1- Cennette Yerleşmek:
"Dedik ki: Ey Âdem, sen zevcenle birlikte cennette yerleş." Kafir olma*sı ile birlikte yüce Allah'ın İblis'i cennetten çıkartıp uzaklaştırdığında görüş aynlığı yoktur. Onun çıkartılmasından sonra da yüce Allah, Hz. Âdem'e: "yer*leş" emrini vermiştir. Yani orada ikamet et ve orayı mesken tut. Mesken sü*kûn bulma yeridir. Ateşe de "seken" denilir. Şair der ki:
"O (mızrak) seken (ateş) ile ve yağlarla düzeltilmiştir."
Yine seken, kendisiyle huzur bulunan herşeydir. Bıçağa da "(aynı kökten gelmek üzere) sikkîn" denilir. Bıçağa bu adın veriliş sebebi onun vasıtasıy*la kesilen hayvanın hareketinin durdurulması (teskin edilmesi)dir. Tasarru*funun ve hareketinin azlığı dolayısıyla da yoksula (aynı kökten gelmek üzere) "miskîn" denilir. Geminin dümenine de "sükkân" denilir. Çünkü ge*minin çalkalanmasını önler ve ona bir sükûnet kazandırır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
2- Hz. Âdem'e "Yerleş" Denilmesi ve Süknâ, Umrâ ve Benzeri Akidler:
Yüce Allah'ın "yerleş (uskun)" diye buyurması, oradan zamanla çıkaca*ğına dikkat çekmektedir. Çünkü sakin olmak, mülk edinmek değildir. Bun*dan dolayı, arifin birisi şöyle demiştir: Sükna (mesken edinip yerleşmek) bel*li bir süreye kadardır, sonra sona erer. Âdem ile Havva'nın cennete girişle*ri işte böyle bir giriş idi. Yoksa orada ikamet etmek için değil idi.
Derim ki: Durum böyle olduğuna göre, bu ilim adamlarının çoğunluğu*nun şu sözlerine de delalet etmektedir: Bir kimse birisini kendisine ait olan bir meskende iskan ettirse, iskan edilen kişi orayı süknâsıyla mülk edinmiş olmaz. Bu iskan süresi sona erdi mi; o mesken sahibi iskan ettiği kişiyi çı*kartabilir. eş-Şa'bi şöyle dermiş: Bir adam: Sen ölene kadar bu evimin süknası senin olsun, diyecek olsa, hayatı boyunca ve ölümü halinde de o ev onundur. Şayet: Sen ölene kadar bu evimde iskan ol diyecek olur ise, ölme*si halinde o ev asıl sahibine döner.
"Umrâ" da süknâya benzemektedir. Şu kadar var ki umrâ hakkındaki gö*rüş ayrılıkları süknâ hakkındaki görüş ayrılıklarından daha güçlüdür. "Um-râ"ya dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Hud sûresinde Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. gelecektir.
el-Harbî der ki: İbnu'l-A'rabî'yi şöyle derken dinledim: Bu gibi şeylerin, asıl sahiplerinin elinde mülk kaldığı, menfaatlerinin ise kendisine umrâ ve rukbâ, ifkâr, ihbâl, minha, ariyye, süknâ ve itrak kime verilirse onlara ait ola*cağı hususunda Araplar arasında görüş ayrılıkları yoktur. Bu, İmam Ma-lik'in ve onun mezhebini kabul edenlerin bu türden yapılan bağışların sade*ce menfaatlerine malik olunacağı, kendilerine (rakabelerine) malik olunama*yacağı şeklindeki görüşlerine bir delildir. Bu, aynı zamanda Leys b. Sa'd'ın, Kasım b. Muhammed'in ve Yezid b. Kusayt'ın da görüşüdür.
"Umrâ": Senin bir kimseyi sana ait olan bir evde senin yahut onun öm*rü boyunca iskân ettirmektir. Rukbâ da böyledir. Bu da bir kimsenin bir di*ğerine: Bu ev sen benden önce ölürsen bana dönecek, ben senden önce ölür*sem, senin olacaktır. Bu kelime "(gözetlemek anlamına gelen) muraka-be"den gelmektedir, demesidir. Murakabe ise, onlardan her birisinin ötekinin ölümünü gözetlemesi demektir. Bundan dolayı bunun caiz olup olma*dığı hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır. Ebû Yusuf ve Şafii bunu ca*iz kabul etmişlerdir. Onlara göre bu, bir vasiyet gibidir. İmam Malik ve di*ğer Küfe âlimleri ise bunu caiz kabul etmemektedir. Çünkü onların her bi*risi kendisi lehine gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmediği bir ivazı mak*sat olarak gözetmekte ve her birileri arkadaşının ölümünü adeta temenni et*mektedir. Bu konuda, hem caiz gören hem de men'eden iki hadis-i şerif var*dır ki bu ikisini de İbn Mace Sünen'inde kaydetmektedir. Birincisini Câbir b. Abdullah rivayet etmiştir. Buna göre Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Um-râ, kendisine verilen kimse için caizdir, rukbâ da kendisine verilen kimse için caizdir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Bu hadis-i şerifte umrâ ile rukbâ arasında hüküm bakımından bir eşitlik sözkonusudur.
