Teþekkur Teþekkur:  0
Beðeni Beðeni:  0
9 sonuçtan 1 ile 9 arasý

Konu: Tasavvuf terimleri ve deyimleri sözlüðü (B)

  1. #1

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart Tasavvuf terimleri ve deyimleri sözlüðü (B)

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (B)
    ..:: 1 ::..

    BÂ: Varlýkta, ikinci mertebeyi teþkil eder. Bâ ile yaratýlmýþlarýn hepsine iþaret olunur.

    BABA: Ata manasýnadýr. Hürmete layýk kiþiler, yahut yaþlý adamlar hakkýnda kullanýlýr. Oruç Reis'e hürmeten Oruç Baba veya Baba Oruç denirdi. Bu kelimeye daha çok Selçuklular devrinde rastlanmaktadýr. Ahmed Yesevi'nin Anadolu topraklarýna gelmiþ halifeleri ve müridleri için kullanýlan bir terimdir. Tasavvufta, sülük yoluna giren, nefsini yenmiþ topluma yararlý hâle gelmiþ, yani nefsinde ölmüþ, ruhunda dirilmiþ kiþiye baba denir. Bir sufînin mürþidi, onun mânevi babasýdýr. Bu tâbir, özellikle, Bektaþî þeyhlerinin büyükleri için unvan olarak kullanýlmýþtýr. Babalar pîr evinin "Eyvallah Kapýsfnda yetiþtirilir. Eyvallah, tam bir feragat demektir, teslimiyet ifade eder. Müridin, olgunlaþma yolunda bu kapýdan geçmesi gerekir. Burada bazý bedeni faaliyetlerde bulunulur: Kazmak, kesmek, dikmek, çapa iþi yapmak vs. gibi. Bu þekilde derviþ, Dede baðýnda üç yýl hizmet eder. Orada haline razý olarak ikâmet eder, yaptýðý iþler beðenilirse Büyük Baba tarafýndan kabul görerek, tekkede derviþ olur. Bu kez, tekkede oniki buçuk yýllýk uzun bir hizmet süresi söz konusudur. Bu süre sonunda, nasibinde varsa, babalýk makamýna nail olabilir. Baba tayininde kýdemden ziyâde, babalýða ehil olunup olunmadýðý hususu önceliklidir. Baba olacak kiþide bazý özellikler bulunmasý gerekir. Bu özelliklerin bazýlarý þunlardýr: Hitabet güçlülüðü, mütebessim bir yüz, mu***iye aþinalýk. Bu þekilde yetiþen baba, ya açýlacak bir baba makamýný bekler, ya da kendisine bir baþka yerde tekke açmaya izin verilir. Baba adý taþýyan çeþitli yer isimlerinin bulunuþu, dikkat çeken bir baþka husustur : Babadað, Babaeski, Baba Nakkaþ Köyü, Baba Burnu vb. yerler, hep buralarda yaþamýþ derviþlerin hatýralarýný ismen yaþatan yerleþim birimleridir. Mevlevîler, mürþide baba demekte kibir gördükleri için, bu ifadeyi kullanmamýþlardýr. Bu sebeple "falan þeyhin müridi", "filan zâtýn ihvaný", "þu þeyhin evlâdý" gibi ifadeler, Mevlevîlerin kullandýklarý deyimler olarak görülür. Baba, çeþitli deyimlerin öðesi olarak yaygýn biçimde kullanýlmýþtýr. Bunlarý þu þekilde sýralamak mümkündür: Herhangi bir baba (mürþid), evladýna karþý babalýk vazifesi görmüyorsa, bu kiþi hakkýnda "baba deðil yaba", atasözü kullanýlýr. Veya bu zattan bahsedilirken; "iskele babasý", "týrabzan babasý", denir. Ýskele babasý, geminin durmasý için gemiden ve iskeleden atýlan kalýn halatýn sarýldýðý kazýða denir.

    BABAÝYYE: Abdülganî Pir Babaî (ö. 870/ 1465)'nin kurduðu bir tasavvuf okulu.

    BÂB-I RIZADAN AYRILMA : Hoþnutluk, memnunluk, razý olma kapýsý mânâsýný ifâde eder. Tasavvufta, bir müridin, maneviyat yolundaki rehberini ve arkadaþlarýný memnun etmesi önemlidir. O, bu uðurda çeþitli imtihanlara maruz kalýr, razý olur, isyan yoluna sapmaz. "Bab-ý rýzâdan ayrýlma", yahut "Allah, bâb-ý rýzadan dür (uzak) etmesin" ifadeleri, hep bu yolda söylenmiþtir.

    BÂB-I ÞERÝF: Arapça þerefli kapý demektir. Molla Hünkâr Celaleddin-i Rumî'nin þimdiki türbesinin giriþ kapýsýna verilen ad. Anlatýlanlara bakýlýrsa, bir tarikat edebi olarak, eþiði öpülerek içeri girilir. Çýkarken de geri geri yürüyerek, sýrtýn, türbeye çevrilmemesine itina gösterilir.

    BÂBU'L-EBVÂB: Arapça, kapýlar kapýsý demektir. Tasavvufta ilk makamý, yani tevbeyi ifade eden bir tâbir. Kul, Allah'a yaklaþmaya bu kapýdan baþladýðý için, ilk kapýyý ifade etmek üzere kullanýlýr. Tasavvufi olgunluk yolunda yetmiþ makam vardýr : ilki tevbedir, sonuncusu kulluk (abdiyyet) tur.

    BACI-ANABACI : Kýzkardeþe bacý denir. Kur'ân'a göre, inananlar kardeþtir (Hucurât/10). Tasavvufta ise, yol kardeþliði önem arzeder. Bu nedenle tasavvuf yolunun yolcularý, birbirlerine, bu âyetten mülhem olarak "kardeþ" dedikleri gibi, yoldaki kadýnlara da "bacý" derler. Þeyhin hanýmýysa "anabacý" yahut "haným sultan"dýr.

    BÂCIYÂN-I RÛM: Anadolulu genç kýzlar teþkilâtý. Osmanlýlarýn kuruluþuna tesadüf eden dönemde, çeþitli tasavvuf okullarýna mensup kadýnlarca kurulmuþ olan bu teþkilât, askerî, dinî ve iktisadî alanlarda faaliyetler yürütmüþlerdi. Bu teþkilât; Orta Asya'dan göç ile Anadolu'ya gelen Türk boylarýný misafir ederek, onlara bu yeni topraklarda ev sahipliði yapmýþtý. Teþkilâtýn kurucusu Evhadüddin Kirmanî'nin kýzý, Ahi Evren'in hanýmý Fatma Bacý'dýr. Konya yakýnlarýnda Ulu Muhsine ve Kiçi Muhsine adlý iki köyün, bu teþkilât mensubu iki kýzkardeþ tarafýndan kurulduðu söylenir.

    BÂCÝYYE: Ebû Sa'îd Hallâf b. Ahmed el-Bâcî et-Temîmî (ö. 628/1267) tarafýndan kurulmuþ bir tasavvuf ekolü.

    BÂD: Farsça rüzgâr demektir. Her fâni (ölümlü) için varlýðý zorunlu olan ilâhî inayet.

    BADE: Farsça þarap mânâsýna geldiði gibi, kadeh anlamýna da kullanýlýr. Divân edebiyatýmýzda bu kelime, daima içki, þarap, sarhoþluk veren içecek anlamýnda kullanýlmýþtýr. Tasavvufî sembolizmde, bade, aþk, zevk, ilâhî sevgi gibi mânâlarý ifade etmiþtir. Ancak, Bektaþîler bu mânânýn ötesinde, gerçek anlamda da kullanmýþlardýr.
    Ne gördü badede bilmem ki oldu bâde-perest
    Müdîr-i meþreb-i zühhâd gördüðün gönlüm.
    Fuzulî

    BÂDE-Ý ÇÛ NÂR: Farsça, ateþ gibi içki demektir, ilâhî ve kutsal nefes.

    BÂDE-FÜRÛÞ: Farsça, bileþik sýfat olup þarap satan demektir. Tasavvuf edebiyatýnda kullanýlmýþ bir terimdir. Þeyh, mürþid karþýlýðýnda kullanýlmýþtýr. Bektaþî geleneðinde, kýyamet günü kevserin sunucusunun Hz. Ali olacaðýný bildiren bir hadîse dayanýlarak Hz. Ali, hammâr, bâde-fürûþ, mey-fürûþ sýfatlarýyla tavsîf olunmuþtur.

    BÂDE-Ý ELEST: Farsça-Arapça. Elest þarabý demektir. Elest toplantýsýnda sunulan bade.

    BADÝ: Görünen, her þeyin baþlangýcý, ortaya çýkan gibi anlamlarý ihtiva eden Arapça ism-i fail. Hakk'ýn tecellisi ve ortaya çýkýþý. Muayyen bir vakitte, insanýn içinde bulunduðu hâle göre, kalbinde ortaya çýkan tecelli, orada bulunan diðer þeylerin hepsini siler, yok eder.

    BÂD-I SABA: Farsça-Arapça bir terkib. Sabahlarý doðudan esen ve güllerin açýlmasýný saðlayan latîf rüzgâr. Ruhaniyet doðusundan gelen Rahmaný kokular. "Rahman'ýn nefesinin Yemen'den gelmekte olduðunu hissediyorum" hadisi ile buna iþaret olunur.

    BÂD-I DEBUR: Farsça-Arapça. Sam yeli. Batýdan doðuya eser, nebatata zarar verir. Nefsin azgýnlýðýndan kaynaklanan þer'î hükümlere aykýrý olan istekler.

    BAÐ: Farsça bahçe demektir. Neþeli ruhanî âlem.

    BÂDÝYE: Arapça çöl, ova demektir. Varlýk âlemi ve bu âlemdeki engeller.

    BAÐDAD GÜLÜ : Kadirî tarikatý tâbirlerindendir. Þeyhlerin baþlarýna giydikleri tacýn üzerinde, içice üç daireden oluþan ve gülü andýran yuvarlak parçaya, Baðdad Gülü denirdi. Genel olarak güller, bir daire onsekize bölünmek ve altýþar altýþar ipekle birbirine birleþtirilmekle dikilirdi. Bu gülün kenarý, þirâze tarzýnda örme yapýlýrdý. Bu gülün rengi hususunda belirli bir kayýt olmamakla beraber, yeþil üzerine beyaz ibriþimle iþlenirdi.

    BAHAR: Farsça. Türkçe'de de ayný anlamda kullanýlýr. Müridin murakabe, vecd ve istiðrak hâlinde ruhî âlemlere dalarak, mânâlarý idrâk etmesi ve rûhaniyyetin zuhur etmesi olayýna bahar denir.

    BAHÇIVAN, BÝR GÜL ÝÇÝN, BÝN DÝKENE HÝZMET EDER : Burada gül, mürid; bahçývan da onu yetiþtiren mürþiddir. Hakiki mürid bir gül gibi çok zor yetiþir. O güle yetiþsin diye hizmet eden þeyh, onunla beraber gül olamayacak kapasitede dikenlere de hizmet eder. Yani, yetiþmeye kabiliyetli olmayanlara da hoþ görü ile muamele ederek onlarý etrafýndan kovmaz, onlarýn sivriliklerine katlanýr.
    Bað-bân bir gül için bin hara (dikene) hizmetkâr olur.

    BÂHDADÝYYE: Abdullah b. Bahdâd'a nisbet edilen bir tasavvuf okulu. Yemen'de yaygýndýr.


    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  2. #2

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (B)
    ..:: 2 ::..

    BÂHERZÝYYE: Seyfüddin Sa'îd b. el-Mutahhar b. Sa'îd el-Baherzî (ö. XIV)'nin kurduðu bir sûfiyye okulu.

