Teþekkur Teþekkur:  0
Beðeni Beðeni:  0
9 sonuçtan 1 ile 9 arasý

Konu: Tasavvuf terimleri ve deyimleri sözlüðü (C)

Hybrid View

önceki Mesaj önceki Mesaj   sonraki Mesaj sonraki Mesaj
  1. #1

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart Tasavvuf terimleri ve deyimleri sözlüðü (C)

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (C)
    ..:: 1 ::..

    CABÜLKA : Manevî eðitime baþlamýþ bir talibin ayak bastýðý ilk menzildir. Gayb âleminde varlýðý olan bu þehir; büyüktür, doðu tarafýndadýr, bin tane kapýsý olduðu söylenir.

    CABÜLSA: Sûfînin arzuladýðý vuslata kavuþtuðu menzilin adý. Bu, gayb âleminde yer alan büyük bir þehir olarak tavsif edilir, batý tarafýndadýr. Rivayete göre bin kapýlýdýr.

    CÂH: Farsça makam, mevki demektir. Makam hýrsý, nefis hastalýklarýnýn önemlilerindendir. Bazý anlatýmlara göre, bir insanda en son çýkacak olan nefis hastalýðý, makam ve mevki sevgisi yani riyaset sevgisidir.

    CÂHÝDÝYYE: Halvetiyye'den Uþþâkiyye'nin dört þubesinden birisidir. Kurucusu Câhidî Ahmed Efendi (ö. 1070/ 1659-60)'dir. Þeyh Câhidî, aslen Edirne'li olup, Cemaliyye'nin müessisi Mehmed Cemâleddin Efendi'ye baðlanmýþ, onun yanýnda tasavvufî olgunluðu elde etmiþ, daha sonra, kendi adýyla anýlan Câhidiyye-i Uþþâkiyye'yi kurmuþtur. Uþþâkiyye'nin diðer þubeleri þunlardýr: Muslihiyye, Cemâliyye ve Selâhiyye, Cahidî Ahmed Efendi, Kilitbahir'de medfun olup manevî terbiye konusunda, "Kitabu'n-Nasîha" adlý bir eseri, ayrýca bir divaný vardýr. Kurduðu tasavvuf okulu sonraki dönemlerde kaybolmuþtur.

    CAM: Farsça. Kadeh, bardak manasmdadýr. Tasavvuf ýstýlahýnda, Allah dostunun kalbi için kullanýlýr.

    CÂME-Ý ÞÛYÎ: Farsça. Çamaþýr yýkama. Kötü huy ve sýfatlardan arýnma.

    CÂM-I CEM : Farsça-Arapça. Toplanma kadehi manasýnadýr. Gönül için kullanýlan bir tâbirdir.

    CÂM-I GÎTÎ-NÜMA: Farsça, âlemi gösteren kadeh anlamýnda bir ifade. Mü'min ve kâmil arifin kalbi.

    CÂM-I GÎTÎ-EFRÛZ: Farsça, âlemi aydýnlatan kadeh. Bu tasavvufta, arifin kalbi anlamýnda kullanýlýr.
    CÂM-I MEY: Farsça, þarap kadehi demektir. Tasavvufta marifet badesi ve ilâhî nurlarýn tecellîleri ile dolup taþan pîrin kalbi.

    CÂM-I NÝSTÎ: Farsça, yokluk kadehi. Tasavvuftaki anlamý ise esas niteliði yokluk olan âyân-ý sâbite'dir.

    CÂMÝU'L-KEÜM: Arapça. Kelimeleri, ifadeleri toplayan, az sözle çok þey anlatan demektir. Hz. Peygamber (s)'in þu hadisleri buna örnek teþkil eder: "Cennet mekruhlarla, cehennem ise þehvetlerle çevrilmiþtir", "iþlerin en hayýrlýsý, ortasýdýr". Peygamberimiz (s) "Câmiu'l-Kelim" idi.

    CÂMÝYYE: Þeyhu'l-Ýslâm Kutbüddin Ahmed en-Nâmýkî (öl. 536/1 142)'nin tesis ettiði bir tasavvuf okulu. Sarhoþlarla mücadele eden bu sûfî hakkýnda "Nefâhâf'ta geniþ bilgi vardýr.

    CÂMÝYYE: Nakþbendiyye'nin þubelerinden biri- nin adýdýr. Kurucusu, Nureddin Abdurrahman b. Ahmed b. Muhammed el-Câmî (817-8987 1414-1492)'dir. Nakþî þeyhlerinden Sa'deddin Kaþgarî'nin kýzýyla evlenmiþtir. Genç yaþýnda çeþitli ilimleri tahsil etmiþ bir Hanefî âlimidir. Hüseyin Baykara'nýn kendisi için yaptýrdýðý medresede müderrislik yapmýþ, Herat'ta vefat etmiþtir. Üç Divaný, yedi Mesnevî'si vardýr. Sûfî tabakât kitabý olarak geniþ bir þöhrete sahip bulunan Nefehatü'l-Üns'ün yazan, yine odur. Nefehât, Lâmiî Çelebi tarafýndan Türkçe'ye çevrilmiþtir. Yine Ýbn Hâcib'in nahiv ilmine dair yazdýðý el-Kâfiye'ye yaptýðý Molla Cami adýyla meþhur el-Fevâiddüz-Ziyâiyye þerhi, asýrlarca medreselerde okunmuþtur. Menâkýb kitaplarýna göre, Sultan II. Bâyezid ile yakýn dostluðu bulunmaktadýr. Þeyhi, Hoca Ubeydullah Ahrâr Taþkendî'dir.

    CAN: Farsça. Gönül, ruh gibi manalara gelir. Derviþler için kullanýlan bir Mevlevî ýstýlahýdýr. Kabul olunmak üzere gelen yeni derviþlere, Mevleviler can derler. Can; Mevlevî ana tekkesinde, üç gün Saka Postu'nda oturur, orada kalýp kalamayacaðýný kendi kendine düþünür, düþünür, muhasebesini yapar, eðer olumlu sonuca ulaþýrsa, hemen kalkar hizmete baþlardý. Can; Saka Postu'nda, iki dizi üzere oturur, murakabe vaziyeti alýrdý. Orada diðer derviþlerin (can) yaptýðý hizmetleri seyrederdi. Saka Postu'na oturan kiþi, tefekkürle meþgul olduðu için, ancak gerektiði zaman, gerektiði kadar konuþurdu. Bu durumda, can, herhangi bir vird okumazdý. Can, hizmete kalktýðýnda yapacaðý ilk iþ ayakçýlýktý. Diðer hizmetlere geçmesi, kabiliyetine göre deðerlendirilirdi. "Can cümleden azîz" atasözüyle, derviþ kardeþin her þeyden önemli olduðu dile getirilirdi, ihvan anlatýlýrken isimlerinin sonuna can kelimesi eklenirdi: Ali Can, Ahmed Can, Mehmed Can, Hasan Can vs. gibi. Tarikat kardeþlerinden bahsedilirken, canlar tâbiri kullanýlýrdý. Yunus Emre'nin þu þiiri, buna güzel bir örnek teþkil eder:
    Gelün soralým canlara suretinden n'oldý gider Dün-gün senünem der iken sebeb neyi buldý gider. Caným erenler yolý inceden inceyimiþ Süleyman'a yol kesen sol bir karýncayýmýþ.

    CANAN: Farsça sevgili demektir. Rab, Allah, Allah'ýn Kayyumiyet sýfatý.

    CAN CÖMERTLÝÐÝ KOLAY OLMAZ : Ýnancý uðrunda, canýný verecek derecede fedakârlýkta bulunmayý ifade eden bir atasözüdür. Allah yolunda can ile yapýlan cihada iþaret etmek üzere, canýndan geçmenin, Hak yolunda hedefe varmak için önemi vurgulanýlmaktadýr.

    CAN ELDEN GÝTMEYÝNCE CANAN ELE GÝRMEZ : Allah'a kavuþmak için kiþinin, daha doðrusu, sufînin, canýný hiçe saymasý, ondan geçmesi gerekir. Bu konuda Yunus Emre þunlarý söyler:
    Sen canýndan geçmedin,
    Canan arzu kýlursun
    Belden zünnâr kesmedin,
    Ýmân arzu kýlursun.
    Yine, ayný mânâyý ihtiva eden bir atasözü daha vardýr: "Can cömertliði lâkýrdýyla olmaz".

    CÂN-FEZÂ, CAN-EFZA: Farsça, ruhu neþelendiren demektir. Tasavvufta bu tabir Hakk'ýn beka sýfatýný veya manevî olgunluk yolunda olan kiþiyi fenadan uzaklaþtýrarak, onu bakî ve ebedî kýlan özelliði ifade eder.

    CÂN-I NEV: Farsça, yeni ruh demektir. Bu tabir tasavvufta insan ruhu olarak deðerlendirilir.

    CAN ODASI : Konya'daki Mevlevi tarikatýnýn ana dergâhýnda (âsitâne) yer alan özel odanýn adý. Mutfaðýn saðýnda bulunan bu oda, büyükçe olup, can adý verilen derviþlerin toplanýp oturduðu bir yerdi. Diðer bölgelerde yer alan Mevlevî zaviyelerinde, Konya'daki ana dergâhta olduðu gibi can odalarý bulunur ve buralarda derviþler otururdu.

    CANLAR YATAÐI: Özellikle Mevlevî ve Bektaþî derviþlerinin gece kaldýklarý yerlere verilen ad.

    CÂRUB-Ý LA: Farsça, La süpürgesi demektir. Bu ifadedeki la, kelime-i tevhiddeki lâ'dýr. La, önüne geldiði bütün putlarý temizleyen, süpüren bir süpürgeye benzetilmiþtir. Nefy-ü isbât zikrinde, la ile, kalbde bulunan "ilâhlar tefekkür? olarak temizlenir. Bu süpürge, Allah'tan gayri ne varsa, onlara ait sevgi ve baðlarý siler, süpürür, nefyeder yani yok eder. La, bazan Hz. Ýbrahim'in putlarý kýrdýðý baltaya da benzetilir.

    CÂVÎ KALEMÝ : Hattatlarýn, küçük yazý yazmak ve ince çizgiler çizmek üzere kullandýklarý özel bir kalem. Cava'dan geldiði için, bu kalemlere Câvî denmiþtir. Bu kalemlerle pirinç taneleri üzerine "ihlas Suresi" yazýlýrdý. Ayrýca, bu kalemlerle yazýlan küçük Kur'an-ý Kerim'ler, cevizin içine konulup, gemilerin sancak direklerine sancakla beraber çekilirdi.

    CÂZÛ: Farsça, cadý, büyücü kadýn gibi manalarý olan bir kelime. Dileme, Ýlâhî dileme.


    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  2. #2

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (C)
    ..:: 2 ::..

    CEB: Hayalarý dip kýsmýndan keserek hadým etme anlamýnda Arapça bir kelime. Son derece az da olsa, bazý tasavvuf erbabýnýn kendilerini, nefs tehlikesinden emin olmak üzere, iðdiþ etme hatasýna düþtüðü kaydedilir. Bu, Ýslâm'ýn ruhuna tamamen aykýrýdýr. Ýslam'da nefsin öldürülmesi deðil, terbiye edilmesi esastýr. Öldürme ile terbiye arasýnda önemli fark vardýr. Terbiye'de "öldürme" olayý söz konusu deðildir. Gemleme, istenilen biçime sokma, iyiye yöneliþe devam etme, nefis terbiyesinin ana özelliðidir. Nefsin, Ýslâm'a aykýrý davranýþlara temayül etmesi söz konusu olduðunda durdurulmasý, onun terbiyesinin göstergesidir.

    CEBELÝYYE: Ebû Ca'lâ Ya'lâ (Ö. 502/1108) tarafýndan kurulmuþ bir tasavvuf okulu.

    CEBERTÝYYE: Ekberiyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Rifaiyye'nin de ayný adlý bir þubesi vardýr. Bu kolun kurucusu: Þerefu'd-Dîn Abdü'l-Ma'ruf ismail b. Ýbrahim Abdü'þ-Þemsi'l-Cebertiyyi'l-Kureyþiyyi'l-Haþimiyyi'l-Yemeniyyi'z-Zebîdî (Ö. 806/1 403)'dir. Bu tarikat, Ekberiyye'nin Yemen kolunu teþkil eder.