İkinci hadis ise, İbn Ömer'den gelmektedir. Buna göre Rasulullah (s.a) şöy*le buyurmuştur: "Rukbâ diye birşey yoktur. Her kime herhangi bir şey ruk*bâ diye verilecek olursa, hayatı boyunca da ölümünden sonra da o şey onun*dur." İbn Ömer der ki: Rukbâ kişinin ötekine: "İkimizden hangisi daha ön*ce ölürse ötekinin olsun" demesidir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Hadis-i şerifte "rukbâ yoktur" ifadesi böyle bir şeyin yasaklığını ifade eden bir nehiydir. "Her kime rukbâ olarak birşey verilirse o onundur" buyruğu ise bunun caiz olduğuna delalet etmektedir. Bu iki hadisi aynı zamanda Nesai de rivayet etmiştir. İbn Abbas'ın şöyle dediğini de nakletmektedir: Umrâ ve rukbâ aynı şeylerdir.
İbn Münzir der ki: Rasulullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Um*râ kime verilirse caizdir, rukbâ da kime verilirse cazdir." Buna göre İbn Mün*zir bu hadis-i şerifi sahih kabul etmektedir. Ayrıca bu, umrâ ve rukbâ aynı şeylerdir diyen kimseler lehine bir delildir. Hz. Ali'den de bu kanaat riva*yet edilmiştir. es-Sevrî ve İmam Ahmed'in de görüşü budur. Ayrıca ilk veren kişiye bir daha dönmeyeceğini de belirtmişlerdir. İshak da bu görüştedir. Ta*vus der ki: Her kim rukbâ olarak birşey verirse o aynen miras gibidir.
Ifkâr ise, (omurga anlamına gelen) fekaru'z zahr'dan gelmektedir. Bir kim*se birisine: Ben bu devemi sana ifkâr ediyorum diyecek olursa, sırtına bin*mek üzere sana ariyeten veriyorum, demektir. Av hayvanı avcı tarafından sır*tından vurularak avlanılmak üzere fırsat verdiği takdirde de bu tabir kulla*nılır.
İhbal (noktalı hı ile) da ifkâr gibidir. Bir kimseye, binmek üzere bir dişi deve, yahut üzerinde savaşmak üzere bir at, ariyeten verildiği takdirde bu ta*bir kullanılır. Züheyr der ki:
"İşte oracıkta onlardan malı ihbal etmeleri istenirse ederler Onlardan istenirse verirler, zenginlikleri artarsa da (vermekte) aşırı giderler."
Minha: Bağış demektir. Bu ise, sütün bağışlanması anlamındadır. Meni-ha ise, bir kişinin bir başkasına sütünü sağıp sonradan geri vermek üzere di*şi deveyi ya da koyunu vermesi demektir. Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuş*tur: "Ariyet alınan şey geri ödenir, minha geri verilir. Borç ödenir, kefil (asıl borçlu ödemediği takdirde) öder" Bu hadis, Ebû Umame tarafından rivayet edilmiştir, Tirmizi, Darakutnî ve başkaları tarafından da kitaplarında tahric edilmiştir. Sahih bir hadistir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Itrâk ise, erkek deveyi ariyet olarak vermektir. Bir kimse, birisinin erkek devesini kendi develeri arasında yayılsın diye, istemesine denilir. Erkek de*venin dişi deve ile ilişki Kurması anlamındadır. "Tarûkatu'1-fahP ise dişi de*ve anlamındadır. Erkek deve tarafından kendisi ile ilişki kurulacak seviyeye gelen dişi deveye "nakatun tarukatu'1-fahl" denilir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
3. "Sen" Zamiri:
"Sen zevcenle birlikte..." buyruğundaki "sen" zamirinin ayrıca kullanıl*ması, (yerleş) fiilindeki zamiri tekid içindir. "Sen ve Rabbinle birlikte git" (el-Maide, 5/24) buyruğu da bunun gibidir. "Sen" zamiri kullanılmaksızın "eşinle birlikte yerleş" demek uygun olmadığı gibi, "Rabbinle birlikte git" de*mek de uygun değildir. Böyle bir söyleyiş (yani sen zamirini kullanmadan) ancak şiirdeki vezin zarureti dolayısıyla olur. Şairin şu sözlerinde olduğu gi*bi:
"Parlak beyaz ile o çölde kumlar üzerinde yürüyen
Yaban öküzleri gibi seke seke gelince (ona) dedim ki. . ."
Burada "parlak beyaz" kelimesi "gelince" fiilindeki zamire atfedilmiş ve bu zamiri ayrıca tekid etmemiştir. Bu şekilde (zamir kullanılmaksızın) ifade*lerde bulunmak Kur'an dışında güzel olmamakla birlikte, mümkündür. Zeyd ile birlikte kalk, demek gibi. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
4- Hz. Âdem'in Eşi Hz. Havva:
"Sen zevcenle birlikte" buyruğundaki "zevce" kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de "zevç" şeklinde kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmişti. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Müslim'in Sahih'inde yer alan bir hadiste ise "zevce" şeklinde geçmektedir. Bize Abdullah b. Mesleme b. Ka'neb anlattı, dedi ki: Bize Hammad b. Seleme, Sa*bit el-Bünânî'den, o Enes'ten rivayetle dedi ki: Peygamber (s.a) hanımlarından birisi ile birlikte iken yanından bir adam geçti. Hz. Peygamber, o adamı çağır*dı. Yanına gelince şöyle buyurdu: "Ey filan, bu yanımdaki benim filan zevceni*dir." Adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben belki başkası hakkında birşey-ler zannedebilirdim ama senin hakkında asla. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Şüphesiz şeytan insanın içinden kanın aktığı gibi akar." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Âdem (a.s)'ın zevcesi Havva (aleyhesselam)dır. Ona bu ismi ilk veren yi*ne Hz. Âdem'dir. Hz. Havva, Hz. Âdem'in kaburga kemiğinden farkına var*maksızın yaratılmıştır. Eğer bundan dolayı bir acı çekmiş olsaydı, hiçbir er*kek hanımına şefkat göstermezdi. Uyandığında: Bu kimdir diye sorulmuş, Hz. Âdem de: Bu bir kadındır, cevabını vermiş. Ona: Adı nedir, diye sorulunca o da: Havva demiş. Niye bir kadındır (imrâe) dedin diye sorulunca o: Çün*kü (kişi anlamına gelen) mer'den alınmadır. Bu sefer: Neden peki Havva adı*nı verdin, diye sorulunca Hayy (diri)den yaratılmıştır. Cevabını vermiş.
Rivayet edildiğine göre ona bu sorulan bilgisinin sınırını ölçmek amacıy*la melekler sormuşlardır. Yine rivayete göre melekler ona: Ey Âdem, sen bu*nu seviyor musun deyince o: Evet demiş. Bu sefer melekler Havva'ya: Ey Hav*va, ya sen bunu seviyor musun diye sorunca Havva ise, Âdem'in kalbinde*ki sevginin katlarca fazlasını kalbinde taşımakla birlikte: Hayır cevabını ver*miş. Derler ki: Eğer bir kadın kocasına olan sevgisini samimi olarak dile ge*tirseydi, şüphesiz ki Havva bunu dile getirirdi. İbn Mes'ud ve İbn Abbas der ki: Hz. Âdem, cennete yerleştirilince, yalnızlıktan sıkıntılı bir halde yürüyüp durdu. Uykuya dalınca Havva, sol tarafından kısa kaburga kemiğinden ya*ratıldı ki, onunla sükûn bulsun ve onunla yalnızlıktan kurtulsun diye. Hz. Âdem uyanıp da onu görünce sen kimsin, diye sormuş, o da: Ben bir kadı*nım, benimle sükûn bulasın diye, senin kaburga kemiklerinden yaratıldım, cevabını vermiş. İşte yüce Allah'ın şu buyruğunun anlamı da budur: "Sizi tek bir candan yaratandır O. Bu candan da onunla sükûn bulsun diye eşini ya*ratmıştır." (el-A'raf, 7/189)
İlim adamları derler ki: İşte bundan dolayı kadında bir eğrilik vardır. Zi*ra kadın eğri olan kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Kadın, kaburga kemiğinden yaratılmıştır. -Bir rivayette şu da vardır: Kabur*ga kemiğinin en eğri bölgesi ise, en üst tarafıdır.- O bakımdan kadın sana kar*şı hiçbir zaman aynı şekilde dosdoğru olamaz. Sen ondan istifade edecek olur isen eğriliği ile birlikte ondan istifade edersin. Onu doğrultmaya kalkışırsan onu kırarsın. Onu kırmak ise onu boşamaktır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Şair de buna işaretle şöy*le demektedir:
"O, eğri olan kaburga kemiğidir, sen onu düzeltemezsin Şunu bil ki kaburga kemiklerini düzeltmek onların kırılması demektir. (Kadın) nasıl olur da yiğide karşı hem zayıf hem de iktidar sahibidir? Aynı anda hem güçlü hem güçsüz olması şaşılacak birşey değil midir?" İşte ilim adamları buradan hareket ederek sakal, meme ve küçük abdestini bozmak bakımından eşit şekilde erkek ve kadın alametlerini kendisin*de taşıyan hünsa-i müşkil'in mirasına kaburga kemiklerinin eksikliğini delil gösterirler. Eğer onun kaburga kemiklerinin sayısı kadının kaburga kemik*lerinden eksik olursa, ona erkek payı verilir. -Bu aynı zamanda Hz. Ali'den rivayet edilmiştir.- Çünkü Hz. Havva, Hz. Âdem'in kaburga kemiklerinden ya*ratılmıştır. Mirasa dair açıklamalarda bu hususta etraflı bilgiler -inşaallah- ge*lecektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
5- Cennet:
"... cennette yerleş..." buyruğunda geçen cennet bahçe demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden de geçmişti. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Mu'tezile ve Kaderiye'nin, Hz. Âdem ebedîlik cennetinde değil, Aden topraklarındaki bir cennette (bahçe*de) idi, şeklindeki kanaatlerinin önemsenecek bir tarafı yoktur. Mu'tezile ve*ya Kaderiye, bid'at kabilinden bu görüşlerine şunu delil gösterirler: Eğer yer*leştirildikleri ebedîlik cenneti olsaydı, İblis'in Hz. Âdem'e ulaşmaması gere*kirdi. Çünkü Allah, şöyle buyurmaktadır. "Orada ne bir boş söz, ne de günah gerektiren bir iş vardır." (et-Tur, 52/23); "Orada ne boş bir söz işitirler, ne de bir yalan" Cen-Nebe', 78/35); "Orada ne boş bir söz, ne de günahı gerek*tiren bir söz işitirler. Orada işittikleri ancak "selam selam" sözüdür." (el-Va-kıa, 56/25-26) Diğer taraftan yüce Allah'ın şu buyruğu dolayısıyla da cennet*likler cennetten çıkmazlar: "Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir." (el-Hicr, 15/48) Ayrıca ebedîlik cenneti, kutsallık yurdudur. Orası günahlardan ve masiyetlerden uzak tutularak takdis edilmiş ve bu gibi şeylerden temiz*lenmiştir. İblis ise orada boş söz söylemiş, yalan söylemiştir. Âdem ve Hav*va da masiyetleri sebebiyle cenneten çıkartılmışlardır.
Bu şekilde görüşlerini delillendirmeye çalışan Mu'tezile ve Kaderiye devamla derler ki: Hz. Âdem'in Allah katındaki makamının yüceliğine ve ak*lının mükemmelliğine rağmen, ebedîlik yurdunda ve sonu gelmeyecek bir mülk arasında bulunmakla birlikte, ebedîlik ağacını araması nasıl mümkün olabilir?
Cevap şudur: Şanı yüce Allah, âyet-i kerimede geçen "cennet" kelimesi*ni elif lam'lı ile belirtili (marife) yapmıştır. Ben Allah'tan cenneti dilerim, di*yen kimsenin sözünden bütün insanların örfünde anlaşılan sadece onun ebe*dîlik cennetni istediğidir. Başka birşey anlaşılmaz. İblis'in Hz. Âdem'i aldat*mak üzere cennete girmesi ise, aklen imkansız değildir. Diğer taraftan Hz. Musa, Hz Âdem ile karşılaşmış ve Hz. Musa ona: "Sen kendi soyundan ge*lenlerin bedbaht olmasına sebep oldun, onları (lam-ı tarifli olarak) cennet*ten çıkarttın." demiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Burada (cennet kelimesinin başına) elif lam'ın ge*liş sebebi onun bilinen ebedîlik cenneti olduğuna delil olsun diyedir. Hz. Âdem, Hz. Musa'nın bu sözlerine itiraz etmemiştir. Eğer bu başka bir cennet olsaydı, Hz. Musa'ya cevap verirdi. Hz. Âdem, Hz.Musa'nın söylediklerine ce*vap vermeyip sustuğuna göre yüce Allah'ın onları çıkarttığı cennetin, cen*netten çıktıktan sonra götürüldükleri yerden farklı olduğu kendiliğinden an*laşılmaktadır.
Bunların delil olarak gösterdikleri âyetlere gelince; bu gibi hususlar şanı yü*ce Allah tarafından Kıyamet gününde cennet ehlinin oraya girmesinden son*ra gerçekleşecek şeylerdir. Yüce Allah'ın orada ebedi kılmak istediği kimse*ler için, oranın ebedilik yurdu olması ile birlikte, ölümüne hükmettiği kimse*leri de oradan çıkartması arasında bir çelişki yoktur ve bu imkansız birşey değ-lidir. Tefsir âlimleri, meleklerin cennet ehlinin yanına girip yine oradan çıka*caklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Diğer taraftan cennetin anahtarları İblisin elinde bulunuyordu. İsyan ettikten sonra bu anahtarlar ondan alındı. Peygam*ber (s.a) da İsra gecesi cennete girmiş, çıkmış, orada bulunanları haber ver*miş ve bunun gerçekten ebedîlik yurdu olan cennet olduğunu söylemiştir.
Mu'tezile ve Kaderiye'nin; cennet kutsal bir yurttur, yüce Allah orayı gü*nahlardan arındırmıştır, şeklindeki sözleri ise, bir bilgisizliğin ifadesidir. Çünkü yüce Allah İsrail oğullarına Arz-ı Mukaddese girmelerini emretmiştir. Burası ise, bildiğimiz Şam topraklarıdır. Şeriat sahibi milletler yüce Allah'ın orayı kutsallaştırdığını ittifakla kabul etmişlerdir. Halbuki o bölgede türlü ma-siyetlere, küfür ve yalana tanık olunmuştur. Oranın kutsal olması, orada bir*takım masiyetlerin işlenmesine mani değildir. İşte kutsallık yurdu olan cen*netin durumu da böyledir.
Ebû'l-Hasen b. Battal der ki: Bazı hocaların naklettiklerine göre, ehl-i sün*net ebedilik yurdu olan cennetin Âdem (a.s)'ın çıkartıldığı cennet olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Dolayısıyla onlara muhalif kanaat belirtenlerin görüş*lerinin bir anlamı yoktur.
Aksi görüş savunanların: Aklının mükemmelliğine rağmen ebedilik yur*dunda olduğu halde ebedilik ağacına talib olmak, Âdem için nasıl mümkün olabilir, şeklindeki sözlerine gelince; bu soru tersinden onlara şöyle sorula*bilir: Peki aklının mükemmelliğine rağmen yokluk yurdunda ebedilik ağa*cına talip olması Âdem için nasıl düşünülebilir? Asgari aklı bulunan bir kimse için böyle birşey elbete ki düşünülemez. Peki -Ebû Umame'nin ileri*de gelecek sözüne göre- insanların en üstün akıllısı olan Hz. Âdem hakkın*da böyle birşeyi nasıl düşünebilirsiniz? Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
6- İstediğiniz Gibi Yeyiniz:
"Ondan bol bol, afiyetle, istediğiniz gibi yeyiniz" buyruğunda yer alan "Afiyetle" kelimesi "ğayn" harfinin fethası ile (üstünlü) okunmuştur. Nehaî, İbn Vessab ise sükûnlu okumuştur.
"Reğed" elde edilmesinde zorluk çekilmeyen rahat, hoş ve bol geçim de*mektir. Şair der ki:
"Kişiyi nimet içinde görürsün,
Afiyetle dolu bir yaşayış ile ve türlü musibetlerden emin olarak." Bir topluluğun eğer verimi bol, geçim ve yaşayışı rahat ise durumlarını an*latmak üzere bu kökten gelen kelimeler kullanılır. "Afiyette" anlamındaki ke*limenin nasb ile kullanılması, hazf edilmiş bir mastara sıfat olmasıyladır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
7- Yasak Ağaç:
"Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız." Yani, yemek suretiyle ona yaklaşma*yınız. Çünkü başka ağaçlardan yemek mubah kılınmıştı. İbnu'l-Arabî der ki: eş-Şâşî'yi, en-Nadr b. Şumeyl'in meclisinde şöyle derken, dinledim Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. : Eğer (ra harfi üstün okunarak): Yaklaşma denilecek olursa, bunun an*lamı o fiili işleme demektir. Şayet aynı harf ötreli okunacak olursa, ona ya*kın olma, demek olur. es-Sihah'âa. belirtildiğine göre, (ra harfinin ötreli oku*nuşu ile) bir şeye yaklaşmak anlamına gelmektedir. Geceleyin suya doğru yol alıp kişi ile su arasında bir günlük mesafe kaldığını ifade etmek için ise, bu kökün şekilleri kullanılır. Bu şekilde, suya yaklaşmaya da denilir. el-Esmaî der ki: Bedevi bir araba: Karab (suya yakın olmak) ne demektir, diye sordum. Bana: Ertesi günü su almak üzere geceleyin yol almak demektir, dedi.
İbn Atiyye der ki: Söz inceliğine vakıf bazı kimseler şöyle demiştir: Şanı yüce Allah, ağacın meyvesinden yenilmesini yasaklamayı murad edince, hem onu yemeyi hem de ona yakın olmak gibi yemeye iten bir işi yasakla*mayı gerektiren bir lafız kullanmıştır ki o da "yaklaşmak" lafzıdır. Yine İbn Atiyye der ki: İşte bu seddüzzerai'e Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. dair apaçık bir misaldir.
Kimi meânî âlimi de şöyle demiştir: Yüce Allah'ın "yaklaşmayınız" diye bu*yurması, onların bu günahı işleyeceklerini ve cennetten çıkacaklarını, Âdem'in cennette yerleşmesinin sürekli olmayacağını ifade eder. Çünkü ebedî olarak bir yerde bırakılan bir kimseye, herhangi bir şey yasaklanmaz, ona emir verilmez, yasak konulmaz. Buna delil de aynı zamanda yüce Al*lah'ın: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (el-Bakara 2/30) diye buyurmasıdır. İşte bu da onun cennetten çıkarılacağının delilidir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
8- Bu Ağaç:
"Bu ağaca yaklaşmayınız." tabiri Arapçada müphem (belirtisiz) olan bir isim yalnızca elif lam'lı kelimeler ile nitelendirilir. İbn Muhaysın (î^Iill «Ju )ı ( ij=^i\ l5i* ) şeklinde okumuştur. Asıl olan da bu şekildir. Çünkü bu keli*menin sonundaki "h" harfi yâ harfinden bir bedeldir. Ondan önceki harfin esreli olması da bundan dolayıdır. Kendisinden önceki harfin esreli geldiği ve müenneslik "he"si bulunan başka bir kelime yoktur. Bunun sebebi ise bu kelmenin, aslının ya oluşudur.
Şecere "ağaç": Yeryüzü bitkilerinden sapı olanlara denilir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu kökten ola*rak "meşcere" ağaçlık yer demektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
9- Hz. Âdem'e Yasak Kılınan Ağaç Hangisi İdi?
Tefsir âlimleri, Hz. Âdem'e yemesi yasaklandığı halde yediği ağacın han*gisi olduğu hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. İbn Mes'ud, İbn Abbas, Said b. Cübeyr ve Cafer b. Hubeyre'nin görüşüne göre bu, üzüm ağacıdır. Bi*ze şarabın haram kılınış sebebi de işte budur.
