24-"İnfâk'"ın Anlamı:
Yüce Allah'ın: "İnfak ederler" buyruğunun anlamı ellerinden çıkartırlar demektir. İnfak malın elden çıkartılmasıdır. Bu anlamda denildi*ği zaman , satılan şey satıcının elinden çıktı, müşterinin eline geçti demek olur. ifadesinden kasıt hayvanın canının çıkmasıdır. Bir taraf*tan takib edildiği takdirde öbür taraftan çıkmasına yarayan ve tarla faresinin yuvasının adı olan "en-nâfika" da burdan gelmektedir. "Münafık" kelimesi de bu köktendir. Çünkü münafık imandan çıkar veya iman onun kalbinden çı*kar. Şalvarın ayakların çıktığı paça kısmına da "neyfak" adı verilir. ise, sahibi azığı tüketti ve elinden çıkardı, anlamındadır. kavmin azıklarının tükendiğini ifade eder. Şanı yüce Allah'ın: "O zaman infak olur (tükenir) korkusuyla şüphesiz cimrilik ederdiniz." (el-İsra, 17/100) buyru*ğunda yer alan "infak" kelimesi de bu anlama gelir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
25- "İnfâk"tan Kasıt:
Burada sözü geçen "nafaka (infak edilen)"dan neyin kastedildiği husu*sunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bunun farz olan zekat oldu*ğu söylenmiştir. -Bu görüş İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.- Çünkü namaz ile birlikte sözkonusu edilmiştir. Kişinin aile halkına yaptığı harcamalardır de*nilmiştir. -Bu da İbn Mes'ud'dan rivayet edilmiştir.-Çünkü bu, nafakanın en faziletlisidir. Müslim'in rivayetine göre Ebu Hureyıre şöyle demiş: Rasûlullah j (s.a) buyurdu ki: "Allah yolunda infak ettiğin bir dî)nar ile bir köle azad et-4» "/ mek uğrunda harcadığın bir dinar, bir yoksula sadaka olarak verdiğin bir di- ı nar ve aile halkına harcadığın bir dinar. Bunlar arasînda^ecri en büyük olan.aile halkına harcadığındır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
y Sevbân'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah(s.a) buyurdu ki: "Ki*şinin infak ettiği dinarların en faziletlisi aile halkına harcadığı dinar ile azizr ve celil olan Allah yolunda kullanacağı bineğine harcadığı dinar ve Allah yolunda arkadaşlanna harcadığı dinardır." Ebu Kılabe -bu hadisin senedinde yer alan ravilerden birisi- der ki: Burada önce aile halkından söz edilmiştir. Daha sonra Ebu Kılabe şöyle der: Başkalarına dilenmekten onları koruyan ve-'' ya yüce Allah'ın onlar vasıtasyla kendisine fayda sağlayacağı ve sonra da ken-
i dilerini zengin kılacağı küçük çocuklarına infak eden bir kişiden daha bü*yük ecir sahibi kim olabilir? Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Burada sözü geçen "infak"tan kastın nafile sadaka olduğu da söylenmiş*tir. -Bu ed-Dahhâk'tan rivayet edilmiştir.- Bu görüşünü ileri sürerken zekâ*tın ancak kendine has olan lafzı ile -ki o da "zekât" lafzıdır- kullanıldığını gözönünde bulundurmuştur. Eğer zekât başka bir lafız ile sözkonusu edi*lecek olursa hem farzı, hem nafile tasadduku ifade etmesi ihtimal dahilin*dedir. Şayet infak lafzı kullanılmış ise bu sadece nafile sadaka anlamını ifade eder. ed-Dahhâk der ki: Nafaka, önceleri kendi imkanları ölçüsünde yü*ce Allah'a kendisi vasıtasıyla yakınlaştıkları bir yol idi. Bu durum sadaka*ların farz olarak harcama yerlerini belirten Tevbe süresindeki âyet ile yine aynı sûrede yer alan diğer âyetleri nesheden buyruklar nazil oluncaya ka*dar böylece devam etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Burada nafaka ile zekâtın dışında mallarda arızî olarak yerine getirilmesi gereken haklar olduğu da söylenmiştir. Çün*kü yüce Allah bu hakkı namaz ile birlikte zikrettiğinden dolayı bu farz olur. Ancak zekât lafzı sözkonusu edilmediğinden zekatın dışında bir farz oldu*ğu anlaşılır.