    CEBERUT: Arapça, ululuk, kudret, icbar, zorlama, Allah'ýn yüce kudreti gibi manalarý ihtiva eder. Ýlâhî kudret ve azamet âlemi, varlýk mertebelerinden ikincisi. Sûfîye imamlarý, üç çeþit âlem olduðunu söyler. Bunlardan birincisi latîf meleklerin yaþamakta olduðu, latîf melekût âlemi. Ýkincisi süflî âlem de denilen yeryüzü âlemi. Bu, dünya ve insanýn bulunduðu âlemdir. Âlemler arasýnda derecesi en düþük olaný, budur. Ýþte bu iki âlem arasýnda bir üçüncüsü daha vardýr ki, adý Berzah âlemi olarak nitelenen Ceberut âlemidir. Ceberut âlemi, maddî âlemin üstünde, Melekût âleminin altýnda yer alýr. Hz. Ali'den gelen bir haberde "Ceberut âlemi, en büyük âlemdir". Bu âlemde nurânî akýllar, temiz melekî nefisler bulunur. Bu âlem, cisimler âlemine ile melekler âlemi arasýnda bir engel þeklinde olup, melekût âlemine yönelen yükseliþlere mani teþkil eder. Zira bu âlemde, gayb âlemine ulaþmayý arzu eden nefisler üzerinde cebr, zorlama, kahýr gibi güç uygulamalarý söz konusudur. Bu güç, topraðýn altýndan arþa kadar, her yeri kaplamýþtýr. Kul, bu ceberut âlemine girdiðinde Hakk'ýn ihtiyarýna kahren ve cebren uymak zorunda kalýr. Yani burada mecburî bir durum vardýr, kulun ihtiyarý geçerli deðildir. Kulun bu âleme karþý çýkýþý imkansýzdýr. Ebû Tâlib el-Mekkî'ye göre bu, azamet âlemidir. Filozoflar, bu âlemin, Eflatun'daki idealar âlemine tekabül ettiðini söylerler.

    CEBR: Arapça'da kahraman, yiðit, kýrýðý düzeltme, kibirlilik, melik, kul, kahr, zorlama, anlamlarýna gelen bir kelime. Tasavvufî olarak ceberut âlemine denir. Salikin ifadesi mülk ve melekût âleminde geçerli iken, bu durum ceberut âleminde söz konusu deðildir. Salik bu âlemde sadece Allah'ýn istediðini ister.

    CEBRAÝL CÝBRÎL: Dört büyük melekten birinin adý, vahiy meleði, Allah tarafýndan peygamberlere vahiy ve emir götürmekle vazifelendirilmiþ melek. Tasavvuf terminolojisinde, akýl ve akl-ý Muhammedi'yi ifade eder.

    CEBR-Ý MAHMUD: Tatlý cebr anlamýnda bir terkib. Aþýðýn kendi isteðiyle sevgilisinin arzusunun dýþýna çýkmamasý. Ayaz, kendisini efendisi Sultan Mahmud'a seve seve itaate mecbur etmiþti. Ýþte bu gönüllü zorlamaya Cebr-i Mahmud derler.

    CEFÂ: Arapça. Eziyet etmek demektir. Tasavvufta ise, derviþin kalbini Allah'tan gaflette býrakmasýdýr. Yani, kulun Allah tefekküründen uzak oluþ halidir.

    CEFFÂR: Arapça. Cifirle uðraþmayý meslek edinmiþ kiþi. Bilindiði gibi simya, sayý ve harflerle geleceði bilmeye ve ilm-i hurufa cifr denir. Gaybdan haber verme iddiasýnda bulunan, cifirle uðraþan kiþiler için ceffâr denildiði gibi, cifrî ifadesi de kullanýlýrdý.

    CEHRÝYYE: Yemen'de yaygýnlýk kazanmýþ bir tasavvuf mektebi.

    CEHRÝYYE: Zikri, dil ile açýktan çeken tarikatlara verilen genel isim. Zikr-i erre (býçký zikri) denilen türü ile birlikte, bu zikir, Kadiriyye, Rifâiyye ve Yeseviyye geleneðinde yaygýn ve etkin biçimde kullanýlýr.
    CEHRÎ ZÝKR: Açýktan sesli olarak yapýlan zikir uygulamasý.

    CELÂL: Arapça. Ululuk, büyüklük, azamet. Bir þeyin celîl olmasý, onun büyümesidir. "Merhamet gözünde büyüdü", ifadesi, bu kabildendir. Allah'ýn Celâli ise, O'nun ululuðudur. Kuþeyrî'ye göre, Celîl, yücelik ve ululukla ilgili sýfatlara hak kazanan demektir. Celâl, kahr sýfatýdýr. Selbî sýfatlara da ýtlak olunur. Meselâ, Allah'ýn cism, cismânî, cevher ve araz olmamasý gibi. Ýþte Allah'ýn, bunlar ve benzerleri noksan sýfatlardan yüce olmasý, Celâl'in manalarý içinde yer alýr. Abdülkerim Cîlî, Allah'ýn sýfat ve isimlerinde ortaya çýkmasý suretiyle olan zâtýndan ibarettir, der. Bu icmal (özet) olanýdýr. Tafsil üzere olan celâl ise, þeref, azamet, övme ve kibriya sýfatýndan ibarettir. Cenab-ý Allah'ýn lütuf ile tecellîsine "Cemal" dendiði gibi, bunun mukabili olarak kahr ile tecellîsine de "Celâl" denir. Celâl kelimesi bir insan için kullanýldýðýnda, bir tür öfke manasý taþýr: "Mehmet celâllî bir zat idi, Allah ona rahmet etsin!". Bu cümledeki celalli kelimesi gazab ve öfkeliliði bildirir. Mutasavvýflara göre, "mutlak ve vahdet" olmadýkça, celâline nüfuzunun imkaný yoktur. Vahdet-i Mutlaka'da bütün esma ve sýfat, nisbetler ve itibârlar, "tevhîd, izafetlerin düþürülmesidir" gereðince mahvolacaðý cihetle, "Hakk'ý Hak'tan baþkasý göremez" denmiþtir. Celâl, Allah'ýn mânevi kahrýna da denir ki, bu þekilde "gayriyyet"i ortadan kaldýracaðý için celâl, cemâlin aynýdýr. Mehmed Akif Ersoy bu hususta þunlarý söyler:
    Her an ediyorsun bizi makhûr-i Celâlin
    Kurban olayým yok mu tecellî-i Cemâlin.
    Celâlin ortaya çýkýþý, mahv ve gaybeti gerektirir. Cemalin ortaya çýkýþý da, sahv ve kurbü icâbettirir. Þeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî, Celâl sahibinin ceberut sýfatlarýndan biriyle muttasýf olduðu ve Allah'ýn da bu sýfat ile sýfatlandýðý kanaatindedir. Celâl sahibi, yine ona göre, kahr ve galebe sahibidir.

    CELÂLÝYYE: Buhâriyye-i Sühreverdiyye'nin bir koludur. Mahmûd-ý Cenâniyân (Ö. 785/1383) tarafýndan kurulmuþtur.

    CELÎSÜ'L-HAK: Arapça, Hak ile oturan demektir. Ýhsan derecesine ulaþan sufî, kendisini sürekli olarak Allah'ýn huzurunda hisseder; davranýþlarýný ona göre düzenler, bu sürekli bir hâldir. "Ene 'inde men zekeranî" (Ben beni ananýn yanýndayým) hadis-i kudsîsi bunu gösterir (Aclûnî,!., 201).

    CELVET: Arapça. Ortaya çýkmak, açýk ve vazýh olmak manalarý vardýr. Esasen celî kelimesi hafî'nin zýddýdýr. Celiyye, kesin haber (haber-i yakîn) gibi anlamlarý ihtiva eder. Celâ, vazýh olmak, keþf olmak gibi manalarda kullanýlýr. Tecellî de ayný þekildedir. Sûfiyye'ye göre, Allah'ýn keþif ve fetihlerine, ayrýca müridin kalbine zuhur eden tecellîler türünden olan nimetlerine denir. Yine meþhur ve maruftur ki, maneviyât yoluna yeni giren kiþiye þeytan, halvet halinde çeþitli þekillerde gözükerek, onu mahzurlu konularda azdýrmaya çalýþýr. Yahut, ejderha, büyük yýlan þeklinde gelerek korkutur. Mürid ise, bu hiyleci þeytana zikir, tefekkür, susmak, nefsine karþý koymak, aç kalmak, uyanýk kalmak, dua etmek, vird okumak, ibadet etmek suretiyle mukavemet eder. Neticede bu Allah düþmanýna galip gelir, korku hali ümid haline dönüþür. Bu, korkudan sonraki emniyettir. Þeytan hangi þekilde gelirse gelsin, mürid Allah'ýn sürekli kendisiyle beraber olduðunu (ihsan) tefekkür ederek onu yener, bozguna uðratýr. Mürid halvetten çýktýðý zaman, artýk Ýlâhî ahlâkla muttasýf hale gelmiþtir. Bu ilâhî sýfatlarýn tümü, Allah tarafýndandýr. Bu durumda mürid, vücud organlarýnýn kendi arzu ve isteðine göre hareket etmesinden sýyrýlmýþ, Allah'a baðlý olarak hareket eder hale gelmiþtir. "Kulum bana iyice yaklaþýnca, Ben onun gören gözü, duyan kulaðý, tutan eli olurum, "hadisi ile "Attýðýn zaman sen atmadýn, fakat Allah attý" (Enfal/17) âyetinde belirtilen hâl, müridde devam eder. Özet olarak ifade etmek gerekirse, halvetten celvete yönelen kulun azalarý, enâniyyetten silinmiþ, Allah'a baðlanmýþtýr.


    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  3. #3

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (C)
    ..:: 3 ::..

    CELVETÝYYE: Bayramiye tasavvuf okulunun bir þubesi. Hacý Bayram Velî'nin halifesi Akbýyýk Meczûb (Ö. 860/1455)'dan el alan Muk'ad (kötürüm) Hýzýr Dede (Ö. 918/1512)'nin talebesi Muhammed Muhyiddin Üftâde (Ö. 988/1580) tarafýndan yetiþtirilmiþ Aziz Mahmud Hüdâyî (Ö. 1038/1628)'ye dayanýr. Osmanlý padiþahlarýnýn sevgisini kazanmýþ bir tasavvuf okuludur.
    CEM': Arapça. Bir araya gelmek, toplamak, biriktirmek gibi manalarý vardýr. Tasavvufî bir terim olarak þöyle açýklanýr: Öncesiz (kadîm) ile sonradan olan (hadis) arasýndaki ayrýlýðýn ortadan kalkmasýdýr. Zira, cem' halindeyken, ruh basireti, Allah'ýn zât cemâlini müþahedeye doðru çekilir. Eþyalarý ayýrdedici akýl, kadim olan zât nurunun kendisine galip gelmesiyle örtülü kalýr. Hak geldiðinde bâtýl kaybolduðu için, hudûs ile kýdem arasýný ayýrdetmekten uzaklaþýr. Bu hale cem' adý verilir. Sonra, izzet perdesi zâtýn vechi üzerine örtülünce, ruh madde âlemine dönüþ yapar. Bu hale de, tefrika hali denir. Cem'e, makam olarak yerleþmemiþ baþlangýç durumundaki müridler, cem' ve tefrika arasýnda gelir giderler. Kâþânî cem'i, halkýn gözden silinip, sadece Hakk'ý müþahede etmesidir, diye tarif eder.
    Bir müridde yerleþene kadar, cem' levâihi parlamaya devam eder. Yerleþtikten sonra bir daha ayrýlmaz. Bu kiþi tefrika nazarý ile baksa bile, cem' bakýþý ondan kaybolup gitmez. Cem' nazarý ile bakmasý, ayný þekilde tefrika bakýþýný yok etmez. Bilakis müridde bu iki bakýþ bir araya gelmiþtir.Sað bakýþý, cem nazarý olarak Hakk'a, sol nazarý tefrika bakýþý olarak halka bakar. Bu hâle sahv-ý sânî (ikinci ayýklýk) veya fark-ý sânî (ikinci ayýrma) hali denir. Cem halindeki sâhv, pek yüce bir mertebedir. Zira, bu mertebede iki zýd birleþmiþtir, yani bu mertebede hem fark nazarý, hem de cem' nazarý vardýr. Ýþte bu yüzdendir ki sýrf cem' sahibi, tefrikadan tamamen kurtulmamýþtýr. Bu tür cem', tefrikanýn bir çeþidi olarak görülür. Bu türde cem' veya tefrika ayný anda bulunur ve bu, tefrikanýn tam karþýlýðý olan cem' deðildir. Ýþte bu sebeble tam tefrikanýn karþýtý olan cem'e, "cem'u'l-cem"' adý verilmiþtir. Cem'u'l-cem' durumunda olanýn yanýnda, bir olanla halita halinde olan müsâvîdir. Sýrf cem' sahibi halk ile karýþma halinde iken, cem'u'l-cem' sahibinde bir karýþma yoktur. Bu, þöyle izah edilir: Sýrf cem' halinde mürid, âlemdeki olaylara baktýðý zaman, olaylarýn gerçek sahibi olan Bir'i, bazan görür, bazan göremez, ama cem'u'l-cem' sahibi kiþi, daima Bir'i görür. Olaylarý, Bir'den ayrý ve müstakil olarak vuku buluyor olarak görmez. Yapýlan her þeyi Allah'ýn yapmasý, bütün sýfatlarý da, O'nun sýfatý olarak görür. O,kendini, bazan O'nun yani Mabûd'un sýfatý olarak veya ilminin âleti olarak görür. "Ben onun eli, kulaðý, gözü olurum..." hadis-i kudsîsindeki durum tecellî eder. Sekrin sahva uðramadýðý gibi, bu cem' haline de tefrika uðramaz. Zira bu cem'in doðuþ yeri, mücerred zâtýn ufkudur. Buna ufuk-ý â'lâ denir.Sýrf cem'in (tefrika ile beraber olan cem' halinin) doðuþ yeri ise, el-Câmi' isminin ufkudur, buna da ufuk-ý ednâ denilir. Sýrf cem', ilhâd ve zýndýklýða sebep olabilir. Sýrf cem'de olan mürid, þeriatýn zahirî hükümlerini kaldýrarak hükmedebilir. Sýrf tefrika haline sahip kiþinin, mutlak Fâil'i aradan kaldýrýp yok saydýðý duruma benzer. Tefrika ile beraber cem' ubûdiyyet ve rubûbiyyet arasýndaki hükümlerin ayrýmýnýn ve tevhidin hakikatini ifâde eder. Bu sebeple sufîler, tefrikasý olmayan cem', zýndýklýktýr, cem'siz tefrika ise ta'tîl (Hakiki Fail olan Allah'ý görmemek) dir derler. Tefrika ile beraber cem', tevhîddir. Cem' sahibi, varlýkta zuhur eden her eseri, kendi nefsine izafe eder. Cem', Kaside-i Fâridiyye' þerhinde denildiði gibi, tevhîd ummanýna açýlan bir vadidir.
    Kâþânî, halkýn cem'u'l-cem' durumundaki þuhudunu, Hak ile kaim görür ve buna cem'den sonraki fark hali, der.
    CEMAATHANE: Arapça-Farsça. Cemaat evi, topluluk yeri gibi manâlarý vardýr. Mevlevîlere mahsus bir terimdir. Mevlevîlerin Mesnevî okuyup dinledikleri yeri ifade ettiði söylenmekle birlikte, yemek piþirilen yer, sýcaklýk yurdu ve istirahat mekaný manasýna geldiði de kaydedilmektedir. Alimler, talebeler buraya misafir olarak uðrayýp üç gün kalýr, dördüncü gün yolluðu hazýrlanýp uðurlanýrlar. Yok eðer daha fazla kalma arzusu gösterirlerse, kendilerine çalýþacaklarý bir iþ verilir.
    CEMÂL: Arapça. Güzel, güzellik, iç ve dýþ güzelliðini ifâde eder. Ýki türlü cemâl olduðu söylenir, birisi halkýn bildiði güzellik, ikincisi hakiki güzellik. Bu da her uzvun, olmasý gerektiði karakter ve hey'etin en faziletlisi üzere bulunmasýdýr. Cemâl, Allah'ýn müþâhede-i ilmiyye olarak, kendi Zâtýnda ilk müþahede ettiði ezelî bir sýfatýdýr. O, müþâhede-i ayniyye olarak yarattýklarýnda bu sýfatý görmek diledi, bunun üzerine ayna gibi kendi cemâlinin aynýný görmek üzere âlemi yarattý. Cürcânî'ye göre cemâl, rýza ve lütfa taalluk eden sýfatlardandýr. Kâþânî'ye göre de, el-Cemâl, Allah'ýn lütf ve rahmetinin vasýflarýdýr. Kâþânî konuyla ilgili olarak þöyle devam eder: Cemâl; Allah'ýn, Zâtý için vechi ile tecellî etmesidir. Allah'ýn mutlak cemâli için bir celal vardýr ki, bu da, O'nun veçhiyle tecellî ettiði sýrada herþeyi kahretmesidir. Bu þekilde O'nu görecek kimse kalmaz. O, cemâli yüce olandýr. Cemali için bir yaklaþma vardýr; iþte o, bize bununla yaklaþýr. O'nun herþeydeki zuhuru, þu beyitte zikrolunduðu gibidir:
    Hakikatlarýn hepsinde cemâlin seyreder
    Celâlinden gayri yoktur onu setredecek
    Cemâl için bir celâl vardýr. Bu da, kainatýn taayyünleri ile cemalin perdelenmesidir. Her celâlin ardýnda da, bir cemâl vardýr. Allah celâl ve kahriyle bütün mevhum varlýklarý ortadan kaldýrýr, böylece cemâlini ortaya çýkarýr. Bu sebeple, celâl cemâlin aynýdýr. Erzurumlu ibrahim Hakký'nýn "Kahrýn da hoþ, lütfün da hoþ" diye terennüm etmesi, hakikatte cemal ve celalin aynýlýðýna iþaret etmek içindir. Bu konudaki bazý atasözleri þu þekildedir: "Celâli de hak, Cemâli de hak", "Celâlinden Cemâline sýðýn", "Cemâlin hakký için".
    Görmek ister isen yârin cemâlinden eser
    Gayrîden saf eyleyip âyînene gel kýl nazar
    D. Z. Mehmet B.
    CEMÂLÝYYE: Cemâleddin Ardistânî (ö. 8977 1474-75)'in kurduðu bir tasavvuf okulu. Sühreverdiyye'nin iran kolu olarak yaygýnlýk kazanmýþtýr.
    CEMÂLÝYYE: Cemâleddin Aksarayî (Ö. 899/1493-94) tarafýndan kurulan bir tasavvuf okulu. Halvetiliðin kollarýndandýr.
    CEMÂLÝYYE (-Ý SANÝYE-Ý) HALVETÝYYE: Uþþâkýyye-i Ahmediyye þubelerinden birinin adý. Kurucusu Muhammed Cemâleddin'dir. (Ö. 1164/1751). Önce Uþþakî þeyhlerden Þeyh Muhammed Hamdi Efendi'ye baðlandý, sonra, Sezâiyye-i Gülþeniyye þubesinin kurucusu Edirneli Þeyh Hasan Sezaî Efendi'ye intisab etti ve hilâfet aldý. 1742'de, Ýstanbul'a Eðrikapý'ya gelerek, Ahmed Paþa zaviyesine postniþin oldu. Kurduðu bu okuldan, Salâhiyye ve Câhidiyye þubeleri doðmuþtur.
    CEM'ÝYYE: Arapça. Topluluk, toplantý gibi mânâlarý ihtiva eder. Tasavvufî açýdan þöyle izah edilir: Allah'a yönelme (teveccüh) sýrasýnda, hizmetleri toplamak, bir noktada temerküz ettirmek, yöneldiði þeyden baþkasýyla meþguliyeti zihinsel olarak terketmek. Bunun zýttý, tefrikadýr. Tefrika da, zihni halk ile meþgul olmak üzere daðýtmak, zihnî olarak bir noktaya toplanmaktan sýyrýlmaktýr.
    CEMRÝYYE: Sayramlý Hoca Ahmed Yesevî (Ö. 562/1166) tarafýndan kurulduðu ileri sürülen bir tasavvuf mektebi olup, Hýzriyye'nin kolu olarak kabul edilir.
    CEM'U'L-CEM': Arapça. Toplanmanýn toplanmasý gibi yaklaþýk bir mana ile Türkçelendirilebilir. Cem'den sonra, daha üstün ve daha tamama olan sonuncu makam. Cem', eþyayý Allah ile müþahede etmek, Allah'ýn güç ve kudretinden baþka her türlü güç ve kuvvetten berî olmak. Bu makam, Baka Billah olan cem' makamýndan sonra gelir. Bunun üzerinde makam yoktur. Bu makama, mevcudatta Allah'ý görme makamý denildiði gibi, þu tabirler de kullanýlýr: "Fark ba'de'l-cem'", "fark-ý sânî", "sahv ba'de'l-cem".




    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  4. #4

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (C)
    ..:: 4 ::..