Yine İbn Abbâs, Ebû Mâlik ve Katâde'ye göre bu, sünbüldür. Onun bir ta*nesi, sığırın böbreği gibi idi, baldan tatlı ve yağdan yumuşaktı. Bu görüş Ve-hb b. Münebbih'e aittir. Yüce, Allah Hz. Âdem'in tevbesini kabul edince sün-bülü (başağı) soyundan gelenlere gıda kıldı.
İbn Cüreyc'in bazı sahabilerden rivayet ettiğine göre o, incir ağacı idi. Sa*id de Katâde'den bu şekilde rivayet etmiştir. Bu bakımdan rüyasında incir yediğini gören bir kimsenin bu tutumu pişmanlık duyması şeklinde yorumla*nır. Çünkü Hz. Âdem onu yediği için pişmanlık duymuştur. Bu görüşü de es-Süheylî zikretmektedir.
İbn Atiyye der ki: Ağacın hangisi olduğunu belirten bu rivayetler arasın*da Hz. Peygamber'den gelen bir haber ile desteklenen bir rivayet yoktur. Bu konuda takınılacak en doğru tutum, şanı yüce Allah'ın Hz. Âdem'e bir ağaç*tan yemeyi yasakladığı ve Hz.Âdem'in bu emre uymayıp oradan yediği, ondan yemek suretiyle de asi olduğudur.
Ebû Nasr el-Kuşeyrî de der ki: İmam olan babam -Allah'ın rahmeti üze*rine olsun- şöyle derdi: Genel olarak şunu biliyoruz ki, bu ağaç, Âdem'in sı*nanması için yasak kılınmış bir ağaçtı. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
10- Yasak ve Tehdide Rağmen Hz. Adem Ağaçtan Nasıl Yedi?
Yine tefsir âlimleri, yasak ile birlikte yer alan "zulmedenlerden olursu*nuz" tehdidine rağmen Hz. Âdem'in o ağaçtan nasıl yediği hususnda farklı görüşlere sahiptirler. Bazıları şöyle demektedir: Kendisine işaret edilen ağa*cın dışında başka bir ağaçtan yediler. Onlar konu ile ilgili bu nehyin o tür*den olan bütün ağaçları kapsadığı şeklinde bir yorum yapamamışlardı. San*ki İblis, bu konuda emrin zahirini esas alıp hareket etmek şeklinde Hz. Âdem'i aldatmış gibidir. İbn Arabî der ki: Bu görüşe göre bu ağaçtan yemek yüce Allah'a karşı ilk isyandır.
(İbnü'l- Arabî devamla) der ki: Bunda "bu ekmekten" yememek üzere ye*min edip de onun cinsinden ekmek yiyen kimsenin yeminini bozmuş olaca*ğına dair bir delil vardır. Konu ile ilgili mezheplerin tahkiki sonucu şudur: İlim adamlarının çoğunluğu o takdirde yeminini bozmuş olmaz, demişlerdir. İmam Malik ve mezhebine mensup olanlar ise, şöyle demektedirler: Eğer ye*min esnasında yapılan işaret ile kendisine işaret edilen ekmeğin tayini söz-konusu ise, o takdirde o ekmeğin cinsinden yemekle yeminini bozmuş ol*maz. Şayet yeminin yapılması, yahut sebebi veya niyeti eğer cinsin tayinini gerektirmiş ise, yemin o ekmeğin cinsine hamledilir ve o ekmekten başka*sını yemek suretiyle yeminini bozmuş olur. İşte Âdem (a.s) kıssası da buna göre yorumlanmıştır. Çünkü Hz. Âdem'e tayin edilen bir ağaçtan yemesi ya*sak kılınmakla birlikte ağacın cinsi kastedilmiştir. O ise sözü, anlamına (ya*ni cinsin anlatılmak istendiğine) değil de lafza göre yorumlamıştır.
Bizim mezhebimize mensup ilim adamları, buna dair ferî bir mesele hak*kında farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Şöyle ki, bir kimse bu buğdaydan yememek üzere yemin etse, ondan yapılmış ekmek yese, konu ile ilgili iki görüş vardır. "el-Kitab"da denildiğine göre, buğday bu şekilde yenildiğinden dolayı, o buğdaydan yapılmış olan ekmeği yiyen yeminini bozmuş olur. İbnu'1-Mevvâz ise der ki: Bu konuda herhangi bir sorumluluğu yoktur. Çünkü o buğday yemiş değildir. Sadece ekmek yemiştir. Böylelikle (İbnu'l-Mevvâz) hem ismi hem sıfatı göz önünde bulundurmuş olur. Yemin eden kişi: Ben bu buğdaydan yemeyeceğim dese, o buğdaydan yapılmış olan ekmeği yediği tak*dirde yeminini bozmuş olur.
O buğdayın bedeli ile yiyecek birşey alıp yese, yahut o buğdayın tohum olarak kullanılıp ondan bitenlerden yemesi hakkında ise görüş ayrılığı vardır.
Başkaları da şöyle demiştir: Âdem ile Havva burada kendilerine yapılan yasağı mendupluk ifade edecek şekilde yorumlamışlardır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu her ne kadar usul-u fıkh mes'elelerinden birisi ise, de bu husus bu*rada sözkonusu edilmiştir. Çünkü yüce Allah burada: "Yoksa ikiniz de za*limlerden olursunuz" diye buyurmuş ve nehiy ile tehdidi bir arada zikret*miştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda da aynı şey sözkonusudur: "Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya uğrarsın." (Ta-ha, 20/117)
İbnu'l-Müseyyeb der ki: Âdem o ağaçtan Havva kendisine şarap içirip de sarhoş olduktan ve aklı başından gittikten sonra yemiştir. Yezid b. Kusayt da böyle demiştir. Her ikisi de, Allah adına yemin ederek, Hz. Âdem'in aklı ba*şında olduğu halde o ağaçtan yemediğini söylemişlerdir. Ancak İbnu'l-Ara*bî der ki: Ancak böyle bir iddia hem aklî bakımdan tutarsızdır, hem de nak-lî bakımdan. Naklî bakımdan tutarsız olması herhangi bir şekilde buna dair sahih bir rivayetin gelmemesinden dolayıdır. Diğer taraftan yüce Allah, cen*netteki şarabın niteliklerini belirtirken: "Onda herhangi bir zarar yoktur"(es-Saffat, 37/47) diye buyurmaktadır. Aklî açıdan bunun tutarsız olmasına ge*lince, peygamberler peygamber olduktan sonra farzları yerine getirmelerine imkan vermeyecek ve günahları işleme cesaretini kazandıracak şeylerden ko*runmuşlardır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Hz. Âdem'in Peygamberliği:
Derim ki: Bazı ilim adamları, Hz. Âdem'in cennette yerleştirilmesinden ön*ce peygamber olduğu hükmünü yüce Allah'ın: "O da onlara isimlerini ha*ber verince.." (el-Bakara 2/33) buyruğundan çıkarmışlardır. Şanı yüce Allah, ona meleklerin sahib olmadığı, yüce Allah'ın ilminden birtakım bilgileri ha*ber vermesini emretmeştir.
Hz. Âdem'in unutarak yasak ağaçtan yediği de söylenmiştir. Onların yeme*leri halinde karşı karşıya kalacakları tehdidi unutmuş olmaları mümkündür.
Derim ki: Doğrusu da budur. Çünkü yüce Allah, Kitab-ı Kerim'inde bu*nu çok kesin ve açık bir ifadeyle dile getirerek şöyle buyurmuştur: "Andol-sun ki bundan önce biz Âdem'e vahyettik, o da unuttu, biz onun (.günaha) kas*tettiğini görmedik. " (Ta-ha, 20/115) Fakat peygamberlerin marifetlerinin çok*luğu, makamlarının yüksekliği dolayısıyla başkaları için gerekmeyen fakat kendileri için gereken bir dikkat ve uyanıklığa sahip olmaları gerekir. O bakımdan Hz.Âdem'in bu şekilde kendisine yapılan yasağı hatırlamasını engel*leyecek başka şeylerle uğraşması, emri zayi etmektir ve bundan dolayı o asi yani emre aykırı hareket eden bir kişi konumuna düşmüştür. Ebû Umame der ki: Eğer şanı yüce Allah'ın insanları yarattığı günden Kıyamet gününe kadar bütün Âdemoğullarının kendilerini dizginlemeleri bir kefeye, Âdem'in de ken*disini dizginlemesi öteki kefeye konulacak olursa, Âdem'in kendisini dizgin*lemesi onlardan daha ağır basar. Nitekim yüce Allah: "Biz onda (günaha kar*şı) bir kasıt görmedik." (Ta-ha, 20/115) diye buyurmaktadır.
Derim ki: Ebû Umame'nin bu sözü bütün Âdemoğulları hakkında genel bir ifadedir. Aralarından peygamberimiz Muhammed (s.a)'i bunun dışında bir istisna kabul etmesi ihtimali vardır. Çünkü Peygamber Efendimiz, kendisini dizginlemesi ve aklı itibariyle insanların en ileri derecede olanıdır. Onun bu sözünün aynı şekilde peygamberler dışında kalan Âdemoğullarının kendile*rini dizginlemesi şeklinde bir anlam ifade etmesi de muhtemeldir. Doğrusu*nu en iyi bilen Allah'tır.
Derim ki: Konu ile ilgili birinci görüş de aynı şekilde güzeldir. Buna gö*re, onlar yasak kılınan ağaçtan sadece tayin edilen ağaç olduğunu sanmış*lar, halbuki kasıt o ağacın türünden olan bütün ağaçlan da kapsamakta idi. Peygamber Efendimizin, bir parça altın ve bir parça ipek kumaş alıp: "Bu iki*si ümmetimin erkeklerine haramdır" Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. bir başka rivayete göre de: "Bu iki*si ümmetimi helak edecektir" demesi gibi. Hz. Peygamber bu ifadeleriyle mu*ayyen olarak o iki parçayı değil, onların cinsini kastetmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
11- Emre Aykırı Hareketleri Nasıl Gerçekleşti?