İnfak emrinin genel olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da budur. Çünkü bu buyruk, kendilerine verilen azıklardan infakta bulunmayı övmek sadedinde-dir. Bu ise ancak helalden olur. Yani onlar şeriatin ödemelerini emrettiği ze*kât ve zekâtın dışında bazı hallerde yerine getirmelbri teşvik edilen şeyleri verir, infak ederler.
Şöyle de denilmiştir: Ğayba iman kalbin işidir. Namazlolmak bedenin işi*dir. "Kendilerine verdiğimiz azıklardan infak ederler" buyruğu ile kasdedi-len de malın payıdır. Bu da açıkça anlaşılan bir konudur.
Yüce Allah'ın: "Ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler" buyruğunun te'vili ile ilgili olarak önceki ilim adamlarından kimi*si söyle demiştir: Yani kendilerine öğrettiklerimizden onlar da öğretirler. Bu*nu Ebu Nasr Abdürrahîm b. Abdülkerim el-Kuşeyrî nakletmiştir.
4. Onlar sana indirilene de senden önce indirilene de iman eder*ler. Onlar âhirete de yakîn ile inanırlar. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Yakînî İman:
Denildiğine göre Abdullah b. Selam gibi kitap ehlinden olup iman eden*ler kastedilmiş ve bu âyet-i kerime onun hakkında nazil olmuştur. Önceki âyet-i kerime ise Araplardan olup iman eden kimseler hakkında inmiştir. Şöy*le de denilmiştir: Her iki âyet-i kerime de mü'mini er hakkındadır. Buna gö*re onlar" kelimesinin i'rabı atıf olmak üzere mecrurdur. İsti'naf (yeni bir cümle başlangıcı) kabul edilerek merfu olması da uygundur; yani: "On*lar o kimselerdir ki..." Bu âyet-i kerimeyi her iki kesimin de mü'minleri hak*kında kabul edenlere göre ise onlar" kelimesinin i'rabı mübteda olarak merfudur, haberi ise: "İşte bunlar Rablerinden bir hidâyet üzerin-dedirler..." buyruğu olur. Bununla birlikte (önceki buyruğa) atıf olmak üze*re mecrur olma ihtimali de vardır.
"Sana indirilene" buyruğu ile kastedilen Kur'ân-ı Kerim'dir; "Senden ön*ce indirilene" buyruğu ile kasıt ise daha önce iiidirilen kitaplardır. Böyle bir iman ise yüce Allah'ın şu buyruğunda kendilerinden haber verdiği yahudi ve Hıristiyanların yaptıklarından farklıdır: "Onlaraı/Allah'ın indirdiğine iman edin' denildiği zaman: 'Biz bize indirilene iman~edertz' derler." (el-Bakara, 2/9 D
Denildiğine göre şu: "Onlar ğayba inanırlar" buyruğu nazil olunca yahudiler ve hıristiyanlar: Biz ğayba iman ettik, demişlerdir. Yüce Allah'ın: "Namazı dosdoğru kılarlar" buyruğunu duyunca da: Biz de namazı dosdoğ*ru kılarız, dediler. Yüce Allah: "Kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler" buyruğu hakkında da: Bizler infak eder ve tasaddukta bu*lunuruz, demişlerdir. Ancak: "Onlar sana indirilene de senden önce in*dirilene de iman ederler" buyruğunu işitince bu işten kaçıp uzaklaştılar. Ebu Zer'den rivayet edilen hadiste şöyle denilmektedir:
Ey Allah'ın Rasulü, Allah kaç kitap indirmiştir? diye sordum. O şöyle buyurdu: Yüzdört kitap. Allah Şife elli sahife, Ahnuh'a (İdris'e) otuz sahife, İbrahim'e yirmi sahife, Musa'ya Tevrat'tan önce on sahife indirmiştir. Ayrıca Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan'ı da indirmiştir. Bu hadisi el-Huseyn el-Âcur-ri ile Ebu Hatim el-Busti rivayet etmişlerdir.
