Teşekkur Teşekkur:  0
Beğeni Beğeni:  0
12 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: Maun Suresi ve Dikkat Çekici uyarıları.

Hybrid View

önceki Mesaj önceki Mesaj   sonraki Mesaj sonraki Mesaj
  1. #1

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    arkadaşlar yukarıda arkadaşın yazısına bir cevap yazdım.mesajımda eksik olan yeri tamamlıyorum. o da şu;

    bu halukgta adlı kişiye göre göre bugün camide veya tek başına namaz kılan benim müslüman kardeşimin vay haline. ona göre namaz kılmayan kişinin hiç bir suçu ve günahı yok.

    burada maun suresinin nüzul sebebini ve bu surenin tefsirini çok iyi bilmek gerekiyor.



    Mâûn Sûresi Mekke'de 17. sırada inmiştir. Sûrenin tamamının Medine'de indiğini iddia edenler olduğu gibi, 1–3. Âyetlerinin Mekke'de, 4–7. Âyetlerinin Medine'de indiğini iddia edenler de vardır. Ancak hem Sûrenin üslûp ve içeriği, hem de İzzet Derveze gibi araştırmacıların İbn-i Abbas ve İbn Zübeyr kaynaklı tespitleri, Sûrenin kesin olarak Mekkî olduğunu göstermektedir. Sûrenin yarısının Medine'de indiği iddiası ise, 4. Âyetin "takip" veya "sebep" ف – fa 'sı ile başlaması nedeniyle dikkate alınacak bir görüş değildir. Çünkü Sûredeki konu bütünlüğü, Âyetlerin birbirinden ayrılmasına engeldir. Sûrenin Mekkî olduğunu gösteren bir başka husus da, Sûrede özellikleri anlatılan insan gurubunun Medineli münafıklar olmayıp adı sanı belli olan bazı Mekkeli azgınlardan oluşmuş olmasıdır. Sûre sözel olarak Mekke müşriklerini teşhir etmekle birlikte, onların şahsında tüm dünyadaki ve tüm zamanlardaki müşrik ve din karşıtlarının ilkelerini ortaya dökmekte, onlara karşı alınması gereken tavırları belirlemektedir.

    SÛRENİN İNİŞ SEBEBİ:
    Mâverdi, Sûrenin Ebû Cehl hakkında indiğini ileri sürmüş ve iddiasını şu rivayete dayandırmıştır:

    Ebû Cehl, vasisi [velisi] olduğu bir yetimin ihtiyaç sebebiyle kendi malından bir şey istemesi üzerine, onu iterek isteğine kulak vermez. Kureyş'in ileri gelenleri, alay etmek maksadıyla çocuğu peygamberimize gönderirler. Çocuk da peygamberimizden yardım ister. Hiçbir ihtiyaç sahibini geri göndermek âdeti olmayan peygamberimiz, çocuğu dinledikten sonra onunla beraber Ebû Cehl'e gider. Ebû Cehl peygamberimizin isteğine uyarak çocuğa malını verir. Bunun üzerine Kureyşliler Ebû Cehl'e "sen de sapıttın" diye tarizde bulunurlar. Ebû Cehl ise onlara "Hayır sapıtmadım. Fakat onun sözleri bende öyle dehşet uyandırdı ki, vermezsem helâk olacağımdan korktum'' diye cevap verir.

    Âyetin iniş sebebi hakkında, Ebû Cehl 'in yanı sıra, cimrilikleri ile tanınan, yoksullara ve düşkünlere eziyet ederek onları hor gören, itip kakan Velid b. Aiz, Ebûsüfyan, As b. Vâil es- Sehmî, Velid b. Muğıre gibi isimlerin geçtiği başka rivayetler de vardır.

    Aslında Sûrenin kimin için indiği önemli değildir. Çünkü Kur'ân'ın hükmü sadece bu şahıslarla sınırlı olmayıp her zaman ve her yerde, bu kişilere benzeyen, aynı davranışlarda bulunan tüm insanları kapsayacak bir evrenselliğe sahiptir.