Denilir ki: Yasak ağaçtan ilk yiyen -ileride de açıklanacağı şekilde- İbli*sin aldatması ile Havva olmuştur. Ve ilk olarak İblis, Havva ile konuşmuştur. Çünkü Havva yastığın vesvesecisidir. (Erkeğe vesvese kadınlardan gelir, anlamındadır). Kadınlar aracılığıyla erkeklerin karşı karşıya kaldıkları ilk fit*ne de budur. İblis, Havva'ya şöyle dedi: Sizin bu ağacı yemekten alıkonul*manızın tek sebebi bunun ebedîlik ağacı olmasıdır. Çünkü İblis, her ikisinin de ebedî kalmayı sevdiklerini öğrenmişti. O bakımdan onların hoşuna gide*cek sevdikleri bir şeyi öne sürdü. "Zaten kişinin birşeyi sevmesi, onu sağır ve kör eder." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Havva, Hz. Âdem'e yeme teklifini yapınca o, bu teklifini red*detti ve Allah'ın kendilerine verdiği emri hatırlattı. İblis, Havva'ya ısrar, etti, o da Âdem'e ısrar etti. Nihayet Havva şöyle dedi: O ağaçtan senden önce ben yiyeyim. Bundan dolayı bana bir zarar gelirse sen kurtulmuş olursun. Hav*va ağaçtan yediği halde bir zararını görmedi. Hz. Âdem'e gelip: Ye, ben ye*dim ve bana bir zararı olmadı, deyince Hz. Âdem de yedi ve bu sefer onların ayıp yerleri görünmeye başladı; her ikisi bu şekilde günahı işlemenin hük*müne maruz kaldılar. Çünkü yüce Allah, her ikisine hitaben: "Yalnız bu ağa*ca yaklaşmayınız" diye emir vermiş ve yasağı ikisine yöneltmişti. O bakım*dan her ikisi de yasağı işlemediği sürece sadece Havva o ağaçtan yediğin*den dolayı, günahın işlenmesi mukabilinde sözkonusu olan ceza sadece Hav*va'ya verilmedi. Hz. Âdem ise bu inceliği farkedememişti.
İşte bundan dolayı kimi ilim adamı şöyle demiştir: İki hanımına veya iki cariyesine birisi: İkiniz bu eve girdiğiniz takdirde ikiniz de boşsunuz, yahut hürsünüz diyecek olur ise, boşama ve hürriyete kavuşma onlardan bir tane*sinin o eve girmesiyle gerçekleşmez. Bizim mezhebimize mensup ilim adam*ları, bu hususta üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. İbnû'l-Kâsım der ki: Her iki*si de girmedikleri sürece hanımları boş olmaz, cariyeleri de azad olmaz. Bu görüşü ile konu ile ilgili bu asıl kaideyi benimsemiş ve lafzın mutlak ifade*sinin bunu gerektirdiği esasından hareket etmiştir. Sulınûn da bu görüştedir. İbnu'l-Kâsım bir başka seferinde de şöyle demiştir: Onlardan, herhangi bi*risinin eve girmesiyle birlikte her iki hanımı da boş olur, yahut her iki cari*yesi de azat olur. Çünkü yeminin kısmen bozulması da tamamen bozulma*sı demektir. Nitekim şu iki ekmeği yememek üzere yemin etse, bunlardan bi*risini yemekle yeminini bozmuş olur. Hatta ikisinden bir lokma yese dahi ye*minini bozmuş olur.
Eşheb de der ki: Tek başına giren hanım boş olur ve cariye ise azad olur. Çünkü onlardan her birisinin girmesi, boşanmasının yahut azad edilmesinin bir şartıdır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü şartın bir kısmı, icmâ ile şartın tümü değildir.
Derim ki: Doğrusu birinci görüştür. Yapılan yasak eğer iki ayrı fiile talik edilmiş (bağlanmış) ise ancak ikisi tarafından işlenmesiyle bu yasağa muha*lefet gerçekleşmiş olur. Çünkü herhangi bir kimse: İkiniz şu eve girmeyiniz diyecek olsa, onlardan birisi girse her ikisi birlikte o yasağa aykırı hareket etmiş olmazlar. Çünkü yüce Allah'ın: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız'' buyruğu Âdem ile Havva'ya yapılan bir yasağı, "yoksa ikiniz de zulmeden*lerden olursunuz" buyruğu ise, bu yasağın çiğnenmesi halinde karşı karşı*ya kalınacak cezayı ifade eden cevaptır. Bundan dolayı her ikisi de bu ya*sağı işlemedikleri sürece zalimlerden olmamışlardı. O bakımdan Havva, tek başına yasak ağacın meyvesini yeyince herhangi bir cezaya çarptırılmadı. Çün*kü yasak kılınan şey, tam ve eksiksiz olarak işlenmemişti. Hz. Âdem ise bu inceliği farkedememiş, o bakımdan o da umuda kapılmış ve bu hükmü unutmuş idi. Yüce Allah'ın: "Andolsun ki bundan önce biz Âdem'e vahyet-tik. O ise unuttu" (Ta-ha, 20/115) buyruğunun anlamı budur.
Denildiğine göre, Hz. Âdem'in unuttuğu ise şu buyruğunda dile getirilen gerçekler ve tehditlerdir: "Şüphesiz ki bu sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya uğrarsınız" (Tâ-hâ, 20/117) Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.


Teşekkur:
Beğeni: 



Yer imleri