Burada şöyle bir soru ortaya atılabilir: Aralarındaki hükümlerin aykırılık*larına rağmen bunların hepsine iman etmek nasıl mümkün olabilir? Bu soruya iki türlü cevap verilebilir: Sözkonusu olan hepsinin Allah tarafından indirildiğine iman etmektir. Bu, İslâm'dan önce indirilmiş şeriatlar gereğin*ce ibadet etmenin sakıt olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. İkinci cevap: İman önceden indirilmiş kitapların neshedilmemiş bölümleri hakkında söz-konusudur. Bu ise, önceki şeriatlere bağlanmayı gerekli görenlerin görüşüdür. -Yüce Allah'ın izniyle- buna dair açıklamalar da ileride gelecektir.
Yüce Allah'ın: "Onlar âhirete de yakın ile inanırlar" buyruğundan kasıt, onlar öldükten sonra dirilişi (ba'sı) ve neşri kesin olarak bilirler demektir.
Yakîn: Şüphesiz bilgi demektir. hepsi aynı anlama (kesinlikle bildim, anlamına) gelir. kelimesinde ya harfinin vav oluş sebebi vav'dan önceki dammedir. Bundan küçültme ismi yapmak istediğimiz takdirde aslına döndürerek deriz. Küçültme ismi, (tasgir) ise kelimeleri asıl şekillerine döndürür. Çoğul yap*mak da böyledir.
"Yakin" kelimesiyle Arapların zannı ifade ettikleri de olur. Lağiv yemini ile ilgili olarak ilim adamlarımızın söyledikleri: Bu, kişinin Allah adına yaki-ni bulunan bir işe (öyle zannettiği bir işe) yemin etmesi sonra da durumun böyle olmadığının ortaya çıkmasıdır ki, o takdirde bu yemini yapanın her*hangi bir sorumluluğu, keffareti yoktur, ifadeleri bu kabildendir. Şair der ki:
"Kızgın bir arslan anlamaya çalıştı ve
Onu kendime feda edeceğimi ve kendisiyle dövüşmeyeceğimi zannetti. "
Şair burada şunu anlatmak istemektedir: Aslan geldi, devemi kokladı. Canımı kurtarmak için onu feda edeceğimi sanıyordu. Kendimi korumak kas-dıyla devemi ona bırakacağımı, onunla çarpışarak kendimi tehlikelere at*mayacağımı sanmıştı.
Yakîn (kesin bilgi) anlamına "zan" kelimesinin kullanılmasına gelince; bu hem Kur'ân-ı Kerim'de varid olmuştur, hem de şiirde bunun örnekleri pek çoktur.
"Âhiret": Bizden sonraya kaldığı ve biz de ondan beride bulunduğumuz*dan dolayı "teehhur"dan türetilmiştir. Nitekim dünya ileride de açıklanacağı şekilde (yakın olmak) anlamına gelen "ed-dunuv"dan türetilmiştir.
5. İşte onlar, rablerinden bir hidâyet üzerindedirler ve onlar felaha erenlerin ta kendileridir.
en-Nahhas der ki: Necidliler (onlar anlamında) "ulâke derler: Bazıları da "ulâlike derler. Kelimenin sonunda yer alan "kâf" har*fi hitap içindir. el-Kisai der ki: in tekili dır. Diğer taraftan kelimesinin tekili de ( illi ) kelimesidir. kelimesi, kelimesi gibidir. İbnu's-Sikkît şöyle bir beyit nakletmektedir:
İşte onlar, benim kavmimdir. Onların neseblerinde şaibe yoktur. Oldukça sapık bir kimseden başka bunlara kim öğüt vermeye kalkışır ki?"
