Teşekkur Teşekkur:  0
Beğeni Beğeni:  0
Sayfa 2/5 İlkİlk 12345 SonSon
41 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: Bakara Suresi Hakkında Herşey

  1. #11

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    24-"İnfâk'"ın Anlamı:


    Yüce Allah'ın: "İnfak ederler" buyruğunun anlamı ellerinden çıkartırlar demektir. İnfak malın elden çıkartılmasıdır. Bu anlamda denildi*ği zaman , satılan şey satıcının elinden çıktı, müşterinin eline geçti demek olur. ifadesinden kasıt hayvanın canının çıkmasıdır. Bir taraf*tan takib edildiği takdirde öbür taraftan çıkmasına yarayan ve tarla faresinin yuvasının adı olan "en-nâfika" da burdan gelmektedir. "Münafık" kelimesi de bu köktendir. Çünkü münafık imandan çıkar veya iman onun kalbinden çı*kar. Şalvarın ayakların çıktığı paça kısmına da "neyfak" adı verilir. ise, sahibi azığı tüketti ve elinden çıkardı, anlamındadır. kavmin azıklarının tükendiğini ifade eder. Şanı yüce Allah'ın: "O zaman infak olur (tükenir) korkusuyla şüphesiz cimrilik ederdiniz." (el-İsra, 17/100) buyru*ğunda yer alan "infak" kelimesi de bu anlama gelir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    25- "İnfâk"tan Kasıt:


    Burada sözü geçen "nafaka (infak edilen)"dan neyin kastedildiği husu*sunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bunun farz olan zekat oldu*ğu söylenmiştir. -Bu görüş İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.- Çünkü namaz ile birlikte sözkonusu edilmiştir. Kişinin aile halkına yaptığı harcamalardır de*nilmiştir. -Bu da İbn Mes'ud'dan rivayet edilmiştir.-Çünkü bu, nafakanın en faziletlisidir. Müslim'in rivayetine göre Ebu Hureyıre şöyle demiş: Rasûlullah j (s.a) buyurdu ki: "Allah yolunda infak ettiğin bir dî)nar ile bir köle azad et-4» "/ mek uğrunda harcadığın bir dinar, bir yoksula sadaka olarak verdiğin bir di- ı nar ve aile halkına harcadığın bir dinar. Bunlar arasînda^ecri en büyük olan.aile halkına harcadığındır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    y Sevbân'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah(s.a) buyurdu ki: "Ki*şinin infak ettiği dinarların en faziletlisi aile halkına harcadığı dinar ile azizr ve celil olan Allah yolunda kullanacağı bineğine harcadığı dinar ve Allah yolunda arkadaşlanna harcadığı dinardır." Ebu Kılabe -bu hadisin senedinde yer alan ravilerden birisi- der ki: Burada önce aile halkından söz edilmiştir. Daha sonra Ebu Kılabe şöyle der: Başkalarına dilenmekten onları koruyan ve-'' ya yüce Allah'ın onlar vasıtasyla kendisine fayda sağlayacağı ve sonra da ken-
    i dilerini zengin kılacağı küçük çocuklarına infak eden bir kişiden daha bü*yük ecir sahibi kim olabilir? Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Burada sözü geçen "infak"tan kastın nafile sadaka olduğu da söylenmiş*tir. -Bu ed-Dahhâk'tan rivayet edilmiştir.- Bu görüşünü ileri sürerken zekâ*tın ancak kendine has olan lafzı ile -ki o da "zekât" lafzıdır- kullanıldığını gözönünde bulundurmuştur. Eğer zekât başka bir lafız ile sözkonusu edi*lecek olursa hem farzı, hem nafile tasadduku ifade etmesi ihtimal dahilin*dedir. Şayet infak lafzı kullanılmış ise bu sadece nafile sadaka anlamını ifade eder. ed-Dahhâk der ki: Nafaka, önceleri kendi imkanları ölçüsünde yü*ce Allah'a kendisi vasıtasıyla yakınlaştıkları bir yol idi. Bu durum sadaka*ların farz olarak harcama yerlerini belirten Tevbe süresindeki âyet ile yine aynı sûrede yer alan diğer âyetleri nesheden buyruklar nazil oluncaya ka*dar böylece devam etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Burada nafaka ile zekâtın dışında mallarda arızî olarak yerine getirilmesi gereken haklar olduğu da söylenmiştir. Çün*kü yüce Allah bu hakkı namaz ile birlikte zikrettiğinden dolayı bu farz olur. Ancak zekât lafzı sözkonusu edilmediğinden zekatın dışında bir farz oldu*ğu anlaşılır.
    İnfak emrinin genel olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da budur. Çünkü bu buyruk, kendilerine verilen azıklardan infakta bulunmayı övmek sadedinde-dir. Bu ise ancak helalden olur. Yani onlar şeriatin ödemelerini emrettiği ze*kât ve zekâtın dışında bazı hallerde yerine getirmelbri teşvik edilen şeyleri verir, infak ederler.
    Şöyle de denilmiştir: Ğayba iman kalbin işidir. Namazlolmak bedenin işi*dir. "Kendilerine verdiğimiz azıklardan infak ederler" buyruğu ile kasdedi-len de malın payıdır. Bu da açıkça anlaşılan bir konudur.
    Yüce Allah'ın: "Ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler" buyruğunun te'vili ile ilgili olarak önceki ilim adamlarından kimi*si söyle demiştir: Yani kendilerine öğrettiklerimizden onlar da öğretirler. Bu*nu Ebu Nasr Abdürrahîm b. Abdülkerim el-Kuşeyrî nakletmiştir.
    4. Onlar sana indirilene de senden önce indirilene de iman eder*ler. Onlar âhirete de yakîn ile inanırlar. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    Yakînî İman:


    Denildiğine göre Abdullah b. Selam gibi kitap ehlinden olup iman eden*ler kastedilmiş ve bu âyet-i kerime onun hakkında nazil olmuştur. Önceki âyet-i kerime ise Araplardan olup iman eden kimseler hakkında inmiştir. Şöy*le de denilmiştir: Her iki âyet-i kerime de mü'mini er hakkındadır. Buna gö*re onlar" kelimesinin i'rabı atıf olmak üzere mecrurdur. İsti'naf (yeni bir cümle başlangıcı) kabul edilerek merfu olması da uygundur; yani: "On*lar o kimselerdir ki..." Bu âyet-i kerimeyi her iki kesimin de mü'minleri hak*kında kabul edenlere göre ise onlar" kelimesinin i'rabı mübteda olarak merfudur, haberi ise: "İşte bunlar Rablerinden bir hidâyet üzerin-dedirler..." buyruğu olur. Bununla birlikte (önceki buyruğa) atıf olmak üze*re mecrur olma ihtimali de vardır.
    "Sana indirilene" buyruğu ile kastedilen Kur'ân-ı Kerim'dir; "Senden ön*ce indirilene" buyruğu ile kasıt ise daha önce iiidirilen kitaplardır. Böyle bir iman ise yüce Allah'ın şu buyruğunda kendilerinden haber verdiği yahudi ve Hıristiyanların yaptıklarından farklıdır: "Onlaraı/Allah'ın indirdiğine iman edin' denildiği zaman: 'Biz bize indirilene iman~edertz' derler." (el-Bakara, 2/9 D
    Denildiğine göre şu: "Onlar ğayba inanırlar" buyruğu nazil olunca yahudiler ve hıristiyanlar: Biz ğayba iman ettik, demişlerdir. Yüce Allah'ın: "Namazı dosdoğru kılarlar" buyruğunu duyunca da: Biz de namazı dosdoğ*ru kılarız, dediler. Yüce Allah: "Kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler" buyruğu hakkında da: Bizler infak eder ve tasaddukta bu*lunuruz, demişlerdir. Ancak: "Onlar sana indirilene de senden önce in*dirilene de iman ederler" buyruğunu işitince bu işten kaçıp uzaklaştılar. Ebu Zer'den rivayet edilen hadiste şöyle denilmektedir:
    Ey Allah'ın Rasulü, Allah kaç kitap indirmiştir? diye sordum. O şöyle buyurdu: Yüzdört kitap. Allah Şife elli sahife, Ahnuh'a (İdris'e) otuz sahife, İbrahim'e yirmi sahife, Musa'ya Tevrat'tan önce on sahife indirmiştir. Ayrıca Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan'ı da indirmiştir. Bu hadisi el-Huseyn el-Âcur-ri ile Ebu Hatim el-Busti rivayet etmişlerdir.
    Burada şöyle bir soru ortaya atılabilir: Aralarındaki hükümlerin aykırılık*larına rağmen bunların hepsine iman etmek nasıl mümkün olabilir? Bu soruya iki türlü cevap verilebilir: Sözkonusu olan hepsinin Allah tarafından indirildiğine iman etmektir. Bu, İslâm'dan önce indirilmiş şeriatlar gereğin*ce ibadet etmenin sakıt olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. İkinci cevap: İman önceden indirilmiş kitapların neshedilmemiş bölümleri hakkında söz-konusudur. Bu ise, önceki şeriatlere bağlanmayı gerekli görenlerin görüşüdür. -Yüce Allah'ın izniyle- buna dair açıklamalar da ileride gelecektir.
    Yüce Allah'ın: "Onlar âhirete de yakın ile inanırlar" buyruğundan kasıt, onlar öldükten sonra dirilişi (ba'sı) ve neşri kesin olarak bilirler demektir.
    Yakîn: Şüphesiz bilgi demektir. hepsi aynı anlama (kesinlikle bildim, anlamına) gelir. kelimesinde ya harfinin vav oluş sebebi vav'dan önceki dammedir. Bundan küçültme ismi yapmak istediğimiz takdirde aslına döndürerek deriz. Küçültme ismi, (tasgir) ise kelimeleri asıl şekillerine döndürür. Çoğul yap*mak da böyledir.
    "Yakin" kelimesiyle Arapların zannı ifade ettikleri de olur. Lağiv yemini ile ilgili olarak ilim adamlarımızın söyledikleri: Bu, kişinin Allah adına yaki-ni bulunan bir işe (öyle zannettiği bir işe) yemin etmesi sonra da durumun böyle olmadığının ortaya çıkmasıdır ki, o takdirde bu yemini yapanın her*hangi bir sorumluluğu, keffareti yoktur, ifadeleri bu kabildendir. Şair der ki:
    "Kızgın bir arslan anlamaya çalıştı ve
    Onu kendime feda edeceğimi ve kendisiyle dövüşmeyeceğimi zannetti. "
    Şair burada şunu anlatmak istemektedir: Aslan geldi, devemi kokladı. Canımı kurtarmak için onu feda edeceğimi sanıyordu. Kendimi korumak kas-dıyla devemi ona bırakacağımı, onunla çarpışarak kendimi tehlikelere at*mayacağımı sanmıştı.
    Yakîn (kesin bilgi) anlamına "zan" kelimesinin kullanılmasına gelince; bu hem Kur'ân-ı Kerim'de varid olmuştur, hem de şiirde bunun örnekleri pek çoktur.
    "Âhiret": Bizden sonraya kaldığı ve biz de ondan beride bulunduğumuz*dan dolayı "teehhur"dan türetilmiştir. Nitekim dünya ileride de açıklanacağı şekilde (yakın olmak) anlamına gelen "ed-dunuv"dan türetilmiştir.

    5. İşte onlar, rablerinden bir hidâyet üzerindedirler ve onlar felaha erenlerin ta kendileridir.

    en-Nahhas der ki: Necidliler (onlar anlamında) "ulâke derler: Bazıları da "ulâlike derler. Kelimenin sonunda yer alan "kâf" har*fi hitap içindir. el-Kisai der ki: in tekili dır. Diğer taraftan kelimesinin tekili de ( illi ) kelimesidir. kelimesi, kelimesi gibidir. İbnu's-Sikkît şöyle bir beyit nakletmektedir:
    İşte onlar, benim kavmimdir. Onların neseblerinde şaibe yoktur. Oldukça sapık bir kimseden başka bunlara kim öğüt vermeye kalkışır ki?"
    ın akıl sahibi olmayanlar hakkında kullanıldığı da olur. Nitekim şair şöyle demiştir:
    "Vadideki konaklama yeri dışında kalan konakları yer
    O günlerden sonraki yaşayışı da."
    Yüce Allah da şu buyruğunda bu kelimeyi akıl sahibi olmayanlar hakkın*da kullanmıştır: "Çünkü kulak, göz ve kalp bütün bunlar, ondan sorumlu olur*lar." (el-İsra, 17/36)
    İlim adamlarımız derler ki: Yüce Allah'ın: "Rablerinden..." buyruğunda Kaderiye'nin; kendi iman ve hidâyetlerini insanların kendileri yaratırlar; şeklindeki görüşleri reddedilmektedir. Zaten yüce Allah onların dediklerin*den yüce ve münezzehtir. Şayet durum dedikleri gibi olsaydı, yüce Allah bu*rada "nefislerinden" diye buyururdu. Kaderiye'nin bu görüşlerine dair açık*lamalar ile (Fatiha sûresi 31- başlık) hidâyete dair açıklamalar (daha önce geçen) yüce Allah'ın: "Takva sahipleri için bir hidâyettir" buyruğu ile ilgili ikinci başlıkta açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bunları tekrarlamanın an*lamı yoktur.
    "Ve onlar felaha erenlerin ta kendileridirler" buyruğunda yer alan "onlar" kelimesinin ikinci bir mübteda olması mümkündür. Haberi de "fela*ha erenler" olur. İkinci mübteda ile onun haberi birinci mübtedanın haberi olur. Ayrıca "onlar"ın zaid olması da mümkündür. -Basralılar buna "fasıla" Kûfeliler de buna "imad" adını verirler. "Felaha erenler" kelimesi de "işte onlar" kelimesinin haberidir.
    Asıl itibariyle sözlükte yarmak ve kesmek demektir. Şair der ki:
    "Gerçek şu ki demir, demir ile yarılır"
    Toprağın ekin ekmek için yarılmasını ifade eden kelimesi de bur-dan türemiştir. Bunu Ebu Ubeyd söylemiştir. İşte bundan dolayı araziyi sürüp yaran kimseye "Fellah" denilmiştir. Alt dudağı yarılmış olan kimseye de "eflah" denilir. Müflih (felaha eren) da sanki arzu etiğini ele geçirinceye kadar bütün zorlukları katetmiş gibi olduğundan dolayı bu adı alır. Fevz ve Beka hakkında da kullanıldığı olur. Bu anlamıyla da yine asıl itibariyle dil*de kullanılmıştır. Bir adamın karısına demesi de böyledir. Anlamı ise: Kendi işini eline geçirmekle umduğuna ulaş, demek olur. Şair de der ki:
    "Eğer ki bir kabile halkı felahı elde edecek olursa Onu mızraklarla oynayan elde eder."
    Kapkaranlık cahili dönemde bulunan el-Adbat b. Kurey' es-Sa'di de şöy*le demiştir:
    "Her kederden sonra bir genişlik vardır. Fakat sabah ve akşamla birlikte felah olmaz. "
    Yani gece ve gündüzün gidip gelmesi sözkonusu oldukça dünyada baki kalmak sözkonusu değildir. Bir başka şair de şöyle demektedir:
    "Öyle topraklara yerleşiyoruz ki hepsine de bizden önce yerleşilmiştir.
    Âd ve Himyer'den sonra da (hala) felahı umuyoruz. "
    Burda felah'tan kasıt da bekadır. Abîd (Ubeyd) de der ki:
    "İstediğini alıkoy. Çünkü kimi zaman zayıflık ile nail olunur.
    Ve akıllı kimse de mahrum bırakılıp aldatılabilir. "
    Demek istediği şudur: Sen istediğin gibi akıllı ol veya ahmak ol. Çünkü bazen ahmaka rızık verilir, akıllı kimsenin mahrum bırakıldığı olur.
    Buna göre yüce Allah'ın: "Ki onlar felaha erenlerin ta kendileridir" buy*ruğunun anlamı: Yani onlar cennete girmekle, fevz bulanlar ve orada baki kalacak olanlardır. İbn Ebi İshak da der ki: Felah bulanlar; istediklerini el*de edenler ve kaçıp kurtulmak istedikleri şeylerin kötülüklerinden kur*tulanlardır, demektir. Anlam birdir.
    "Felah" kelimesi sahur hakkında da kullanılmıştır. Nitekim hadis-i şerifte şöyle denmiştir:... Neredeyse Rasûlullah (s.a) ile birlikte Felahı kaçıracak*tık? Ben: Felah nedir diye sordum. O bana: Sahurdur, cevabını verdi. Bu ha*disi Ebu Davud rivayet etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Hadisin anlamı şöyle gibidir: Sahur sayesinde orucun kalıcılığı sözkonusu olur. İşte bundan dolayı sahura "fe*lah" adı verilmiştir. -Lam harfinin şeddelisi ile "el-Fellah" ise şairin şu beyitin-" de olduğu gibi araziyi süren demektir:
    "Onun kendisi ile yağı tarttığı bir rıtlı vardır Bir de eşeğini süren bir fellahı vardır. "
    Diğer taraftan örtfe "felah"; arzulanan şeyi elde etmek ve kendisinden kor*kulan şeyden de kurtulmak anlamındadır.
    Bir soru: Peki Hamza kelimelerini he harfi ötreli olarak okuduğu halde, kelimelerini he harfleri ötreli olarak neden okumamıştır?
    Cevap: Birinci grup kelimede "ya" harfi eliften dönüşmüştür. Ve bunların asılları şeklindedir. O bakımdan burada he-harfi öt*reli haliyle bırakılmıştır. Fakat öbür grup kelimede böyle bir durum yoktur. el-Kisai de "(üzerlerine "(el-Bakara, 2/6l)*buyruğu ile: onlara iki..." (Yasin, 36/14) buyruğunda onun gibi oku*muştur. Bu husus onlardan gelen kıraat şekillerine dair rivayetlerden bilinen bir husustur.
    6. Gerçekten o inkâr edenleri inzâr etsen de etmesen de onlar için birdir. İman etmezler.
    Yüce Allah mü'minleri ve durumlarını sözkonusu ettikten sonra kâfirleri ve onların sonunda varacakları noktayı sözkonusu etmektedir.
    Küfür (inkâr), imanın zıddıdır. Âyet-i kerime'de kastedilen de odur.
    Bazan nimet ve yapılan iyiliğin inkar edilmesi anlamına da kullanılır. Hz. Peygamber'in küsûf hadisinde kadınlar hakkındaki şu ifadesi şöyledir: "...ve cehennemi gördüm. Bugün gibi dehşet verici bir manzarayı hiçbir zaman görmüş değilim. Cehennem halkının çoğunluğunun da kadınlardan olduğunu gördüm." Niçin böyledir ey Allah'ın Rasulu? diye sorulunca Hz. Peygamber \ şöyle buyurdu: "Küfürleri sebebiyle." Ona: Kadınlar Allah'ı inkâr edip kâ*fir mi oluyorlar? diye sorulunca şu cevabı verdi: "Onlar kocaya karşı nan*körlük ederler, iyiliğe karşı nankörlük ederler. Onlardan birisine zaman boyunca iyilik yapsan sonra da senden birşey (eğrilik) görse: Zaten senden hayır namına birşey görmedim, der." Bunu Buharî ve başkaları rivayet etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Arap dilinde "el-kefr" asıl itibariyle gizlemek ve üstünü örtmek demektir. Şairin şu sözünde.olduğu gibi:
    "Bir gece içinde ki (o gecedeki) bulutlar yıldızları gizlemiştir (kefera)." Geceye "kâfir" denilmesi de burdandır. Çünkü o siyahlığı ile herşeyi ört*müş olur. Şair der ki:
    "Her ikisi de (erkek ve dişi deve kuşları) güzelce dizilmiş ve sağlam bir şekilde
    koruma altına alınmış yumurtalarını hatırladılar. Güneş ışığını kâfir (gece) içinde bırakmaya koyulunca." Bu beyitteki "zükâ" güneş demektir. Şairin şu beyiti de böyledir:
    "Tan yerinin ağarmasından önce geldiler ve Zükâ oğlu (Güneş) bir kefr'de (gece karanlığında) gizli idi." Denize ve büyük nehire de kâfir denildiği gibi, ekiciye de kâfir denilir. Çoğulu küffar gelir. Yüce Allah şöyle buyumaktadır: "Ekini ekincilerin (küf-far) hoşuna giden yağmur gibidir." (e\-Hadid, 57/20) Burada "küffar" ile ekin*ciler kastedilmektedir. Çünkü ekinciler tanelerin üstünü örterler. Rüzgarların üstünü toprakla örttüğü külü anlatmak için de üstü örtülmüş kül" denir. Hemen hemen hiç kimsenin konaklamadığı ve yolunun geçmediği yerin uzak bölgelerine de "kâfir" denilir. Bu gibi yerlere konaklayanlar ise, "ehlü'l-küfür" adını alırlar. "el-Kufûr" ile köy ve kasabaların kastedildiği de olur.
    Yüce Allah'ın: "Onlar için birdir" buyruğunun anlamı şudur: Uyarman ile uyarmayı terketmen arasında onlar için bir fark yoktur, eşittir, demektir. Bu*rada soru edatının gelmesi, arada bir fark olmadığını göstermek içindir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunun gibidir: "Sen öğüt versen de vermesen de bizim için birdir." (eş-Şuarâ, 26/136) Şair de der ki:
    "Ve bir gece ki karanlıklarında insanlar şöyle derler: Gözleri sağlam olan kadınlar da gözleri kör olanlar da birdir. " Yüce Allah'ın: "Onları inzâr etsen de" buyruğunda yer alan "inzâr" bil*dirmek ve tebliğ etmek demektir. İnzâr ancak korunup sakınmak için elveriş*li bir sürenin olması halinde yapılan korkutmalar hakkında kullanılır. Hemen hemen başka hallerde kullanılmaz gibidir. Eğer korunup sakınmak için gerek*tiği kadar zaman yoksa bu iş.'ar (bildirmek) olur, inzâr olmaz. Şair der ki:
    "Mühlet olduğu halde Aiürt inzâr ettin
    Sabah vaktinden önce, fakat Amr itaat etmedi. "
    "Filan oğulları bu işten dolayı biribirlerini inzâr ettiler" ifadesi, o işten dolayı birbirlerini korkuttukları zaman kullanılır.
    İlim adamları bu âyet-i kerimenin tefsiri hususunda farklı görüşlere sahip*tir. Bu âyet umumi olmakla birlikte, azap sözünün üzerlerine hak olduğu ve yüce Allah'ın kâfir olarak öleceğine dair ezeli bilgisi bulunduğu kimseler hak*kında özel anlam ifade eder denilmiştir. Bununla yüce Allah, belli bir kim*seyi tayin etmeksizin insanlar arasında durumu bu olan kimselerin bulun*duğunu bildiğini anlatmak istemiştir. İbn Abbas ve el-Kelbi der ki: Bu âyet-i kerime yahudilerin başkanları hakkında nazil olmuştur. Huyey b. Ahtab, Kâb b. Eşref ve benzerleri bunlar arasındadır.
    er-Rabi' b. Enes de der ki: Bu âyet-i kerime Bedir günü savaşa katılan kesimlerin komutanları arasından öldürülenler hakkında nazil olmuştur. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Herhangi bir kimseyi bu şekilde tayin eden kişi, adeta küfür üzere öleceği hususunda ğaybın perdeleri kendilerine açılan kimseye benzetilmiştir. İşte bu şekilde küfür üzere ölecekleri Allah tarafından bilinen kimseler bu âyet-i kerimenin kapsamı içerisindedirler.
    "İman etmezler" buyruğu ın haberi olarak ref mevkindedir. Yani şüp*hesiz inkar edenler iman etmezler, demektir.
    "( Ol ) Şüphesiz" kelimesinin haberinin birdir" kelimesi olduğu da söylenmiştir. Bundan sonraki buyruklar ise sılanın yerini tutmaktadır. Bu görüşü İbn Keysan ileri sürmüştür. Muhammed b. Yezid de der ki: birdir" mübteda olmak üzere merfudur." Onları in*zâr etsen de etmesen de" buyruğu ise haberdir. Cümle tn haberidir.
    en-Nehhas der ki: Yani onlar işi anlamazlığa vurduklarından dolayı uyar*manın onlara hiçbir faydası olmuyor.
    Kıraat alimleri Onları inzâr etsen de" kelimesini farklı şekil*lerde okumuşlardır.
    Medineliler, Ebu Amr, el-A'meş ve Abdullah b. Ebi İshak, birinci hemzeyi tahkik ikincisini de teshil ile olmak üzere şeklinde okumuşlardır. Halil ve Sibeveyh bu okuyuşu tercih etmiştir. Bu Kureyş ile Sa'd b. Bekrlilerin okuyuşudur. Şairin şu sözleri de böyledir:
    "Ey Cülâcil ile Neka arasındaki yumuşak kumların ceylanı Sen misin (o), yoksa Um Salim mi?"
    Burada yer alan kelimesinde tek elif yazılır. Bir başka şair de şöy*le demiştir:
    "Uzandım, elimi gözümün üzerinde siper edip baktım ve tanıdım onu;
    Ona: Sen Zeydu'l-Eranib misin dedim."
    İbn Muhaysin'in de bunu daha sonra elif olmaksızın tek hemze ile: şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. İki hemze bir araya geldiğinden dolayı elif hazf edilmiştir. Veya kelimesi zaten istifhama de*lalet ettiğinden dolayı hazfedilmiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
    "Kabileden geçip gider misin yoksa erken mi yola çıkarsın?
    Biraz beklesen sana ne zararı olur?"
    Sözlerinde de demeyerek hemzesiz olarak bu kelimeyi kullan*mış ve ile yetinip ayrıca elif kullanmamıştır.
    İbn Ebi İshak'ın da: şeklinde iki hemzeyi tahkik ile ve iki hem*zeyi yan yana getirmemek için de aralarına elif sokarak okuduğu rivayet edil*miştir. Ebu Hatim der ki: Aralarına bir elifin girip ikinci hemzenin hafif okunması caizdir. Ebu Amr ve Nafî' de bu şekilde çokça okurlar. Hamza, Asım ve Kisai her iki hemzenin tahkiki ile, şeklinde okurlar. Ebu Ubeyd'in tercihi de budur. Ancak Halil'e göre bu uzak bir ihtimaldir. Sibeveyh de der ki: Böyle bir okuyuş kelimesinde olduğu gibi ağır gibi görünüyor. el-Ahfeş der ki: İki hemzeden birisinin hafif olması caizdir. Ancak bu kötü bir okuyuş şeklidir. Çünkü Araplar ancak söyleyişin ağır bulunmasından ve bir tanesinin husulünden sonra hafif okumaya yönelirler.
    Ebu Hatim de der ki: Her iki hemzenin de hafifletilmesi caizdir. İşte bu*rada yedi kıraat vechini gördük. Kur'ân'ın dışındaki söyleyişlerde sekizinci bir vecih de caizdir. Kur'ân'ın dışında dememizin sebebi, bu sekizinci şek*lin çoğunluğun kabul ettiği okuyuş şekline aykırı düşmesindendir. Said el-Ahfeş der ki: Hemze yerine he getirilerek dediğin gibi denilir. el-Ahfeş yüce Allah'ın: işte sizler..." (Âl-i İmran, 3/66 ve 119) buyruğu hakkında: Bunun aslı: şeklindedir, demiştir.
    7. Allah kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur. Gözleri üze*rinde perde vardır; onlar için büyük bir azap da vardır.
    Bu buyruk ile ilgili açıklamalar on başlıkta ele alınacaktır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  2. #12

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    1- Kâfirin Mühürlü Kalbi ve Kâfir Kalplerin Diğer Nitelikleri:


    "Allah... mühür vurmuştur." Yüce Allah, bu âyet-i kerimede onların iman etmelerine neyin engel olduğunu: "mühür vurmuştur" buyruğu ile açık*lamaktadır. kelimesi birşeyi mühürlemek için kullanılan dan mastardır. Mühürlenen şeye denilir. Mübalağalı ifade etmek isten*diği takdirde de kullanılır. Anlamı birşeyi örtmek ve bir başka şe*yin üzerine girmemesini sağlamak kastıyla emin olunacak hale getirmek de*mektir. kitabı (mektubu) ve kapıyı mühürledi ve benze*ri ifadeler de buradan gelmektedir. Bununla onun ağzına başka birşeyin ulaş*ması ve içine muhteviyatından başka birşeyin konulması önlenmek istenir.
    Meani alimleri Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. şöyle demiştir: Yüce Allah, kâfirlerin kalplerini on nite*lik ile nitelemiştir: Hatm (mühürlemek) tab' (damgalamak) dîk (darlık), ma*raz (hastalık), reyn (kabuk bağlamak), mevt (ölüm), kasavet (katılık), insi-raf (haktan yüzçevirmek), hamiyet (taassub) ve inkâr.
    İnkâra dair şöyle buyurmaktadır: "Onların kalpleri inkâr edicidir. Ve on*lar (büyüklük taslayan) müstekbirlerdir." (en-Nahl, 16/22)
    Hamiyete dair de şöyle buyurmaktadır: "Hani kâfirler kalplerine hami*yeti (taassub ve kibiri) cahiliyye hamiyetini koymuşlardı." (el-Feth, 48/26).
    İnsiraf (yüzçevirmeye) dair de şöyle buyurmaktadır: "Ve sonra yüzçevi-rip giderler. Allah da onların kalplerini ters çevirmiştir. Çünkü onlar an*lamayan bir toplulukturlar." (et-Tevbe, 9/127)
    Kasavet (katılık) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı zikretmek*ten (anmaktan yüzçevirdikleri için) kalpleri kaskatı olanların vay haline." (ez-Zümer, 39/22); "Bundan sonra yine kalpleriniz taş gibi katılaştı." (el-Ba-kara, 2/74)
    Mevt (ölüm) ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Bir ölü iken kendisi*ni dirilttiğimiz..." (e\-En'ava, 6/122); "Daveti kabul edenler ancak dinleyen*lerdir. Ölüleri ise Allah diriltecektir." (el-En'am, 6/36)
    Reyn (günahların kalbi örtmesi) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Ha*yır, aksine onların kazandıkları kalplerini örtmüştür." (el-Mutaffifin, 83/14)
    Maraz (hastalık) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Kalplerinde hasta*lık vardır." (el-Bakara, 2/10)
    Dîk (darlık) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Kimi de dalâlette bırakmak dilerse onun da göğsünü daralttıkça daraltır." (el-En'am, 6/125)
    Tab' (damgalama) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Bunun için de kalplerine damga vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar." (el-Munafikun, 63/3); "Bilakis Allah, inkârları yüzünden kalplerinin üzerini damgala-mıştır." {en-Nısz, 4/155)
    Hatm (mühürlemek) hakkında da bu âyet-i kerimede: " Allah kalpleri*ne. . . mühür vurmuştur." (el-Bakara 2/7) diye buyurmaktadır.
    Bütün bu buyrukların yeri geldikçe -yüce Allah'ın izniyle- açıklamaları da yapılacaktır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    2- Mühürlemek Nasıl Olur?


    Mühürlemek; açıkladığımız gibi hissedilir ve maddi olabileceği gibi, bu âyet*te geçtiği gibi manen de olabilir. Kalplerin mühürlenmesi yüce Rabbimiz hak Teala'nın hitaplannın anlamını kavramamak ve âyetleri üzerinde düşünmemek*tir. Kulakların mühürlenmesi ise, kendilerine okunduğu zaman Kur'ân-ı Ke-rim'i anlamamaları ya da yüce Allah'ın vahdaniyyetini kabule çağrıldıkları za*man çağrıyı anlayamamaları demektir. Gözlerin mühürlenmesi ise, Allah'ın ya*rattıklarına ve san'atının hayret verici yönlerine dikkat etmemek, onlara ula*şamamaktır. İbn Abbas, İbn Mes'ud, Katade ve başkalarının bu âyet-i kerime ile ilgili açıklamalarının ifade ettiği mana budur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    3- Allah'ın Hidâyet, Dalâleti, Küfür ve İmanı Yaratması ve Kaderiyye:


    Bu âyet-i kerimede hidâyeti, dalaleti, küfrü ve imanı yüce Allah'ın yarat*tığının en açık bir delili, en anlaşılır bir ifadesi vardır. İşitenler ibret alınız; düşünenler hayret ediniz; şu kendilerinin iman ve hidâyetlerini yarattığını söy*leyen Kaderiye'nin akıllarına!... Mühürlemek, tab'etmek (damgalamak)ın kendisidir. Kalplerine, kulaklarına mühür vurulmuşken, gözleri üzerinde perde çekilmişken, gayretlerini ortaya koysalar dahi imanı nerede bulabile*cekler, ne zaman hidâyeti elde edebilecekler? Onları saptırmış, sağır etmiş, gözlerfni kör etmişken, Allah'tan başka onlara kim hidâyet verebilir? "Allah kimi saptırısa artık ona hidâyet verecek hiçbir kimse yoktur" (er-Rad, 13/33) Allah'ın bu yaptığı saptırdığı ve yardımsız bıraktığı kimse hakkında adaletin kendisidir..Zira o saptırdığı kimsenin lehine herhangi bir hak gerçekleşmiş olup da Allah o hakkı o kişiden alıkoymuyor ki adalet niteliği zail olsun. Ak*sine onlardan alıkoyduğu şey kendilerine ihsan etmek imkanına sahip bu*lunduğu lütfü ve keremidir. Yoksa onlar için hak olan birşeyi onlardan esir*gemiş değildir.
    Kaderiyye: Mühür vurmanın, damgalamanın, perdelemenin anlamı, adlan*dırmak, hüküm vermek, onların iman etmeyeceklerini haber vermektir. Yoksa bunun fiilen yapılması değildir; dese;
    Cevabımız şu olur: Bu tutarsızdır. Çünkü mühürlemenin ve damgalama*nın hakikati kalbin kendisi sebebiyle mühürlenmiş ve damgalanmış hale gel*diği fiildir. O bakımdan bu işin gerçek mahiyetinin adlandırmak ve hüküm olması düşünülemez. Çünkü: "Filan kişi mektubu damgaladı ve mühürledi" denildiği takdirde bu, hakikatte o mektubun kendisi sebebiyle damgalanmış ve mühürlenmiş hale geldiği fiildir. Yoksa öyle bir adın verilmesi ve öyle bir hükmün verilmesi değildir. Dilciler arasında bu hususta herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan ümmet şanı yüce Allah'ın kâfirlerin küfürleri*ne bir ceza olmak üzere, kâfirlerin kalplerini mühürlemek ve damgalamak*la kendi yüce zatını nitelendirdiği üzerinde icma etmişlerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır, Allah küfürleri yüzünden kalplerini damgalamıştır." (en-Nisa, 4/155)
    Ümmet, kâfirlerin kalplerinin peygamber, melekler ve müminler tarafın*dan mühürlenip damgalanmasının imkansız olduğu hususunda icma etmiş*lerdir. Eğer mühürleyip damgalamak, adlandırmak ve hüküm vermekten iba*ret olsaydı, bu işin peygamberler ve müminler için imkansız olmaması ge*rekirdi. Çünkü hepsi de kâfirleri kalpleri mühürlenmiş ve damgalanmış ola*rak adlandırırlar, onları dalalet içerisinde iman etmeyenler olarak bilirler ve bu hususta onlar hakkında hüküm verirler. Böylelikle mühürlemenin ve damgalamanın hüküm ve adlandırmadan farklı bir mana ifade ettiği kesin*lik kazanmış olur. Bu şanı yüce Allah'ın kendisi sebebiyle iman etmeyi en*gellediği, Allah'ın kalpte yarattığı bir manadır. Bunun delili; yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Biz böylece onu günahkarların kalplerine sokarız. Onlar bu*na inanmazlar." (el-Hicr, 15/12-13); "Halbuki Biz, onu anlamasınlar diye kalplerine perdeler... koyduk" (el-En'am, 6/25) ve benzeri başka buyruklar. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    4- Kalp:


    ".... kalplerine...." buyruğunda kalbin bütün organlardan üstün olduğu*nun delili vardır. Kalp, insan hakkında ve başkaları hakkında da kullanılır. Herşeyin arısı ve en şerefli bölümü o şeyin kalbidir. Kalb düşünce ve fikir yeridir. Kelime asıl itibariyle birşeyi başlangıcına doğru döndürüp çevirdiği*miz takdirde kullanılan o şeyi çevirdim, çeviriyorum, dön-dürüyorum"dan mastardır. Kabı yüzüstü döndürdüğümüz takdirde şöyle denilir. Daha sonra bu lafız asıl manasından hareketle canlının en şerefli olan şu organına ad olmuştur. Buna sebep ise oraya gelen düşün*celerin çok hızlı gelmesi ve dönüp durması, evirilip çevirilmesidir. Nitekim şöyle denilmiştir:
    "Kalbe kalp adının verilmesi onun evrilip çevirilmesinden dolayıdır. O bakımdan kalbin için döndürülmekten ve çevirilmekten sakın."
    İşte araplar bu masdarı bu şerefli organın adı olarak kullanmaya başladı*ğından dolayı, başındaki kaf harfini kalın okuyarak kendisi ile kelimenin as*lı arasında fark olduğunu göstermek istemişlerdir. İbn Mace'nin Ebu Musa el-Eş'ari'den rivayetine göre, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kalbin mi-/salı geniş bir arazide rüzgarların evirip çevirdiği bir tüye benzer." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. İşte bu " anlam dolayısıyla Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Ey kalplere sebat veren Allah'ım, Senin itaatin üzre kalplerimize sebat ver." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Peygamber (s.a) kad-rinin büyüklüğüne, makamının yüceliğine rağmen böyle buyurduğuna gö*re, ona uyup bizim bu şekilde dua etmemiz öncelikle sözkonusu olmalıdır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına gi*rer." (el-Enfal, 8/24) Buna dair açıklamalar ileride gelecektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    5- Kalbin Diğer Organların Amelinden Etkilenmesi:


    Organlar her ne kadar kalbe tabi ise de -onların başkanı ve hükümdarı ol-jpaasına rağmen- kalp organların işlediklerinden etkilenir. Çünkü zahir ile batın arasında bir ilişki vardır. Peygamber (s.a) de şöyle buyurmaktadır: "KişiV "' doğru söyler. Bunun üzerine onun kalbine beyaz bir nokta konur. Yine kişi bir yalan söyler ve bunun sebebiyle kalbi kararır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği ve sahih olduğunu belirttiği ha-,-.
    dis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: "Kişi bir günah işlediği takdirde kal-___. bi kararır. Eğer tevbe ederse o zaman onun bu kalbi pürüzsüz olur." Daha sonra şöyle buyurdu: "Yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de: "Hayır, bilakis on*ların kazandıkları kalpleri üzerine bir perde çekmiştir." (el-Mutaffifin, 83/14) buyruğunda sözünü ettiği "er-rayn" işte budur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Mücahid de der ki: Kalp avuç gibidir. Her bir günah sebebiyle ondan bir parmak kapanır. Son*ra da üzerine mühür basılır.
    "Derim ki: Mücahid'in bu sözü ile Peygamber (s.a)'ın: "Şüphesiz vücutta bir et parçası vardır. O düzelirse vücudun tümü düzelir, o bozulursa vücudun tümü bozulur. Dikkat edin o kalptir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. buyruğunda mühürlemenin ger*çek anlamda olduğunun delili vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
    Denildiğine göre, kalp bir çeşit çam ağacına benzer. Bu aynı zamanda Mü*cahid'in sözünü desteklemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
    Müslim'in rivayetine göre Huzeyfe şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) bize iki hadis-i şerif söyledi ki, bunlardan birisinin gerçekleştiğini gördüm ve şu an*da ikincisini beklemekteyim. O bize şunu anlattı: "Gerçek şu ki emanet yi*ğitlerin kalplerinin köküne nazil oldu. Sonra Kur'ân-ı Kerim nazil oldu ve Kur'ân'ı da öğrendiler sünneti de öğrendiler." Daha sonra bizlere emanetin | kaldırılmasından söz edip şöyle dedi: "Kişi uykuya dalar, kalbinden emanet i alınır. Geriye ufak bir nokta gibi onun izi kalır. Sonra bir daha uyur. Kalbin- i den emanet yine alınır ve onun ufak kabarcık gibi bir izi kalır. Tıpkı ayağın i üzerine yuvarladığın bir kor ateşin deriyi kabartması gibi. Sen onu kabar-i mış görürsün fakat içinde hiçbir şey yoktur. -Sonra ufak bir çakıl taşı aldı ve ^ onu ayağının üzerine yuvarladı- İnsanlar sabah olur alışverişe koyulurlar. Hemen hemen hiç kimse emaneti yerine getirmez. O kadar k: Filan oğullan ara- i sında güvenilir bir kimse vardır, denilir. O kadar ki: Bu adam ne kadar ki- , bar, ne kadar akıllı denilir, halbuki kalbinde hardal tanesi ağırlığında iman- ! dan eser yoktur. Bir zamanlar ben kiminle alışveriş yaptığıma aldırış dahi et*mezdim. Eğer bu kişi müslüman ise, (ve benim hakkım ona geçmiş ise) mut- ı laka dinine bağlılığı sebebiyle onu bana geri getirecek, şayet o bir hıristiyan i yahut bir yahudi ise, onun başındaki kişi o hakkımı bana geri getirir idi. Bu- gün ise, ben sizin aranızdan ancak filan ve filan ile alışveriş yaparım." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. y Hz. Peygamber'in sözünü ettiği şekilde: "Ufak bir eser" ve "kabarcık" de*yip bunu "ayağına yuvarladığın bir kor ateş gibi" diye açıklaması ve: "Senin onu kabarmış görmen" ifadeleri bütün bunların kalbe, etki eden ve hissedi*lir şeyler olduğunu göstermektedir. İşte mühürlemek ve damga vurmak da böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
    Hz. Huzeyfe'nin rivayet ettiği şu hadiste de durum böyledir. Rasûlullah1^ (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Fitneler kalplere tıpkı bir hasır gibi çu- \ buk çubuk olarak aızedilir. Hangi kalbe bu fitneler içirilirse, ona siyah bir nüt- / ke konulur. Ve hangi kalp bunlara karşı çıkarsa ona beyaz bir nokta konur. V Nihayet iki türlü kalp ortaya çıkar: Birisi dümdüz kaya parçası gibi bembe- j yazdır. Gökler ve yer devam ettiği sürece hiçbir fitnenin ona zararı olmaz. Diğeri ise, bulanık siyah ve yana meyletmiş bir testiyi andırır. Hiçbir marufu maruf olarak bilmez. Hiçbir münkere de karşı çıkmaz. Ancak kendisine/ Hçirilen hevayı bilir..." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    6- Kalbin Diğer Adları:


    Bazan kalpten "tuâd" ile "sadr (göğüs)" diye de söz edilir. Yüce Allah şöy*le buyurmaktadır: "Biz onu senin kalbine (fuad) iyice yerleştirelim diye böyle yaptık." (Türkan, 25/32); "Biz, göğsünü senin için genişletmedik mi?" (el-İnşirah, 94/1) Her iki buyrukta da onun kalbi kastedilmektedir. Bazan kalp ile aklın da kastedildiği olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak bunda kalbi olan... kimse için elbette öğüt vardır." (Kaf, 50/37) Burada kastedilen akıldır. Çünkü kalp çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre aklın ye*ridir. Fuâd kalbin yeridir, sadr ise fuâdın yeridir. Doğrusunu en iyi bilen Al*lah'tır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  3. #13

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    7- Kulaklar ve Gözler:


    İşitmeyi görmeye üstün tutanlar Yüce Allah'ın: "Kulaklarına" buyruğunu, lehlerine delil göstermişlerdir. Çünkü burada "kulaklar", "gözler"den önce zik*redilmiştir. Şanı yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ne dersiniz? Eğer Allah kulaklarınızı ve gözlerinizi alsa...." (el-En'am, 6/46); "Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi." (en-Nah\, 16/78) Bu görüşü savunanlar der ki: İşit*me ile altı yönden de idrak edilir. Aydınlıkta da karanlıkta da idrak edilir. Fa*kat ancak karşı tarafta olanlar görülür ve ışık ve aydınlık vasıtasıyla görmek mümkündür. Kelamcıların çoğunluğu ise görmenin işitmeden üstün olduğu*nu kabul etmişlerdir. Çünkü işitme ile ancak sesler ve sözler idrak edilir. Gör*me ile cisimler, renkler ve bütün şekiller idrak edilir. Bunlar derler ki: Gör*me ile alakalı olanlar daha çok olduğundan dolayı o daha üstündür. Ayrıca altı yönden görme ile idrakin mümkün olabileceğini de kabul etmişlerdir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    8- Gözlerin Çoğul Gelmesinin Sebebi:


    Neden "gözler" çoğul geldi de "işitme" tekil gelmiştir diye sorulacak olursa, şu cevap verilir: Buna sebep bu kelimenin mastar olmasıdır. Çok hak*kında da az hakkında da kullanılır. Aynı zamanda "sem' (işitmek)" kendisi vasıtasıyla işitilen organın da adıdır. Bu organa fiilin masdarı isim olmuştur. Şöyle de denilmiştir: Burada "işitme" bir topluluğa izafe edildiğinde dolayı bununla topluluğun işitmelerinin kastedildiği anlaşılmaktadır. Şairin şu söz*lerinde olduğu gibi:
    "O (uçsuz bucaksız) yollarda leşleri vardır kusurlu develerin;
    kemiklerine gelince,
    (Üzerlerindeki etler vahşi hayvanlar tarafından sıyrıldığından dolayı) parlak ve beyazdır. Derileri ise (güneşte suyu çekilmiş) kupkuru kesilmiştir." Şair burada çoğul olarak "derileri" kastettiği halde"deri" kelimesini tekil ola*rak kullanmıştır. Çünkü o topluluğun birtek derisinin olamayacağı bellidir. Bir başka şair de benzeri bir durum hakkında şöyle demektedir:
    "Biz esir alınmışken öldürülmeyi olmayacak birşey sayma Boğazınızda bir kemik vardır ve biz kahrolduk."
    Burda "boğazlarınızda" kastediyor. Bir başka şairin şu sözleri de bunun gibidir:
    "Sanki o, kızmış iki Türk'ün suratı gibidir
    Hızlıca atını sürüp mızrağı için hedef alan gibi."
    Burada "iki yüz" kastettiği halde "iki Türkün suratı" demiştir. Çünkü iki kişinin tek bir yüzü olmayacağı bilinen bir şeydir. Bunun misali gerçekten çoktur.
    Âyetin bu bölümü çoğul olarak: onların kulaklarına" şeklinde de okunmuştur. Anlamının "işitme yerlerine" olması da muhtemel*dir. Çünkü işitmeye mühür vurulmaz.. İşitme yerlerine mühür vurulur. Bu şe*kilde muzaf hazfedilmiş ve muzafun ileyh onun yerine kullanılmıştır. "Sem': İşitmek" dinlemek anlamında da kullanılır. Bu bakımdan "senin benim söz*lerimi dinlemen hoşuma gider" anlamında ifadesi kul*lanılır. Avcının sesine ve köpeklerin havlamasına kulak veren bir öküzün du*rumunu anlatan Zu'r-Rimme'nin şu beyiti de böyledir:
    "Uzaktan uzağa gelen sese büyük bir maharetle kulak verdi O gizli sesi duymak için ve duyduğunda onun yalan yok, o bir gerçekti." (Sin harfinin esreli mim harfinin de sakin okunması ile): "es-Sim"1 şeklin*deki kelime insanın güzel bir şekilde sözkonusu edilmesi demektir. Yine kur*dun sırtlandan olma yavrusuna da "sim"' denir.
    Burada kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Buna karşılık perde" kelimesi mübteda olarak merfudur ve ondan önceki ifade*ler de haberdir. "Kalpleri" buyruğu ile ona atfedilen kelimelerdeki zamirler şanı yüce Allah'ın ezelden beri iman etmeyeceklerini bildiği Kureyş kâfirle*ri hakkındadır. Bunun münafıklar, yahudiler hakkında olduğu söylendiği gi*bi bütün kâfirler hakkında olduğu da söylenmiştir. Çünkü bu daha geneldir. Buna göre mühürlemek kalpler ve kulaklar, perdelemek ise gözler hak*kında sözkonusudur. Ğişâ, örtü, perde demektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    9- Perde:


    Eğer örtüsü anlamına gelen tabiri de burdan gelmektedir. Bir-şeyi örtüp kapatmak için fiili kullanılır. en-Nâbiğa der ki: "Zübyanoğullarma şanımı ne diye sormadın? Saçları ağarmış ve kumara katılmayıp kavmiyle birlikte etlerinden yiyen kimseyi duman örttüğü zaman." Bir diğer şair de şöyle demektedir:
    "Gözüm üzerinde perde varken seninle arkadaşlık ettim.
    Gözüm açılınca kendimi parçalarcasına kınadım."
    İbn Keysan der ki: "Gişâve" kelimesinin çoğulunu yapmak isterseniz, son*daki "h" harfini hazfederek (sonu hemzeli) "ğişâ" dersiniz. el-Ferra, "edavi" gibi "ğeşavi" şeklinde yapılacağını da nakletmiştir.
    Burada bu kelime şeklinde nasb ile ve: "Ve gözlerine perde çek*ti" anlamında da okunmuştur. O takdirde şairin şu sözlerine benzer:
    "Ben ona saman ve soğuk su yedirdim."
    Bir başka şair de buna benzer şöyle demiştir:
    "Keşke senin kocan gitseydi
    Kılıç ve mızrak kuşanmış olarak."
    Burada önceki mısrada anlam "... ve ona su içirdim" şeklinde sonraki be*yitte ise: "Ve mızrak taşımış olarak" şeklindedir. Çünkü mızrak kuşanılmaz. ei-Farisi der ki: Normal genişlik ve tercih halinde böyle bir kullanım hemen hemen görülmez gibidir. Buna göre bu kelimenin ref" halinde okunması da*ha güzeldir. O takdirde aradaki "vav" harfi de cümlenin cümleye atfedilme*si olur. el-Farisi der ki: Ben "el-Ğişave"den gelen ve çekimi yapılan vav'lı bir fiil bilmiyorum.
    Müfessirlerden kimisi şöyle demiştir: "Gişave: Perde" kulaklar ve gözler üzerindedir. Bu durumda kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Başkala*rı da şöyle demiştir: Mühürlemek hepsi hakkındadır. Gişave (perdelemek) ise mühürlemenin kendisidir. Buna göre ( iji^i- ) kelimesi üzerinde durak ya*pılır.
    el-Hasen de ğayn harfinin ötreli okunması suretiyle şeklinde okur*ken Ebu Hayve de o harfi üstün olarak okumuştur. Ebu Amr'dan ise, şeklinde masdarın aslına irca ederek okuduğu rivayet edilmiştir. İbn Keysan der ki: Bunun şekillerinde okunması caizdir. Fakat en güzel okuyuş şeklindedir. Araplar birşeyi kapsamak, üzerinde olmak an*lamında kullanılan herşey hakkında bu vezin ile bu kelimeleri kullanırlar. İmame (sarık), kinane (ok torbası), kilade (gerdanlık), isabe (başa bağlanan bez) ve benzeri şeyler. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    10- Kâfirlere Azap:


    Şanı yüce Allah'ın: "Ve onlar için" buyruğundan kasıt yalanlayan kâfirler*dir. "Büyük bir azap vardır" buyruğu ile de bu azabın niteliği belirtilmekte*dir. Azaba örnek olarak kamçı ile vurmayı, ateş ile yakmayı ve buna benzer insana acı ve ıstırap veren şeyleri gösterebiliriz. Kur'ân-ı Kerim'de: "Ve mü'mirilerden bir grup onların azaplarına tanık olsunlar." (en-Nur, 24/2) diye buyurulmaktadır. Azab kelimesi, alıkoymak ve engellemekten türetilmiş*tir. "Onu filan şeyden alıkoyarım ve engellerim" anlamında: denilir. Suyun tatlılığını ifade etmek üzere "uzube" denilmesi de bundan ileri gelmek*tedir. Çünkü suyun arılaşmak ve ona karışan şeylerin ayrılmasını sağlamak üzere kapta alıkonulmak suretiyle tatlı olması sağlanmak istenir. Ali (r.a)'ın şu sözü de böyledir: yani hanımlarınızı dışarıya çıkmaktan alıkoyunuz" demektir. Yine Hz. Ali'nin bir askerî birliği uğurlar*ken şöyle dediği nakledilmektedir:
    Nefislerinizi ka*dınları hatırlamaktan alıkoyunuz. Çünkü bu sizin gaza arzunuzu kırar." Her*hangi bir şeyden alıkoyduğun herkesi "azablandırmış olursun." Meselde şöyle denilmiştir: "Andolsun ben sana engelleyici bir gem takacağım." Yani insanlara yüklenmeni önleyecek bir engel takacağım, demektir. Birşeyden im*tina etmek anlamında imtina etti, başkasını alıkoymak anlamında da: başkasını alıkoydu" denilir. Buna göre bu fiil hem lazım (ge*çişsiz), hem de müteaddi (geçişli )dir. Azaba bu adın veriliş sebebi, ona mahkum olan kimseden insan bedenine uygun gelen her türlü hayırın alıko*nulup engellenmesi, bunun zıddı olan şeylerin ise üzerine yağdırılması, boşaltılmasıdır.
    8- İnsanlardan kimisi: «Allah'a ve âhiret gününe inandık derler.» Halbuki onlar iman etmiş değillerdir.
    Buyruğu ile ilgili açıklamalar yedi başlık halinde ele alınacaktır: Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  4. #14

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    1- Sûre'nin İlk Ayetleri:


    İbn Cureyc, Mücahid'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Bakara sûresinde mü'minler hakkında dört âyet, kâfirlerin nitelikleriyle ilgili iki âyet, mü*nafıklar hakkında da onüç âyet-i kerime nazil olmuştur." Esbat'ın es-Süddi'den yüce Allah'ın: "İnsanlardan... " buyruğu hakkında: Onlar münafıklardır, dediğini rivayet etmektedir. Sufi alimleri der ki: "en-Nas" bir cins ismidir. Ve*li (dost) edinilen kimselere ise cins ismiyle hitap edilmez. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    2- Dilcilere Göre "en-nâs":


    Nahivciler "en-nas" kelimesi hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bunun ço*ğul isimlerinden birisi olup "insan" ile "insane" kelimesinin lafzı değiştirile*rek çoğulu olduğu ve bunun küçültülmüş isminin "nüveys" olduğu belirtil*miştir. Buna göre en-nas kelimesi hareket anlamına gelen en-nevs'ten gel*mektedir. O bakımdan " Hareket etti, eder" denilir. Umm Zer' ha-"disi diye bilinen hadiste de şu ifadeler geçmektedir: "Kulaklarıma aşağı doğru sarkan ve hareket eden küpeler verdi." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Bunun Unuttu" kökünden geldiği de söylenmiştir. İbn Abbas der ki: Âdem (a.s) Allah'ın ahdini unuttuğundan dolayı "insan" adını almıştır. ^Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Adem unuttuğundan (ya da; Âdem'e' îjjnutturulduğundan) dolayı onun zürriyyeti de unuttu." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Kur'ân-ı Kerim'de de yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki bundan önce biz Adem'e vahyettik ve o unuttu." (Taha, 20/115) İleride ge*lecektir. Buna göre insan kelimesinin başındaki hemze fazladandır. Şair der ki:
    "Bu ahidleri sakın unutma. Çünkü,
    Sen unutkan olduğun için sana insan adı verildi."
    Bir başka şair de şöyle demektedir:
    "Eğer önceden sana vermiş olduğum sözleri unutursam
    Bağışla. Çünkü ilk unutan kişi insanların ilkidir."
    İnsana bu adın veriliş sebebinin onun (Hz. Adem'in) Havva ile ünsiyeti olduğu da söylenmiştir. Rabbiyle ünsiyeti dolayısıyla bu adın verildiği de söy*lenmiştir. O takdirde kelimenin başında bulunan hemze aslî harflerden olur. Şair der ki:
    "İnsana ancak ünsiyyeti dolayısıyla bu isim verilmiştir Kalbe ise ancak dönüp durmasından (niyetleriyle evirilip çevirilmesinden)
    bu ad verilmiştir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    3- Münafıklar da Bir Çeşit Kâfirdir:


    Yüce Allah, önce müminleri sözkonusu etti. Şeref ve faziletleri dolayısıy*la önce onların niteliklerini belirtti. Daha sonra onların zıddı olarak kâfirle*ri zikretti. Çünkü küfür ve iman iki ayrı taraftır. Arkasından münafıkları zik*redip az önce kendilerinden söz ettiği kâfirlere kattı. Çünkü yüce Allah: "On*lar iman etmiş değillerdir" buyruğu ile mü'min olmadıklarını belirtmekte*dir. Bu buyruk ile Kerramiye'nin: "Kalp inanmasa dahi iman dil ile söylemek*ten ibarettir." görüşü reddedilmektedir. Buna delil olarak da yüce Allah'ın: "Allah da onları söylediklerinden dolayı... mükafatlandırdı" (el-Maide, 5/85) buyruğunu delil gösterir ve derler ki: Burada yüce Allah: "Söyledikle*rinden ve kalplerinde gizlediklerinden dolayı" diye buyurmamıştır. Delil. jOİarak Hz. Peygamber'in şu sözlerini de gösterirler: "Ben insanlarla la ilahem ^'illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri takdir-, de ise kanlarını ve mallarını bana karşı korumuş olurlar." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Ancak onların ileri sürdükleri bu görüş bu konuda kusurlu olduklarını ve donukluklarını ortaya koymakta: Kur'ân ve Sünnnetin söz ve inanç ile bir*likte amelde de bulunmak gerektiğini belirten buyrukları üzerinde düşünme-('yi terkettiklerini göstermektedir. Oysa Rasûlullah (s.a) şöyle de buyurmuş-"y tur: "İman, kalp ile bilmek, dil ile söylemek, azalar ile de amel etmektir." Bu-Vnu İbn Mace Sünen'inde rivayet etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Buna göre Sicistanlı Muhammed b. Kerram'ın ve onun görüşünü kabul edenlerin benimsedikleri kanaat nifakın kendisi ve bizzat ayrılıktır. Yardım*sız bırakılmaktan ve kötü inançtan Allah'a sığınırız. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    4- Mü'min ve Kâfir'in Türleri:


    Bizim (Mâliki mezhebine mensup) ilim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) şöyle demişlerdir: Mü'min iki türlüdür: Birisi Allah'ın sev*diği ve dost edindiği mümin, diğeri ise Allah'ın sevmediği ve dost edinme*diği, aksine buğzedip düşmanlık ettiği mü'min. İman ile vefat edeceğini bil*diği her mü'mini Allah sever, onu dost edinmiştir, ondan razıdır. Allah kü*für üzere öleciğini bildiği herkese de buğdezer, ona gazap eder, ona düşman*dır. Ancak bu onun imanı sebebiyle değildir. Aksine, vefatı esnasındaki kü*für ve dalaleti dolayısıyladır.
    Kâfir de iki türlüdür. Birisi kaçınılmaz olarak ceza görecek, diğeri ceza gör*meyecek kâfirdir. Ceza görecek olan kâfir, küfür üzere ölen kişidir. Allah böy*le bir kimseye gazap eder ve ona düşmandır. Cezalandırılmayacak kişi ise iman üzere ölen kişidir. Yüce Allah böyle birisine azap etmez, buğzetmez, aksine onu sever, onu dost edinir. Hali hazırdaki küfrü sebebiyle değil, iman üzere vefat edeceğinden dolayı böyledir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    5- Mutlak Olarak Sevap Ya da Ceza Göreceğini Söylemek:


    Buna göre mutlak olarak: "Mü'min, sevap kazanmayı hakeder, kâfir de ce*zayı hakeder" demek caiz değildir. Aksine bunun iman ile kayıtlı olarak söy*lenmesi gerekir. İşte bundan dolayı şöyle deriz: Putlara taptığı esnada, yü*ce Allah Hz. Ömer'den razı idi. Onun sevap kazanmasını murad ediyor, cen*nete gitmesini istiyordu. Puta taptığından dolayı değil, fakat mü'min olarak vefat edeceğinden dolayı böyle idi. Diğer taraftan, ibadet ettiği esnada bi*le İblis'e gazap etmiş idi. İbadet ettiği esnadaki halinden dolayı değil, sonun*da küfür üzere öleceğinden dolayı.
    Bu hususta Kaderiye farklı bir kanaat belirterek muhalefet etmiş ve şöy*le demiştir: Hayır, ibadeti esnasında Allah İblis'e gazap etmemiştir. Putlara taptığı vakit de Allah Ömer'den razı değildi. Ancak bu görüş tutarsızdır. Çün*kü şanı yüce Allah İblis'in (Allah'ın laneti üzerine olsun) ne halde öleceği*ni bildiği gibi, Hz. Ömer'in de ne şekilde vefat edeceğini ezelden beri bili*yordu. Böylelikle Allah'ın İblis'e ezelden beri gazap ettiği ve Ömer'i sevdi*ği sabit olmuş olur. Buna delil ümmetin şu husus üzerine icma etmiş olma*sıdır: Şanı yüce Allah cehennem ehlinden olduğunu bildiği kimseyi sevmez. Aksine o kimseye gazap eder. Diğer taraftan cennet ehlinden olduğu kim*seleri de sever. Peygamber (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki amer-ler, son hallere göredir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu bakımdan sûfî ilim adamları şöyle der: İman kulun söz ve fiil olarak kendisiyle süslenip bezendiği şeyler değildir. İman, ezelden beri kişinin mutluluğuna dair cereyan etmiş olan hükümdür. Bunun beden üzerinde ortaya çıkması ise, kimi zaman iğreti olarak sözkonusu ola*bilir, kimi zaman da bir hakikat olarak ortaya çıkabilir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Derim ki: Bu, Müslim'in Sahih'inde ve başka hadis kaynaklannda =abit olan Abdullah b. Mes'ud'un şu hadisindeki ifadeyi dile getirmektedir: Al dulları b. Mes'ud dedi ki: Doğru söyleyen ve doğruluğu tasdik edilen Rasûlulîah bi*ze anlattı: "Sizden her bir kimsenin yaratılışı annesinin karnında kırl£ gün tutulur. Sonra bunun kadar bir süre alaka (sülüğü andıran bir kan pıhtısı) olur: \ Sonra bunun kadar bir süre bir çiğnemlik (et parçası) olur. Sonra Allah me- i leği gönderir. Bu melek ona ruh üfler. Ona dört husus emredilir: Rızkını, ece*lini, amelini bedbaht mı yoksa mutlu mu olacağını yazması emredilir. Ken- i dişinden başka hiçbir ilah bulunmayan adına yemin ederim, sizden herhangi bir kimse, cennet ehlinin amelleriyle amel eder. O kadar ki kendisi ile cen*net arasında sadece bir arşınlık mesafe kalır, fakat onun için takdir edilen hü-' küm onu geçer ve cehennem ehlinin ameli ile iş yapar ve böylelikle oraya . girer. Ve yine sizden herhangi bir kimse cehennem ehlinin ameli ile amel eder, o kadar ki kendisi ile cehennem arasında bir arşınlık mesafe kalır. Fakat onun hakkında yazılmış olan hüküm onu geçer ve cennet ehlinin ameli ile amelde bulunarak oraya girer." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  5. #15

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    6- İman ve Amel:


    Denilse ki: İmam, hadis hafızı, Ebu Muhammed Abdülğani b. Said el-Mıs-rî'nin zındıklık sebebiyle asılmış Muhammed b. Said eş-Şami'den -ki bu ; i Muhammed b. Ebu Kays'tır- onun Süleyman b. Musa'dan -ki bu da el-Eşdak j diye bilinir- onun Mücahid b. Cebr'den, onun İbn Abbas'tan rivayetine gö- ; re: Bize Ebu Rezin el-Ukayli haber vererek dedi ki: Rasûlullah (s.a) bana de- / di ki: "Ey Ebu Rezin, ben ve sen tadı hiçbir şekilde değişmeyen bir sütten/ (cennette) içeceğiz" Ben dedim ki: Allah ölüleri nasıl diriltir? Bana şu ceva-i' <n bı verdi: "Kurumuş halde sana ait olan bir araziden hiç geçtin mi, sonra ay- 7 ) nı yerden geçerken onun yeşermiş olduğunu, sonra aynı yerden geçerken \ tekrar kurumuş olduğunu, sonra aynı yerden geçerken yine yeşermiş oldu*ğunu hiç gördün mü?" Ben: Gördüm, deyince Hz. Peygamber şöyle buyur*du: "İşte öldükten sonra diriliş de böyledir." Ben yine: Benim mü'min oldu*ğumu nasıl bilebilirim? dedim şu cevabı verdi: "Bu ümetten -İbn Ebi Kays der ki: Veya benim ümmetimden diye buyurdu- olan herkes bir iyilik yapar, bu*nun iyilik olduğunu bilir ve buna karşılık Allah'ın kendisine hayır ile karşı-i lık vereceğini bilirse veya bir kötülük işler, bunun kötülük olduğunu bilir, Al*lah'ın buna karşılık ona kötü bir ceza vereceğini yahut o kötülüğü ona bağışlayacağını bilirse o kişi muhakkak mü'mindir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Derim ki: Bu hadis-i şerif senet itibariyle her ne kadar güçlü değil ise de manası doğrudur ve İbn Mes'ud tarafından rivayet edilen az önce kaydet*tiğimiz hadis-i şerife aykırı değildir. Çünkü o hadis-i şerifteki ifade ölüm ha*li ile alakalıdır, Peygamber (s.a)'ın: "Ameller ancak sonuçlan iledir" hadisi*ni andırmaktadır. Bu hadis-i şerif ise, böyle olan kimsenin o haliyle mü'min olacağını göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    7- Münafık'a Bu Adın Veriliş Sebebi:


    Dil alimleri der ki: "Münafık"a münafık deniliş sebebi, içinde gizlediğin*den başka birşeyi açığa vurmasıdır. Bu isimin ona verilmesiyle o, yafean fa*resi denilen hayvana benzetilmiştir. Bu cerboa (Arap tavşanı, yaban faresi) denilen hayvanın "en-Nafika (bugünkü diliyle tünel anlamında)" adını alan bir deliği bulunur. İkinci bir deliği daha vardır ki o deliğin adı da "el-Kâsiâ"dır. Bu hayvan yeri deler, içeri girer. Yerin yüzeyine yakın ve toprağı inceltince-ye kadar deliğini sürdürür. Herhangi bir tehlike sezdiği vakit kafası ile bu top*rağı iter ve dışarı çıkar. O bakımdan bu hayvanın deliğinin dışı toprak, içe*risi ise, kazılmış halde olur. Münafıkın durumu da işte böyledir. Onun dış gö*rünüşü iman, içi ise küfürdür. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce geçmiş bulunuyor. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    9- Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar, halbuki onlar, ancak kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar.

    Aldatmak Bozgunculuktur:


    İlim adamlarımız der ki: "Allah'ı... aldatmaya çalışırlar" buyruğu, ken*dilerince ve kendi kanaatlerine göre onu aldatmaya çalışırlar demektir. Al*lah'ın bu şekilde buyurmasının sebebi, yaptıkları işin, aldatmak isteyen kimsenin işine benzediğinden dolayıdır. Bu ifadede bir hazf (söylenmemiş bir lafız)ın olduğu da ileri sürülmüştür. Bunlara göre ifadenin takdiri şöyle*dir: "Onlar Rasûlullah (s.a)'ı aldatmaya çalışırlar." Bu görüş el-Hasen ve başkalarından rivayet edilmiştir. Bu şekilde onların Allah'ın Peygamberini al*datmaya çalışmaları bizzat Allah'ı kandırmaya çalışmak gibi değerlendirilmiş olur. Çünkü Allah onları peygamberine verdiği risalet aracılığıyla çağırmak*tadır. Aynı şekilde mü'minleri aldatmaya çalıştıkları vakit de Allah'ı aldatma*ya kalkışmaları demektir.
    Onların aldatmaya çalışmaları, içlerinde gizledikleri küfre uymayan açığa vurdukları imanlarıdır. Bu şekilde davranmakla kanlarını ve mallarını korumak isterler. Böylelikle kurtulduklarını ve karşılanndakini aldattıklannı sanırlar. Bu*nu tefsir ilmiyle uğraşan birtakım kimseler söylemiştir. Dil bilginleri de der ki: Arap dilinde aldatma (el-had')ın asıl anlamı, fesat ve bozuluştur. Bunu Saleb İbnu'l-Arabi'den nakletmekte ve şu beyiti buna delil göstermektedir:
    "Rengi beyaz tadı lezzetlidir Tükürük bozulursa da yine tükürüğü hoştur."
    Derim ki: Buna göre "Allah'ı aldatmaya çalışırlar" buyruğunun anlamı şöyle olur.- Onlar kendileriyle Allah arasındaki hallerde riyakarlıkta bulunmak suretiyle iman ve amellerini bozarlar. Nitekim Peygamber (s.a) den de - ile*ride açıklanacağı üzere- bu şekilde açıklandığına dair rivayet gelmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de de: "İnsanlara karşı riyakarlık yaparlar" (en-Nisa, 4/142) diye buyurulmaktadır.
    Bunun asıl itibariyle gizlemek demek olduğu da söylenmiştir. Eşyanın içe*risinde bulunduğu evin gizli saklı tarafına da "el-mehda" tabirinin kullanıl*ması da buradan gelmektedir. Bunu İbn Faris ve başkaları nakletmektedir. Araplar da Kertenkele yuvasında gizlendi" derler. Yüce Allah'ın: "Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar" buyruğun*da bir olumsuz ifade ve bir olumluluk vardır. Yani bu aldatmanın akıbeti yal*nızca kendilerini bulur. "Her kim asla aldatılamayanı aldatmaya kalkışırsa, an*cak kendisini aldatır" diye bir söz de vardır. Bu doğrudur. Çünkü aldatmak ancak gizlilikleri bilemeyen kimseye karşı yapılabilir. Gizlilikleri bilen kim*seyi aldatmaya kalkışan ancak kendisini aldatmış olur.
    Bu aynı zamanda Allah'ı tanımadıklarını da göstermektedir. Çünkü onlar Allah'ı tanımış olsalardı O'nun asla aldatılamayacağını da bilirlerdi. Hz.Pey-; 'gamber'in şöyle buyurduğuna daha önce dikkat çekilmişti: "Allah'ı aldatma*ya çalışma. Çünkü her kim Allah'ı aldatmaya kalkışırsa Allah onu aldatır ve yo kişi eğer farkında ise aslında kendisini aldatır." Bunu duyanlar: Ey Allah'ın ( ' peygamberi, Allah nasıl aldatılmaya çalışılabilir ki? deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Sen Allah'ın sana emrettiği şeyi yaparsın, fakat bu işi yaparken O'ndan başkasını amaç olarak gözetirsin." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Yüce Allah'ın da ne şekilde aldattığı: "Allah onlarla alay eder" (el-Baka-ra, 2/15) buyruğu tefsir edilirken açıklanacaktır.
    Nafi', İbn Kesir ve Ebu Amr, bu kelimeyi her iki yerde de lafızlar arasın*da da cinas olsun diye şeklinde okumuşlardır. Asım, Hamza, Ki-sai ve İbn Amir ise ikinci kelimeyi şeklinde okumuşlardır.
    Bu kelimenin mastarı Hı harfinin esreli okunuşu ile ve şeklindedir. Bunu Ebu Zeyd nakletmiştir. Muverrik el-İcli ise, ya harfini öt-reli, hı harfini üstünlü, dal harfini şeddeli olmak üzere ve çoğul ifade ede*cek şekilde Allah'ı çokça aldatmaya çalışırlar" şeklinde okumuştur. Ebû Tâlût Abdüsselâm b. Şeddâd ile el-Cârûd ise, ya harfi ötreli, hı harfi sakin ve dal harfi üstün olmak üzere şeklinde ve: "Ancak ken*dileri tarafından aldatılmaktadırlar" anlamında okumuşlardır. Bu okuyuşa gö*re, aradaki harf-i cer hazfedilmiş olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuş*tur: Musa kavmini (n arasından)., seçti" (el-A'râf, 7/155) anlamını ifade eder.
    Yüce Allah'ın: "... farkına varmazlar" buyruğunun anlamına gelince, yani onlar bu aldatmalarının vebalinin tekrar kendilerine döneceğini bilmez*ler. Bu aldatmaları sayesinde kurtulduklarını ve amaçlarına ulaştıklarını sa*nırlar. Ancak bu, dünyada böyledir. Âhirette ise, -ileride de görüleceği gibi-onlara: "Geride bıraktığınıza dönün de nur arayın" (el-Hadid, 57/13) deni*lecektir.
    Dilciler der ki: birşeyin farkına varıldığı zaman: Farkına vardım" denilir. Şair kelimesi de burdan gelmektedir. Çünkü şair başkasının farkına varamadığı, değişik birtakım anlamların farkına varabilir. Arapların: Keşke bilmiş olsaydım, anlamında kullandıkları şeklindeki de*yimleri de buradan gelmektedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    10. Kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını artırdı. Yalan söylediklerinden dolayı onlara acıklı bir azap vardır.

  6. #16

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Hasta Kalpliler:


    "Kalplerinde hastalık vardır" buyruğu mübteda ve haberdir. "Hastalık" onların inançlarındaki bozukluğu ifade etmek için istiare yoluyla kullanılmış bir deyimdir. Bu ise ya şüphe ve münafıklıktır veya inkâr ve yalanlamaktır. Anlamı şudur: Günah işlemek kastı sebebiyle, tevfik, koruma ve destekten uzak olduğundan dolayı kalpleri hastadır. Dil bilgini İbn Faris der ki: Hastalık bir rahatsızlık yahut bir münafıklık veya herhangi bir işteki kusur dolayısıyla in*sanın sıhhat sınırlarının dışına çıkmasına sebep olan herşeyin adıdır.
    Kur'ân okuyucuları: hastalık" kelimesindeki "ra" üstün okuna*cağı üzerinde icma etmişlerdir. Ancak el-Esmai'nin Ebu Amr'dan rivayetine göre o "ra" harfini sükûnlu okumuştur.
    "Allah onların hastalıklarını artırdı." Bu onlara bir bedduadır, denilmiş*tir. Küfürlerine karşılık ceza olmak üzere Allah onların şüphelerini, münafık*lıklarını, yardımsız kalıp zayıflıklarını, güçsüz kalıp acizliklerini daha da ar-tırsrn, demek olur. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:
    "Ey rüzgarları güneyden ve saba (doğu)dan gönderen
    Zeyd (kabilesi) gazaplandı mı sen de onların gazaplarım artır."
    Yani, kendilerini kızdıran şeyin intikamını almak fırsatını verme.
    Buna göre bu âyet-i kerimede münafıklara beddua etmenin, onları kovup uzaklaştırmanın caiz olduğuna delil vardır. Çünkü münafıklar Allah'ın yarat*tıklarının en kötüleridir.
    Bu buyrukla yüce Allah onların hastalıklarının daha da arttığını haber ver*mektedir. Yani Allah onların hastalıklarına hastalık katmıştır, demek olur. Ni*tekim bir başka âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır. "Onların küfürleri*ne küfür katıp artırdı ve onlar kâfir olarak öldüler." (et-Tevbe, 9/125)
    Meânî bilginleri de der ki: "Kalplerinde hastalık vardır"ın anlamı: Onlar dünyaya meyledip dünyayı sevmeleri, âhiretten yana gafil olup ondan yüz-çevirmeleri dolayısıyla kalplerinde hastalık vardır. "Allah onların hastalıkla*rını artırdı" buyruğunun anlamı da: Allah onları kendi hallerine bıraktı. Dünyanın bütün keder ve endişelerini onlar için bir araya getirdi. Bunlardan vakit bulup da dinlerine gereken önemi vermeye fırsat bulamadılar. "Onla*ra acıklı bir azap vardır." Fani olanlar sebebiyle kalıcı bir azapları olacaktır.
    Cüneyd der ki: Azaların hastalanması bedendeki rahatsızlıklardan dola*yı olduğu gibi, kalplerin hastalıkları da hevâya uymaktan kaynaklanır.
    "Onlara acıklı bir azap vardır" buyruğunda yer alan "elim (acıklı)" ke*limesinin arap dilindeki anlamı, acı veren, can yakan demektir.
    Nitekim "es-Semî"' kelimesi de işittiren anlamına kullanılır. Zu'r-Rimme bir devenin niteliğini anlatırken, şöyle der:
    "Uzun boylu develeri hızlıca koşturturuz
    Yüzlerine elim (yakıcı) bir ısı vurarak."
    Acı ve ıstırap verdiği takdirde kelimesi kullanılır. Ağrıtmak anlamı*na kelimesi, ağrı anlamına da (kelimesi kullanılır. Acı ve ıs*tırap duymayı ifade etmek ivçin de kelimesi kullanılır. "Elim" kelime*sinin çoğulu, "ulemâ şeklinde gelir, kerim ve kürema gibi. A'lâm da "eşraf" kalıbında acılar anlamındadır.
    "Yalan söylediklerinden dolayı....." yani peygamberleri yalanlayıp yü*ce Allah'ın buyruklarını reddedip âyetlerini yalanladıkları için. Bu açıklamayi Ebu Hatim yapmıştır. Asım, Hamza ve Kisai ( oJ>J&ı ) şeklinde okumuş*lardır. "Yalan söylemeleri ve iman etmedikleri halde iman ettik demeleri se*bebiyle..." demek olur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    Münafık Niçin Öldürülmez?


    Peygamber (s.a)in münafıklıklarını bildiği halde münafıkları neden öldür*mediği hususunda ilim adamlarının dört ayrı görüşü vardır:
    1- Kimi ilim adamı şöyle demektedir: Onları öldürmeyişinin sebebi ken*disinden başka onların durumunu bilenin olmayışıdır. İlim adamları çok bü*yük bir çoğunlukla Hakim'in kendi bilgisine dayanarak öldürme cezası ver*meyeceğini kabul ederler. Ancak diğer hükümler hususunda farklı görüşle*re sahiptirler. İbnü'l-Arabi der ki: Şu kadar var ki bu görüş çürüktür. Çünkü el-Mücezzer b. Ziyad'a karşılık olarak (kısasen) el-Haris b. Süveyd b. es-Sa-mit öldürülmüştür. Çünkü el-Mücezzer, el-Haris'in babası olan Süveyd'i (ca-hiliyye döneminde Evs ile Hazrecliler arasında cereyan eden) Buas günü sa*vaşında öldürmüştü. Ancak el-Haris İslâm'a girmiş ve Uhud savaşında el-Mü-cezzer'in gafil olduğu bir anı yakalayarak Uhud günü öldürmüştü. Durumu Cebrail, Peygamber (s.a)'a haber verince ona karşılık olmak üzere el-Haris'i öldürdü. Çünkü el-Mücezzer'in öldürülüşü hile (gafil avlayarak) ile olmuş*tur. Gafil avlayarak öldürmek karşılığında ölüm cezası ise, Allah'ın hadlerin*den birisidir.
    Derim ki: Böyle bir açıklama İbnü'l-Arabi gibi bir imamın bir yanılmasıdır. Çünkü sözü geçen icma eğer sabit olmuş ise bu, sözü geçen olayın hükmü*nü bozmaz. Çünkü icmaın gerçekleşmesi ve sabit olması, ancak Peygamber (s.a)'ın vefatı ve vahyin kesilmesinden sonra olur. Buna göre bu, vahiy ile mu*ayyen bir olay hakkında verilmiş bir hüküm demektir. O bakımdan bu delil gösterilemez. Veya icma ile neshedilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
    2- Şafii mezhebi alimleri der ki: Onları öldürmeyişinin sebebi, küfrünü giz*leyen imanını açığa vuran kişi demek olan, zındıkın tevbe etmesinin istenip öldürülmeyişidir. İbnü'l-Arabi der ki: Ancak bu bir vehimdir. Çünkü Peygam*ber (s.a) münafıkların tevbe etmelerini istemediği gibi, bunu kimse de nak*letmiş değildir. Hiçbir kimse de: Zındıkın tevbe etmesinin istenmesi vacip*tir, demiş değildir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Peygamber (s.a) onların durumlarını bildiği halde on*lardan yüzçeviriyordu. İşte Şafii mezhebi mensuplarından sonradan gelmiş bir kişi şöyle demektedir: Zındıkın tevbe etmesini istemek caizdir, şeklinde*ki bir görüş sahih olarak kimseden nakledilmiş değildir.
    3- Peygamber efendimizin onları öldürmeyişi maslahat dolayısıyladır. Bu da kalplerin ondan uzaklaşmayıp ona ısınması içindir. Bu hususa Peygam*ber (s.a) Hz. Ömer'e söylediği: "Benim ashabımı öldürdüğümden insanla*rın söz etmesinden Allah'a sığınırım" buyruğu ile bu hususa işaret etmekte*dir. Bu hadisi Buharı ve Müslim rivayet etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Peygamber (s.a) kalplerini İslâm'a ısındırmak istediği kimselere (müelle-fetu'l-kulub) kötü bir inanca sahip olduklarını bilmekle birlikte ısındırmak gayesiyle bağışlarda bulunurdu. Bu hem bizim ilim adamlarımızın (Maliki mezhebi alimlerinin) hem de başkalarının görüşüdür.
    İbn Atiyye der ki: Bu, Rasûlullah (s.a)'ın münafıkları öldürmekten uzak duruşu ile ilgili olarak Malikî mezhebine mensup ilim adamlarının izlediği yol*dur. Bunu Muhammed b. el-Cehm, Kadı İsmail, el-Ebheri ve İbnu'l-Macişun açıkça ifade etmişlerdir. Delil olarak da yüce Allah'ın şu buyruğunu göste*rirler. "Eğer münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar.... ve korlukla öldürülürler" (el-Ahzab, 33/60-61)
    Katade der ki: Bunun anlamı, münafıklıklarını açıkça ilan ettikleri takdir*de öldürülürler, şeklindedir.
    İmam Malik der ki: Rasûlullah (s.a) dönemindeki münafıklık bizim günü*müzdeki zındıklığın aynısıdır. Zındıklık ettiğine dair tanıklık edilecek olur*sa tevbe etmesi istenmeksizin öldürülür. Aynı zamanda bu Şafii'nin iki gö*rüşünden birisidir. Yine İmam Malik der ki: Rasûlullah (s.a)'ın münafıkları öl*dürmekten uzak durması, ümmetine hakimin kendi bilgisine dayanarak hü*küm veremeyeceğini beyan içindir. Çünkü münafıkların durumları hakkın*da başkaları tarafından şahitlik edilmiş değildir.
    Kadı İsmail der ki: Abdullah b.Ubey b. Selam hakkında Zeyd b. Er-kam'dan başkası (münafıklığa dair) şahitlik etmemiştir. el-Cülas b.Süveyd hak*kında da onun himayesinde bulunan üvey evladı Umeyr b. Sa'd'dan başka*sı şahitlik etmemişti. Eğer bunlardan herhangi bir kimseye karşı iki kişi kâ*fir ve münafık olduğuna dair şahitlik ederse öldürülür.
    İmam Şafii ise öteki görüşünü delillendirmek üzere şöyle demektedir: Hak*kında zındıklık ettiğine dair şahitlikte bulunulup da bunu inkâr edip iman et*tiğini ve İslâm'ın dışında her dinden uzak olduğunu belirten bir kimse hak*kındaki sünnet (uygulama), kanının akıtılmayacağı şeklindedir. Re'y sahip*leri, Ahmed, Taberi ve başkaları da bu görüştedir.
    Şafii ve mezhebine mensup ilim adamları şöyle demişlerdir: Rasûlullah (s.a)'ı münafıklan öldürmekten alıkoyan -onların münafık olduklarını bilmek*le birlikte- müslüman olduklarını açığa vurmalarıdır. Çünkü onlann açığa vur*dukları öncesinin (gizlediklerinin) hükmünü ortadan kaldırır.
    Taberi der ki: Yüce Allah kullan arasındaki hükümleri zahir esasına gö*re tesbit etmiş ve yarattıklarından herhangi bir kimseye böyle bir imtiyaz ver*meksizin gizliliklerine dair hükmü sadece kendisi üstlenmiştir. O bakımdan kimsenin zahir olana aykırı hüküm verme yetkisi yoktur. Çünkü bu zanlara yakın bir hüküm olur. Eğer bir kimsenin öyle bir yetkisi olsaydı, herkesten çok Rasûlullah (s.a)'ın buna göre hüküm vermesi gerekirdi. Halbuki o, mü*nafıklar hakkında açığa çıkardıkları davranışları sebebiyle müslümanlara uyguladığı hükümlerin aynısını uygulamış, gizliliklerini ise Allah'a havale et*miştir. Hatta Allahu Teala şu buyruğunda onların zahir hallerini yalanlamış bulunmaktadır: "Ve Allah tanıklık eder ki münafıklar şüphesiz yalancıdır*lar." (el-Münafıkun, 63/1)
    İbn Atiyye der ki: Malikîler bu konuda benimsedikleri görüş ile ilgili ola*rak bu âyet-i kerimenin kendilerini, görüşlerinin aksini kabul etmek açısın*dan bağlayıcı olmayışını şöyle izah ederler: Bu âyet-i kerimede münafıkla*rın şahıs olarak tayini yapılmamıştır. Âyet-i kerimede münafıklıkla itham edi*len herkes için bir azar vardır. Bu âyet-i kerimeye rağmen, münafıklıkla it*ham edilen her kişinin şöyle demek imkanı yine vardır: Bu âyet-i kerimey*le kastedilen ben değilim, ben ancak mü'minim. Eğer bu âyet-i kerime ile her*hangi bir kimse tayin edilmiş olsaydı, onun yalanlamasını (yani münafıklı*ğının cezasını) hiçbir şey ortadan kaldıramazdı.
    Derim ki: Böyle bir açıklama su götürür. Çünkü Peygamber (s.a) onları vaya onların pek çoğunu, isim ve şahısları ile yüce Allah'ın kendisine bil*dirmesi suretiyle bilirdi. Huzeyfe de Peygamber (s.a)'ın kendisine haber ver*mesi sayesinde bunu biliyordu. O kadar ki Hz. Ömer ona: Ey Huzeyfe, ben de onlardan birisi miyim, diye sorar Huzeyfe ona: Hayır, diye cevap verir*di.
    4- Şanı yüce Allah, Peygamberinin ashabına verdiği sebat sayesinde mü*nafıkların onları veya dinlerini ifsad etmesinden korumuş idi. Dolayısıyla mü*nafıkların kalmalarında bir zarar yoktu. Bugün durum aynı değildir. Çünkü bizler zındıkların avam olanlarımızı ve bilgisizlerimizi ifsad etmelerinden emin değiliz. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  7. #17

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    11. Onlara: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiği zaman "biz an*cak ıslah edicileriz" derler.

    Fesat ve Islah:


    Zaman" edatı, zarf kabul edilerek nasb mahallindedir. Bunda amil dediler" buyruğudur. Bu buyruk beklenen fiilin gerçekleştiğini ha*ber verir. el-Cevherî der ki: edatı gelecekteki zamana delalet eden bir isimdir. Ancak bir cümleye izafe edilerek kullanılır ve: Taze hurma kızarmaya başladığında sana gelirim," ve Filan kişi geldiğinde..." denilir. Bunun isim olduğunu gösteren ise: Filan kişinin sa*na geleceği günü gelirim, anlamını ifade etmesidir. O halde bu kelime bir zarf*tır ve karşılık vermek anlamını da ihtiva etmektedir.
    Şartın cevabı üçtür: Fiil, fa harfi ve edatı. Fiil olarak: "Bana gelir*sen ben de sana gelirim" demek gibi. "Fa" harfi ile: " Eğer bana gelirsen ben de sana iyilikte bulunurum" sözünde olduğu gibidir. (ISI.) edatı ile de yüce Allah'ın şu buyruğunda şartın cevabı olarak yer aldı*ğını görüyoruz: "Eğer ellerinin önden gönderdikleri sebebiyle de onlara bir kötülük gelip çatarsa, bakarsın ki fJ ISI ) onlar ümit kesmişlerdir." (er-Rum, 30/26) Şiirde bu edat getirilerek şartın cevabının yer aldığı örnekler*den birisi de Kays b. el-Hatîm'in şu sözleridir:
    "Kılıçlarımız erişmezse, eğer onları
    Adımlarımız eriştirir düşmanımıza onlarla öylece vuruşuruz."
    Burada görüldüğü gibi, vuruşuruz" kelimesi, cezm ile (sükûn-lü olarak) üzerine atfedilmiştir. Çünkü bu da (mahallen) meczumdur. Eğer meczum olmasaydı, o vakit bu kelimenin sonunu nasb ile söylerdi.
    Bazan ya tekid maksadıyla da eklenir. Yine bu edat ile de cezm edilir. Ferezdak'ın şu beyiti bu türdendir:
    "Bir zalim oğlu olan Ebu Leyla kalktı ona
    Ve o, kılıcı sıyırdı mı vururdu."
    Sibeveyh der ki: Güzel olan Ka'b b. Züheyr'in şu beyitidir:
    "Ve benim devem istedi mi, (gün boyunca yürüdükten sonra) öyle hızlı yol alır ki Gün batımında, korkmuş ve dehşete kapılmış bir öküz gibidir (çok hızlıdır)." Bundan kastı ise, bu beyitte de cezm edilmediği gibi, edatıyla cezm etmemenin daha güzel olacağıdır.
    el-Müberred'den bu edat müfacee (aniden beklenmedik birşey ile karşılaşmayı) bildiren ifadelerde mekan zarfı olduğu takdirde cezmetmeyeceği gö*rüşü nakledilmiştir: Çıktım, aniden Zeyd ile karşılaştım" demek gibi. Çünkü burada "Zeyd" kelimesi ile onun cüssesi kastedilmekte*dir ve bu bir mekandır. Ancak bu görüş reddedilmiştir. Çünkü bu, çıktım, ani*den Zeyd'in orada hazır olduğunu gördüm, anlamındadır. Bu edatta, diğer zaman zarflarındaki gibi masdar manası vardır. Arapların: Bugün şarap ve yarın bir iştir" şeklindeki sözlerinde olduğu gibi. Bunun an*lamı: Bugün şarap vardır, yarın da bir işin meydana gelmesi sözkonusudur, şeklindedir.
    "Denildi", demek'ten gelmektedir. Aslı: şeklindedir. Vav'ın kesresi kafa nakledilince vav, ya harfine dönüştü.
    "... onlara denildi" anlamındaki buyruğun, şeklinde lam'ın lam'a idğamı ile okunması da caizdir. Burada iki sakinin bir arada bulunmasının caiz oluşu ya'nın hem harf-i med hem de yumuşak harflerinden olma*sındandır.
    el-Ahfeş der ki: Kaf ve ya harfinin ötreli okunuşuyla ( Jj ) okuyuşu da caizdir. el-Kisai der ki: Fiilin meçhul olduğunu göstermek üzere kaf harfinin üzerinde dammenin işmam edilmesi caizdir. Bu da Kayslıların şivesidir. Ni*tekim kelimelerinde de durum böyledir.
    Hişam, İbn Abbas'tan (bir nüshada İbn Amir'den) ve Ruveys de Yakub'dan da böyle rivayet etmiştir. Nafi' ise bunlar arasında özellikle kelimelerinde işmam yapmıştır. İbn Zekvan bunlara kelimeleri*ni de eklemiştir. Diğer kıraat imamları ise, hepsini esreli olarak okumuştur.
    Huzeylliler ile Esedoğullarından Duyberoğulları ile Fek'asoğulları, sakin bir vav ile derler.
    "Fesad çıkarmayın" buyruğunda yer alan edatı nehiy içindir.
    "Fesad": Salahın zıddıdır. Bunun gerçek mahiyeti doğruluktan onun zıddı olana geçiş yapmaktır. Âyetteki anlamı, küfür ile ve kâfirlerle dostluk ve ya*kınlık ilişkilerinde bulunmak suretiyle, insanları Muhammed (s.a)'e ve Kur'ân-1 Kerim'e imandan uzak tutmakla yeryüzünde fesat çıkartmayınız, şeklindedir. Şöyle de denilmiştir: Peygamber (s.a)'ın peygamber olarak gönderilişinden ön*ce yeryüzünde fesat vardı. Orada türlü türlü masiyetler işlenir idi. Peygamber (s.a.) peygamber olarak gönderilince fesat kalktı ve yeryüzü ıslah oldu. Tek*rar masiyet işleyecek olurlarsa ıslah edildikten sonra yeryüzünde fesat çıkart*mış olurlar. Nitekim başka bir âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Ora*sı ıslah edildikten sonra, yeryüzünde fesat çıkarmayın." (el-A'raf, 7/56, 85)
    "Yeryüzünde" Arz kelimesi müennestir, cins ismidir. Aslında bunun teki*line demek gerekirdi fakat Araplar öyle kullanmamışlardır. Çoğu*lunun da ( oUijî ) şeklinde olması gerekir. Çünkü Araplar sonunda mü-enneslik t'si bulunmayan müennes kelimeleri sonuna "elif ve t" harflerini getirerek çoğul yaptıkları olur: kelimesinde olduğu gibi. Ancak da*ha sonra bu kelimeyi "vav ve nun" harfleriyle çoğul yaparak şek*linde çoğul yapmışlardır. Halbuki müennes olan bir kelime ke*limelerinde olduğu gibi nakıs olmadığı sürece vav ve nun ile cem edilmez. Ancak Araplar burada elif ile t'yi hazfettiklerinden dolayı yerine vav ve nun getirmiş ve "ra" harfinin üstünlü okunuşunu da olduğu halde bırakmışlardır. Ra harfinin sakin olduğu da olur. Bu kelime bazen şeklinde de ço*ğul yapılabilir. Ebu'l-Hattab Arapların dedikleri gibi, dediklerini de ileri sürmektedir. şeklindeki çoğul da aynı şekilde kıyasa uygun değildir. Onlar sanki bu kelimeyi şeklinde de çoğul yapmış gibidirler.
    Aşağıda kalan herşeye "arz, yer" denilir. Yine tabiri açık*tan açığa temiz ve güzel olan arazi anlamındadır. Arınıp temizlendi anlamı*na denilir. Ebu Amr der ki: Gözümüze hoş ge*len bir yere konakladık, demek olur. "Annen olmayasıca" denildiği gibi, yerin olmayasıca" da denilir.
    el-Arz: Bineğin ayaklarının alt tarafı anlamına da gelir. Humeyd bir atı vas-federken şöyle demektedir:
    "Baytar onun ayağının altını çevirip bakmadı.
    Onun iplerinin de üzerinde hiçbir izi yoktur."
    Bu kelime aynı zamanda bir silkiniş ve titreyiş anlamına da gelir. Hammad b. Seleme'nin Katade'den, onun Abdullah b. el-Haris'ten şöyle dediği riva*yet edilmektedir: Basra'da yer bir defa sarsıntıya uğradı. İbn Abbas da der ki: Allah'a yemin ederim bilmiyorum, yer mi sarsıntıya uğradı yoksa bende mi titreme var derken (titreme anlamına) "arz* kelimesini kullanmıştır. Zu'r-Rimme de bir avcıyı nitelendirirken şöyle demiştir:
    "Tırnaklarından gelen gizli sese kulak kabarttığında Veya bir titreyişi olup ya da zatülcenb hastalığına yakalandığında..." "Arz" aynı zamanda nezle demektir. Allah onu nez*le etti, demektir. Nezle olan kimseye de "me'rûd" denilir. kelimeleri hurma fidanlarının yerde köklerinin bulunma*sı anlamındadır. Eğer bu fidan hurma ağacının gövdesi üzerinde biterse, o vakit ona "er-râkib" adı verilir.
    el-îrâd ise, yün veya kıldan yapılmış büyükçe kilim demektir. Alçak gö*nüllü ve çokça hayır yapmak huyuna sahip kimse hakkında da "erîd" tabiri kullanılır. el-Esmaî der ki: yani o kişi aralarında bu işi yapmaya en layık kimse" demektir. enu\ rni enli anlamındadır. Bazısı da sadecesemiz, kilolu oğlak, tabirini kullanır. (Yani ayrıca "arîd" demez.)
    Biz" kelimesinin aslı, şeklindedir. Ha'nın harekesi, nun'a verildi ve ha sakin okundu. Bunu Hişam b. Muaviye en-Nahvi söylemiştir, ez-Zeccac der ki: Bu kelime çoğul içindir. Çoğul kelimenin alametlerinden bir tanesi de "vav" harfinin bulunmasıdır. Ötre ise, "vav" harfi cinsindendir. Arap*lar, iki sakinin bir araya gelmesi sebebiyle kelimesini harekeli okumak zorunda kaldıklarından dolayı çoğul için kullanılan şekilde ona hareke ver*mişlerdir. İşte bunun için yüce Allah'ın: İşte onlar, hidâyet karşılığında dalaleti satın alanlardır" (el-Bakara, 2/16) buyru*ğunda yer alan "çoğul ifade eden vav"ı ötreli okumuşlardır. Muhammed b. Yezid de der ki: Bu kelime kelimeleri gibidir. Çünkü bu kelime de iki ve daha fazla kişi hakkında haber vermekle alakalıdır. Çünkü Ben, kelimesi tek kişi içindir, Biz kelimesi ise ikil ve çoğul içindir. Ki*şi bazen bu kelime ile, biz kalktık, diyerek bizzat kendisi hakkında da ha*ber verebilir. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Onların maişet*lerini aralarında Biz paylaştırdık." (ez-Zuhruf, 43/32) Mütekellim olması ha*linde bu kelime, müennes için de müzekker için de aynen kullanılır. Kadın:
    Kalktım, gittim, kalktık, gittik, bunu ben yaptım, biz yaptık, der. Arap dilinde bu böyledir. (Birinci şa*hıslarda eril ile dişil kiplerinin aynı olduğunu anlatmaktadır.)
    "Islah edicileriz" kelimesi, fiilinden ism-i faildir. "Salâh" fesadın zıddıdır. Bu kelime lam harfi üstün ve ötreli olarak iki şekilde okunur. Bu*nu İbnu's-Sikkit söylemiştir. kelimesinin masdarıdır. Şair der ki:
    "Bana sövdüğün takdirde başımı önüme eğersem ne yaparsın?
    Ana babaya sövmekten sonra bir düzelme (ıslah) olmaz."
    "Salâh" Mekke'nin isimlerinden birisidir. "es-Silh" bir nehir adıdır.
    Münafıkların böyle (yani biz ıslah edicileriz) demeleri kendi kanaatleri*nin böyle olduğunu ifade etmektedir. Çünkü onlara göre fesat çıkartmak bir ıslahtır. Yani bizim kâfirlere meyletmekten ve onlarla bulunmamızdan mak*sadımız, onlarla mü'minler arasını düzeltmekten ibarettir, başkası değildir. Bu açıklamayı İbn Abbas ve başkaları yapmıştır.

    12. Uyan! Gerçekten onlar fesatçıların ta kendileridirler. Fakat an*lamazlar.

    "Uyan! Gerçekten onlar fesatçıların ta kendileridirler" buyruğu onla*rın kanaatlerini reddetmekte, söylediklerini yalanlamaktadır. Bu bakımdan şöyle demişlerdir: Her kim, zahiren iddialarda bulunursa, o kişi yalancıdır. Yüce Allah'ın: "Uyan, gerçekten onlar fesatçıların ta kendileridirler" de*diğine bakmaz mısınız? Bu açıklama doğrudur.
    başta bulunduğundan dolayı elif esreli olmuştur. Bu açıklamayı en-Nehlıas yapmıştır. Ali b. Süleyman da: Üstün olması da caizdir, demiştir. Ni*tekim Sibeveyh anlamında olmak üzere, gerçekten şüp*hesiz sen gidicisin, denilmesini caiz kabul etmiştir.
    Onlar, kelimesinin mübteda olması fesatçılar" keli*mesinin de haberi olması caizdir. Mübteda ve haber de bir arada eda*tının haberi olur. Ayrıca kelimesi gerçekten onlar" kelimesin*deki he ve mim harfleri için tekid olabilir. Ayrıca fasıla olması da caizdir. -Kuleliler buna imad derler- Ve kelimesinin ha*beri olur. Takdiri ise: Yüce Allah'ın: "İşte onlar felaha erenlerin kendileri*dir" buyruğunda da açıklandığı üzere: uyan, gerçek*ten onlar, fesatçılardır" şeklinde olur.
    "Anlamazlar" buyruğu ile ilgili olarak İbn Keysan der ki: Kendisinin fe*satçı olduğunu bilmeyen kişiyi yermeye gerek yoktur. Fakat fesatçı olduğu*nu bildiği halde bilerek fesat çıkaran kimse ancak yerilir denilmektedir. Böyle bir iddiaya iki şekilde cevap verilir: Evvela bunlar, fesadı gizliden giz*liye yapıyor, dışa da ıslah edici olduklarını gösteriyorlardı. Bununla birlikte bu durumlarının Peygamber (s.a) için zahir olacağını bilmiyorlardı. Diğer bir açıklama şekli: Onların yaptıkları fesat, kendilerine göre bir salah (düzeltme) olabilir ve onlar bunun fesad olduğunu bilmiyor olabilirlerdi. Hakkı açıkla*mayı ve hakka uymayı, terkemek suretiyle Allah'a ve Rasûlüne isyan etmiş*lerdir.
    "Fakat" anlamına gelen bir te'kid ve bir istidrâk (ek açıklamada bu*lunmak) harfi (edatı)dır. Böyle bir edatın kullanılması için hem bir nefiy hem de bir isbat (olumlu ve olumsuz önerme) bulunmalıdır. Eğer ondan öncesi olumsuz ise, ondan sonrası olumluluk ifade eder. Şayet öncesi olumlu ise son*rası olumsuzluk ifade eder. Eğer önceden olumlu ifade gelmiş ise, ondan son*ra yalnızca tek bir isim kullanmak caiz değildir. Bunun yerine bu âyet-i kerimede olduğu gibi, bu edattan öncekine zıt bir cümle zikredilir. "Bana Zeyd geldi, fakat Amr gelmedi" şeklindeki ifade de böyledir. Ancak: "Bana Zeyd gel*di fakat Amr..." deyip sonra susmak caiz değildir. Çünkü Araplar bu gibi du*rumlarda "lakin" kelimesinin yerine ( Jo bilakis, belki" kelimesini kullanır*lar. Fakat bu "lakin" edatından" önce olumsuz ifade yer almış ise, o takdirde tek bir kelime söylemek caiz olur: "Zeyd bana gelmedi fakat Amr (geldi)" de*mek gibi.

    13. Onlara: "İnsanların iman ettiği gibi iman edin" denilince onlar: "Biz de akılsızların inandığı gibi mi iman edelim?" derler. Dik*kat et, asıl akılsızlar onlardır. Fakat bilmezler. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  8. #18

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Gerçek Bilgisizler:


    "Onlara... denilince" buyruğunda kastedilen Mukatil'in ve başkalarının görüşlerine göre münafıklardır.
    "İnsanların iman ettiği gibi iman edin" yani Muhammed (s.a)'i ve şeri*atını muhacirlerin ve Yesrib ehlinden olup (hiçbir şekilde münafıklık etme*yen) hakiki imana sahip olanların doğruladığı gibi siz de doğrulayın.
    İman edin" kelimesindeki elif kat' elifidir. Çünkü muzari fiili ( 0-Oi ) şeklinde gelir. Benzetme edatı olan (kâf) harfi de nasb mahallindedir. Çün*kü bu kelime hazfedilmiş bir masdarın sıfatıdır. Yani; insanların iman ettiği gibi iman edin, anlamındadır.
    "Onlar: Biz de akılsızların inandığı gibi mi iman edelim derler." İbn Ab-bas'tan gelen rivayete göre akılsızlarla kastettikleri Muhammed (s.a)'ın asha*bıdır. Yine ondan gelen bir rivayete göre kastettikleri kitap ehlinden iman eden kimselerdir. Bu sözü söyleyenler münafıklardır. Onlar bunu, gizlice ve alay yollu söylüyorlardı.
    Allah, Peygamberini ve mü'minleri bundan haberdar etti, asıl sefihliğin (akılsızlığın), hafifliğin ve basiretsizliğin onlar hakkında sözkonusu olduğu*nu, onların niteliği olduğunu tesbit etti ve gerçek sefihlerin (akılsızların) on*lar olduğunu haber verdi. Ancak onlar, kalpleri üzerindeki günah tabakası sebebiyle bunu bilememektedirler.
    el-Kelbi'nin Ebu Salih'ten onun da İbn Abbas'tan rivayetine göre bu buy*ruk yahudiler hakkında nazil olmuştur. Yani Onlara -yahudilere- insanların, Abdullah b. Selam ve arkadaşlarının iman ettiği gibi siz de iman edin, denil*diğinde onlar: Biz sefihlerin -yani cahil ve eksik akıllıların- iman ettikleri gi*bi mi iman edeceğiz, derler.
    Arap dilinde sefihliğin asıl anlamı: Hafiflik ve inceliktir. Kumaş kötü do*kunmuş ise ona denilir. Veya oldukça eskimiş ve incelmiş ise yi*ne bu tabir kullanılır. ifadesi, rüzgarlar ağaçları meylet*tirdi, anlamındadır. Zu'r-Rimme şöyle demiştir:
    "Öyle bir yürüdü ki o kadınlar, sanki esen meltem rüzgarlarından
    dolayı üst tarafları Hafif eğilen mızraklar gibi sallandılar."
    Birşeyi hakir bulan bir kimse der. Sefeh: Akıllı olmanın zıddı-dır. Kişinin, çokça su içip susuzluğunun gitmemesi haline "sefeh" denilir de denilmiştir.
    Bu buyrukta yer alan kelimelerinde yan yana gelen iki hem*zede dört okuma şekli caizdir. En güzel şekli birincisinin tahkik edilmesi, ikin*cisinin de katıksız bir vav'a dönüştürülmesidir. Bu, Medinelilerin okuyuşu*dur. Ebû Amr'ın da böyle okuduğu bilinmektedir. Arzu edildiği takdirde her ikisi de tahfif edilerek okunur. Ve ilk hemze hemze ile vav arası bir sesle oku*nur, ikincisi de katıksız bir vav olarak okunur. Arzu edilirse birincisi hafif*letilir, ikincisi tahkik edilir. Arzu edildiği takdirde de her iki hemze de tah*kik ile okunur.
    "Fakat bilmezler" buyruğu "Fakat anlamazlar" (el-Bakara, 2/12) buyru*ğu gibidir. İlim ise bilinen birşeyi olduğu haliyle bilmek demektir.
    Bir şeyi bildiğiniz takdirde: dersiniz. Onu bildim, an*lamındadır. Bir kimseyi ilim ile yendiğiniz takdirde: Adam ile ilim yarışına girdim ve ben ilimde onu mağlup ettim, demektir. ise, ilimde onu yeneceğim, anlamındadır.

    14. İman edenlerle karşılaştıklarında "iman ettik" derler. Ama şey-tanlarıyla başbaşa kaldıklarında "muhakkak biz sizinle berabe*riz. Biz ancak alay edicileriz" derler. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    İkiyüzlülüğün Örnekleri:


    "İman edenlerle karşılaştıklarında: 'İman ettik' derler" buyruğu müna*fıklar hakkında nazil olmuştur." karşılaştılar" kelimesinin aslı dır.
    Ya harfi üzerindeki ötre kaf harfine taşındı, ya harfi de iki sakinin bir ara*ya gelmesi dolayısıyla hazfedildi. Muhammed b. es-Semeyka' el-Yemani, bu buyruğu şeklinde okumuştur. Bunun aslı, şeklin*dedir. Ya harfi harekeli ondan önceki harf ise üstün olduğundan dolayı eli*fe dönüştü. Bu sefer elif ve vav iki sakin olarak bir araya geldiğinden dola*yı elif hazfedildi, daha sonra vav harfi ötre ile harekelendi.
    Eğer vav harfi kelimesinin başka bir kelime ile bitişik okunması halinde ötreli okunduğu buna karşılık kelimesinden bunun hazfedil-diği söylenip sebebi sorulacak olursa, cevap şudur: kelimesinde vav harfinin öncesindeki harf ötredir. Eğer vav ötreli olarak harekelenecek olur*sa, bunun söylenişi dile ağır gelir. Bundan dolayı hazfedildi, fakat kelimesinde hareke verildi, çünkü vav'dan önceki harfin harekesi fethadır.
    "Ama şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında: 'Muhakkak biz sizinle bera*beriz..' derler." buyruğunda yer alan başbaşa kaldılar" kelimesi*nin vaslı "be" harfi cerri ile yapıldığı bilinen bir husus olmakla birlikte ne*den ile vasledildiği (geçiş yapıldığı) sorulacak olursa cevap şudur: Bu*rada yer alan Başbaşa kaldılar, buyruğu ayrılıp gitti, anlamındadır. Ferezdak'ın şu sözlerinde olduğu gibi:
    "Kalkanımı tersine çevirmemi nasıl görürsün?
    Ve ben işimi altüst ederim
    Allah benim yerime Ziyad'ı katletsin."
    Burada "katletsin" kelimesini "bertaraf etsin" yerinde kullanmıştır.
    Bazıları da burada yer alan kelimesinin "ile, birlikte" anlamına gel*diğini söylemişlerdir. Ancak bu görüş bir derece zayıftır. Kimisi de burada yer alan kelimesi ba harfi cerrinin anlamını verir, ancak Halil ve Sibeveyh bu görüşü kabul etmezler.
    Mananın şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Mü'minlerden ayrılıp şeytan*larının yanına gittiklerinde.. O takdirde burada yer alan edatı, anla*mına uygun kullanılmış olur.
    "Şeyatîn" kelimesi şeytan kelimesinin "kırık çoğuF'udur. Bu kelimenin tü*reyişi ve anlamı ile ilgili açıklamalar istiaze ile ilgili açıklamalarda daha ön*ceden yapılmıştı.
    Müfessirler burada "şeytanlar"dan neyin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbas ve es-Suddi'nin açıklamasına göre, bunlar küfrün başkan ve önderleridir. el-Kelbi de, bunlar cinlerin şeytanlarıdır de*mektedir. Müfessirlerden bir grup da şöyle demiştir: Bunlar kahinlerdir. Bu*nunla birlikte imandan ve hayırdan uzaklık anlamına gelen "şeytanat (şey*tanlık)" lafzı sözü geçen bütün bu açıklama şekillerini kapsamaktadır. Doğ*rusunu en iyi bilen Allah'tır.
    "Biz ancak alay edilcileriz, derler." Yani çağnldığımız şeyi yalanlayan kim*seleriz. "Alay eden kimseleriz" anlamına olduğu da söylenmiştir. İstihza, alay etmek ve oyuncak etmek demektir. Bu kelime, "b" harfi ile müteaddi (geçiş*li) kullanıldığı gibi lazım (geçişsiz) olarak da kullanılır. Şair der ki:
    "Taysala'nın annesi benimle alay etti Ve dedi ki: Ben onu malı yok, yoksul görüyorum."
    İstihzâ'nın asıl anlamının intikam olduğu da söylenmiştir. Bir başka şairin şu beyitınde olduğu gibi.
    "İntikam aldılar onlardan ikibin silahlı savaşçı ile
    Onların bölüğü ağaçsız kurak bir arazide ve yerlerinden ayrılmadılar." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    15. Allah onlarla alay eder ve azgınlıklarında basiretsizce dolaşma*larına mühlet verir.

  9. #19

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Allah'ın Alay Ettikleri:


    "Allah onlarla alay eder"; yani onlardan intikam alır, onları cezalandı*rır. Onlarla alay eder ve bu alaylarına karşılık onları cezalandırır. Burada ce*zaya işlenen günahın adı verilmiştir. Çoğu ilim adamının görüşü budur. Araplar bu şekildeki ifadeleri çokça kullanırlar. Amr b. Külsûm'ün şu beyi-ti bu türdendir:
    "Dikkat edin! Kimse bize karşı bir cahillik etmesin
    Bu sefer cahillerin cahilliklerinden daha fazla cahillik ederiz."
    Burada alacağı intikama o da "cahillik" adını vermiştir. Halbuki akıl sa*hibi bir kimse cahillikle övünmez. Onun böyle bir ifade kullanması, aynı ke*limeleri tekrarlamasının farklı kelimeler kullanmaktan dile daha kolay gel*sin diyedir.
    Araplar bir sözü bir başka sözün karşıtı ve cevabı veya cezası olarak zik*rettiklerinde aynı şekilde o sözü tekrarlardı. İsterse manası farklı olsun. İş*te Kur'ân-ı Kerim ve Sünnette de aynı durumu görüyoruz. Yüce Allah şöy*le buyurmaktadır: "Bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür." (eş-Şu-ra, 42/40); "Size kim saldırırsa siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi sal*dırın." (el-Bakara, 2/194) Kötülüğe karşılık vermek kötülük olamaz. Kısas da bir saldın olarak değerlendirilemez. Çünkü kısas yerine getirilmesi gereken bir haktır.
    Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: "Onlar hilekârlığa saptılar, Al*lah da hilekarlıklarına karşılık verdi." (Al-i İmran, 3/54); "Gerçekten onlar bir hile yapıyorlar, Ben de bir hile yaparım" (et-Târık, 86/15-16); "Biz ancak alay edicileriz... Allah onlarla alay eder" (el-Bakara, 2/14-15). Şanı yüce Al*lah'ın hile yapması da alay etmesi de hilekarlık yapması da sözkonusu de*ğildir. O'nun bunu yapmasının anlamı sadece onların hilelerine, alaylarına ve hilekarlıklarına bir cezadır.
    Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: "Allah'ı aldatmak isterler. Hal*buki O, onları aldatır" (en-Nisa, 4/142); "Onlarla alay ederler, Allah da on*larla alay eder" (et-Tevbe, 9/79).
    Peygamber (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Siz bitkinleşmedikçe Allah da bit-) kinlik göstermez, siz usanmadıkça Allah da usanmaz." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Denildiğine göre "Allah usanmaz, halbuki siz usanırsınız anlamındadır. Yine asıl usananlar siz*lersiniz denildiği gibi, anlamın şu olduğu da söylenmiştir: Sizler amellerini*zi bitirmedikçe, amellerinize devam ettikçe Allah da sizin sevabınızı kesmez, amellerinizin karşılığını yazar.
    Bir grup da şöyle demiştir: Şanı yüce Allah, onlara öyle birtakım işler ya*par ki insanlara göre bunlar alaydır, aldatmadır ve hiledir. Şu rivayette oldu*ğu gibi: "Yağın donduğu gibi ateş de donar ve onun üzerinde yürürler. Ni*hayet kurtulacaklarını sandıkları bir sırada altlarından yer çöker (ateşe dü*şerler)."
    el-Kelbi'nin Ebu Salih'ten, onun da İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre onun, yüce Allah'ın: "İman edenlerle karşılaştıklarında: 'iman ettik' derler" buyruğu hakkında: Burda sözü edilen kitap ehlinin münafıklarıdır, de*diğini rivayet etmektedir. Yüce Allah burada hem onları hem de onların alay*larını sözkonusu etmekte, şeytanlarıyla yani küfürde -az önce de geçtiği üze*re- önder ve başkanlarıyla bir araya geldiklerinde: Bizler sizin dininiz üze*reyiz. "Biz ancak alay edicileriz" derler. Yani Muhammed (s.a)'in ashabıy-la alay ederiz. "Allah" da âhirette "onlarla alay eder." Cehennemde onlara cennetten bir kapı açar, sonra onlara: Gelin, denilir. Ateş içerisinde yüzerek oraya doğru giderler.
    Mü'minler ise, süslü çadırlar içerisinde tahtlar üzerinde onlara bakarlar. Kapıya doğru vardıklarında kapı üzerlerine kapatılır, müminler de onlara gü*lerler. İşte "Allah onlarla alay eder" buyruğunda anlatılan budur. Yani âhi*rette onlarla alay eder, demektir. Kapılar yüzlerine kapatılınca da müminler onlara gülerler. Yüce Allah'ın şu buyruğunda anlatılan da işte bu durumdur: "İşte bugün iman edenler kâfirlere gülerler. Tahtlar üzerinde (cehennem eh*line ) bakarlar. O kâfirlere işleyegeldiklerinin cezası verildi mi?" (el-Mutaf-fifin, 83/34-36)
    Bazıları da şöyle demiştir: Allah'ın onları aldatması ve onlarla alay etme*si, onlara pek çok dünyevî nimetler vermek suretiyle onları derece derece azaba yaklaştırmasıdır. Şanı yüce Allah, âhirette onlar için gizlediği azaptan farklı olarak dünyada onlara birçok lütuf ve ihsanını izhar eder, âhiretteki azaplarını da gizler, göstermez. Onlar da Allah'ın kendilerinden razı olduğu*nu sanırlar.
    Halbuki yüce Allah, kesinlikle onlara azap edecektir. İşte bu insanlar ta*rafından düşünüldüğü takdirde sanki bir alay, bir hile ve bir aldatma gibi gö*zükür. Nitekim buna Peygamber (s.a)'ın şu buyruğundan anlaşılan ifadeler de delil olabilir: "Aziz ve celil olan Allah'ın kula, Allah'a isyanı sürdürdüğü halde sevdiği şeyleri verdiğini görürseniz, bilin ki bu Allah tarafından bir is-tidrâcdır. (Derece derece azaba yaklaştırmaktır). Sonra şu âyet-i kerimeyi oku*du: "Bunlar kendilerine hatırlatılanları unutunca üzerlerine herşeyin ka- j pılarını açtık. Nihayet onlara verilenlerle şımarıp sevindiklerinde de ansı- i zın onları tutup yakalayıverdik. Artık onlar ümitsiz kalıverirler. Zalimler ı topluluğunun ardı arkası kesilmiş olur. Alemlerin rabbi olan Allah'a ham-J ^dolsun." (el-En'am, 6/44-45) Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Kimi ilim adamları da yüce Allah'ın: "... bilmeyecekleri bir taraftan onla*rı derece derece helake yaklaştıracağız." (el-A'raf, 7/182) buyruğu hakkın*da şöyle demişlerdir: Onlar her yeni bir günah ihdas ettikçe Allah da onla*ra yeni bir nimet verir.
    "Onlara mühlet verir"; yani sürelerini uzatır, onlara süre tanır. Yüce Ailah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlara mühlet vermemiz ancak günah*larını artırmaları içindir." (Al-i İmran, 3/178) Bu kelimenin aslı, fazlalık an*lamındadır. Yunus b. Habib der ki: Kötülükte onlara fazlalık verdi, hayırda fazlalık verdi" denilir. Yüce Allah da şöyle bu*yurmaktadır: "Mallarla, oğullarla sizin imdadınıza yetiştik."(el-İsra, 17/6); "Ve onlara arzu edecekleri meyve ve etleri fazlasıyla verdik."(et-Tur, 52/22) el-Ahfeş'in şöyle dediği nakledilmektedir: Birşeyi terkedip bıraktığın takdir*de denilir. Ancak birşeyi vermek halinde ise: denilir. el-Ferra ve el-Lahyani'den nakledildiğine göre, eğer birşeyin fazlalaştırılma*sı onun mislinden ise, "( coju ) artırdım" denilir. Mesela, nehir nehre ka*tıldı, denirken bu kelime kullanılır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "De*nizden sonra yedi deniz de ona katılsa" (Lukman, 31/27) Eğer yapılan fazla*lık başka türden olursa o vakit artırdım, denilir. Mesela: "Askere yardım ulaştırdım, anlamında: denilir. Yüce Allah'ın: "Rabbiniz beş bin melekle size yardım edecektir." (Al-i İmran, 3/125) buyru*ğu da böyledir. İrin yarada başka türden olduğundan dolayı yaranın irin top*lamasını ifade etmek üzere denilir. Orda irin toplandı, demektir.
    "Azgınlıklarında" buyruğundan kasıt küfür ve sapıklıklarıdır. Azgınlık (tuğyan)ın aslı haddi aşmaktır.
    Yüce Allah'ın: "Şüphesiz su haddini aştığı zaman Biz..." (el-Hakka, 69/11) buyruğu da bu anlamdadır. Yani su, yükselip tayin ve tesbit edilen mik*tarını aştığı zaman, demektir. Yüce Allah'ın Fir'avn hakkında: "Çünkü o pek azmıştır" (en-Naziat, 79/17) buyruğu, o ileri sürdüğü iddiasında çok aşırı*ya gitmiştir, demektir. Çünkü Fir'avn: "Ben sizin en yüce rabbinizim" (en-Na*ziat, 79/24) demişti.
    Bu âyet-i kerimedeki anlamı ise şöyledir: Uzun ömür ile onlara mühlet verir. Ta ki tuğyanlarını artırsınlar, O da onların azaplarını artırsın, diye.
    "Basiretsizce dolaşmalarına..." yani kör olarak dolaşmalanna mühlet verir. Mücahid der ki: Küfür içerisinde şaşkın şaşkın gidip gelirler. Dil bilginleri şunu nakletmektedir: Mazisi muzarii masdarı şeklin*de gelir. İsm-i faili ise, şeklindedir. Bu kelime şaşkınlık ifade ed*er. Şaşkın ve mütereddit kimse hakkında denilir. Çoğulu şeklinde gelir. Develerinin nereye gittiğini bilmeyen bir kişi hakkında: develeri bilmediği yere gitti" tabiri, kullanılır. Körlük, gözde olur. kalpteki körlüğü (basiretsizliği) ifade eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçi gözler kör olmaz, fakat göğüs*lerdeki kalpler kör olur." (el-Hac, 22/46) Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    16. İşte onlar hidâyete karşılık dalâleti satın almışlardır. Onların ticereti kazanç sağlayamamış, doğru yola da erememişlerdir.

    Sapıklığı Satın Alanlar:


    "İşte onlar hidâyete karşılık dalâleti satın almışlardır." Sibeveyh der ki: kelimesindeki "vav" harfinin ötreli olması, bu vav ile kelimenin aslından olan vav arasındaki farkı göstermek içindir. Yüce Allah'ın: "Eğer on*lar o yol üzere dosdoğru gitseler..." (el-Cinn, 72/16) buyruğunda olduğu gibi.
    İbn Keysan der ki: Vav harfi üzerinde ötre diğerlerinden daha hafiftir. Çünkü ötre vav'ın cinsindendir.
    ez-Zeccac da der ki: " Biz" kelimesinde olduğu gibi, ötre ile hareke-lenmiştir.
    İbn Ebi İshak ve Yahya b. Ya'mer, iki sakinin yanyana gelmesi ile ilgili esas ilkeye uygun olarak "vav" harfini esreli okumuşlardır. Ebu Zeyd el-En-sari'nin Ka'neb Ebu Simmal el-Adevi'den rivayetine göre, o fetha (üstün)ın hafif olması sebebiyle vav'ı üstün okuduğunu rivayet etmektedir. İsterse on*dan öncesi fethalı olsun.
    Kisai ise, vav harfinin ötreli bir hemze olarak okunmasını caiz görmüştür. kelimesinde olduğu gibi. kelimesi, satın almak anlamına gelendan gelmektedir. Bu kelime burada istiare yoluyla kullanılmıştır. Anlamı şudur: Onlar küfrü ima*na tecih etmişler ve küfrü imandan daha çok sevmişlerdir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar körlüğü hidâyetten daha çok sevdiler (ter*cih ettiler)" (Fussilet, 41/17) Burada "satın almak" tabirinin kullanılması sa*tın almanın müşteri tarafından sevilen şeyler hakkında sözkonusu olması do-layısıyladır. Yoksa karşılıklı olarak değiş-tokuş yapmak anlamındaki "satın almak" manasında değildir.
    Çünkü münafıklar hiçbir zaman mü'min olmazlar ki imanlarını satmaları sözkonusu olsun. İbn Abbas da der ki: Onlar dalâleti aldılar, hidâyeti bırak*tılar.
    Yani: Küfrü imana tercih ettiler ve imanı alacak yerde küfrü aldılar. Alla-hu Teala'nın bu davranışlarını "satın almak" ile ifade etmesi, kelimeye ge*niş anlam kazandırmak itibarıyla olmuştur. Çünkü satın almak ve ticaret ke*limeleri nihâyetinde bir değişim işlemidir. Araplar ise bunu herhangi bir şe*yi herhangi bir şey karşılığında değiştiren her işlem hakkında kullanırlar. Ebu Züeyb de şöyle der:
    "Eğer sen benim hakkınızda(sana olan sevgimle, meylimle)
    cahillik ettiğimi sanıyorsan
    Artık senden sonra ben cahilliği verip akıllılığı satın aldım."
    "Dalâlet" asıl itibariyle şaşkınlık demektir. Unutkanlığın şaşkınlığa sebep olması dolayısıyla ona da "dalâlet" denilir. Nitekim yüce Allah da şöyle bu*yurmaktadır: "Ben o işi yaptığımda dalâlette olanlardan idim" (eş-Şuara, 26/20); yani unutanlardan idim.
    Helak ve yok olmaya da "dalâlet" denilir. Nitekim yüce Allah şöyle bu*yurmaktadır: "Biz yerde kaybolup (dalalnâ) gittikten sonra mı (diriltileceğiz), dediler" (es-Secde, 32/10)
    "Onların ticareti kazanç sağlayamamış." Arapların: Satışın karlı oldu, satışın zarar etti" şeklindeki sözlerinde olduğu gibi, onların adeti üzere yüce Allah da kârı ticerete isnad etmiştir. Yine araplar: kıyam eden bir gece (kişinin geceyi namaz*la geçirmesi anlamında)" oruçlu bir gün (kişinin gününü oruçla geçirmesi)" derler.
    Bu ifadeler alışverişinde kar ettin, zarar ettin, geceni namazla geçirdin, gün*düzünü oruçla geçirdin, demektir. Yüce Allah'ın bu buyruğu da: Onlar bu ti*caretlerinde kâr sağlayamadılar, demektir. Nitekim şair de bu türden olmak üzere şöyle demektedir:
    "Gündüzün şaşkın, gecen uyku (ile geçiyor)
    İşte hayvanlar da dünyada böyle yaşıyor."
    "Doğru yola da erememişlerdir." Yani, sapıklığı satın almakla doğruyu bulamamışlardır. Allah'ın ezelî ilminde onlar hidâyet bulmuş kimseler değil*dir, şeklinde de açıklanmıştır.
    "Hidâyet bulmak" dalâlette olmanın zıddıdır. Buna dair açıklamalar da*ha önce geçmiş bulunuyor. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    17. Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir. O ateş etrafını aydın*latınca Allah onların nurlarını giderip kendilerini karanlıklar içinde bırakır; görmezler.

  10. #20

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar:


    Yüce Allah'ın: "Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir" buyruğunda yer alan : "( ' ffil ): onların hali" kelimesi mübteda olduğu için merfudur. Haberi ise, "kâf dadır. Burada bu harf isimdir. el-A'şa'nın şu beyitinde ol*duğu gibi:
    "Vazgeçer misiniz? Zalimlik edeni vazgeçiremez hiçbir şey Yağı da fitilleri de karnın içine geçiren bir mızrak yarası gibi." İmru'l-Kays'ın şu beyitinde de böyledir:
    "Öyle bir atla geri döndük ki, sanki su kuşu idi aramızda, uzaklaşıp gidiyordu.
    Göz bir onun olduğu tarafa bakıyor, bir dalıp gidiyordu."
    Burada şairler (birinci beyitte) "mızrak yarası gibi" ikinci beyitte de "su ku*şu gibi" demek istemiştir. Haberin hazfedilmiş olması da caizdir. O vakit ifa*denin takdiri şöyle olur: Onların hali ateş yakan bir kimsenin halini andırır. Burada "kâf" harfi bir harf (benzetme edatı) olur.
    kelimeleri aynı anlamdadır. Benzer, misal demektir. Mütemasil iki şey, birbirini andıran iki şey demektir. Dil bilginleri böyle de*mektedir.kimse" kelimesi, tekil için de çoğul içinde kullanılır. İbnu'ş-Şe-ceri Hibetullah b. Ali der ki: Araplar arasında tekil lafız ile çoğulu kasteden*ler vardır. Şairin şu sözünde olduğu gibi:
    "O kimseler ki kanları Felç vadisinde akıp gitti
    İşte asıl yiğitler onlara denir, ey Halid'in anası."
    Yüce Allah'ın: O sıdk ile gelen ve onu doğrulayandır) işte ontar sakınanların ta kendileridir." (ez-Zümer, 39/33) buyruğunun bu söyleyişe uygun olduğu belirtilmektedir. Ay*nı şekilde yüce Allah'ın: "Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir" buy*ruğu da böyledir. Anlamı: "Bir ateş yakan kimselerin hali gibidir" şeklinde*dir de denilmiştir. Bundan dolayı daha sonra yüce Allah: "Allah onların nu*runu giderip..." diye buyurmuştur. Birincisinde söz tekil iken, ikincisinde çoğul olarak gelmektedir.
    Yüce Allah'ın: Onların daldıkları gibi siz de dal*dınız" (et-Tevbe, 9/69) buyruğunda yer alan kelimesi, burada haz*fedilmiş bir masdarın sıfatıdır. Bunun takdiri de şöyledir: Siz de onların da*lışı gibi bir dalış ile daldınız.
    Şöyle de denilmiştir: Burada yer alan kimse ile, ( Jtfy-Î ) Ateş yakan" kelimesinin tekil gelmesi, ateş yakmak isteyenin, onlar adına ateş yak*mayı üstlenenin topluluk arasındaki bir kişi olmasından dolayıdır. Ateşin ışı*ğı gidince, karanlıkta kalmak hepsi için sözkonusu olduğundan dolayı yü*ce Allah: "Onların nurlarını" diye buyurmuştur. Burada yer alan (kelimesi, anlamındadır. kelimesinin anlamına gel*mesi gibi. (İkisi de kabul etti anlamında) Birinci kelimede sin ve te fazladan gelmiştir.Bu el-Ahfeş'in görüşüdür. Şairin şu sözünde de böyledir:
    "Ve bir davetçi çağırdı: Ey çağrıya cevap verenler diye
    O çağrısı esnasında kimse onun çağrısını kabul etmedi."
    Nahiv bilginleri âyet-i kerimede yer alan cevabı ile: "nur*ları" kelimesindeki zamirin nereye ait olduğu hususunda farklı görüşlere sa*hiptir. Bu edatının cevabı mahzuftur. Bu da "söndü" anlamında kelimesidir. nurları" kelimesindeki zamir de münafıklara aittir. Böy*lece haber vermek ise, âhirette olacak bir durumu belirtmektedir. Yüce Al*lah'ın: "Aralarında kapısı olan bir duvar çekilmiş olacaktır." (el-Hadid, 57/13) buyruğunda olduğu gibi. Bu edatın cevabının: "Giderdi" olduğu "nurları" kelimesindeki zamirin de "yakan" kimseyi ifade eden ol*duğu da söylenmiştir.
    Buna göre münafıka dair verilen misal ateşi yakanın durumu açıklanarak tamamlanmış olur. Çünkü ateşi yakanın görmez bir halde karanlıklar içeri*sinde kalması münafıkın şaşkınlık ve tereddüt içerisinde kalışını andırır. Ây^t-i kerime ile anlatılmak istenen ise, münafıklara bir misal vermektir. Şöyle }tv.
    Evlilik, mirasçıhk, ganimet almak, kendilerinin, çocuklarının canlarının gü*ven altına alınması, mallarının dokunulmaz olması gibi müslümanlar ile il*gili olan hükümlerin kendileri için de sabit olmasını sağlayan, açığa vurduk*ları imanlarıdır. Bununla da karanlık bir gecede bir ateş yakıp onun vasıta*sı ile aydınlananın, sakınması ve kendisini güven altına alması gereken şey*leri görenin durumuna benzerler. Bu ateş, sönüp yahut ortadan kalkınca, yi*ne onu rahatsız edici şeyler gelir, onu bulur ve şaşkın şaşkın kalmaya devam eder. İşte münafıkların durumu da böyledir. Onlar iman edince İslam'a gir*diklerini belirten sözlerine aldandılar. Fakat ölümden sonra can yakıcı acıklı azap ile karşı karşıya kalacaklardır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda ha*ber verdiği gibi: "Şüphesiz münafıklar, cehennemin en aşağı tabakasında-dırlar." (en-Nisa, 4/145) Ve Allah onların nurlarını giderir. İşte bundan do*layı şöyle diyeceklerdir: "Bize bakın da sizin nurunuzdan aydınlanalım." (el-Hadid, 57/13)
    Bu buyruk şöyle de açıklanmıştır: Münafıkların müslümanlara yönelme*si, onlarla konuşması ateşe benzer. Onlara duydukları sevgiden yüzçevirip onlar önünde tökezlemeleri ise, bu ateşin ışığının gitmesi gibidir. Bu konu*da başka açıklamalar da yapılmıştır.
    "Ateş" anlamına gelen kelimesi müennesdir. Nur" dan gelmektedir. Aydınlatmak anlamına da gelir. "Nar" kelimesinin orta harfi asıl itibariyle "vav"dır. Çünkü bu kelimeyi küçültmek istediğimiz takdirde (»y.y) çoğulunu yapmak istediğimiz takdirde ise deriz. Burada görüldüğü gibi, önceki harfin esreli olması dolayısıyla "vav" harfi ya'ya dö*nüşmüştür.
    Aydınlattı anlamına gelen kelimesinin ikinci bir söyleyişi de şeklindedir. O bakımdan: Ay aydınlattı, aydınlatır, aydınlatmak ve aydınlattı, aydınlatır," denilir. Bu keli*me hem lazım (geçişsiz) hem müteaddi (geçişli) olur. Muhammed b. es-Su-meya', başta elif'siz olarak şeklinde okumuştur. Ancak herkes elif ile okur. Şair der ki:
    "Soyları ve ileri gelenleri aydınlattı onlara
    Gecenin karanlığını, o kadar ki boncuğunu delen kişi onu ipine de dizdi." "Etrafını" anlamına gelen kelimesindeki edatı fazla ve te-kid içindir. kelimesi ile meful olduğu da söylenmiştir. "Etrafını" anlamına gelen (kelimesi mekan zarfıdır. Kelimenin sonunda yer alan "h" harfi de izafet dolayısıyla cer mahallindedir. Giderdi" kelimesi dan türemekte olup birşeyin yok olması zail olması anlamındadır.
    Karanlıklar" kelimesi kelimesinin çoğuludur.
    el-A'meş de kelimenin aslını bozmadan lam harfini sakin olarak şeklinde okumuştur. Lam harfini ötreli olarak okuyan ise, isim ile sıfat ara*sındaki fark dolayısıyla bu şekilde okur. Eşheb el-Ukayli de lam harfini fet-halı olarak: şeklinde okumuştur. Basralılar der ki: Daha hafif oldu*ğundan dolayı damme yerine fethalı okumuştur. el-Kisai de der ki: kelimesi çoğulun çoğuludur. İlk çoğul ise kelimesidir.
    "Görmezler" hal mahallinde muzârî' bir fiildir: Görmeyenler olarak denil*miş gibidir. Buna göre karanlıklar" kelimesi üzerinde durak yap*mak caiz olmaz. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    18. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler.

    Sağırlar, Dilsizler, Körler:


    "Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler." Yani gizli bir mübtedanın haberi ola*rak: onlar sağırdırlar... Abdullah b. Mes'ud'la Hafsa kıraatinde şeklindedir. Yermek maksadıyla bu şekilde nasb ile okumak caizdir. Yüce Al*lah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlara lanet edilmiştir. Nerede ele ge-çirilirlerse..." (el-Ahzab, 33/61) Yine bir başka yerde yüce Allah:
    Karısı da odun taşıyısıcı olarak.." (Tebbet, 111/4) diye buyurmaktadır. Şair de şöyle demiştir:
    "Önce şarap içirdiler bana, sonra sardılar çevremi
    Allah'ın düşmanları, yalan ve dolan ile."
    Şair burada ibaresini onları yermek istediğinden dolayı nasb ile okumuştur. Bu görüşe göre üzerinde vakıf yapmak doğru ve gü*zeldir. Aynı şekilde sağırdırlar" kelimesinin onları bırak*tı, terketti," kelimesiyle nasbedilmesi de caizdir. Şöyle denilmiş gibidir: On*ları sağır, dilsiz ve kör olarak terketti. Bu görüşe göre ise, üzerin*de vakıf güzel değildir.
    Sağırlık, arap dilinde aslında tıkanıklık demektir. Eğer tıkalı ise, bir kanal ve boru hakkında denilir. Şişenin ağzını kapatıp tıkadı*ğımız takdirde Şişenin ağzını kapattım," denilir. Sağır, buna göre işitmesini sağlayan deliklerin tıkalı olduğu kimse demek olur.
    Dilsiz (el-ebkem) ise konuşamayan ve konuşulanı da anlayamayan kim*sedir. Eğer konuşulanı anlıyor ise buna ahras denilir. İkisi arasında bir fark olmadığı da söylenilmiştir. Kişinin sağır olduğu anlatılmak istenildiğinde denilir. Yani açıkça dilsiz olduğu belli olan kimse demek olur. Şair der ki:
    "Keşke benim dilim onlardan dolayı iki parça olsaydı
    Ve bekim (konuşamayan) olsaydım ve diğer yarısı da yıldızların akıp gittiği yerde (bulunsaydı)."
    Körlük (el-amâ): Görmenin gitmesi, yokolması demektir, Kör ol*du kör," körler şeklinde çoğulu gelir. Başkası tarafından kör edildiği anlatılmak istendiğinde mesela: Allah onu kör etti," denilir. tabiri ile kişi kör olmadığı halde körmüş gibi davran*dı, anlamına gelir. İşin içinden çıkılamadığı zaman tabiri kullanılır. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu türdendir: "O günde haberler on*lar için karmakarışık bir hal alır." (el-Kasas, 28/66)
    Sözü geçen bu açıklamalarımızdan maksat, onların bütün duyularının id*rak etmediğini anlatmak değildir. Maksat, herhangi bir açıdan onların idrak et*mediklerini ifadedir. Mesela: Filan kişi kötü sözlere karşı sağırdır derken, böy*le bir özel durumu anlatmış oluruz. Şair şu mısrayı çok güzel söylemiştir:
    "Hoşuna gitmeyen şeylere karşı sağırdır. Halbuki o işiten kimsedir." Bir başka şair de şöyle demektedir:
    "Ve ben bir gözü kör çirkin sözlere karşı sağır oldum İsteseydim eğer onları işitirdim." Darimi der ki:
    "Hanım komşum dışarı çıktı mı gözüm kör olur Ta ki duvarlar onu saklayıncaya kadar."
    Şairin birisi de çokça hükümdarların yanına girip çıkan birisine yaptığı tavsiyelerinde şunları da söylemektedir:
    "Gir, fakat girdiğin vakit, kör gir Çıktığın zaman da dilsiz çık."
    Katade der ki: Onlar hakkı işitmeyen "sağırlar" hakkı dile getirip söyle-meyen "dilsizler" ve hakkı göremeyen "körler" dir.
    Derim ki: Pegamber (s.a)'ın Cibril hadisinde ahir zamandaki yöneticileri şu şekilde nitelendirirken bu anlamı dile getirmek istemiştir: "Ve sen çıplak ayaklı, elbisesiz, sağır ve dilsiz kimselerin yeryüzünün hükümdarları oldu*ğunu gördüğün vakit, işte bu da Kıyametin aiametlerindendir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Doğrusu*nu en iyi bilen Allah'tır.
    "Artık onlar dönmezler." Şanı yüce Allah'ın onlar hakkındaki bilgisi dolayısıyla onlar hakka geri dönmezler. Arapçada: Bizzat kendisi dönen için denilir. Başkası tarafından döndürülen için Onu döndürdü," denilir. Huzeyl kabilesi ise: Başkası onu döndürdü" derler.
    Yüce Allah'ın: "Sözü biribirlerine döndürürler" (Sebe', 34/31) Yani biri-birlerini kınarlar demektir. -Yüce Allah'ın sözü geçen sûrede (buyrukta) beyan ettiği budur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    19- Yahut gökten boşanan yağmur gibi. Onun içinde karanlıklar, şimşek ve gök gürültüsü vardır. Ölüm korkusu ile yıldırımlar*dan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçev*re kuşatandır.

Sayfa 2/5 İlkİlk 12345 SonSon

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanıcı var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •