Bir Kalpte Beş Sevgi
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali (k.v.) ye bir gün şu suali sormuşlar:

- Ya Ali Allah ı sever misin?

- Şuphesiz Ya Resullallah

- Beni sever misin?

- Severim.

- Fatıma yı sever misin?

- Severim.

- Hasan ve Hüseyin i sever misin?

- Severim.

- Kalp bir ; muhabbet beş... Bu beş muhabbeti bir kalbe nasıl sığdırıyorsun? sualine karşı Hz. Ali cevap veremediler. Sonra bu meseleyi zevce-i muhteremeleri

Hz. Fatımatu z Zehra (r. anha) ya açtıklarında Fatıma Validemiz cevaben,

- Cihetler ayrıdır ; Allah ı sevmek akıldan, Peygamberi sevmek imandan, evladı sevmek tabiattan, zevceyi sevmek muhabbettendir.

Hz. Ali (k.v.) bu doğru cevabı Peygamber Efendimiz (s.a.v.) e arz ettiklerinde Resul-u Ekrem Efendimiz (s.a.v.) bu cevabın kendisinden olmadığını işareten,

Bu meyve (cevap) ancak bir nübüvvet ağacındandır buyurdular.



Çobanın Ziyafeti ve Topal Koyun



İran a açtığı seferde Sivas a doğru yol almakta iken, yaşlı bir çoban koşarak Yavuz un huzuruna geldi ve:

- Sulağımıza hoş geldin Sultanım Görüyorum ki yorgunsun, açsın. Bu fakire misafir olursan gönül alırsın, dedi

Yavuz Sultan Selim Han:

- Ben tek başıma değilim çoban baba. Ardımda koca bir ordu var, buyurunca, çoban tevekkülle boynunu büktü ve:

-Allah Teâlâ kerimdir. Hele sen bir mola ver. Misafir kısmetiyle gelir, dedi.

Sultan Selim Han:

Bunda bir hikmet olsa gerektir diyerek ordusuna mola emri verdi. Çadırlar kuruldu. Çoban sürüden dört koyun seçerek yüzüp temizledi ve kazana koydu. Sonra

Sultan Selim Han a:

-Sultanım, askerler eti yerken kemikleri kırmasınlar, diyerek tenbihde bulundu.

Kazanlarda etler pişirildi ve gaziler davet edilerek kemiklerin kırılmaması bir daha tenbihlendi. Nöbet nöbet sofralara oturuldu. Bütün ordu doyuncaya

kadar koyunlardan yemelerine rağmen bu dört koyunun etlerini bitiremediler. Sonra çoban, kemikleri bir araya getirerek dua etti. Askerler Âmin dediler.

Koyunlar Allah Tela nın izniyle dirildiler ve sürüye tekrar katıldılar. Sadece koyunlardan biri topallıyordu. Olanlara herkes şaşırmıştı. Yavuz Sultan

Selim Han, çobana:

- Bu niçin topallıyor? diye sorunca çoban:

- Bir kemiği noksan olduğu için, dedi.

Bunun üzerine Sultan Selim Han, sakladığı aşık kemiğini çıkardı ve:

-Baba Sizi denemek istemiştim. Kamil bir veli olduğunuz anlaşıldı. Kusurumuz afola. Bizi dualarınızdan eksik etme, diye rica etti.

Çoban da:

- Allah Teala nın yardımı senin üzerindedir. Alemlere rahmet olarak gönderilen sevgili ve şerefli Peygamber Efendimiz ve sahabeleri senin yanındadırlar.

Merak etme, zafer senin olacak, muzaffer olarak döneceksin, dedi.



Aradığına Bağlı



Adamın biri Cüneyd-i Bağdadi ye gelip Nerede o eski kardeşlikler der, Hani, Allah için sevenler?

-Eğer sıkıntılarına katlanacak birini arıyorsan bulamazsın ama sıkıntılarına katlanacağın dostlar arıyorsan çoktur.



ŞAH IN KIZI



Şah Şüca Kirmanî nin bir kızı vardı. Kirman valileri ona talibdi. Şah onlardan üç gün mühlet istedi. Bu üç gün içinde mescidleri dolaştı. Güzel namaz kılan

bir genç gördü. Namazı bitirinceye kadar onu seyretti. Sonra yanına gidip:

-Ey genç, evli misin? diye sordu.

Genç; Hayır. deyince, ona;

-Kur an-ı kerîm okuyan, takva sahibi ve güzel bir kızla evlenmek ister misin? dedi.

Genç;

-Bana kim kız verir ki, dünyada üç dirhemden başka hiç bir şeyim yok,dedi.

-Ben veririm, bu üç gümüşün biri ile ekmek, biri ile katık, biri ile güzel koku satın al, dedi.

Şah Şüca kızını o genç ile evlendirdi. Kızı, o fakir gencin evine girdiğinde, bir kuru ekmek parçası gördü.

-Bu nedir? diye sorunca, genç;

-Senin nasibindir. Yarın sabah yemek için ayırmıştım, dedi.

Şah ın kızı babasının evine doğru gitmeye başlayınca, genç;

-Ah Ben Şah ın kızının, benim yanımda durmayacağını bilmiştim, dedi.

Kız bunu işitince;

-Ben senin fakirliğin sebebiyle gitmiyorum, îmanının zayıflığı için gidiyorum. Sen akşamdan, sabahın ekmeğini hazırlıyorsun. Ben ise babama şaşıyorum,

bunca senedir yanındayım, bana seni haramlardan kaçan, dünyayı hiç düşünmeyen birine vereceğim derdi. Bugün öyle birine verdi ki, Rabbine îtimad etmiyor,

rahat içinde bulunmuyor. Bu evde ya ben kalırım, ya bu ekmek. Sen karar ver. dedi.

Genç ekmeği bir fakire verdi. Şah ın kızı geri döndü ve onunla mesûd olarak yaşadı.



Emanet Fare



Yüsuf adında gezgin bir zât, Zünnün-i Mısrî hazretlerinin İsm-i âzamı bildiğini öğrenince, Mısır a gitti. Huzüruna varınca, önceleri iltifat görmedi. Sonra

huzüra kabül edildi ve Zünnün-i Mısrî hazretlerine bir sene hizmet etti. Bir gün ona;

- Ey üstâd, sana bir sene hizmet ettim, artık hakkımı vermen gerekir. Senin İsm-i âzamı bildiğini söylediler. Onu, benden iyi emânet edeceğin bir başka

kimse olmayacağını bilirsin,dedi. Süküt etti. Ona cevap vermedi. Altı ay sonra bir tabağa konmuş ve bir mendile sarılmış bir şey çıkardı. Ona;

- Fustat ta bulunan falan dostumuzu bilirsin değil mi? diye sorunca;

- Evet, dedi.

Zünnün hazretleri ona;

- İşte bunu ona götür. dedi.

O da sarılı tabağı aldı, giderken;

- Zünnün-i Mısrî gibi bir zât hediye gönderiyor. Acabâ nedir, ne kadar kıymetlidir? diye düşündü. Merakını yenemeyerek tabağı açtı. İçinden bir fare fırladı

ve kaçıp kayboldu. Bu duruma kızarak, Zünnün-i Mısrî nin yanına geldi.

Zünnün-i Mısrî ona;

- Biz seni denedik. Sana bir fâre emânet ettik, ona hıyânet ettin. Hiç sana İsm-i âzamı güvenip teslim edebilir miyim? dedi.



Düşünen sahip olduğu nimetin farkına varır



İsa aleyhisselam bir ağacın altında dua eden birini gördü. Dikkatlice baktığında adamın ayakları yürümeyen bir kötürüm olduğunu anladı. İki gözü de görmüyordu.

Vücudunda ise baras hastalığı olduğu anlaşılıyordu. Ama adam bütün bunlara rağmen ellerini kaldırmış mutluluktan uçacakmış gibi dua ediyordu:

- Ey nice zenginlere vermediği nimeti bana ikram eden Rabbim Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun . Hazret-i İsa kötürüm adama yaklaştı:

- Ayağın yürümüyor, gözün görmüyor. Bedenin de sıhhatli görünmüyor? Buna rağmen çoğu zenginlere verilmeyen nimetlerin sana verildiğini düşünmekte, bunun

için de büyük bir mutlulukla şükretmektesin. Hangi nimettir nice zenginlere verilmediği halde sana verilen?

Kapalı gözleriyle sesin geldiği yana yönelen kötürüm adam dedi ki:

- Efendi Allah bana öyle bir kalp vermiş ki, o kalple Onu tanıyorum. Öyle de bir dil vermiş ki, o dille de ona şükrediyorum. Halbuki, dünyanın serveti

elinde olan nice zenginler var ki, kalbinde Onu tanıma sevinci, dilinde de Ona şükretme mutluluğu yoktur. Ama gel gör ki, ayakları topal, gözleri kör,

bedeninde hastalıklar bulunan bu kötürüm adama Rabbim, bu sevgiyi ihsan eylemiş, bu nimetin farkına varma tefekkürünü nasip eylemiş. İşte bunu düşününce

kendimi tutamıyor da:

- Nice zenginlere vermediği nimeti bana veren Rabbim Sana ağaçların yaprakları sayısınca şükürler olsun Diye teşekkürden kendimi alamıyorum.

Kafa gözü kapalı da olsa kalp gözü açık olan bu adama yaklaşan İsa aleyhisselam:

- Ver şu elini öyle ise diyerek elinden tutar, eğilerek görmeyen gözlerinden öper.

Peygamberin dudaklarının değdiği gözler anında açılır. Karşısındakinin İsa aleyhisselam olduğunu görünce heyecanlanan adam:

- Sen şu ölüleri dirilten, hastalara şifalar bahşeden mucizelerin sahibi Peygamber değil misin? der. İsa Peygamber:

- Belli olmuyor mu? deyince:

- Gözlerimden belli oluyor da ayaklarımdan henüz belli değil, der. Tebessüm eden Hz. İsa:

- Sen hele bir ayağa kalkmayı dene Deyince, silkinen kötürüm adam dimdik ayağa kalkar.

Ayakları üzerine dikilebildiğini anlayınca söylediği ilk sözü şu olur:

- Ey Allahın Nebisi, sendeki bu mucizeler de O ndan değil mi? Öyle ise izin ver de geç kalmayayım, O na şükredeyim, diyerek hemen yere iner, başını secdeye

koyar ve der ki:

- Rabbim Seni tanıyan bir kalple, şükreden bir dil nimetinin şükrünü yapmaktan acizken, şimdi gören bir çift gözle, yürüyen iki de ayak da lütfettin. Artık

bilemiyorum nasıl şükretmem gerekiyor bu eşsiz nimetler karşısında?

Bu sırada çevreden toplanan halk, gösterdiği bu mucizelerden dolayı İsa aleyhisselamın elini öpmek isterler. Ama Allahın Nebisi işaret eder:

- Benim değil secdedeki şu kötürüm adamın elini öpün ..

Derler ki:

- Onu secdeye indiren nimetlere biz baştan beri sahibiz. Ama hiç birimiz onun duyduğu gibi bir mutluluk duymadık.

- Öyle ise, der, tefekkür edin, siz de düşünün.

Sözünü şöyle bağlar Allahın Nebi si:

- Düşünen sahip olduğu nimetin farkına varır. Düşünmeyen ise kendisini mahrumiyette sanır.



Böyle Sultana Böyle Kadı



Hızır Bey, İstanbul kadısı ve belediye başkanı olarak vazifeye başladıktan bir müddet sonra, bir hıristiyan mîmar geldi. Hızır Beyi buldu. Kadı efendiye

halini arzedip, padişah Fatih Sultan Mehmed Handan şikayetçi olduğunu söyledi. O zamanlar, Avrupa ülkelerinde değil kralı mahkemeye vermek, aleyhinde konuşmak

bile, bir insanın kendi hayatından olması demekti.

O günlerde, İspanya da hıristiyanlar, binlerce müslümanı; kadın, ihtiyar, çocuk demeden kılıçtan geçirmekteydi. Bir hıristiyan ise, bir müslüman devletinde,

o devletin kadısına, devletin padişahını şikayet edebilme hakkını kendisinde bulabiliyordu.

Hızır Bey, hıristiyan mîmarı dinledi. Fatih Sultan Mehmed Han, bugünkü Ayasofya Camiinden daha yüksek kubbeye ve daha üstün mîmarî husûsiyetlere sahip

bir cami yaptırmak istemiş ve o hıristiyan mîmar da bu işe talib olmuştu. Ama bir hıristiyan olarak, müslümanların, meşhûr Ayasofya kilisesinden daha üstün

husûsiyetleri haiz bir esere sahib olmalarına gönlü razı olmamıştı. Bu gayesini gerçekleştirebilmek için de, böyle bir camiyi kendisinin yapabileceğini

söyleyerek işe talib oldu. Caminin inşaatı başladı. Mısır dan binbir zahmetle getirilmiş sütunların yüksekliklerini kısa tutmuş, dolayısıyle kubbenin yüksekliği

de Ayasofya dan alçak olmuştu. İnşaatın bitmesine yakın ziyarete giden Fatih Sultan Mehmed Han, sütunların kasıtlı olarak küçültülüp, meşhûr Ayasofya dan

daha üstün bir binanın yapılmaması gayreti güdüldüğünü anladı. Bu hale çok hiddetlendi. Hıristiyan mîmarın cezalandırılmasını emretti. Emir yerine getirildi.

Eli kesildi. Yüzlerce kilometreden binbir emekle gelen mermer sütunlar, hıristiyan gayreti ile kısaltılmış, Sultanın emri ve iyi niyeti ayaklar altına

alınmıştı. Üstelik devletin kanun ve nizamına uymak karşılığında zımmîlik hakkı bahşedilmiş olmasına rağmen, böyle bir yola tevessül etmişti.

Bir mîmar için el, her şeyden daha fazla lüzumluydu. Ama malesef, düşünmeden işlediği bir suça diyet olmuş, elsiz kalmıştı. İki çocuğu bir hanımı vardı.

Müslümanların halini, Osmanlıların adaletini bilenler;

-Bu işte bir acelelik var, müslümanlar bu işi yapanı suçlu bulurlar, hele onların adil kadıları, padişahın bile gözünün yaşına bakmaz cezasını verirler,

dediler.

Hıristiyan mîmar pek inanmadıysa da, ısrarlar karşısında dayanamayıp kadıya gitmeye karar verdi. İşte onun için, Hızır Beyin huzûrunda bulunmaktaydı. Bütün

bunları, adil Osmanlı nın adil kadısına tek tek anlattı. Hızır Bey, tam bir sükûnetle hadiseyi dinledi. Daha sonra soruşturup, meseleye vakıf oldu. Şahidlerle

beraber, Fatih Sultan Mehmed Hanı, imparatorların, kralların, beylerin taht ve mülkleri, iki dudağı arasından çıkacak bir çift söze bağlı olan Osmanlı

padişahını mahkemeye davet etti. Bildirilen saatte mahkeme teşkîl edildi. O sırada, Fatih Sultan Mehmed Han da geldi. Eli kesilen hıristiyan mîmar ayakta

duruyor, ürkek ürkek etrafını seyrediyordu. Böyle bir mahkemeyi ilk defa görüyordu. Çünkü onların bildiği, güçlü olanın hakim olmasıydı ve gücü yetene

her şey mübahtı. Köhne Bizans, zayıf olan herkesin ezildiği, güçsüzün elinden ekmeğini kapanın kahraman olduğu, mahkemelerin değil suçluya ceza vermek,

zulüm gören masûmu cezalandırdığı bir yerdi. Böyle bir toplumdan gelen bir kimse, Osmanlının adil idaresini hayal bile edemezdi.

İstanbul Fatihi Sultan Mehmed Han, mahkeme salonu olarak kullanılan yere girince, baş köşede bulunan yere oturmak arzusuyla o tarafa doğru yöneldi. Padişahın

bu halini gören kadı Hızır Bey, hiç çekinmeden;

-Oturma begüm .. Hasmınla yüzleşmek üzere, mahkeme huzûrunda ayakta dur dedi.

Sultan, sözü ikiletmeden söylenilen yere geçti. Mahkemenin padişahı Hızır Beydi. Çünkü Hızır Beyin şahsında, İslamiyetin adil hükümleri karşısında bulunmaktaydı.

Hızır Bey;

-Sen, Murad oğlu Mehmed Bu zımmînin elini kestirdin mi?a deyip söze başladı.

Mahkeme neticesinde;

-Sen, Murad oğlu Mehmed Mahkeme edilmeden bu zımmînin elini kestirdiğin için kısas olunacaksın Senin elin de onunki gibi kesilecek Eğer zımmîyi razı edebilirsen,

ölünceye kadar onun ve çoluk-çocuğunun maîşetini temin etmek karşılığında elini kesilmekten kurtarabilirsin a dedi.

Herkesle birlikte Padişah da tam bir sükûnet içerisinde kararı dinledi.

Hıristiyan mîmar, bu ulvî karar karşısında daha fazla dayanamadı. Ağlayarak Padişahın ellerine kapandı. Ölünceye kadar maîşetini temin etmek karşılığında

anlaştılar. Zalimleri bile ağlatacak böyle bir adaletin, ancak hak bir dînin mensupları tarafından icra edilebileceğini düşünen hıristiyan mîmar, aile

efradı ile birlikte müslüman olmakla şereflendi. O da yüce İslam dîninin yayılması için gayret eden kimseler arasına katıldı.

Bu mahkemeden birkaç gün sonra, Fatih Sultan Mehmed Han, Kadı Hızır Beyi ziyaret etti. Mahkeme esnasında gösterdiği adalete teşekkür edip;

-Eğer bana, bir suçlu gibi değil de, bir padişah gibi muamele etseydin, seni şu kılıcımla parçalardım, dedi.

Hızır Bey de, Padişaha mahkeme esnasındaki hal ve hareketleri için teşekkür ettikten sonra;

- Eğer padişahlığına güvenip, dînin emri olan hükmüme karşı gelseydin, seni bu arslanlara parçalattırırdım, dedi ve paltosunun iki eteğini çekti.

Bakanlar, Hızır Beyin eteği altındaki iki arslanın sert bakışlarını gördüler. aBöyle sultana, böyle kadı.a demekten kendilerini alamadılar.