ın akıl sahibi olmayanlar hakkında kullanıldığı da olur. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Vadideki konaklama yeri dışında kalan konakları yer
O günlerden sonraki yaşayışı da."
Yüce Allah da şu buyruğunda bu kelimeyi akıl sahibi olmayanlar hakkın*da kullanmıştır: "Çünkü kulak, göz ve kalp bütün bunlar, ondan sorumlu olur*lar." (el-İsra, 17/36)
İlim adamlarımız derler ki: Yüce Allah'ın: "Rablerinden..." buyruğunda Kaderiye'nin; kendi iman ve hidâyetlerini insanların kendileri yaratırlar; şeklindeki görüşleri reddedilmektedir. Zaten yüce Allah onların dediklerin*den yüce ve münezzehtir. Şayet durum dedikleri gibi olsaydı, yüce Allah bu*rada "nefislerinden" diye buyururdu. Kaderiye'nin bu görüşlerine dair açık*lamalar ile (Fatiha sûresi 31- başlık) hidâyete dair açıklamalar (daha önce geçen) yüce Allah'ın: "Takva sahipleri için bir hidâyettir" buyruğu ile ilgili ikinci başlıkta açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bunları tekrarlamanın an*lamı yoktur.
"Ve onlar felaha erenlerin ta kendileridirler" buyruğunda yer alan "onlar" kelimesinin ikinci bir mübteda olması mümkündür. Haberi de "fela*ha erenler" olur. İkinci mübteda ile onun haberi birinci mübtedanın haberi olur. Ayrıca "onlar"ın zaid olması da mümkündür. -Basralılar buna "fasıla" Kûfeliler de buna "imad" adını verirler. "Felaha erenler" kelimesi de "işte onlar" kelimesinin haberidir.
Asıl itibariyle sözlükte yarmak ve kesmek demektir. Şair der ki:
"Gerçek şu ki demir, demir ile yarılır"
Toprağın ekin ekmek için yarılmasını ifade eden kelimesi de bur-dan türemiştir. Bunu Ebu Ubeyd söylemiştir. İşte bundan dolayı araziyi sürüp yaran kimseye "Fellah" denilmiştir. Alt dudağı yarılmış olan kimseye de "eflah" denilir. Müflih (felaha eren) da sanki arzu etiğini ele geçirinceye kadar bütün zorlukları katetmiş gibi olduğundan dolayı bu adı alır. Fevz ve Beka hakkında da kullanıldığı olur. Bu anlamıyla da yine asıl itibariyle dil*de kullanılmıştır. Bir adamın karısına demesi de böyledir. Anlamı ise: Kendi işini eline geçirmekle umduğuna ulaş, demek olur. Şair de der ki:
"Eğer ki bir kabile halkı felahı elde edecek olursa Onu mızraklarla oynayan elde eder."
Kapkaranlık cahili dönemde bulunan el-Adbat b. Kurey' es-Sa'di de şöy*le demiştir:
"Her kederden sonra bir genişlik vardır. Fakat sabah ve akşamla birlikte felah olmaz. "
Yani gece ve gündüzün gidip gelmesi sözkonusu oldukça dünyada baki kalmak sözkonusu değildir. Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Öyle topraklara yerleşiyoruz ki hepsine de bizden önce yerleşilmiştir.
Âd ve Himyer'den sonra da (hala) felahı umuyoruz. "
Burda felah'tan kasıt da bekadır. Abîd (Ubeyd) de der ki:
"İstediğini alıkoy. Çünkü kimi zaman zayıflık ile nail olunur.
Ve akıllı kimse de mahrum bırakılıp aldatılabilir. "
Demek istediği şudur: Sen istediğin gibi akıllı ol veya ahmak ol. Çünkü bazen ahmaka rızık verilir, akıllı kimsenin mahrum bırakıldığı olur.
Buna göre yüce Allah'ın: "Ki onlar felaha erenlerin ta kendileridir" buy*ruğunun anlamı: Yani onlar cennete girmekle, fevz bulanlar ve orada baki kalacak olanlardır. İbn Ebi İshak da der ki: Felah bulanlar; istediklerini el*de edenler ve kaçıp kurtulmak istedikleri şeylerin kötülüklerinden kur*tulanlardır, demektir. Anlam birdir.
"Felah" kelimesi sahur hakkında da kullanılmıştır. Nitekim hadis-i şerifte şöyle denmiştir:... Neredeyse Rasûlullah (s.a) ile birlikte Felahı kaçıracak*tık? Ben: Felah nedir diye sordum. O bana: Sahurdur, cevabını verdi. Bu ha*disi Ebu Davud rivayet etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Hadisin anlamı şöyle gibidir: Sahur sayesinde orucun kalıcılığı sözkonusu olur. İşte bundan dolayı sahura "fe*lah" adı verilmiştir. -Lam harfinin şeddelisi ile "el-Fellah" ise şairin şu beyitin-" de olduğu gibi araziyi süren demektir:
"Onun kendisi ile yağı tarttığı bir rıtlı vardır Bir de eşeğini süren bir fellahı vardır. "
Diğer taraftan örtfe "felah"; arzulanan şeyi elde etmek ve kendisinden kor*kulan şeyden de kurtulmak anlamındadır.
Bir soru: Peki Hamza kelimelerini he harfi ötreli olarak okuduğu halde, kelimelerini he harfleri ötreli olarak neden okumamıştır?
Cevap: Birinci grup kelimede "ya" harfi eliften dönüşmüştür. Ve bunların asılları şeklindedir. O bakımdan burada he-harfi öt*reli haliyle bırakılmıştır. Fakat öbür grup kelimede böyle bir durum yoktur. el-Kisai de "(üzerlerine "(el-Bakara, 2/6l)*buyruğu ile: onlara iki..." (Yasin, 36/14) buyruğunda onun gibi oku*muştur. Bu husus onlardan gelen kıraat şekillerine dair rivayetlerden bilinen bir husustur.
6. Gerçekten o inkâr edenleri inzâr etsen de etmesen de onlar için birdir. İman etmezler.
Yüce Allah mü'minleri ve durumlarını sözkonusu ettikten sonra kâfirleri ve onların sonunda varacakları noktayı sözkonusu etmektedir.
Küfür (inkâr), imanın zıddıdır. Âyet-i kerime'de kastedilen de odur.
Bazan nimet ve yapılan iyiliğin inkar edilmesi anlamına da kullanılır. Hz. Peygamber'in küsûf hadisinde kadınlar hakkındaki şu ifadesi şöyledir: "...ve cehennemi gördüm. Bugün gibi dehşet verici bir manzarayı hiçbir zaman görmüş değilim. Cehennem halkının çoğunluğunun da kadınlardan olduğunu gördüm." Niçin böyledir ey Allah'ın Rasulu? diye sorulunca Hz. Peygamber \ şöyle buyurdu: "Küfürleri sebebiyle." Ona: Kadınlar Allah'ı inkâr edip kâ*fir mi oluyorlar? diye sorulunca şu cevabı verdi: "Onlar kocaya karşı nan*körlük ederler, iyiliğe karşı nankörlük ederler. Onlardan birisine zaman boyunca iyilik yapsan sonra da senden birşey (eğrilik) görse: Zaten senden hayır namına birşey görmedim, der." Bunu Buharî ve başkaları rivayet etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Arap dilinde "el-kefr" asıl itibariyle gizlemek ve üstünü örtmek demektir. Şairin şu sözünde.olduğu gibi:
"Bir gece içinde ki (o gecedeki) bulutlar yıldızları gizlemiştir (kefera)." Geceye "kâfir" denilmesi de burdandır. Çünkü o siyahlığı ile herşeyi ört*müş olur. Şair der ki:
"Her ikisi de (erkek ve dişi deve kuşları) güzelce dizilmiş ve sağlam bir şekilde
koruma altına alınmış yumurtalarını hatırladılar. Güneş ışığını kâfir (gece) içinde bırakmaya koyulunca." Bu beyitteki "zükâ" güneş demektir. Şairin şu beyiti de böyledir:
"Tan yerinin ağarmasından önce geldiler ve Zükâ oğlu (Güneş) bir kefr'de (gece karanlığında) gizli idi." Denize ve büyük nehire de kâfir denildiği gibi, ekiciye de kâfir denilir. Çoğulu küffar gelir. Yüce Allah şöyle buyumaktadır: "Ekini ekincilerin (küf-far) hoşuna giden yağmur gibidir." (e\-Hadid, 57/20) Burada "küffar" ile ekin*ciler kastedilmektedir. Çünkü ekinciler tanelerin üstünü örterler. Rüzgarların üstünü toprakla örttüğü külü anlatmak için de üstü örtülmüş kül" denir. Hemen hemen hiç kimsenin konaklamadığı ve yolunun geçmediği yerin uzak bölgelerine de "kâfir" denilir. Bu gibi yerlere konaklayanlar ise, "ehlü'l-küfür" adını alırlar. "el-Kufûr" ile köy ve kasabaların kastedildiği de olur.
Yüce Allah'ın: "Onlar için birdir" buyruğunun anlamı şudur: Uyarman ile uyarmayı terketmen arasında onlar için bir fark yoktur, eşittir, demektir. Bu*rada soru edatının gelmesi, arada bir fark olmadığını göstermek içindir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunun gibidir: "Sen öğüt versen de vermesen de bizim için birdir." (eş-Şuarâ, 26/136) Şair de der ki:
"Ve bir gece ki karanlıklarında insanlar şöyle derler: Gözleri sağlam olan kadınlar da gözleri kör olanlar da birdir. " Yüce Allah'ın: "Onları inzâr etsen de" buyruğunda yer alan "inzâr" bil*dirmek ve tebliğ etmek demektir. İnzâr ancak korunup sakınmak için elveriş*li bir sürenin olması halinde yapılan korkutmalar hakkında kullanılır. Hemen hemen başka hallerde kullanılmaz gibidir. Eğer korunup sakınmak için gerek*tiği kadar zaman yoksa bu iş.'ar (bildirmek) olur, inzâr olmaz. Şair der ki:
"Mühlet olduğu halde Aiürt inzâr ettin
Sabah vaktinden önce, fakat Amr itaat etmedi. "
"Filan oğulları bu işten dolayı biribirlerini inzâr ettiler" ifadesi, o işten dolayı birbirlerini korkuttukları zaman kullanılır.
İlim adamları bu âyet-i kerimenin tefsiri hususunda farklı görüşlere sahip*tir. Bu âyet umumi olmakla birlikte, azap sözünün üzerlerine hak olduğu ve yüce Allah'ın kâfir olarak öleceğine dair ezeli bilgisi bulunduğu kimseler hak*kında özel anlam ifade eder denilmiştir. Bununla yüce Allah, belli bir kim*seyi tayin etmeksizin insanlar arasında durumu bu olan kimselerin bulun*duğunu bildiğini anlatmak istemiştir. İbn Abbas ve el-Kelbi der ki: Bu âyet-i kerime yahudilerin başkanları hakkında nazil olmuştur. Huyey b. Ahtab, Kâb b. Eşref ve benzerleri bunlar arasındadır.
er-Rabi' b. Enes de der ki: Bu âyet-i kerime Bedir günü savaşa katılan kesimlerin komutanları arasından öldürülenler hakkında nazil olmuştur. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Herhangi bir kimseyi bu şekilde tayin eden kişi, adeta küfür üzere öleceği hususunda ğaybın perdeleri kendilerine açılan kimseye benzetilmiştir. İşte bu şekilde küfür üzere ölecekleri Allah tarafından bilinen kimseler bu âyet-i kerimenin kapsamı içerisindedirler.
"İman etmezler" buyruğu ın haberi olarak ref mevkindedir. Yani şüp*hesiz inkar edenler iman etmezler, demektir.
"( Ol ) Şüphesiz" kelimesinin haberinin birdir" kelimesi olduğu da söylenmiştir. Bundan sonraki buyruklar ise sılanın yerini tutmaktadır. Bu görüşü İbn Keysan ileri sürmüştür. Muhammed b. Yezid de der ki: birdir" mübteda olmak üzere merfudur." Onları in*zâr etsen de etmesen de" buyruğu ise haberdir. Cümle tn haberidir.
en-Nehhas der ki: Yani onlar işi anlamazlığa vurduklarından dolayı uyar*manın onlara hiçbir faydası olmuyor.
Kıraat alimleri Onları inzâr etsen de" kelimesini farklı şekil*lerde okumuşlardır.
Medineliler, Ebu Amr, el-A'meş ve Abdullah b. Ebi İshak, birinci hemzeyi tahkik ikincisini de teshil ile olmak üzere şeklinde okumuşlardır. Halil ve Sibeveyh bu okuyuşu tercih etmiştir. Bu Kureyş ile Sa'd b. Bekrlilerin okuyuşudur. Şairin şu sözleri de böyledir:
"Ey Cülâcil ile Neka arasındaki yumuşak kumların ceylanı Sen misin (o), yoksa Um Salim mi?"
Burada yer alan kelimesinde tek elif yazılır. Bir başka şair de şöy*le demiştir:
"Uzandım, elimi gözümün üzerinde siper edip baktım ve tanıdım onu;
Ona: Sen Zeydu'l-Eranib misin dedim."
İbn Muhaysin'in de bunu daha sonra elif olmaksızın tek hemze ile: şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. İki hemze bir araya geldiğinden dolayı elif hazf edilmiştir. Veya kelimesi zaten istifhama de*lalet ettiğinden dolayı hazfedilmiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Kabileden geçip gider misin yoksa erken mi yola çıkarsın?
Biraz beklesen sana ne zararı olur?"
Sözlerinde de demeyerek hemzesiz olarak bu kelimeyi kullan*mış ve ile yetinip ayrıca elif kullanmamıştır.
İbn Ebi İshak'ın da: şeklinde iki hemzeyi tahkik ile ve iki hem*zeyi yan yana getirmemek için de aralarına elif sokarak okuduğu rivayet edil*miştir. Ebu Hatim der ki: Aralarına bir elifin girip ikinci hemzenin hafif okunması caizdir. Ebu Amr ve Nafî' de bu şekilde çokça okurlar. Hamza, Asım ve Kisai her iki hemzenin tahkiki ile, şeklinde okurlar. Ebu Ubeyd'in tercihi de budur. Ancak Halil'e göre bu uzak bir ihtimaldir. Sibeveyh de der ki: Böyle bir okuyuş kelimesinde olduğu gibi ağır gibi görünüyor. el-Ahfeş der ki: İki hemzeden birisinin hafif olması caizdir. Ancak bu kötü bir okuyuş şeklidir. Çünkü Araplar ancak söyleyişin ağır bulunmasından ve bir tanesinin husulünden sonra hafif okumaya yönelirler.
Ebu Hatim de der ki: Her iki hemzenin de hafifletilmesi caizdir. İşte bu*rada yedi kıraat vechini gördük. Kur'ân'ın dışındaki söyleyişlerde sekizinci bir vecih de caizdir. Kur'ân'ın dışında dememizin sebebi, bu sekizinci şek*lin çoğunluğun kabul ettiği okuyuş şekline aykırı düşmesindendir. Said el-Ahfeş der ki: Hemze yerine he getirilerek dediğin gibi denilir. el-Ahfeş yüce Allah'ın: işte sizler..." (Âl-i İmran, 3/66 ve 119) buyruğu hakkında: Bunun aslı: şeklindedir, demiştir.
7. Allah kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur. Gözleri üze*rinde perde vardır; onlar için büyük bir azap da vardır.
Bu buyruk ile ilgili açıklamalar on başlıkta ele alınacaktır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Yer imleri