TASAVVUFÎ TERİMLER (C)
 ..:: 2 ::..
 
   CEB: Hayaları dip kısmından keserek hadım etme anlamında Arapça bir  kelime. Son derece az da olsa, bazı tasavvuf erbabının kendilerini, nefs  tehlikesinden emin olmak üzere, iğdiş etme hatasına düştüğü kaydedilir.  Bu, İslâm'ın ruhuna tamamen aykırıdır. İslam'da nefsin öldürülmesi  değil, terbiye edilmesi esastır. Öldürme ile terbiye arasında önemli  fark vardır. Terbiye'de "öldürme" olayı söz konusu değildir. Gemleme,  istenilen biçime sokma, iyiye yönelişe devam etme, nefis terbiyesinin  ana özelliğidir. Nefsin, İslâm'a aykırı davranışlara temayül etmesi söz  konusu olduğunda durdurulması, onun terbiyesinin göstergesidir.
 
   CEBELİYYE: Ebû Ca'lâ Ya'lâ (Ö. 502/1108) tarafından kurulmuş bir tasavvuf okulu.
 
   CEBERTİYYE: Ekberiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Rifaiyye'nin  de aynı adlı bir şubesi vardır. Bu kolun kurucusu: Şerefu'd-Dîn  Abdü'l-Ma'ruf ismail b. İbrahim  Abdü'ş-Şemsi'l-Cebertiyyi'l-Kureyşiyyi'l-Haşimiyyi'l-Yemeniyyi'z-Zebîdî  (Ö. 806/1 403)'dir. Bu tarikat, Ekberiyye'nin Yemen kolunu teşkil eder.
 
   CEBERUT: Arapça, ululuk, kudret, icbar, zorlama, Allah'ın yüce  kudreti gibi manaları ihtiva eder. İlâhî kudret ve azamet âlemi, varlık  mertebelerinden ikincisi. Sûfîye imamları, üç çeşit âlem olduğunu  söyler. Bunlardan birincisi latîf meleklerin yaşamakta olduğu, latîf  melekût âlemi. İkincisi süflî âlem de denilen yeryüzü âlemi. Bu, dünya  ve insanın bulunduğu âlemdir. Âlemler arasında derecesi en düşük olanı,  budur. İşte bu iki âlem arasında bir üçüncüsü daha vardır ki, adı Berzah  âlemi olarak nitelenen Ceberut âlemidir. Ceberut âlemi, maddî âlemin  üstünde, Melekût âleminin altında yer alır. Hz. Ali'den gelen bir  haberde "Ceberut âlemi, en büyük âlemdir". Bu âlemde nurânî akıllar,  temiz melekî nefisler bulunur. Bu âlem, cisimler âlemine ile melekler  âlemi arasında bir engel şeklinde olup, melekût âlemine yönelen  yükselişlere mani teşkil eder. Zira bu âlemde, gayb âlemine ulaşmayı  arzu eden nefisler üzerinde cebr, zorlama, kahır gibi güç uygulamaları  söz konusudur. Bu güç, toprağın altından arşa kadar, her yeri  kaplamıştır. Kul, bu ceberut âlemine girdiğinde Hakk'ın ihtiyarına  kahren ve cebren uymak zorunda kalır. Yani burada mecburî bir durum  vardır, kulun ihtiyarı geçerli değildir. Kulun bu âleme karşı çıkışı  imkansızdır. Ebû Tâlib el-Mekkî'ye göre bu, azamet âlemidir. Filozoflar,  bu âlemin, Eflatun'daki idealar âlemine tekabül ettiğini söylerler.
 
   CEBR: Arapça'da kahraman, yiğit, kırığı düzeltme, kibirlilik, melik,  kul, kahr, zorlama, anlamlarına gelen bir kelime. Tasavvufî olarak  ceberut âlemine denir. Salikin ifadesi mülk ve melekût âleminde geçerli  iken, bu durum ceberut âleminde söz konusu değildir. Salik bu âlemde  sadece Allah'ın istediğini ister.
 
   CEBRAİL CİBRÎL: Dört büyük melekten birinin adı, vahiy meleği, Allah  tarafından peygamberlere vahiy ve emir götürmekle vazifelendirilmiş  melek. Tasavvuf terminolojisinde, akıl ve akl-ı Muhammedi'yi ifade eder.
 
   CEBR-İ MAHMUD: Tatlı cebr anlamında bir terkib. Aşığın kendi  isteğiyle sevgilisinin arzusunun dışına çıkmaması. Ayaz, kendisini  efendisi Sultan Mahmud'a seve seve itaate mecbur etmişti. İşte bu  gönüllü zorlamaya Cebr-i Mahmud derler.
 
   CEFÂ: Arapça. Eziyet etmek demektir. Tasavvufta ise, dervişin kalbini  Allah'tan gaflette bırakmasıdır. Yani, kulun Allah tefekküründen uzak  oluş halidir.
 
   CEFFÂR: Arapça. Cifirle uğraşmayı meslek edinmiş kişi. Bilindiği gibi  simya, sayı ve harflerle geleceği bilmeye ve ilm-i hurufa cifr denir.  Gaybdan haber verme iddiasında bulunan, cifirle uğraşan kişiler için  ceffâr denildiği gibi, cifrî ifadesi de kullanılırdı.
 
   CEHRİYYE: Yemen'de yaygınlık kazanmış bir tasavvuf mektebi.
 
   CEHRİYYE: Zikri, dil ile açıktan çeken tarikatlara verilen genel  isim. Zikr-i erre (bıçkı zikri) denilen türü ile birlikte, bu zikir,  Kadiriyye, Rifâiyye ve Yeseviyye geleneğinde yaygın ve etkin biçimde  kullanılır.
   CEHRÎ ZİKR: Açıktan sesli olarak yapılan zikir uygulaması.
 
   CELÂL: Arapça. Ululuk, büyüklük, azamet. Bir şeyin celîl olması, onun  büyümesidir. "Merhamet gözünde büyüdü", ifadesi, bu kabildendir.  Allah'ın Celâli ise, O'nun ululuğudur. Kuşeyrî'ye göre, Celîl, yücelik  ve ululukla ilgili sıfatlara hak kazanan demektir. Celâl, kahr  sıfatıdır. Selbî sıfatlara da ıtlak olunur. Meselâ, Allah'ın cism,  cismânî, cevher ve araz olmaması gibi. İşte Allah'ın, bunlar ve  benzerleri noksan sıfatlardan yüce olması, Celâl'in manaları içinde yer  alır. Abdülkerim Cîlî, Allah'ın sıfat ve isimlerinde ortaya çıkması  suretiyle olan zâtından ibarettir, der. Bu icmal (özet) olanıdır. Tafsil  üzere olan celâl ise, şeref, azamet, övme ve kibriya sıfatından  ibarettir. Cenab-ı Allah'ın lütuf ile tecellîsine "Cemal" dendiği gibi,  bunun mukabili olarak kahr ile tecellîsine de "Celâl" denir. Celâl  kelimesi bir insan için kullanıldığında, bir tür öfke manası taşır:  "Mehmet celâllî bir zat idi, Allah ona rahmet etsin!". Bu cümledeki  celalli kelimesi gazab ve öfkeliliği bildirir. Mutasavvıflara göre,  "mutlak ve vahdet" olmadıkça, celâline nüfuzunun imkanı yoktur. Vahdet-i  Mutlaka'da bütün esma ve sıfat, nisbetler ve itibârlar, "tevhîd,  izafetlerin düşürülmesidir" gereğince mahvolacağı cihetle, "Hakk'ı  Hak'tan başkası göremez" denmiştir. Celâl, Allah'ın mânevi kahrına da  denir ki, bu şekilde "gayriyyet"i ortadan kaldıracağı için celâl,  cemâlin aynıdır. Mehmed Akif Ersoy bu hususta şunları söyler:
      Her an ediyorsun bizi makhûr-i Celâlin
      Kurban olayım yok mu tecellî-i Cemâlin.
   Celâlin ortaya çıkışı, mahv ve gaybeti gerektirir. Cemalin ortaya  çıkışı da, sahv ve kurbü icâbettirir. Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî,  Celâl sahibinin ceberut sıfatlarından biriyle muttasıf olduğu ve  Allah'ın da bu sıfat ile sıfatlandığı kanaatindedir. Celâl sahibi, yine  ona göre, kahr ve galebe sahibidir.
 
   CELÂLİYYE: Buhâriyye-i Sühreverdiyye'nin bir koludur. Mahmûd-ı Cenâniyân (Ö. 785/1383) tarafından kurulmuştur.
 
   CELÎSÜ'L-HAK: Arapça, Hak ile oturan demektir. İhsan derecesine  ulaşan sufî, kendisini sürekli olarak Allah'ın huzurunda hisseder;  davranışlarını ona göre düzenler, bu sürekli bir hâldir. "Ene 'inde men  zekeranî" (Ben beni ananın yanındayım) hadis-i kudsîsi bunu gösterir  (Aclûnî,!., 201).
 
   CELVET: Arapça. Ortaya çıkmak, açık ve vazıh olmak manaları vardır.  Esasen celî kelimesi hafî'nin zıddıdır. Celiyye, kesin haber (haber-i  yakîn) gibi anlamları ihtiva eder. Celâ, vazıh olmak, keşf olmak gibi  manalarda kullanılır. Tecellî de aynı şekildedir. Sûfiyye'ye göre,  Allah'ın keşif ve fetihlerine, ayrıca müridin kalbine zuhur eden  tecellîler türünden olan nimetlerine denir. Yine meşhur ve maruftur ki,  maneviyât yoluna yeni giren kişiye şeytan, halvet halinde çeşitli  şekillerde gözükerek, onu mahzurlu konularda azdırmaya çalışır. Yahut,  ejderha, büyük yılan şeklinde gelerek korkutur. Mürid ise, bu hiyleci  şeytana zikir, tefekkür, susmak, nefsine karşı koymak, aç kalmak, uyanık  kalmak, dua etmek, vird okumak, ibadet etmek suretiyle mukavemet eder.  Neticede bu Allah düşmanına galip gelir, korku hali ümid haline dönüşür.  Bu, korkudan sonraki emniyettir. Şeytan hangi şekilde gelirse gelsin,  mürid Allah'ın sürekli kendisiyle beraber olduğunu (ihsan) tefekkür  ederek onu yener, bozguna uğratır. Mürid halvetten çıktığı zaman, artık  İlâhî ahlâkla muttasıf hale gelmiştir. Bu ilâhî sıfatların tümü, Allah  tarafındandır. Bu durumda mürid, vücud organlarının kendi arzu ve  isteğine göre hareket etmesinden sıyrılmış, Allah'a bağlı olarak hareket  eder hale gelmiştir. "Kulum bana iyice yaklaşınca, Ben onun gören gözü,  duyan kulağı, tutan eli olurum, "hadisi ile "Attığın zaman sen atmadın,  fakat Allah attı" (Enfal/17) âyetinde belirtilen hâl, müridde devam  eder. Özet olarak ifade etmek gerekirse, halvetten celvete yönelen kulun  azaları, enâniyyetten silinmiş, Allah'a bağlanmıştır.
alıntı
						
					
Yer imleri