    BAHR: Arapça. Deniz demektir. Bu terimden türemiþ "Bahriyyun bilâ Þâti", kýyýsý olmayan umman, yahut çok büyük okyanusa mensub kiþi manasýný ifade eder. Tasavvufta ise, Allah'ýn tecellîlerinin, Rabbanî açýlýmlarýn, ilâhî hakikatlarm bütün insanlara ma'rifetler þeklinde, sel gibi devamlý aktýðýný belirtmek üzere kullanýlýr. Bir kýsým sûfiyye bu kanaati taþýrken, bir kýsmý bu görüþe iltifat etmez ve avamýn ilminin mahdud olduðunu ve onlara Allah'tan kesintili olarak geldiðini savunur. Bu durumda tam bir yöneliþle Allah'a yönelmeleri, O'nu sürekli hissetmeleri , O'na sevgi ve saygýyla dolu olarak ihlâsla amel etmeleri sebebiyle ariflere gelen ilim açýlmalarýnýn sonu yoktur. Ve bu kesintili de deðildir. Ýþte bu þekilde sýnýr tanýmayan þeyler hakkýnda, "sahili olmayan umman" tabiri kullanýlýr. Bir sûfi, kendisine gelen bu sürekli fütuhatla, Allah'a yakýnlýðý muhafaza eder. Özet olarak söylemek gerekirse, Allah'ýn arif kuluna gönderdiði ilhâmî bilginin sýnýrý yoktur. Mutasavvýflar bu görüþlerini þu ayet-i kerime ile pekiþtirirler : "De ki Rabbimin kelimelerini yazmak üzere, denizler mürekkep olsa ve bir o kadarýný da katsak, Rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi. (Kehf/109).
    Allahü Teâlâ'nýn ilmi kesilmez ve sona ermez. Þu âyet-i kerimelerde tavsîf ettiði gibi, O, kýyýsý olmayan bir denizdir : "Eðer yer yüzündeki aðaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulunup yazýlsa, yine de Allah'ýn sözleri bitmezdi. Doðrusu Allah güçlüdür, hakîmdir" (Lokman/27). Yine baþka ayetlerde : "Sizin yanýnýzda olan biter, Allah'ýn katýndaki bitmez, süreklidir" (Nahl/96) ve "Doðrusu bu verdiðimiz rýzýklar tükenecek deðildir" (Sâd/54) buyurulur.

    BAHR-I CÛD: Arapça, cömertlik denizi demektir. Hakk'ýn lütuf ve ihsan denizi.

    BAHREYN: Arapça, iki deniz demektir. Vücûb ve imkân alaný, zorunluluk ve cebr (zorlama) dairesi ile irâde ve ihtiyar dâireleri. Ýnsan irâdesinin etkili olduðu alana, imkân dairesi, cebrin (zorlamanýn) egemen olduðu alana da vücûb dâiresi denir.

    BAHR-I BÎ-PÂYÂN: Arapça-Farsça bir terkip olup kýyýsý bulunmayan okyanus, büyük deniz demektir. Zât-ý kibriyâ.

    BAHÞÝYYE-Ý HALVETÝYYE: Halve-tiyye'nin ana kollarýndan Cemâliyye'nin bir ara kolu. Seyyid Muham-med el-Bahþî el-Halebî (d. 1038/1628) tarafýndan kurulmuþtur.

    BÂ HÛÞÎ: Farsça, aklý baþýnda olmak anlamýnda bir ifâde. Sekrin mukabili olan sahv (ayýklýk) hâli.

    BAK: Arapça, devam eden, sürekli olan demektir. Tasavvufta, kendi nazlarýný sona erdirip baþkalarýnýn hazlarýyla devam eden kiþi, yahut nefsini sona erdirip, Hak ile bakî olan demektir. Bu kiþi, menfaat elde etmek, gelen zararý savuþturmak için çaba göstermez. Nefsinin lezzeti için, sevap tamaýyla, ceza korkusuyla amel etmez. Ancak, Allah razý olur diye sevaba raðbet eder.

    BAKA: Arapça, ilk haliyle devam edip gitme, sona ermeyiþ, bir halde sürekli oluþ gibi manalarý ihtiva eder. Tasavvufta da, kulun Allah'ýn her þeyin üzerinde olduðunu görmesidir. Yine yapýlan tariflerden biri þöyledir : Kulun kendinde olandan geçip, Allah'a ait olanla bekaya ermesi. Bu nebilerin makamýdýr. Bakî; eþyanýn tamamýnýn kendisi için tek þey haline gelmesi ve tüm hareketlerinin Allah'a muhalefet deðil muvafakat halinde bulunmasýdýr. Bu, yasaklananýn, emredilen gibi olduðu manasýnda deðildir. Bunun anlamý, kulun üzerinde sadece Allah'ýn razý olduðu ve kendisine emrettiði þeylerin cereyan etmesi ve bu meyânda hoþnutsuzluk göstermemesi demektir. Zira o, yaptýðýný Allah rýzasý için yapmakta, bu iþinde âhiret veya dünya kaygýsý bulumamaktadýr. Sûfîler, bu mânâda olmak üzere, kiþinin kendi özelliklerinden geçip, Allah'ýn özelliklerinde bekaya ermesini esas olarak kabul ederler. Allah'la bakî olan kiþi, nefsinde fenaya ermiþ, nefsinden geçmiþtir. Bir þey yaptýðý zaman, nefsine menfaat temin etmek veya bir zarar geldiðinde ona engel olmak için yapmaz, sadece ve sadece Allah rýzasý için yapar.
    Mahv-ý mutlak oldun ise, varlýðýn buldu fena. Ger bekâ-yý Hak irerse, hükmeden sultana bak.
    Kaygusuz
    Bakâ'da, kulun kendi nefsinin kötü yanlarýný, tasfiye etmesi ve iyi ahlak ile, yani Allah'ýn razý olduðu huylarla süslenmesi söz konusudur. Buna Baka Billah denir. Sûfiler bunu, "bedenîvücûd kalkýnca, Hakkânî vücûd onun yerine kâim olur" diye açýklamýþlardýr.
    Haremgâh-ý baka billahda hükm-i fena yokdur Kýdem mülkünde hadd-i ihtida vü intiha yoktur.
    Leskofçalý Gâlib

    BAKLAYI ÇIKAR AÐZINDAN BAKARA: Arapça, sýðýr demektir. Sûfiyyeye göre bu, nefisten kinayedir. Nefsde riyazete istidat kazanýlýnca, nefsin ýslah oluþu, ve nevasýnýn sona erdirilmesi gibi durumlar ortaya çýkar. Nefs için koç kelimesi de kinaye olarak kullanýlýr. Ancak koç, riyazetten önce kullanýlýr. Ayný þekilde, nefse, bedene de (yani, büyük baþ hayvan da) denir. Bu da sülûka girdikten sonra, nefs hakkýnda kullanýlan bir kinayedir.

    BAKLAYI ÇIKAR AÐZINDAN: Yani ne demek gerekiyorsa, haydi çekinmeden söyle bakalým, manasýnda kullanýlan bir deyim. Sýr saklamasýný bilmeyenlere de "aðzýnda bakla ýslanmaz" deyimi kullanýlýr.
    Baklanýn açýklamasý þöyledir:
    Tasavvufta, yeni derviþ olmuþ birisi, sufiliðe adapte olmaya çalýþýrken, ilk anda eski huylarýný terkedemediði için münasebetsiz bir iþ görüp, uygunsuz bir söz duyduðu zaman, hemen kötü kötü konuþur, eleþtirirmiþ, Þeyhi "derviþ kardeþ" demiþ, "yolumuz edeb yoludur. Böyle kötü konuþma, bu huyundan vazgeç". Derviþ "ne yapayým" demiþ "fakir de istemiyorum ama aðzým alýþmýþ." deyince, þeyh derviþe bir bakla vermiþ. "Bunu" demiþ "dilinin altýna koy, kötü konuþacaðýn zaman aðýrlýðýný hissetin mi vazgeç". Derviþ "eyvallah" demiþ baklayý dilinin altýna koymuþ. Gerçekten de kötü konuþacaðý zaman, ilk heceyi söyler söylemez, baklanýn yuvarlanýþý, derviþi kendine getirmeye baþlamýþ. Zaman geçtikçe de kötü konuþmaktan vaz geçmiþ, ama yine de, aðzýndan baklayý çýkarmamýþ. Hafif yaðmurlu bir gün þeyhiyle bir yere gidiyormuþ, Þeyh önde, derviþ bir adým gerisinde ve solunda yürürken, evin birisinin camý týklatýlmýþ, baþýný uzatan bir kadýn "derviþ babalar biraz durun" demiþtir. Þeyh, "herhalde, ya bir hasta var nefes edilecek, ya da kadýnýn bir problemi var soracak" demiþ ve durup beklemeye baþlamýþ, bir müddet sonra "yürü derviþ kardeþ" demiþ þeyh, tam adýmýný atarken pencere yine týklatýlmýþ "Biraz daha durun" demiþ kadýn. Þeyh, "herhalde hastayý hazýrlýyorlar, yahut kaç göç yüzünden hazýrlanýyorlar" demiþ, durmuþ. Ama, yaðmur saðanak haline gelmiþ. Þeyh de derviþ de sýrýlsýklam olmuþlar. Derken yine pencereye týklatýlmýþ ve kadýn "haydi gidin artýk" demiþ. Þeyh "peki bacým, bizi niye beklettin" deyince kadýn demiþ ki : "Tavuklarý kuluçkaya yatýrdým, sizin kavuklarýnýz büyük. Civcivler tepeli çýksýn diye, size karþý yatýrdým". Þeyh bu sözü duyunca, derviþe dönüp, "derviþ kardeþ" demiþ, "çýkar baklayý aðzýndan". Ýslamda kötü söz konuþmak yasaklanmýþ iken bu þekilde zulme haksýzlýða maruz kalanlarýn, ölçüyü kaçýrmadan sözlü olarak karþýlýk vermesi, Kur'an-ý Kerim'de de yer almýþ bir husustur : "Zulmedilmenin dýþýnda Allah, açýktan kötü söz söylenmesini sevmez..." (Nisa/148).




    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  3. #3

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (B)
    ..:: 3 ::..

    BAKIM EVÝ : Bektaþî ýstýlahlarýndandýr. Bektaþî tekkesindeki evlerden birinin, üstlendiði fonksiyon itibariyle aldýðý ad.;

    BAL: Farsça kol, kanat demektir. Kalbin ilim ve irfanla parlatýlmasý ve aydýnlatýlmasý.

    BALIM EVÝ : Bektaþî tabiri. Hacý Bektaþ Veli Tekkesi'ndeki evlerden birinin ismidir. Burasý ayrý bir tekke halindeydi. Balým Evi babasýnýn yanýnda, ayrýca babalar da vardý. Bunlar ayrý ayrý nasip vermezlerdi. Ancak, dýþarý çýkarlarsa nasip verirlerdi. Tekke içinde hepsi dedebaba'ya baðlýydý. Bunlar mücerred (bekar) olurlardý. Balým Evi'nin son babasý, "Japon Hasan Baba" idi.

    BALIM TAÞI : Kýrþehir dolaylarýnda çýkan ve kendisinden oyularak vazo, masa, sürahi vs. gibi eþyalar yapýlan balgamî tür taþa, Alevîler ve Bektaþîler "Balým Taþý" derler. Onlara göre bu taþ, Balým Sultan'ýn kerâmetiyle çýkmýþtýr. Teslim Taþý, Palheng gibi tarikat enstrümanlarýnýn bir kýsmýný bu taþtan imal ederler. Ayný zamanda, meydanda taht'ýn önünde de bu taþ bulunur ve babaya niyazdan sonra oraya da niyaz edilirdi.

    BALÝÐ: Arapça. Bulûða ulaþan, eren demektir. Bulûðda olgunluk sadece yaþça olur. Ancak olgunlukta buluð, kulda ancak þu dört husus olgunluða erdiði zaman teþekkül eder : 1. Sözler, 2. Fiiller, 3. Me'ârif, 4. Güzel ahlâk. Bunun Farsça çoðulu "bâliðân" dýr.

    BÂLÝÞ ZEDEN: Farsça iki kelimeden teþekkül etmiþ bir ifâde. Yastýk dövme anlamýnda. Yastýða çubukla vurup tempo tutmak ve semâ etmek.

    BÂM: Farisî dilinde bam, çatý anlamýna gelir. Tecellinin ortaya çýktýðý yere bâm denir.

    BANA BÝR ADIM GELENE, BEN ÝKÝ ADIM GELÝRÝM : Bu atasözü bir hadîs-i kudsînin mealidir. Allah þöyle buyurur : "Kul Bana bir karýþ yaklaþýrsa, Ben ona bir arþýn yaklaþýrým, Bana bir arþýn yaklaþýrsa, ona bir kulaç yaklaþýrým. Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koþarak gelirim. (Cami, c. II, s. 69) Halk, bunu genel manada kullanmýþ iken, sûfiler, Allah'a yaklaþma hususunda ele almýþlardýr.

