüsü), sağ ve sol üst köşelerde Sefirler Locası, sol tarafta Cumhurbaşkanlığı Şeref Locası, salonun arka tarafında Dinleyiciler ve Basın Locası yer almaktadır. Bu salonda 1924-1960 yılları arasında milletvekili sayısı en fazla 610'a kadar yükselmiştir.
Günümüz müzeciliğine uygun teşhir düzenlemesinin sağlanabilmesi, teşhire eğitici bir rol verilerek hareketlilik kazandırılması amacıyla, toplantı salonunda Kurtuluş Savaşı'mızdan başlayarak devletimizin kuruluşunu belgeleriyle anlatan Türkiye Cumhuriyeti tarihinin önemli kaynaklarından biri olan Atatürk'ün "Nutuk" unun 15-20 Ekim 1927 tarihinde okunduğu doğal ortam, balmumu heykellerle canlandırılmaktadır. Canlı teşhiri desteklemek amacıyla da Büyük Nutuk'tan seçilen pasajlar Devlet Tiyatrosu sanatçıları tarafından seslendirilmiştir.
Büyük Nutuk (Söylev); siyaset ve askerlik tarihimizin en önemli kaynağı Türk hitabet (Güzel Söz Söyleme) sanatının erişilmesi güç, en güzel örneklerinden birisidir.
Nutuk Türk milletinin yeniden doğuşunun, Kurtuluş Savaşının ve Cumhuriyet'in ilk yıllarının (1919-1927) ayrıntılı ve belgelere dayalı geniş bir özeti ve yorumudur.
Nutuk'un felsefesinde ulus sevgisi, insanlığa saygı ve ahlak anlayışı önde gelir. Atatürk; "Ben 1919 yılı Mayısında Samsun'a çıktığım gün elimde hiçbir kuvvet yoktu, yalnız Türk ulusunun asaletinden doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevi bir kuvvet vardı. İşte ben bu ulusal kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım" demektedir.
1960 yılına kadar TBMM olarak kullanılan bu bina Kültür Bakanlığı'na devredildikten sonra müze olarak kullanılmaya başlanmıştır; Müzede teşhirin yanı sıra halkımıza ve özellikle genç nesle Kurtuluş Savaşımızı, Cumhuriyeti ve Atatürk'ü tanıtmak amacıyla muhtelif sergiler açılmakta, video gösterileri yapılmakta ve seri konferanslar düzenlenmektedir.
Müzenin İkinci Katı
II. TBMM döneminde Cumhurbaşkanı Odası, Cumhurbaşkanı'nın yerli ve yabancı devlet adamlarını kabul ettiği Cumhurbaşkanı Kabul Salonu, Cumhurbaşkanı Özel Kalem Odası, Başbakan ve Bakanlar Kurulu Odası, Meclis Başkanı Odası, Meclis Başkanı Özel Kalem Odası ve Komisyon Odası olarak kullanılmıştır. Ancak, bu odalar kullanım açısından ihtiyaca göre zaman zaman değiştirilmiştir.
Ankara - Kurtuluş Savaşı Müzesi (I. TBMM Binası)
Binanın Tarihçesi
Ankara Ulus meydanında bulunan I. Türkiye Büyük Millet Meclisi binasının inşaasına, 1915 yılında başlanmıştır. İlkin İttihat ve Terakki Cemiyeti kulüp binası olarak tasarlanmış binanın planı evkaf mimarı Salim Bey tarafından yapılmış, inşasına ise kolordunun askeri mimarı Hasip Bey nezaret etmiştir.
Türk mimari stilinde olan iki katlı binanın en belirgin özelliği duvarlarında Ankara taşı (ANDEZİT) kullanılmış olmasıdır.
Meclisin, 23 Nisan 1920'de bu binada toplanması kararlaştırıldığında henüz bitirilmemiş olan bina, milli bir heyecanın eseri olarak milletin katkısıyla tamamlanmıştır.
23 Nisan 1920 ile 15 Ekim 1924 tarihleri arasında I. Türkiye Büyük Millet Meclisi olarak kullanılan bina daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası Genel Merkezi ve Hukuk Mektebi olarak işlevini sürdürmüş, 1952 yılında Maarif Vekaletine devredilmiş, 1957 yılında ise müzeye dönüştürülmek üzere çalışmalara başlanmıştır. Bina 23 Nisan 1961'de "Türkiye Büyük Millet Meclisi Müzesi" adıyla halkın ziyaretine açılmıştır.
Atatürk'ün doğumunun 100. yılını kutlama programı çerçevesinde, 1981 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından restorasyon Ve teşhir-tanzim çalışmaları sonucu 23 Nisan 1981 tarihinde "Kurtuluş Savaşı Müzesi" adıyla yeniden ziyarete açılmıştır.
I. Türkiye Büyük Millet Meclisinin Açılışı
23 Nisan 1920'de Meclis etrafında binlerce kişi büyük bir kalabalık halinde Meclis' in açılışını beklemişlerdir. Gerekli törenlerden sonra Meclis 115 temsilci ile ilk toplantısını yapmıştır. Meclisin ilk açılış konuşmasını ise Meclis Başkalığı'na seçilen en yaşlı üye Sinop Mebusu Şerif Bey gerçekleştirmiştir.
"Saygıdeğer hazır bulunanlar;
Hilafet ve hükümet merkezinin geçici kaydıyla yabancı kuvvetler tarafından işgal edildiği, bağımsızlığın her bakımdan kısıtlandığı bilinmektedir. Bu vaziyette baş eğmek, milletimizin kendisine teklif edilen yabancı esaretini kabul etmesi demektir. Ancak tam bağımsızlık ile yaşamak kararlılığında olan ezelden beri hür ve bağımsız yaşayan milletimiz bu esaretini kesin ve kararlı bir biçimde reddetmiş ve derhal vekillerini toplamaya başlayarak yüce Meclisini vücuda getirmiştir. Bu yüce Meclisin reisi sıfatıyla ve Allah'ın yardımıyla milletimizin iç ve dış tam bağımsızlığı dahilinde, geleceğini bizzat düzenleyerek ve bütün dünyaya ilan ederek Millet Meclisini açıyorum."
Bu açılış konuşmasından sonra Ankara mebusu Mustafa Kemal söz alarak Meclisin hangi azalardan teşekkül edeceğine dair aşağıdaki açıklamayı yapmıştır.
"Yüce Meclisiniz bildiğiniz gibi olağanüstü yetkilere sahip olarak yeniden seçilmiş saygıdeğer milletvekilleriyle, taarruz ve işgale uğramış saltanat merkezinden canlarını kurtararak buraya gelen saygıdeğer milletvekillerinden oluşmuştur. Kaçıp gelebilecek milletvekilleriyle birlikte bir yüce Meclisin meydana getirilmesi ancak yeni uygulanan seçim tarzıyla söz konusu olmuştur. Bu anda Meclisiniz yasal olarak toplanmış bulunmaktadır."
24 Nisan 1920 günü Meclis ikinci toplantısını yapmış ve Mustafa Kemal oybirliğiyle Meclis Başkanlığına seçilmiştir.
Mustafa Kemal bu toplantıda uzun ve anlamlı bir konuşma yapmış,
"Artık yüce meclisin üzerinde bir güç yoktur" diyerek meclisin önemini vurgulamıştır.
Kurtuluş Savaşı, Gazi Mustafa Kemal'in başarılı yönetimi ve 1. Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde alınan kararlarla gerçekleştirilmiştir. Bu kararlar arasında 20 Ocak 1921'de ilk anayasanın kabulü, 12 Mart 1921'de İstiklal Marşı'nın kabulü, 1 Kasım 1922'de Saltanatın kaldırılması da vardır. Öte yandan 24 Temmuz 1923'te Lozan Barış Antlaşması, 13 Ekim 1923'te Ankara'nın Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti oluşu, 29 Ekim 1923'te Cumhuriyetin ilanı ile Gazi Mustafa Kemal'in Türk devletinin Cumhurbaşkanı seçilmesi yine bu Mecliste onaylanarak kabul edilmiştir.
Atatürk bir konuşmasında "Büyük Millet Meclisi,Türk Milletinin asırlar süren arayışlarının özü ve onun bizzat kendisini idare etmek şuurunun canlı bir timsalidir" diyerek Büyük Millet Meclisi'nin önemini vurgulamıştır.
Binanın Bölümleri
Koridor
Koridorun sol tarafında ve odalarda 1918-1923 yılları arasındaki olaylar, tarih sıralamasına göre yağlıboya tablo, fotoğraf, belge, bazı objeler, harp silah araç gereçleri ve modelleriyle anlatılmaktadır.
Koridorun sağ tarafında ve odalarda ise Meclis çalışmaları birinci ve ikinci dönem mebuslarına ait fotoğraf, yağlı boya tablo, belge, hatıra eşyaları ve bazı objeler sergilenmektedir.
Riyaset Divanı-Bakanlar Kurulu Odası
Girişte, koridorun solundaki ilk odadır. Burası icra vekilleri heyeti odası olarak kullanıldığı gibi,Riyaset Divanı odası olarak da kullanılmıştır. Burada Sivas Kongresi'nde kullanılan başkanlığa ait masa, ortada uzunca bir masa ile sandalyeler teşhir edilmekte, odanın duvarlarında ise Cumhuriyet'in ilanından sonraki ilk Bakanlar Kurulu üyelerinin fotoğrafları bulunmaktadır. Oda ilk hali korunarak teşhir edilmektedir.
Encümen Odası (Komisyon Odası)
Koridorun solundaki ikinci oda olup, mecliste çeşitli konuların komisyonlar tarafından incelendiği odadır. Odada Mondros Müterakesi'nden başlayarak Mustafa Kemal'in Samsun'a çıkışı, Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri ve Misak-ı Milli belge, fotoğraf ve bazı objelerle anlatılmaktadır. Odada sergilenen en önemli eser Erzurum Kongresi'nde kullanılan mühürdür.
Dinlenme Odası
Koridorun solundaki üçüncü odadır. Meclis kulisi olarak kullanılmıştır. Odada Mustafa Kemal'in Ankara'ya gelişini anlatan bir yağlı boya tablo yer almaktadır. Meclisin açılışı, Sevr ve Lozan anlaşmalarına göre Türkiye'nin durumu 1. ve 2. İnönü muharebeleri fotoğraf, belge ve haritalarla anlatılmaktadır. Ayrıca Kurtuluş Savaşı'nda kullanılan telefon santralı, bazı harp araç ve gereçleri Gümrü Antlaşması sırasında Kazım Karabekir Paşa'ya hediye edilen gümüş yemek takımı sergilenmektedir.
Şer'iye Encümeni Odası
Koridorun solundaki dördüncü odadır. Bu odada yasa tekliflerinin anayasaya uygunluğu görüşülürdü. Kurtuluş Savaşı'nın son aşaması olan Büyük Taarruz fotoğraf, belge ve haritalarla anlatılmaktadır. Odada Misak-ı Milli'yi temsil eden sembolleri taşıyan bir halı, istiklal madalyaları, Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Meclis balkonunda gösteren yağlıboya tablo sergilenmektedir.
İdare Odası
Koridorun solundaki beşinci oda Meclis idare odası olarak kullanılmıştır. Odada İstiklal Marşımız, Kurtuluş Savaşı'na katılan komutanların fotoğrafları, Mudanya Mütarekesi, Lozan Barış Antlaşmaları ile ilgili belgeler, Ankara'nın Başkent oluşu, Cumhuriyetin ilanı, Mustafa Kemal'in Cumhurbaşkanı seçildikten sonra meclisteki konuşması ve Cumhurbaşkanı iken çekilen fotoğrafı, Mustafa Kemal'e ait baston, mavzer mühürler ile Mustafa Kemal'in Kurtuluş Savaşı'nda kullandığı dürbün, üniforma örnekleri, 23 Nisan 1920'de meclis binasına asılan Recep Peker imzalı bayrak, Büyük Millet Meclisi'ne Hanımlar Esirgeme Derneği'nin hediye ettiği üzeri yazılı örtü sergilenmektedir.
İdare Odası
Koridorun sağındaki beşinci ve altıncı odalar meclisin idari odaları olarak kullanılmıştır. Bugün altıncı oda müze idare odası olarak kullanılmaktadır. Beşinci odada ise birinci ve ikinci dönem mebuslarına ait fotoğraflar, hüviyet vesikaları, TBMM tarafından mebuslara hediye edilen mavzerler, istiklal madalyaları, rozetler, belgeler ve özel hatıra eşyaları sergilenmektedir.
Meclis Toplantı Salonu
Koridorun sağında yer alan büyük salon toplantı salonudur. Burası ilk haliyle teşhir edilmektedir. Salonun ortasında Başkanlık ve Divan üyeleri kürsüsü, kürsünün arkasında eski yazıyla "Hakimiyet Milletindir" yazısı yer almaktadır. Kürsünün karşısındaki sıralar Bakanlar Kurulu, yanlardaki sıralar milletvekilleri, sağdaki balkon kordiplomatik, soldaki balkon dinleyiciler, balkon altları ise yerli ve yabancı basın temsilcileri yeri olarak kullanılmıştır.
Meclisin 23 Nisan 1920'de toplandığı bu salonda bulunan kürsü, Ankaralı bir marangoz tarafından yapılarak meclise hediye edilmiş, sıralar Ankara Öğretmen Okulu'nun uygulama sınıfından, iki petrol lambası ile sac sobalar civar kahvehanelerden, büro malzemeleri ise resmi dairelerden getirilerek, Ankara'da kurulmakta olan ve millet egemenliğine dayanan ilk meclis binasının temelleri milletle birlikte burada atılmıştır.
Mescit
Müze girişinin sağındaki ilk odadır. Sade bir görünümü olan bu odada seccade ve Kuran rahleleri teşhir edilmektedir.
Reis Odası (Meclis Başkanı Odası)
Sağdan ikinci oda olup Mustafa Kemal'in Meclisteki çalışma odasıdır. İlk hali korunarak teşhir edilmektedir. Sade bir görünümü olan bu odada çok önemli kararlar alınmıştır. Bu odada milli bayramlarda zaman zaman sergilenen Cumhurbaşkanlığı mührü müzenin en önemli ve en seçkin eserleridir.
Alt Kat
Müzenin alt katı bugün fotoğrafhane, eser depoları ve sergi salonu olarak kullanılmaktadır.
Ankara - Atatürk'ün Mekanı Müze Köşk
Ankara'nın Çankaya köyünde tahminen 1800'lü yılların sonlarında yapılan bir bağevinin inşa edilirken tarihe tanıklık edeceği, ülkenin kaderini değiştiren dünya çapında bir lidere konut olarak hizmet vereceği kimin aklına gelirdi?
Ankara'ya geldiği 27 Aralık 1919 tarihinden 1921 yılına kadar önce Ziraat Okulunda, TBMM Başkanlığına seçilmesinden sonra da İstasyondaki taş binada ikamet eden Atatürk, 1921 yılının Haziran ayında Çankaya'daki bağevine yerleşti. Bugün Müze Köşkü'nün girişinde, Atatürk'ün 56 yıllık ömründe en uzun süre ile yaşadığı ikametgâh olma özelliğini de taşıyan bina ile ilgili şu satırları görürüsünüz:
" Eski bir bağ evidir. Ankaralı Bulgurluzade Mehmet ve Rıfat Beyler tarafından satın alınmış olup, 1921 yılı başlarında Ankara Müftüsü Hoca Rıfat Börekçi'nin önderliğinde Ankara halkı adına Atatürk'e armağan edilmiştir. Atatürk tarafından ordu namına devir ve ferağ edilmesi üzerine 'Ordu Köşkü' adını alan bina, ilk haliyle alt kat holünde mermer bir havuzu bulunan iki katlı bir yapıdır. 1921 yılı Haziran ayı başlarında Atatürk Ankara Garı'nda ikamet etmekte olduğu konuttan bu Köşk'e küçük bir onarımdan sonra taşınmışlardır.
1924 yılında Mimar Mehmet Vedat Bey tarafından Köşk'e ilaveler yapılarak bugünkü şekline getirilmiştir.
Bu ilaveler ön taraftaki camekânlı giriş arkada ise uzunlamasına bir ofis ve mutfak, yan tarafında bulunan kuledir. 1932 Haziran ayına kadar Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Cumhurbaşkanlığı Köşkü olarak kullanılmış olan ve Cumhuriyet tarihinde çok önemli bir yer tutan bu yapı yeni köşke taşınıldığında tüm mefruşatı ile korunarak o günkü hali ile muhafaza edilmiştir."
Sonradan "köşk" haline getirilen ve büyük sarayların ihtişamından uzak, mütevazı, ancak zevkli ve rahat bir biçimde döşenen binanın methal taşlığına ayak bastığınız anda, kendinizi birden 1920'li yıllarda bulursunuz.
Tarihe yapılan bu ani yolculuğa beyniniz ve duygularınız uyum sağlamaya çalışırken, bedeniniz hole varmıştır bile. Ve o andan itibaren tarihi yaşamaya başlar, her eşyada, her köşede Atatürk'ün izlerini görür, hemen bir kapıdan çıkıverecek gibi bir beklentiye kapılarak o anı yaşama heyecanı ile tüm köşkü beyin kıvrımlarınıza yerleştirmeye başlarsınız. Giriş holünde, ortada duran bilardo masasının Atatürk'ün Köşk'te yaşadığı süre içinde üst katın sofasında bulunduğunu, ancak çok ağır olduğu için binada çökme yaratabileceği endişesi ile alt kata konulduğunu hemen belirtmek gerekir.
Holde tam karşıda yemek salonunun, sağda yeşil salonun kapıları, solda ise elçi kabul salonunun kapısı ile üst kata çıkan merdivenler Müze Köşk'ü tanıma isteğinizi anlamışçasına davetkârdır. Holde piyano ile altılı oturma grubu bulunur. Duvarlarda ise 2 adet tablo ile Atatürk'ün çeşitli tarihlerde çekilmiş 3 adet fotoğrafı asılıdır. Üç girişli holün ortada bulunan kapısı kapatılmıştır ve önünde bilardo dolabı bulunmaktadır. Bu kapıda asılı bulunan kilim perdelerin güzelliğini dikkatli gözler hemen yakalar. Geçen yıllar perdenin zarafetini hiç mi hiç etkilememiş gibi görünüyor.
Holün sol tarafındaki elçi kabul salonunda, Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa tarafından kendilerine hediye edilen ve Atatürk'ün çok sevdiği 3 koltuk, 1 kanepe, bir çalışma masası ve dolaptan oluşan sedef kakmalı bir takım ile sol tarafta ayrı bir çalışma masası bulunmaktadır.
Odaya girer girmez Atatürk'ün huzuruna çıkmışçasına bir duygu tüm benliğinizi sarıverir. Duvarlarda bulunan sedef kakmalı çerçevelerdeki bazı fotoğrafların yanı sıra çalışma masası üzerindeki bir fotoğraf insanı adeta içine çeker. Fotoğrafın üzerinde el yazısıyla yazılmış şu notu okursunuz:
"21.9.1935-İstanbul'dan Ankara'ya vagonda." Elçi kabul salonunun karşısında bulunan yeşil salon; oturma grupları, bazı fotoğraflar ve bir vitrin dolabın yer aldığı kabul ve oturma odasıdır. Yemek salonuna da bir kapısı bulunmaktadır.
Çankaya'da Atatürk'ün verdiği yemeklerle ilgili çeşitli anıları hemen hepimiz okumuş olduğumuz için midir, yemek salonuna girdiğiniz anda kendinizi erken gelmiş bir konuk gibi duyumsayabilirsiniz. Döneme özgü möblelerin yer aldığı salonda ilk göze çarpan şey, hole açılan kapının tam karşısında bulunan, bacası ve yan tarafları tahta oymalı şömine ile şöminenin her iki yanının üst kısmındaki ikişer adet vitray kaplı pencerelerdir. Yemek salonunda bir de dört kişilik kahvaltı masası ile yeşil salon giriş kapısının poker masası yer alır.
İki vitrin dolap, bir büfe, bir konsol, iki gramofon ve şömine ile kapı kenarlarında bulunan büyük çini vazolar salona uyumlu bir biçimde yerleştirilmiştir ve vitrinlerle büfede bulunan takımlar kullanıma hazır gibidir. Kanepenin önünde tam ortada büyük bir gümüş mangal bulunur.
Yemek salonuna holden açılan kapının üzerinde Hüseyin Avni Lifiş'in 1922 tarihini taşıyan tablosu, yeşil salondan açılan kapının üzerinde ise eski harflerle atılmış imzası olan ağlayan kadın tablosu gözünüze ilişecektir.
Cepheden sadece eşyaları dönen şehite yakılan ağıt kulaklarınızda çınlar. Salondan hole çıkınca hemen sağda bulunan merdivenler Atatürk'ün yaşamının özel anlarına uzanan bir yoldur.
Üst katta "sofa"ya açılan 6 kapı vardır. Birisi merdivenlerden sofaya girilen kapıdır. Bunun hemen solundaki kapı yatak odasına, sağdaki kapı istirahat odasına, ön cepheye bakan kapı balkona, tam karşıdaki kapı da kütüphaneye açılır. Sofanın ortasında oval bir masa (eskiden bilardo masasının bulunduğu yer), bir kanepe ile iki koltuk ve iki tane vitrin dolap bulunur. Balkon kapısının önünde büyük bir mangal vardır. Vitrinlerin birinde Atatürk'ün madalyaları ile 1931 milletvekilliği mazbatası, diğerinde de ilk Atatürk serisi pullar sergilenmektedir.
Merdiven sahanlığına açılan bir kapısı daha olan istirahat odası tek kişilik mütevazı bir yatak odasıdır. Bir divan yatak, bir koltuk, küçük bir yazı masası, bir gardrop ile iki puf yer alır. Duvarlarında bir duvar saati, bir tablo ile Atatürk'e ve Fethi Okyar'a ait birer fotoğrafın bulunduğu bu odayı Atatürk'ün çok sevdiği rivayet olunur.
İstirahat odasının karşısında bulunan iki kapı da kütüphaneye açılır. Sağ taraftan girdiğinizde çalışma masasında Atatürk'ün oturduğu hissine kapılabilirsiniz. Çünkü, Atatürk pek çok konu hakkındaki fikirlerini bu masanın başında oluşturmuştur. "Büyük Nutuk"u burada kaleme almıştır.
Kütüphanedeki kitaplar Atatürk'ün geniş ufkunu ve kültür yapısını nasıl oluşturduğunu gösteren önemli delillerdir. Kitaplarda aldığı küçük notları, işaretlediği bölümleri ve altını çizdiği satırları bulmak mümkündür.
Kütüphanenin devamı şeklinde döşenen ve bir kapı ile yatak odasına bağlanan arka kısmında yine kitaplıklar ve dört sandalyeli yuvarlak bir masa ile köşede okuma koltuğu ve abajurun bulunduğu bölümle kule odaya adım atarsınız. Koyu renklerin hakim olduğu kule odada yine bir çalışma masası ve koltuklar ile yerde Moskova Sefiri Muhtar Bey'in hediyesi bir ayı postu yer alır.
Adımlarınız artık sizi Köşk'ün görülecek en son bölümüne, insanların en özel mekânı sayılan yatak odasına ulaştırmıştır.
Yatak odası da Köşk'ün diğer bölümleri gibi son derece sade, ama zevkli bir şekilde döşenmiştir. Atatürk'ün yastığı ve yorganı, örtüsü ile birlikte yatağın üzerinde muhafaza edilmektedir. Yatağın kenarına bırakılan terlikleri her an sahibi gelip giyiverecek gibidir. Odadaki iki tuvalet masasından birisi banyo kapısının yanında durur. Üzerindeki tuvalet malzemelerinin Latife Hanım'a ait olduğu bilinir. Atatürk'ün 9 Ocak 1923 tarihinde başlayıp 5 Ağustos 1925 tarihinde sona eren evliliğine tanıklık eden Köşk'te Latife Hanım'a dair tek iz de, bu tuvalet malzemeleridir.
Yatak odasında, gardırop, bir koltuk, iki sandalyeli küçük, yuvarlak bir masa dışında dikkat çeken bir başka şey de, şöminenin üzerindeki Zübeyde Hanım'ın gençlik resmidir. Yatak odasından geçilen banyonun dönemin en iyi malzemeleri ile yapıldığı görülür. Gömme küvetin yanında merdiven sahanlığına açılan bir kapı bulunur. Atatürk'ün mekânındaki gezintiniz banyo dairesi ile sona erer. Merdivenlerden inip Köşk'ün dışına çıktığınız zaman karşılaştığınız ana döndürür ve gözleriniz Atatürk'ün "en büyük eserim" dediği Cumhuriyet'in modern başkenti Ankara ile buluşur.
Ankara - Atatürk Evi
Bilindiği gibi Atatürk'ün doğduğu ve çocukluk yıllarını geçirdiği Selanik'teki baba evi Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu'nun dağılması yüzünden vatan toprakları dışında kalmıştır. Lozan müzakereleri esnasında Atatürk'ün Selanik'i ana vatan sınırları içerisine dahil etme arzusu gerçekleştirilememiş ve Atatürk bundan büyük üzüntü duymuştur.
Devletimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk'ün 100. doğum yıldönümü dolayısıyla bütün yurt sathında girişilen kutlama çalışmaları esnasında, Ankara Ticaret Odası Yönetim Kurulu'nun 6 Kasım 1980 tarihinde yaptığı toplantıda, zamanın Yönetim Kurulu Başkanı Ö. Galip Gençoğlu'nun "Atatürk"ün Selanik'te doğduğu, çocukluk ve gençlik yıllarının geçtiği, memleketin hür bir idari rejime kavuşması için kader arkadaşlarıyla birlikte çalıştığı tarihi evin aynı ölçüler içindeki bir benzerinin Ankara'da yaptırılmasına" dair önerisi, Başbakan Vekilleri Cemal Sümer ve Polat Öğün ile Yönetim kurulu üyeleri Muin Ekşi, İrfan Bozer, Sabahattin Parla, Ekrem Ekinci, Yaşar Eraydın, Turhan Yalçın, Yakup Köseoğlu, Halil Yılancıoğlu ve Genel Sekreter Mehmet Aydın tarafından büyük bir heyecan ve coşkuyla karşılanmış, bu husustaki Yönetim Kurulu teklifinin Oda meclisince aynı şevk ve heyecanla tasvip edilmesi üzerine keyfiyet 100. Yıl Kutlama Koordinasyon Kurulu Başkanlığı'na arz edilerek gerekli izin alınmış ve konuya ilişkin her türlü formaliteler tamamlanarak derhal faaliyete geçilmiştir.
Galip Gençoğlu Başkanlığı'ndaki Yönetim Kurulu'ndan sonra görev başına gelen Necdet Esen başkanlığında başkan vekilleri Süleyman Akyol, Ahmet Çavuşoğlu ve Üyeler Sabahattin Parla, Abdurrahim Gümüş, Turan Kurdoğlu, Ali Bitirim, Teoman Keskin, Erol Onar, Turgut Ergün ve İlhami Tuncay'dan oluşan Yönetim Kurulu Atatürk Evi'nin yapımı çalışmalarına aynı şevk ve hassasiyetle devam etmiş ve Atamızın çok sevdiği ve kendilerinin kurduğu Atatürk Orman Çiftliği'nde tahsis edilen bir arazi üzerinde 19 Mayıs 1981 günü saat 17.00'de Başbakan Bülend Ulusu tarafından evin temeli atılmıştır.
Ankara Ticaret Odası'nın girişimiyle ve önderliğinde Nurol İnşaat Kollektif Şirketi tarafından gerçekleştirilen bu değerli eser 10 Kasım 1981 tarihinde Sayın Devlet Başkanımız Orgeneral Kenan Evren tarafından açılmıştır.
Atatürk Odası
Oda 3.86 x 2.82 metre ebadında Berkofça kilimi ile döşenmiştir. Kilim al zemin üzerine beyaz, yeşil ve siyah çiçek motiflerini ihtiva etmektedir. Oda girişinin tam sağındaki duvar boyunca, tavan köşesinden döşemeye inmek üzere 4.40 x 2.15 metre ebadında ağaçtan yapılmış mermer boyalı bir kaide üzerine Atatürk'ün 0.90 boyunda tunçtan bir büstü konmuştur.
Büstün solunda üstü mavi çuhalı küçük bir yazı masası ile evi ziyaret edenlerin intibalarını yazmaları için bu masa üzerine bir defter konmuştur.
Odanın ortasında kaideli bir Selanik mangalı, duvarlar boyunca da karşılıklı olmak üzere eski stil hazeran sandalye mevcuttur. Pencerelerin perdeleri iki kısımdır. Birinci kısmı uçları dantelli patiska perdeler; ikinci kısmı, bez zemin üzerine bej renginde çiçek ve vazo motifli bantları kırmızı atlastan kumaş perdeler oluşturmaktadır. Yastık kılıfları ile sedir örtüsü aynı renkte kumaştan olup, üzerlerine kenarları dantelli patiska kılıflar ve örtüler konmuştur.
Odanın dekorunu, tavana çengel ile asılı pirinçten beyaz abajurlu bir gaz lambası tamamlamaktadır.
Müze Odası
Kapısı sofaya açılan Atatürk'ün şahsi fotoğraf, vesika ve belgelerini ihtiva eden müzenin görünümü şöyledir:
Ziyaretçilerin dikkatini söz konusu eşyalara yöneltmek için odanın döşemesi tefriş edilmeyerek boş bırakılmış ve pencerelere ise sadece patiska perdeler konmuştur.
Odada vitrin ile bir kitap etajeri ve fotoğraflar vardır. Vitrinlerin ihtiva ettiği eşya şu şekilde tasnif edilmiştir:
Birinci Vitrin: Gri renkte takım boy elbisesi, kasket ve spor gömlek.
İkinci Vitrin: Frank takım elbise, siyah ve beyaz yelek, eldiven, silindir şapka.
Üçüncü Vitrin: Siyah pardesü, robdöşambr, ayakkabı.
Dördüncü Vitrin: Müşirlik kasketi, kaşkol, kravat, kartvizit kutusu, sigara tablası, iki adet tesbih, masa zili, kahve fincanı, baston ve kırbaç.
Atatürk Evinin İç Durumu
Evin Bölümleri
Birinci Kat: (Taşlık, Kiler ve Hizmetçiler Odası)
Sokak kapısından taşlığa girilmektedir. Taşlık matla taşlarından yapılmış olduğu için zemin döşenmiştir. Bahçeye açılan kapının sağına gelen duvara bir gaz lambası ve lavabonun önüne bir ibrik ile leğen konulmuştur. Bundan başka duvarlara, eşyalara dokunulmaması ve sigara içilmemesi için Türkçe ve Yunanca yazılı iki levha monte edilmiştir.
Kiler: Kapının sonuna gelen duvar boyunca zahire sandığı, elek ve kalbur, çömlekler, et kütüğü, nacak, balta ve küp konmuştur. Kapının karşısına gelen duvar boyunca ise, tekne, ekmek kabı, tepsi, sini, tava ve kapının duvar boyunca da kazan, bakraçlar ve daha bazı ufak tefek eşya yer almaktadır.
Hizmetçi Odası: Odanın zemini üzerine hasır konmuştur. Kapının tam karşısına düşen pencereyi duvar boyunca bir ot minder kaplamaktadır ve üzerinde sarı renkte bir pösteki vardır. Kapının solunda yer alan duvar boyunca 2.30 x 0.80 ebadında bir sedir bulunmaktadır. Sedir ve yastık örtüleri koyu renkte ve çiçekli bir kumaştan yapılmıştır. Kapının sağına gelen duvar kenarına 0.98 x 0.50 metre ebadında iki eşya sandığı ve bunun üzerine bir döşek, bir yorgan, bir boz renkli battaniye katlanıp konmuştur. Oda pencerelerinden birisinin genişliğine bir su testisi ile mavi renkte bir su maşrapası; bir diğerinin genişliğine ise bir renkli fener konmuştur.
İkinci Kat: (Sofa, Mutfak, Oturma Odası ve Misafir Odası)
Sofa: 4.35 x 3.90 metre genişliğinde Şarköy kilimi ile döşelidir. Kilimin kumaşı zemin üzerine siyah ve beyaz, bej, kahverengi, yeşil, kırmızı, gri renklerle testere ucu gibi işlenmiş tırtıllı göbeği vardır. Diğer kısımlarda da stilize şekiller bulunmaktadır. Sofanın sokağa ve bahçeye bakan pencerelerinde önce patiska perdeler, bu perdelerin üzerinde de, al zemin üzerine sarı yapraklı ve yer yer mavi çiçekli ipek kumaştan bir perde vardır. Perdelerin üstü ve yanları kadifeli bir farbala ile çevrelenmiştir. Sedir ve yastıklar, perdeyle aynı rengi taşıyan örtü kılıfları ile örtülmüştür. Bunların üzerine kenarları dantelli patiska örtüler konmuştur. Sofanın ortasında maun ağacından eski stil, yuvarlak ve orta yükseklikte siyah renkli bir orta masası ve masanın üstünde de Rumeli stili işlemeli kenarları çiçek motifleri ile süslü bir örtü bulunmaktadır. Merdivenleri çıktıktan sonra, görülen duvarda, iki parçadan ibaret bir dolap mevcuttur. Ajur kaplamadan aynalı ve sarı renkte, iki kanatlı, üç çekmeceli ve iki kapaklı olan bu dolap sofanın tavan, döşeme ve kapılarıyla aynı renktedir.
Duvar boyunca hezaran sandalyeler dizilmiştir. Tavanın ortasında, çengele asılı, beyaz abajurlu eski stil gösterişli bir gaz lambası asılmıştır.
Mutfak: Raflara yerleştirilmiş olan eşyalar arasında bakırdan, kalaylı tencere ve tabaklar da bulunmaktadır.
Oturma ve Yatak Odası: Sofaya açılan ve mutfağa bitişik bulunan Atatürk'ün annesinin oturma ve yatak odası basit bir şekilde döşenmiştir. Yerde 3.30 x 3.35 metrelik kullanılmış, sofa için tasvir edilmiş olan kilimin rengine ve motiflerine benzer bir kilim mevcuttur. Kapıdan girilince sağda, sokağa bakan üç pencere önünde Rumeli stili bir sedir, sol taraftaki duvar boyunca iki kişilik eski stil pirinçten bir karyola vardır. Karyolanın yatağı üzerinde kırmızı renkte bir örtü mevcuttur. Karyolanın baş ucunda duvara raptedilmiş Kuran-ı Kerim kesesi ile bunun yanında dini yazı ihtiva eden bir levha vardır. Karyolanın baş tarafı ile sedir arasında iki yer minderi, bunların önünde de bir Selanik mangalı mevcuttur. Karyolanın ayak ucunda ise üzeri mavi renkte, kenarları çiçek işlemeli bir örtü ile örtülmüş bir eşya sandığı bulunmaktadır. Odanın pencereleri boyunca patiska perdeleri üzerinden aşağıya yeşil ve bej renkli, ince yeşil dallı motifli kumaştan perdeler inmektedir.
Sedir örtüleri ile, yastık örtüleri aynı kumaştan yapılmıştır. Patiska perde ile yastık kenarlarının patiska sedir örtülerinin dantelaları saat motiflidir. Kapının sağına gelen duvara dini bir levha ve Atatürk'ün beyzî bıyıklı bir fotoğrafı asılmıştır.
Misafir Odası: Kapısı sofaya açılan misafir odası, 3 x 2.50 metre ebadında Şarköy kilimi ile döşenmiştir. Kilim kırmızı zemin üzerine yeşil, siyah, beyaz renkli motifleri ihtiva etmektedir. Odanın ortasında kaide üzerine oturtulmuş, kapaklı pirinçten büyük bir mangal vardır. Odanın sağ duvarı boyunca, odanın tavanı, kapıları ve döşemesi ile aynı renkte beş çekmeceli bir konsol mevcuttur. Konsolun üstünde, kenarları yaldızlı eski stil büyük bir ayna bulunmaktadır.
Hem aynanın önünde hem de konsolun üstünde iki mavi renkli, abajurlu karpuz lamba bulunmaktadır; bu iki lambanın arasında renkli bir tabak içinde renkli sürahi ve bardak mevcuttur.
Kapının tam karşısına gelen duvar boyunca, Üsküdar çatması, bez üzerine mor renkli, kumaşla kaplı bir kanepeyle bu kanepenin sağında ve solunda, aynı kaliteden kumaşla kaplı altı büyük kumaş vardır. Yine kanepenin sağında ve solunda olmak üzere eski stil küçük sehpa mevcuttur. Kanepenin sağına gelen iki duvarın bitişiğine küçük bir duvar rafı konmuştur. Rafın üç gözünde de birer vazo vardır.
Masaların, sehpaların üzerlerine ve rafların gözlerine Rumeli işi, kenarları çiçekli çevreler konmuştur. Tavanın ortasında çengel ile asılı bir tavan lambası odanın dekorunu tamamlamaktadır.
Üçüncü Kat: (Sofa, Atatürk Odası, Müze Odası)
Sofa: 3.40 x 3.50 metre ebadında bir Şarköy kilimi ile döşenmiştir. Sofanın tam ortasında beyzî üstünde Rumeli işi bir yağlıkla saksı bulunan bir masası vardır.
Merdivenin tam karşısındaki duvar boyunca, üstü mermer, kenarları, ayakları yaldızlı küçük bir duvar konsolu vardır. Konsolun örtüsü, Rumeli işlemeli bir yağlıktan ibarettir. Konsolun üzerinde yine kenarları yaldızlı bir ayna bulunmaktadır. Aynanın önünde beyaz abajurlu pirinçten bir petrol lambası bulunmaktadır.
Sofanın gusülhane kapısı önünde ibrik ve leğen vardır. Yine sofanın bahçeye bakan duvarının bir kenarında bir eşya sandığı vardır, duvar kenarlarına da hazeran sandalyeler dizilmiştir.
Sofanın sokağa bakan pencereleri önünde Rumeli stili bir sedir vardır. Sofanın patiska perdeleri üzerine kabartma, şarap renkli ve çiçek motifli kumaştan perdeler ve perdelerin üst kısımlarını kaplayan ve yanlara sarkan aynı renkte saçak, farbelalar konmuştur. Sedir örtüleri ile yastık kılıfları da aynı renktedir. Bunların üzerlerinde kenarlı dantelalı örtüler bulunmaktadır
Antalya - Alanya Atatürk Evi Müzesi
18 Şubat 1935 yılında Alanya'ya gelen Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu, Ulu Önder Atatürk'ün Alanya'yı ziyareti sırasında bir süre kalıp dinlendiği ev, sahibi Tevfik Azakoğlu tarafından Kültür Bakanlığı'na hibe edilmiş ve 1987 yılında da restore edilip döşenerek "Atatürk Evi ve Müzesi" olarak ziyarete açılmıştır. Müzenin birinci kat odalarında Atatürk'ün kişisel eşyaları, fotoğraflar, Atatürk'ün Alanyalılara yazmış olduğu bir telgraf ve diğer tarihli belgeler sergilenmekte, ikinci kattaki diğer odalarda ise tipik bir Alanya evi tüm elemanları ile canlandırılmakta, çevreye özgü etnografik eşyalardan örnekler sergilenmektedir.
Antalya - Atatürk Müzesi
1930 yılı Mart ayının başlarında Atatürk İzmir'deydi. Havalar soğuk gidiyordu. Antalya'nın ılık ikliminde bir hafta dinlenmeyi düşündü. 5 Mart 1930 günü, karayolu ile, İzmir'den Antalya'ya hareket etti. Isparta, Burdur derken, 6 Mart 1930 günü öğleden sonra, Antalya'ya geldi. Kepez'den şehre kadar halk, yolun iki yanını doldurmuştu. Saat tam 16. 00 da Tophane Meydanına gelen Atatürk'e armağan etmişlerdi. Köşkün önü mahşerdi. Atatürk, kısa bir süre Köşk'te dinlendikten sonra balkona çıktı. Halk çılgınca alkışlıyordu. Atatürk, burada kısa bir konuşma yaparak Antalyalılara teşekkür etti. O akşam Türk Ocağındaki toplantıya katılarak gençlerle memleket sorunları üzerine görüştü. Gece yarısına doğru Köşküne çekildi.
Atatürk, Antalya'da 12 Mart 1930 sabahına kadar tam bir hafta kalmıştı. Bu süre içinde Antalya'da geziler yaptı. Müzeleri, eski eserleri gezdi. Narenciye bahçelerinde üreticilerle görüştü. Dinlendi. 12 Mart 1930 sabahı saat 10 da arkadaşlarıyla birlikte Ankara'ya döndü.
Atatürk, Antalya'ya 10 Şubat 1931 günü öğleye doğru tekrar gelmişse de o gün Antalya'da kalmamış, İzmir'den beri kıyıları tarayarak gelen Ege'de o gün Antalya'da kalmamış, İzmir'den beri kıyıları tarayarak gelen Eğe Vapuru ile Silifke'ye geçmişti. Atatürk'ün, Antalya'ya üçüncü ve son gelişi, 1935 yılı Şubat ayına rastlar. Atatürk 16 Şubat 1935'te Ege Vapuru ile İzmir'den hareket etmiş, 18 Şubat 1935 Pazartesi günü saat 13. 30'da Antalya iskelesine çıkmıştı. Yanında kız kardeşi Makbule Atadan, Nebile Hanım, Prof. Afet İnan, Fahrettin Altay, Nuri Conker, Cevat Abbas Gürer, yaverler ve başkaları vardır. İskeleden faytonlarla doğruca Köşküne gelen Atatürk, burada akşama kadar dinlendi. Akşam Erenkuş'a oradan tekrar köşke geldiler. Geceyi Köşkte geçiren Atatürk, ertesi günü gece saat 22. 30 da Ege Vapuru ile Taşucuna hareket etti.
Antalyalıların Atatürk'e hediye ettikleri Atatürk Köşkü, iki katlı, üzeri kiremit çatı, taş bir yapıdır. Girişinde uzun bir hol, holün sağında bir salon, bir oda, banyo ve mutfak, solonda da iki oda ve üst kata çıkan merdiveni vardır. Üst katta ise, holden ayrı olarak birisi balkonlu olmak üzere yedi odası vardır. Atatürk merdivenin karşısındaki odada yatmıştır.
Atatürk'ün ölümünden sonra, Antalya Atatürk Köşkü, Özel İdareye geçmiş, 1939 da Akşam Kız Sanat Okulu ve Kız Enstitüsü binası olara kullanılmıştı. 1952 yılında Tarım Bakanlığına devredilen Köşk, son yıllara kadar Teknik Ziraat Müdürlüğünün büroları olarak kullanılmıştır. 1980 yılından sonra Kültür Bakanlığına devredilin Köşk, onarılmış, Atatürk Müzesi olarak ziyade açılmıştır.