    ÂYETLERİN MEALİ:
    RAHMÂN, RAHÎM ALLAH ADINA.

    1. Dîni yalanlayan şu kimseyi gördün mü?

    2,3. İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulun yiyeceği üzerine teşvik etmeyen kimse.

    4. Bu nedenle, şu namaz kılanların/şu destekçilerin vay haline!

    5. Onlar namazlarından/destek verişlerinden gafildirler,

    6. onlar, gösteriş yaparlar,

    7. ve mâûnu vermezler.

    ÂYETLERİN TAHLİLİ:
    1. Dîni yalanlayan şu kimseyi gördün mü?

    الدّين - din sözcüğü üzerinde hem Arap- İslâm âlimleri hem de Mac Donald, A. Jeffery, L. Gadret gibi oryantalistler ciddî araştırmalar yapmışlar, İbranice'de ve Eski Farsça'da bu sözcüğe yazılış ve okunuş olarak benzeyen sözcükler bulmuşlardır. İbni Menzur'un Lisanü'l-Arab ve Zebidî'nin Tacü'l-Arus adlı eserlerinde, örnekleriyle açıkladıklarına göre; دين - din sözcüğü د - dal, ى - ye ve ن - nun harflerinden meydana gelmiştir. دين - deyn sözcüğünü oluşturan harfler de aynı harflerdir. Üstelik deyn sözcüğünde ى - harfi, cezim hâliyle bir mastar veznini korurken دين - din sözcüğündeki ى - y harfi harekesini kaybederek harf-i med [uzatma harfi] durumuna dönüşmüş ve böylece دين - din sözcüğü isimleşmiştir. Bu durum din sözcüğünün deyn sözcüğünden türediğini göstermektedir.

    Deyn sözcüğünün ilk anlamı borç demektir. Aslında din sözcüğü de başlangıçta borç anlamında kullanılmaktaydı. Fakat zaman içerisinde insanlar arasındaki alma-verme işlemleri kapsam olarak genişleyince, buna bağlı olarak bu ilişkileri ifade eden sözcüğün de anlamı genişlemiş ve ceza [her şeye bir karşılık verilmesi], hak- hukuk, nizam.intizam, sosyal düzen gibi kavramlar da din sözcüğüyle ifade edilir olmuştur.

    Dîn sözcüğü, konumuz olan Âyette ceza anlamındadır. Kısaca "karşılık" demek olan ceza sözcüğü, Türkçede sadece kötülüğün karşılığı olarak anlaşılmaktadır. Oysa جزاء - ceza, iyi ya da kötü, her türlü davranışın karşılığıdır. Bu Âyette konu edilen ve "ceza" anlamına gelen din sözcüğü, âhirette herkesin iyi veya kötü, yaptığı işlerin karşılığını göreceği anlamını ifade etmektedir.

    Dîn sözcüğünün Kur'ân'da ceza/karşılık anlamında kullanıldığına; Nûr Sûresinin 25 ; Zâriyât Sûresinin 6 ; İnfitar Sûresinin 9. ve Tin Sûresinin 7. Âyetleri gibi birçok Âyet örnek olarak gösterilebilir.

    Sâffât Sûresinin 53. Âyetinde ise sözcük yine aynı anlamda ama مدينون - medînûn şeklinde kullanılmıştır. Ayrıca Kur'ân'da geçen tüm يوم الدّين - yevmü'd-dîn = din günü tamlamalarının anlamı da İnfitar Sûresinde detayı verildiği gibi, "Karşılık günü"dür.

    Aynı kökten gelen ve Yüce Allah'ın sıfatı ya da ismi olarak kullanılan الدّيّان - ed-deyyân da "Yapılan işlerin karşılığını veren, hesaba çeken, hiçbir ameli karşılıksız bırakmayıp hayra da şerre de karşılık veren" demektir.