    BANG-Ý CERES: Farsça-Arapça iki kelimeden oluþan bu tâbir, zil sesi anlamýna gelir. Kýsa, kapalý fakat kahr özelliðine sahip Ýlâhî hitap.

    BARAN: Farsça, yaðmur. Allah'ýn her þeyi kuþatan rahmeti.

    BÂR-I EMÂNET: Farsça-Arapça'dan oluþan bu ifade, emânet yükü anlamýnadýr. "Elestü birabbiküm" (A'raf/173) hitabýnýn yapýldýðý ruhlar alemindeki toplantýda, Allah'a verilen söz ve buna baðlý olarak ortaya çýkan sorumluluk. Daðlar ve göklerin yüklenmekten kaçýndýðý bu emaneti, zalûm ve cehûl olan insan yüklenmiþtir. Yani bu emanet, taþýnmasý, yer ve göklerin bile tahammül edemiyeceði kadar aðýr bir sorumluluðu ihtiva etmektedir (Bkz. Ahzab/72).

    BÂRGÂH: Farsça, sultan sarayý, izinle girilen yüce makam gibi anlamlarý olan bir tâbir. Allah'ýn yüce huzuru. Bârgâh-ý Ýlâhî, bârgâh-ý Ýzzet, bârgâh-ý Celâl vs. gibi ifadeler, hep Allah'ýn çeþitli açýlardan yüce huzurunu belirtirler.

    BARÝKA: Arapça, þimþek çakmasý veya þimþek gibi çakan anlamýndadýr. Cenab-ý Akdes'den gelir, bir anda parlar söner. Bu hal, keþfin açýlmasýnýn baþlangýcý sayýlýr.

    BASAR: Arapça, görmeyi ifâde eder. Hakk'ýn basarý kendi malumatýnýn þühudu itibariyle, kendi zatýndan ibarettir. Her türlü noksanlýklardan münezzeh olan Allah'ýn ayn'ý, ilminin gayesinin sonsuzluðu itibariyle Zâtýndan ibarettir. Çünkü O, Zâtýyla görülür. O'nun Zâtýnda sayý bakýmýndan çokluk (adetlenme) yoktur. O'nun ilminin mahalli, ayný zamanda basarýnýn da mahallidir. Ýlim ve basar iki sýfattýr. Bu ikisi hakikatte birdir. Ancak, basarýndan murad, sadece kendi ilminin þehadet alemindeki tecellisinden; ve ilminden murad kendine ait nazarla, aynî ilimdeki idrâkten baþka bir þey deðildir. O, Zâtýný Zâtýyla görür. Mahlûkâtýný da Zâtý ile görür. Zâtý için rü'yeti, mahlûkâtý için olan rü'yetinin ayn'ýdýr. Zira, basar, bir vasýftýr. Fark ancak görülendedir. O, eþyayý devamlý görmektedir. O, bir þeye ancak dilediði zaman bakar. Eþya, O'na, kesinlikle perdeli deðildir. Lakin O'nun nazarý, bir þeye ancak dilediði zaman iliþir. Hz. Peygamberin (s) "Allah'ýn her gün kalbe þöyle bir nazarý vardýr" sözü bu kabildendir. "Allah onlara bakmaz..." (Al-i Ýmran/77) ayeti bu þekilde deðildir. Zira bu âyetteki nazar, Allah'ýn rahmet etmesi manasýnadýr.

    BASÝRET: Arapça. Ýdrak, firâset, kalb gözü ile görüþ demektir. Tasavvufta, kudsiyyet nuru ile nurlanmýþ kalbin kuvveti olan basiret, Hakk'ýn doðruya erdirmesi ile perdeyi açar, bu þekilde eþyanýn hakikatleri ve içleri görülür. Buna, kudsî kuvvet denir. Bu, nefse nisbetle göz mesabesindedir. Nefis, o göz ile eþyanýn zahirini ve dýþ þekillerini görür. Göze nisbetle basar ne ise, kalbe nisbetle basîret de odur. Gözlerin görmesine sebep olan ve görme kuvveti denilen rü'yet nuruna basar denildiði gibi, kalbin görmesine sebep olan ve lisanýmýzda kalb gözü de denilen idrak edici kuvvete, özellikle bunun zekâ, fetânet ve firâset adý verilen ve bir emr-i zahir ve bâtýna dikkat ve nüfuz ile gereði gibi idrâk eder bir derecede açýk ve parlak olmasý haline de basiret denir. Bu da ilâhî bir nurdur. Ayný þekilde maddî göz ile meydana gelen ve görmek denilen tam ve kamil idrâke basar denildiði gibi, kalp gözü ile hâsýl olan tam ve kâmil idrâke, ma'rifet-i mütehakkýka ve yakîniyye de basiret denir. Bundan baþka beyyineye, hüccet ve burhana, þahideve dikkat ve iman ile ibret alýnacak hidâyet sebeplerine de basiret denir. Zira bunlar idrak edici güçleri takviye eder, basiret ve tabassura sebep olur. Bu manaya göre basiret, evvelki mânâlara da þâmil olur. Çünkü basiretin kendisi, en büyük hüccet, en büyük þâhid ve beyyine, en büyük medâr-ý ibadettir. Ve onsuz hiç bir þey idrak olunamaz.
    Ger açýk ise basiretin bak
    Gör sen de Hakka gitme ýrak.
    Nesimî

    BAST: Arapça, tutukluk (kabz) halinin zýddý olan zihnî açýklýk, kalbî rica, niyaz, yalvarma hali. Bast, hal olarak, kabul, lütuf, rahmet ve ünse iþarettir. Recâ'nýn zýddý havf olduðu gibi, bunun zýddý da, kabz'dýr. Sûfî bast halinde her þeyi kuþatýr ve herþeyde tesir ederken, hiçbir þey ona tesir edemez. Sufi önce, kabz'a, sonra bast'a maruz kalýr. Ýleri makamlarda sûfîde kabz ve bast kalmaz, zira bu ikisi mevcudda (kendisinde varlýk bulunanda) oluþur. Nefsinden fânî olmuþ, Hakk'ýn sýfatlarýnda süreklilik kazanmýþ kiþilerde, kabz ve bast olayý vuku bulmaz, ibn Arabi bast'ý, sufînin eþyayý kuþattýðý, eþyanýn sufîyi kuþatamadýðý bir hal olarak görür. Bu durumda olan sûfîye Allah, mahlûkla beraber iken bir geniþlik (bast) verirken, içten kendisine ulaþmaya, yönelmeye bir kabz (tutukluk) ihsan eder. Bu durum mahlûkât için bir rahmettir.

    BAST FÝ MAKAMÝ'L-HAFÝ: Arapça. Hafî makamýnda geniþlik. Allah'ýn sufîyi mahlukla zahiren basta, bâtýnen kabz'a maruz býrakmasýdýr. Bu mahlûkât için rahmete vesile olur. Sufi bu durumda eþyayý kaplar. Onun her þeyde tesiri olur, hiçbir þeyin onda tesiri olmaz.

    BAST FÝ MAKÂMÝ'L-KALB: Arapça. Kalp makamýnda geniþlik. Bunun benzeri nefs makamýndaki reca halidir. Lütuf, rahmet ve kurb ile ünsü kabule iþarettir. Bunun zýddý kabz'dýr.

    BAÞ AÇMAK: Tasavvuf kültüründe, bir iþin tahakkuku arzu edilirse, Allah'a yalvarýrken zillet, fakr ve mahv alâmeti olarak baþtaki tacý çýkarma þeklinde bir gelenek vardýr. Sultan Veled'in yaðmur duasý için türbeye baþý açýk girip dua etmesi, Ulu Arif Çelebi'nin bazý zaman baþýný açýp dualar yapmasý, Menâkýbu'l-Arifîn'de bu konuda örnek olarak gösterilir. Kaynaklardan eskiden suç iþleyen kiþinin, kendisini affettirecek durumda olana, kefen giyip, yalýn ayak, baþý açýk gittiðini öðrenmekteyiz. Bu konudaki espri, bir þey isterken kabulü için mütekebbir olmadan, boyun bükük ve zelîl bir halde bulunmakdýr. Allah mütekebbirleri sevmez.




    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  4. #4

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (B)
    ..:: 4 ::..

    BÂ ÞER'-BÎ ÞER': Farsça ve Arapça'dan müteþekkil bu tabirler, þeriatlý ve þeriatsýz anlamlarýna gelirler. Ýslam'a sýký sarýlan tasavvuf sistemleri, genel olarak Hak tarikat adýný alýrken, Ýslamdan uzak olanlara da rafýzî, heretik, bâtýl tarikatlar denir.Ýlkine bâ þer', ikincisine bî þer' denir.

    BAÞ GÖZÜ-GÖNÜL GÖZÜ: Bu ifadedeki baþ gözü ile kasetedilen, insanda fizikî ve biyolojik olarak bulunan, bildiðimiz gözdür. Ancak bu göz, sadece eþyanýn þeklini görmeyi saðlar, görülen þey üzerinde, anlama, yorumlama, istidlal yapma vs. gibi deðerlendirmelerde bulunamaz. Buna kalb gözü, can gözü de denir. "Bu sözü can kulaðýyla dinle", "sen ona can gözüyle bak da gör" gibi sözlerde kastedilen budur. Baþ gözü diye bir tâbir bulunmasýna raðmen, baþ kulaðý þeklinde bir deyim görülmemektedir.
    Yunus, imdi sen Hakk'a er,
    Dün ü gün gönlün Hakk' a ver
    Gönül gözü görmeyince
    Hiç baþ gözü görmeyiser.
    Yunus Emre

    BAÞ KESMEK : Ahîler, Mevleviler ve Bektâþîlerde, sað ayaðýn baþ parmaðýný, sol ayaðýnýn baþ parmaðý üstüne koymak, eller düz ve parmaklar açýk olarak sað kol, sol kolun üstüne gelecek þekilde, elleri omuz baþlarýna çaprazvarî götürmek, sonra da belini
    bükmemek þartýyla baþýný öne doðru göðse eðmek, böylece sonra da belini bükmemek. Baþkesme olayýnýn kýsa tarifi budur. Baþ kesme; þeyhin, tarikat büyüklerinden birinin huzurunda, bir velînin türbesinde yapýlýr. Türk kültür çevresinin saygý anlayýþý sýnýrlarý içinde oluþmuþ bir tarikat edebidir. Bu saygýnýn takva ile yakýndan irtibatý vardýr. "Kim Allah'ýn þeâirine ta'zim ederse, bu, kalbin takvâsmdadýr." (Hac/32), "Safa ve Merve, tazimi gerektiren þe'âirdendir". (Bakara/158). Bu ta'zim þirk deðildir, týpký meleklerin bir insana (Hz. Adem ) secde etmesi gibi. Kendilerini Bektaþî saydýklarý için Yeniçerilerin selamlarý da bu þekilde idi.

    BAÞ KOYMAK : Bir þeyin olmasý, yahut olmamasý için canýný, baþýný verircesine kendini ortaya koyup çalýþmak anlamýna gelir. Þâhîn'in,
    Evvel eþiðine koydum baþýmý Ýçeri aldýlar, döktüm yaþýmý Erenler yolunda gör savaþýmý Koç kurban dediler, inana geldim. Dörtlüðünde olduðu gibi maddî anlamda "eþiðe baþ koymak" tarzýnda söylemekle birlikte "ben bu yola baþ koydum" tarzýnda manevî anlamda da söylenir. Eþiðe baþ koymak, teslimiyet manasýnadýr. Nakþbendîlik tarihi içinde, þeyhine baðlýlýðýný göstermek üzere, bütün bir gece kar altýnda, onun kapýsýnýn eþiðine baþýný koymak, tasavvufî baðlýlýk ve sadâkat misali olarak gösterilir.

    BAÞ OKUTMAK : Eskiden, ocak denilen, ve çeþitli hastalýklara okuma yolu ile biiznillah þifâ saðlama, halk arasýnda yaygýn bir uygulama idi. iþte bunlardan biri de, yarým baþ aðrýsý, tam baþ aðrýsý gibi, geçmek bilmeyen rahatsýzlýklar için hastanýn baþýna çeþitli Kur'an-ý Kerim âyetleri okuyup üflemek þeklinde uygulanýrdý ki buna, baþ okutmak denir.
    Bir de, Bektaþî kültüründe baþ okutmak vardý ki, o da þu þekilde idi: Bektaþîler hicrî aylardan Safer çýktýktan sonra, bir cuma gecesi þeyhinin ve ihvanýnýn huzurunda onlardan hoþnutluk, rýzalýk talebinde bulunur. Meydanýn ortasýnda, "dar" denen yere gelir, baþýndaki tacý, yahut arakýyye denilen baþlýðý çýkararak, sað elinde tutar ve niyaz durumunda, yani baþkeserek þu ifadeleri (tercemân) okur: "Allah, Allah, Muhammed (s) Ali divanýnda erenler meydanýnda, pîr huzurunda, elim erde, yüzüm yerde, özüm darda, erenlerin dâr-ý Mansur'unda, caným kurban, tenim tercemen, bu fakirin elinden, dilinden aðrýnmýþ incinmiþ can karýndaþý varsa dile gelsin, bile gelsin, hakkýný Hakk'ýndan dilesin, Hak'tan gelen hakkýma razýyým. Allah eyvallah".
    Baba, salavât verip ihvandan râzýlýk diler, onlar da oturduklarý yere niyaz ederler. Yani eðilip, yeri öperler, ki bu, razý olduklarýný bildirmektedir. Bunun üzerine o can (yani derviþ), babaya gidip niyaz ederek arakýyyesini (baþlýðýný) yahut tacýný verir. Baba'da onu tekbirler, böylece o can (derviþ), bey'atini yenilemiþ olur. Bu törene "baþ okutmak" denir. Alevilerde bu törene "görgü sorgu" derler. Dede, kýþ mevsiminde müritlerinin oturduðu köylere gider. Cuma geceleri toplantý yapýlan evlerde, her mürit yukarýdaki þekilde râzýlýk diler. Böylece bey'atini yeniler. Eðer tarikat edebine aykýrý bir iþ yapmýþ, yahut bir kusur iþlemiþ ise, ona karþýlýk, kendisi için takdir edilen cezayý kabullenip çeker.

    BAÞ YARILIR BÖRK ÝÇÝNDE, KOL KIRILIR KÜRK ÝÇÝNDE : Börk Türkçe bir kelimedir. Baþa giyilen, kenarý pamuk yahut yün tüylü külah demektir. Ayný inancý taþýyan, ayný yolun yolcusu olanlar arasýnda, dýþarýda duyulmamasý gereken bir olay vuku bulursa, bunun gizli tutulmasý gerektiðini belirtmek üzere, "baþ yarýlýr börk içinde, kol kýrýlýr kürk (veya yen) içinde" denilir. Bu ifade "Baþ yarýlýr fes içinde" diye deðiþime uðramýþtýr.

    BÂTIL: Arapça, hakikat olmayan þey mânâsýna gelir. Yani esassýz, boþ þey demektir. Tasavvuf ýstýlahýnda Hak'dan gayrý, adem olan mâsivâ demektir. Sûfîler bâtýlý inkâr etmezler. Yani batýl vakýa olarak daima vardýr ve olagelmiþtir, þeklinde kabul etmiþlerdir. Bu sebeple yok sayýlmaz, varlýðý olan fakat deðerlendirmeye tabi tutulduðunda olumsuz görülen bir þeydir. Sufilerden bazýlarý Allah'ýn Hadi (hidayete erdiren), bazýlarý da Mudili (sapýttýran) isminin mazharý olurlar. "Eþya zýddýyla bilinir, ortaya çýkar" kuralýnca, batýl, Hakk'ý bilmeye vesile olarak kabul edilir. Ebû Medyen Maðribî : "Bâtýlý inkar etme, zira o bâtýl, Hakk'ýn zuhuratýndan ba'zýsýdýr." der. Ve bu sözle Hakk'ýn bâtýlla daha kolay bilineceðine iþaret eder. Hakk'ýn gayrisinin, gerçekte vücûdu yoktur. Vücûd, ancak Hakk'a mahsus olmak itibariyle bâtýl hükmünü almýþtýr. Muhyiddin Arabî, "bâtýl, ademdir" der.
    Aks-i mir'ât-ý hakikattir nukuþ-ý kâinat Hûb-ý ziþti bir görür dide-i hakbînimiz
    Eþref Paþa
    Yani: "Kâinatýn nakýþlarý, þekilleri hakikat aynasýnýn yansýmasýdýr. Hakk'ý gören gözümüz, bu yüzden güzeli çirkini bir görür".
    Þair Lebîd de þöyle der: Allah'tan gayrý herþey bâtýldýr Ve her nimet, þüphesiz zaildir.

    BÂTILA EYVALLAH DEDEM : Tasavvuf! yolda, razý oluþ, yani teslim oluþ vazgeçilmez, esasî bir þarttýr. Bu "eyvallah" sözüyle ifâde edilir. Ancak bu teslimiyet, miskinlik mânâsýnda deðildir. Buradaki bâtýl kelimesi ile, gerçeðe, islam'a, tasavvuf yoluna aykýrý olan, nefisten kaynaklanan þey kastedilir, iþte bunlara karþý durmak, tasavvufî yolun esasýný teþkil eder. "La tâate li-mahlûkin inde ma'siyeti'l-Hâlýk" (Allah'a isyanýn söz konusu olduðu yerde, kula itaat olunmaz) (Cami, c. II., s. 192-3) hadisinin bir baþka þekilde ifâdesi olan bu söz, Hakk'a teslimiyetin sembolü haline gelmiþtir.

    BÂTIN: Arapça. Ýç, öz, gizli gibi anlamlarý vardýr. Dýþ anlamýna gelen zahir kelimesinin zýddýdýr. el-Bâtýn, Allah'ýn güzel isimlerinden biridir. Alemin tümü Hak'týr. Zuhuru da âlemden ibarettir.
    Allah, bu âleme göre zâtý itibariyle el-Bâtýn'dýr. Kur'an-ýn, zahirî ve batýnî manasýnýn olduðu hususunda ittifak vardýr. Sadece batýnýný kabul edip, zahirini te'vîl edenlere batýnî denir. Ayný þekilde islam'ýn namaz, oruç gibi emirlerinin vaz'ýnda da bir takým hikmetler bulunduðunu kabul eden tasavvuf ehli, þeriatýn içyüzünü bilme yolunda olduklarý için kendilerini "bâtýn ehli" sayarlar. Ancak, þeriatýn içyüzü dediðimiz bu hususlarýn, kitap okumakla deðil, öz doðruluðu ve Allah'a teslim olma sonucu bilinebilir. Bu bakýmdan bu bilgi, gizli bir bilgidir, ve bu bilgiyi bilenler de gizlidir. Bir de Bâtýniyye Mezhebi vardýr ki, bunlara göre, Kur'ân hükümlerinin hepsi de, âlemin nizamýný saðlamak içindir, olgun kiþiler bu düzeni saðladýðý içindir ki, bizler cennet ehliyiz, cennetteyiz, ibadet kaydýndan, baðýndan kurtulmuþuz, derler. Ancak sünnî tasavvuf okullarýnýn tamamý, bu görüþleri þiddetle reddederler, hatta müslüman saymazlar. Onlara göre, bunlar bâtýn ile bâtýlý birbirine karýþtýran sümüklü tasavvuf erbabýdýr ve reddedilmiþtir.






    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  5. #5

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (B)
    ..:: 5 ::..

    BÂTIN KILICI, BÂTIN OKU : Manevî olarak edebe getirilme iþine ve evliya sillesine bu ad verilir. Zulmeden biri, umulmadýk, beklenmedik bir derde maruz kalýnca, ansýzýn gelen bu gibi acý olaylar, "erenlerin bâtýn kýlýcýna uðradý", "bâtýn okuna geldi" gibi deyimlerle açýklanýr. Yani bu deyim, umulmadýk anda, tahmin edilmeyen yerden gelen musibetler için kullanýlýr.

    BÂTINÝYYE: Ýslam'da bir mezheb. Her nassýn bir dýþ yüzü, bir de iç yüzü olduðunu, dýþ yüzün kabuk mesabesinde bulunduðunu, bu yüzden nassýn özünün, iç anlamýnýn mühim olduðunu, kabuðu aþýp, o öze ulaþmak gerektiðini savunan bu grup, Ýslam'ýn resm denilen ibadet ve mu'âmelâtýný ihmal ettikleri için, sapýk, heretik ve bâtýl sayýlmýþlardýr. Bunlar, haramlarý helâl saydýklarý için ibâhî adýný da almýþlardýr.

    BATN: Arapça, karýn, iç vs. gibi manalarý ihtiva eder. Zahr, Kur'ân'ýn lafzý, batn ise te'vilidir. Yine, kýssa þeklen zahr iken, ondan alýnacak nasihata batn denmiþtir. Kur'an'ýn tilavetine zahr, okunan âyet üzerinde düþünmeye batn denir. Yine, iman
    edilmesi vacip olan münezzel kitap Kur'an zahr iken, onunla amel etmek, batn olarak deðerlendirilmiþtir. Bu kelime diðer ilimlerin ýstýlahýnda, nesepte derecelik ifâde eden, soy, evlât, torun, torunun torunu gibi mânâlar için de kullanýlýr, insanýn karnýna, Arapça'da batn denmiþtir.

    BATTAL: Arapça'da iþsiz güçsüz anlamýndadýr. Geçimini tekkeden saðlayan iþsizler için kullanýlan bir tabir. Tekkeler sosyal bir fonksiyon olarak, iþsizlerin iaþesini saðlama durumundaydý. Bu bir sosyal güvenceydi.

    BÂVEYSÝYYE: Ebû Ya'kû el-Baveysî'nin kurduðu bir tasavvuf okulu olup, Zerrûkýyye'nin kollarýndan biridir.

    BAYRAMÝYE: Halvetî tasavvuf geleneðine baðlý Safeviyye'den doðmuþtur. Hacý Bayram Velî (öl. 833/1429-30) tarafýndan kurulmuþ bir tasavvuf okulu. Daha sonraki tarihinde, Þemsiyye-i Bayramiyye, Melâmiyye-i Bayramiyye, Celvetiyye gibi kollara ayrýlmýþtýr. Anadolu'da, günümüzde hâlâ varlýðýný sürdürmektedir.

    BÂZ: Arapça yýrtýcý Doðan kuþuna derler. Allah, uyarmak istediði kullarýnýn üzerine, avcý niteliðindeki Doðan kuþu gibi olan velîlerini salar. Bunlar, avý yakalar, sülük ettirir. Mevlâ'sýnýn önüne býrakýr, yani hedefe eriþtirir. Abdülkâdir Geylânî, Seyyid Ahmed Rýfaî, Hoca Bahâeddin vs. gibi büyük sufiler için el-Bâzü'l-Eþhel tâbiri kullanýlýr ki, bu, tuttuðunu koparan Doðan kuþu demektir. Adý geçen zatlarýn manevî gücünün çok fazla olduðu, bu tâbirle açýklanýr. Yani, maneviyatta üstün güç sahibi veliler, ellerine geçen avlarý, sahipleri olan Allah'ýn huzuruna getirip býrakýrlar.

    BÂZÂR: Farsça olan bu kelime, Türkçemiz'de de ayný anlamda "pazar" þeklinde kullanýlýr. Kesrette vahdet denilen, Bir'in, çoktaki görünüþüne bâzâr denir.

    BÂZU: Farsça. Pazý þeklinde Türkçe'de kullanýlýr olmuþ bir kelimedir. Tasavvuf ýstýlahý olarak, vecd ve istiðrak ile kendisinden geçmiþ olan derviþ veya ilâhî kuvvetin görünmesi þeklinde tarif edilmiþtir.

    BÂZ-GEÞT: Nakþbendî ýstýlahýndandýr. Nefy-ü isbât dediðimiz, bir tek nefesde, tefekkür? olarak 21 adet "la ilahe illallah" zikrinin çekilmesinden sonra, zikreden derviþin soluðunu býrakýrken, zikrettiði þeyin mânâsý üzerinde tefekküre dalmasý, ve "ilahi ente maksûdî ve rýdâke matlûbî" (Allah'ým maksudum ancak Sen'sin ve matlûbum ancak Sen'in rýzandýr) diyerek tefekkürde derinleþmesi olayýna bâz-geþt denilir. Bu uygulamadan gaye, zikreden sûfînin kelime-i tevhîdin mânâsýný þuur altýna iyice yerleþtirmesi ve onu hayatýnýn bir parçasý hâline getirmesidir. Bu sýr, bilinç altýnda o þekilde yer eder ve derviþin ayrýlmaz bir parçasý olur ki, sonunda o derviþin gözünde, Allah'ýn varlýðýndan baþka bütün varlýklar silinir, her yerde Hakk'ý görür ve bilir hâle gelir. Nakþîliðin en önemli esâslarýndan birisi iþte budur : Yani, zikrettiði þey üzerinde tefekküre dalmak, zikrettiðinin mânâsýný düþünmekle, zâkir'in Mezkûra (Allah'a) ulaþmasýdýr.

    BECELÝYYE: Kadiriyye tarikatýnýn Muhammed b. Hüseyin el- Becelî tarafýndan kurulmuþ olan bir kolu.

    BEÇÇE: Farsça bebek demektir. Can alan ve gönül yakan ayyüzlüler.

    BED: Arapça baþlamak demektir. Tasavvufta isim ve sýfatlarýn tahakkuku demek olup bu, insan berzahlarýnýn ilkidir.

    BEDEN : insanýn maddi vücudu. Kesif cisim.

    BEDEL KERDEN: Farsça deðiþtirmek, vazgeçmek anlamýnda bir mastar. Hedef olmayaný býrakýp, esas maksada yönelmek.

    BEDEVÝ TOPU : Bedevi tarikatýnda derviþlerin, zikrin en ateþli bir zamanýnda, ulaþtýklarý aþýrý etkilenme sonucu, etrafa büyük bir heyecan halinde sunduklarý âyin. Bu esnada müridler hep birlikte bir yerde toplandýklarý için, zikrin o aþamasýna, bu isim verilmiþtir.

    BEDEVÝYYE: Tanta/Mýsýr'da Ahmed-i Bedevî (ö. 675/1276) tarafýndan kurulan Þâziliye þubesi.

    BED-NÂMÎ;BED-NÂM: Farsça, kötü ün sahibi anlamýnda bir ifade. Melâmet mertebesi ve hali. Baþkasýnýn kýnamasýna aldýrmadan, Allah'ýn rýzasýný hedef alan Melâmi meþrebliler, insanlarýn övgü ve yergisine aldýrmazlar.

    BEDR: Arapça, dolunay demektir. Güneþ, 14 günlük ayda ýþýðýný nasýl tam olarak yansýtýrsa, Allah da esmasýný en mükemmel olarak halifesinde yansýtýr. Yani bedr, halife demektir.

    BEDRÝYYE: 1. Sühreverdiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. 2. Þeyh Bedreddin-i Simavî (ö. 1420)'ye dayandýrýlan bir tasavvuf okulu.

    BEHÂÝYYE: Sühreverdiyye'nin altý þubesinden biri.

    BEHÝME-BEHÂÝM: Hayvanlar anlamýnda, Arapça bir kelime. Nefs, tasavvufta bir yönüyle hayvanidir. O yöndeki istekler, behimî olarak vasfedilirler.

    BEHLUL: Saf anlamýnda Farsça bir kelime. Meczub, cezbesine maðlub, akýl nuru kýsmen veya tamamen yanmýþ kiþi. Harun Reþid'in kardeþi Behlül Dana buna örnek teþkil eder. Bu gibiler aslýnda deli deðildir. Söyledikleri uyarýcý vecizeler, hikmetle doludur. Akýllý deliler (ukalâ-i mecânîn) denilen grup iþte bunlardýr.

    BEKKÂÝYYE: Kâdiriyye'nin Sudan'daki kolu. Þeyh Ali el-Bekkâ (ö. 1271) tarafýndan kurulmuþtur.

    BEKKÝYE: Þaziliyye'nin Tunus'taki kolu. el-Bekkî et-Tunusî tarafýndan kurulmuþtur.

    BEKRÝYYE: 1. Halveti þubelerinden Karabaþi-ye'ye ait bir kol. Þemseddin Mustafa el-Bekri el-Mýsrî (ö. 1749)'ye izafe edilmektedir.
    2. Þâzîliye'nin Vefâiye þubesinin koludur. Ebu'l-Mekarim Muhammed el-Bekrî (ö. 1586)'nin adýna izafe edilmiþtir.
    3. XVI. asýrdan itibaren, Kahire'de sûfi þeyhlerine verilen isim.

    BEKTAÞÎ; BEKTÂÞÝYYE: Bektaþî tarikatýna mensup olan kiþi. Bektâþiye tasavvuf okulu. XIII. asýr'da Horasan'dan Anadolu'ya gelen Hacý Bektâþ-ý Veli tarafýndan kurulmuþtur. Esas itibariyle Ahmed-i Yesevî tarafýndan tesis edilen ve Türkler arasýnda kurulmuþ ilk tarikat sayýlan Yeseviye'nin tesirindedir. Hacý Bektaþ-i Veli'nin Makâlât adlý eserine bakýldýðýnda, þeriata gerçekten baðlý bir þahýs olduðu görülür. Bu eserde, þeriatta dört kapý ve kýrk makam olduðu zikredilir ki bu kapýlar, Tarikat, Þeriat, Marifet, Hakikat'týr. Ancak, baþlangýçta þeriata sýký sýkýya baðlý olan bu tasavvuf okulu, yapýlan bazý müdahelelerle lâ-dinî unsurlar ihtiva eder hale gelmiþtir. Böylece, Bektaþî lafzý, zamanla dinî emirlere karþý lâkayýt davranan kiþiler hakkýnda kullanýlýr olmuþtur.



    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  6. #6

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (B)
    ..:: 6 ::..

    BEKTÂÞÝNÝN ÇAPASI, MEVLEVÝNÝN ÇÝVÝSÝ : Bektaþî tekkelerine baðlý vakýflar pek az olduðundan, bu tekkelerde en önemli hizmet, tekke yakýnýnda bulunan arazide ziraatle meþgul olmaktý. Bu da genellikle çapa ile olduðundan Bektaþî müridinin tekkede göreceði ilk iþ, çapa kullanmayý öðrenmek olurdu. Mevlevîlerde ise semâ ön planda geldiðinden, derviþin ilk bellemesi gereken semâ idi. Semâ da, "semâ tahtasý" nýn üstünde belletilirdi. Bu tahtanýn ortasýnda, ayak koymak için bir çukur bulunurdu. Ayaðý sabit tutmak için de, çukur'un ortasýnda, müridin sol ayak baþ parmaðý ile orta parmaðý arasýnda tutmasý gereken bir çivi, vardý. Semâ öðrenmek isteyen için bu çivi, oldukça önemli ve usulüne uygun þekilde yapmasý gerekli ilk iþ olduðundan, týpký bektâþilerdeki çapa mesabesinde tutulmuþtur. Böylece "Bektâþilerin çapasý, Mevlevîlerin çivisi" deyimi ortaya çýkmýþtýr.
    BELA-BELVÂ: Arapça. Hastalýk, sýkýntý ve kötülüklerle imtihan ediliþ. Bela, Allah'a yakýnlýk durumuna göre artar. Cerirî "insan, çektiði çile kadar insandýr" der. Yine hadis-i þerifte "biz nebîler topluluðu, insanlarýn en þiddetli belaya uðrayanlarýyýz" buyurulmuþtur.
    BEKTÂÞÎNÝN SIRRI : Bektâþîler, bir kimsenin tarikata girmesi sýrasýnda yapýlan ayine, diðer tarikat mensuplarýný almazlardý.
    Diðer tarikatlardaki zikir ve semâ âyinlerine giriþ serbest olduðu halde, Bektâþîlikdeki bu gizlilikten dolayý, "Bektaþî sýrrý" sözü meydana gelmiþtir.
    BEL BAÐLAMAK : Birine güvenmek, ümit baðlamak. Tasavvufta ise, tarikata girmek, ikrar vermek anlamýndadýr. Ahilikte bu tabir, "þedd baðlamak" anlamýndadýr. (Bkz. Þedd Baðlamak.) Bektâþîlerde ise, muhib olmak, týðbend kuþanmak, itaat etmek demektir.
    BEL-YOL : insanýn neslini devam ettiren evlâd, sulbî evladdýr. Bir mürþide intisap ederek, onun terbiyesi altýna girerek adeta onun evlâdý mesabesinde olana ise, yol evladý denilmiþtir. Böylece mürþid, adeta onun babasý sayýlmýþtýr. Nitekim, Yesevîlikte mürþide "ata", Bektaþi'lerde de "baba" denilmektedir. Belden gelen, bazen babasýnýn yolunu tutmadýðýndan ve babasýnýn oðluna karþý zaafý bulunabileceðinden, bazý þeyhler terbiye için oðullarýný bir baþka þeyhe verirlerdi. Bu hareket tarzý, "Belden gelen oðlum deðil, yoldan gelen oðlum" denilmek suretiyle atasözü haline gelmiþtir.
    "BEN" DÝYENÝ ÝRÞAD MÜMKÜN DEÐÝLDÝR : Tasavvufta kiþinin kendine deðer vermesi, malýný, mülkünü, makam ve mevki'ini ön plâna çýkararak Cenab-ý Hakk'ý unutmasý matlûb deðildir. Bunun için benlikten geçmeyen, nefsini terbiye etmeyen, hep "ben" diyen, bu yolda manevî mesafe alamaz. Bu bakýmdan böyle kiþiler hakkýnda, "ene (ben) tahtýna oturaný, irþad mümkün deðildir" veya "ben diyeni irþad mümkün deðildir" denilmiþtir.
    BENANE: Kadiriyye'nin Dekken'deki bir kolu.
    BENDE: Farsça, köle demektir. Allah'a kul olmak. Mürid.
    BENEFÞE: Arapça, menekþe demektir. Kuvvetin etkili olmadýðý nükte.
    BENLÝÐÝME LANET : Eski terbiyemizde, cemiyette "ben" diye konuþmak edebe aykýrý sayýlýp, nezaketsizlik kabul edildiðinden, bunun yerine, "bendeniz" veya "fakir" denilerek söze baþlanýrdý. Bu husus, özellikle mutasavvýflar arasýnda daha da önemliydi. Yanlýþlýkla, söz sýrasýnda ben denilirse, hemen arkasýndan, "benliðime lanet" sözü eklenirdi. "Eûzü billahi min ene".
    BERK: Arapça, pýrýltý demektir. Tasavvuf yoluna giren "sâlik"e ilk görünen Ýlâhî ýþýk. Allah'ýn, kulunu kendi yoluna davet etmek için kalbine vahyetmiþ olduðu ilham.
    BER ÇÛ-SÝM: Farsça, gümüþ göðüs. Salikin tabiatýna uygun düþen terbiye.
    BERHASTEN: Farsça. Ayaða kalkmak. Azmetmek, kastetmek, cezmetmek.
    BERK-Ý SEBZ: Berk, Farsça yaprak: Berk-i Sebz ise, yeþil yaprak anlamýnda sýfat tamlamasýdýr. Tasavvufta özellikle Mevlevîlikte, dergaha veya tarikattaki ihvanýna ziyarete giden kiþi, eli boþ gitmez, hiç bir þey bulamazsa bile, bir çiçek, veya yeþil bir yaprak götürürdü.
    BERRANÝ: Arapça, harici, zahirî demektir. Tasavvufa yabancý kiþiler.
    BERZAH: Arapça, iki þey arasýndaki engel ; iki denizin biribirine kavuþmasýna engel olan kara parçasý. Kur'an'da ise mevt(ölüm) ile haþr (tekrar dirilme) arasýnda geçen zaman.
    BERZAHÝYYE: Melâmî ýstýlahýdýr. Melâmî Bayramîleri, tarikatlarýna "turuk-ý berzahiyye" yani "berzah yollan" derlerdi.
    BERZAHU'L-CÂMÝ: Toplayýcý berzah anlamýnda Arapça bir tamlama. Bütün berzahlarýn aslý olan Allah. Buna Hazret-i Vâhidiyye, birinci berzah, veya en büyük berzah, "berzah-ý âzam", "berzah-ý ekber" denir.
    BERZENCÝYYE: Kübreviyye'nin kollarýndan biri.
    BÝÞR: Arapça, yüz gülümserliði. Yalnýzlýkta aðlamak, insanlarýn yanýnda güler yüzlü olmak, sufilerin ahlâkýndandýr. Yüzdeki tebessüm kalpteki nurun eseridir.
    BESMELE: Bismillahirrahmanirrahim'in kýsaltýlmýþý olup her iþe onunla baþlanýr ; onsuz baþlanan iþlerin sonu ke*** olur. Ýbn Arabi, Allah'a göre "kün" (ol) ne ise, kula göre besmele de odur, der
    BEÞARET: Arapça, müjde demektir. Dostun dosta ilettiði müjdeli haber. Bu;
    1. Can çekiþen salih kula cennet.
    2. Mahþerdeki hesapta kul'a rahmet müjdesi, þeklinde tecelli eder.
    BEÞLER : Kalpleri Cebrail (a)'in kalbi üzerinde bulunan beþ veli. Beþlerin nefes ve ilimlerinin feyzi ile gönüller dirilir.
    BETÜL: Arapça, erkeðe þehvet duymayan kadýn, dünyadan elini çeken kadýn ve erkeðe veya, bakireye denir.
    BEVADÝH: Arapça, içe doðan hisler ve bilgiler anlamýndadýr. Gaybden ansýzýn kalbe gelen, kabz veya bast'a sebep olan hal.
    BEVVÂB: Arapça kapýcý demektir. Mevlana türbesindeki türbedarlara "bevvab" denirdi. Türbe kapýsýný açýp kapamakla görevli olduklarý için, kendilerine bu ad verilmiþtir. Osmanlýlarýn son döneminde, okullarýndaki kapýcýlar da ayný isimle anýlmýþtýr.
    BEVN: Arapçada ayrýlýk anlamýndadýr. Mukabili kevn'dir. Cüneyd, bu tabiri, muvahhidlerin sanki yoklarmýþ gibi, eþyada olmalarý, ayrý deðillermiþ gibi eþyadan ayrý olmalarýdýr, diye tanýmlar. Çünkü onlarýn eþyada bulunmalarý, kendi þahýslarý ile, ayrýlmalarý da sýrlarý iledir. Bu; sufiler dýþlarýyla insanlarla, varlýklarla beraberken, içleriyle Allah'la birliktedirler, anlamýna gelir.
    BEYABAN: Farsça, sahra demektir. Yol kesici, gaflette olma hali.
    BEY'AT: Arapça, "satmak" anlamýna gelen "bey" den türemiþtir. Mürþid'den el almak, ona söz vermek. "Seninle bey'atleþenler, gerçekte Allah'la bey'atleþmiþtir. (Feth/10) âyeti, Rýdvan aðacý altýnda Sahabe-i Kiram'ýn Peygamber Efendimiz (s)'e, ölene kadar uyup düþmanla savaþacaklarýna dair söz vermeleri. Bey'at kelimesi, tasavvufa ýstýlah olarak geçerek, Mürþidden el almak anlamýnda kullanýlmýþtýr. Mürþid'in eli, elden ele Hz. Peygamber Efendimiz (s)'e kadar ulaþýr. Bey'at, çeþitli tarikatlara göre þeklî bir takým farklýlýklar arzeder.
    BEYT: Arapça, ev anlamýna gelir. Bu kalptir. Beytü'l- Ma'mûr: Allah'ýn yerden göðe yükseltip kendi nefsine tahsis ettiði mahaldir. Yere göðe sýðmayan Allah, mümin kulunun kalbine sýðar "mü'minin kalbi, Allah'ýn evidir". Nur/36 ayetine göre mescidler de "ev" dir. Ka'be de Maide/97 ayetine göre, "ev"dir. Beyt, tarikat anlamýnda kullanýlan bir ifadedir. Beytü'þ-Þaziliyye (Þaziliyye tarikatý).




    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  7. #7

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (B)
    ..:: 7 ::..

    BEYTÜ'L-ÝZZE: Arapça, izzet evi. Hak'da fani olma hali ile cem makamýna ulaþan kalptir.

    BEYTÜ'L-MUKADDES: Arapça, kutsallaþmýþ ev. Allah'tan baþkasýna baðlanmaktan kurtulmuþ kalp.

    BEYTÜ'L-HARAM: Arapça, haram evi. Allah'tan baþkasýna yasaklanmýþ kâmil insanýn kalbi.

    BEYTÜ'L-HÝKME: Arapça, hikmet evi. ihlas'ýn yerleþip karar kýldýðý kalp.

    BEYTULLAH: Arapça, Allah'ýn evi. Arifin, kâmil insanýn kalbi, veya Ka'be. Kâmil insan bütün isimleri toplayan "Allah" isminin mazharý (ortaya çýkýþ yeri) olduðundan, bu hey'et-i mecmua ancak ona sýðabilir. Bunun için gönüle "mir'ât-ý Hûda" derler. Sûfilere göre, gönül o kadar geniþtir ki bütün kâinatý içine alabilir.
    Fuzûlî hâlâ olmaz sûret-i dil dost fikrinden
    Bu mânâda ki beytullah derler kalb-i mü'mindir.
    Fuzûlî

    BEYYÛMÝYYE: Ali b. Þeyhü'l-Hicaz (ö. 1182/1768-9) tarafýndan kurulan bir tasavvuf okulu.

    BEYZÂ: Arapça'da beyaz anlamýna gelen bir kelime. el-Aklu'l-Evvel yani ilk Akýl. Zira, amâ'nýn merkezi olup, gayb karanlýðýndan ilk ayrýlan þey beyzâ'dýr. Feleðinin nuru en fazla olan yine odur. Ýlk aklýn beyazlýðý, gaybýn siyahlýðýna tekabül eder. Varlýðý yokluðuna tercih edildiði için ilk mevcud beyzâ'dýr. Vücud (varlýk) beyazdýr, adem (yokluk) siyahtýr. Ariflerin bir kýsmý fakrý, kendinde her madumun tebeyyün ettiði beyaz olarak deðerlendirirler. Her mevcud, siyahta ademe dönüþür. Onlar fakr'dan "fakrû'l-imkân"'ý kastederler. Melekler ve ruhlar âlemine de beyzâ denir.

    BEYZAVÝYYE: Hicriyye'nin þubelerindendir. Hýzýr(a)'a nisbet olunur.

    BEZL: Arapça, cömertçe sarfetmek, harcamak demektir. Bir kimsenin, en son gücünün yettiði bir çaba ile Allah'a yönelmesi. Allah'ý tüm sevdiklerine tercih etmesidir. Bezl-i nefs, isar-ý nefs : Fedakarlýk, Bezlu'l-Muhac : Çok sevilen þeylerin Hak uðruna seve seve harcanmasý. Bezl-i Gah : Bir þeyhin baðlýlarýna yardým saðlamak üzere, devlet adamlarý üzerindeki etkisini kullanmasý.

    BEZM-Ý ELEST: Farsça ve Arapça iki kelimeden oluþmuþ "Elest Toplantýsý" anlamýnda bir tabir. A'raf suresi'nin 172 nolu âyetinde Allah ruhlara "Elestü bi-Rabbiküm" (Ben sizin Rabbiniz deðil miyim?) sorusunu yöneltince ruhlar "Belâ" (Evet) dediler, iþte bu toplantý, ruhlar bedene girmeden yapýlmýþ, Allah ile ruhlar arasýnda "misak" (sözleþme) vukubulmuþtu. Orada verilen sözün doðruluðunun sýnanmasý için, Allah, ruhlarý bu imtihan dünyasýna gönderdi. Þu anda bu sýnavdayýz. Allah ile ruhlar arasýndaki sözleþmenin meydana geldiði toplantýya "Bezm-i Elest" yani "Elest Toplantýsý" denir. Bezm-i ev edna : Yahut daha yakýn olma toplantýsý, anlamýnda bir ifade. Miraç'da Hz. Rasulullah (s)'ýn Allah'a yaklaþtýðý son nokta ve orada meydana gelen toplantý. Hiçlik makamý.

    BÝBERÝYYE: Halil Develioðlu (ö. 1933) tarafýndan Tarsus'ta kurulmuþ bir tasavvuf okulu. Halidiyye-i Nakþibendiyye'nin koludur.

    BÝDAYET: Arapça, baþlangýç anlamýnda bir kelime. Sülûkun baþlangýcýna bidayet, bu durumda olana da mübtedi (yeni baþlayan) denir.

    BÎ-DÂRÎ: Farsça, uyanýklýk anlamýnda bir kelime. Sahv, kendinde olma, sekrden uzak bulunma hali, kulluk mertebesi.

    BÎ-GÂNE: Farsça, yabancý demektir. Tasavvufi yolu bilmeyen ve bu sistemi tanýmayan kiþi.
    BîHANEGÝ : Yabancýlýk.

    BÝ-HÛÞÎ: Farsça baygýnlýk, aklýn gitmesi hali. Beþerî özelliklerin silinmesi durumu. Sekr halinde olan kiþiye, bî-hûþ denir.

    BÝLEN BÝLÝR BÝLÝRÝ, BÝLMEYEN NE BÝLÝR BÝLÝRÝ? BÝLMEZ ÝSEN BÝLÝRÝ, BULAGÖR BÝR BÝLÝRÝ : Bu tekerleme bilen kiþinin gerçek sýrrý ve vahdet âlemini bilebileceðini, bilmeyenin ise, bundan mahrum kalacaðýný ve bir bilene tâbi olup öðrenmesi gerektiðini anlatýr. Bilmeyen talib, bilen ise Mürþiddir.

    BÝLEN SÖYLEMEZ, SÖYLEYEN BÝLMEZ : Vahdet sýrrýna vâkýf olan kiþi bu sýrrý söylemez. Þayet söylerse, bireysel zevkî bir tecrübe mahsûlü (sübjektif) olmasý dolayýsýyla, o tecrübeyi zevk etmekten (tadmaktan) mahrum kalan kiþi, anlatýlaný anlamaz. Þeyh Sadi Þirâzi bu konuda þöyle der:
    Ey seher kuþu, aþký pervaneden öðren O yanýp yakýlan âþýk can verdi de sesi bile duyulmadý Bu davaya düþenlerin onu istemekte haberleri bile yoktur. Haberi olana gelince, ondan bir daha bir haber bile gelmedi.
    Vahdet hakkýndaki sözler, ayný zamanda tehli***i de bünyesinde bulundurur. Bu yüzden þeyhler, vahdetten bahsederken, bir baþka kiþiden duymuþ gibi (yani nakil yoluyla) anlatýrlar. Bayramîlerden ismail Ma'þûkî, Bosnalî Hamza Bali, bu konuda acý örmektirler.

    BÝLMEK, BULMAK, OLMAK : Olgunlaþmanýn üç merhalesi, "Kendini bilen, Rabbini bilir, fehvasýnca, bir insanýn olabilmesi için, kendini bilerek, tanýyarak, Rabbisini bulmasý gerekir.

    BÎ-MÂR, BÎ-MÂRÎ: Farsça, hasta, hastalýk demektir. Tasavvufta, kalp huzursuzluðu, can sýkýntýsý, aþk gibi anlamlarda kullanýlýr.

    BÝNBÝR DONDAN BAÞ GÖSTERMEK : Don kelimesi Türkçe olup, þekil sanat ve elbise anlamýnda kullanýlýr. Allah sonsuz gücünü, hikmetini, sayýsýz mahlûkatýndan ; vahdetini yine sonsuz varlýklardan ortaya çýkarýr. Bu Allah'ýn, gücünü, birliðini binbir don (þekil) dan göstermesidir.

    BÝNBÝR GÜN : Mevlevî tabiri. Yeni derviþ, yapýlan sohbeti anlamak üzere binbir gün hizmet eder. Bu hizmetin yapýldýðý yer, mutfaktýr.

    BÎ-NEVÂ: Farsça, âciz, zayýf, zavallý demektir. Tasavvufta acizlik, çaresizlik anlamýnda kullanýlýr.

    BÎ-NÝÞAN: Farsça, niþansýz, adsýz demektir. Fena makamý, Zat-ý kibriya, La Ta'ayyün mertebesi.

    BÝN KERE ALLAH DEMEKTEN BÝR KERE EYVALLAH DEMEK YEÐ : Çeþitli olaylar karþýsýnda Allah Allah diye þaþkýnlýk göstermek yerine, baþ kesip eyvallah deyip Allah'ýn kudretine teslim olmak anlamýnda bir atasözü.

    BÝR ÇIPLAÐI BÝN ZIRHLI SOYAMAZ : Buna benzer bir atasözü daha vardýr: "Bir çýplaðý kýrk haramî soyamaz". Varlýðýna dayanan, benliðine güvenen, bilgisiyle büyüklenen kiþi, dünyanýn yükünü yüklenmiþtir. Ama gerçek varlýða karþý yokluðunu bilen bilgili ise, bilgisiyle bilmediðini öðrenen, benliðini terkeden, her çeþit kayýttan sýyrýlan kiþi, tam anlamýyla yokluða ulaþmýþ yani çýplak hale gelmiþtir. Böyle kiþilerin soyulacak bir varlýðý kalmamýþtýr.
    Var imdi miskin Yunus, üryan olup gir yola
    Yüz çakallu gelürse yalýncaðý soyamaz.

    BÎ-RENG, BÎ-RENG: Farsça, renksiz, renksizlik demektir. Arif renksizlik makamýnda her rengi görüp, bilip, deðerlendirip, ona göre hareket eder. Zira o, fenada, "Allah'ýn rengi" (Sýbgatallah) olan renksizliðe kavuþmuþ, yetmiþ iki milletin veya (meþrebin) dilini anlar ve konuþur hale gelmiþtir. Renksizlikte bütün renklerin bulunduðu gibi, Allah'ýn rengi olan renksizliðe ulaþmýþ sûfilerde de, her meþreb, her renk vardýr. Mevlana resmini kýrk defa yapmaya teþebbüs edip de yapamayan, daha doðrusu ressam gözüyle sabit bir yüz þeklini yakalayamayan Nakkaþ Aynüddevle'ye, renksizliðini öne sürerek olayýn, açýklamasýný yapmýþ ve bu sözüyle, her an bir renkte olduðunu ifâde etmiþtir. Bu makam, zirveyi gösterir. Zirvede ikiliðe yer yoktur. Orada sadece tevhid vardýr. Bu yüzden orada hedef açýsýndan "dinlerin birliði" gerçekleþmiþtir.
    Cümle yaradýlmýþa bir gözle bakmayan
    Halka müderris ise hakikatte asidir.
    Yunus Emre



    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  8. #8

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (B)
    ..:: 8 ::..

    BÝR ETEÐE PEK YAPIÞAN, MAKSÛDA (AMACINA) TEZ ERÝÞÝR : Bu söz, kâmil mürþide, tam ve mükemmel bir hüsn-i zan ile baðlanan kiþinin, vuslata çabuk ereceðini ifade eder. Akþemseddin, Hacý Bayram-ý Velî'den 3-5 ay gibi kýsa zamanda olgunlaþýp hilâfet beratý alýnca, bu vuslata 30 yýldýr eriþemeyen diðer müridler merak içinde kalmýþlardý. Bu meraký gidermek üzere, Hacý Bayram-ý Veli onlara "sýký teslimiyet" açýklamasýný yapmýþtý. Konyalý Doktor Hulusi Baybal Beyefendi'nin çalýþma masasýnýn arkasýndaki "âh teslimiyet!" levhasý da bu espriyi yansýtýr.

    BÝR GÖMLEKTEN BAÞ GÖSTERMEK : Bektaþî tabiri. Musâhib olanlar hakkýnda söylenir. Tarikata bereberce giren iki derviþ (can) týpký bir gömlekten, veya bir bedenden iki baþ göstermiþ gibidir. Canlarý, imanlarý ve ikrarlarý birdir. Bu kardeþliðe (birliðe) her zaman riâyet etmek zorundadýrlar. Bu, islâm'daki kardeþlik espirisini anlamaya giriþ mahiyetindedir.

    BÝR HIRKA BÝR LOKMA : Çok azla yetinmeyi, fakra surî olarak da baðlanmayý ifade eder. Hindistan'da Sühreverdîliðin bazý kollarý, zenginliðe, varlýklý olmaya, kalpte fakr duygusunu korumak þartýyla karþý çýkmamýþ, hatta savunmuþlardýr. Ayný görüþte olan diðer tasavvuf disiplinlerindeki bir takým þeyhler de, malýn cepte olmasý, ancak kalpte bulunmamasý gerektiðini söylemiþlerdir. Hz. Peygamber (s), bir yaþam modu olarak fakrý tercih etmekle birlikte, zenginliði de yasaklamamýþtýr. Zira müminin dünyadan unutmamasý gereken bir nasibi vardýr. Ancak "mallarýnýz ve evlatlarýnýz sizin için bir fitnedir." (Tegâbün/15) âyetinin esprisini de geri plana atmamak icâbeder. Doðru olaný, kiþinin malý esir almasýdýr. Yoksa malýn kiþiyi deðil... "Bir lokma" sözü çalýþmayý deðil, insanýn hýrsýný sýnýrlamak için söylenmiþtir.

    BÝR GÖNÜLDE ÝKÝ SEVDA OLMAZ : Bir kalpte hem Allah, hem de dünya sevgisi olmaz. Yüce Mevlâ Kur'an-ý Kerim'de "Allah bir göðüste iki kalp yaratmadý" (Ahzâb/4) buyurur. Bir kalple bir þey sevilir. O da Allah olmalýdýr.

    BÝR ÝÇÝM SUYUN, YEDÝ YOLUN HAKKI VAR : Susuza su vermek, yol bilmeyene yol göstermek, ihtiyaç sahibinin ihtiyacýný gidermek, toplum hayatýnda ferdleri biribirine yaklaþtýrýr. Neticede zengin-fakir arasýnda bir köprü kurulur, toplum huzurlu olur. iþte bu yüzden, su sahiplerinin, yol bilenlerin, vazifelerini Hakk'a endeksli olarak yapmalarý gerekir.

    BÝRLÝÐE ÝKÝLÝK SIÐMAZ : Bir tür þirkten kaçýnmayý ifade eder. Ýç ve dýþta varoluþa katýlmak, bu þekilde sevinç ve üzüntülere iþtirakte bulunmak. Bu katýlýþtan ayrýlan, bütünden ayrý kalýr, ikiliðe düþer.

    BÝRLÝK MAKAMI : Gönül birliðinin gerçekleþtiði manevî menzil (durak) demektir.

    BÝR SUÇLA ADAM ASILMAZ, BÝR SÜRÇEN ATIN BAÞI KESÝLMEZ : Yanýlarak yapýlan kusurlarýn baðýþlanmasý, tekrarlanmasý durumunda da cezalandýrýlmasý, bu sözle ifade olunur. Affedicilik fazilettir. Kur'an-ý Kerim'de (Ve'l-âfîne ani'n-nâs) "insanlarý affedenler" (Âli-imran/134) buyurulur.

    BÝR ÞEM'A (MUM) KÝ ALLAH YAKA, HALK ÜFLESE SÖNMEZ : "Allah'ýn nurunu aðýzlarýyla söndürmek istiyorlar. Kafirler hoþlanmasalar da mutlaka Allah nurunu tamamlayacaktýr" (Tevbe/32). Allah'ýn yaktýðý nur, inkarcýlar ne kadar uðraþýrlarsa uðraþsýnlar, ne kadar liflerlerse Liflesinler, sönmeyecektir. Halikýn yaktýðý mumu, mahlûkun nefesi söndüremez. Bu atasözünde mum, kalp, Allah aþký (veya iman) da nur (ýþýk) dur.

    BÝR TAHTTA ÝKÝ PADÝÞAH OLMAZ : Burada taht, kulun gönlü, padiþah ise çok sevdiði þeydir. Taht, yani gönül bir tanedir, onun için oraya bir padiþah, yani bir sevgili oturabilir. O da Allah'týr. "Allah bir insanda iki kalp yaratmadý." (Ahzab/4)

    BÎRÛN: Farsça, dýþ, dýþarý demektir. Dýþta tahakkuk etmiþ olarak gördüðümüz âlem. Bîrûn'un mukabili "derûn" (iç, içeri) dur.

    BÝSÂT-I ÜNS : Üns yaygýsý anlamýnda bir ifade. Allah'a yakýnlýðý gösteren üns makamý. Sûfilerin "bisat üzerinde dur, inbisattan sakýn" ifadesi, Allah'ýn huzurunda saygýlý olmayý (bisat), laubalilikten (inbisat) uzak durmayý anlatýr. Yani edebi gözeten sâlike, bisat ehli denir. Bisat'ta edepsizlik (inbisat) yapaný kapýya, orada edepsizlik yapaný da hayvanlara bakmak üzere ahýra gönderirler.

    BÎ-SER Ü PÂ: Farsça, baþsýz ve ayaksýz demektir. Melâmiyyei Bayramiyye mensuplarýnýn mezar taþlarýna denir. Hacý Bayram-ý Veli'den sonra tarikatý; Þemsiyye-i Bayramiyye (Akþemseddin kolu), Melâmiyye-i Bayramiyye (Býçakçý Ömer Dede Kolu) ve Ýnce Bedreddin'in kurduðu bir þube ile üçe ayrýlmýþtý. Bunlardan Melâmiler, devlet tarafýndan sýký takibe alýnmýþ, baþta Oðlan Þeyh Ýsmail Ma'þûki ve Bosnalý Hamza Balî olmak üzere çeþitli þeyhler idam olunmuþtur. Çok sayýda þehid verdikleri için, Melâmîler, özellikle Hamzavîler mezar taþlarýný, baþlarý ke***, kollarý ve ayaklarý kýrýk olarak yapmaya baþlamýþlardý. Ýþte bu mezar taþlarýna, "Melâmî Taþý" veya "Bî-Ser ü Pâ" (Baþsýz ve Ayaksýz) denir. Bu, Melâmîlerin, baþsýz, elsiz, ayaksýz olduklarýný, yani canlarýndan geçtiklerini, kendilerini tamamen Allah'a teslim ettiklerini bildirir.

    BÝ'SET: Arapça, göndermek demektir. Tasavvufta açýk ilhamla gönderilen vahyi ifade eder.

    BÝSMÝLLAH: Arapça, Allah'ýn adýyla demektir. Bir iþe besmele ile baþlanýrsa, o iþin sonu ke*** (ebter) gelmez (Cami, 2, 77). "Bismillah", (Rahmanirrahim) eklemeden kullanýlýrsa "buyur, haydi, söyle, gel, yürü, hazýrým" anlamýna gelir. Bir yere girileceði sýrada, hürmet için birine "siz buyrun" yerine, "Bismillah" denildiði gibi, bir þey söyleyecek, bir þey yapacak kiþiye de "söyle", "yap" yerine, yine "Bismillah" denir. Kendisine emir verilecek kiþi, emri yerine getirmeye hazýr bulunduðunu bildirmek üzere "Bismillah" der.

    BÝSTAMÝYYE: Ebu Yezid Tayfur el-Bistamî (ö. 261/874) 'ye nisbet edilen ve Tayfuriyye de denilen bir tarikat. Nakþî silsilesinde de yer alan Bayezid-i Bistamî, erken dönem Nakþibendiliðe adýný vermiþtir. Nakþbendîlik kronolojik sýralama içinde þu isimlerle anýlmýþtýr : Sýddîkiyye, Bistamiyye, Nakþibendiyye, Ahrariyye, Müceddidiyye, Halidiyye.

    BÎ-ÞER': Farsça, Þeriata uymayan demektir. Mukabili "Bâ-Þer" (Þeriata baðlý) dir. Özellikle Hindistan'da þeriata uymayan tarikatlara "bî-þer", uyanlara da "bâ-þer" adý verilir.

    BOSTAN: Farsça, bahçe, bað demektir. Genel ve özel, açýk mahal. Fetih makamý.

    BOÞ GELEN BOÞ DÖNER, BOÞ GELEN BOÞ GÝDER: Mürþidin huzuruna varlýktan soyunarak gelmek her türlü kibir, gurur ve nefsî davadan sýyrýlarak gitmek gerek. Bu þekilde giden kiþinin, mürþidinin duasý ve himmet nazarýyla ruhuna sirayet eden nefis ******lerinden kurtulacaðý; dönüþte, varlýðýn yerini, yokluðun ve fakrýn alacaðý kabul edilir. Bu atasözü ayrýca, mürþide ve dostlara hediyesiz gitmemeyi öðütler. Zira Peygamber Efendimiz (s) "Hediyeleþiniz ki aranýzda sevgi oluþsun" buyurur. Hediyesiz, boþ gitmek, sevgi teþekkülüne mani bir husus olarak düþünülür.

    BOÞ KAP SES VERÝR : Manevî olgunluða ermiþ kiþi, laf yapmaktan kurtulur, artýk hali ile konuþur. Hali elde edemeyen kiþiler, boþ kap gibi konuþma mübtelasý olur, týn týn öter durur ki bu tiplerde hal gözükmez, yaþamak bulunmaz, konuþmalarýnda kalýcý etki görülmez.

    BU ALÝYYE: Kadiriliðin Cezayir ve Tunus kolu.

    BU'D: Arapça uzaklýk anlamýna bir kelime. Kulun Allah'tan uzaklaþmasý ki bu, emir ve nehiylere uymamakla olur. Hak'tan uzak kalanlara "bâ'id" denir. Bu'd'un mukabili "kurb" tur.



    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  9. #9

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (B)
    ..:: 9 ::..

    BU BÝR KERVANSARAYDIR, KONAN GEÇER :Kervanlarýn konup mola verdikleri yerlere kervansaray denir. Bu kelimenin doðru ifade edilmiþ þekli "Karbânsaray" dýr. Kervansaraylarda her türlü sosyal ihtiyaçlar giderilmiþtir. Bu atasözünde insan kervana, kervansaray da dünyaya benzetilmiþtir. Bir yolcunun, bir kervanýn kervansaraya gelip bir kaç gün kalýp yoluna devam ettiði gibi, insan da bu dünyada bir kaç gün kalýp gidecektir. Yani bu dünya geçici, kýsa bir kalýþ yeridir.

    BU DA GEÇER YÂ HÛ : Eskiden bu ibare, dergâhlarda, iþyerlerinde levha halinde duvarlarda bulunurdu. Burada bir "tezad" sanatý vardýr. "Bu da geçer" ifadesi geçici dünyayý, "Yâ Hû" da Baki olan Allah'ý gösterir. Ýyi, kötü her þey gelir geçer, baþa gelen kötü olaylara sabretmek ve Allah'a dayanmak icabeder.

    BUHARÝYYE: Celâleddin el-Ahmer el-Hüseyin b. Ahmed el- Buharî (d. 707/1307)' nin tesis ettiði bir tasavvuf okulu.

    BUHL: Arapça, cimrilik anlamýna gelen bir ifade. Bu bir nefis hastalýðýdýr. Bir kimse kendi malýndan cimrilik yaparsa buna "buhl", bir baþkasýnýn malýndan yaparsa buna da "þuhh" denir. Hz. Peygamber (s) bir hadislerinde "þuh (cimrilik)'tan sakýnýn. Þüphesiz þuh, sizden öncekileri helak etmiþtir" buyurur. Bazýlarý buhl'ü "ihtiyaç zamanýnda iþarý terketmektir" þeklinde tarif ederken, Hakîm, "insanî özelliklerin yok olup, hayvânî adetlerin ortaya çýkmasý" diye tanýmlar.

    BUHÛRÝYYE: Þeyh Muhammed el-Buhûrî er-Rumî el-Edirnevî (ö. 1039/1629)'nin kurduðu, Ramazaniyye-i Halvetiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu.

    BULAÞIKÇI DEDE : Mevlevî tâbiri. Matbah-ý Þerifte önemli bir görevdir. Bulaþýkçý dede'nin beraberinde, yardýmcýlarý bulunurdu. Yemek kaplan mutlaka mutfakta yýkanýrdý. Kaþýklar da büyük bir özenle yýkanýp kurulanýrdý. Somat denen sofra bezinin temizliðine çok dikkat edilirdi. Küçük dergâhlarda Bulaþýkçý Dede'nin yardýmcýsý olmazdý.

    BUK'A: Arapça, yer, mekan, belde, diyar, bölge anlamýna gelir. Çoðulu "bikâ ve buka" dýr. Türbe, yatýr. Buk'a-i mübâreke : Mübarek yerler, ziyaret yerleri, türbeler.

    BU MEYDANDA NÝCE BAÞLAR KESÝLÝR, SORAN OLMAZ : Bu meydan erenler meydanýdýr. Sýrrý, anlamayanlara faþ edince, sonuçta kan dökülür. Bu uðurda nice baþlar verildiði yukarýdaki sözle anlatýlýr.
    Kûh kün ez kellehâ
    Bahr kün ez hûn-i mâ
    Kellelerden tepeler yapsýnlar
    Kanýmýzdan denizler...

    Seyyid Seyfullah bir þiirinde þöyle der:
    Kýyamazsan baþ u cana
    Irak dur girme meydana
    Bu meydanda nice baþlar
    Kesilür hiç soran olmaz.

    Yeniçeriler, bu sözü, orta gülbanklerine almýþlardýr.

    BURAK: Hz. Peygamber (s)'i Miraç gecesi taþýyan hayvan. Kur'an-ý Kerim'de adý geçmemektedir. Burak anatomik yapýsý itibariyle Katýr'dan küçük, eþekten büyüktür, rengi beyazdýr. O cennet hayvanlarýndandýr. Ýki kanatlýdýr. Bunlar sayesinde, bir adýmda gözün görebildiði en uzak mesafeyi kat edebilir. Ýki de uzun kulaklarý vardýr. Burak diðer Peygamberlere de hizmet etmiþtir. Mesela Hz. Ýbrahim, Kabe'ye olan yolculuðunu bu hayvanla yapmýþtýr. Bu hayvana "Dabbetü Ýbrahim" de denir. Hesab gününde, mahþer yerinde bulunan ümmetlerine ulaþabilmeleri için, Peygamberler bineklere bineceklerdir. Salih (a.s) devesine binerken, Hz. Peygamber (s)'in kýzý Patýma ile birlikte Burak'a bineceði ve o gün Burak'ýn sadece ona tahsis edileceði de rivayet edilir.
    Kelime olarak "berk" (parýltý, þimþek)'ten türemiþtir. Hýzýndan veya þimþek gibi pýrýltýsýndan dolayý ona Burak adýnýn verildiði söylenir. Tasavvufta aþký ifade eder. Zira aþk, kulu þimþek gibi Allah'a ulaþtýrýr. Burak can, ruh Allah'a götüren binek, yani aþk olarak tarif edilir.
    Kullar senin sen kullarýn
    Günahlarý çok bunlarýn
    Uçmaðýna koy bunlarý
    Binsünler Burak Çalabým.
    Yunus Emre

    BURHAN: Arapça, kesin delil demektir. Kur'an-ý Kerim'de, Hz. Peygamber (s) ile tartýþan inançsýzlarýn, ondan iddiasýný ispat etmek üzere, þüpheleri ortadan kaldýracak açýklýkta ve itirazlara mahal vermeyecek kesinlikte burhan (delil) istediklerinden bahseder. Ayrýca sadakaya da, verenin imanýna delil olduðu için (burhan) denmiþtir. Bu tabir Rifaiyye, ýstýlahlarýndandýr. Þiþ vurmak, ateþ yalamak, kýlýnçla karýn kesmek, taþ yutup çýkarmak vs. gibi harikalara, Rifaîler burhan adýný verirler. Rifaîler bununla, mânânýn maddeye olan üstünlüðünü ispatlamak isterler.

    BURHAN-I HAK: Arapça, Hakk'ýn kesin ve açýk delili demektir. Hz. Peygamber (s) veya Kur'an-ý Kerim'e "Burhan-ý Hak" denir. Bir görüþe göre Burhan umûmun ; cezbe ise, nebi ve velilerin yoludur.

    BURHANÝYYE: Seyyid Ahmed Bedevî Hazretlerince tesis olunan Ahmediyye tasavvuf okulunun altý þubesinden birinin adý.

    BURHANÝYYE: Burhanüddin Ýbrahim b. Ebil Mecdi'd-Dessûki (ö. 686/1287) tarafýndan kurulan ve Þaziliyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Dessûkiyye de denir.

    BUSE: Farsça öpmek, öpücük demektir. Tasavvufi olarak bâtýndaki feyz ve cezbe; müjde alýndýðýnda duyulan zevk veya haz; ilim ve amel; anlama ve anlatma bakýmýndan sözün ***fiyetini kabul etme yeteneði; ruhun vasýtasýz olarak aldýðý zevk veya haz gibi çeþitli mânâlarý ihtiva eder.
    Leblerinle emrine amadedir caným benim Al da bir buseyle öldür haydi cananým benim
    Arif Emre

    BUY: Farsça koku demektir. Kalbin alâka (ilgi) ve ittisal (baðlantý) den haberdar olmasý hali. Bu, cem (toplama) hâlinde baþlangýçta olduðu gibi, daha sonra tefrika (ayrýlma) makamýnda da deðiþik bir halde yine vardýr.

    BÜDELA: Bkz. Ebdal.

    BÜKA: Arapça aðlamak anlamýna bir kelime. Ýlk dönem sûfileri Bekkâûn (aðlayanlar) diye anýlmýþlardýr. Aðlama; günah, Allah korkusu, Allah'tan ayrý kalma veya sevgi sebebiyle olur. Kur'an-ý Kerim'de Allah'ýn âyetlerini duyan gerçek müminlerin hemen aðlayarak secdeye kapanmalarý hususu sýk sýk zikrolunur. Konuyla ilgili olarak þu âyetler dikkat çekicidir: Meryem/58, Tevbe/ 82, Necm/60, isra/109.
    "Rahmanýn ayetleri okununca onlar hemen aðlayarak secdeye kapanýrlar." Meryem/58.
    "Yapmakta olduklarýnýn karþýlýðý olarak az gülsünler, çok aðlasýnlar." Tevbe/82.
    Aðlayamayan Sahabe-i Kirama, Peygamber Efendimiz (s), "Aðlar gibi yapýnýz." veya "Hüzünleniniz, zira gönlün hüzünlenmesi aðlamaktan sayýlýr." demiþtir. Bazýlarý tefekkürü de, bir tür aðlamak saymýþtýr. Yine, zahidlerin üzüntüden, ariflerin ise sevinçten aðladýðý kaydedilir.

    BÜNA-GÛÞ: Farsça, kulak memesi demektir. Kulak vermeden ve dikkatle dinlenmeden anlaþýlmayan sevgilinin sözü, ince ifadesi, kulaða küpe olan sevgilinin sözü.

    BUT: Farsça, Put. Herkesin putu kendi nefsinin hevasýdýr. Kur'an-ý Kerim'de Yüce Allah þöyle buyurur: "Ey Muhammed (s)! Nefsinin isteðini putlaþtýraný görmedin mi?" Furkan/ 43; Câsiye/23.
    Fütüvvet erbabý "Fetâ" (Yiðit) yý putkýran kiþi olarak deðerlendirir. Bazýlarý büt'ü sevgili, ma'þuk, matlûb þeklinde tanýmlamýþtýr. Putperest: Aþýk; But: Vahdet; Büt-hane: Kelime olarak puthane ve tapýnak demektir. Bu ifade Vahdet-i kül, Lahûti âlem, Zât-ý Ehâdiyyet, mazhar olma hali, maddi âlem, þeklinde deðerlendirilir. Bütgede: Mâbed, dua edilen makam. Bu, tasavvuf erbabýnca, ýstýlah olarak Ýlâhî bilgilere þiddetle iþtiyak duyan kâmil arifin gönlü olarak tanýmlanmýþtýr.

    BÜYÜ : Din dýþý dua ve hareketlerle ruh üzerinde etki yapmaya denir. Çeþitli türlerde yapýlýr: Tütsü, muska, týlsým, cadýlýk vs. gibi.

    BÜYÜKLÜK ALLAH'A MAHSUSTUR : Bu atasözü ya kibir satan kiþiler için kullanýlýr, ya da konuþan kiþi tarafýndan tevazu ve mahviyet maksadýyla söylenir. Allah büyüklenenlerin düþmanýdýr. Zira bir kudsi hadiste Allah þöyle der: "Kibriya (büyüklük, ululuk) benim hýrkamdýr. Onu kendimden gayri hiç kimse için kabul etmem."

    BÜZÜRGÂN: Farsça büyükler demektir. Nakþibendiyye tâbiridir. Kâmil mürþidlere, sohbette gönüllere hayat veren, diliyle cevherler saçan ariflere "büzürgân" denir. Bu tâbir "ekâbir" yerine de kullanýlýrdý: Büzürgân-ý erbâb-ý tarikat (Tarikat erbabýnýn büyükleri) gibi.




    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Þu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanýcý var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajýnýzý Deðiþtirme Yetkiniz Yok
  •