    CEM'U FARK: Arapça. Toplanma ve ayrýlma. Kuþeyrî'den bu iki terimin kýsa açýklamasýnýn þu þekilde olduðunu öðreniyoruz: Fark, sana nisbet olunan ve cem', senden alýnandýr. Yani, kulluðun yerine getirilmesine ve kulun hallerine layýk veya ait olan iþlerden, kulun kazandýðý þeyler, fark ve manalarý bediî olarak, ortaya çýkarma veya Allah katýndan olanlar, cem'dir. Ancak cem' ve farktaki bu mana, þuhûd-i ef'âlden olmasý bakýmýndan, vuslata erenlerin hallerinin en aþaðý derecesidir. Her kime, Allah yaptýðý tâatý ve isyanýný müþahede ettirirse o tefrikadadýr. Allah'ýn kendi fiillerinden verdiði iþleri gösterdiði kimse, cem' makamýndadýr. Bir âbid için cem' ve tefrika þarttýr. Tefrikasý olmayanýn kulluðu ve cem'i olmayanýn ma'rifeti muteber deðildir.
    CENÂB-I MEVLEVÝ: Mevlevîler, Mevlânâ Celâleddin Rumî Hazretleri için, bu saygýlý ifadeyi kullanýrlar.
    CENÂÝB: Arapça, yedek binek hayvanlarý demektir. Bunlar, kalp havuzlarýna ve kurb makamlarýna ulaþýp, Allah'ta seyr makamýna varmadýklarý, müddetçe, takva ve tâat yiyeceðini taþýyarak, nefis menzillerinde Allah'a yol alanlardýr.
    CENAZE GÜLBANGI: Arapça- Farsça. Gülbank, topluca okunmak üzere düzenlenmiþ duaya denir. Bu tâbiri daha çok Mevlevîler kullanýr. Kalýbý dinlendiren can, yani ölen, ebedî istirahata çekilen derviþ için okunan gülbank. Bu gülbank þu þekilde idi: "Vakt-i þerif hayrola, hayýrlar fethola, serler defola, derviþ Muhammed kardeþimizin ruh-ý revaný þâd-ü handan, mazhar-ý afv ü gufran, dâhil-i ravza-i rýdvân ola, mekânýnda istirâhati müzdâd, menzili mübarek ola, bakîler selâmette kala, demi Hazret-i Mevlânâ'ya Hû diyelim hû".
    CENDELÝYYE: Bu tarikat, Rifâiyye þubelerin- den biridir. Diðer Rifâiyye þubeleri þunlardýr: Haririyye, Kinâliyye, Sayyâdiyye, Üzeyriyye, Aclâniyye, Katnâniyye, Fazliyye, Vâsýtýyye, Cebertiyye, Zeyniyye ve Nûriyye.
    CENG: Farsça savaþ demektir. Allah'ýn, kulunu çeþitli belâlar ile imtihan etmesidir. Bu imtihan, maddî ve manevî musibetler ile olur. "Ýnsanlar, imtihandan geçmeksizin, inandýk demekle kurtuluvereceklerini mi zannediyorlar" (Ankebût/2) âyetinde anlatýlan husus, budur. Sufiler, tasavvufu, sulhu bulunmayan savaþ olarak tanýmlarlar.
    CENNETÜ'L-EF'ÂL: Arapça, fiiler cenneti demektir. Bu; leziz yemekler, içecekler, güzel nikahlýlarýn bulunduðu þeklî cennettir. Bu cennet, salih amellerin sevabý olarak hazýrlanmýþtýr. Bu cennete, Cennetü'l-Â'mâl ve Cennetü'n-Nefs adý da verilir.
    CENNETÜ'L-VERÂSE: Arapça, veraset cenneti demektir. Bu, Hz. Peygamber (s)'e güzelce uymaktan kaynaklanan ahlak cennetidir.
    CENNETÜ'S-SIFÂT: Arapça, sýfatlar cenneti demektir. Sýfat ve ilahî isimlerin tecellîlerinden ibaret olan manevî cennet.
    CENNETÜ'Z-ZÂT: Arapça, zât cenneti demektir. Bu cennet, ehadiyet cemâlinin müþahedesinden ibarettir. Buraya, ruh cenneti de denir.
    CERES: Arapça çan veya zil sesini ifade eden bir kelime. Kahr ile meczolmuþ olarak kalbe gelen Ýlâhî hitabýn icmali manasýnda kullanýlan bir terim. Peygamber Efendimize (s) bu þekilde gelen vahiy, vahyin en çetin olanýydý.
    CERRAHÝYYE: Nureddin Muhammed Cerrahî (ö. 1 083/1 672)'nin kurduðu Ramazaniyye-i Halvetiyye'nin kollarýndan bir tasavvuf okulu.
    CESEDLENME : Arapça insan vücuduna cesed denir. Ruhlardan zuhur eden ateþli ve ýþýklý cisimlerde temessül eden þeylere cesedlenme yani temessül denir. Cin ve meleklerin ruhlarý gibi, insan ve meleklere ait ruhlardaki temessül öyle bir þekildedir ki; onlarýn zatî kuvvetleri, hem soyunmayý, hem de giyinmeyi gerektirir. Bu nedenle berzahlarda hapis olma durumu, onlarý mahsur býrakamaz.
    CEVAB: Arapça'dan Türkçe'ye geçen bir kelimedir. Sufiler, kendilerine yazýlý olarak sorulan sorulara verdikleri cevablarla, tasavvufî gerçekleri anlatmaya çalýþmýþlardýr.
    CEVHER: Arapça'dan Türkçemize geçmiþ bir kelime olup arazýn zýddýdýr, kýymetli taþ anlamýna gelir. Harici aynlarda bulunduðu sýrada, mevzuda olmayan bir mahiyyettir, mevzunun mukavvemlere ihtiyacý yoktur. Heyula, suret, cisim, nefis, akýl olmak üzere beþe ayrýlýr. Çünkü cevher ya mücerrettir ya da mücerret deðildir. Mücerret olan, bedene ya tedbir ve tasarrufla baðlýdýr veya baðlý deðildir. Baðlý olan akýl, baðlý olmayan nefistir. Mücerret olmayan da, ya mürekkeb (bileþik halde) dir veya deðildir. Mürekkeb (bileþik) olan cisimdir.Mürekkeb (bileþik) olmayan, ya hal'dir, ya da mahaldir. Hal olan suret, mahal olan ise heyûla'dýr. Cevhere ait hakikate, tasavvuf tabirince "nefes-i Rahmanî" denir. Küllî heyula ile ondan taayyün ederek (belirerek) mevcudat (varlýklar)'dan bir mevcûd (varlýk) þekline giriþine de "Ýlâhî kelimeler" (kelimat-ý ilâhiyye) denir. Kehf suresinin son ayetindeki "kelimâtü Rabbî" ifadesi ile anlatýlmak istenen iþte bu "kelimât-ilâhiyye" dir. Cevher , ruhanî ve cismanî basitlik þeklinde ikiye ayrýldýðý gibi, dýþ âlemde olmayýp da, akýlda (zihnî planda) mürekkeb (bileþik) olana, yahut hem akýlda, hem de dýþ alemde mürekkeb olana ayrýlýr ve bunlarý da içine alýr: Basit ruhanî akýllar ve mücerred (soyut) nefisler gibi. Dýþ âlem (hâriç)'de olmayýp, akýlda mürekkep (bileþik) olan, cins ve fiilden mürekkeb olan cevheri mâhiyetler gibi, hem akýlda, hem de dýþta mürekkeb olarak bulunan müvelledât-ý selâse gibi... Cevher asýl manasýnda da kullanýlýr.
    Tâ cevher-i âyine-i esrarý butunuz
    Bin suret ile vahdeti isbat ederiz
    Leskofçalý Gâlib
    CEVHER-Ý EBYAZ: Arapça, beyaz cevher demektir. Allah'ýn ilk cevher (cevher-i evvel)'den yarattýðý cevher. Bu cevher Allah'ýn tecellîsi ile ikiye ayrýldý. Birincisi eriyerek su oldu. Ýkincisi ona bölündü, ki bunlar; Arþ, Kürsî, Levh, Kalem, Cennet, Ay, Yýldýz, Melekler, Huriler ve Güneþtir.
    CEVHER-Ý EVVEL: Arapça, ilk cevher demektir. Allah'ýn yarattýðý ilk nesne; bu cevher, Allah'ýn nurundan olup, diðer þeyler ondan meydana gelmiþtir. Hakikat-ý Muhammediye (S) Hz. Peygamber (S)'in kutsal ruhu, nur-ý Muhammedi.
    CEVHER-Ý FERD: Arapça, tek cevher demektir. Atom, sevgili veya onun dudaðý.
    CEVHER-Ý SUBBÛHÎ: Çok teþbih eden cevher demektir. Ýnsanýn melekûtî ruhu ki buna murg-ý kuddûsî de denir.
    CEVHER-Ý ULÛM: Arapça, ilimlerin cevheri demektir. Þeriat, zaman ve mekan deðiþse bile, sabitliðini koruyan ezelî ve ebedî hakikatler, gizli tutulup saklanmasý gereken, açýklanmasý uygun olmayan bilgiler.
    CEVHER-Ý ULVÎ: Arapça, yüce cevher demektir. Felekler, ruh, ateþ.
    CEVHER-Ý VÜCÛD: Arapça, varlýk cevhe- ri demektir. Nefes-i Rahmânî.
    CEVHERÝYÂN: Farsça çoðul þeklindeki bu kelime, cevheri olanlar anlamýndadýr. Cevherden olan varlýklar, melekûtî ve ruhanî varlýklar.
    CEVLAKÎ-CEVALIKA: Bu kelime Türkçe olup, baþýndaki kýllarýn tümünü (saç, sakal, býyýk ve kaþ) kesen kiþiler için kullanýlýr, yani bir çeþit dazlak anlamýndadýr. Bu Türkçe kelime Arapça çoðul kalýbýna uydurularak dazlaklar, cavlaklar anlamýna "cevâlýka" haline getirilmiþtir. Osmanlýlarýn kuruluþ döneminde sýkça görülen Kalenden derviþleri, çuhadan bir elbise giyer ve çehar-darb yaparlardý, (yani dört yeri týraþ ederlerdi: Sakal, saç, býyýk, kaþ). Günümüzde ruh kökenden kopmuþ skinhead'ler (yani dazlaklar) ile bunlarýn, yakýndan uzaktan hiç bir alakasý yoktur.



    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  5. #5

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (C)
    ..:: 5 ::..

    CEVR: Arapça cevr, eza, cefa demektir. Salikin ruhen yükselmekten alýkonmasý.
    Güzel aþýk cevrimizi çekemezsin demedim mi?
    Bu bir rýza lokmasýdýr yiyemezsin demedim mi?
    Pir Sultan Abdal
    CEZB: Arapça kendine çekmek anlamýna gelir. Allah'ýn kulunu kendi hazretine çekmesi.
    Cezbu'l-Ervah : Ruhlarýn çekiliþi demektir. Münacat, muhataba, sýrlarýn müþahedesi ve kalplerin yücelmesi vs. gibi inayet ve tevfikten ibarettir. Harraz bu konuda þöyle der: "Allah, veli kullarýnýn ruhlarýný kendine çeker, kurbünü ve zikrini taddýrýr, bedenlerine herþeyden lezzet almayý hýzlandýrýr. Velilerin bedenlerinin yaþantýsý hayvanlarýnki gibi, ruhlarýnýn yaþantýsý da Rabbanîlerinki gibidir. Sufiler cezbeye dair þu tanýmý da getirirler: Kulun beþeri özelliklerden çekilip Ýlâhî özellikleri kazanarak, vahdet tecellîlerini müþahede etmesi. Cezbe ile ilgili þu açýklamalar da ilgi çekicidir: 1-Cezbe, riyazet ve ibadete devamla hislerin yok olmasýdýr. 2- Cezbe, Hakka vusuldür. 3- Cezbede þart, kabiliyete baðlýdýr. Bu kabiliyet sonradan kulun çabasýyla oluþmaz, Allah tarafýndan bahþedilmiþ (vehbî) dir.
    Ýki türlü cezbe vardýr: 1- Gizli (Hafi) cezbe: Kulun Hakk'ý sevmesi 2- Açýk (celî) cezbe: Hakk'ýn kulu sevmesi.
    Meczub ile mecnun arasýnda fark vardýr. Cezbe, cinnet deðildir.
    Ayaþlý Þakir Efendi bu ikisi arasýndaki farký sadeleþtirilmiþ þekliyle þöyle anlatýr: "Hali deðiþen bir adamýn idraki (anlayýþý), ya her zamanki normal beþer idrakinden aþaðý inerek mânâsýz ve baðlantý kuramaz bir duruma düþer, ya da normal beþer anlayýþýndan, hakikatleri keþfe doðru yükselir. Halkýn nazarýnda her ikisi cünûn (delilik) gibi görülse de, bunlarýn ilki cünûn (delilik), ikincisi ise cezbedir.
    Cezbe-i aþk olmayýnca neylesin þeyhim beni,
    Hak'tan elçi gelmeyince neylesin þeyhim beni.

    Cezbe noktasýnda sâlikler iki durumdadýr:
    a) Meczûb-ý Sâlik : Derviþ önce cezbeye tutulur meczub olur, ardýndan da bir mürþide kavuþur, cezbeyle baðlandýðý yolu, yolun hükümlerini, þartlarýný öðrenir.
    b) Sâlik-i meczub : Çoðunlukla derviþler, önce bir þeyhe baðlanýrlar, yetiþir, muhabbetullaha ulaþarak sonunda meczub olurlar, yani cezbeye mazhar olurlar.
    Meczub-ý gayr-i sâlik, kendisi Allah'a ulaþtýðý halde, baþkalarýný ulaþtýramaz yani irþad ehli deðildir.

    CEZBELENMEK : Zikir veya sohbet sýrasýnda, ansýzýn yerinden sýçrayarak "Hayy" diye baðýran için kullanýlan tâbir. Derviþin kendisini tutmasý, baðýrmamasý doðru bir davranýþtýr. Sürekli cezbe halinde kalanlarla düþüp kalkmak, doðru deðildir. Zira hallerini karþýlarýndakilere giydirirler. Bu da, kabý dar (ruhanî kabiliyeti geliþmemiþ) kiþiler için taþýnmasý zor bir yüktür. Bu gibi kiþilerin gönüllerine dokunmamak, kendi hallerinde býrakmak, eðer varsa, ihtiyaçlarýný, hemen gidermek uygundur.
    CEZBE-Ý KAYYÛMÝYYE-Ý ZÂTÝYYE: Bu, "La ilahe illallah" zikriyle elde edilir.

    CEZBE-Ý MAÝYYET-Ý ZÂTÝYYE: Bu da "Allah" zikriyle elde edilir.

    CEZBE TÂRÝKÝ : Nakþibendî yolunun eðitimcileri, bazý sâlikleri, icmâlen cezbe ile terbiye edip Hakk'a ulaþtýrdýklarý için, bu usûle cezbe tariki demiþlerdir.

    CÝBAVÝYYE: Bkz. Sa'diyye.

    CÝBRÎL: Bu kelime kök olarak Ýbranice'dir, "Allah'ýn kulu" anlamýna gelir. Cibril, mukarreb ve mürsel meleklerden biridir. Allah ile Peygamber arasýndaki haberleþme görevini ifâ eder. Tasavvuf ýstýlahý olarak "akýl", "akl-ý Muhammedi" anlamlarýna gelir.
    Ruh-i irfan-ý Hak'da akl pür tevil kalmýþdýr
    Sanýrsýn münteha-yý Sidre'de Cibril kalmýþdýr.
    Üsküdarlý Safi

    CÝFR: Arapça, çiftleþmekten kesilme anlamýna gelir. Ýstikbalde olacaklardan haber verme ilmidir. Bu iþle meþgul olanlara "Cifrî" veya "Ceffâr" denmiþtir. Rivayetlere göre bu ilmi ilk kez vaz' eden Hz. Ali Efendimizdir. Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin, "Þecere-i Nu'maniyye" adlý eserindeki muðlak rumuzlu ifadelerin, bu ilimle alâkalý olduðu kaydedilir. Ýslamî inanca göre, gaybý sadece Allah bilir, bir de kullarýndan kýsmen bildirdiði kullar, kendilerine bildirilen kadarýný bilirler.
    Cifr ise ehl-i keramet iþidir
    Kim görür ehlin anýn kim iþidir.
    Sünbülzâde Vehbî

    CÝHAD: Arapça, söz ve fiille bütün kuvvetini sarfetmek manasýnadýr. Nefs-i Emmare ile harbetmek, büyük cihad, dýþ âlemde gözle görülen düþmanla savaþ da, küçük cihaddýr. Bu sözü biz þöyle izah ederiz: Mânâ sonsuz, madde sonludur. Ýç âlemde yani sonsuz mânâ alemindeki savaþ sonsuz ve bu sebepten büyük; dýþ âlemde yani sonlu madde alemindeki harp sonlu ve bu yüzden de küçüktür.

    CÝHANGÝRÝYYE : Cihangirli Þeyh Burhâ-neddin (907/1562- 1074/1663) tarafýndan kurulan ve Halvetiyye'den Ramazaniyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Kurucusunun mezarý Tophane'deki Cihangir Camii avlusundadýr. Halifelerinden Mustafa Nehcî Efendi, menakýbým yazmýþtýr.

    CÝHAZ-I TARÝKAT: Tarikat araç-gereci anlamýnda Arapça bir ifade. Cihaz, gereken þeyler demektir. Ölünün sarýldýðý kefene vs. ye cihaz dendiði gibi, gelinin baba evinden koca evine giderken götürdüðü eþyalara da, cihaz denir. Tarikatlarda hemen hemen ortak olarak görülen deðiþmez bir takým alet, edevat, eþyalar dikkati çeker ki, biz bunlara cihaz-ý tarikat diyoruz. Bunlar þunlardýr: Baþa giyilen taç, yani külah, külaha sarýlan sarýk, hýrka, kemer, teþbih, ibrik, teber, keþkül, týðbend, papuç, âsâ, alem (bayrak), teslim taþý, palheng, kanberiyye, makas, habbe vs. Bu eþyalar sahiplerine belli bir merasimle ve dua okunarak þeyh tarafýndan verilir, þeyhe, tek***e sunulur. Bu eþyalarla teberrük edilir.

    CÝHAN: Farsça âlem demektir. Cihan-ý Halk: Ta'ayyünler (belirmeler) þeklindeki tecelli mertebesi. Cihan-ý Emr: Ýlâhi emir âlemi, Cihân-ý Reng-âmizi: Renksizlikten kurtulmuþ, renk kazanmýþ âlem, yani etrafýmýzý kuþatan üç boyutlu maddî dünya. Cihan-ý Sübhanî: Lâhût âlemi, en yüce melekût. Cihân-ý Tahayyül: Hayal âlemi, kevn ü fesad (olma ve bozulma) âlemi, dünya hayatý ile ilgili olan. Cihan-ý Nefs: Nefsânî arzular âlemi.

    CÝHETE'D-DÝYK VE'S-SÝ'A: Arapça, darlýk ve geniþlik yönleri demektir. Varlýk ve geniþlik zata ait iki itibardýr. Bu, ya düþünülüp anlaþýlan herþeyden münezzeh kendisiyle beraber baþkasýný kuþatmanýn, vücudun ve ta'akkulun bulunmadýðý hakiki vahdet olan yöndür ki, biz buna Allah'ýn (gerçek manada Allah'dan baþkasýnýn bilmediði) dýyk (darlýk) yönü diyoruz. Veya sonsuzca ortaya çýkýþlarý gerektiren, sýfatlar ve isimler itibariyle, Allah'ýn bütün mertebelerde zuhur etmesi bakýmýndandýr ki, biz buna 'si'a" (geniþlik) deriz.

    CÝHETE'T-TALEB: Arapça, talebin (isteðin) iki yönü anlamýnda bir ifade. Talebin iki yönü vardýr ki, biri, vücubiyye, diðeri imkaniyyedir. Bu ikisi, rubûbî (rabliðe ait) isimlerin a'yan-ý sabitede ortaya çýkmasýný istemeyi ifade eder. A'yanýn talebi (isimler vasýtasýyla ortaya çýkýþý, iki suale cevab olmak üzere Rabbýn zuhuru ve hazýr oluþu), ta'ayyün-i evvel hazretidir.



    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  6. #6

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (C)
    ..:: 6 ::..

    CÝLA: Arapça, mukaddes zatýn; zatýnda, zatý için ortaya çýkmasý. Ayný kelimeden türemiþ isticlâ'nýn manasý da þudur: Zat-ý Mukaddesin, zatý için te'ayyünlerinde ortaya çýkmasýdýr. Mükemmel isticlâ: Hakk'ýn, kendisini, kendisiyle, kendisinden temaþa etmesi. Âlem, Allah'ýn tecelli ettiði bir ayna olup, bu aynanýn cilasý insandýr.

    CÝLÂLE: Kadiriyye'nin Fas'daki kolu.

    CÝLVE: Damadýn geline zifafta verdiði hediye anlamýnda arapça bir kelime. Kýrýtma, nazlanma, güzellerin gönül fetheden ve hoþa giden hareketleri. Hakk'ýn hüküm ve irâdesinin tecellisi, iyi kötü her olaya "cilve", "cilve-i Ýlâhiyye" denir. Arifin gönlünde parýldayan Ýlâhî nurlar. Bu nurlar zuhur edince, arifler deli, divâne olur. insan ve âlem, Hakk'ýn nurlarýnýn cilve mahallidir.

    CÝMAR: Arapça kor, köz, küçük çakýl taþý anlamýna gelen cemre kelimesinin çoðuludur. Mina'da kurban bayramý günleri üç þeytanýn taþlanmasý ki bunlar.tasavvufta nefs, tabiat ve âdete iþaret eder. Kul, yediþer taþla bu üçünü taþlayýp ilâhî yedi sýfatýn etkilerinin gücüyle onlarý yok eder.

    CÝN: Arapça'da gece kararmasý anlamýnda gelen c-n-n'den türemiþtir. Can kelimesi bir tür yýlan anlamýný da ifade eder. Gözden gizlenmiþ varlýklar için kullanýlmýþtýr. Cinler âleminin varlýðý, Kur'an-ý Kerim'deki ayetlerle sabittir. Hicr Suresi 27'nci âyetinde "nüfuz edici ateþten yaratýldýðý" bildirilmiþtir.
    Hüseyin Kâzým Kadri, Cinn'i tanýmlarken "melâike ve þeytanlardan havass-ý zahir ile görülmeyen mahlûkât, ecsam-ý akýle-i latife (düþünen latif cisimler), ervah-ý mücerrede (soyut ruhlar) den, bir nevi eþkal-i muhtelife (çeþitli þekiller) alan hayvan-ý havaî (havaî; hayvanlar) muhtelif þekillere girebilen ecsam-ý latife (latife cisimler) bazan hayr, bazan þer iþleyen ecsam-ý latife ve nüfûs-ý mücerrede (soyut nefisler). Þibli'nin Âcâmu'l-Mercân fi Ahkami'l-Can adlý eseri, bu konuda bilgi verebilecek en ciddi eserdir.
    Dergah-i devlet penahý mültecâ-yý hâs ü âm
    Hâk-ý pâk-i âsitâný buse cây-ý ins ü can.
    Nef'î

    CÝNCÝ : Cinlerle uðraþmayý, muska, büyü ile meþgul olmayý meslek edinmiþ kiþilere cinci denir. Bunlar, dua okuyup üfürerek, hastalarý iyileþtirmeye çalýþtýklarý için "üfürükçü" olarak da anýlýrlar. Osmanlý tarihinde, istanbul'da pek çok olaylara neden olmuþ Cinci Hoca idam edilerek öldürülmüþtür.

    CÝN ÇARPMASI : Cinlerin þerrine uðrayýp çarpýlmak. Cinlerin etkilemesiyle sinir sistemi dumura uðrayýp felç olmuþ kiþilere "cin çarptý" veya "cin tuttu" denir. Acaba cin veya þeytan insan çarpabilir mi?
    Ýþte Bakara Suresinin 275 no'lu âyetinde bu hususa iþaret vardýr: "Faiz yiyenler, ancak þeytanýn dokunup çarptýðý kimsenin kalktýðý gibi kalkarlar". Þad Suresi'nin 41 nolu âyeti "kulumuz Eyyüb'u da an. O Rabbisine þeytan bana bir yorgunluk ve azâb dokundurdu, diye seslenmiþti".
    Bir peri peykerin aþkýyla çarpýldý topal
    Beni cin tuttu devü aldatýyor insaný
    Türlü þeytanlýk ile âlemi eyler iðvâ.
    Cin mi çarpar, hiç o oðlan delisi þeytaný
    Manastýrlý Nailî

    CÝN EVÝ : Bu, Bektaþî ve Mevlevî tâbiri olup, hamamlar için kullanýlýr. Muhtemelen bu tabir, hamamlar'ýn þeytanýn evi olmasýyla ilgili bir hadisi þerife dayanýr.

    CÝNS: Arapça, cins, tür anlamýndadýr. Tasavvufta ayný cinsten oluþ ayný istidada sahip, ayný meþrebe malik olmakladýr.
    Karga ile bülbülü bir kafese koysalar,
    Birbiri sohbetinden daim melûl deðil mi?
    Yunus Emre

    CÝSÝM, CÝSMANÎ: Arapça, madde, maddî anlamýndadýr. Çeþitli parçalarýn oluþturduðu nesneye denir.

    CÝVANMERD: Farsça, yiðit, delikanlý demek- tir. Fütüvvet ehli için kullanýlýr. Kâmil, arif.

    CÛ': Arapça, açlýk. Ruhî gücü artýrmak için riyazet yapmak üzere aç kalma. Buna "kýllet-i ta'âm" (yemeði azaltmak) da denir.

    CÛD: Arapça, cömertlik anlamýna gelir. Karþýlýk beklemeden vermek. Bu kökten türemiþ Cevvâd (cömert) kelimesi, layýk olsun olmasýn herkese iyilik yapan kiþi anlamýnadýr. Cevvâd, karþýlýk beklemez. Seha sahibi (sahî) ise, layýk olana verir, olmayana vermez.

    CUÝYYE: Suriye zâhidleri bu isimle anýlýrlardý, zira onlar az yemeyi esas almýþlardý.

    CUMHUR ÝLAHÎSÝ : Tekkelerde (mevlevîhaneler hariç), zikir aralarýnda, toplu olarak okunan ilahîlere denir. Bu ilahî tekke dýþýnda, çeþitli dinî toplantýlarda da okunurdu.

    CUR'A-DAN: Cur'a Arapça'da yudum anlamýna gelir, Farsça "dan" ekiyle birlikte "yudumluk" manasýnadýr. XIV-XVI. yüzyýllarda abdallarýn ve Bektaþîlerin esrara düþkün olduklarý, sunulan esrar kabaðýndan herkesin tek nefes çektiði kaydedilir. Bektaþîlerin esrar çekme gülbangý þöyleydi: "Nargilemizi çeken velî, çekmeyen deli, Pirimiz Hacý Bektaþ-ý Velî, yuf münkire, lanet Yezid'e, dem olmasýn zem, gerçeðe hû, mu'mine yâ Ali".
    Bektaþîlik 1480'li yýllara kadar islâmî kurallara sýký sýkýya baðlý ve dergahtan yetiþenler (yol evladý) posta oturma geleneðini sürdürürken, bu tarihten itibaren posta lâyýk olan deðil, þeyhlerin oðullarý (bel evladý), saltanat gibi þeyhliðe oturmaya baþladý. Postu, layýk olmayanlar iþgal edince, eski saðlamlýðý kalmayan Bektaþîlik, esrarkeþliðe kadar uzanan bir bozuluþun simgesi oldu.
    islam'a sýký baðlý tasavvuf erbabýnca "cur'a" tabiri, sâlikin ulaþtýðý seyr makamý, sâlikten gizlenen sýrlar ve makamlar, sâliki suluk sýrasýnda kaplayan sýfat ve hallerin isimleri, kýdem ve hadis arasýndaki farký kaldýran þey olarak tanýmlanmýþtýr.
    Þerbetinin katresin her kim içer cur'asýn
    Gönlü güher oluben sînesi umman olur.
    Sultan Veled

    CUSTUCÛ: Farsça, araþtýrma, tecessüs anlamýnda bir kelime. Tasavvufta baþkasýnýn kusurlarýný araþtýran, insanlarý ayýplayan kiþiler için kullanýlýr.

    CUY, CUYBAR: Farsça, nehir demektir. Tasavvufta sülük ve ibâdet (kulluk mecrasý, kullukla ilgili hüküm ve mukadderatýn akýþ tarzý) anlamlarýnda kullanýlan bir terimdir.

    CÜLUS: Arapça oturmak demektir. Allah ile baþbaþa kalmak üzere oturup tefekkür, tezekkür, tilavet ve murakabe ile meþgul olmak. Seri Sakatî, "mescidlerde oturmak, kapýsý halka açýk olmayan ticaret yerleri gibidir" der. Hasan el-Kazzâz geceleri çok cülus yapar (oturur) di. Ona tasavvuftan sorulunca þu karþýlýðý verirdi: "Ancak ihtiyaç kadarmca az yemek, zaruret olmadýkça konuþmamak, galebe çalmadýkça (iyice bastýrmadýkça) uyumamak". Bu sözüyle, gecesinin büyük bir bölümünü oturmakla geçirdiðini kastediyordu. Ebû Yezîd, bir gece oturuþunda ayaðýný uzatmýþ, hemen hatif (gizli) den bir sesle irkilmiþti. "hükümdarlarýn huzurunda otururken edebe uymak gerek". Ebû Yezîd derhal dizüstü oturuþ vaziyeti aldý. Son yüzyýl sufîlerinden merhum Adanalý Sami Efendi'nin doksan küsur yýllýk ömründe, dizüstü oturuþ þeklinden baþka tarzda oturduðunu, eþi de dahil olmak üzere kimsenin görmediði kaydedilir. Edeb ya Hû!... Osmanlýlarda sultan tahta oturunca, yeniçerilere cülus bahþiþi daðýtýrlardý.

    CÜMLE KAPISI : Tek***e girilen dýþ kapýya, cümle kapýsý denir. Cümle kapýlarýnýn sað ve solunda halkalar olur, bu halkalara zincirler baðlanarak, kapýnýn orta yerinde bu iki zincir birbirine düðümlenirdi. Kapýdan giren, kafasýný çarpmamak için biraz eðilmek zorunda kalýrdý. Ýnsan yapýlandýran, nefis tezkiyesinin gerçekleþtiði bu mekanlara dik ve kibirli girilmemesi gerektiði, bu espiriyle anlatýlmak istenirdi. Eski Selçuklu Camilerinin özellikle Taç Kapý haricindeki yan kapýlarý da basýk olarak inþa edilir, giren kiþinin baþýný eðmesi saðlanýrdý. Zira camiler ibadet mahalli olarak, kulun Rabbisinin huzurunda nefis kibrini kýrýp, acizliðinin en derin boyutlarda farkýna vardýðý yerlerdi.

    CÜNBÜÞLEMEK : "Çay içmek" gibi, içmek anlamýnda kullanýlan bir tâbir. "Çay ilahisi" içilen çaydan duyulan haz ile okunur ve dinlenirdi.

    CÜNEYDÝYYE: Cüneyd-i Baðdadi (ö. 298/910)'nin fikirleri çerçevesinde oluþan Baðdâd tasavvuf okulunun, XI. asýrdan itibaren bir tarikat þeklinde kabul edilmesiyle ortaya çýkmýþtýr.

    CÜNEYDÎ SARIK : Bir sarýk türüdür. Sarýklar ya katlarý geliþigüzel, yahut aþaðý indirip yukarý çýkarmak suretiyle sarýlýrdý. Bu çýkýþ ve iniþin üstüste gelmesinden bir çeþit kafes oluþurdu. Mevlevîlerce "kafesî destur" denilen bu tarz sarýða, öteki tasavvuf okullarýnda "cüneydî sarýk" adý verilirdi. Katlarý geliþigüzel sarýlan sarýklara da "dolama" denirdi.

    CÜNÛN: Arapça, delilik demektir. Söz ve iþlerin akýþýna aklýn fazla etkili olmamasý þeklinde ortaya çýkan akýl bozukluðu. Aþýklarýn, Allah'tan baþkasýyla meþgul olmamasý, Ýlâhî aþk ile sarhoþluðu yaþamalarý, deli olmadýklarý halde deli gibi görünmeleri.

    CÜZ: Arapça, parça demektir. Tasavvufî olarak bu tabir, tasavvufta mertebe-i saniye, mertebe-i esma ve sýfat, kesret ve ta'ayyünat anlamýnda kullanýlýr.

    CÜZÛLÝYYE: Ebu Abdullah Muhammed b. Süleyman el-Cezülî (ö. 870/1465) tarafýndan kurulan ve Bedeviyye-i Þâziliyye'nin kolu olan bir tasavvuf okulu. Delâil-i Hayrat'ý n müellifi Süleyman el-Cüzûlî bu yola mensuptur



    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  7. #7

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (C)
    ..:: 7 ::..

    ÇÂH-I ZANAH: Farsça, çene çukuru anlamýnda bir tamlama. Temaþa hâlinde görülen sýnýrlardaki müþkiller.

    ÇALÝPÂ: Farsça, haç demektir. Tabiat, maddî âlem. Çalipân: Bektaþî hilâfet ve icazetnamelerine konulan baþlýk.

    ÇALMA-ÇALMA DESTÂR : Bir tür sarýk. Bu sarýklara çalma destâr da denilir. Çalma sarýklar, beyaz renkli olup ilmiyye sýnýfýna mensup kimseler tarafýndan giyilirdi. Kelime olarak çalma, sývama olmayan kaba þey demektir.

    ÇAR ALÂMET: Farsça-Arapça. Çar, çehâr'dan bozulmuþ olup dört manasýna gelir. Alâmet, iþaret, iz, niþan, sembol gibi manalarý ihtiva eder. Bu þekilde çar alâmet, dört iþaret demektir. Bektaþîlerde, halife olan kiþiye, deriden dikilmiþ, iç tarafýnda bir þeyler konmak için düðmeyle iliklenen deliklere sahip, bele sarýlan ince ve uzun bir sofra, çerâð (yani mum), alem (yani bayrak) ve seccade verilir. Sofra, çerâð, seccade ve alem o kiþinin Bektaþî olduðunun alâmeti olmasý münasebetiyle, bu enstrümanlara çehar-alâmet, veya galat tarzda kullanýlýþýyla çar alâmet denir. Sofra, ince, uzun olmasý sebebiyle elif harfine benzetilerek, elifî sofra adýyla da anýlýrdý.

    ÇAR DARB: Farsça-Arapça. Dört vuruþ demektir. Kalenderîler ve abdallar, baþlarýnda biten bütün kýllarý usturaya vurduklarý için, yapýlan traþ iþlemine bu ad verilmiþtir. Baþta bulunan kýllar dört çeþittir: 1. Saç, 2. Kaþ, 3. Býyýk, 4. Sakal. Kalenderîler ve abdallar týraþ olduklarý zaman, baþlarýnýn üzerinde hiç kýl bulunmazdý. Bu durumu ifade etmek üzere, çar darb yapan derviþler için cevâlýka, cavlaklar, terimleri kullanýlýrdý. Hayderîler, ve Câmîler de, bu Kalenden derviþleri gibi, saç ve sakallarýný týraþ ettirirler, ancak býyýklarýný kesmezlerdi. XVI. yüzyýl Mevlevîlerinden Sîneçak Yusuf Efendi de, çehâr darbý kabul edenlerdendir.
    Sakalýmla baþýmý
    Býyýðýmla kaþýmý,
    Hak onara iþimi,
    Bu sakalý kýrkarým
    Kaygusuz Abdal
    Kalenderîler çar darbý þu þekilde izah ederler: Derviþ, Allah'ý zikirle meþgul iken kendisine bir hâl gelir, o sýrada derviþin kalbi dört darb ile zikreder. Bu durumdaki bazý derviþlerde neþ'e zahir olur, bu neþ'enin etkisiyle saç, sakal, býyýk ve kaþýný týraþ ederler. Abdallarýn açýklamasý da kýsaca þu þekildedir: Âlem-i mânâda insanýn yüzü, þu gökteki aydan daha parlaktýr. Bu parlaklýðý, siyah renkli baþ kýllarý ile örtmek niye? Modern çaðdaki bunalýmýn doðurduðu "skin heads" (Dazlaklar) gurubunun cevâlýka ile herhangi bir baðýnýn bulunmadýðýný ifade etmek zaittir, gereksizdir.

    ÇÂRDEH-Ý MA'SÛM-I PAK : Farsça, on dört temiz suçsuz demektir. Ýsnâ Aþeriyye ve bazý tasavvufçulara göre bu ondört kiþi, Hz. Peygamber, Hz. Falýma, ve oniki imamdýr. Bektaþîler 12'yi 14'e çýkartýrlar ki bunlar þunlardýr:
    1.Hz. Ali (r)
    2. Muhammed Ebûbekr Ýbn Aliyyi'l-Murtazâ
    3. Abdullah Ýbn Hasan Ýbn Aliyyi'l-Murtazâ
    4. Kasým Ýbn Hüseyn Ýbn Aliyyi'l-Murtazâ
    5. Hüseyn Ýbn Ali Zeynelâbidin Ýbn Hüseyn
    6. Kasým Ýbn Ali Zeynelâbidin
    7 Aliyyi'l-Ahtaþ Ýbn Muhammed el-Bâkýr
    8. Abdullah Ýbn Ca'fer-i Sâdýk
    9. Yahya el-Hâdî Ýbn Ca'fer-i Sâdýk
    10. Salih Ýbn Musa el-Kâzým
    11. Tayyib Ýbn Musa el-Kâzým
    12. Ca'fer Ýbn Muhammed et-Takî
    13. Ca'fer Ýbn Hasen el-Askerî
    14. Hasen Ýbn Hüseyn el-Askerî (Radýyallahu anhum).
    Listeden anlaþýlacaðý üzere, bu ondört suçsuz temiz kiþiler, Hz. Ali (r)'nin neslinden gelenlerdir.


    ÇÂR-I YAR-Ý GÜZÝN: Farsça, dört seçkin dost anlamýnda zincirleme bir tamlama. Ýlk dört halife: Hz. Ebubekir (r), Hz. Ömer (r), Hz. Osman (r), Hz. Ali (r).

    ÇARK-ÇARH: Farsça. Yaka, gök, talih, okyayý, yer, devam eden, süren gibi manalarý ihtiva eder. Mevlevîler sað ayaða çarh, sol yaða da direk derler. Semâ sýrasýnda, direk adý verilen sol ayaða dayanýlarak, sað ayak döndürüldüðü için bu adýn verildiði kaydedilir. Ýki türlü çarh vardýr: Tam çarh ve yarým çarh. Sema sýrasýnda sað ayak kaldýrýlýr bir tur atýlýr, ilk noktaya deðerse, buna tam çarh, tam daire tamamlanmaz ise yarým çarh denir. Çark atma tekniðini kaynaklar þu þekilde kaydeder: Sol ayak sabittir. Mevlânâ bunu "bir ayaðýmýz þeriatta sýmsýký sabittir, kýmýldamaz, yani Ýslâm'dan vazgeçmeyiz, ona sýkýca baðlýyýz, bütün vücud varlýðýmýz onun üzerine bina edilmiþtir, dayanaðýmýz Ýslâmdan baþkasý deðildir." þeklinde açýklar. Sað ayak ise, dönme hareketini Kabe'yi tavaf dâiresi pozisyonunu esas alarak yapar. Mevlana Celâleddin Rumî, sað ayaðýn çizdiði bu daireyi, "biz diðer ayaðýnýzla bütün meþrep, din, mezhep, görüþ, fikir, hikmet ve kanaatleri dolaþýr, onlarý tanýr, bilir, onlara hoþ görü ile davranýrýz, onlarý anlamaya çalýþýrýz, diyalog kurarýz" þeklinde açýklar.

    ÇAR TEKBÝR: Farsça-Arapça. Dört tekbir demektir. Bu tekbirler cenaze namazýnda alýnýr. Tasavvufta dört tekbir, her þeyden sýyrýlmak manasýný ifade eder. Cenaze namazý tekbirlerle kýlýndýðýnda, artýk ölü topraða verilir, dünya ile bir ilgisi kalmaz, iþte sufîler de ölmeden önce ölme sýrrýna ulaþmak için, varlýklarýnýn cenazesini fenaya defneder. Ünlü iran'lý sufî Hafýz, Divan'ýnda "Ben aþk çeþmesinden abdest alýnca, dört tekbirle varlýðýn cenaze namazýný kýldým" der.

    ÇARUPKEÞ: Farsça, Çârûb, süpürge demektir. Peygamber Efendimizin (s) türbesini süpüren kimse için kullanýlýr. Tasavvufta da, tarikat þeyhleri için terim olmuþtur. Þeyhler, müridlerinin kalbinde, Allah'a ulaþmayý engelleyecek yetmiþ bin perdeli maniayý süpürdükleri için "süpürgeci" unvanýyla anýlmýþlardýr. Anadolu'da, türbelere süpürge adama âdeti ile bu espiri arasýnda bir baðlantý olduðunu zannediyoruz. Türbelere verilen süpürgeler, Annemarie Schimmel'in de ilgisini çekmiþtir.

    ÇAVUÞ: Türkçe çavmak kökünden türetilmiþtir. Orduda onbaþýnýn üstündeki rütbeye denir. Ancak bu kelime esas anlamý itibariyle haber taþýmayý ifade eder. Herhangi bir iþe bakan kiþi anlamýnda da kullanýlýr. Günümüz, bazý sufiyye mekteplerinde özellikle Rifâîlerde, müridlerin ruhanî terbiyesinde, þeyhe yardýmcý olmak üzere, þeyh tarafýndan seçilen, manevî olgunluða ermiþ kiþilere çavuþ denmektedir. Bunun üzerinde nâiblik veya vekillik gibi unvanlar bulunur.

    ÇEHRE: Farsça gülyüz demektir. Kemal sahibi ariflerin gönüllerinde pýrýldayan mutlak tecelliler. Sâlikin rüyada veya kendinden geçtiði sýrada gördüðü tecelli ki maddi âlemde görülmez.



    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  8. #8

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (C)
    ..:: 8 ::..

    ÇELEBÝ: Türkçe. Çalab, Allah manasýndadýr. Sonundaki nisbet yâ'sý ile Çelebî, Allah'a ait adam, Allah adamý demektir. Kibar zarif kimselere de "çelebî adam" denir. XVII. yüzyýlýn sonlarýna kadar bilgin ve soylu kimseler için, yine bu unvan kullanýlmýþtýr. Mevlâna'nýn soyundan gelenler "Çelebî" olarak anýlmýþ, ancak Mevlâna'ya ana tarafýndan akraba olanlar "inâs çelebî": baba tarafýndan akraba olanlara da "zükür çelebî" denmiþtir. Hacý Bektaþ'ýn nefes evladý (manevî evlad) yahut belinden gelen kiþilere de "Çelebî" denir. Mevlevî çelebilerinden ayýrmak için "Bektaþî çelebilerinden" diye kayýt konulur. Çelebî kelimesi, Farsça gramerine uygun olarak "Çelebiyan" þeklinde çoðul yapýlýr. Mevlevîlerden, Mevlânâ'nýn maddî bakýmdan akrabasý olmadýðý halde: Mesnevî'nin yazýlmasýna önayak olan kiþiye bu unvan verilerek Çelebî Hüsameddin denmiþtir. Normal olarak çelebî ifadesi isimden sonra kullanýlýrken, bu zatýn adýnýn baþýna getirilmesi, esas çelebîlerden ayýrmak içindir. Çelebî'nin isimle beraber kullanýlýþý þöyledir: iskender Çelebî, Mehmed Çelebî, Ali Çelebî, Salih Çelebî, ibrahim Çelebî. Genel olarak çelebî deyimini, Allah yoluna sülük eden, maneviyat erleri için kullananlar da vardýr.

    ÇELEBÎ EFENDÝ: Türkçe-Rumca. Çelebî, daha önce ifade ettiðimiz gibi Allah manasýna gelen Çalap kelimesinin nisbetidir. Efendi ise Rumca asýllý bir kelime olup okumuþ kibar kimse, malik, sahip gibi manalarý vardýr. Seyyid, hoca, kadý, molla ve þehzadeler için kullanýlmýþtýr. Çelebî Efendi, Konya Mevle-vihanesi postniþinine verilen addýr. Mevlevîler arasýndaki unvaný "aziz efendimiz" þeklindeydi. Çelebî Efendi, Mevlânâ Celâleddin Rûmi'nin mutlak anlamda vekili, bütün mevlevi þeyhlerinin baþý idi. Diðer Mevlevî þeyhleri, onun vekili idi. Çelebî Efendi, istediðini tayin edebilme yetkisine sahipti. Ziyaret için gittiði dergahlarda bulunan postlar, kendisine sunulurdu. Bu makamý, Mevlâna'nýn erkek çocuðundan gelenlerin en ehil olanlarý iþgal etmiþtir. Sadece Ebu Bekir Çelebî Efendi isminde bir zât, bütün özelliklere sahip olduðu halde, muhtemelen bazý olumsuz cereyanlarýn etkisiyle makamýndan uzaklaþtýrýlarak, yerine kýz evlattan gelen Karahisarlý Arif Çelebî Efendi tayin edilmiþti. Mevlevîlikte, çelebilik makamýný elde edebilmek için veraset usûlü kabul edilmemiþti. Teamüle göre, postniþin olan bir Çelebî Efendi öldüðü zaman, Mevlânâ ailesine mensup olanlarla dergâhýn ileri gelenleri ve kýdemli derviþler, ölen zatýn evlatlarý ve amcazadeleri arasýndan ehliyetli ve liyakat sahibi bazýlarýnýn kendilerinden sonra seçilmelerini tavsiye edenler de olmuþtu. Çelebî Efendilere hükümet tarafýndan da çok ehemmiyet verilirdi. Çelebî Efendiler, padiþahlara uzun süre kýlýç kuþatmýþlardýr. Bu nedenle Postniþinlik makamýnda deðiþme oldukça, seçilen yeni çelebî ve post-niþinlere padiþah tarafýndan ferman verilmek suretiyle, yapýlan seçim teyid ve tasdik olunurdu.

    ÇELÝK, ÇELÝKLEME : Çelik, Türkçe bir kelime olup deðnek manasýnadýr. Parmak kalýnlýðýnda yarým metre kadar uzunluðundadýr. Mevlevî tekkelerinde, tekkenin toplantý yeri olan meydanda, kazancý postu üzerinde asýlý dururdu. Tarikat edebine aykýrý iþ yapanlar, bu deðnekle acýtmadan vurularak terbiye ve edebe getirilir, bu dövme iþine "çelikleme" denirdi. Kabahatli olan derviþ, erkândan ise, þeyh yahut aþçý dede tarafýndan; çilede bulunanlardan ise kazancý tarafýndan çeliklenirdi. Gerek dede, gerek derviþ, diz çökmüþ olan þeyh, aþçý dede yahut kazancý dedenin dizi üstüne baþýný kor, o da çeliði omuzunu geçmeyecek þekilde kaldýrmak suretiyle, bir kaç çelik vurur. Bittiði zaman bir gülbank okuyup kabahatlinin suçunun affý niyazýnda bulunurdu.
    Sende nedir bu resimlik
    Satma sana gel dedelik
    Sýrtýna bin elli çelik
    Urmalý mutlak dediler
    Türâbî
    Suç biraz büyükse, dergâhýn genel mürebbîsi, Aþçý Dede'ye bunu söyler, o da bu cezayý, semahanede bir kaç derviþin gözü önünde verirdi. Çelikleme olayý, Bektaþîlerde de vardýr.

    ÇENGÝ: Çeng, harbe benzer bir müzik aletidir. Kavisli aðaca takýlý, baðýrsaktan yapýlmýþ yirmi üç telden meydana gelir. Bu müzik âletinin kökeni Doðu'dur. Bu âleti çalana çengi denir. Mevlevi mutasavvýflarýndan bestekâr Yusuf Dede, bu enstrümaný çalmakta üstâd olduðu için "çengi" lakabýyla anýlmýþtýr.

    ÇERAG: Farsça. Kandil, mum gibi manalarý vardýr. Topraktan veya madenden yapýlmýþ kandil. Ýçine yað konulup yan tarafýndaki deliðe bir fitil takýlarak yakýlýrdý. Çerað, Bektaþîlerde makamlardan biriydi. Burada, diðer makamlarda olduðu gibi niyaz olunurdu. Nasib alan yeni talib, rehberinin kýlavuzluðu ile buraya geldiði zaman, rehber kendisine þöyle derdi: "Buna çerað derler. Bu çerað, nûr-ý Muhammed Ali'dir. Cümle canlar, bunun nuruyla münevverlenip, onlarýn cemâliyle müþerref olunup, her hakka eriþilen makamdýr." Tekkelerde çeraðýn yakýlmasý veya söndürülmesi icabettiði zaman "çeraðý yak", "çeraðý söndür" denilmez "çeraðý uyandýr", "çeraðý dinlendir" denilirdi. Çerað nefesle üflenerek söndürülmez, elin hareketleriyle dinlendirildi. Bektaþî meydanlarýndaki mumlara, özellikle, mutfakta yakýlan mum ve lambalarý uyandýrmak için kullanýlan kandile, çerað denilirdi. Kandilin kudreti temsil ettiði kanaati yaygýndý. Diðer tarikatlarda da, kandile çerað denilir.

    ÇERAÐCI: Tekkelerde çeraðýn arzettiði önem büyüktür. Bunu, çeraðý yakýp söndürmek için, ayrý bir görevli tayin edilmesinden anlýyoruz. Kaynaklar, tekke hizmetleri arasýnda, ifa ettiði görev itibariyle çeraðcýnýn önemli bir kiþi olduðunu kaydetmektedir. Güneþ batma zamaný, Mevlevî meydanlarýnda bir mum yakýlýrdý ki, buna çerað denirdi. Akþam ezaný okunduktan sonra, mescidin mumlarý bu çerað ile uyandýrýlýrdý. Sýmathane (yemekhane) deki mumlar da, ayný minval üzere tutuþturulur ve bu tutuþturma iþinden önce Þeyh yahut en kýdemli dede, "çerað gülbangi" okurdu. "Çerað-ý rûþen ziyâ-yý imân, dem-i Hazret-i Mevlâna Hû diyelim Hû" ifadelerinden sonra, hep birlikte "Hû" çekilir ve sofraya oturulurdu. Bu gülbank, mumlarýn yanmasý ve verdiði nimetlerden dolayý Allah'a þükrün bir ifadesi olarak deðerlendirilirdi.
    Çeraðcýnýn görevi, iþte buydu. Kaynaklarda, tekkelerde kandilcilik görevi, bir baþka kiþinin yaptýðý, farklý bir hizmet olarak kaydedilir. Kandilcilik görevini üstlenen kiþi, mescidin dýþýndaki kandilleri hazýrlayýp yakardý.

    ÇERAÐ GÜLBANKÝ: Mevlevî tabiri olarak çerað gülbanki, mumlarýn (çeraðlarm) yakýlmasý sýrasýnda okunurdu. Bu gülbank þu þekildeydi: "Çerað-ý rûþen-i fahr-i derviþan, ziyâ-yý iman, kanûn-ý merdân, dem-i Hazret-i Mevlânâ Hû diyelim Hû". Bu gülbanktan sonra, derviþler topluca "Hû" çekerlerdi.

    ÇERÂÐ-I MÜRDE: Farsça, ölü çýra demektir. Marifet nuru ile aydýnlanmamýþ kalb, ölü kalb.

    ÇERKEÞÝYYE: Çankýrý Çerkeþ'i! Hacý Mustafa Efendi (Ö. 1229/1813) tarafýndan kurulan, Nasûhiyye-i Halvetiyye'nin þubesi olan bir tasavvuf okulu.

    ÇEÞM: Farsça, göz anlamýndadýr. Osmanlýlarda, kýzaða çekilen gemilerin durduðu, üstü kapalý sündürmelere çeþm denilirdi. Tasavvuf? bir terim olarak, A'yan dýþýnda Hakk'ý müþahede için kullanýlýr. Allah'ýn basar sýfatý: el-Basir.

    ÇEÞM-Ý ÂHÛVÂNE: Farsça, ceylan gözlü demektir. Allah'ýn "Settar" ismiyle kulunun suçlarýný örtmesi ve ona hangi hatalarý iþlediðini göstermesi. Bu, kulun iyiliðine olan cemal tecellisi, Allah'ýn ona olan lütuf ve inayetidir.

    ÇEÞME: Farsça, pýnar, göz, kaynak demektir. Tasavvuftaki anlamlarý þöyledir: Ýlâhî feyzin kaynaðý, âmâ (körlük) âlemi, Hakka eren kâmil arifin kalbi.



    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

  9. #9

    Kullanýcý Bilgi Menüsü

    Standart

    TASAVVUFÎ TERÝMLER (C)
    ..:: 9 ::..

    ÇEÞME-Ý HAYVAN: Farsça, hayat çeþmesi demektir. Tasavvufta, marifetin kaynaðý ve aslý anlamýnda kullanýlan bir terimdir.

    ÇEÞME-Ý ZÝNDEGÂNÝ: Farsça, dirilik suyu veya diriltici su, âb-ý hayat anlamýndadýr. Akl-ý Surh, aynu'l hayat (hayat pýnarý).

    ÇEÞM-Ý HUMAR: Farsça, mahmur göz. Salikten, kusurlarýnýn gizli tutulmasýdýr ki, bu kusurlar ondan yüksek kemal sahiplerine malûm olur; ancak onlar, bu kusurlarý, sahibine açýklar veya açýklamazlar.

    ÇEÞM-Ý MEST: Farsça, mahmur göz. Bu terimin açýklamasý þöyledir: Hakk'ýn sâlikin kusurlarýný, sâlikten de halkdan da gizlemesi, af ve maðfirete mazhar olmasý.

    ÇEÞM-Ý NERGÝS: Farsça, nergis gözlü anlamýnda bir tamlama. Sâlikin iyi hallerinin, mükemmel niteliklerinin ve yüksek mertebesinin örtülü tutulmasý; bazen sâlik veli olduðunu bilir, ancak halk bilmeyebilir, bazen de halk bilir, kendi bilmez.

    ÇEÞM-Ý SÝHR-ENGÝZ: Farsça, büyüleyici göz, sihirli bakýþ. Tasavvuf! anlamcilâhî cezbe.

    ÇEÞM-Ý ÞEHLA: Farsça, hafif þaþý göz. Sâlikin yüksek makamda olduðunun gerek kendisi, gerekse baþkasý tarafýndan bilinmesi. Bu, þöhrete yol açmasý bakýmýndan tehlikeli sayýlýr.

    ÇEÞM-Ý TEREK: Farsça, yýrtýk göz. Sâlikin olduðu hal, kemal ve yüksek makamýn, hem kendisinden, hem de halktan gizlenmesi.

    ÇEÞM-Ý BÜLBÜL: Farsça bülbül gözü demektir. Çizgili ve hareli olarak yapýlmýþ cam ürününe Çeþm-i Bülbül denir. Bu cam iþleme tekniðini ilk kez Venedik'ten getiren kiþi, Üçüncü Selim devri Mevlevî sûfilerinden Mehmed Dede'dir. Þeyh Efendi, bu san'atý Venedik'te öðrenir, Ýstanbul'a döner ve Beykoz'da bir tezgâh kurarak, bu san'atý daha da ileri götürür. Ona renkler verir, çizgilerini yeniden düzenler, dantelâ tarzýnda hareler yapar, Kur'an-ý Kerim tezhibini andýrýr bir þekilde altýnlýsýný da imal eder. Yaptýðý altýnlý kadehi, Üçüncü Selim'e hediye eder. iþte bu hediye sýrasýnda imal ettiði bu san'at eserine "Çeþm-i Bülbül" adýný verir. Mevlevî Þeyhi olan bu sanatkarýn, eserine çeþm-i bülbül demesinin nedeni þudur: Çeþm-i Bülbül'ün en ayýrdedici özelliði, onu gözünüze yaklaþtýrýp havaya bakarsanýz, içinde, bülbül gözü gibi hâreler meneviþler görülür. Ýþte bu görüntüyü vermesi sebebiyle, Þeyh Efendi ona "Çeþm-i Bülbül" adýný vermiþtir.
    Kaseler çini, tabaklar mertebânidir bütün, Çeþm-i bülbüller birer þehkâr-ý manidir bütün. Fazýl Ahmed AYKAÇ

    ÇÝLE: Farsça, kýrk anlamýna gelen çihil'den düzenlenmiþ bir terim. Bir þeyh nezaretinde derviþ, karanlýk bir hücrede yalnýz baþýna kýrk gün süre ile az uyumak, az yemek, az içmek ve mümkün mertebe sürekli ibadetle meþgul olur ki bu olaya, çile denir. Bu, nefsi eðitmek için belirli bir süre halktan uzak kalýp olgunlaþmayý elde etmek için yapýlýr. Tasavvuftaki çile, ömür boyu deðildir, sadece kýrk gündür. Zira tasavvufta esas olan, "el kârda, gönül yârda" yani "el günlük maiþet teminiyle meþgul iken, kalb Allah ile beraber olmaktýr". Nitekim, Nur Suresinin 37'nci âyetinde bu husus, þöyle desteklenir: "Ticaret ve alýþveriþin Allah (c.c)'ý zikirden alýkoymadýðý erkekler..."
    Çileye, Arapça olarak erbain de denir. Hemen hemen her tekkede, eskiden bu iþ için bir veya birkaç hücre bulunurdu. Çile olayý þöyle cerayan ederdi: Þeyh, derviþi çile odasýna güsul abdestli olarak dua ile sokar, Fatiha çeker, kapýyý kapayýp giderdi. Odada bir post, yahut seccade, bir mütteka (bkz. müttekâ) ve hücrenin rafýnda bir Kur'an-ý Kerim bulunurdu. Derviþ, bu hücreden, sadece gerekli olduðu zaman çýkardý: Tuvalet, abdest, cuma namazý vs. gibi. Çýktýðýnda kimseye bakmaz, kimseyle konuþmazdý. Yiyeceðini, içeceðini, belirli vakitte bir derviþ getirip hücreye býrakýp, selamdan baþka bir söz konuþmazdý. Geleneklere göre, çileye girene ilk gün kýrk zeytin verilir, her gün bir eksilterek (39, 38, 37, 36, 15 ila...) kýrkýncý gün sadece bir zeytin verilirdi. Yiyeceðin zeytin olmasý, Nur suresi'nin 35. ayetinde de ifade edildiði gibi (min þeceretin mübâreketin zeytûnetin), onun mübarekliðinden kaynaklanmaktadýr. Derviþ çileden çýkýnca, kýrk gün içindeki tefekkür ve rüyalarýný þeyhine anlatýrdý. Þayet Þeyh, gerek görürse onu hemen ikinci bir çileye sokardý. Birbiri ardýnca üç çile çýkaran olurdu. Derviþ çileyi bitirip hücreden çýkýnca, þükür kurbaný kesilir, kesilen kurbanýn et suyuyla hazýrlanan tirid yemeði ona sunulur, diðer ihvaný da onu tebrik ederdi. Günümüz Türkiye'sinde, bu uygulama hemen hemen kalkmýþ gibidir. Bunun sebebini sorduðumuz mürþid-i kamiller, "devrimizde helal rýzýk kalmamýþtýr. Çileye giren, hem az, hem de þüpheli yiyecekle bu uygulamaya tâbi tutulursa, görme, iþitme, konuþma gibi bazý özelliklerini kaybedebilir. Devrimiz zâten çile devri, deðildir, dýþ âlemde gezip nefsini zaptetmek de yeterlidir" cevabýný verdiler. Mevlevîlerin çilesinin mutfakta 1001 günlük hizmet ile olduðu kaydedilir.

    ÇÝLE ÇIKARMAK : Saliklerin, nefsin tezkiyesi (arýnmasý), kalbin saflaþmasý için bir hücreye girip kýrk gün süreyle ibadet, zikir ve fikir ile meþgul olmasý. Çile bazan, zelle (ufak kusur) karþýlýðýnda ceza þeklinde de uygulanýrdý. Mevlevî derviþleri, çileyi mutfak hizmetleriyle çýkarýrlardý. Yemekle beraber derviþler de piþerdi. Çilenin þeklini mürþid tayin ederdi. Diðer tasavvuf okullarýnda çileyi yolculuk yaparak çýkaranlar da vardý.

    ÇÝLE ÇEKMEK : Mihnet ve meþakkat çekmek demektir. Tasavvuf erbabýnýn çile hücresine girmesi ve orada kýrk gün kalmasý, külfetli bir iþ olduðu için, o makamda kullanýlýrdý. Þiirde þeddelendirmek suretiyle kullanýlýrdý.
    Ne çille çektiðimi bu riyay-ý gamda fakir.
    Görünce nakþýný göstermede imkan hasýr.

    ÇÝLEHANE: Farsça, çile evi demektir. Tasavvuf erbabýnýn çilelerini doldurduklarý özel hücreye çilehane denirdi. Tekkelerin karanlýk ve rutubetli odalarý, çilehane olarak kullanýldýðý gibi, bu hücre, bazen de, daðbaþlarýnda ve tenha yerlerdeki maðaralarda inþa edilirdi.

    ÇÝLEKEÞ: Farsça, çile çeken anlamýnda bir ifade. Hücrede çile dolduranlar için kullanýlan bir tabir. Yokluk içindeki fakir ve garip için, çektikleri sýkýntýlar sebebiyle, bu tabir kullanýlýr.

    ÇÝLE KIRGINI : Bin bir günlük hizmeti, bitirmeden, çileyi terkeden kiþiye çile kýrgýný denir. Bu durumda olan kiþi, eðer piþman olur da hizmete (yani çileye) dönmek isterse, kaldýðý veya býraktýðý yerden deðil, baþtan baþlardý.

    ÇÝLE-Ý MERDAN: Farsça, erkeklerin çilesi anlamýnda bir tamlama. Mevlevi tabiri. En yorucu hizmetlere, çile-i merdan denirdi.

    ÇÝLE-Ý MA'KUSE: Farsça ters çile demektir. Derviþ kendini ayaktan tavana baðlayarak tepesi aþaðý çile çýkarýr ve buna çile-i ma'kûse denirdi. Ebu Said Ebûl-Hayr'm bu þekilde çile çýkardýðý kaydedilir. Buna Salât-ý maklûb da denir. Rivayetlere göre Harut ve Mârût, Babil Kuyusunda (Çah-ý Bâbil), bu þekilde çile çýkarmaktadýr.

    ÇÝÞTÝYYE: Ebu ishak Bendenüvaz veya Çiþt'li (Horasan) Hoca Ahmed Abdal (ö. 355/965) tarafýndan kurulmuþ, Hoca Muinuddin Çiþtlî (ö. 633/1236) tarafýndan Acmir (Hindistan)'a taþýnmýþtýr.

    ÇÝVÝ TUTMAK : Mevlevi derviþi sema ederken, dönmekte olduðu yeri terketmez, bu noktada sabit kalarak deveran (dönme)'a devam ederse, buna çivi tutmak denir. Bunu baþaran derviþe de, çivisi saðlam denir.




    alýntý
    Bana Ümit Baðlama Ben Topraða Sözlüyüm....

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Þu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanýcý var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajýnýzý Deðiþtirme Yetkiniz Yok
  •