    Dîn sözcüğü daha sonra da istiare yoluyla ve mutlak olarak "toplumsal alış-veriş, toplumsal ilişkiler, şeriat [sosyal nizamı belirleyen ilkeler]" anlamında kullanılır olmuştur. "Şeriat" anlamında kullanılan din terimi, Kâfirûn Sûresinin tahlilinde açıklanacaktır.

    Âyetteki Sen gördün mü? hitabı, görünüşte peygamberimizedir. Ancak; Kur'ân üslûbu gereği, bu hitap her çağda ve her coğrafyada geçerli olup yaşayan her akıl sahibi insanadır. Ayrıca "duydun mu?" değil de "gördün mü?" ifadesinin kullanmasının nedeni, dini yalanlayarak icraatta bulunanların bu yalanlayıcı tavırlarını fikir düzeyinde değil, toplumda eylem olarak ortaya koyduklarını belirtmek içindir. Ancak bu soru, "evet gördüm" ya da "hayır görmedim" diye cevabı beklenen bir soru değildir. Tam tersine, ortaya çıkan bir durum karşısında "teaccüb [hayret etme] hislerini ifade eden bir soru tipidir. Böyle hayret ifade eden bir soruyla başlanması, dini yani iyi-kötü her amelin mutlaka karşılığının alınacağını yalanlamanın şaşkınlık uyandıran, hayret verici, tuhaf ve enteresan bir tavır olduğunu ifade eder. Bu üslûp, muhatabını âhireti inkâr eden insanda ne gibi bir karakter meydana geleceğini düşünmeye davet etmektedir. Hatırlanacak olursa, aynı soru tipi Alak Sûresinde de kullanılmıştı:

    (Alak; 11–13) "Gördün mü, eğer o kul doğru yol üzerinde idiyse ya da takvayı emrettiyse! Gördün mü, eğer o yalanlamış ve yüz çevirmiş ise!"

    2,3. İşte odur, yetimi itip kakan ve yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen kimse.

    Mâûn Sûresinin bu Âyetleri bize Fecr Sûresinin 17–20. Âyetlerini hatırlatmaktadır.

    (Fecr; 17-20) Hayır… Hayır… Doğrusu siz yetimi kerimleştirmiyorsunuz. Yoksulun yiyeceği üzerine birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Oysa mirası yağmalarcasına öyle bir yiyişle yiyorsunuz ki! Malı öyle bir sevişle seviyorsunuz ki, yığmacasına!

    Fecr Sûresindeki bu tenkitlerin muhatabı belirgin değildi, Bir bakıma, itham ve tenkitler ortaya yapılmıştı. Mâûn Sûresinde ise stratejinin değiştiği, hitapların sertleştiği, safların belirginleştiği, kimliklerin açıklandığı görülmektedir.

    Âyette geçen يدعّ اليتيم - yedu'u'l yetîm deyimi birden çok anlama gelmektedir:

    Yedu'u'l yetîm; Babasının yetime bıraktığı mirasa el koymak suretiyle onun hakkını yemek ve onu kovmak demektir.

    Yedu'u'l yetîm; Yardım talebiyle kendisine gelen bir yetime merhamet etmemek, yanından kovmak, kovulduğu halde çaresizlik nedeniyle yanından gitmeyeni iterek uzaklaştırmak demektir.

    Yedu'u'l yetîm; vesayet ya da velÂyet yoluyla yanında bulunan yetime, ev halkının hizmetini gördürmek ve kahrını çektirmekSûretiyle ona zulmetmek demektir.

    Ancak yedu'u'l yetîm; yukarıdaki davranışları ara sıra değil devamlı yapmak, bunları âdet haline getirmek demektir. Bu fiili işleyenler yetimin yalnız olduğunu, yardım edeninin bulunmayacağını zannederek onun hakkını yemekten sakınmaz. Ya da elinden tutar gibi görünür ama zulmeder, yardım istediğinde kovar veya iter. Bu yaptıklarının çok kötü şeyler olduğunu düşünmeden, hiçbir şey hissetmeden, Allah'ın her şeyi gördüğünü bilmeden bu tavırlarına devam eder.

    Başlarını okşayacak, sahip çıkacak, ilgilenecek bir velileri olmayan, dolayısıyla hakları yağmaya açık ve korunmaya muhtaç yetimler, insanların yumuşaklık ve duyarlılığına muhtaçtırlar. Ne var ki, bu çağrıyı duymayan yedu'u'l yetîm vicdanı yetimi iter, aşağılar, mağdur eder. Yukarıdaki Âyette "dini yalanlayanlar" diye nitelenen kimseler işte bu tür kimselerdir.

    Âyette طعامالمسكين - ta'âmu'l-miskîn ifadesi kullanılmıştır. Bu ifade, miskinlere yemek yedirmeyi/yedirmeye teşvik etmek anlamına gelen اطعامالمسكين - it'âmu'l-miskîn'den farklı bir ifadedir. Ta'âmu'l-miskîn ifadesi, "miskinin kendi hakkı olan yemek" demektir. Bu nedenle, yoksulu doyurmayı teşvik etmemekle itham edilen sorumsuz ve ahlâksız kimseler kendilerine ait bir yemeği esirgemekle değil, bizzat yoksula ait olan yiyecekleri vermemekle suçlanmaktadırlar. Burada çok ince bir anlatım vardır. Verilmeyen o yemekler vermeyen o kimselerin mülkiyetinde görünüyor olsa bile, aslında doğrudan o yoksullara aittir. Bu şu anlama gelmektedir: O yemek, verenlerin üzerine borç olan, yoksulun hakkı olan yemektir. Yemeği veren, onu bir bahşiş veya lütuf olarak değil, tersine, yoksulun hakkı olduğu için ve zorunlu olarak verecektir, vermelidir. Yoksulun bu hakkı, Zâriyât Sûresinin 19. Âyetinde . Onların mallarında sâil ve mahrumların hakkı vardır denilmek suretiyle belirtilmiştir.

    Daha önce Fecr Sûresinde de açıklandığı gibi, miskin sözcüğünün gerek fakirlik sebebiyle, gerekse fiziksel.zihinsel yetersizlik, yaşlılık, egemen güçlerin baskısı altında olmak gibi çok değişik nedenlerle hareketsiz kalmış, serbest hareket imkânını kaybetmiş, boynu bükülmüş kimse anlamlarına geldiği tekrar hatırlanmalıdır.

    Âyetteki lâ yehuddu ifadesi, hakları olan yemeği miskinlere vermeyen kişilerin, kendileri yapmadığı gibi başkalarını da bu işi yapmaya teşvik etmedikleri anlamına gelir. Böylesi kişiler, fakir ve muhtaçların çalışarak veya iş yeri açarak kendi ekmeklerini kazanmaları yönünde herhangi bir girişimde bulunmazlar, onlara haklarını vermezler. Bu kişiler daima efendi/lord olmak isterler; köleleri olsun isterler; herkesin ekmeğini aşını kendileri versin isterler; kölenin soyu köle, işçinin soyu işçi, çiftçinin soyu çiftçi olsun isterler.

    Allah'ın burada iki bariz misalle anlattığı konu, âhireti inkâr edenlerin ne kötü meziyet sahibi olduklarını göstermektedir. Tabii ki, "dini yalanlayan" kimselere ait yegâne gösterge bununla sınırlı değildir. Şimdilik "dini yalanlayanın" sadece bu özelliği öne çıkarılmıştır.

    Burada asıl vurgulanan, âhireti yalanlayanlarda bulunan yetimi itip-kakma, onları saygın bir hale getirmeme, ihtiyaçlıların yemeklerini vermeme gibi ahlâki bozukluklar değil, bu veya buna benzeyen sayısız kötülüğün doğrudan âhireti yalanlamanın bir sonucu olarak ortaya çıktığıdır.

    İman, gönüle düşünce orada rikkat, hassasiyet ve sevgi oluşturur. Oysa "dini yalanlayan" kimselerde vicdanın sermayesi olan bu hasletler bulunmaz.

    4. Bu nedenle, şu namaz kılanların/şu destekçilerin vay hâline!

    Âyetin başındaki bu nedenle diye çevrilmiş olan ف - fa edatından, bu ve bundan sonraki Âyetlerde sayılan kötü niteliklerin ortaya çıkış gerekçesinin dini yalanlamaya dayandırıldığı anlaşılmaktadır.

    Bu Âyetteki المصلّين - el-musallîn ve 5. Âyetteki salâtihim sözcükleri, şimdiye kadar klâsik eserlerde hep terimsel anlamlarıyla ele alınmıştır. Bize göre, Kevser Sûresindeki salli sözcüğünden yola çıkılarak verilen geniş bilgiler doğrultusunda, bu sözcüklerin hem terimsel hem de sözlük anlamları ile açıklanması mümkündür.

    Mûsâllîn sözcüğünün terimsel anlamı esas alındığında, Âyetin anlamı… namaz kılanların vay hâline! olur. Sözcüğün sözlük anlamı esas alındığında ise Âyet Şu destekçilerin vay hâline! anlamına gelir.

    5. Onlar namazlarından/destek verişlerinden gafildirler,

    Âyette فى - fi edatının değil de عن - an edatının kullanılmasından anlaşılmaktadır ki, namaz esnasında zihinleri dalıp gaflete düşenler değil, namazın ne olduğunu, mahiyetini, erkânını, yararını bilmeden, atalarından gelen bir alışkanlıkla içi boşaltılmış boş namazı kılanlar kınanmaktadır. Bu da Âyette belirtilen bu tür namaz kılanların kâfirler olduğunu göstermektedir. Yoksa bu tanımlamaların müminlerle hiç bir ilgisi yoktur. Eğer Âyette fi edatı kullanılmış olsaydı, bu takdirde kınananlar namazlarını kılarken gaflete düşenler olacaktı. Yani gerçek namazı kılarken hata yapanlar, kusur işleyenler kınanmış olacaktı. Bu durum ise, hatasız bir kulun olamayacağı dikkate alındığında, bütün insanların kınanması anlamına gelecekti. Yüce Rabbimiz bu ayırımı fi yerine an edatı kullanarak yapmış, böylelikle de namaz kılarken hata yapması mümkün olan bütün insanlar değil, kıldığı namazın ne anlama geldiğini bilmeyenler kast edilmiştir. Rabbimizin kınamasına uğrayan bu kimseler, Celâleddin-i Rumi'nin tabiriyle Ser bî zemin, dem bî hevâ [baş yere, kıç havaya] şeklinde namaz kılanlardır.

    Bu Âyette geçen ساهون - sâhûn sözcüğü, Abdullah b. Mes'ud'un mushafında lâhûn olarak yer almıştır. Bu durumda Âyetin anlamı Onlar namazı eğlence olarak kılmaktadırlar olur ki, Enfâl Sûresinin 35. Âyeti de Onların Beyt yanındaki namazları, ıslık çalmak ve el çırpmaktan ibarettir diyerek müşriklerin namazı zevk, eğlence, tatmin aracı olarak kıldıklarını doğrulamaktadır.

    Bu noktada, müşriklerin Kur'ân'da net bir şekilde tarif edilen bu davranışları ile günümüzde dindar geçinen bazı kimselerin düğün-dernek ve çeşitli merasimlerde anlamını bilmeden güzel sesli sanatçılara Kur'ân okutmaları veya bazı kesimlerin dinî ibadet [ritüel/ayin] olarak sema, zikir ya da sazlı sözlü semah yapmaları arasındaki benzerlik gözden kaçırılmamalıdır.

    Yukarıdaki açıklamalar salâtihim sözcüğünün terimsel anlamı esas alınarak yapılmıştır. Sözcüğün sözlük anlamı esas alınırsa, Âyetin anlamı da "Onlar desteklerinden gafildirler, verdikleri desteği eğlence olarak yapmaktadırlar" şeklinde olur.

    6. onlar gösteriş yaparlar,

    Yani "ahrete inanmadan, namazın mahiyetinden habersiz, eğlence olarak namaz kılanlar gösteriş yapmaktadırlar."

    Âyette "gösteriş yapmak" diye çevirdiğimiz رياء - riya sözcüğünün kökü, görmek anlamına gelen رئية - rü'yet 'tir. Sözcük riya kalıbına girdiğinde anlamı da gösteriş olmaktadır. Gösteriş, bir kimsenin sırf "görsünler" diye bir davranış içerisine girmesi anlamındadır. Gösterişle amaçlanan şey, iyi görünerek insanların kalbinde yer etme isteğidir. Bu bir karakter bozukluğu ve alçakça bir davranıştır. Bu şekilde gösteriş yapanlara "riyakâr" veya "mürai" denir.

    "Riya" samimiyetsizliğin ve kişiliksizliğin bir sonucudur. Bu ikiyüzlü kimseler, ya bir dünyalık elde etmek, ya bir makama çıkmak, ya da şöhrete ulaşmak için içten gelmeyen sahte davranışlarda bulunurlar. Bulundukları ortama göre, çıkar sağlamayı düşündükleri insanların hoşuna gidecek veya onlara şirin görünecek hareketler yaparlar. Oysa onları gören, izleyen birileri yoksa bu hareketleri yapmazlar. Zira amaçları doğru olanı yapmak değil, çıkar sağlamayı umdukları kişilerin gözlerini boyamaktır. Bu hareketleri ile beklenti içinde oldukları insanları kandırmaya çalışırlar. Böylece hem kendilerini hem de biriktirdikleri servetlerini korumuş olurlar.

    Bu tür insanlar aslında inançsız kimselerdir. Bunlar komşularından en ufak bir yardımı bile esirgedikleri halde, yardım ediyor gibi görünmek istediklerinde de neredeyse televizyon kameralarını ve gazetecileri çağırıp ne kadar yardımsever olduklarını cümle âleme göstermeye çalışırlar. Aslında bu sözde sosyal destekçiliklerini, satışlarını ve prestijlerini artırmak için bir halkla ilişkiler metodu olarak kullanırlar. Bu da yaptıkları sosyal destekçiliğin toplumda kendilerine karşı oluşmuş karşıtlığı ortadan kaldırma amacıyla gerçekleştirildiği anlamına gelmektedir. Ayrıca bunun onlar için bir eğlence olduğu da meselenin bir diğer yönüdür. Tıpkı memleketi soyup soğana çevirenlerin birkaç okul, kültür merkezi, sağlık ocağı yapmaları gibi... Tıpkı bazı sosyetik kulüp ve derneklerin bayramlarda kimsesiz çocukların kaldığı yuvaları ziyaret etmeleri gibi... Tıpkı bazı süper marketlerin reklâm broşürlerinde, ulusal ya da uluslararası yardım kuruluşlarına yaptıkları yardımları ilân etmeleri gibi. Tıpkı Hıristiyan misyonerlerin aslî işleri olan Hıristiyanlık propagandasını perdelemek için sergiledikleri yoksullara yardım ve iş bulma çabaları gibi…

    Riya, Kur'ân'da en çok yerilen kavramlardan birisidir:

    (Bakara; 14) Ve inananlara rastladıkları vakit "inandık" dediler. Şeytânlarıyla baş başa kaldıklarında ise, "biz kesin olarak sizinleyiz ve onlarla yalnızca alay ediyoruz" dediler.

    (Bakara; 264) Ey inanalar! Allah'a ve son güne inanmadığı halde malını insanlara gösteriş için bağışlayan kimseler gibi, sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın…

    (Nisâ; 38) Ve Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları halde mallarını insanlara gösteriş yapmak için harcayan kimseleri. [Allah sevmez] Ve şeytân Kim için arkadaş olursa, o ne kötü arkadaştır!

    (Nisâ; 142) Evet, ikiyüzlüler Allah'ı aldatmaya çalışırlar; oysa onları aldatan O'dur. Onlar namaza kalktıklarında tembel tembel kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah'ı da pek az hatırlarlar.

    5. Âyet, bize göre Medine münafıklarını değil, Mekke müşriklerini işaret etmektedir. Çünkü Medineli münafıkların hem namazda hem de malî yardımda riyakâr olmalarına karşılık, Mekkeli müşrikler 7. Âyette de gördüğümüz gibi hiç malî yardımda bulunmadıkları için sadece namazda riyakârdırlar.

    Sûrede dikkat edilmesi gereken noktalardan biri de, ilk Âyetlerde tekil ifade kullanılmışken 4. Âyetten itibaren المصلّين - el musallîn, الّذين - ellezîne, هم - hüm gibi çoğul ifadeler kullanılmış olmasıdır. Bu da bize, Mekke müşriklerinin namazlarını evlerinde, bahçelerinde, kimsenin olmadığı, görmediği yerlerde tek başlarına değil, Enfâl Sûresinin 35. Âyetinde belirtildiği gibi, Kâbe'nin yanında ve kalabalık içinde kıldıklarını göstermektedir.

    7. ve mâûnu vermezler.

    ماعون - mâûn, kendisinde insanlar için fayda bulunan küçük ve az bir şeye denir. "Bol" sözcüğü ile zıt anlamdadır. Müfessirlerin çoğuna göre mâûn, komşuların birbirlerine ödünç verdiği ufak tefek eşyalara denir. Bunlar kap.kacak, keser-balta, su kabı gibi, ıvır zıvır denen basit eşyalardır. Bu anlamda pek kıymeti olmayan şeyler için kullanılır. Son Âyet, dini yalanlayanların aslında çok basit şeyleri bile vermediklerini, toplumsal yarar için ellerini ceplerine atmadıklarını, yaralı parmağa bile üflemedikleri mesajını vermektedir.

    Mâûn sözcüğünün bazı tefsirlerde "zekât" şeklinde çevrildiği görülmektedir. Bu yorum, Âyetin delâlet manasına dayanılarak "küçük, basit ve sıradan bir şeyi bile vermeyen bir insanın zekât gibi malının belli bir oranını hiç veremeyeceği" mantığı ile yapılmıştır. Gerek bu Âyetin Mekkî, zekât emirlerinin ise Medenî olması ve gerekse Kur'ân'da açıkça "zekât" kavramının bulunması gibi nedenlerle mâûn sözcüğüne zekât anlamı vermek isabetli değildir.

    Mâûn Sûresi. dikkat edilirse, bundan evvelki Sûrelerde üzerinde durulmuş olan sosyal adalet ve sosyal paylaşım ilkelerine ait öğretileri özetleyerek yine ön plâna çıkarmaktadır.

    Gerek Mâûn Sûresini iyi anlamak ve gerekse mümin ile mükezzibin [yalanlayıcının] bir karşılaştırılmasını yapabilmek için yalanlayıcıların bu Sûredeki negatif tavırlarına karşılık müminlerin hangi pozitif tavırlara sahip olduğunun anlatıldığı Bakara Sûresinin 3–5. Âyetlerine bakmak yerinde olur.

    Mâûn Sûresi. peygamberimizin misyonunu sürdüren bugünkü müminlere hâlâ şu mesajı vermeye devam etmektedir:

    Tüm insanları uyararak onlara öğreteceğiniz, tebliğ edeceğiniz ilk ilke, onları yapılan iyilik ve kötülüğün karşılığının mutlaka âhirette görüleceğine inandırmak olmalıdır. Ahirete inanmayanlar kesinlikle sosyal paylaşımda bulunmazlar. Yapar gözükseler de "dostlar alış verişte görsün" diye yaparlar. Onlar kesinlikle yaralı parmağa üflemezler, kimseye zırnık koklatmazlar. Onlardan hiçbir kimseye ve hiçbir topluma yarar gelmez.

    Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
    Konu selvi64 tarafından (27-11-2012 Saat 22:50 ) değiştirilmiştir.

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanıcı var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •