Teşekkur Teşekkur:  0
Beğeni Beğeni:  0
Sayfa 3/5 İlkİlk 12345 SonSon
41 sonuçtan 21 ile 30 arası

Konu: Bakara Suresi Hakkında Herşey

  1. #21

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Dehşet Tabloları:


    "Yahut gökten boşanan yağmur gibi." Taberi der ki: Burada Yahut "ve" anlamındadır. el-Ferrâ da böyle demiş ve delil olarak da şu beyiti gös*termiştir:
    "Leyla zannetti ki ben kötü iş yapıyorum Kendimedir nefsimin takvası yahut kötülüğü."
    Bir başka şair de şöyle demektedir:
    "Hilafete nail oldu yahut onun için bir kaderdi
    Nitekim Musa da Rabbinin huzuruna kader gereği çıkmıştı."
    Buralarda "yahut" kelimesi: "ve" anlamındadır.
    Burada yer alan "yahut" kelimesinin, muhatabı istediğini seçmek husu*sunda serbest bırakmak için kullanıldığı da söylenmiştir.Yani siz münafıkla*rın durumunu ister buna ister buna benzetin. Sadece bu iki halden birisine münhasır değil. Buyruk, yahut onlar yağmura tutulmuş kimsenin haline benzerler, demektir.
    kelimesi yağmur anlamını taşır. Bu kelimenin iştikakı ise: şeklindedir ve yağmurun yağması hakkında kullanılır. Alka-me der ki:
    "Yağmur yüklü bulutlar, bol bol seni sulayasıca
    Beni cahil bir kimse ile eş tutma!"
    Kelimenin aslı şeklindedir. Ya ve vav bir araya gelmiş, ya harfi vav'dan önce esreli bulunmuştur. O bakımdan vav ya'ya dönüştürülüp idğam yapılmıştır.
    Nitekim kelimelerinde de aynı şey yapılmıştır.
    Kimi Kuleliler de şöyle demiştir: Bu kelimenin aslı, vezninde şeklindedir. en-Nehhas da der ki: Eğer durum onların dediği gibi ol*saydı, bu iki harfin birbirine idğam edilmesi caiz olmazdı. Nitekim kelimesinin de idğamı caiz değildir. kelimesinin çoğulu, "Onların misali, bir ateş ya*kan kimsenin misaline benzer. Yahut yağmura tutulmuş kimsenin halini an*dırır..."
    "Gökten" Gök anlamına gelen "sema" kelimesi müzekker ve müennes ola*rak gelir ve şekillerinde çoğulları yapılır. el-Accac der ki:
    "Onu rüzgarlar ve gökler (yani: yağmurlar) sarar"
    Üst tarafta bulunup da seni gölgelendiren her şeye "sema" denilir. O ba*kımdan (Arapçada) evin tavanına "sema" denilmiştir. Aynı şekilde "sema" yağ*mur anlamında da kullanılır; çünkü yağmur semadan (yukardan) gelir. Has*san b. Sabit der ki:
    "Hashâs oğullarının bazı toprakları var ki kurudur Oraları topraklar ve sema gizleyip örter." Bir başka şair de şöyle demişir:
    "Sema (yağmur) bir kavmin arzına yağdı mı
    İsterse onlar kızsınlar biz orada otlatırız."
    Çamur ve ota da "sema" adı verilir. Mesela: "Sizin yanınıza gelene kadar semayı çiğneyip durduk" denirken kastettikleri otları ve çamurları çiğneyip durdukları şekildedir. Yine yüksekte kaldığı için atın sırtına da "sema" adı ve*rilir. Şair der ki:
    "Atlas gibi kırmızı semasına gelince
    Hep ıslaktır. Arzı ise kuru mu kuru.."
    Üstte kalan şeye "sema", aşağıda kalan şeye de "arz" denildiği önceden de açıklanmıştır.
    "Onun içinde karanlıklar, şimşek ve gök gürültüsü vardır."
    Yüce Allah burada çoğul şeklinde "karanlıklar" buyurarak bir taraftan ge*cenin karanlığına, diğer taraftan bulutun karanlığına işaret etmektedir. Bu*lutlar üst üste yığılıp arttığından dolayı çoğul gelmiştir. Bu kelimenin söy*leyiş şekillerine dair açıklamalar önceden (17. âyetin tefsirinde) geçmiştir. Bu*rada tekrarlamaya gerek yoktur. Yüce Allah'ın izniyle daha önce açıklama*sı geçmiş bütün hususlara dair tutumumuz bu olacaktır.
    "Gökgürültüsü" hakkında ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. yr Tirmizî'deki rivayete göre İbn Abbas şöyle demiştir: Yahudiler Peygam*ber (s.a)'e gökgürültüsünün ne olduğu hakkında soru sordular, o da şöyle buyurdu: "Meleklerden bir melek olup bulutlarla görevlidir. Onunla birlik-î ' te yüce Allah'ın dilediği yere kendileri vasıtasıyla bulutları sürdüğü kamçı*lan vardır." Bu sefer: Peki bu işittiğimiz ses ne oluyor? diye sorunca; Hz. Pey*gamber de şöyle buyurdu: "Bu da onun bulutlara bağırdığı zamanki sesidir. Ve bu Allah'ın dilediği yere kadar ulaşır." Yahudiler: Doğru söyledin, diye ce*vap verdiler.. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    İlim adamlarının çoğunluğu da bu görüşü benimsemiştir. Buna göre "gökgürültüsü" işitilen sesin adıdır. Hz. Ali de böyle demiştir. Arap dilin*de bilinen de budur. Cahiliyye döneminde Lebid şöyle demiştir:
    "Gökgürültüsü ve yıldırım bana o süvariyi kaybetmenin acısını tattırdı
    Baş edilemez o savaş gününde."
    İbn Abbas'tan şöyle dediği de rivayet edilmiştir: Gökgürültüsü bulutlar ara*sında sıkışıp kalan bir rüzgardır. İşte işittiğiniz o sesin çıkması bundan do*layıdır.
    "Şimşek" hakkında da müf'essirler farklı görüşlere sahiptir. Ali, İbn Mes'ud ve İbn Abbas (Allah onlardan razı olsun)dan şimşeğin meleğin elinde ken*disiyle bulutları sürdüğü demir bir kılıç olduğu rivayet edilmiştir.
    Derim ki: Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisin zahirinden anlaşılan odur. Yi*ne İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre bu, kendisi vasıtasıyla bulutları sü*rüklediği, meleğin elinde nurdan bir kamçıdır. Ondan gelen bir başka riva*yete göre şimşek, görünür gibi olan bir melektir.
    Felsefeciler de derler ki: Gökgürültüsü, bulut parçalarının birbirleriyle sür*tüşmesinden çıkan sestir. Şimşek ise, bu sürtüşmeden dolayı parlayan , ça*kan ateştir. Ancak bu görüşün doğruluğunu belirten sahih bir metin yoktur. O bakımdan reddedilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
    "Gökgürültüsü" (anlamına gelen "er-Ra'd") kelimesinin asıl itibariyle hareket manasına geldiği ifade edilmiştir. Nitekim korkak kimseye "er-Ri'did (çokça titreyen)" denilir. Çalkalanıp sallanan birşey hakkında da Titredi kelimesi kullanılır. Hadis-i şerifte yer alan şu ifade de buradan gel*mektedir: İkisi bütün eklemleri titreyerek getiril*diler." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
    "el-Berk (şimşek)" : kelimesinin aslı parlaklık ve ışık anlamına gelen kelimelerinden gelmektedir. Burak kelimesi de burdan gel*mektedir. Burak, Rasulullah (s.a)'ın İsra gecesinde bindiği binektir. Ondan önce diğer peygamberler de bu bineğe binmiştir.
    "Gök gürledi" Ra'd kökünden; (Gökte) şimşek çaktı" da Berk kökündendir. Yine: tabiri, kadın güzel-leşip süslendi, anlamındadır. Araplar, erkek hakkında de*nildiğinde tehditte bulundu ve korkuttu, denmek istenir. İbn Ahmer der ki:
    "Ey ülkemiz kendisinden uzak olan ve ey bizi uzaktan takip edip yetişemeyen Sen bulunduğun yerde şimşek gibi çak ve gök gibi gürle." Belde halkına gök gürültüsü ve şimşekler isabet ettiğinde denilir.
    Gökteki gürültü ve şimşek için denilirken, tehditte bulunduğu ve korkuttuğu zaman bir kişinin durumunu anlatmak üzere de: denilir. Ancak el-Esmaî bunu kabul etmez. Esmaî'nin gö*rüşüne karşı el-Kumeyt'in şu beyiti delil gösterilmiştir:
    "Ey Yezid, gürle ve tehditte bulun.
    Senin tehdidin bana dokunmaz." -- Ancak el-Esmaî: Kumeyt'in sözleri delil değildir, diye cevap verir.
    İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Medine ile Şam arasında Ömer b. Hattab ile bir yolculukta idim. Beraberimizde Ka'b el-Ahbar da var*dı. Şiddetli bir rüzgar çıktı. Ondan sonra gök gürültüsü ve oldukça şiddetli bir yağmur yağdı. Soğuk da oldu. İnsanlar korkmaya başladı. Ka'b bana şöy*le dedi: Her kim gökgürültüsünü işittiği vakit:
    "Gökgürültüsünün hamdiyle, meleklerin de korkusundan dolayı teşbih ettiği zatın şanı ne yücedir!" derse bu bulut soğur ve gök gürültüsünden do*layı meydana gelecek zararlardan esenliğe kavuşturulur. İbn Abbas der ki: Bu sözü ben ve Ka'b birlikte söyledik. Sabah olup da insanlar bir araya gelince Ömer'e şöyle dedim: Ey mü'minlerin emiri. Sanki biz insanların içinde bulun*duğu durumdan farklı bir haldeydik. Bana, bu nasıl oldu? diye sorunca ben ona Ka'b'ın söylediklerini naklettim. Hz. Ömer şöyle dedi: Sübhanallah siz, niye bu*nu bize söylemediniz, biz de söylediğiniz gibi söylerdik. Bir rivayette de Hz.Ömer'in burnuna isabet eden ve burnunda iz bırakan bir dolu tanesi çarp*tı. Bu rivayet inşaallah er-Ra'd sûresinde (13- âyetin tefsirinde) gelecektir.
    Her iki rivayeti de Ebu Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit el-Hatib, tabiinin as-hab-ı kiramdan naklettiği rivayetler arasında zikretmektedir. (Allah'ın rahme*ti hepsine olsun). İbn Ömer'den rivayete göre Peygamber (s.a) Gökgürül-tüsü ve yıldırımları işitip gördüğünde şöyle derdi:
    Allah'ım, gazabınla bizi öldürme, azabınla bizi helak etme, bundan önce bize afiyet ver." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    "Yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar." Parmaklarını kulak*larına tıkamalarının sebebi Kur'ân-ı Kerim'i işitmemek, ona ve Muhammed (s.a)'a iman etmemek içindir. Çünkü bu onlar açısından bir küfürdür. parmaklar" kelimesinin tekili beş şekilde söylenir:
    1. şeklinde hemze esre, be üstün
    2. şeklinde hemze üstün, be esreli
    3- Hemze ve be üstün,
    4. Hemze ve be ötreli,
    5. Hemze ve be esreli. Kelime müennestir. "Kulak" anlamına gelen "uzun"un küçültme ismi "uzeyne"dir. Bunu bir erkeğe ad verip küçültecek olursak "uzeyn" denilir.
    "Kulak" anlamına gelen, "üzün" kelimesinin çoğulu "âzân" gelir. Herke*sin sözüne kulak veren kimse hakkında: denilir. Tekili ile çoğulu ay*nıdır. Kulakları büyük kimseyedenilir. Böyle olan koyuna: koça v. de çocuğun kulağını büktüm, demektir.
    "Yıldırımlardan" buyruğu ile yıldırımlar dolayısıyla parmaklarıyla kulak*larını tıkadıklarına işaret edilmektedir. Âyet-i kerimede yer alan "savâik" yıl*dırımlar "saika" kelimesinin çoğuludur. İbn Abbas, Mücahid ve başkaları der ki: Melek olan er-Ra'd (gökgürültüsü)ın hiddeti ileri dereceye vardığı takdir*de ağzından ateş saçar. İşte yıldırımlar bunlardır. el-Halil de böyle söylemiş*tir. Yine el-Halil der ki: Yıldırım: Gökgürültüsü sesinden gelen oldukça şid*detli bir şekilde düşen birşeydir. Kimi zaman onunla beraber değdiği şeyi ya*kan bir ateş parçası da bulunur. Ebu Zeyd de der ki: Yıldırım, şiddetli gök*gürültüsü esnasında semadan düşen bir ateştir. el-Halil de bir grup kimse*den bu kelimenin "sin" harfi ile "es-saika" şeklinde söylediğini nakletmek*tedir. Ebu Bekr en-Nekkaş da der ki: "Saika, sa'ka ve sakia" aynı anlamda*dır. el-Hasen bu kelimeyi (kaf harfini öne alarak): "es-savaki" şeklinde oku*muştur. Ebu'n-Necm'in şu beyitinde de durum böyledir:
    "Keskin ve dümdüz kılıçlarla anlatırlar
    Şimşeğin gök gürültüsünden yarılmasını."
    En-Nahhas der ki: Bu şekildeki söyleyiş Temimliler ile Rabia oğullarının bir kısmının söyleyiş şeklidir. Gökten bir topluluk üzerine yıldırım düştüğü vakit, "üzerlerine gökten yıldırım düştü," denir.
    Saika, aynı zamanda azap sayhası (feryadı) anlamındadır. Allah şöyle bu*yurmaktadır: "Kazandıkları sebebiyle , horlayıcı azabın yıldırımı onları yakaladı." (Fussilet, 41/17) Bayılan hakkında: adam bayıldı, baygınlık ifadeleri (bu kökten) kullanılır. Yüce Allah'ın şu buy*ruğu da bu anlamdadır: "Mûsâ da baygın düşüverdi." (el-A'raf, 7/143) İbn Mukbil der ki:
    "Mavi at sineklerini göğsünün altında görürsün
    Teker teker çifter çifter kişnemeleri o atların, onları baygın (ölü) düşürmüştür."
    Yüce Allah'ın: "Göklerde ve yerde olanların hepsi baygın düşer." (ez-Zu-mer, 39/68) buyruğundaki baygınlıktan kasıt ölümdür.
    Yüce Allah bu âyet-i kerimede münafıkların durumunu, şiddetli yağmur esnasında bulunan karanlıklara, gökgürültüsü, şimşek ve yıldırımlara benze*mektedir. Karanlıklar onların inandıkları küfrün misali, gökgürültüsü ve şimşek kendisi ile korkutuldukları buyrukların misalidir.
    Şöyle de denilmiştir: Allah Kur'ân-ı Kerim'i yağmura benzetmiştir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in anlaşılması onlar için içinden çıkılamaz birşeydir. Körlük ise karanlıklar demektir. Onun içerisinde bulunan tehdit, azar da gökgürül-tüsüdür. Kur'ân-ı Kerim'de bulunan nur ve kimi zaman neredeyse gözlerini kamaştıracak dereceye varan apaçık deliller ise, şimşeği andırmaktadır. "Yıl*dırımlar" ise Kur'ân-ı Kerim'de bulunan dünya hayatında savaşa çağrının ve âhiretteki tehditlerin misalini ifade eder. "Yıldırımların hoşlarına gitmeyen cihat, zekat ve benzeri diğer şer'i mükellefiyetler olduğu da söylenmiştir.
    "Ölüm korkusu ile." Burada (korkuyu ifade eden) kelimesi, aynı anlamda olmak üzere şeklinde de okunmuştur.
    Sibeveyh der ki: Burada kelimenin nasb halinde gelmesi, mef'ulu leh ol*ması dolayısıyladır. Hakikatte ise bu masdardır. Sibeveyh şu beyiti örnek gös*termiştir:
    "Asil bir kimse bana karşı bir cahillikte bulunursa onun bu halini (asaletini)
    korumak üzere affederim onu Ve seviyesine düşmeyeyim diye adi ve bayağı kimsenin sövmesinden
    yüzçeviririm."
    el-Ferrâ da, bu kelimenin temyiz olmak üzere nasb edildiğini söylemiştir. Ölüm (el-mevt) hayatın zıddıdır. şekillerinde ge*lir. Şair der ki:
    "Kızcağızım, ey kızların efendisi
    Çok yaşa fakat ölmeyeceğinden yana emin olunmaz."
    Ölü kimse için şeklinde kullanılır. Bu kelimenin çoğulu ise şeklinde gelir. Cansız varlıklar hakkında "el-mevat" denilir. Yine bu kelime, sahipsiz ve yararlanılmayan arazi anlamına gelir. "Mevetan" hayatta olmanın zıddıdır. "İki ölüyü al, fakat iki yaşayanı al*ma" denilir. Yani arazileri evleri al, fakat köle ve hayvan satın alma. Davar*ların karşıkarşıya kaldıkları bir hastalıktan ölmelerine denilir. Davarlarda ölüm salgını görüldü," demektir. Öldürmek anlamını ifade etmek üzere denilir. Allah onu öldürdü, an*lamındadır. Son kelimenin şeddeli gelmesi mübalağa içindir. Şair der ki:
    "Urve çok rahat bir şekilde öldü
    İşte şimdi ben her gün öldürülüyorum."
    Dişi devenin yavrusu öldüğü takdirde hakkında tabiri kul*lanılır. Ebu Ubeyd der ki: Kadının da durumu böyledir. Bu durumda olanın çoğulu şeklinde gelir. İbnu's-Sikkit der ki: Bir kişinin oğlu ve*ya oğulları öldüğü takdirde denilir. kendisini ölü gi*bi gösteren riyakar zahidin niteliklerindendir. ifadesi ise, demene benzer. (Öldürücü mü öldürücü bir ölüm ve kapkaranlık bir gece demektir). Bu şekilde onun lafzından tekit edici bir ifade kullanı*lır. ise, bir işe kendisini alabildiğine veren demektir. Şa*ir Ru'be der ki:
    "Ve deniz köpüğünün hışırtısı var
    Gece ise su üstünde ölü gibidir."
    Yine kelimesi, savaşta ölümden hiçbir şekilde korkmayan, ölüme aldırış etmeyen, ölürcesine çarpışan kimse anlamına gelir. Hadis-i şe*rifte şu ifade kullanılmaktadır:" Ben bunların ölesiye çarpıştıklarını (çarpışacaklarını) görüyorum." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    kelimesi insanda görülen bir çeşit delilik ve sara nöbeti demek*tir. Kendisine geldiği zaman tekrar aklı tam anlamıyla başına gelir. Uyuyan ve sarhoşun durumunda olduğu gibi.
    Mu'te ise, Ebu Talib'in oğlu Ca'ferin (selam ona) öldürüldüğü bir belde*nin adıdır.
    "Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır." İfadesi mübteda ve haberdir. Ya*ni onun elinden kurtulamazlar, demektir. Bir kişiyi dört bir yandan kuşatıp yakaladığı takdirde Sultan filanı çepeçevre kuşattı," de*nilir. Şair der ki:
    "Onları kuşattık, nihayet gördüklerine onlar da inanınca
    Hep birlikte barışa meylettiler."
    Yüce Allah'ın: "Onun bütün mahsulü, kuşatıldı (yok edildi)" (el-Kehf, 18/42) buyruğu da bu kökten gelmektedir.
    Şanı yüce Allah, bütün mahlukatı muhit (kuşatıcı)dır. Yani bütün yaratık*lar O'nun egemenliği ve buyruğu altındadır, emri altındadır. Nitekim yüce Al*lah şöyle buyurmaktadır: "Arz bütünüyle Kıyamet gününde O'nun kabzasındadır." (ez-Zumer, 39/67) Yani O'nun egemenlik ve tasarrufu altındadır, de*mektir.
    "Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır." Onların durumlarını çok iyi bi*lendir, anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu buy*ruğudur: "Ve muhakkak Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşatmış olduğunu gerçek*ten bilesiniz diye." (et-Talak, 65/12)
    Onları helak edip yok edecek ve onları bir araya getirip toplayacaktır, an*lamına geldiği de söylenmiştir. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Etrafınızın kuşatılması hariç..."(Yusuf, 12/66) Hep birlikte helak edilme*niz hali müstesna, demektir. Özellikle kâfirlerin kuşatılmasının sözkonusu edi*liş sebebi ise, âyet-i kerimede daha önce kendilerinden söz edilmiş olması*dır. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    20. O şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek. Onları aydın*lattıkça da ışığında yürürler. Başlarına karanlık çökünce diki*lip kalırlar. Allah dileseydi işitmelerini ve görmelerini giderir*di. Şüphesiz ki Allah herşeye gücü yetendir.

  2. #22

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Aldatıcı Işıklar:


    "O şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek" buyruğundaki" neredeyse" kelimesi birşeyin gerçekleşmesinin yakın olduğunu ifade eder. Yap*masının yaklaşıp yapmaması halinde denilir. Kur'ân-ı Kerim'in dışındaki sözlerde kullanılabilir. Nitekim Ru'be şöyle demiştir:
    "Uzun zamandan beri eskidiğinden dolayı neredeyse tamamıyle yok olacaktı." Ancak getirmeden kullanılması daha güzeldir. Çünkü bu edat ifa*deye "gelecek zaman" anlamını kazandmr. Bu ise uygun değildir. Nitekim (bu edat kullanılmaksızın) yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şimşeğinin şiddet*li ışığı gözlerin nurunu neredeyse alıp gidecektir." (en-Nur, 24/43) Araplarda: Devekuşu neredeyse uçacak, damat neredeyse prens olacak" tabirlerini kullanır. Çünkü her ikisi de belir*tilen hallere oldukça yaklaşırlar. fiili çekimi yapılabilen ba-bındandır. Burada bu fiilin haberi, isim ile gelmiştir jki bu da oldukça azdır.
    Arapçada bu kelime gibikelimeleri de vardır. Ve bunların da haberi (jf)sız gelir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Üzer*lerine cennet yapraklarından koyarak örtmeye başladılar." (el-A'râf, 7/22; Taha, 20/121) Çünkü bütün bu fiiller, hali ve onun yakınlığını ifade eder. Hal ile birlikte ise ( oî ) bulunmaz.
    "Gözlerini kapıp alıverecek.." Kapıp alıverme; el-hatf: Hızlıca almak de*mektir. Hızı dolayısıyla uçan kuşa "huttâf" denilmesi bundan dolayıdır. Kur'ân-ı Kerim'in korkutmasına misal olduğunu kabul edenlere göre, bunun anlamı da şöyle olur: Onların başlarına geleceklerden korkmaları, neredey*se gözlerini alıverecek. Eunu Kur'ân-ı Kerim'de bulunan beyana misal kabul edenlere göre de anlamı şöyle olur: Onlara gözlerini iyice kamaştıracak şe*kilde açıklamalar gelmiş bulunmaktadır.
    Bu kelime, şeklinde kullanılır. Her şekilde de okun*muştur. O söyleyişi güzeldir. Diğer söyleyişi ise, el-Ahfeş şeklinde nakletmiştir. el-Cevheri, bunun az ve sıradan bir söy*leyiş olduğunu hemen hemen hiç bilinmediğini kaydetmektedir. Yüce Allah'ın: O şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek" buyruğunu bu şekilde Yunus okumuştur. en-Nehhas ise, okuyu*şunda yedi şekil olduğunu söylemiştir.
    Fasih okuyuş:şeklindedir. Ali b. el-Huseyn ile Yahya b. Vessab şeklinde okumuştur. Said el-Ahfeş, bu bir şivedir demiştir. el-Ha-sen, Katade ve Asım el-Cahderi ile Ebu Reca el-Utaridi şeklinde okumuşlardır. Yine el-Hasen'den gelen rivayete göre de "hı" harfini üstün oku*muştur. el-Ferra der ki: Bazı Medineliler hı harfini sakin ve ta harfini şedde*li okumuşlardır. el-Kisai, el-Ahfeş ve el-Ferra der ki: Ya, hı ve ta harflerini es-reli okuyarak şeklinde okumak caizdir. Bu üç okuma şekli yazıya uygundur. Yedincisini ise Abdülvaris nakletmiş ve şöyle demiştir: Ben Ubey b. Ka'b mushafında şeklinde yazıldığını gördüm.
    Sibeveyh ile el-Kisai'nin iddiasına göre şeklinde hı ve ta harf*lerinin esreli okuyan kimseye göre bu kelimenin aslı şeklindedir. Daha sonra "t" harfini "ta" harfine idğam etti. İki sakin harf bir araya geldi*ğinden dolayı hı harfi esreli okunmuştur. Sibeveyh der ki: Hı harfini üstün okuyan kimse, t'nin harekesini o harfe vermiş demektir. el-Kisai der ki: Ya harfini esreli okuyan kimse kelimesindeki elifin esreli oluşu do*layısıyla böyle okur. Ferra'nın hı harfini sakin okuyup ta harfini de idğamlı okunuşu şeklinde Medine halkından yaptığı nakle gelince, bu bilinen bir ki raat şekli de değildir. Mümkün de değİLdir (caiz değildir). Çünkü iki ayrı sa*kini bir arada bulundurmaktadır. Bunu da en-Nehhas ve başkaları söylemiş*tir.
    Derim ki: Yine el-Hasen'den ve Ebu Reca'dan şeklinde bir oku*yuş da rivayet edilmiştir. İbn Mücahid: Bunun yanlış olduğunu zannederim, demektedir. Buna dair de yüce Allah'ın: Meğer ki hırsızla*yıp kapan olsun" (es-Saffat, 37/10) buyruğunu hiçbir kimsenin (ti harfini) üs*tün olarak okumadığını delil göstermiştir.
    "Gözleri" anlamındaki buyruğun tekili. Basar, görme duyuşudur. Anlamı şudur: Kur'ân'ın delilleri ve apaçık burhanları neredeyse gözlerini kamaştı*racak şekildedir. Şimşeği korkutmanın misali kabul edene göre ise, anlam şöy*le olur: Başlarına geleceklerden dolayı korkmaları neredeyse gözlerini alıve-recek demektir.
    "Onları aydınlattıkça da ışığında yürürler." buyruğunda " her ... ça", zarf olduğundan mensubtur. Bu kelime zaman edatı anlamın*da olursa, o taktirde ism-i mevsul olup âmili de ışığında yürür*ler" buyruğu alır. Bu aynı zamanda cevabıdır. Bunda aydınlattı, amel etmez, çünkü bu da sıla cümlesi bünyesindedir. el-Müberred'e göre, ifade*nin takdiri şöyledir: Şimşek yollarını aydınlattığında yürürler. Buna göre "yol" anlamındaki kelime mePul olur. Fiillerin bablarının aynı anla*ma gelmesinin caiz olduğu da söylenmiştir. Bu durumda takdire gerek kal*maz. Buna göre mana şöyle olur: Onlar Kur'ân'ı işittikleri ve delillerini açık*ça gördükleri her seferinde alışkanlık kazanırlar ve onunla birlikte yol alır*lar. Kur'ân-ı Kerim'den anlayamadıkları ve kendisi sebebiyle sapacakları birşey nazil olduğu zaman, yahut kendilerine bir mükellefiyet verildiğinde "dikilip kalırlar." Yani münafıklıkları üzerinde sebat ederler. Bu açıklama şekli İbn Abbas'tan nakledilmiştir.
    Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Ekinlerinde, davarlarında halleri iyi gidip de nimetler ardı arkasına geldiği her seferinde şöyle demektedirler: Muhammed'in dini mübarek bir dindir. Fakat onlara bir musibet gelip çattı*ğında, bir kıtlıkla karşı karşıya kaldıklarında bu işe kızarlar ve münafıklık*larını sürdürürler, münafıklıklarından vazgeçmezler. Bu açıklama şekli de İbn Mesud ve Katade'den nakledilmiştir.
    en-Nehhas der ki: Bu güzel bir açıklama şeklidir. Bunun doğruluğuna da yüce Allah'ın şu buyruğu delildir: "İnsanlardan kimisi, Allah'a inhiraf (ye tereddüt) üzere ibadet eder. Ona bir hayır isabet ederse, bununla mutmain olur. Eğer ona bir fitne (sıkıntı) isabet ederse, yüzüstü gerisin geri döner." (el-Hacc, 22/11)
    Sufi ilim adamları da der ki: Bu yüce Allah'ın, başından beri irade ile ilgili doğru dürüst sahih bir hali bulunmayan kimselere verdiği bir misalidir. Bu kişi bu hallerden birtakım asılsız iddialarla büyük kimselerin hallerine in*tikal eder. Eğer bunların adabına sıkı sıkıya bağlı kalmak suretiyle bu iddi*alarını tashih etmiş olsaydı, bu irade halleri onu aydınlatırdı. Ancak bu id*dialar ile bu halleri biribirine karıştırınca Allah, ondan bu hallerin nurlarını giderdi ve bu kişi bu karanlıklardan çıkış yolunu görmeyecek halde iddiala*rının karanlıklarında kalakaldı.
    İbn Abbas'tan gelen rivayete göre, bunlarla kastedilen yahudilerdir. Pey*gamber (s.a) Bedir'de muzaffer olunca umutlandılar ve şöyle dediler: Allah'a yemin ederiz, Musa'nın bizlere geleceğini müjdelediği peygamber budur. Bu*nun hiçbir sancağı geri dönmez. Ancak Uhud'da bozgun sözkonsu olunca ir-tidat ettiler ve şüpheye düştüler. Bu açıklama şekli zayıftır, âyet münafıklar hak*kındadır. Ancak, İbn Abbas'tan bu rivayet daha sahih bir şekilde gelmiştir. Bu*nunla birlikte mana hepsini (kâfirleri de münafıkları da) kapsamaktadır.
    "Allah dileseydi işitmelerini ve görmelerini giderirdi." Yani eğer Allah dilemiş olsaydı, müminleri onların durumlarından haberdar eder ve böyle*likle istilaya uğratarak, öldürterek, mü'minleri aralarından çıkartarak İs*lam'ın kendilerine kazandırdığı izzetleri ellerinden giderirdi. Burada özellik*le "işitmek ve görmek"den söz edilmesi, âyet-i kerimede daha önce bunla*rın sözkonusu edilmesidir veya insanda bulunan en şerefli azalan oldukla*rından dolayıdır. Bu kelime, şeklinde çoğul olarak da okunmuş*tur. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/7. âyet, 8. başlıkta) geç*miş bulunmaktadır.
    "Şüphesiz ki Allah herşeye gücü yetendir." Genellik ifade eder. Kelâm-cılara göre bunun anlamı, şanı yüce Allah'ın kendisine güç yetirmekle nite*lendirilebileceği herşey hakkında caizdir. Ümmet yüce Allah'ın "kadîr (gü*cü yeten)" diye adlandırılabileceği üzerinde icma etmiştir. Şanı yüce Allah ka*dîr, kadir ve muktedirdir. Kadîr, kâdir'den daha beliğdir. Bunu ez-Zeccac söy*lemiştir. el-Herevi de der ki: Kadîr ile kadir aynı anlamdadır. Bir şeye muk*tedir olmak, O şeye gücü yetmek demektir. Yüce Allah var olması da yok ol*ması da mümkün olabilen herşeye kadîr, muktedir ve kadirdir. O bakımdan her mükellefin şanı yüce Allah'ın kadir olduğunu bilmesi gerekir: Bu kud*retiyle o, dilediğini bilgi ve seçimine uygun olarak dilediği şekilde yapar. Yi*ne her mükellefin şunu da bilmesi gerekir: Kulun da kendisine göre bir kud*reti vardır. Bu kudreti sayesinde o, ilahi adetin cereyan şekline uygun ola*rak Allah'ın kendisini muktedir kıldığı şeyleri yapabilir. Bununla birlikte yü*ce Allah, kendi kudreti ile kullarını istibdadı altında tutmamaktadır. (Yani on*ları belli bir işi yapmak üzere zorlamamaktadır.) Burada yüce Allah'ın "kud*ret" sıfatının sözkonusu ediliş sebebi ise, tehdit ve korkutma anlamını ihti*va eden bir fiilden daha önce söz edilmiş olmasıdır. O bakımdan burada "kudref'in anılması uygun düşmektedir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.
    Kûfelilere göre buraya kadar yirmi âyettir. Bu yirmi âyetin dört âyeti mü*minlerin niteliği ile ilgilidir. Arkasından kâfirlerin niteliği ile ilgili iki âyet-i kerime gelmektedir. Geri kalanı ise münafıklar hakkındadır. Buna dair riva*yet İbn Cüreyc'den daha önce geçmiş bulunmaktadır. Yine Mücahid de bu görüşü belirtmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    21. Ey İnsanlar, sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabbinize iba*det edin. Ta ki sakınasınız.

    Ey İnsanlar! İbadet Edin:


    "Ey insanlar, sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet edin." Alkame ve Mücahid dedi ki: "Ey insanlar" diye başlayan her bir âyet, Mekke'de inmiştir. "Ey iman edenler" diye başlayan her bir âyet de Medine'de inmiştir.
    Ancak bu görüşü reddeden birtakım hususlar vardır: Bu sûre ve Nisa sû*resi, Medenidir yani Medine'de inmiştir ve bunlarda da "Ey insanlar" hita*bı yer almaktadır. "Ey iman edenler" ile ilgili görüşleri ise doğrudur. Urve b. ez-Zubeyr der ki: Herhangi bir had (belli bir suçun cezası) yahut bir farz be*lirten buyruklar Medine'de inmiştir. Geçmiş ümmetlerden ve azaptan söz eden buyruklar ise Mekke'de inmiştir. Bu da açıktır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Burada "insanlar" ile kimlerin kastedildikleri hususunda iki farklı görüş vardır:
    Birinci görüş: Bunlar yüce Allah'a ibadet etmeyen kâfirlerdir. Buna da yü*ce Allah'ın bundan sonra gelecek: "Eğer kulumuza... indirdiğimizden şüp*he içinde iseniz." (el-Bakara, 2/23) buyruğu delalet etmektedir.
    İkinci görüş: Bu bütün insanlara yönelik genel bir hitaptır. Buna göre, mü*minlere yönelik olan tarafıyla ibadetin devamı, kâfirlere yönelik olan kısmıy*la da ibadet etmeye başlamaları şeklinde bir hitap olur. Bu da güzel bir açık*lamadır. '
    "İbadet edin" buyruğu ona ibadet etmek emrini vermektedir. Burada ibadet onu tevhid etmek ve dininin şer'i hükümlerine bağlanmaktan ibarettir. İbadet asıl itibariyle boyun eğmek ve önünde zilleti arzetmektir. Eğer bir yol ayaklar ile çiğnenip oradan gidip geliniyor ise, o yola denilir. Taraf e der ki:
    "Ön ayağını attığı yere arka ayağını attı, peş peşe gidip gelinen bir yol üstünde."
    İbadet itaat, taabbud de kendini ibadete vermek ve ibadet için çekilmek, birisini abd edinmek de onu köle edinmek, demektir.
    "Sizi de... yaratan" Şanı yüce Allah, diğer sıfatları arasından onları yarat*mış olduğunu özellikle zikretmektedir. Çünkü Araplar yüce Allah'ın kendi*lerini yarattığını kabul ediyorlardı. Bunu onlara karşı bir delil olmak ve ibadet etmemelerine karşılık da onları azarlamak için zikretmiştir. Bununla üzerlerindeki nimetini hatırlatmak istediği de söylenmiştir.
    Asıl itibariyle "yaratmak (halk)" iki şekilde olur:
    Birincisi; takdir etmektir. Mesela: Eğer bir hayvan derisini kesip parça*lamadan önce, gerekli şekilde ölçüp tasarlanmış ise, kişi." Deriyi su kırbası olmak üzere halkettim" der. Şair der ki:
    "Sen takdir ettin mi hemen onu yaparsın
    Kimisi ise, takdir eder daha sonra hiç yapmaz."
    el-Haccac da şöyle demiştir: Ben neyi takdir ettimse, (halaktu) mutlaka onu kesinlikle sonuca ulaştırdım. Neye söz verdimse de mutlaka onu yerine ge*tirdim.
    İkincisi; varetmek, meydana getirmek, icad etmek ve yoktan varetmek. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ve yalan halkediyorsunuz. (Olmayan birşeyi uyduruyorsunuz)" (el-Ankebut, 29/17.)
    "... Sizden öncekileri de.." Kendilerinin Allah tarafından yaratıldıklarını ka*bul ettiklerine göre, başkalarının da o Allah tarafından yaratıldığını kabul edi*yorlar demektir. (O halde bunu da ayrıca söylemenin anlamı nedir?) diye bir soru sorulursa, şu şekilde cevap verilir: Böyle bir ifade verilen öğüdün daha beliğ ve etkileyici olması için dikkat çekmek ve hatırlatmak içindir. Yüce Al*lah, onlara kendilerinden öncekileri hatırlattı. Böylelikle kendilerinden önce*kilerini öldürenin aynı şekilde Allah olduğunu bilsinler ve kendilerini de ya*rattığı gibi öldüreceğini anlasınlar. Kendilerinden önce geçip gidenlerin ne şe*kilde oldukları ve helak olanlann ne sebeplerden dolayı helak edildikleri üze*rinde düşünsünler, onların da imtihan edildikleri gibi kendilerinin de imtihan edilmekte olduklarını bilsinler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
    "Ta ki sakınasuuz." Yüce Allah'ın burada yer alan Ta ki, olur ki" edatı "ibadet edin" ile alakalıdır. Yoksa "yaratan" buyruğu ile alakalı de*ğildir. Çünkü Allah'ın cehennem için yaratmış olduğu kimseler, Allah'tan sa*kınsınlar diye yaratılmış değildir. Bu vö buna benzer yüce Allah'ın buyruk*ları arasında yer alan (ve aynı edatın kullanıldığı): "Ta ki akıl edesiniz, ta ki şükredesiniz, ta ki öğüt alasınız, ta ki hidâyet bulaşınız" buyrukları ile il*gili üç ayrı açıklama şekli yapılmıştır:
    1- Bu kelimesi, asıl kullanılış amacına uygun olarak, umut ve bek*lenti ifade eder. Umut ve beklenti insanlardandır. Onlara şöyle denilmiş gi*bidir: Sizler bunu yapınız. Çünkü sizden beklenen ve umulan aklınızı kul*lanmanız, öğüt almanız ve takva sahibi olmanızdır. Sibeveyh'in ve dil alim*lerinin ileri gelenlerinin görüşü budur. Sibeveyh yüce Allah'ın: "İkiniz de Fir'avn'a gidin, çünkü o azmıştır. Fir'avn'a yumuşak söz söyleyin. Olur ki öğüt alır yahut korkar" (Taha, 20/43-44) buyruğu hakkında şöyle demekte*dir. Bunun anlamı şudur: Sizler Fir'avn'ın öğüt alacağını umarak ve bekleye*rek ona gidiniz. Ebu'l-Meali de bu görüşü tercih etmiştir.
    2- Araplar bu edatı, edatının anlamını ifade eden "lam" (ile ve için) anlamında ve tereddütten uzak bir manada kullanmışlardır. O vakit bu gibi buyrukların anlamı: Aklınızı kullanmanız için, öğüt almanız için, takva sahi*bi olmanız için., şeklinde olur. Şairin şu sözü bunun delilidir.
    "Bize dediniz ki: Bizim savaşı bırakmamız için siz de savaşları bırakın Ve bu konuda her türlü teminatı verdiniz Fakat biz savaşı bırakınca sizin verdiğiniz sözler Çölde parlayıp kaybolan bir serabın parıltısını andırırdı." Burada bu edat dolayısıyla: Bizim savaştan vazgeçmemiz için siz de sa*vaşları kesiniz, anlamındadır. Şayet burada eğer şüphe ve tereddüt ifade etseydi, onlara her türlü teminatı vermeleri sözkonusu olmazdı. Bu gö*rüş Kutrub ve Taberi'den nakledilmiştir.
    3- Bu edat, bir şeye maruz kalmak anlamında kullanılır. Şöyle denilmiş gi*bidir: Akıl etmek, yahut öğüt almak veya takva sahibi olmak ile, karşı kar*şıya kalmak üzere, (için) bunu yapınız. Buna göre yüce Allah'ın: Ta ki sakınasınız" buyruğu şu anlama gelir: Belki sizler Allah'ın size emret*tiklerini kabul etmek suretiyle bunu kendiniz ile cehennem arasında bir ko*ruyucu haline getirirsiniz. Bu da bir kişiye hemen hakkını ödeyerek karşılık verdiği takdirde: Hakkı ile ondan korundu" denilmesi kabilin-dendir. Sanki o kişinin karşılaştığı bu kişiye hakkını ödemesi suretiyle o kar*şılaştığı kişinin hakkını ondan istemesine karşı kendisini korumuş gibi olur. Hz. Ali'nin şu sözleri de bu türdendir: Yani, savaş kızıştığında biz Peygamber ile korunurduk. Düşmana karşı biz onun*la kendimizi korurduk," Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. demektir. Şair Antere de şöyle demiştir:
    "Göğsünden kan aka aka, atımı sürüp durdum Nihayet at(h)lar iki keskin (kılıç) ile benden korundu."
    22.0 ki; yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yapü. Gök*ten bir su indirip onunla sizin için rızık olmak üzere meyveler çıkardı. Artık siz de bildiğiniz halde Allah'a eşler koşmayınız.
    "O ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı.." buyru*ğu ile ilgili açıklamalarımızı altı başlık Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. halinde ele alacağız: Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  3. #23

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    1- Yaratan Allah:


    "O ki... yaptı." Buradaki kelimesinin anlamı, -iki mef ule geçişli olduğundan dolayı- "yaptı, meydana getirdi" şeklindedir. Bazı yerlerde ya*rattı anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Allah ne bahire, ne şaibe, ne vasile... kılmıştır (yaratmıştır)" (el-Maide, 5/103); "Ka*ranlıkları ve aydınlığı yaratan" (el-Maide, 6/1)
    Bu fiil kimi yerde "adlandırdı" anlamına gelir. Yüce Allah'ın şu buyruk*larında olduğu gibi:
    "Hâ, Mim. Apaçık (yol gösteren) kitap hakkı için. Muhakkak Biz onu akıl edesiniz diye Arapça bir Kur'ân kıldık." (ez-Zuhruf, 43/1-3); "Onun kulla*rından bazısı O'na bir kısım isnad ettiler." (ez-Zuhruf, 43/15); "Ve onlar Al*lah'ın kulları olan melekleri de dişiler kıldılar." (ez-Zuhruf, 43/19) Yani on*lara dişi adlan taktılar.
    Bu fiil kimi zaman "almak" anlamına da gelir. Şairin şu sözlerinde oldu*ğu gibi:
    "Onların ısırılmaları hoşuma gidiyor
    "Onlar öyle bir ısırıldılar ki onları ısıran azı dişi, eti kemiklerinden ayırıyor." Kimi zaman bu kelime fazladan da gelebilir. Bir başka şairin şu sözlerin*de olduğu gibi:
    "İkiyi dört kişi görmeye başladım
    Biri de iki, yaşlılık beni yıkınca."
    Yüce Allah'ın: Karanlıkları ve aydınlığı yarattı" (el-En'am, 6/1) buyruğunda yer alan bu kelimenin fazladan geldiği de söy*lenmiştir.
    aynı anlamına gelir. Şair der ki:
    "Zayıfların işini aşarak; gece boyu yol aldı;
    Geceyi oldukça eski (Ad kavminden kalma) derin kuyuya dümdüz sarkıtılan
    ip gibi kıldı (durmaksızın yol aldı)
    "Döşek" demek, yeryüzünü üzerinde yattıkları, karar ve rahat buldukla*rı yer kıldığı anlamına gelir. Dağlar, sert kayalıklar ve denizler gibi döşek du*rumunda olmayan ise, yeryüzünün döşek gibi kullanılan yerlerinin faydası*na var olan bölgelerdir. Çünkü dağlar, kazıklar gibidir. Yüce Allah'ın şu buy*ruğunda olduğu gibi: "Biz yeri bir beşik, dağları da kazıklar yapmadık mı?" (en-Nebe, 78/6-7) Denizlerde ise, birçok faydasının yanında yolculuk yapı*lır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve denizlerde insanlar için fay*dalı şeylerle (yüklü) akıp giden gemilerde..." (el-Bakara, 2/164) Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    2- Bazı Yeminler:


    Şafii mezhebi ilim adamları derler ki: Bir kişi bir döşek üzerinde gecele*yin yatıp uyumamak üzere yemin etse, yahut bir kandilin aydınlığında kal*mamak üzere yemin etse ve yerin üzerinde yatıp uyuşa veya güneşin aydın*lattığı bir yerde otursa yeminini bozmuş olmaz. Çünkü örfen kullanılan bu ifadeler (Kur'ân-ı Kerim'de kendilerine bu ismin verilmesine rağmen) bu nes*neleri anlatmıyor.
    Malikiler ise, bu gibi hususları da yeminler ile ilgili kabul ettikleri asıl il*keye göre hükme bağlamışlardır. Onlara göre yeminlerde kullanılan ifade*ler niyete yahut sebebe veya yeminin hakkında sözkonusu olduğu o döşek ve yaygıya hamledilir (yorumlanır.) Şayet bunlardan herhangi birisi sözkonusu değilse, o vakit örfe başvurulur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    3- Gök Bir Tavandır:


    "Göğü de bir bina yaptı." Göğün yeryüzüne göre durumu, ev için tava*nın durumu gibidir. Bu bakımdan buyruğu hak olan yüce Rabbimiz şöyle bu*yurmuştur: "Ve Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık." (el-Enbiya, 21/32)
    Üstte kalan ve gölge yapan herşeye "sema (gök)" adı verilir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmişti. Burada yer alan : Bina" kelime*si üzerinde durak yapmak bir önceki âyetin sonunda yer alan keli*mesi üzerinde durak yapmaktan daha güzeldir. Çünkü yüce Allah'ın: "O ki yeryüzünü sizin için bir döşek..." buyruğu yüce Rabbın bir sıfatıdır.
    Meselâ Filân kişi bir ev yaptı" denilir. tabi-ride hanımı ile zifafa girdi, demektir. Bu ifadenin kullanılışının asıl sebebi şu olabilir: Hanımı ile zifafa giren kimse, gireceği gece hanımı için bir çadır ku*rardı. O bakımdan (sonraları) hanımı ile birlikte bulunan herkese: "bina eden" anlamına "bani" denilirdi. Duvarın bina edilmesi ise, asıl itibariyle iyice sağlamlaşıncaya kadar kerpiç kerpiç üstüne koymaktır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    4- Gökten İnen Rızık:


    "Gökten bir su indirip onunla sizin için rızık olmak üzere meyveler çı*kardı." Âyet-i kerimede "meyveler" anlamındaki kelimesinin teki*li dur. Çoğunluğun: şeklinde geldiği de söylenmiştir şeklinde geldiği de, ve in çoğuludur. Buna dair geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle En'âm sûresinde (6/99. âyet 4. başlıkta) ge*lecektir. Kamçının yan taraflarındaki düğümler" demektir.
    Buyruğun anlamı da şudur: Biz sizin için çeşitli meyvelerden ve türlü tür*lü bitkilerden size "rızık" olmak üzere çıkardık. Yani, sizin için yiyecek, hay-vanlannız için de yem olmak üzere. Nitekim yüce Allah şu buyruğunda bu hu*susu şöylece açıklamaktadır: "Şüphesiz Biz suyu bol bol dökeriz. Sonra da ye*ri gereği gibi yararız. Böylece orda taneler bitiririz. Üzümler ve sebzeler, zeytinler ve hurmalar, sık ve bol ağaçlı bahçeler, çeşitli meyve ve otlaklar. Hem sizin için, hem de davarlarınız için bir fayda olmak üzere." (Abese, 80/25-32)
    Rızık ile ilgili açıklamalar daha önceden yeteri kadar yapılmış bulunmak-tadır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Hamd Allah'adır.
    Eğer: "Rızk" kelimesi, mülk edinmekten önce çıkan meyve ve mahsuller hakkında nasıl kullanılmıştır diye sorulacak olursa, şu şekilde cevap verilir:
    Çünkü bunlar mülk edinmeye hazır hale getirilir ve bunlardan yararlanmak mümkündür. Bu bakımdan bunlar bir rızıktır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    5- İnsan Diğer Yaratıklara Muhtaç Değildir:


    Bu âyet-i kerime şanı yüce Allah'ın insanı bütün yaratıklara muhtaç olmak*tan kurtardığının delilidir. Bu bakımdan Peygamber (s.a) bu hususa işaret*le şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim sizden herhangi bir kimsenin I y ipini alıp sırtı üzerinde odun taşıması, ister versin ister vermesin, herhangi bir kimseden dilenmesinden onun için daha hayırlıdır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
    Türlü sanat ve benzeri meslekler bütünüyle bu odun toplamanın kapsamı içerisine girer. Hırs, emel, dünya süsüne duyduğu rağbet sebebiyle kendisi gi*bi bir insana nefsini muhtaç eden bir kimse, Allah'a eş koşmanın yolunun ağ*zına gelmiş demektir. Bazı sufi ilim adamları şöyle demiştir: Yüce Allah bu âyet-i kerimede fakrın yolunu göstermektedir. Bu ise yeri yatılacak, çiğnenecek bir döşek, semayı örtü, suyu koku, bitkiyi de yiyecek edinmek, dünyada da dün*ya sebebiyle mahlukattan hiçbir kimseye ibadet etmemektir. Çünkü şanı yü*ce Allah, senin için kaçınılmaz olan şeyleri başka herhangi bir kimsenin sana minnet etmesine fırsat vermeksizin vermiş, bağışlamış bulunmaktadır.
    Nevf el-Bikalî der ki: Bir gün Ali b. Ebi Talib'in çıktığını ve yıldızlara doğ*ru baktığını gördüm. Bana şöyle dedi: Ey Nevf! Uyuyor musun uyanık mısın? Ben: Hayır, müminlerin emiri, uyumuyorum dedim. Şöyle dedi: Dünyaya kar*şı zahid, âhirete rağbet duyanlara ne mutlu. İşte onlar yeryüzünü bir yaygı, toprağı yatak, suyunu koku, Kur'ân'ı, duayı büründükleri elbise ve şiarları haline getirmişlerdir. Dünyayı tıpkı Mesih (as.) gibi reddetmişlerdir... dedik*ten sonra bu haberin geri kalan kısımlarını da bildirdi. Bunun geri kalan kı*sımları bu sûrede yüce Allah'ın "Bana dua ettiğinde dua edenin duasını ka*bul ederim" (el-Bakara, 2/186) buyruğunu açıklarken -inşaallah- gelecektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    6- Allah'a Eş Koşmayın:


    "Artık siz de bildiğiniz halde Allah'a eşler koşmayınız" buyruğu bir ya*sak bildirmektedir. Ona denk, emsal ve benzer kimseler koşmayınız, demek*tir. Çoğul olan bu kelimenin tekili şeklindedir. Muhammed b. es-Semey-ka işte bu şekilde bu kelimeyi tekil olarak şeklinde okumuştur. Şair der ki:
    "Allah'a hamd ederiz ve onun eşi yoktur Hayır onun elindedir ve O dilediğini yapar."
    Hassan da şöyle demiştir:
    "Sen ona eş (denk) olmadığın halde onu nasıl hicvedersin İkinizin kötü olanı hayırlı olanınıza feda olsun."
    Bu kelimenin mübalağa ifade eden şekilleri ile şeklin*de gelir. Şair Lehid der ki:
    "Ta ki Senderî benim dengi m olmasın
    Ve ta ki toplu kimseleri darmadağın edeyim."
    Ebu Ubeyde der ki: zıtlar demektir. en-Nehhâs der ki: "Zıtlar" an*lamındaki kelime birinci mef ul, "Allah'a" anlamındaki kelime ikinci mef ul mahallindedir.
    el-Cevherî der ki: kelimesi, yukarılara doğru yüselen tepe demek*tir. Bir koku adı olan "en-nedd", Arapça değildir. Yüzü doğrultusunda kaçıp giden deve hakkında da bu kelimeden türemiş olan fiil kullanılır. Bazıları (bu kökten gelen kelimeyi bundan dolayı: O kaçışma günü" (el-Mu'min, 40/32) şeklinde okumuşlardır. Bir kimseyi teşhir etmek ve kusurla*rını belirtmek için de aynı kökten olmak üzere ifadesi kullanılır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    7- Kâfir ve Münafıkların Bilgisizliği:


    "Artık siz de bildiğiniz halde" buyruğu mübteda ve haberdir. Cümle hal mahallindedir. Burada hitap İbn Abbas'tan gelen rivayete göre kâfirlerle mü*nafıklaradır.
    Daha önce mühür vurulmak, damgalamak, sağırlık ve körlük gibi buna ay*kırı niteliklerle onlardan söz etmişken, burada nasıl olur da onları "bilgi sa*hibi olmak" ile nitelendirmektedir? Buna iki türlü cevap verilebilir:
    "Siz de bildiğiniz halde" buyruğu ile yüce Allah'ın yaratıklan yarattığı, su*yu indirdiğine ve rızık olan mahsulleri yeşerttiğine dair bilgi kastedilmekte*dir. Onlar, bütün bu nimetleri kendilerine verenin Allah olduğunu, ortak koş*tukları kimselerin olmadığını bilirler.
    İkinci cevap: Mana şu şekilde de olabilir: Sizler düşünüp tetkik ettiğiniz takdirde güç ve imkan yönüyle O'nun vahdaniyetini bileceksinizdir. İşte bu buyrukta aklın kabul ettiği delillerin kullanılarak taklidin terkedilmesine, çü-rütülmesinin emredildiğine dair delil vardır. İbn Fûrek der ki: Âyet-i Kerime*nin mü'minleri kapsaması ihtimali de vardır. O vakit anlamı şöyle olur: Ey mü'minler, dini bırakıp irtidat etmeyin. Allah'ın bir ve tek olduğunu bildik*ten ve konu ile ilgili bilgisizliğiniz sona erdikten sonra Allah'a eşler, ortak*lar koşmayınız. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    23. Eğer kulumuza parça parça indirdiğimizden şüphe içinde ise*niz, haydi siz de onun türünden bir sûre getirin. Allah'tan baş*ka şahidlerinizi de çağırın. Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz.

  4. #24

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Kur'an'ın Benzersizliği Hususunda Meydan Okuma:


    "Eğer kulumuza" yani Muhammed (s.a)'a "indirdiğimizden" yani Kur'ân-ı Kerim'den "şüphe içinde iseniz.." Kasıt kendilerine meydan oku*nulan müşriklerdir. Bu müşrikler Kur'ân-ı Kerim'i işittiklerinde: "Bu sözler Allah'ın sözlerine benzemiyor. Biz bu hususta ondan yana şüphe içerisin*deyiz" demeleri üzerine bu âyet-i kerime indi.
    Bunun kendisinden önceki âyet-i kerime ile ilişki yönü şudur: Şanı yüce Al*lah, birinci âyet-i kerimede kendi birlik ve kudretine dair delilleri zikrettikten sonra gelen bu âyet-i kerime ile Peygamberinin nübüvvetine ve onun getirdi*ği Kur'ân-ı Kerim'in kendisi tarafından uydurulmadığına delili ortaya koydu.
    "Kulumuza" buyruğu ile kastedilen Muhammed (s.a)'dır. Kul (abd) keli*mesi taabbüdden gelmektedir. Taabbüd ise zillet göstermek, boyun eğmek demektir. Köleye -yaptığının türünden olmak üzere- "abd" adı verilmiştir. Ta-rafe der ki:
    "Nihayet bütün aşiret benden uzak durdu Ve zelil kılınmış (uyuz) bir deve gibi tek başıma bırakıldım." Kimi ilim adamı şöyle demiştir: İbadet hasletlerin en şereflisi, ibadet et*mek manasını ihtiva eden bir isim almak şereflerin en yücesi olduğundan do*layı yüce Allah Peygamberine "abd (kul)" adını vermiştir. Bunu ifade eden şu beyitleri de delil göstermiştir:
    "Kavmim, Zehra'nın yanındadır kalbim Bunu görüp işiten herkes bilir
    Bana ancak: "Ey onun kölesi" diye seslenin,
    Çünkü o benim en şerefli ismimdir."
    "Haydi siz de onun türünden bir sûre getirin." Bu emrin anlamı, muha*tapların aczini ortaya çıkarmaktır. Çünkü şanı yüce Allah, bu işin altından kalk*maktan aciz olduklarını biliyor.
    "Sûre" kelimesi, "suver" kelimesini tekilidir. Sûre ile ilgili ve Kur'ân-ı Ke-rim'in i'cazına dair açıklamalar daha önceden Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. yapıldığından dolayı bun*ları tekrarlamanın anlamı yoktur.
    "Onun türünden" buyruğunda, zamir ilim adamlarının çoğunluğuna gö*re Kur'ân-ı Kerim'e aittir. Katade, Mücahid ve benzeri müfessirler bu görüş*tedir. Bu zamirin Tevrat ve İncil'e ait olduğu da söylenmiştir. Buna göre ma*na şöyle olur: Sizler bu kitabın benzeri olan bir kitaptan bir sûre getiriniz. O sûre, bu kitapta bulunanları tasdik edecektir.
    Zamirin Peygamber (s.a)'a ait olduğu da söylenmiştir. O zaman mana şöy*le olur: Okuması yazması olmayan bunun gibi ümmi bir insan tarafından or*taya konmuş bir sûre getiriniz. Bu iki açıklama şekline göre, tab'id (kıs-milik) ifade eder. Birinci açıklamaya göre ise fazladan gelmiştir (zaiddir).
    Âyet-i kerimede yer alan üzerinde durak yapmak tam bir vakıf de*ğildir. Çünkü buyruğu bunun üzerine atfedilmiştir.
    "Allah'tan başka şahitlerinizi de çağırın." Şahitlerin anlamı, sizin yardım*cı ve destekçileriniz demektir. el-Ferra, ilahlarınız diye açıklamıştır. İbn Keysan da der ki: "Burada şahitlerden nasıl söz edilmiştir. Halbuki, şahitler, ancak herhangi bir işe tanık olmak için ya da tanık olduklan herhangi bir hu*susu bildirmek için sözkonusu edilirler. Oysa burada onlara: "Siz de onun türünden bir sûre getirin" denilmiştir" diye sorulacak olursa cevabımız şöy*le olur: Bunun anlamı şudur: Sizler bulduğunuz bütün ilim adamlarınızın yar*dımını alınız ve onları huzura getiriniz ki getirdiklerinizi görsünler, tanık ol*sunlar. Böylelikle hepsine karşı verilecek olan bu cevap onlara karşı delil ge*tirmek açısından son derece sağlam bir konumda olsun.
    Mücahid'in açıklamasından da anlaşılan budur. Mücahid der ki: "Al*lah'tan başka şahitlerinizi de çağırın". Yani sizin lehinize tanıklık edecek insanları çağırın. Sizin Kur'ân-ı Kerim'e karşı çıktığınızı görsünler, tanık ol*sunlar, demektir.
    en-Nehhâs der ki: "şahitler" anlamındaki "şühedâ" kelimesi, "çağırın" anlamındaki fiil ile nasbedilmiştir ve çoğuldur. Tekili, "kadir" ve "kadîr" gi*bi, "şâhid" ve "şehîd" diye gelir.
    Allah'tan başka"; yani O'nun dışında demektir. kelimesi, üst anlamına gelen kelimesinin zıddıdır. Bu ise, gayeden (ni*haî noktadan) geri kalmak demektir. Bu kelime zarf olur. Aynı zamanda hakir ve bayağı anlamına da gelir. Şair bu anlamda olmak üzere der ki:
    "Kişi }rüceldi mi, yüceliklere talip olur.
    Dûn (aşağılık) olan da dûna (aşağılığa) kani olur."
    Bu kelimeden bir fiil türetilmez.
    Kimisi de çekiminin bundan türediğini söylemektedir. ile: Bu ondan daha yakındır, demek istenir. Birşeye teşvik edil*mek (iğrâ yapılmak) istendiği zaman: Haydi o senin olsun, denilir.
    Temimliler, (Haccac'ın katipliğini yapan ve asarak idam ettiği) Salih b. Ab-durrahman'ı kendilerine teslim edip kazdıkları mezara gömmek üzere Salih'i kendilerine teslim etmesini istemişler, Haccac da onlara: Onu si*ze bırakıyorum" diye cevap vermişti.
    "Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz"; sizler Kur'ân'a karşı çıkabilme gücüne sahip olmak iddiasında doğru söylüyor iseniz, anlamındadır. Çünkü bir başka âyet-i kerimede onların şöyle dedikleri nakledilmektedir: "Eğer di*lersek biz de elbet bunun benzerini söylerdik." (el-Enfal, 8/3D
    Doğruluk (sıdk), yalanın zıddı dır. "Sa.dk" mızrakların çelik ucu demek*tir. Ciddi bir şekilde bir topluluğa karşı savaşanlar hakkında:"Onlara karşı samimi bir şekilde candan savaştılar" denilir. Sıddîk: Doğruluk*tan ayrılmayan kimse demektir. Doğru sözlü bir adam olduğunu anlatmak üze*re Doğru adam," denilir. "Sadakat" da öğüt ve iyiliğini isteyip sevgi duymakta samimiyeti ifade etmek üzere "sıdk"dan türetilmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    24. Eğer yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- artık ya*kıtı insanlarla taşlar olan o ateşten sakının. O, kâfirler için hazırlanmıştır.

    Yakıtı İnsan ve Taşlar Olan Ateş:


    "Eğer" bundan önce yapamadı iseniz "ki hiçbir zaman" gelecekte de ya*pamayacaksınız. Bu açıklama şekline göre bundan önceki âyetin sonunda va*kıf yapmak tam bir vakıftır. Müfessirlerden bir grup da şöyle demiştir: Bu âye*tin anlamı şudur: Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, Allah'tan başka şahitlerinizi de çağırınız. Fakat bunu hiçbir zaman yapamayacaksınız. Bunu ya*pamadığınıza göre artık ateşten korkun.. Bu açıklama şekline göre ise, ön*ceki âyet-i kerimenin sonunda vakıf, tam vakıf olmaz.
    Eğer: Amil, amil üzerine kullanılmadığına göre, peki amilinden ön*ce edatı nasıl gelmiştir? denilirse şöyle cevap verilir: Burada yer alan lafızda amel etmiyor (kelimenin son harekesini etkilemiyor). O bakım*dan edatının başına tıpkı mazi (di'li geçmiş) fiilin başına gelmiş gibi*dir. Çünkü bu edat, mazi fiilde amel etmediği gibi de de amel et*memektedir. Buna göre "yapamazsanız" buyruğunun anlamı: Yapmayı terkettiyseniz, yapmaktan vazgeçtiyseniz, şeklinde olur.
    "Ki hiçbir zaman yapamayacaksınız." Bu ifadeyle benzerini meydana ge*tirmek için gayrete gelmeleri istenmekte ve tahrik edilmektedirler. Böylelik*le, benzerini getirmekten aciz oldukları apaçık bir şekilde ortaya çıkması sağ*lanmaktadır. Bu ifade Kur'ân-ı Kerim'in, meydana gelmesinden önce gerçek*leşeceğini haber verdiği gaybi haberler arasındadır. İbn Keysan der ki: uKi hiçbir zaman yapamayacaksınız" buyruğu, onları Kur'ân-ı Kerim'in hak ol*duğunu kabul etmek zorunda bırakmakta ve Kur'ân'ın yalan olduğu, uydu*rulmuş, sihir, şiir, öncekilerin masalları olduğu şeklindeki iddialarında doğ*ru olmadıklarını ortaya koymaktadır. Onlar yeterli bilgiye sahip olduklarını iddia etmekle birlikte, onun benzeri bir sûreyi getiremediklerine göre, bu id*dialarında doğru söyleyen kimseler olamazlar.
    "Artık yakıtı insanlarla taşlar olan o ateşten sakının." buyruğu "eğer ya*pamazsanız" buyruğunun cevabıdır. Yani Peygamber (s.a)'ı tasdik etmekle, yüce Allah'a da itaat etmek suretiyle sakınınız (takva sahibi olunuz). Takva*ya dair açıklamalar önceden yapılmıştır, tekrara gerek yoktur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    O'dun anlamındadır, "vav" harfi ötreli olarak; alevle yanmak an*lamındadır.
    İnsanlar: Genel olarak bütün insanları ifade etmekle birlikte ce*hennem için odun olacağına dair ezelden hüküm verilmiş kimseler hakkın*da özel anlam ifade eder. Yani özellikle onlar kastedilmektedir. Allah bizi o cehenneme odun olmaktan muhafaza buyursun.
    Burada sözü geçen "taşlar"da.n kasıt, İbn Mes'ud ve el-Ferrâ'dan nakle*dildiğine göre siyah kibrit (kükürt taşı)tir. Burada sözkonusu edilmesi diğer bütün taşlardan beş ayrı azap türünü de fazladan ihtiva etmesi dolayısıyla-dır: Çabuk alevlenmesi, pis kokması, çok dumanlı olması, bedenlere olduk*ça yapışması ve kızdığı takdirde oldukça ileri derecede ısı vermesi.
    Yüce Allah'ın: "Yakıtı insanlarla taşlar olan o ateş..." (et-Tahrim, 66/6)
    buyruğunda cehennemde insanlarla taşlardan başka kimse olmadığına dair delil yoktur. Çünkü bir başka yerde yüce Allah cehennemde cinlerin ve şey-tanlann da bulunacağını zikretmektedir. Taşlardan kasıt putlar olduğu da söy*lenmiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten siz ve Al*lah'tan başka taptıklarınız cehennemin odunusunuz..." (el-Enbiya, 21/98) Buna göre taşlar ve insanlar ateşe odun olacaktır. Bunun sözkonusu edilme*si, cehennemin ne kadar azametli olduğunu ifade etmek içindir. Çünkü ce*hennem insanları yakmakla birlikte taşlan da yakacaktır. /~ Birinci açıklama şekline göre, insanlar hem ateş ile hem de taşlarla azap î edileceklerdir. Hadis-i şerifte Peygamber (s.a)'ın şöyle dediği varid olmuş-/ <tur: "Her eziyet veren (işkenceci) cehennemdedir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu hadis iki şekilde açıklanmıştır: 1- Dünya hayatında insanlara eziyet veren, işkence yaparı^ herkese Allah Teala âhirette ateş ile azap edecektir. 2- Dünyada insanlara ezi*yet veren yırtıcı hayvan, haşere ve buna benzer yaratıklar cehennemde ce*hennemliklerin cezalandırılması için hazırlanmıştır. Kimi müfessirler, yakıcı taşlarının bulunması özelliğine sahip bu ateşin özel olarak kâfirlerin kendi*si ile azap göreceği ateş olduğu görüşündedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. /"" Müslim'in rivayetine göre, Abbas b. Abdülmuttalib (r.a) şöyle demiştir: Ey i JAllah'ın rasulü, dedim. Ebu Talib seni himaye ediyor, sana yardımcı oluyor- i ? du. Bu ona bir fayda verdi mi? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Evet, ben onu \ cehennemde adamın boyundan yüksek çukurlarda buldum. Onu topukları / y ancak bulan yerlere çıkardım. - Bir rivayette de- : Ben olmasaydım cehen-/ Vemin en alt çukurunda olacaktı." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    el-Hasen, Mücahid ve Talha b. Musarrif Yakıtı" kelimesini -vav harfini ötreli olarak şeklinde okumuştur. Ubeyd b. Umeyr ise, şeklinde okumuştur. el-Kisai ve el-Ahfeş der ki: "Vav" harfi üstün olarak: "el-vekud" şeklinde okumak odun anlamındadır, "el-vukud" (vav harfini ötreli okuyuşu ile) şeklinde ise, kelimenin fiil kökünü ifade eder. Ate*şin yakıldığı yere "mevkid" denilir. Yanmakta olan ateş için de de*nilir. On gün veya onbeş gün süre ile devam eden aşırı derecedeki sıcakla-ra da denilir.
    en-Nehhas der ki: Buna göre, bu kelimenin (vav harfinin üstün okunma*sı ile): şeklinden başka türlü okunmaması gerekir. Çünkü burda an*latılmak istenen cehennemin odunudur. Şu kadar var ki el-Ahfeş şöyle de*miştir: Arapların bazısı vav harfinin üstün ve ötreli okunuşunu hem odun an*lamına kullanmakta hem de kelimenin masdarı olarak kabul etmektedirler. en-Nehhas der ki: Ancak el-Ahfeş birinci kullanımın daha çok olduğu görü-
    simdedir. Nitekim: "vedu" denildiği zaman abdest suyu kastedilir "vudu"' de*nildiği zaman da abdest almak şeklinde masdar yapılır.
    "Kafirler için hazırlanmıştır." Bu buyruğun zahirinden kâfir olmayan*ların cehenneme girmeyecekleri anlaşılmaktadır. Ancak durum böyle değil*dir. Buna delil ise yüce Allah'ın başka yerde günah işleyen kimseler için yap*tığı tehditler ile şefaat hakkında -ileride geleceği üzere- sabit olmuş hadis-i şeriflerdir. Bu buyrukta hak ehlinin kabul ettiği cehennem halı hazırda var*dır ve yaratılmıştır, şeklindeki görüşlerine delil vardır. Halbuki bid'atçiler bu*na aykırı olarak: Cehennem şu ana kadar yaratılmamıştır, demektedirler. En*dülüslü kadı Münzir b. Said el-Balluti de bu konuda yanılmış ve bu görüşü benimsemiştir.
    Müslim'in Abdullah b. Mesud'dan rivayetine göre o şöyle demiştir: Biz Ra^J sulullah (s.a) ile birlikte idik. O esnada düşen bir şeyin gürültüsünü duydu. Peygamber (s.a): "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. Bizler: Allah ve Rasulu daha iyi bilir, dedik. O da şöyle buyurdu: "Bu yetmiş yıldan / beri cehenneme atılmış bir taştır. İşte bu taş (cehennemin) dibine şu anda ula-/ şıncaya kadar yuvarlanıp durdu." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Buharî'nin rivayetine göre de Ebu Hureyre (r.a) şöyle demiştir: RasûluA lalı (s.a) buyurdu ki: "Cehennem ve cennet tartıştılar. Cehennem dedi ki: İş*te bana zorbalar ve büyüklük taslayanlar girecektir. Cennet de dedi ki: Ba- na ise, zayıflar, yoksullar girecektir. Aziz ve celil olan Allah cehenneme: Sen benim azabımsın, seninle dilediğime azab ederim, dedi: Cennete de dedi ki: Sen de Benim rahmetimsin, seninle dilediğim kimseye merhamet ederim. Ve / sizin her birinizi de dolduracağım." Müslim de bu anlamda bu hadisi rivâyet etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Hadis-i şerifte geçen "davalaştı" ifadesinin davalaşacak anlamında oldu*ğu da söylenmiştir. Çünkü İbn Mesud'un (doğrusu işaret ettiğimiz gibi Ebû Hureyre'nin) daha önce geçen hadisi bunun böyle olmasını gerektirmekte*dir. Diğer taraftan (cehennemin el'an yaratılmış olduğunu ifade eden husus*lar arasında) Peygamber (s.a)'a küsuf namazında cennet ve cehennem gös*terilmiş olması da vardır. Yine Hz. Peygamber İsra'da cennet ve cehennemi görmüş, cennete girmiştir. Dolayısıyla buna uymayan rivayetlerin bir anlam ifade etmeleri sözkonusu değildir. Başarı Allah'tandır.
    "Hazırlanmıştır" (anlamına gelen): ( ölp| ) buyruğunun hazırlanmış ol*duğunu ifade etmek üzere "ateş"in halini ifade etmesi mümkündür. Bu ara*da (muhakkak anlamına gelen kelimesi hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: Yahut göğüsleri daralarak size gelenler" (en-Nisa, 4/90) buyruğunun anlamı göğüsleri daral*mış halde, şeklindedir. Burada Daralmış" ile birlikte eda*tının da hazfedildiği kabul edilmelidir. Çünkü mazi bir fiil (di'li geçmiş) an*cak bu edat ile birlikte hal olur. Buna göre, Taşlar" kelimesi üze*rinde vakıf yapılırsa eksik olur.
    Bununla birlikte kendisinden önceki buyruklarla ilgisi olmayan bir söz ol*ması da caizdir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "İşte sizin Rabbiniz hakkındaki bu zannınız sizi helak etti.." (Fussilet, 41/23)
    es-Sicistanî der ki: "Kâfirler için hazırlanmıştır" buyruğu O ateş ki., kelimesinin sılasının bir parçasıdır. Nitekim Âl-i İmran sûresinde de yü*ce Allah: "Kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten de sakının." (Al-i İmran, 3/13D diye buyurmuştur.
    İbnu'l-Enbârî der ki: Ancak bu yanlıştır. Çünkü Bakara sûresinde yer alan bu ifade yüce Allah'ın: "Yakıtı insanlarla taşlar olan" buyruğu ile vasledilmiş (sıla yapılmıştır.) Dolayısıyla bunun ikinci bir sılaya bitiştirilme-si caiz olamaz. Âl-i İmran sûresinde yer alan buyruğun ise " Hazır*lanmıştır" buyruğundan başka sılası yoktur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  5. #25

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    25. İman edip de salih amel işleyenlere şunu müjdele: Gerçekten onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendileri*ne orada o meyvelerden bir rızık verildikçe her defasında: "Ha, bu bizim daha önce rızıklandığımız şeydi" derler. Ve o kendile*rine biri birinin benzeri gibi getirilir. Orada onlar için temiz kı*lınmış zevceler de vardır ve onlar orada temelli kalıcıdırlar.
    "İman edip de salih amel işleyenlere şunu müjdele.." buyruğuna dair açıklamalar üç başlıkta ele alınacaktır: Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    1- Mü'minlerin Mükâfatı:


    Yüce Allah kâfirlerin cezasını sözkonusu ettikten sonra mü'minlerin de gö*recekleri mükafatı sözkonusu etmektedir.
    Müjdeleme (tebşir): -derinin dış tarafı anlamına gelen- el-beşere üzerin*de etkisi ortaya çıkan şeyleri haber vermek demektir. Çünkü tenin bu üst ta*rafı alınan ilk haber ile değişiklik gösterir. Diğer taraftan "müjdelemek" ço*ğunlukla müjdesi verilen hayırlı haber ile kayıtlı olarak sevindirici şeylerde kullanıldığı gibi, böyle bir kayıt olmaksızın da kullanılır. Ancak keder ve kö*tü şeylerin haber verilmesi halinde sadece müjdesi (haberi) verilen kötülük de açıkça belirtilmek suretiyle, kayıtlı olarak kullanılır. Yüce Allah şöyle bu*yurmaktadır: "Onlara acıklı bir azabın müjdesini ver." (Âl-i İmran, 3/21; et-Tevbe, 9/38; el-İnşikak, 84/24)
    Güzel ve güleç bir yüz için: "vechun beşirun" denilir. el-Büşra: Müjde ge*tiren (mübeşşir)e verilen müjdelik. Birşeyin ilk ve başlangıcına da "tebâşiru'ş-şey" denilir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    2- Müjde ile İlgili Bazı Hükümler:


    İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Mükellef bir kimse: Her kim kullarımdan bana şu müjdeyi getirirse o kişi hürdür, diyecek olsa ve kulla*rından bir ve daha fazla sayıda kişi ona bu müjdeyi verecek olsa, araların*dan ilk müjdeyi veren kişi hür olur, ikincisi ve diğerleri olmaz. Ancak ilim adamları: Kullarımdan bana bunu haber veren kişi hürdür, diyecek olsa, ikin*cisinin de birincisi gibi hür olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahip*tirler. Şafii mezhebine mensup ilim adamları, evet demişlerdir. Çünkü her bi*risi haber veren durumundadır. Bizim (Maliki) mezhebimize mensup ilim adamları ise: Hayır olmaz demişlerdir. Çünkü mükellef bundan sadece müj*de olmak özelliğine sahip bir haberi kastetmiştir. Bu da birincisine has bir durumdur. Bu örfen bilinen birşeydir. Bu bakımdan sözün örfe göre açıklan*ması ve anlaşılması gerekir.
    Muhammed b. el-Hasen ise, mükellefin: Bana haber veren (ahbaranî) ya*hut bana söyleyen (haddeseni) arasında fark gözetip şöyle demiştir: Adam: Benim herhangi bir kölem bana şunu haber verse yahut bana bunu bunu söy*lese o kişi hürdür, sözünü muayyen bir niyeti olmaksızın söylese ve ona ait olan bir köle bu hususa dair bir mektup, bir söz veya bir elçinin geldiği ha*berini verse, o köle azad olur. Çünkü bu bir haberdir. Şayet bundan sonra yine bir başka köle yine ona bunu haber verse bu da hür olur. Çünkü o: "Han*gi köle bana haber verirse o hürdür" demiştir. Hepsi bu haberi ona verecek olurlarsa, hepsi de hür olurlar. Şayet yemin ettiği zaman eğer karşılıklı ola*rak söz söylemek yoluyla haber vermeyi kastetmiş ise, bu haberi karşılıklı ve sözlü olarak ona bildirmedikçe onlardan hiçbir kimse azad olmaz. Eğer:
    Hangi kölem bana söylerse (haddeseni) diye söylemişse, o vakit onun bu ifa*desi sözlü olarak söylemek hakkındadır ve (sözlü olarak söylemeyen) köle*lerinden hiç birisi azat olmaz. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    3- İyi Amelliler:


    "Salih amel İşleyenler" buyruğu: İman, mücerred iman olması dolayısıy*la itaatleri de gerektirir, diyenlerin görüşünü reddetmektedir. Çünkü durum böyle olsaydı, bunu ayrıca tekrar etmesine gerek olmazdı. Buna göre cen*nete, iman ve salih amel ile kavuşulur. Cennet, iman ile elde edilir, fakat cen*netteki derecelere salih amellerle hak kazanılır da denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
    "Onlar için" buyruğunun anlamı şudur: İman edenlere müjde ver ki, on*lar için... vardır; veya: Onlar için... olduğundan dolayı onları müjdele; anla*mındadır.
    "Cennetler" bahçeler demektir. (Cennet örten ve kapatan anlamına gel*mektedir.) Cennetler adının veriliş sebebi içinde bulunan kimseleri ağaçla*rıyla örtüp sakladığından dolayıdır. (Kalkan anlamına gelen) el-micenne, an*ne karnındaki yavru anlamına gelen "cenin" ve bahçe anlamına gelen "cen*net" aynı köktendir.
    "Altından" yani ağaçlarının altından demektir. Ağaçların ayrıca sözkonu-su edilmemesi, "cennetler" (bahçeler) kelimesinin zaten ağaçlara delalet et*mesinden dolayıdır.
    "Irmaklar (el-enhâr)": Irmakların, nehirlerin suyu demektir. Akmanın ne*hirlere nisbet edilmesi, kelimenin kullanımında bir genişliktir. Çünkü akan sadece sudur. İfadenin kısaltılması için "su" kelimesi hazfedilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kasabaya sor." (Yusuf, 12/82); kasaba halkına sor, demektir. Şair de şöyle demektedir:
    "Haber verildi bana ki, senden sonra ateş tutuşturuldu Ve yine senden sonra ey Küleyb! Meclis(tekiler) söğüştü." Burda mecliste bulunanları kastetmektedir.
    Nehir, "genişlettim" anlamına gelen: kelimesinden türetilmiştir. Kays b. el-Hatim'in şu sözleri bu türdendir:
    "Elimle darbeyi güçlüce indirdim ve yarasını genişlettim Ön tarafında duran arkasını görürdü."
    Şair burada indirdiği mızrak darbesiyle yarayı genişlettiğini belirterek nitelendirmektedir. Peygamberimizin: Kanı akıtan ve üzerinde Allah'ın anıldığı şeyden (hayvandan) yeyiniz." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. buyruğunun anlamı şudur: Kan nehir gibi akıncaya kadar kesmeyi genişle*ten şey ile kesilen...
    Bu kelimenin çoğulu nuhr ve enhar şeklinde gelir. ise, suyu bol, akarsu demektir. Ebu Zueyb der ki:
    "İkamet etti orda ve bir çadır kurdu
    Sazlıklar yanında suyu bol ve tatlı bir su kıyısında."
    Rivayet edildiğine göre cennetin ırmakları kendilerine has yataklarda ol*mayacaktır. Irmaklar cennetin sathı üzerinde cennetliklerin dilediği şekilde ve diledikleri yerde tutulan ve akıtılan şeklindedir.
    (Irmaklar anlamına gelen): kelimesi üzerinde vakıf güzel olmak*la birlikte, tam bir vakıf değildir. Çünkü bundan sonra gelen: "Kendilerine orada o meyvelerden bir rızık verildikçe.." buyruğu cennetlerin nitelikle*rini sıralamaya devam etmektedir.
    "Rızk" a dair açıklalamalar daha önceden yapılmıştı. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    "Daha önce rızıklandığımız şeydi." Dünyada iken rızıklandığımız şey*di, demektir. Bu iki şekilde açıklanabilir: Onlar şöyle diyeceklerdir: Dünya*da iken bize va'dolunan bu idi,
    Dünyada iken bize verilen rızık bu idi. Çünkü, cennetteki meyvelerin, rı-zıkların rengi dünyadaki meyvelerin rengini andırmaktadır. Ancak onu yiye*cekler de tadının farklı olduğunu göreceklerdir.
    Âyet-i kerimede yer alan: "Daha önce" buyruğunun cennetten rızıklan*dığımız şey anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü onlara peş peşe rızık ve*rilecektir. Bunun başlangıcında kendilerine yiyecek ve meyveler getirildiği vakit, ondan yerler. Sonra günün bitimine doğru, yine o meyveler ve yiye*cekler onlara getirilince şöyle diyecekler: Bu daha önce rızıklandığımız bir-şeydir. Yani günün başında bundan biz yedik. Çünkü rengi onu andırmak*tadır. Fakat ondan yedikleri vakit de ilk aldıkları tattan değişik bir tadının bu*lunduğunu göreceklerdir.
    "Getirilir" anlamına gelen kelimesi, Harun el-A'ver tarafından: şeklinde okunmuştur. Birinci okuyuş şeklinde zamir cennet ehline gider. (Buna göre anlamı şöyle olur: "O cennet ehline bir rızık getirildiği her seferinde..") İkinci okuyuşa göre ise, zamir cennetteki hizmetçilere gider. O takdirde anlamı: Hizmetçiler kendilerine bir rızık getirdikleri her seferinde...
    "O kendilerine biribirinin benzeri gibi getirilir." Yani görünüş itibariyle birbirini andırır, fakat tadı farklı farklıdır. Bu açıklamayı İbn Abbas, Mücahid, el-Hasen ve başkaları yapmıştır. İkrime der ki: Dünya meyvelerini an*dırmakla birlikte diğer bütün nitelikleriyle ondan farklıdır. İbn Abbas şunu da söylemektedir: Onlar bu sözlerini hayret ifade etmek üzere söyleyecek*lerdir. Zaten cennette bulunan şeylerden dünyada isimlerin dışında birşey yok*tur. Adeta onlar, görecekleri meyvelerin güzelliği büyüklük ve iriliğinden do*layı hayrete kapıldıklarından bu sözleri söyleyecekler gibi.
    Katade de der ki: Hepsi, kaliteli ve güzeldir. Onlarda bayağı ve adi bir ürün olmayacaktır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Müteşabih (biri bi*rine benzer özelliklerde) bir kitap.." (ez-Zumer, 39/23) Cennetteki meyve*ler, dünyada biri ötekini andırmayan meyveler gibi olmayacaktır. Çünkü dün*yadaki meyveler arasında iri olanları da var, olmayanları da vardır.
    "Orada onlar için temiz kılınmış zevceler de vardır." Zevceler (ezvâc): Zevcin çoğuludur. Kadın erkeğin zevci (eşi)dir. Erkek de kadının zevci (eşi)dir. el-Esmaî der ki: Araplar (kadın için) hemen hemen (zevce) kelime*sini kullanmazlar. el-Ferrâ ise, "zevce" denildiğini de nakletmektedir. el-Fe-rezdak der ki:
    "Benim zevcemi baştan çıkarmaya çalışan kişi,
    (Fırat kenarında bulunan arslanı bol yer olan) eş-Şerâ'daki aslanlara varıp da
    onların avucuna işemesini isteyen gibidir."
    Ammar b. Yasir de, mü'minlerin annesi Aişe (r.anha) hakkında şöyle de*miştir: Allah'a yemin ederim, kesinlikle biliyorum ki, Aişe, Peygamber'in dün- j yada da âhirette de zevcesidir. Fakat Allah sizi böyle bir imtihan ile karşı karşıya bırakmıştır. Bunu Buharî nakletmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Zevce tabirinin kullanılmasını Kisa'ide tercih etmiştir.
    "Temiz kılınmış" ifadesi zevceler için sıfattır. Sözlükte "temiz kılınmış (mu-tahhara)" tabiri, temiz (tahire) tabirinden daha kapsamlı ve daha beliğdir. Böy*le bir temizliğin ifade ettiği anlam, ay halinden, tükürükten ve buna benzer ademoğlu kadınlarının birtakım pisliklerinden uzak olmak demektir.
    Abdürrezzak der ki: Bana, es-Sevri, İbn Ebi Necih'ten, o Mücahid'den nak*lederek, "temiz kılınmış (mutahhara)" kelimesiyle ilgili olarak şöyle dedi: Küçük abdest, büyük abdest yapmazlar. Çocuk doğurmazlar, ay hali ol*mazlar, menileri gelmez ve tükürmezler.
    Biz bütün bu açıklamaları, "et-Tezkire" adını verdiğimiz eserimizin cen*netlikler, cennet ve nimetlerinin niteliklerine dair bölümde yapmış bulunu*yoruz. Allah'a hamdolsun.
    "Ve onlar orada temelli kalıcıdırlar." Hulûd (temellilik, ebedilik): Kalıcılık demektir. "Cennetü'1-huld" tabiri de buradan gelmektedir. Mecazi olarak bu kelime uzun zaman sürüp giden şey hakkında da kullanılır. Arapların dua ederken: Allah, mülkünü daimî kılsın derken, anlatmak iste-, dikleri mülk süresini, hükümdarlık süresini uzatsındır. Züheyr der ki:
    "Dikkat et, hadiselere rağmen, kalıcı birşey göremiyorum
    Ve ebedî birşey de; sadece kazık gibi çakılmış bağları böyle görüyorum."
    Âyet-i kerimedeki hulûd ise, gerçek manasıyla ebedîliği ifade eder. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  6. #26

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    26. Gerçekten Allah bir sivrisineği ya da (küçüklükte) ondan daha üs*tün herhangi birşeyi misal vermekten çekinmez. İman edenler, bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Ama kâfirler: "Allah bu misal ile ne anlatmak istemiştir?" derler. Allah bunun*la bir çoğunu saptırır ve bir çoğunu da hidâyete eriştirir. O, bu*nunla fasıklardan başkasını saptırmaz.

    Sivrisineğin Misal Verilmesi:


    "Gerçekten Allah bir sivrisineği., misal vermekten çekinmez." Ebu Salih'ten gelen rivayete göre İbn Abbas şöyle demiştir: Şanı yüce Allah mü*nafıklara şu iki örneği verince, yani: "Onların hali bir ateş yakanın hali gi*bidir.." (el-Bakara, 2/17) buyruğu ile: "Yahut gökten boşalan yağmur gibi..." (el-Bakara, 2/19) buyruklarını indirince münafıklar: Allah misaller vermek*ten daha yüce ve azametlidir, dediler. Bunun üzerine Allah, bu âyet-i keri*meyi indirdi.
    Atâ yoluyla gelen rivayete göre de İbn Abbas şöyle demiştir: Yüce Allah müşriklerin tanrılarını sözkonusu edip onlar hakkında: "Eğer sinek, onlar*dan birşey alsa, bunu ondan geri alamazlar." (el-Hacc, 22/73) diye buyu*rup, putların ilah edinilmesini örümcek yuvasına benzetince, müşrikler şöyle dediler: Allah'ın kulu Muhammed'e Kur'ân'ı indirdikleri arasında sinekten ve örümcekten sözettiğini görüyor musun? Acaba o (bunları sözkonusu et*mekle) ne yapmış oluyor? Bunun üzerine yüce Allah, bu âyet-i kerimeyi in*dirdi.
    el-Hasen ve Katade der ki: Yüce Allah Kitab-ı Kerim'inde sinek ve örüm*cekten söz edip bunları müşriklere misal olarak gösterince yahudiler güldü*ler ve şöyle dediler: Bu, Allah'ın sözüne hiç de benzemiyor. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.
    utanır" kelimesinin aslı şeklinde ayn el-fi'li ile lâm el-fi'li illet harfidir. Lâm el-fi'li'nin (yani son harfinin) üzerinde damme ağır geldiğinden (harf-i med şeklinde) sakin okunmuştur. Buna göre ism-i şeklinde çoğulu ise şeklinde gelir.
    "Gerçekten Allah bir sivrisineği., misal vermekten çekinmez" buyru*ğunda İbn Muhaysın (mastar olarak çekinmek, utanmak anlamlarına gelen) âyet-i kerimede yer alan kelimesini şeklinde okumuştur. Bu okuyuş şekli İbn Kesir'den de rivayet edilmiştir. Temim ve Bekr b. Vailo-ğulları'nın da şivesi böyledir. Burada birinci yâ harfinin harekesi hâ harfi*ne nakledilerek, yâ harfi sakin oldu. Arkasından ikinci yâ harfi üzerindeki damme ağır geldiğinden sakin kılındıktan sonra ve (iki sakinin) iltikâ (sı, ar*ka arkaya gelmesi) dolayısıyla, birileri hazf edilmiştir. Bunun ism-i faili çoğulu ise gelir. Bu açıklamalar el-Cevheri'ye aittir.
    Müfessirler bu âyet-i kerimede yer alan "çekinmez" buyruğunun anlamı*nın ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. "Korkmaz" anlamında ol*duğu söylenmiştir. Taberi bu açıklama şeklini tercih etmiştir. Âyet-i kerime*de yer alan ve: "Ve insanlardan korkuyordun. Halbuki Allah'tan korkman daha uygundur." (el-Ahzab, 33/37) Buyruğunda "korkmak" utanmak, çekin*mek anlamlarındadır. Başkası ise: Terketmez, vazgeçmez şeklinde açıklamış*lardır. Geri kalmaz, anlamında olduğu da söylenmiştir.
    Haya etmek (utanmak, çekinmek); aslında çirkin bir iş işlemek korkusuy*la birşeyden uzak durmak ve geri kalmak demektir. Yüce Allah için ise böy*le birşey imkansızdır. Müslim'in Sahihinde Umm Süleym (r.anhâ)'dan gelen] Çhadis-i şerifte şöyle dediği rivayet edilmektedir: Umm Süleym, Peygamber (s.a)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın peygamberi, muhakkak Allah haktan çekinmez (haya etmez)... Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Yani kendi dini uğrunda haya edilmesini em-/ [ retmez ve bu hususun sözkonusu edilmesinden imtina etmez.
    "Herhangi bir şeyi misâl vermek." Bunun anlamı, beyan etmek de*mektir.
    "Sivrisinek" anlamına gelen kelimesinin iki üstün ile okunuş sebebiyle ilgili dört açıklama şekli yapılmıştır:
    1- şey, zaide, "sivrisinek" anlamındaki kelime, "bir misal" anlamın*daki kelimeden bedeldir. (Buna göre anlam: Allah bir misali vermekten ya*ni sivrisineği dahi misal göstermekten çekinmez... şeklinde olur).
    2- Allah, az dahi olsa, herhangi bir şeyi (mesela) sivrisineği misal vermek*ten çekinmez... anlamına gelmesi. Bu açıklamayı el-Ferra, ez-Zeccac ve Sa'leb yapmıştır.
    3- Allah, sivrisinek olsun daha yukarısını olsun, herhangi birşeyi misal ver*mekten çekinmez anlamında olması. el-Kisai'nin ve yine el-Ferra'nın görü*şüdür. Ebu'l-Abbas delil olarak şunu gösterir:
    "Ey tepeden tırnağa kadar insanların iyisi,
    Seven ve sevdiğini gözetenin bağlarını bağlayan ip yoktur."
    4- Allah, herhangi bir şeyi, bir sivrisineği misal vermekten çekinmez, an*lamına gelmesi.
    ed-Dahhâk, İbrahim b. Ebi Able ve Ru'be b. el-Accac Sivri*sinek" kelimesini ötreli olarak okumuştur. Bu, Temimlilerin şivesidir. Buna göre, ifadenin takdiri anlamı şöyle olur: Allah sivrisinekten ibaret olan bir mi*sal vermekten çekinmez. Yüce Allah'ın: Güzelce uy*gulayan üzerine (nimetlerimizi) tamamlamak üzere..." (el-En'am, 6/154) şek*lindeki buyruğunu bazı kimselerin: şeklinde yani "o en güzel olan kimse üzerinde nimetimizi tamamlamak üzere" anlamına ge*lecek şekildeki kıraatleri de bunu andırmaktadır.
    Arapçada "misal darbetmek (vurmak)" tabiri misal vermek anlamında kul*lanılır. Yine Arap dilinde: "Bu binalar, tek darb üzeredir" denildiği zaman tek bir örnek ve tek bir türdür, denilmek istenir. Darp tür anlamındadır.
    Sivrisinek anlamına gelen kelimesi et kesmek anlamına gelen kelimesinden türemiştir. Aynı anlamda olmak üzere: şeklin*de de kullanılır. onu kısım kısım ayırdım, parçaladım," de*mektir. el-Cevherî ve başkalarının açıklamasına göre (sivrisineğe) "baûda" adının verilişi küçüklüğü dolayısıyladır.
    "Daha üstün" el-Kisai, Ebu Ubeyde ve başkalarının açıklamalarına göre "daha üstün" buyruğunun anlamı, -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- ondan daha aşağı demektir. Yani küçüklük itibariyle ondan daha üstün denilmiş olu*yor. el-Kisai der ki: Bu bizim günlük konuşmamızda: Sen bunu kısa mı gö*rüyorsun? dediğimiz vakit, muhatabımızın: Bundan da ileri, bundan da üs*tün, demesine benzer ki yani gördüğünden de daha kısa demek istiyor.
    Katade ve İbn Cüreyc der ki: Büyüklük itibariyle daha üstün demektir.
    "Bunun" kelimesindeki zamir, misale aittir. Yani o misalin hak olduğunu bilirler, demektir.
    Hak ise batılın zıddıdır. Hakk, hukukun tekilidir. ondan da da*ha özel bir anlam ifade eder. Mesela "bu benim hakkımdır," anlamında denilir.
    "Ama kâfirler: Allah bu misal ile ne anlatmak istemiştir? Derler. Ama" harfini Temimliler şeklinde söyler ve aynı harfi tekrarla*mamak için mim'lerden birisini yâ'ya değiştirirler. Ömer b. Ebi Rabîa'nın şu beyiti de buna göre şöylece nakledilmektedir:
    "Güneş tepeye çıktığında bir adam gördü ki;
    (Kuşluk vakti) çıkar ortaya, ama akşam oldu mu da (zayıflıktan) üşür." Nahivciler ne" edatı hakkında farklı açıklamalarda bulunmuş*lardır. Bir görüşe göre tek isim konumundadır ve anlamı şöyle olur: Allah bu misal ile, neyi anlatmak istemiştir? İbn Keysan, bu güzel olan açıklama şek*lidir, demektedir.
    Bir diğer görüşe göre, tam bir isimdir ve mübtedâ olarak ref mahal-lindedir. (li ) ise, ism-i mevsûl anlamında olup mübtedâ'nın haberidir. Bu*na göre; Allah'ın misal olarak anlatmak istediği nedir? demek olur. Bu söz*leriyle de, soru sorarak inkar etmektedir yani, böyle birşeye olumsuz bir tep*ki göstermektir. misal" kelimesi ise mansub olup, sonraki cümle ile ilgisi yoktur. İfadesinin takdiri - Sa'leb'e göre - : Allah bununla nasıl bir mi*sal vermeyi murad etmiştir? şeklindedir. İbn Keysân ise bu, hal konumunda temyiz olarak nasbedilmiştir. (Yani: Allah böyle bir misal ile neyi murad et*miştir?)
    "Allah bununla bir çoğunu saptırır ve birçoğunu da hidâyete eriştirir." Denildiğine göre bu, kâfirlerin söyledikleri sözlerdendir. Yani, kendisi sebe*biyle insanları sapıklığa ve hidâyete olmak üzere ikiye ayırdığı bu misal ile Allah, neyi anlatmak istemiştir?
    Bir başka görüşe göre bu buyruk, yüce Allah'ın verdiği bir haberdir. Da*ha uygun görülen açıklama şekli de budur. Çünkü onlar hidâyetin Allah ta*rafından olduğunu kabul ediyorlardı. Buna göre anlam şöyle olur: De ki: Al*lah bu misal ile pekçok kimseyi saptırır, pek çok kimseyi de hidâyete iletir. Yani muvaffak kılar veya yardımsız bırakır. Buna göre, bu buyruk daha ön*ce kendilerinden söz edilen Mu'tezile ve benzerlerinin şu şekildeki görüşle*rine de bir reddiye ihtiva etmektedir: Çünkü Mutezile ve onların kanaatle*rini kabul edenlere göre Allah, sapıklığı ve hidâyeti yaratmaz. Derler ki: "Bir çoğunu saptırır" buyruğunun anlamı, burada ad vermektir. Yani birçoğu*na sapık adını verir. Nitekim "filan kişiyi fasık kıldım" denirken, ona fasık adını verdim, denmek istenir. Çünkü yüce Allah, hiçbir kimseyi saptırmaz. Saptırma ile ilgili izledikleri yol budur. Ancak onların bu açıklamaları müfes-sirlerin görüşlerine aykırıdır ve dil açısından da böyle bir açıklamaya ihtimal yoktur. Çünkü bir kimseye sapık (dâl) adı verildiği zaman onu sa*pıklıkla adlandırdı" denilir. Yoksa, bir kimseye sapık adı verildiği takdirde bu*nu anlatmak üzere (âyet-i kerimedeki şekliyle): denilmez.
    Bu buyruğun anlamı Mu'tezile ve onların yolundan gidenlerin verdiği şe*kilde değil de hak ehline mensup müfessirlerin belirttiklerine göre şöyledir: Allah, kâfirliklerine bir ceza olmak üzere insanlardan birçok kimseyi bu mi*sal sebebiyle yardımsız bırakır (hidâyete eriştirmez).
    Diğer taraftan yüce Allah'ın: "O bununla fasıklardan başkasını saptırmaz" buyruğunun yüce Allah'ın söylediği buyruk olduğunda (yani başkasının söylediği sözü nakleden bir ifade olmadığında) görüş ayrılığı yoktur. Bu buy*ruğun takdirî anlamı şöyledir: Allah, bu misal ile ancak ezelî ilminde kendi*lerine hidâyet vermeyeceğini takdir etmiş olduğu fasıkları saptırır.
    Burada "fasıklardan başkasını saptırmaz" buyruğunda yer alan Ancak" edatını istisna edatı, "fasıklar" kelimesini de istisna kabul etmek doğ*ru değildir. Çünkü istisna ancak kullanılan ifadenin tam bir anlama gelme*sinden sonra sözkonusu olur.
    Nevf el-Bikâlî der ki: Uzeyr, yüce Rabbine yaptığı münacaatından birisin*de şöyle demiştir: İlahi, sen birtakım mahluklar yaratırsın, dilediğini saptırır, dilediğini hidâyete erdirirsin. Ona: Ey Uzeyr, böyle bir şekilde dua etmek*ten vazgeç denildi. Ya bu işten vazgeçersin ya da seni peygamberlik maka*mından silerim. Çünkü Ben yaptığımdan dolayı sorumlu tutulmayanım. On*lar ise yaptıklarından sorumlu tutulurlar.
    Dalâlet (sapıklık)ın asıl anlamı helak olmak, fena bulmak, yok olmaktır. İşte bu anlamdan hareketle su, sütün içerisinde kaybolduğu, yok olduğu za*man denilir. Yüce Allah'ın: Biz yerde kaybolduğumuz vakit..." (es-Secde, 32/10) buyruğundaki ifade de buradan gelmektedir. Buna dair açıklamalar Fatiha sûresinde daha önceden yapılmıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Fısk, Arap dilinde asıl anlamı itibariyle birşeyin dışına çıkmak demektir. Mesela, taze hurma kabuğundan, fare deliğinden çıktığı zaman bu tabir kullanılır. (Yiyecek ve içecekleri ifsad ettiğinden dolayı) fareye: "el-fuveysi-ka (fasıkçık)" denilir. Hadis-i şerifte de şöyle denilmektedir: "Beş fasık var-] Vdır ki bunlar harem bölgesinin içinde de dışında da öldürülürler: Yılan, ala*^ ~? karga, fare, uyuz köpek ve çaylak." Bu hadisi Hz. Âişe Peygamber (s.a)'dany \rivâyet etmiş ve Müslim bunu kitabına almıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Bir başka rivayette de "yılan" yerine akrep zikredilmiştir. Peygamber (s.a) bunlar hakkında "fısk" tabirini verdikleri eziyetler sebebiyle kullanmış*tır. Nitekim inşaallah ileride bu kitapta buna dair açıklamalar gelecektir.
    Kişinin fasıklık etmesi, -el-Ahfeş'ten nakledildiğine göre- facirlik etmesi, yani günah işlemesi demektir. Yüce Allah'ın: "Rabbinin emrine karşı fasık*lık etti" (el-Kefh, 18/50) buyruğu ise Rabbinin emri dışına çıktı demektir.
    İbnu'l-A'râbi'nin iddiasına göre bu kelime, (Allah'ın emri dışına çıkmak anlamında) cahiliyye arapları dilinde olsun, şiirinde olsun kullanılmamıştır. (İbnu'l-A'râbi) der ki: Bu ise hayret edilecek birşeydir. Halbuki bu kelime Arapça bir kelimedir. Bu sözleri İbnu'l A'râbi'den İbn Faris ve el-Cevherî nak-letmişlerdir.
    Derim ki: Ebu Bekr el-Enbârî "ez-Zâhir" adlı eserinde "fısk"ın anlamı ile ilgili açıklamalarda bulunurken şairin şu beyitini de nakletmektedir:
    "Necid'de giderler ve aşağıların da aşağısındaki yolu izlerler Maksatlarından uzaklaşmış fasıklar olarak."
    Fıssîk: Fasıklığı sürekli olan demektir. "Yâ fusak, yâ hubes!" nidası "ey fâsık, ey habis (murdar)!" demektir. Şer'î bir terim olarak fısk: Yüce Allah'a itaatin dışına çıkmaktır. Bu kelime küfür ve inkar ile dinden çıkan hakkın*da kullanıldığı gibi, isyan ederek Allah'ın emri dışına çıkan hakkında da kul*lanılır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  7. #27

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    27- Onlar ki Allah'ın ahdini sağlamlaştırdıktan sonra bozarlar, Al*lah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde fe-sad çıkarırlar. İşte onlar zarara uğrayanlardır.
    Bu buyruğu yedi başlık halinde açıklayacağız:

    1- Ahdi Bozanlar:


    "Onlar ki" bu buyruk bir önceki âyet-i kerimede geçen "fasık-lar"ın sıfatı olarak nasb mahallindedir. (Yani o fasıklar ki. . JArzu edildiği takdirde mahzuf bir mübtedanın haberi olarak merfu da kabul edilebilir. Ya*ni: Onlar öyle kimselerdir ki... Buna dair açıklamalar daha önceden de ya*pılmıştı. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    2- Allah'ın Ahdini Bozanlar:


    "Allah'ın ahdini., bozarlar" buyruğundaki bozmak, (nakzetmek): Sağlam bir şekilde yapmış olduğun bir binayı, yahut büktüğün bir ipi veya verdiği*miz bir ahdi ifsad etmek, yani bozmaktır.
    Kıldan yapılmış olan kendirler, çözüldüğü zaman bunlara "en-nukâda" de*nilir. Söylenen sözlerde "munakaza (çelişki)" ise söylenen sözler arasında an*lam bakımından tutarsızlık ve çelişki olması demektir. Nakz etmek için söy*lenen şiire de "nakîda" denilir. Nakz edilmiş (bozulmuş) şeye de "en-Nikd" adı verilir.
    İlim adamları, sözü geçen ve sağlamlaştırıldıktan sonra bozulan bu ahdin hangisi olduğunu tesbit etmek hususunda farklı görüşlere sahiptirler:
    a- Bu, yüce Allah'ın âdemoğullarından onları babaları Âdem'in sırtından çıkardığında aldığı sözdür.
    b- Yüce Allah'ın peygamberleri aracılığıyla kitaplarında insanlara yaptı*ğı tavsiyeler, onlara kendisine itaat etmeleri ile ilgili vermiş olduğu emirler ile kendisine isyanı yasaklamasıdır. Bu buyruklar gereğince amel etmeyi ter-ketmeleri bu ahdi bozmaları demektir.
    c- Yüce Allah'ın gökleri ve yeri yaratmasıyla diğer mahlukatındaki vah*daniyetini gösteren delilleri koymuş olması, onlardan ahit almak konumun*dadır. Bu ahdi terketmeleri, bu ilahi san'at delillerine bakıp düşünmeyi ter-ketmektir.
    d- Şanı yüce Allah'ın kitap ehlinden almış olduğu ahiddir. O, bunlara Pey*gamber (s.a)'ın peygamberliğini açıklamalarını ve bunu gizlememelerini emretmiş idi. Bu açıklama şekline göre âyet-i kerime kitap ehli hakkındadır.
    e- Ebu İshak ez-Zeccâc der ki: Yüce Allah'ın ahdi, peygamberlerden ve ona iman edenlerden son peygamber Muhammed (s.a)'ı inkâr etmeyecek*lerine dair almış olduğu sözdür. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu buyrukla*rıdır: "Hani Allah, peygamberlerden size verdiği Kitap ve hikmetten sonra beraberinizdekini doğrulayıcı bir peygamber gelince ona mutlaka iman edecek ve yardım edeceksiniz diye söz aldığı zaman dedi ki: İkrar edip ka*bul ettiniz mi ve bu yükümü alıp yüklendiniz mi?" (Al-i İmran, 3/81) Burada sözü geçen "yükümü" buyruğu ile kastedilen "benim ahdimi"dir.
    Derim ki: Ancak bu âyet-i kerimenin öncesi ile sonrasında yer alan buy*rukların zahiri, âyetin kâfirler hakkında olduğunu göstermektedir. İşte bu hu*sus ile ilgili görüşlerin toplamı beşi bulmuş olmaktadır. İkinci görüş bunla*rın hepsini kapsamına alacak özelliktedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    3- "Allah'ın Ahdini Sağlamlaştırdıktan Sonra."


    el-Mîsâk: Yemin ile pekiştirilmiş ahid demektir. Düğüm ve bağlama işinin oldukça sağlam yapıldığını ifade etmek için kullanılır. Bu kelimenin çoğu*lu "el-Mevâsîk" şeklinde gelir. Meyâsik ve meyâsîk şeklinde de gelir. İbnu'l-A'râbî şu beyiti nakletmektedir;
    "Öyle bir bölge ki, ebediyyen konulmaz oraya iznimiz olmadıkça
    Ve biz başka kavimlere sormayız söz ve ahitleri!"
    Mevsik, müsâk anlamındadır. Muvâsaka, muahede anlamındadır. Yüce Al-lah'ın şu buyruğu da buradan gelmektedir: Sizi ken*disi ile bağladığı andınızı (ahdinizi sözünüzü) hatırlayın." (el-Maide, 5/7) Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    4- "... keserler.."


    Kesmek, bilinen bir eylemin adıdır. Akrabalık bağı ile ilgili olarak da kul*lanılır. İp ve benzeri şeyleri kesmek, nehir gibi şeyleri karşıdan karşıya geç*mek (katetmek) anlamında kullanıldığı gibi, göçmen kuşlar bir ülkeden bir başka ülkeye çıkıp gittikleri vakit de bu kelime kullanılır. Suların azalması*nı, bitkin ve yorgun düşmüş bir kimsenin durumunu ifade etmek üzere de bu kökten gelen kelime kullanılır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    5- Allah'ın Emrine Aykırılık:


    "Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler." Burada Şeyi ke*limesi, keserler" fiili dolayısıyla nasb mahallinde (nesnesi)dir. Âye*tin bu bölümünün: "Bitiştirilmemesi" şeklinde yani bitiştirilmesinden hoş*lanmadıkları şeyi keserler anlamında olması da mümkündür.
    Bitiştirilmesi emredilen şeyin ne olduğu hususunda da farklı görüşler var*dır:
    a- Burada bitiştirilmesi istenen akrabalık bağlarıdır (sıla-i rahim).
    b- Sözün amel ile bir arada olmasını emretmektedir. Fakat onlar amel et*medikleri halde söyleyip durduklarından dolayı bu iki şeyi birbirinden ko*pardılar.
    c- Kesintisiz olarak bütün peygamberlerin tasdik edilmesini emretmekte*dir. Ancak onlar peygamberlerin bir kısmını tasdik etmek, bir kısmını yalanlamak suretiyle bitiştirilmesi emredilen şeyi kesmiş oldular.
    d- Burada Allah'ın dinine, yeryüzünde O'na ibadet etmeye, şer'î hüküm*lerini uygulamaya ve koyduğu sınırları korumaya işaret edilmektedir. Dola*yısıyla bu, yüce Allah tarafından bitiştirilmesi emredilen herşey hakkında ge*nel bir ifadedir. Cumhurun görüşü budur. Akrabalık bağlarını bitiştirmek de bunun bir parçasıdır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    6- Fesâd Çıkaranlar:


    "Ve yeryüzünde fesad çıkarırlar." Yani Yüce Allah'tan başkasına tapar*lar, yaptıkları işlerde haksızlık ve zulüm işlerler. Çünkü onların işleri şehvet ve arzularına göredir. Fesadın en ileri derecesi de işte budur.
    "İşte onlar zarara uğrayanlardır" anlamındaki buyruk mübtedâ ve ha*berdir. onlar" zâiddir. Bununla birlikte ikinci mübtedâ da kabul edi*lebilir. İkinci mübtedâ ile onun haberi (bir arada), birincisinin haberidir. Ön*ceden (benzeri el-Bakara, 2/5 te) geçmiş bulunmaktadır. Kendi nefsinin fe*lah ve kurtuluştan payını azaltan kimseye "hâsir (zarara uğrayan)" denilir. İs*ter terazideki, ister başka birşeydeki eksiklik ve zararın adı da "hüsrân"dır. Cerîr der ki: "Şüphesiz Selît bir hüsrandadır. Çünkü
    Onlar atalarından beri köle olarak yaratılmış bir topluluğun soyundan geliyorlar." Burada hüsrandan kastı, onların şeref ve paylarının eksikliğine sebep olan şeylerdir. el-Cevherî'nin açıklamasına göre aynı kökten gelen: "el-hasâr, el-hasâre ve el-haysara" kelimeleri sapıklık ve yokolma demektir. O bakımdan helak olan kimseye "hâsir (hüsrana uğrayan, zarar eden)" denilir. Çünkü böy*le bir kişi Kıyamet gününde hem kendisini hem aile halkını kaybedecek ve cennette kendisi için ayrılmış olan yere gidemeyecektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    7- Ahdi Bozmanın Hükmü:


    Bu âyet-i kerime ahde vefa gösterip ona bağlı kalmaya, aynı şekilde ki*şinin bağlı kalmakla kendisini yükümlü tuttuğu caiz olan her türlü ahdi boz*manın helal olmadığına bir delildir. Bu ahidlerin müslüman ile müslüman ol*mayan arasında olması farketmez. Çünkü yüce Allah, ahdini bozan kimseyi burada yermiştir. Ayrıca: "Ahidlerinizi eksiksiz olarak yerine getiriniz" (el-Maide, 5/1) diye buyurduğu gibi, Peygamberine de şu emri vermiştir: "Eğer bir kavmin hainliğinden endişeye düşersen, adalet üzere (ahidlerini gerisin geri) kendilerine at." (el-Enfal, 8/58) diye buyurarak ahdinde durmamayı ya*saklamıştır. Ahdinde durmamak ise ancak verilen sözü bozmakla olur. Nite*kim ileride yeri gelince Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. -inşaallah- açıklanacaktır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  8. #28

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    28. Nasıl oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki daha önce ölüler idiniz de sizi O, diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra sizi diriltecek ve sonunda da yalnız O'na döndürüleceksiniz.

    Hayat ve Ölümün Varlığı Kıyametin Kesin Delilidir:


    "Nasıl" anlamına gelen hale dair bir sorudur. Yani, bunlar öyle kim*selerdirler ki, kendilerine karşı susturucu deliller sabit olduğu halde, inkâ*ra saptıkları için, durumlarına hayret edilmesi gereken kimselerdir.
    Kitap ehli, Allah'ı inkâr etmemekle birlikte onlara bu şekilde bir hitap na*sıl yerinde olur? diye sorulacak olursa cevap şudur: Onlar Muhammed (s.a)'ın durumunu olduğu gibi kabul etmeyip getirdiklerini tasdik etmedik*lerinden dolayı Allah'a şirk koşmuş oluyorlar. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in Al*lah tarafından gönderildiğini kabul etmiyorlar. Kur'an-ı Kerim'in insan sözü olduğunu iddia eden kimse, Allah'a şirk koşmuş ve ahdini bozmuş olur.
    Şöyle de denilmiştir: "Nasıl" anlamına gelen kelimesi, aslında so*ru edatı olmakla birlikte burada böyle değildir. Burada bu kelime gerçeği söy*letmek ve azarlamak için gelmiştir. Yani: O bunlara kadir iken nasıl olur da üzerinizdeki nimetlerini inkâr edebilirsiniz, demektir. el-Vâsıtî der ki: Yüce Allah, bu buyruğu ile onları en ileri derecede azarlamış bulunmaktadır. Çünkü ölüler ve cansızlar hiçbir hususta kendilerini var eden ile tartışmaz*lar. Aksine, bu konuda tartışma canlı iskeletler tarafından yapılmaktadır.
    "Halbuki siz daha önce ölüler idiniz" buyruğu yaratılıştan önceki halle*rini ifade etmektedir.
    "... de sizi O diriltti, sonra sizi öldürecek." Burada vakıf tam bir vakıf olur. Ebu Hatim böyle demiştir. Daha sonra yüce Allah: "... sonra sizi diriltecek..." diye buyurmaktadır.
    Tefsir alimleri, bu iki ayrı ölüm ile iki ayrı hayatın sırası ve insan için kaç defa ölümün ve kaç defa hayatın sözkonusu olduğu hususunda farklı görüş*lere sahiptirler. İbn Abbas ve İbn Mes'ud der ki: Yani sizler yaratılmadan ön*ce, yok ve var olmayanlar anlamında "ölüler" idiniz. Sonra sizi diriltti. Ya*ni yarattı. Daha sonra ecellerinizin sona ermesiyle sizi öldürecek, sonra Kı*yamet gününde sizi tekrar diriltecektir.
    İbn Atiyye der ki: Bu âyet-i kerime ile anlatılmak istenen işte budur. Kâfirlerin kaçış yolu bulamayacakları delil de budur. Çünkü ölüm ve hayatı ka*bul etmektedirler. Eğer kâfirler, daha önce varlığı sözkonusu olmayan ölü*ler olduklarına, sonra dünyada hayat bulmaya, sonra yine dünyada ölüme dik*kat edecek olsalar, ondan sonraki son dirilişin gereğine dair kanaatleri pe*kişir ve güç kazanır, buna bağlı olarak ölümden sonraki dirilişi inkâr etme*leri de herhangi bir delil getiremedikleri bir iddiadan ibaret kalır.
    Bir başkası da şöyle demiştir: Bu açıklamaya göre, kabirdeki hayat dün*ya hayatı hükmünde demektir. Dünya hayatında öldürüp sonra yine dünya*da iken dirilmesi, kişinin ilk ölümü sayılmadığı gibi, kabir hayatı da sayıl*maz denilmiştir.
    Bu buyruğun açıklanmasıyla ilgili şöyle de denilmiştir: Sizler Adem'in sul*bünde ölüler idiniz. Sonra onun sırtından toz zerrecikleri gibi sizi çıkardı. Son*ra sizi, dünyada öldürür sonra sizi tekrar diriltecektir.
    Bir başka açıklama şekli de şöyledir: Sizler erkeklerin sulblerinde, kadın*ların rahmlerinde ölüler -yani nutfeler- idiniz. Sonra sizleri rahimlere taşı*dı, orada sizi diriltti. Daha sonra bu hayattan sonra sizi öldürür, sonra soru sormak üzere kabirde sizi diriltir. Sonra kabirde sizi öldürür. Daha sonra mah*şere gitmek üzere kabirlerinizde diriltir. İşte ardında ölümün sözkonusu ol*madığı hayat da budur.
    Derim ki: Bu açıklamaya göre üç ölüm ve üç dirilme sözkonusudur. Âdem'in sulblerinde ölüler olmaları, onun sırtından çıkartılıp kendileri hak*kında tanıklıkta bulunmaları, erkeklerin sulbleriyle kadınların rahimlerinde nutfeler halinde bulunmalarından farklı bir durumdur. Buna göre, dört ölüm ve dört hayat sözkonusudur.
    Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah onları, Âdem'i yaratmadan önce toz zerrecikleri gibi varetti, sonra da öldürdü. Buna göre, beş ölüm ve beş di*riltme sözkonusu olur. Muhammed (s.a)'in ümmetinden günahkar kimseler için cehenneme girdiklerinde sözkonusu olacak altıncı bir ölüm vardır. Çünkü Ebu Said el-Hudrî tarafından rivayet edilen hadiste şöyle denilmek- i tedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Cehennemlik olan cehennem ehline ge-j /linçe, onlar orada asla ölmeyecek ve dirilmeyeceklerdir. Fakat bir takım in-ı j sanlar vardır ki onlara günahları sebebiyle ateş isabet edecektir. Allah onları bir çeşit ölümle öldürecektir. Nihayet, kömür haline geleceklerinde hak-/ larında şefaate izin verecektir. Ayrı ayrı topluluklar halinde getirilecek ve cennet nehirleri üzerine saçılacaklardır. Sonra şöyle denilecek: Ey cennet hal*kı, bunlara (su) akıtın. Selin sürüklediği şeyler arasında bulunan bakla tohu*mu gibi biteceklerdir." Bunu dinleyenler arasında bulunanlardan birisi şöy*le dedi: Sanki Rasulullah (s.a) çölde çobanlık etmiş gibidir. Bu hadisi Müs-
    rivayet etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Derim ki: Hadis-i şerifte geçen: "Allah onları bir çeşit ölümle öldürecek*tir" buyruğunda kastedilen hakiki mahiyetiyle ölümdür. Çünkü burada mas-dar ile te'kid edilmiştir. Bu ise onlar için bir ikramdır. Şöyle de denilmiştir: "onları... öldürür" ifadesinin uyumak suretiyle cehennemin acılarını duyma*yacak hale gelmelerin de olabilir. Ve bu hakiki manada bir ölüm değildir. An*cak birinci görüş daha sağlıklıdır. Nahivciler fiili masdar ile tekid ettiğimiz tak*dirde (mef'ûl-u mutlak) mecaz anlamını ifade etmeyeceğini bunun hakikat anlamını dile getireceğini sözbirliği halinde kabul etmişlerdir. Yüce Allah'ın: "Allah Musa ile de konuştu." (en-Nisa, 4/164) buyruğu da bu türdendir. Yü*ce Allah'ın izniyle yeri gelincede bunun da açıklaması yapılacaktır.
    Bu buyruğun anlamı ile ilgili olarak şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Siz*ler etkisiz ve hareketsiz olduğunuz için ölü gibi idiniz. Bu din ve size gelen Peygamber sayesinde şanınızı, şerefinizi yükselterek sizi diriltti. Sonra sizi öl*dürecek ve sözünüz edilmeyerek öleceksiniz. Sonra da öldükten sonra di*riliş için sizi tekrar diriltecektir.
    "Ve sonunda da yalnız O'na döndürüleceksiniz." Küfür ve inkârınız sebebiyle O'nun azabına döneceksiniz. Tekrar hayat bulacak ve sorguya çe*kileceksiniz, anlamında olduğu söylenmiştir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Daha önce ilk yaratmayı başlattığımız gibi, onu iade ederiz." (el-Enbiya, 21/104) Buna göre onların tekrar iade edilmeleri, di-riltilmeleri ilk yaratılışları gibidir. Bu da bir dönüş demektir.
    Çoğunluk bunu: " döndürüleceksiniz" şeklinde okumuştur. An*cak Yahya b. Ya'mer, İbn Ebi İshak, Mücahid, İbn Muhaysin, Sellam b. Ya'kub, bu kelimenin geldiği yerlerde muzaraat harfini üstün, cim harfini de esreli yani"...dönerler" şeklinde okurlar. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    29. Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe yö-nelip de onları yedi gök halinde düzenledi. O her şeyi bilendir.
    "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur..." buyruğu ile ilgili açık*lamalarımızı on başlık halinde ele alacağız:

    1- Yaratma'nın Anlamı:


    "Yaratmak", yokluktan sonra icad etmek, meydana getirmek, var etmek demektir. Bazan herhangi bir işi yapması halinde insan hakkında da "yarat*tı" kullanıldığı olur. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
    "Söylediğini yaratan kimseye karşı
    Benim yapabileceğim çok azdır."
    Buna dair açıklamalar daha önceden de yapılmıştı. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    İbn Keysan der ki: "Sizin için yaratan" buyruğu sizden dolayı, size se*bep yaratan demektir. Bunun anlamı şudur: Yeryüzünde her ne varsa sizin için bir nimettir, o bakımdan bunlar sizin içindir. Aynı zamanda bunlar, tev*hide ve ibrete delildir, şeklinde de açıklama yapılmıştır.
    Derim ki: İleride de açıklayacağımız üzere doğru olan açıklama şekli bu*dur. Bununla insanların ihtiyaçları olan herşeyi kastetmiş olması da mümkün*dür. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    2- "Eşyada Asıl Mübahlıktır":


    Haramlığına dair delil bulunmadıkça, kendileri ile yararlanılan eşyada as-lolan mübahlıktır, diyenler bu ve buna benzer diğer âyetleri delil gösterirler. Yüce Allah'ın şu buyruğu gibi: "Göklerde ve yerde bulunan şeylerin hepsi*ni de kendi nezdinden size müsahhar kılmıştır." (el-Câsiye, 45/13) Bu ka*naati ortaya atanlar, şu sözleriyle de delillerini desteklerler: İnsanın hoşuna giden, canının çektiği güzel yiyeceklerin yaratılmaması mümkün olmakla bir*likte yaratılmıştır. O halde bunlar boşuna yaratılmış olamazlar. Dolayısıyla bunların bir faydasının olması da kaçınılmazdır. Bu faydanın yüce Allah hak*kında sözkonusu olması ise doğru olamaz. Çünkü O, bizatihi müstağnidir. Ya*ni böyle şeye de başka şeye de muhtaç değildir. Dolayısıyla sözü geçen bu fayda bize aittir. Bizim bunlardan fayda sağlamamız; ya bunlardan lezzet al*mak şeklindedir veya bu yolla denenmemiz için onlardan kaçınmamız şek*linde ortaya çıkar yahut bizim bunlardan gereken şekilde ibret almamız ile gerçekleşir. Bütün bu hususların elde edilmesi ancak bu güzel ve lezzetli şey*lerin tadına bakmakla mümkün olur. O bakımdan bunların mubah olması ge*rekmektedir.
    Fakat bu iddia, tutarsızdır. Çünkü bizler, bir menfaat için yaratılmadıkla*rı takdirde boşu boşuna yaratılmış olmaları gereğini kabul etmiyoruz. O bun*ları bu şekilde yaratmıştır. Çünkü asıl olarak menfaatlerini yaratmak, O'nun için vacip değildir. Aksine vacip kılan O'dur. Diğer taraftan sözü geçen menfaatin belirttikleri hususlara münhasır olmasını da kabul etmiyoruz ve bu gibi menfaatlerden herhangi birisinin yiyeceklerin tadına bakmadıkça mey*dana gelemeyeceği tezini de reddediyoruz. Aksine bazan, tabiat ve karakter*ler üzerinde araştırma yapanlarca bilindiği gibi, tadları ne şekilde olduğunu başka birtakım hususlarla da anlamak mümkündür. Bu iddiaya karşı bu ta*dına bakılacak şeyin öldürücü zehirler olmasından korkulması ile de görüş*leri reddedilir. Diğer taraftan bunların haram olduklarını kabul eden kimse*lerin ileri sürdükleri birtakım şüpheler de bunların tezlerine karşıdır.
    Başkaları bu konuda hüküm vermeyip şöyle demişlerdir: Bizim kendisi*nin, güzel veya çirkin (hasen veya kabili.) olduğunu idrak edebildiğimiz her bir fiilin aynı zamanda bizatihi güzel olması da mümkündür. Bunun ne ol*duğunu şer'î hüküm gelmedikçe tayin edecek bir delilimiz yoktur. O halde bu konuda şer'î hüküm gelmedikçe durmak ve karar vermemek gerekir.
    Bu üç görüş de Mu'tezileye aittir.
    Şeyh Ebu'l Hasen (el-Eş'arî) ve onun mezhebini kabul edenlerle Malikî mezhebine mensup ilim adamlarının çoğunluğu ile es-Sayrafî bu mes'ele ile ilgili olarak hüküm vermemeyi (tevakkufu) mutlak olarak kabul etmişlerdir. Onlara göre, tevakkufun (karar ve hüküm vermemenin) anlamı şudur: Böy*le bir durumda eşya hakkında hüküm verilemez. Şeriat (şer'î hüküm geldi*ği takdirde) onlarla ilgili dilediği hükmü verebilir. Akıl, vücup ve benzeri bir hükmü (değer yargısını) veremez. Aklın bu konudaki payı; işleri ve eşyayı olduğu gibi tanımaya çalışmaktan ibarettir.
    İbn Atiyye der ki: İbn Fûrek, İbnu's-Sâiğ'den şöyle dediğini nakletmek*tedir: Akıl hiçbir şekiftje sem'i (peygamber vasıtasıyla gelen) delilden uzak kalmamıştır. Hakkında sem'i delil bulunmayan hiçbir olay yoktur. Eğer sem'i delil doğrudan doğruya onunla ilgili değilse, dolaylı olarak onunla ilgilidir veya o olayın sem'i delil hükmünü alacak kendisine göre uygun bir hali var*dır. İşte bu konularda bu hususa güvenip dayanmak gerekir. Bu ise, bir şe*yin mahzur (haram) veya mubah olduğunu tetkik etmeye, düşünmeye veya bu konuda hiçbir hüküm belirtmeyip kararsız kalmaya ihtiyaç bırakmaz. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    3- Mahlukat İbret İçindir:


    "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur." buyruğunun anlamı hakkında doğru açıklama şekli, bunları ibret için yarattığıdır. Buna delil da*ha önce gelen buyruklar ile daha sonra gelen çeşitli ibretli durumların söz-konusu edilmiş olmasıdır: Hayat vermek, öldürmek, yaratmak, göğe yönel*mek ve orayı düzenlemek gibi. Yani sizleri diriltmeye, yaratmaya, gökleri ve yeri yaratmaya k^dir olanın tekrar sizi diriltmeye kadir olması, aklın kabul edemeyeceği bir iş değildir.
    Eğer "sizin için" denilmesinin anlamı yararlanmaktır; yani bütün bunlar*la yararlanmanız için bunları yaratmıştır, denilecek olursa cevabımız şu olur: Yararlanmaktan kasıt, açıkladığımız gerekçeler dolayısıyla ibret al*maktır. Eğer: Akreplerin, yılanların yaratılışında ibret alınacak taraf neresi*dir? denilecek olsa şöyle deriz: İnsan görmüş olduğu eziyet verici bir takım varlıklar sebebiyle Allah'ın cehennemde kâfirler için hazırlamış olduğu bir takım cezaları hatırlayabilir. Bu, iman etmesine ve masiyetleie terketme-sine sebep teşkil edebilir. Bu ise ibretin en büyüğüdür, İbnu'l-Arabi der ki: Yüce Allah'ın bu buyruk ile bu kudretini bizlere ha*ber vermesinde haramlığı, mübahlığı veya bu konuda kararsızlığı gerektiren herhangi bir durum yoktur. Bu âyet-i kerime sadece, Allah'ın vahdaniyeti*ne delil olarak görülsün diye dikkat çekmek ve yol göstermek sadedinde zik*redilmiştir.
    Meani (el-Kur'ân'a dair eser yazmış) ilim adamları da yüce Allah'ın: "Yer*de ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur." buyruğu hakkında şu açık*lamayı yapmışlardır: Bunlarla O'na itaat etmek için güç sahibi olasınız diye yaratmıştır, yoksa O'na isyan yollarında sizin için bu yaratılan şeyleri tüke-tesiniz diye değil. Ebu Osman der ki: Herşeyi sana bağışladı, herşeyi sana mü-sahhar kıldı ki, o herşeyi O'nun uçsuz bucaksız cömertliğine delil göresin ve böylelikle âhirette sana vereceğini va'dettiği uçsuz bucaksız şeylere kendi*ni kaptırasın, O'nun yaptığı çokça iyilikleri karşısında azıcık amellerini çok görmeyesin diye. O, sana herhangi bir amelde bulunmadan önce, ilk olarak nimetlerin en büyüğü olan tevhidi vermiş bulunmaktadır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    4- İnfak Eden, Cimrilik Eden:


    Zeyd b. Eşlem, babasından, o da Ömer b. el-Hattab (r.a)'dan şunu riva*yet etmektedir: Adam'ın birisi Rasulullah (s.a)'a geldi ve kendisine birşeyler vermesini istedi. Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Yanımda herhangi birşey i , yok. Fakat git, benim adıma birşeyler satın al. Ödeyecek birşeyler bize ge'ünce o borcumuzu öderiz." Bunun üzerine Hz. Ömer ona şöyle dedi: Hadi j yanında birşeyler varken veriyorsun. Allah seni güç yetiremeyeceğin şeyler*le mükellef tutmamış ki. Rasulullah (s.a) Hz. Ömer'in bu sözünden hoşlanmadı. Ensardan birisi: Ey Allah'ın Rasulü dedi ve: "İnfak et ve yüce Arş sahibinin azaltacağından korkun olmasın" anlamında bir mısra okudu. Rasulullah (s.a) bunun üzerine gülümsedi. Ensardan olan bu kişinin söylediği bu söz dolayısıyla sevindiği yüzünden anlaşıldı. Daha sonra Rasulullah şöyle yurdu: "Ben, böyle davranmakla emrolundum." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle demişlerdir: Mal azlığı korkusu, Allah'a karşı sui zan beslemektendir. Çünkü yüce Allah için*dekilerle birlikte, arzı Âdemoğulları için yaratmıştır. Ayrıca Kitab-ı keriminde de şöyle buyurmuştur: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan
    O'dur." Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır. "Göklerde ve yer*de bulunanların hepsini kendi nezdinden size müsahhar kılmıştır." (el-Câ-siye, 45/13) Bu gördüğümüz herşey Ademoğluna müsahhar kılınmıştır. Böy*lelikle onun mazeretine son verilmek istenmiş, ona karşı delil ortaya konul*muştur. Ta ki Allah'a, kendilerini kul olarak yarattığı gibi kul olsunlar diye. Eğer kul, Allah'a karşı hüsnü zan besliyor ise, malının azalacağından kork*maz. Çünkü verdiğinin yerine başkası gelir. Nitekim yüce Allah şöyle buyur*maktadır: "Her ne harcarsanız, O bunun yerine verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe, 34/39) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Şüp*hesiz ki benim Rabbim ganîdir (muhtaç olmayandır), kerimdir (bol bol ve*rendir)" (en-Neml, 27/40)
    Rasûlullah (s.a) da şöyle buyurmaktadır: Yüce Allah buyurdu ki: "BeninO c rahmetin gazabımı geçmiştir. Ey Âdemoğlu, infak et ki Ben de sana infak edeyim. Allah'ın sağ eli bol bol verir ve dopdoludur. Gece ve gündüz hiçbir şey onu eksiltmez." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    -Bir başka hadisinde yüce Rasul şöyle buyurmaktadır: "Kulların sabah et-n tiği her bir günde mutlaka iki melek (dünya semasına) iner. Onlardan biri- \" si: Allah'ım infak edene infak ettiğinin yerine geçecek servet ver, der, diğe-_y ri de: Allah'ım cimrilik edenin de servetini telef et," der. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Aynı şekilde bu melekler, güneşin batımı esnasında da böylece seslenirO rler. Bütün bu hadisler sahihtir ve hadis imamları tarafından rivayet edilmiştir. Hamd yalnız Allah'adır.
    Her kimin kalbi, aydınlığı bulur ve Rabbinin zenginlik ve keremini bilir ise, infak eder, servetinin azalacağından korkmaz. Dünyaya karşı arzuları ölen ve kendisini hayatta tutacak kadar azıcık bir gıdayı almakla yetinen, kendi adına talepte bulunmayan bir kimse zenginken de fakir iken de verip durur, vermekle servetinin azalacağı korkusunu duymaz. Servetinin azalacağından korku duyan, sadece eşyayı isteyen ona talip olan kimselerdir. Bugün birşey-ler verirken, yarın onunla birtakım şeyleri yapmak istiyor ise (verdiği takdir*de) o şeyi yarın yapamayacağından korkar. O bakımdan azalacağından korktuğu için bugünkü infakında (harcamasında) elini sıkı tutar. r"~ Müslim'in rivayetine göre Hz. Ebu Bekir'in kızı Hz. Esma şöyle demiştir: I fRasulullah (s.a) bana şöyle dedi: "Ver, yahut bağışla veya infak et. Fakat vediğini sayma. O vakit Allah da senin bu saymana karşı sayar. Cimrilik edip/ Ve malını kaplarda doldurma. O vakit sana karşı da cimrilik edilir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Nesai'nin rivayetine göre Hz. Aişe de şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a)'ın yanımda bulunduğu bir sırada yanıma bir dilenci geldi. Ben ona birşeyler ve-H \ rilmesini emrettim. Sonra da ona verilen şeyin yanıma getirilmesini istedim, Ona baktım. Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Sen, senin bilgin olmadıkça evine birşeyin girmesini ve çıkmasını istemiyor musun yoksa?" Ben: Evet, de- J yince Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Yavaş ol, ey Aişe, sen sayma (sayarak/ /erme). O takdirde yüce Allah da sana karşı sayarak verir (az verir)." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  9. #29

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    5- "İstiva" ve Müteşabihler:


    "Sonra göğe yönelip de..." Buyruğunda "sonra" kelimesi haber verilen şe*yin sıralaması dolayısıyla gelmiştir. Yoksa bizzat işin yapılış sırasını anlatmak için değildir.
    İstiva (yönelmek): Dilde bir şeyin üstüne çıkmak ve üzerine yükselmek demektir. Nitekim yüce Allah (aynı kökten kelimeler ile) şöyle buyurmakta*dır: "Sen ve seninle birlikte olanlar gemiye bindiğinizde (isteveyte)..." (el-Mu'minun, 23/28); "Sonra onların sırtları üzerine binip yerleşince (istevey-tum)..." (ez-Zuhruf, 43/13) Şair de şöyle demektedir:
    "Ipıssız bir çölde onları bir su başında götürdüm
    Güney (Yemen) yıldızı alabildiğine yükselmiş idi (istevâ)"
    Güneş başımın üzerinde istiva etti, kuş tepeme istiva etti, tabirleri ile an*latılmak istenen bunların yükseldiğidir.
    Bu âyet-i kerime müşkil (anlaşılması zor) âyetlerdendir. İlim adamları bu ve benzeri âyetlerde üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. Kimisi: Biz bunları okur, bunlara iman eder ve tefsir etmeyiz, derler. İmamların pekçoğu bu görüşte*dir. Bu, İmam Malik'ten gelen şu rivayete benzemektedir: Adamın birisi ona yüce Allah'ın: "Rahman (olan Allah) Arşa istiva etti." (Ta-ha, 20/5) buy*ruğu hakkında soru sormuş, İmam Malik de şöyle demiştir:
    -İstiva bilinmeyen birşey değildir. Ancak keyfiyeti akıl ile bilinemez. Bu*na iman ise farzdır. Bunun nasıl olduğuna dair soru sormak bid'attir. Ben se*nin kötü bir adam olduğunu görüyorum. Hadi bunu buradan çıkartınız.
    Bir kısım ilim adamı da şöyle demiştir: Bu âyetleri okuruz ve dildeki zahi*ri anlamına uygun düşecek şekilde yorumlarız. Bu Müşebbihe'nin görüşüdür.
    Kimisi de şöyle demiştir: Bu gibi âyetleri okuruz, te'vilini yaparız ve bunları zahirlerine hamlederiz.
    el-Ferra, yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi" buyruğu ile ilgili olarak şöyle demiştir: İstiva Arap dilinde iki an*lama gelir: Birincisi: Kişinin olgunlaşması, gençliğinin ve gücünün son nok*tasına ermesi demektir. Yahut eğrilikten kurtulup düzelmesi demektir. İşte bu
    Arap dilindeki iki anlamıdır. Üçüncü bir anlamı da şöyle olur: Filan kişi, fi*lana doğru gidiyor iken daha sonra bana yöneldi ve bana söv*meye koyuldu. Burada bu kelime (istiva) bana doğru yönelmek, bana kar*şı gelmek anlamında kullanılmıştır. İşte yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de..." buyruğunun anlamı budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
    İbn Abbas şöyle demiştir: "Sonra semaya yöneldi:" Yükseldi. Bu konuş*ma esnasında: Önce oturuyor iken ayağa kalktı, doğruldu (istiva) ve önce ayakta iken dosdoğru oturdu (istiva) demene benzer. Bütün bu kullanış şe*killeri arap dilinde uygun ve yerindedir.
    el-Beyhakî Ebu Bekr Ahmed b. Ali b. el-Huseyn şöyle demiştir: "İstiva et*ti (yöneldi)" buyruğuna yönelmek anlamını vermek, doğru ve yerindedir. Çün*kü yönelmek göğü yaratmayı kastetmektir. Kastetmek de irade etmek, dile*mek demektir. Allah için de bu sıfatlar caizdir.
    "Sonra" kelimesi iradeye değil yaratmaya taalluk etmektedir. İbn Abbas'tan (iradeye taalluk ettiğine dair) rivayette bulunan kişi aslında bu rivayeti el-Kel-bî'nin Tefsir'inden almıştır. el-Kelbî ise zayıf bir ravidir.
    Süfyan b. Uyeyne ve İbn Keysan, yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de..." buyruğu, orayı kastetti, yani yaratmak ve varetmek kasdıyla oraya yöneldi de*mektir, demişlerdir. Bu da bir görüştür.
    Şöyle de denilmiştir: Allah oraya yöneldi, ancak bu konuda herhangi bir keyfiyet veya sınırlandırma sözkonusu değildir. Bu görüşü Taberi tercih et*miştir. Ebu'l-Aliye er-Reyahi'den bu âyet-i kerime hakkında şöyle denilebi*leceği nakledilmektedir: İstiva etti, yükseldi anlamındadır. el-Beyhakî der ki: Bundan kastı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- emrinin yücelmesi, yüksel*mesidir. Bu da kendisinden semanın yaratıldığı suyun buharıdır.
    İstiva edenin (yükselenin) duman olduğu da söylenmiştir. İbn Atiyye der ki: Ancak kullanılan ifadeler buna uygun değildir. Bunun anlamının istila et*mek, kuşatmak olduğu da söylenmiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
    "Bişr Irak'ı istila etti (istiva)
    Kılıçsız ve kan akıtmaksızın."
    ibn Atiyye der ki: Böyle bir açıklama Allah'ın: Rahman (olan Allah) Arşın üzerine istiva etti" (Taba, 20/5) buyruğu hak*kında uygundur.
    Ben derim ki: Bundan önce el-Ferrâ'nın görüşünü açıklarken edatlarının aynı anlama geldiğine işaret edilmişti.
    Bu konuya dair daha fazla bilgiler yüce Allah'ın izniyle A'raf sûresinde ge*lecektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Bu ve benzeri âyetlerde kural, hareketin ve bir yerden başka bir yere in*tikalin sözkonusu olmamasıdır. (Yani hareket ve intikal anlamını verecek şe*kilde açıklamalarda bulunmamaktır.) Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    6- Önce Yaratılan Yer midir, Gök müdür?


    Bu âyet-i kerimeden yüce Allah'ın yeri gökten önce yarattığı anlamı çık*maktadır. Aynı şekilde Hâ-Mîm es-Secde sûresinden de anlaşılan budur. (bk. Fussilet, 41/9-12) en-Nâziât sûresinde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Si*zi yaratmak mı daha zordur, yoksa gök mü; onu bina etmiştir.." (en-Naziat, 79/27) buyruğunda önce semanın yaratılışını sözkonusu etti, daha sonra da yer hakkında şöyle buyurdu: "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi." (en-Nâ*ziât, 79/30) Bu buyruklara göre de gök sanki yerden önce yaratılmış gibidir. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Hamd gökleri ve yeri yaratan... Allah'ındır." (el-En'âm, 6/1) Katade'nin görüşünce sema yaratılmış*tır. Bu görüşü Taberi ondan nakletmektedir. Mücahid ve onun dışındaki di*ğer müfessirler ise şöyle demiştir: Yüce Allah Arşının üzerinde bulunduğu su*yu kuruttu. Orayı yer olarak halketti. Bu sudan bir duman çıktı ve yükseldi. Bunu da sema (gök) olarak yarattı. Böylelikle yerin yaratılması gökten önce gerçekleşmiş oldu. Daha sonra emrini semaya yönelterek onları yedi sema ha*linde düzenledi. Bundan sonra ise, yeryüzünü yayıp genişletti. Çünkü ilk ya*rattığında henüz yayılmış ve genişletilmiş bir halde değildi.
    Derim ki: Yüce Allah'ın izniyle Katade'nin görüşünün doğruluğu açıkça ortadadır. Bu görüşe göre yüce Allah, önce semanın dumanını, sonra da ye*ri halketti, sonra da göğe -henüz duman halinde iken- yöneldi ve orayı dü*zenledi. Bundan sonra da yeri genişletip yaydı.
    Dumanın yerden önce yaratılmış olduğunu gösteren hususlardan birisi de es-Süddi'nin Ebu Malik ve Ebu Salih'ten, onun İbn Abbas'tan, ayrıca Murre el-Hemdani'nin İbn Mesud'dan ve Rasulullah (s.a)'ın bir grup ashabından, yü*ce Allah'ın: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi" buyruğu ile ilgili açıklama*larını aktararak dedi ki: Şanı yüce Allah'ın Arşı su üstünde idi. Sud^an önce hiçbir şey yaratmadı. Allah yaratıkları yaratmayı murad edince sudan bir du*man çıkarttı ve bu duman suyun üstünde yükseldi (sema). O bakımdan ona "semâ" adını verdi. Daha sonra suyu kuruttu, onu tek bir arz halinde yarat*tı. Sonra bu arzı birbirinden ayırarak iki günde, pazar ve pazartesi günlerin*de yedi arz haline getirdi. Arzı balık üstüne koydu. -Balık ise, şanı yüce Al*lah'ın Kur'an-ı Kerim'de: "Nûn. Ve Kalemle, yazmakta olduklarına yemin ol*sun" (el-Kalem, 68/1) buyruğunda sözü geçen "nun"dur. Balık su içerisin*dedir, su da dümdüz bir kayalık üstündedir. Dümdüz kayalık da bir mele*ğin sırtı üzerindedir. Melek bir başka kayanın üstündedir. Kaya ise, rüzgara maruzdur. Burada sözü geçen kaya, Lukman sûresinde kendisinden söz edilen ve yerde de gökte de olmayan kayadır. (Bk. Lukman, 31/16) Balık ha*rekete geçti ve kıpırdadı. O bakımdan yer de sarsıldı. Allah yere dağlan bı*rakınca yer kararını buldu. O bakımdan dağlar yere karşı öğünür. İşte yüce Allah'ın şu buyruğunda kastedilen budur: "O sizi çalkalayıp sallar diye yer*yüzünde sağlam dağlar.... bıraktı."(en-Nahl, 16/15; Lukman, 31/10)
    Allah yerde dağları, orada yaşayacak olanların gıdalarını yerin ağaçları*nı ve orası için gerekli olanları da iki günde, yani salı ve çarşamba günlerin*de yarattı. İşte yüce Allah şu buyruklarında bunu anlatmaktadır: "De ki: Siz iki günde yeri yaratan Allah'ı inkâr ediyor ve O'na ortaklar koşuyor musu*nuz? İşte O alemlerin Rabbidir. Ve orda üstünden sabit dağlar yarattı. Or*da bereketler kıldı ve gıdalarını takdir etti. Bütün bunları soranlar için mü*savi olarak dört günde yaptı." (Fussilet, 41/9-10) Yani soran kimseler bilsin ki durum işte böyledir. "Sonra semaya yöneldi. O vakit o duman halinde idi."(Fussilet, 41/11) Sözü geçen bu duman ise, suyun teneffüs etmesi ile (bu*harlaşması) ile meydana gelmiştir. Allah ondan sonra (buharın yükselmesi so*nucu) bir tek sema halinde göğü yarattı. Sonra onu ayırarak iki günde, Per*şembe ve Cuma günlerinde yedi sema haline getirdi. Cuma gününe bu ismin veriliş sebebi ise, göklerin ve yerin yaratılışının bu günde tamamlanmasıdır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. "Ve her bir gökte de ona ait olan emri vahyetti." (Fussilet, 41/12) Yani her bir semada oraya has olan melekleri yarattı. Yerde de bulunan dağları, denizle*ri, dolu ve bilinmeyen daha pek çok şeyleri varetti. Sonra dünya semasını yıl*dızlarla süsledi. Bu yıldızları hem bir süs hem de şeytanlara karşı bir koru*ma aracı kıldı. Yüce Allah dilediğini yaratmayı bitirdikten sonra bu sefer Ar*şa istiva etti. İşte buna da yüce Allah'ın şu buyruğu işaret etmektedir: "Gök*leri ve yeri altı günde yarattı." (el-A''raf', 7/54; Yunus, 10/3-..) Yine yüce Al*lah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Göklerle yer bitişik idi de Biz on*ları ayırdık." (el-Enbiya, 21/30) Daha sonra (ravi) Âdem (a.s)'ın yaratılışını yine bu sûrede yüce Allah'ın izniyle açıklanacak şekilde zikretti.
    Vekî, el-A'meş'ten, o Ebu Zabyan'dan, o da İbn Abbas'tan şöyle dediği*ni rivayet etmektedir: Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey "kalem"dir. Ona: Yaz, di*ye buyurdu. Kalem: Rabbim neyi yazayım? diye sordu. Yüce Allah: Kaderi yaz, diye buyurdu. Kalem o günden Kıyamet gününe kadar meydana gelecek her-şeyi yazdı. Bundan sonra yüce Allah "Nun"u yarattı ve onun üzerinde arzı ya*yıp döşedi. Suyun buharı yükseldi ve ondan semavatı ayırdı. Nun, çalkan*dı, bunun üzerine yer de sarsıldı, dağlarla sağlamlaştırıldı, yere sebat verildi. O bakımdan dağlar Kıyamet gününe kadar yere karşı övünürler.
    Bu rivayette ise, yerin yaratılışı (âyet-i kerimede) duman diye ifade edi*len su buharının yükselişinden önce sözkonusu edilmektedir. Ancak yine İbn Abbas'tan ve başkalarından gelen ilk rivayet daha uygundur. Çünkü yüce Al*lah şöyle buyurmaktadır: "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi" (en-Naziat, 79/30.) Allah neyi nasıl yarattığını en iyi bilendir. Konu ile ilgili görüşler fark*lı farklı bize kadar gelmiştir. Ve bu konuda içtihada yer yoktur.
    Ebu Nuaym'ın Ka'b el-Ahbar'dan naklettiğine göre İblis, bütün arzı sırtın*da taşıyan balığın içine doğru nüfuz etti, onun kalbine vesvese verdi, dedi ki: Ey Lûsiya, senin sırtında ne kadar ümmet, ne kadar ağaç, ne kadar can*lı hayvan, ne kadar insan, ne kadar dağ bulunduğunu biliyor musun? Eğer sen onları bir silkeleyecek olursan bunların hepsini sırtından bırakırsın. Bu*nun üzerine Lûsiya bunu yapmak istedi. Allah bir hayvan varetti ve bu onun burun deliğine girdi. Bundan dolayı Allah'a dua etti yalvardı ve bu hay*van burun deliğinden çıktı. Ka'b der ki: Nefsim elinde olana yemin ederim. Bu hayvan balığın önünde durmakta o ona öteki buna bakmaktadır. Eğer ba*lık böyle birşey yapmak isteyecek olursa tekrar o yere geri gider. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    7- Yaratıkların Aslı:


    Bütün eşyanın asıl yaratıldıkları şey sudur. Çünkü İbn Mace'nin Sünen'in-de ve Ebu Hatim el-Büsti'nin Sahih Müsned'inde kaydettiğine göre, Ebu Hu-reyre şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasulü dedim, seni görünce nefsim hoş olur, gözüm aydın olur. Sen bana herşeyin haberini ver. Hz. Peygamber: "Herşey sudan yaratıldı." diye buyurdu. Ben: İşlediğim takdirde kendisi vasıtasıyla cen*nete girmeme sebep olacak birşeyi bana bildir, dedim. Şöyle buyurdu: "Ye*mek yedir, selamı yaygınlaşür, akrabalık bağlarını gözet, insanlar uyurken sen kalk (namaz kıl), esenlikle cennete girersin." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Ebu Hatim dedi ki: Ebu Hureyre: "Bana herşeyden haber ver" sözü ile: Su*dan yaratılmış her şeye dair haber ver, demek istemiştir. Bunun doğruluğu*na delil ise, -henüz yaratılmamış olsa dahi-: "herşeyi sudan yaratmıştır" şek*linde cevap vermesidir.
    Said b. Cübeyr'in rivayetine göre İbn Abbas, Rasulullah (s.a)'ın şöyle bu*yurduğunu naklederdi: "Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Ona emir ver*di, o da olacak herşeyi yazdı." Aynı buyruk, Ubade b. es-Samit'den merfu ola*rak da rivayet edilmektedir. el-Beyhakî der ki: İlk yarattığı şeyden kastı -doğ*rusunu en iyi bilen Allah'tır ya- su, rüzgar ve Arştan sonra ilk yarattığı şey "kalemdir" şeklinde olmalıdır. Bu ise İmran b. Husayn'ın rivayet ettiği hadis*ten açıkça anlaşılan bir husustur. Kalemin yaratılmasından sonra ise gökle*ri ve yeri yaratmıştır.
    Abdürrezzak b. Ömer b. Habib el-Mekki, Humeyd b. Kays el-A'rec'den, o Tavus'tan rivayetle dedi ki: Adamın biri Abdullah b. Amr b. el-As'a gelip: Yaratıklar neden yaratılmıştır? diye sordu, o da şöyle dedi: Sudan, aydınlık*tan, karanlıktan, rüzgar ve topraktan. Peki bunlar neden yaratıldı? Abdullah: Bilmiyorum, dedi. Tavus der ki: Daha sonra aynı adam Abdullah b. ez-Zü-beyr'e gitti, ona da aynı şeyleri sordu. O da Abdullah b. Amr'ın söyledikle*rinin benzerini söyledi. Bu sefer adam Abdullah b. Abbas'a gitti. Ona da ay*nı soruyu sorarak: Yaratıklar neden yaratıldı? diye sordu. Abdullah b. Abbas şöyle dedi: Sudan, aydınlıktan, karanlıktan, rüzgar ve topraktan. Adam yine: Peki bütün bunlar neden yaratıldı? diye sorunca Abdullah b. Abbas ona şu âyet-i kerimeyi okudu: "Göklerde ve yerde bulunanların hepsini kendi (rah-metOndera size müsahhar kılmıştır." (el-Casiye, 45/43) Bunun üzerine adam şöyle dedi: Böyle bir cevabı ancak Peygamber (s.a)'ın Ehl-i Beytinden olan bir adam verebilirdi.
    el-Beyhakî der ki: (İbn Abbas) bununla herşeyin O'nun tarafından yara*tıldığını anlatmak istemiştir. Yani herşeyi O yaratmış, O yoktan varetmiş ve O icad etmiştir. Önce suyu yarattı. Veya suyu ve yaratmak istediği şeyleri ya*rattı. Bunları herhangi bir aslî madde veya malzemeden yaratmadığı gibi ön*ceden herhangi bir örneğe göre de yaratmış değildir. Daha sonra da suyu bi*lahare yaratılan şeylerin aslı kıldı. Yoktan vareden O'dur. Herşeyin yaratıcı*sı O'dur. O'ndan başka ilah yoktur. O'ndan başka yaratıcı yoktur. O her tür*lü eksiklikten münezzehtir, yücedir, azizdir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    8- Gökler:


    "Onları yedi gök halinde düzenledi" buyruğunda yüce Allah, göklerin yedi tane olduğunu sözkonusu etmektedir. Kur'an-ı Kerim'de yerin sayısı ile ilgili olarak tevil ihtimali bulunmayan açıkça yerin sayısını belirten sadece yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Allah yedi göğü ve yerden de onlar gibisini ya*ratandır." (et-Talak, 65/12) Ancak bu buyruk hakkında da farklı görüşler var*dır. "Yerden onlar gibisi"nden kasıt sayıca gökler gibi demektir, denilmiştir. Çünkü, keyfiyet ve niteliklerin birbirlerinden farklı olduğu hem gözlem ile hem de konu ile ilgili gelen haberlerde ortadadır. O halde buradan kasıt, sa*yıca onlar gibi demektir. "Yerden de onlar gibi" buyruğundan kasıt, yani ka*balık ve sertlikleri itibariyle, oralarda bulunanlar itibariyle onlar gibi, demek olduğu da söylenmiştir.
    Bir başka görüşe göre yerlerin sayısı yedi tanedir. Şu kadar var ki bunlar biribirlerinden ayrılmamışlardır. Bu görüş ed-Davudî'ye nisbet edilmiştir. Doğrusu birinci görüştür ve yerlerin de gökler gibi yedi tane olduğu şeklin*dedir. Müslim'in rivayetine göre Said b.Zeyd şöyle demiştir: Rasulullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim haksızca yerden bir karış alacak olursa yedi (kat) arza kadar olan kısmı onun boynuna dolanır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Hz. Aişe'den de bunun benzeri bir hadis rivayet edilmiştir, ancak o hadiste "dyl).... a ka*dar" yerine "(ı>*)den" ifadesi yer almaktadır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Ebu Hureyre'den gelen rivayette ise şöyle denilmektedir: "Herhangi bir kimse hakkı olmayarak yerden bir karış alacak olursa, mutlaka yüce Allah -Kıyamet gününde- yedi (kat) arza kadar olan kısmını boynuna dolayacaktır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Nesaî'nin rivayetine göre, Ebu Said el-Hudri, Rasulullah (s.a)'ın şöyle bu^. yurduğunu nakletmektedir: Musa (a.s) dedi ki: Rabbim, bana kendisini söy-j leyerek Seni anacağım ve kendisiyle sana dua edeceğim birşey öğret. Yüce' Allah buyurdu ki: "Ey Musa, la ilahe illellah" de. Hz.Musa dedi ki: Rabbim, Senin bütün kulların bunu söylüyor. O zaman yüce Allah şöyle buyurdu: "Sen la ilahe illallah" de. Yine Hz.Musa şöyle buyurdu: Senden başka hiçbir ilah yoktur, ancak ben bana özel birşey vermeni istiyorum. Yüce Allah şöyle bu*yurdu: "Ey Musa, eğer yedi gök ve Benden başka onlarda bulunanlar ve ye*di (kat) arz bir kefeye konsa la ilahe illallah da öteki kefeye konsa la ilahe illallah onlardan daha ağır basacaktır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Tirmizi'nin rivayetine göre de Ebu Hureyre şöyle demiştir: Allah'ın pey*gamberi ve ashab-ı kiram birlikte otururlarken bir bulutun geldiğini görür*ler. Allah'ın peygamberi (salat ve selam ona) şöyle buyurdu: "Bunun ne ol*duğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir de*yince Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bu bulut, işte bunlar yerin sulayıcıla-rıdırlar. Allah, bu bulutu kendisine şükretmeyen, kendisine de dua etmeyen bir topluluğun bulunduğu yere sürükler. -Devamla Hz. Peygamber şöyle bu*yurdu-: Üstünüzde neyin olduğunu biliyor musunuz?" Hz. Peygamber şöy*le buyurdu: "Üstünüzdeki er-raki' (dünya seması)dır. Bu korunmuş bir tavan ve etrafı birleştirilmiş bir dalgadır. Daha sonra şöyle sordu: Sizinle bu sema arasındaki uzaklığın ne kadar olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Al*lah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Sizinle bu sema arasında beşyüz yıllık bir mesafe vardır." Sonra şöyle sordu: "Bu*nun da üstünde ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram yine: Allah ve Rasulü daha iyi bilir dediler. Hz.Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun üstün*de aralarında beşyüzer yıllık mesafe bulunan iki sema daha vardır." Hz. Pey*gamber bu şekildeki açıklamalarını yedi semaya kadar sürdürdü. Ve her iki sema arasındaki uzaklık gök ile yer arasındaki uzaklık kadardır. Hz. Peygam*ber daha sonra şöyle sordu: "Bunun da üstünde neyin olduğunu biliyor musunuz?" Onlar: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun da üstünde Arş vardır. Arş ile sema arasında ise her iki se*ma arasındaki uzaklık kadar vardır." Daha sonra şöyle buyurdu: "Peki altı*nızda ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir dediler. Hz.Peygamber şöyle buyurdu: "Altında bulunan yerdir. Son*ra şöyle dedi: Bunun da altında neyin olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Arzın altında diğer arz vardır ve ikisi arasında beşyüz yıllık bir mesafe var*dır." Hz. Peygamber bu şekilde yedi arz sayıncaya kadar sözlerine devam et*ti ve her iki arz arasındaki uzaklığın beşyüz yıllık olduğunu beyân buyurdu. "Muhammed'in canını elinde bulunduran Allah'a yemin ederim. Eğer sizler en aşağı arza doğru bir iple sarkıtılacak olursanız Allah'ın üzerine düşer" di*ye buyurduktan sonra Hz. Peygamber şu âyet-i kerimeyi okudu: "O, hem ilk*tir, hem âhirdir, hem zahirdir, hem de batındır. O, herşeyi en iyi bilindir." (el-Hadid, 57/3)
    Ebu İsa (Tirmizi) der ki: Rasulullah(s.a)'ın bu âyet-i kerimeyi okuması onun (düşmek ile) Allah'ın ilmi, kudreti ve sultanı (O'nun egemenliği altında bu*lunan alanı) üzerine düşmesini kastettiğini göstermektedir. Yani, Allah'ın il*mi, kudreti ve sultanı her yerdedir. O Kitab-ı Kerim'inde kendi zatını nitelen*dirdiği şekilde Arşı üzerindedir. (Yine Tirmizi) dedi ki: Bu hadis garib bir ha*distir. el-Hasen (hadisin ravilerinden birisi), Ebu Hureyre'den hadis dinleme*miştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Yerlerin sayısının yedi olduğuna dair rivayetler pek çoktur. Bizim kaydet*tiğimiz bu rivayetler bu konuda yeterlidir.
    Ebu'd-Duha (ki adı Müslim'dir) İbn Abbas'tan rivayet etmektedir: "Allah yedi göğü ve yerden de onlar gibisini yaratandır." (et-Talak, 65/12) buyru*ğu hakkında dedi ki: Yedi arz yaratmıştır. Her birisinde sizin peygamberiniz gibi bir peygamber ve Âdem gibi bir Âdem, Nuh gibi bir Nuh, İbrahim gibi bir İbrahim ve İsa gibi bir İsa vardır. el-Beyhakî der ki: Bu rivayetin İbn Ab*bas'tan gelen senedi sahihtir. Ancak bu başından itibaren şâz bir rivayettir. Ebu'd-Duha'nın lehine buna dair bir delil bilmiyorum. Doğrusunu en iyi bi*len Allah'tır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  10. #30

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    9- Semâ:


    "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur" anlamındaki buyruk, mübtedâ ve haberdir. ne" nasb mahallindedir. hepsini" Si-beveyh'e göre hal olarak nasb edilmiştir. sonra yönelip" buy*ruğunu Necidliler kelimenin "yâî" olduğuna delâlet etsin diye imâle ile okurlar. Hicâzlılar ise tefhîm ile okurlar. yedi" kelimesi, "onları dü*zenledi" buyruğundaki zamirden bedeldir. Yedi gök düzenledi, anlamında*dır. "Aralarında yedi semâ düzenler" takdiri ile mefûl olması da caizdir. Yü*ce Allah'ın: Mûsâ kavminifn arasından) yetmiş adam seçti" (el-A'râf, 7/155) buyruğunda olduğu gibi. Bu açıklamalan en-Neh-hâs yapmıştır. el-Ahfeş ise hal olarak masb edilmiştir, der.
    "O, herşeyi bilendir." Mübtedâ ve haberdir." O" zamirinde aslolan "he" harfinin harekeli okunmasıdır. Sakin olunması daha hafif olduğundan*dır.
    "Sema" kelimesi tekil ve müennes gelir. Onun müzekker bir kelime ola*rak gelmesi, istisnaîdir. el-Ahfeş'in görüşüne göre "semave" kelimesinin, ez-Zeccac'ın görüşüne göre ise "semae" kelimesinin çoğuludur. Çoğulun ço*ğulu (cem'u'1-cem') ise semâvât ve semâât gelir. Buna göre "onları., düzen*ledi" buyruğu ya semâ kelimesi çoğul olduğu için gelmiştir veya tekil olmak*la birlikte cins isim olduğundan dolayı bu şekilde çoğul gelmiştir. "Onları.... düzenledi" buyruğu ise, satıhlarını pürüzsüz yaptı demektir. Onları birbi*rine eşit ve eş kıldı, anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    10- Herşeyi Yaratan, Herşeyi Bilen:


    "O, herşeyi bilendir." Yani neyi yarattığını bilir ve herşeyi de O yaratmış*tır. O bakımdan O'nun herşeyi bildiğini kabul etmek gerekir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yaratan (Allah) bilmez mi?" (el-Mülk, 64/14) O ezelî, tek ve kendi zatı ile kaim, kadim, ilmi ile bilgiye konu olan herşeyi bi*lendir (âlimdir) ve herşeyi bütün incelikleriyle bilendir (alimdir). Bu konu*da Mu'tezile Allah'ın âlim olduğunu kabul edip bize uygun görüş belirtmek*le birlikte, alîm olduğunu, neşeyi bütün incelik ve teferruatıyla bildiğini ka*bul etmek konusunda bize muvafakat etmemişlerdir.
    el-Cehmiyye der ki: Allah herhangi bir yer ile kaim olmayan bir bilgi ile bilendir. Ancak yüce Allah bu sapık ve dalalet ehlinin görüşlerinden yüce*dir. Bu gibi kimselerin görüşlerinin reddine dair açıklamalar "ed-Diyanat"a (çeşitli mezhep ve fırkaların görüşlerine) dair yazılmış kitaplarda yer almak*tadır. Diğer taraftan yüce Allah, kendi zatını ilim sahibi olmakla nitelendirir*ken şöyle buyurmaktadır: "Fakat Allah sana indirdiğini kendi ilmiyle in*dirdiğine dair şahitlik eder. Melekler de (buna) şehadet ederler." (en-Nisa, 4/166); "Bilin ki, muhakkak o, Allah'ın ilmiyle indirilmiştir."(Hud, 11/14); "Ve Biz onlara karşı herhalde bir bilgi ile anlatacağız." (el-A'raf, 7/7) "O'nun ilmi dışında hiçbir dişi ne hamile kalır ne de doğurur." (Fatır, 35/11); "Gaybın anahtarları O'nun nezdindedir, O'ndan başka bunları kimse bilmez."(el-En'am, 6/59)...
    Şanı yüce Allah'ın ilminin ve diğer sıfatlarının sübûtunu bu sûrede yer alan:
    "Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez" (el-Bakara, 2/185) buyruğunu açık*larken -inşaallah- delilleriyle birlikte göstereceğiz.
    el-Kisaî ve Kalun, Naf'i'den eğer daha önce fa, yahut vav veya lam ya da sonra bulunuyor ise, O (erkek ve dişi içi) kelimelerinde yer alan "hâ" harfini sakin okumuştur. Ebu Amr da (li ) dışındaki hallerde böy*le okumuştur. Ebu Avn el-Hulvanî'den, o Kalun'dan bunlara ayrıca (el-Bakara, 2/282) buyruğundaki he'yi de sakin okumuştur. Diğerleri ise, bu zamirlerdeki (erkek ve dişi "için o" zamiri erindeki) he'leri harekeli okumuş*lardır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    30. Hani Rabbin meleklere: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlar da: "Biz Seni hamdinle teşbih ve tak*dis edip dururken orada fesad çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" demişti.

    Yüce Allah'ın: "Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratcağım' demişti..." buyruğuna dair açıklamalarımız onyedi baş*lık halinde yapılacaktır:

    1- Allah'ın Meleklere Hitabı:


    Yüce Allah'ın: Hani Rabbin meleklere... demişti"
    buyruğunda hani" edatı yer almaktadır. Bu edat ile birlikte za*man belirlemek için kullanılan harflerdir. Birincisi mazi (di'li geçmiş) ikincisi gelecek zaman içindir. Kimi zaman biri ötekinin yerine de kullanıldığı olur. el-Müberred der ki kelimesi, gelecek bildiren bir fiil ile birlikte kullanı*lacak olursa bunun anlamı di'li geçmiş (mazi) olur. Yüce Allah'ın şu buyruk*larında olduğu gibi: Hani bir zamanlar o kâfirler... senin için tuzak kuruyorlardı. "(el-Enfal, 8/30); "Hani Allah'ın kendisine nimet verdi*ği... kimseye... diyordun" (el-Ahzab, 33/37) Görüldüğü gibi buradaki (muza-ri) fiillerin anlamı "koruyorlardı ve diyordun" şeklindedir. Diğer taraftan edatı di'li geçmiş bir fiil ile birlikte kullanılacak olursa, gelecek anlamını ifade eder. Yüce Allah'ın şu buyruklarındaki gibi: Fakat o en büyük belâ geleceğinde...." (en-Nâziât, 79/34); O kulakları sağır edici ( ikinci üfürüş ) geleceğinde" (Abese, 8O/33); Allah'ın yardımı geleceğinde" Cen-Nasr, 110/1) Görüldüğü gibi bütün bu örneklerde (fiil di'li geçmiş olduğu halde) gelecek anlamını ifa*de etmektedir.
    Ma'mer b. el-Müsennâ Ebû Ubeyde, (bu âyet-i kerimede yer alan): edatının fazla (zaid) olduğunu söylemektedir. Buna göre ifade: "Ve Rabbin dedi ki.." şeklinde olur. Buna delil olarak da el-Esved b. Yakub'un şu beyi-tini delil göstermektedir:
    "O vakit ve bunun anılmasının güzel bir tarafı da yoktur.
    Zaman iyinin arkasından kötüyü getirir."
    Ancak ez-Zeccac, en-Nahhas ve bütün müfessirler böyle bir görüşü red*detmiştir. en-Nehhas der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü "( il ): Hani" bir isim*dir ve zaman zarfıdır. Fazladan getirilen kelimelerden olamaz. ez-Zeccac da der ki: Bu Ebu Ubeyde'nin içine düştüğü bir hatadır. Şanı yüce Allah, bura*da insanların ve başkalarının yaratılışını sözkonusu etmektedir. Buyruğun tak*dirî ifadesi şöyledir: Ve hani Rabbin meleklere., dediğinde sizin yaratılışını*zı başlatmıştı... İşte bu, kullanılan ifadeden anlaşılan ve hazfedilen bir tak*dirdir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
    "Gerçek şu ki ölüm kendisinden korkanı
    Her nerede olursa onunla karşılaşır.
    Şair burada nereye giderse onunla karşılaşacaktır, demek istemektedir.
    Burada yer alan edatının "hatırla" anlamındaki mukadder bir fiile ta*alluk etmesi de muhtemeldir. Bu buyruk yüce Allah'ın: "Ey insanlar...sizi ya*ratan Rabbinize ibadet edin" (el-Bakara, 2/21) buyruğu ile alakalı olduğu da söylenmiştir. Buna göre anlam şöyle olur: "Sizi yaratmıştır. Hani Rabbin meleklere .. demişti"
    Yüce Allah'ın meleklere söz söylemesi ve hitap etmesi, onların var olma*ları ve hitabı anlamaları şartına bağlı olarak ezelden beri kararlaştırılmış ka*dim bir husustur. Yüce Allah'ın bütün emir yasak ve hitaplarında da aynı du*rum sözkonusudur. Ebu'l-Hasan el-Eş'ari'nin görüşü budur. Ebu'l-Meâlî'nin beğendiği görüş de budur. Biz "Kitabu'l-Esnâ, Fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüs-na ve Sıfatillahi'l-Ulâ: Yüce Allah'ın güzel isimlerini ve yüce sıfatları" adlı eserimizde buna dair açıklamalar yapmış bulunuyoruz.
    Rabb: Malik, sahip, efendi, ıslah edip düzelten, cebreden yani düzelten demektir. Buna dair açıklamalar daha önce yapılmıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    2- Melekler:


    ".... Meleklere..."Melekler (el-Melaike) kelimesnin tekili "melek" şelinde-dir. İbn Keysan ve başkaları bu kelimenin "mülk"den türediğini söylemişler*dir. Ebu Ubeyde ise bu kelimenin göndermek anlamını ifade eden Gönderdi" kelimesinden türetildiğini söylemiştir, "el-elûke, el-me'leke ve el-me'luke ise, risalet (göndermek, haber vermek....) demektir. Lebid der ki:
    "Ve bir delikanlı ki annesi onunla bir mesaj göndermiştir Biz de ona istediğini vermişizdir." Bir başka şair de şöyle demektedir:
    "Numan'a benden şu mesajı bildir ki:
    Benim alıkonulmam ve bekleyişim oldukça uzadı."
    Beni gönder, anlamında de denilmektedir. Buna göre bu kelime-
    nin aslı Me'lek şeklindedir. Ancak bu hemze ile lam harflerinin yer-
    leri değiştirip Mel'ek şekline getirmiş daha sonra kolaylaştırarak Melek demişlerdir. Aslının dan olduğu da söy*lenmiştir. Buna göre aradaki hemze zaiddir. Yine bu da İbn Keysan'dan ri*vayet edilmiştir. Şiirde bazan asıl şeklinde geldiği de olur. Şair şöyle demek*tedir:
    "Sen insandan gelme değilsin, fakat şüphesiz bir meleksin
    Gök boşluğundan yağmur gibi iniyorsun."
    en-Nadr b. Şumeyl der ki: "Melek" kelimesinin Araplarca bilinen bir işti*kakı (türeyişi) yoktur. Melâike" kelimesinin sonunda yer alan "yuvarlak te" çoğulun müennesliğini te'kid içindir. Mübalağa için olduğu da söylenmiştir.
    Meanî bilginleri der ki: Yüce Allah'ın meleklere hitap etmesi onlarla da*nışmak için değildir. Fakat onlarda sözkonusu olan hareketlerin, ibadet, teş*bih ve takdisin ortaya çıkarılması içindir. Daha sonra onları asıl sahib olduk*ları değerlerine irca ederek yüce Allah onlara: "Âdem'e secde ediniz" emri*ni vermiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

Sayfa 3/5 İlkİlk 12345 SonSon

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanıcı var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •