Teşekkur Teşekkur:  0
Beğeni Beğeni:  0
Sayfa 4/5 İlkİlk 12345 SonSon
41 sonuçtan 31 ile 40 arası

Konu: Bakara Suresi Hakkında Herşey

  1. #31

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    3- Yeryüzündeki Halife:


    "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" buyruğunda yer alan kılan," kelimesinin anlamı, yaratıcı (yaratan) anlamındadır. Bunu Taberî, Ebu Ravk'tan nakletmektedir. Diğer taraftan bu kelimenin bir tek mePule geçişli olması da bunu gerektirmektedir. Buna dair açıklama daha ön*ce yapılmıştır. Burada sözü geçen "arz" (yeryüzü)den kastın, Mekke olduğu söylenmiştir. İbn Sâbit'ın Peygamber (s.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmek*tedir: "Yeryüzü Mekke'den döşenmeye başlanmıştır." İşte Mekke'ye (şehirle*rin anası anlamına gelen) "Ummu'1-Kura" bundan dolayı verilmiştir. - (İbn Sa*bit) der ki: "Nuh, Hud, Salih ve Şuayb (hepsine selam olsun)'ın kabirleri zem*zem, rükün (Hacer-i Esved'in rüknü) ile Makam-ı İbrahim arasındadır. " Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    "Halife" kelimesi fail anlamındadır. Yani kendisinden önce yeryüzünde bu*lunan meleklerin yerine geçen veya yine -rivayet edilenlere göre- kendisin*den önce meleklerin dışında bulunanların yerine geçen demektir. "Halife" ke*limesinin mef ul anlamında olması da mümkündür. Yani halef olarak bırakı*lan demek olur. Nitekim "kesilen hayvan" anlamına (aynı vezinde): Zebiha da denilmektedir.
    Sonradan gelen kimse eğer salihlerden ise: "Halef denilir. Eğer salih kim*selerden değilse "half denilir. Bu da bilinen bir husustur. Buna dair fazla açık*lamalar yüce Allah'ın izniyle el-A'raf sûresinde (7/169- tefsirinde) gelecektir.
    "Halife" kelimesi çoğunluğun kıraatiyle "f" harfi iledir (yani halife şeklin*dedir). Ancak Zeyd b. Ali'den rivayet edildiğine göre o bu kelimeyi kaf har*fiyle "Halika: yaratık" şeklinde okumuştur.
    . Burada sözü geçen "Halife" kelimesi ile kastedilen -İbn Mes'ud, İbn Ab-bas ve bütün tefsir ve te'vil alimlerinin görüşüne göre- Âdem aleyhisselam-dır. O hüküm ve emirlerini yerine getirmek hususunda Allah'ın halifesidir. Çünkü Ebu Zerr'in hadisinde belirtildiği gibi Allah'ın yeryüzüne gönderdiği ilk peygamber odur. Ebu Zerr der ki: Ey Allah'ın Rasulü, o gönderilmiş bir peygamber miydi? diye sordum. O da: "Evet" diye buyurdu... Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Yeryüzünde hiçbir kimse olmadığı halde o kime peygamber olarak gön*derildi diye sorulacak olursa; o soyundan gelen çocuklarına peygamber olarak gönderilmiştir, denilir. Hz. Âdem'in çocukları her bir batında biri er*kek biri dişi olmak üzere yirmi batında kırk çocuk idi. Ve kalabalıklaşınca-ya kadar nesilleri artıp durdu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi tek bir candan yaratan, ondan da eşini var eden, her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden sakının." (en-Nisa, 4/1)
    Yüce Allah onlara meytenin (leşin), kanın ve domuz etinin haram oldu*ğu hükmünü indirmiştir. Hz. Âdem, Tevrat ehlinin (yalıudilerin) zikrettiğine göre 930 yıl yaşamıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Vehb b. Munebbih'ten ise onun bin yıl yaşadığı*na dair rivayet gelmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    4- Halife Tayini:


    Bu âyet-i kerime ümmetin sözbirliğinin gerçekleştirilmesi ve kendsi va*sıtasıyla halifenin hükümlerini uygulamaya konulacağı , sözünün dinlenilip emrine itaat edilen bir imamın, bir halifenin başa geçirilmesi gereği hususun*da asıl delillerden birisidir. Böyle birisinin tayin edilmesinin gereği hususun*da ümmet ve imamlar arasında bir görüş ayrılığı yoktur. Bunun tek istisna*sı, şeriate karşı sağır olan (ve sağır anlamına gelen) el-A'sam unvanlı Mu'te-zileye mensup ilim adamlarından olan Ebu Bekr el-Asam'dan gelen rivayet*tir. Onun görüşünü kabul edip benimseyen ve izinden gidenlerin hepsinin durumu da böyledir. el-Asam der ki: Halife tayini dinde vacip değildir. An*cak böyle birşey uygundur. Ümmet eğer, haclarını eda eder, cihadlarını ye*rine getirir, kendi aralarında adaletle hareket eder, kendiliklerinden üzerle*rindeki haklan ifa eder, ganimetleri, fey'i ve zekâtları hak sahiplerine pay*laştırır, gereken kimselere hadleri uygularlarsa bu kadarı onlar için yeterli*dir ve bütün bu işleri yerine getirmekten sorumlu olan bir imam (devlet baş*kanı) tayin etmeleri gerekmez. Ancak bizim delilimiz ise (açıklamasını yap*tığımız) yüce Allah'ın: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" buyruğu ile başka yerlerde yer alan şu âyet-i kerimelerdir: "Ey Davud, Biz seni yeryüzünde halife kıldık..." (Sa'd, 38/26); "Sizden iman edip salih amel işleyenlere Allah onları yeryüzünde mutlaka halife yapmayı va'detti." (en-Nur, 24/55) Yani onların arasından halife kimseler yaratacağını va'detti. Ve buna benzer başka birçok âyet-i kerime.
    Ashab-ı kiram, kimin halifelik makamına tayin edileceği hususunda, Be*ni Saide Sakifesinde Muhacirler ile Ensar arasındaki görüş ayrılığından son*ra Ebu Bekr es-Sıddîk'i icma ile halife seçmişlerdir. Bu görüş ayrılığı esna*sında ensar şöyle demişti: Bizden bir emir olsun, sizden bir emir olsun. An*cak Ebu Bekir, Ömer ve diğer muhacirler onların bu görüşlerini reddedip on*lara şöyle demişlerdi: Araplar ancak şu Kureyşlilere itaat edip boyun eğer*ler. Diğer taraftan bu hususa dair haberi rivayet edip hatırlatmışlardı. Bunun üzerine Ensar, görüşlerinden vazgeçtiler ve Kureyş'e itaat ettiler.
    Eğer imamet Kureyşlilerden olsun veya olmasın vacip (tayini farz) bir emir olmasaydı, bu konuda Ensar ile Muhacirler arasında böyle bir tartışma ve konuşmanın uygunluğundan sözedilemezdi. Onlardan birisinin şöyle demesi ge*rekirdi: Bu imamet, ister Kureyşlilerden olsun ister başkalarından olsun ye*rine getirilmesi gereken bir görev değildir. Sizin bu konudaki anlaşmazlığı*nızın açıklanabilir bir tarafı yoktur ve farz olmayan birşey hakkında da tar*tışmanın faydası yoktur.
    Diğer taraftan Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a), vefatı esnasında yerine imam ola*rak geçmek üzere Ömer'i tavsiye etmişti. Hiçbir kimse Hz. Ebu Bekir'e, bu sizin için de bizim için de farz olan birşey değildir, dememiştir. İşte bütün bunlar imametin (veya halife tayininin) vacip olduğunu ve müslümanların iş*lerinin rayına oturmasını sağlayan dinin rükünlerinden bir rükün olduğunu göstermektedir. Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.
    Rafızîler der ki: Halifenin tayin edilmesi aklen vaciptir. Bu konudaki sem'i deliller (Kitap ve Sünnet'in delilleri) aklın gerekli gördüğü bu hükmü pekiştirmek için varid olmuştur. Ancak imamın kim olduğunun bilinmesi ise akıl ile değil, sem' ile (nakil yoluyla) idrak edilebilir. Böyle bir iddia ise tu*tarsızdır. Çünkü akıl tek başına ne birşeyi vacip kılabilir, ne de yasaklayabi*lir, ne birşeyin çirkin olduğunu söyleyebilir, ne de güzel olduğuna hüküm verebilir. Durum böyle olduğuna göre imametin akıl tarafından değil şeriat tarafından vacip olduğu sabit olur. Bu ise apaçık bir gerçektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    5- Halife'nin Belirlenme Yolu:


    İmam tayin etmenin vacip olduğu nakil yoluyla sabit olduğu kabul edil*mekle birlikte denilseki: Bize söyleyiniz, Rasulullah(s.a) tarafından nas yo*luyla imamın tayin edilmesi şeklinde imam tespiti nakil ile mi vacip olur yok*sa ehl-i hal ve'l akd'ın onu seçmesi ile mi olur, yoksa imamet şartlarını tam anlamıyla taşımakla beraber kendisinin imamlığının kabul edilmesi isteme*siyle mi olur?
    Bu sorunun cevabı şudur: İnsanların bu hususta farklı görüşleri vardır. İma-miye ve başka mezheplerin görüşüne göre imamın tanınmasını sağlayan şey, Rasulullah (s.a)'dan gelen nassdır. Seçimin bu konuda herhangi bir müdaha*lesi sözkonusu değildir.
    Bize göre ise, durum şöyledir: Gerekli incelemeyi yapmak, imamı tanıma*nın yolu olduğu gibi, ictihad ehlinin icmaı da aynı şekilde onu tanımanın bir yoludur. Onu tanımanın nasstan başka bir yolu yoktur, diyen bu kimseler ise, bu konudaki aslî delillerine dayanırlar. Onlar derler ki, kıyas, re'y ve ictihad batıldır. Bu yolla hiçbir şey bilinmez. Bunlar asıl olarak da ferî hüküm ola*rak da kıyası geçersiz kabul ederler. Ancak bu konuda üç ayrı fırkaya ay*rılmışlardır: Bir grup Hz. Ebu Bekir'in nass ile halife tayin edildiğini iddia et*mektedir. Bir diğer grup Hz. Abbas'ın nass ile halife tayin edildiğini iddia etmektedir. Üçüncü bir grup ise Ali b. Ebi Talib'in nass ile tayin edildiğini iddia etmektedir (Allah üçünden de razı olsun). Muayyen bir imamın Hz. Peygamber tarafından nass ile tayin edilmediğini, böyle bir nassın bulunma*dığını gösteren delil şudur: Şayet Hz. Peygamber ümmete muayyen olarak itaat etmeyi, onu bırakıp başkasının itaatine girmeye fırsat ve imkan tanıma*yacak, caiz kılmayacak şekilde tesbit etmiş olsaydı, elbette ki bu bilinirdi. Çün*kü muayyen olmayan bir kimse hakkında ümmetin tümünün Allah'ın emri*ne itaat etmekle mükellef tutulmasına imkan yoktur. Böyle olmadıkça on*ların bu tür bir mükellefiyeti bilmeleri de mümkün değildir. Böyle birşey ol*saydı bilinmesi gerektiğine göre, sözü geçen bu bilginin ya aklî deliller ve*ya haber yoluyla gelen deliller yoluyla bilinmesi sözkonusu olurdu. Muay*yen bir kimsenin imamlığının sübûtuna delalet eden aklî herhangi bir gerek*çe ve delil yoktur. Aynı şekilde Hz. Peygamber'den gelen haberler arasında da muayyen bir imamın sübûtuna dair birbilgiyi gerektiren birşey de yoktur. Çünkü sözü geçen bu haberin ya zorunlu (kesin) ya da istidlâlen bilgi sa*hibi olmayı gerektiren bir tevatür olması veya ahad bir haber olması sözko-nusudur.
    Zarurî (kesin) veya delaleten bilgiyi gerektiren tevatür yoluyla bu habe*rin gelmesi mümkün değildir. Çünkü böyle olsaydı, her bir mükellefin bu muayyen kişiye itaatin vücubunu ve bunun kendisi tarafından bilinmesi gereken Allah'ın dininin bir hükmü olduğunu bilmekle mükellef olduğunu bilmesi gerekirdi. Nitekim her bir mükellef kendisi tarafından yerine getiril*mesi gereken Allah'ın dininin bir hükmü olarak beş vakit namazı, ramazan orucunu, Beytullahı hacccetmeyi ve benzeri hükümleri bilip kabul etmek*tedir. Hiçbir kimse böyle bir şeyi (muayyen kişinin imam oluşunu) kendili*ğinden zarurî (kesin) olarak bilmemektedir. Dolayısıyla böyle bir iddia ba*tıl olur. Aynı şekilde bu muayyen kişinin imamlığının ahad haberlerle bilin*diği iddiası da batıl olmaktadır (çürütülmektedir); çünkü bu gibi haberlerle (kat'i) bilginin vukuuna imkan yoktur.
    Yine eğer hangi şekilde olursa olsun bir imamın hakkında nassın nakli*ne başvurmak gerekli ise, o takdirde Ebu Bekir ve Abbas'ın (Allah ikisinden de razı olsun) imametinide kabul etmek icab eder. Çünkü bunlardan her bi*risinin imametine dair açık naslar nakleden bir grup taraftarı vardır. Aynı an*da -ileride açıklanacağı üzere- üç ayrı kişinin nass ile imamlığını sabit ka*bul etmek sözkonusu olamayacağına göre tek kişi için de durum böyledir. Çünkü fırkalardan herhangi birisinin ötekine göre -bu açıdan- tercih edilir bir tarafı yoktur. Bu sonuca ulaştıran yol bulunmadığına, nassın sabit olması söz*konusu olmadığına göre, imamlık seçim ve ictihad ile sabit olur, demektir.
    Delilleri alabildiğine zorlayan bir kimse ortaya çıkıp konu ile ilgili teva*türün bulunduğunu ve nassın bu konuda zorunlu bilgiyi gerektirdiğini ileri sürecek olursa, hemen bunlara karşı Hz. Ebu Bekir'e dair nassın varlığı, ayrica bu konuda toplam olarak nass seviyesine çıkan haberlerin sözkonusu edi*lerek iddialarının zıttı olan bir iddia ile karşılık verilmesi gerekir. Diğer ta*raftan, İmamiye dışında olup bu konuda nassın bulunmadığını kabul eden*lerin bulunduğunda şüphe yoktur. Hatta çoğunluk ve büyük kalabalık bun*lardır. Zorunlu bir bilgi (zaruri ve kesin bilgüyi reddetmek hususunda ise, İmamiyye'ye muhalefet edenlerin toplam sayılarının onda birinden daha az sayıdaki kimseler dahi görüş birliği etmezler. Eğer bu konuda zorunlu bil*giyi reddetmek mümkün olabilseydi bir kısmın ortaya çıkıp Bağdat'ı, Uzak Çin'i ve buna benzer başka yerleri inkâr etmesi de caiz olurdu. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    6- Hz. Ali'nin İmameti'ne Dair Nass:


    Ali (r.a)'ın imametine dair nassın varlığını delil gösteren ve ümmetin bu nassı inkâr edip irtidat ettiğini, inat yoluyla Allah'ın Rasulü'nün emrine mu*halefet ettiğini söyleyen İmamiye'nin ileri sürdüğü -ve reddedilen- birtakım hadis-i şerifler vardır. Bunlardan birisi Hz. Peygamber'in şu sözüdür: "Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım, onu veli edineni sen de veli edin, ona düşmanlık edene sen de düşman ol." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. İmamiye der ki: Mevla sözlük kelimesi itibariyle evla (öncelikli) anlamındadır. Hz. Peygam*ber -fa-i takib'i kullanarak- "Ali de onun mevlasıdır" dediğine göre "mevla" kelimesi ile Hz. Ali'nin daha bir hak sahibi ve daha öncelikli olduğu anlaşıl*maktadır. Dolayısıyla Hz. Peygamberin bu ifadesiyle imameti kastetmiş ol*ması ve ona itaatin farz olduğunu belirtmesi sözkonusudur. Diğer bir delil ise, Hz. Peygamber'in Hz. Ali'ye: "Senin bana karşı olan durumun, Ha*run'un Musa'ya karşı olan durumu gibidir. Şu kadar var ki benden sonra pey*gamber yoktur." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. hadis-i şerifi de vardır. Derler ki: Hz. Harun'un konumu bilinen bir konumdur. O da peygamberlikte Hz. Musa'ya ortak olmaktır. An*cak Hz. Ali için böyle birşey sözkonusu değildir. Diğer taraftan Hz. Harun, Hz. Musa'nın kardeşi idi. Ancak Hz. Ali hakkında böyle birşey sözkonusu de*ğildir. Hz. Ali bir halife idi. Buna göre bu hadis-i şeriften kastın halifelik ol*duğu anlaşılmaktadır...
    İmamiye buna benzer başka bir takım deliller daha göstermektedir ki yü*ce Allah'ın izniyle bu kitapta yeri geldikçe bunlar sözkonusu edilecektir.
    Birinci hadise dair cevap: Bu hadis mütevatir değildir. Hatta sıhhati hu*susunda da farklı görüşler vardır. Ebu Davud es-Sicistanî, Ebu Hakim er-Ra-zi bu hadisi tenkid etmiş ve Peygamber (s.a)'ın şu buyruğunu hadisin batıl olduğuna delil göstermiştir: "Muzeyne, Cuheyne, Gifar ve Eslemliler, bütün insanlar arasında benim mevlalarımdır. Bunların Allah ve Rasulünden başka mevlaları yoktur." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. İmamiye'nin bu hadisine cevap verenler derler ki: Eğer Hz. Peygamber: "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır" de*miş olsaydı, bu iki haberden birisinin yalan olması gerekirdi.
    İkinci cevap: Bu haber sika bir kimsenin sika bir kimseden rivayet ettiği sahih bir haber olsa dahi Hz. Ali'nin imametine delalet eden bir ifade taşı*mamaktadır. Bu sadece Hz. Ali'nin faziletine delildir. Çünkü "mevla" kelime*si, "veli (dost)" anlamındadır. Bu takdirde hadis-i şerifin anlamı: Ben kimin velisi isem Ali de onun velisidir, şeklinde olur. "Muhakkak ki Allah onun mev*lasıdır. " (et-Tahrim, 66/4) diye buyurulmaktadır. Onun velisidir, demektir.
    Diğer taraftan bu haber ile anlatılmak istenen insanların Hz. Ali'nin dışı*nın da içi gibi olduğunu bilmeleridir. Bu ise Hz. Ali için büyük faziletin bir ifadesidir.
    Üçüncü cevap: Bu haberin bir vürud sebebi vardır. O da şudur. Usame ile Ali (Allah ikisinden de razı olsun) arasında bir tartışma çıkar. Hz. Ali Hz. Usa-me'ye: Sen benim mevlamsın der. Ancak Üsame: Ben senin mevlan değilim, ben Rasulullah (s.a)'ın mevlasıyım, cevabını verir. Durumu Peygamber (s.a)'a nakledince Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır."
    Dördüncü cevap: Ali (r.a)nin ifk olayında Âişe (r.anhâ) hakkında Peygam*ber (s.a)'a: Ondan başka kadın pek çoktur, demesi Hz. Âişe'ye ağır gelmiş*ti. Bu bakımdan Hz. Ali'yi tenkid edecek bir fırsat ellerine geçirdiler, Hz. Ali'yi tenkid etmeye koyuldular ve ondan beri olduklarını açığa vurmaya başladı*lar. Bunun üzerine Peygamber (s.a) de onların bu konudaki sözlerini reddet*mek üzere sözü geçen ifadeleri kullanmıştır. Böylelikle onların daha önce ileri sürdükleri Hz. Ali'den uzak kalma ve onu tenkid etme şeklindeki iddi*alarını yalanlamış oldu. Bundan dolayı ashab-ı kiramdan bir grubun: Bizler Rasulullah(s.a)'ın dönemindeki münafıkları ancak onların Hz. Ali'ye duyduk*ları kinlerinden tanıyabilirdik, dedikleri rivayet edilmektedir.
    İkinci hadise gelince; Peygamber (s.a)'ın Hz. Harun'un Hz. Musa'ya kar*şı durumu ile Hz. Musa'dan sonra Hz. Harun'un halifeliğini kastetmediği hu*susunda görüş birliği vardır. Yine aynı şekilde Hz. Harun'un Hz. Musa'dan önce vefat ettiğinde de görüş birliği vardır. -Bu iki peygamberin vefatı ile il*gili açıklamalar Maide sûresinde gelecektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Ayrıca Hz. Harun, Hz. Musa'dan sonra halife olmamıştır. Hz. Musa'dan sonraki halife Yûşa' b. Nûn idi. Eğer Hz. Peygamber: "Senin bana karşı durumun Harun'un Musa'ya karşı olan du*rumu gibidir" sözleriyle halifeliği kastetmiş olsaydı: "Senin bana karşı duru*mun Yûşa'ın Musa'ya karşı olan durumu gibidir" demeliydi. Hz. Peygamber böyle söylemediğine göre bu, onun böyle birşeyi kastetmediğini göstermek*tedir. Aksine Hz. Peygamber: "Ben hayatta olduğum sürece seni - aile hal*kımın yanında bulunmadığım takdirde- aile halkıma benim yerime halife ta*yin ettim," demek istemiştir. Nitekim Hz. Mûsâ, yüce Rabbi ile münacaat için Tûrusina'ya çıkıp gittiğinde Hz. Hârûn onun yerine kavmi üzerindeki hali*fesi olmuştu.
    Şöyle de denilmiştir: Bu hadisin bir söyleniş sebebi vardır: Peygamber (s.a) Tebuk gazvesine çıkınca Hz. Ali'yi Medine'de aile halkına ve kavmine ken*disinin yerine halife tayin eder. Ancak münafıklar bunu dillerine dolayıp if-sad edici şayialar yaymaya ve şöyle demeye koyuldular: Peygamber Ali'ye olan buğzu dolayısıyla ve ondan uzak kalmak istediğinden dolayı geriye bı*raktı. Bunun üzerine Hz. Ali Medine'den çıkar ve Peygamber (s.a)'e yetişip şöyle der: Münafıklar şöyle şöyle demeye başladılar. Hz. Peygamber şöyle bu*yurur: "Yalan söylemişlerdir. Ben aksine seni Musa'nın Harun'u yerine hali*fe bıraktığı gibi yerime halife bıraktım." dedikten sonra şunları da ekler: "Ha*run'un Musa'ya karşı konumu ne ise sen de bana karşı aynı konumda olma*ya razı değil misin?" Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Hz. Peygamber'in, onların iddialarına göre bu sözleriyle Hz. Ali'yi halife tayin etmeyi murad ettiği sabit ise, o takdirde bu fazilette başkası da Hz. Ali ile ortak demektir. Çünkü Peygamber (s.a) çıktığı gazaların her birisinde as*habından birisini yerine tayin etmiştir. Bunlar arasında İbn Umm Mektum, Mu-hammed b. Mesleme ve başka sahabiler de vardır. Üstelik bu haberin ravi-si, (ashab-ı kiram arasından) yalnızca Sa'd b. Ebi Vakkas'tır ve bu da ahad bir haberdir. Buna karşılık Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer lehine ondan daha ön*celikle kabul edilmesi gereken rivayetler de gelmiştir. Peygamber (s.a)'ın Mu-az b. Cebel'i Yemen'e gönderdiği vakit ona şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ni*ye Ebu Bekir ile Ömer'i göndermiyorsun? Hz. Peygamber şu cevabı verir: "Be*nim onlara ihtiyacım vardır. Benim onlara ihtiyacım vardır. Onlarsız olamam. Çünkü onların bana karşı olan konumlan baştaki kulak ve göz gibidir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Yine Hz.Pegamber şöyle buyurmuştur: "Onlar yeryüzü halkı arasında benim vezirlerimdir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Yine Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmek*tedir: "Ebu Bekir ve Ömer'in konumu Musa'ya karşı Harun'un konumu gi*bidir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu haber herhangi bir sebebe bağlı olmaksızın (ibtidaen) varid ol*duğu halde Hz. Ali'nin durumunu anlatan haber bir sebebe bağlı olarak va*rid olmuştur. Dolayısıyla Hz. Ebu Bekir'in imamette Hz. Ali'ye öncelikli ol*ması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  2. #32

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    7- Halife'nin Başa Geçme Yolu:


    İmamın hangi yolla imam olacağı hususunda farklı görüşler vardır. Bunun üç yolu vardır:
    Birincisi nasstır. Bu hususa dair görüş ayrılıklarına az önce değinilmiş*ti. Bu görüşü aynı şekilde Hanbelîler ve hadis ashabından bir grup ile Ha-san-ı Basrî, Abdulvahid'in kızkardeşinin oğlu Bekr ve onun görüşünü kabul edenler ile bir grup Haricî ileri sürmüştür.
    İkinci görüş, Peygamber (s.a) işaret yoluyla Hz. Ebu Bekir'in halifeliğine dair nassta bulunmuş, Hz. Ebu Bekir de Hz. Ömer'in halifeliğine dair nass-ta bulunmuştur. Eğer Hz. Ebu Bekir'in yaptığı gibi kendisinden sonraki ha*lifeyi nas ile tesbit eden kişi muayyen bir kimseyi belirtirse veya Hz. Ömer'in yaptığı şekilde bir grubun ismini tesbit ederse -ki bu da ikinci yol*dur- o takdirde aralarından muayyen bir kimseyi seçme hususunda onlara serbestlik verilmiş olur. Nitekim -Osman b. Affan (r.a)'ın tayini hususunda-ashab-ı kiramın yaptığı budur.
    Üçüncü yol ise, ehl-i hal ve'1-akd'ın icmaldir. Şöyle ki müslüman belde*lerden herhangi birisinde bulunan müslüman cemaatin imamı vefat eder ve onların imamları yoksa, vefat eden bu imam başkasını da halife tayin etme*miş ise, imamın bulunduğu o şehir ve belde halkı kendilerine bir imam ta*yin edip onun imam olması üzerinde icma edip onun imamlığını kabul et*seler, diğer müslüman beldelerinde bulunan sair müslümanların da sözü ge*çen bu imamın itaati altına girmeleri gerekir. Ancak bu imamın açıktan açı*ğa fasıkhk işlememesi, fesatta bulunmaması gerekir. Çünkü bu, kabul edil*mesi gereken ve kendilerini de kuşatan bir davettir. Herhangi bir kimsenin böyle bir daveti kabul etmemek şeklinde geri kalmaya imkanı yoktur. Çün*kü iki ayrı imamın tayin edilmesinde sözbirliği ortadan kalkar, insanların ara*sındaki ilişkiler bozulur. Rasulullah (s.a) ise şöyle buyurmuştur: "Üç şey var*dır ki hiçbir mü'minin kalbinde bu konuda herhangi bir hile ve münafıklık yer almaz: Amelin yalnızca Allah için ihlasla yapılması, cemaate bağlı kalmak ve yöneticilere samimi öğüt vermek (ve bağlılık). Çünkü bunların arkasın*da müslümanların daveti kuşatıcıdır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    8- Tek Kişinin Bey'ati ile İmam Olunur mu?


    Hal ve akd ehlinden bir tek kişi eğer imamet akdinde bulunacak olursa bu -bazılarının görüşlerine aykırı olarak- sabit olur ve başkasının da bunu ye*rine getirmesi gerekir. Çünkü bazısı: İmamet akdi ancak hal ve akd ehlin*den bir topluluğun bu akdi gerçekleşmesiyle olur, demişlerdir. Ancak bizim bu görüşe karşı delilimiz şudur: Hz. Ömer, Ebu Bekir'e bey'at akdini yapmış ve ashab-ı kiramdan herhangi bir kimse bunu reddetmemişti. Diğer taraftan imamet akdi de bir akittir. Dolayısıyla diğer akitler gibi bunu gerçekleştire*cek bir topluluğa ihtyiaç yoktur. İmam Ebu'l-Meâli der ki: Tek bir kimsenin akdi ile imamlık akdi gerçekleşen kimsenin artık bu akdi bağlayıcı olur. Ge-rektirici herhangi bir sebep olmadıkça ve durumunda bir değişikik görülme*dikçe hal' edilmesi (görevden alınması) caiz değildir. Ebû'l-Meâli şunu da ek*ler: Bu konuda icma vardır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    9- Zorla (Tegallüb Yoluyla) İmamet:


    İmamet ehliyetine sahip olan kimse, üstünlük sağlayarak (teğallub) zor*la ve galip gelerek imameti ele geçirirse bunun dördüncü bir yol olacağı da söylenmiştir: Sehl b. Abdullah et-Tusteri'ye: Bizim ülkelerimize üstünlük sağ*layarak imam olan kimseye karşı görevlerimiz nedir? diye sorulunca şu ce*vabı verir: Onun isteğini kabul edersin ve senden istediği haklarını yerine ge*tirirsin. Onun yaptıklarına karşı çıkmaz ve ondan kaçmazsın. Din ile ilgili her*hangi bir sırrı sana güvenip de emanet ederse onu yaymazsın.
    İbn Huveyzimendad da der ki: Ehli ile istişare etmeden ve seçilmeden ima*mete elverişli bir kimse imameti ele geçirecek olsa ve insanlar da buna bey'at eder ve bey'ati gerçekleşirse (imam olur) demiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    10- İmamet Akdine Tanıklık:


    İmamet akdine tanıklık hakkında farklı görüşler vardır. Mezhep alimleri*mizden kimisi şöyle demiştir: Tanıklara ihtiyaç yoktur. Çünkü tanıklık ancak konu ile ilgili kesin sem'i bir delilin varlığı halinde gerekli görülebilir. Bu hu*susta ise, tanıklığın gerektiğini belirten, buna delalet eden kesin sem'i bir de*lil yoktur.
    Kimisi de şöyle demiştir: Bunun için tanıklara ihtiyaç vardır. Bu görüşü ka*bul eden kimseler şunu delil gösterirler: Eğer imamet akdinde şahit tutulma*yacak olursa bu sefer herkes gizlice kendisine imamet akdinde bulunuldu*ğunu iddia eder. Bu da kan dökmeye ve fitneye götürür. Dolayısıyla şahit*liğin bu konuda muteber olması gerekir ve bu hususta iki şahit yeterlidir. Bu hususta el-Cübbaî farklı kanaate sahiptir. O bu konuda dört şahit, akdi ya*pan bir kimse ve kendisine akid yapılan bir diğer kimsenin bulunması ge*rektiğini söylemektedir. Çünkü Hz. Ömer'in kendisinden sonraki halifeyi ta*yin etmek üzere altı kişi tesbit etmesi bunun delilidir.
    Bizim delilimiz ise şudur: Bizim ile el-Cübbaî arasında iki kişinin şahitli*ğinin muteber olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İki kişiden fazlası ile ilgili olarak ise görüş ayrılığı vardır. Ve bundan'fazlası hakkında delil bulun*mamaktadır. Dolayısıyla fazlasına itibar etmemek gerekmektedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    11- İmamın Şartları:


    İmamda aranan şartlar onbir tanedir:
    1- Kureyş'ten olmak. Çünkü Peygamber (s.a): "İmamlar Kureyş'tendir" Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. diye buyurmaktadır. Ancak bu şart ihtilaflıdır.
    2- Olaylar ile ilgili fetva almak hususunda başkasına ihtiyaç duymayacak şekilde ictihad edebilen, müslümanlara hakimlik yapabilecek nitelikte olmak. Bu şart ittifakla kabul edilmiştir.
    3- Savaş, orduların düzenlenmesi, serhadlerin korunması, müslüman ce*maatin himaye edilmesi, ümmetin kötülüklerden alıkonulması, zalimin ce*zalandırılması, mazlumun hakkının alınması hususunda, sağlam ve güçlü gö*rüş ve bilgi sahibi olmak.
    4- Hadlerin uygulanmasında yumuşama göstermeyecek, (gerektiğinde) bo*yunların vurulmasından, organların kesilmesinden dolayı korkuya kapılma*yacak kimselerden olmak. Bütün bunlara dair delil ashab-ı kiramın icmaldir. Çünkü halifede bütün bu şartların bulunmasının kaçınılmaz olduğu hususun*da aralarında, görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan kadıları ve yöneticileri ata*yacaktır. Ayrıca kendisi de bizzat davalarda, anlaşmazlıklarda hüküm ver*me işini üzerine alabilir. Vekillerinin, hakimlerinin işlerini tetkik eder. Bütün bunların üstesinden ise ancak bütün bunları bilen ve yerine getirebilen kimseler gelebilir.
    5, 6- Hür ve müslüman olmak. İmamın hür ve müslüman olmasının şart koşulmasında anlaşılmayacak, kapalı bir taraf yoktur.
    7, 8- Erkek olmak ve azaları itibariyle kusursuz olmak. Kadının imam ol*masının caiz olmadığı üzerinde fukahâ icmâ' etmişlerdir. Bununla birlikte ka*dının şahitlik yapmasının caiz olduğu şeyler hakkında hakimliğinin caiz olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
    9, 10- Baliğ ve akıllı olmak. Bunda da görüş ayrılığı yoktur.
    11- Adaletli olmak. Çünkü fasık bir kimsenin imamlık akdiyle başa geti*rilmesinin caiz olmayacağı hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Aynı şekilde ümmet, imamın ilim itibariyle en üstünleri olması gerektiğini de kabul etmektedir. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır: "Sizin imam*larınız, sizin şefaatçilerinizdir. Kimler vasıtasıyla şefaat dilediğinize iyi bakı*nız." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Kur'an-ı Kerim'de de Talut'un nitelikleri belirtilirken şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz Allah, onu sizin üzerinize seçmiştir. Ona ilim itibariyle de vücutça da bir üstünlük vermiştir." (el-Bakara, 2/247) Burada "ilim itibariy*le" özelliği öncelikle sözkonusu edilmiştir. Bundan sonra ise, güçlü ve organ*larının sağlıklı olduğuna delalet edecek ifade kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Onu seçmiştir" buyruğunun anlamı ise, açıktır. Ayrıca bu neseb şartına da delalet etmektedir. Diğer taraftan küçük hatalardan ve yanılgılardan korun*muş olması şartı yoktur. Gaybı bilmesi de şart değildir. Ümmetin en feraset*lisi ve en kahramanı olması da gerekmez. Kureyş kabilesinin sadece Haşi-moğullarından olması da şart değildir. Çünkü Ebu Bekir, Ömer ve Osman (r. anhumVın imamlıkları üzerinde icma gerçekleşmiştir. Bunlar ise Haşimoğullarından değildirler. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    12- Daha Faziletli Varken Başkasının İmam Yapılması:


    Daha üstün faziletli bulunmakla birlikte fazileti daha az olan kimsenin fit*ne ve ümmetin işlerinin düzene girmemesi korkusuyla başa getirilmesi ca*izdir. Çünkü imamın başa getiriliş amacı düşmanı savması, İslam cemaatini koruması, gevşeklikleri önlemesi, hakları sahiplerine vermesi, hadleri uygu*laması, beytü'1-mal adına gerekli malları toplayıp hak sahiplerine dağıtma-sıdır. Eğer daha faziletli olanın başa getirilmesiyle kan dökülmesinden, fe*sattan ve kendisi sebebiyle imamın tayin edildiği amaçların gerçekleşmeme-sinden korkulacak olursa, bu daha üstün faziletliyi bırakıp daha az fazilet*liyi başa geçirmeyi haklı kılan açık bir mazeret olur. Buna Hz. Ömer'in ve üm*metin diğer fertlerinin şura esnasında altı kişi arasında kimisinin daha fazi*letli kimisinin daha az faziletli olduğunu bilmeleri, delil olarak gösterilebi*lir. Maslahatın gerektirmesi ve herhangi bir kimsenin reddi sözkonusu olmak*sızın sözbirliği halinde birisini tercih etmeleri halinde Hz. Ömer onlardan her*hangi birisine imamet akdinin yapılmasını caiz görmüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    13- İmam Fasıklık Yaparsa Azledilir:


    İmam başa getirilip akdin yapılmasından sonra fasıklık edecek olursa, cum*hurun görüşüne göre imameti fesholur ve bilinen zahir fasıklığı sebebiyle imamlıktan uzaklaştırılır. Çünkü imamın ancak hadleri uygulamak, hakları sa*hiplerine vermek, yetimlerin, delilerin mallarını korumak, onların görülme*si gereken işlerine nezaret etmek ve buna benzer sözü geçen işleri yerine ge*tirmek için tayin edileceği sabittir. Fasık olan bir kimsenin ise fasıklığı bü*tün bu işleri yerine getirmesine engel olur, bunları ifa etmesine fırsat vermez. Eğer bizler imamın fasık olmasını caiz görecek olursak bu, imamın tayin edi*liş gayesini iptal eder. Nitekim imamın tayin ediliş sebebini iptal edeceğin*den dolayı fasık olan herhangi kimseye imamet akdinin yapılması baştan beri caiz değildir. Sonradan fasıldık eden de onun gibidir.
    Bir başka kesim ise şöyle demektedir: İmam ancak küfür ile yahut nama*zı kıldırmayı terketmekle veya namaza çağırmayı terketmekle yahut şeriat-ten herhangi bir şeyi terketmekle azledilir. Çünkü Peygamber (s.a) Ubade b. Samit tarafından rivayet edilen hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: "Ve yö*netime ehil olan kimselerle o hususta münazaa etmemek üzere (bey'at ettik). (Hz. Peygamber buyurdu ki:.) "Ancak sizin elinizde Allah tarafından gelmiş bir delil bulunan apaçık bir kâfirlik görmeniz hali müstesna." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Avf b. Malik tarafından rivayet edilen hadiste ise Hz. Peygamber şöyle bu*yurmaktadır: "Aranızda namazı kıldırdıkları sürece hayır.." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu iki hadis-i şerifi de Müslim rivayet etmiştir.
    Umm Seleme'nin rivayetine göre de Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki, başınıza birtakım emirler tayin edilecektir. Sizler (onların yap-tıklan birtakım işleri) ma'ruf (şeriate uygun) göreceksiniz, birtakım işleri mün-ker göreceksiniz. (Münker gördüklerini) hoş görmeyen kimse bu münkerden beri olur. Bu münkere karşı çıkan kimse kurtulur. Fakat razı olup tabi olan*lar ise..." Ashab-ı kiram sordu: Ey Allah'ın Rasulü, bu yöneticilerle savaşma*yalım mı? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Namaz kıldıkları sürece hayır." (i) Yani kalbi ile o münkerden tiksinen ve kalbi ile onu inkâr eden kimse kur*tulur, demektir. Yine bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    14- İmamın Kendisini Azli:


    İmamlığına etki edecek şekilde kendisinde bir eksiklik bulduğu takdirde kendi kendisini azletmesi üzerine vaciptir. Şayet bir eksiklik görmüyor ise, kendi kendisini azledip başkasına imamet akdini yapması hakkına sahip mi*dir? Bu konuda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Kimisi, böyle bir iş yapamaz. Yapacak olsa dahi imamlıktan azledilmiş olmaz derken, kimisi de böyle birşeyi yapabilir, demiştir. İmamın kendisini azletmesi halinde azlola-cağının delili Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a)'ın: Beni görevimden uzaklaştırınız, be*ni görevimden uzaklaştırınız, demesi buna karşılık ashab-ı kiramın, seni ne görevinden azlederiz, ne de kendini azletmeni kabul ederiz, Rasulullah (s.a) dinimiz için öne geçirmişken, seni geriye bırakabilecek kimdir? Rasu*lullah (s.a) seni dinimiz için seçmişken biz nasıl olur da seni seçmeyiz? di*ye cevap vermeleridir.
    Şayet Hz. Ebu Bekir'in kendisini azletme imkanı bulunmamış olsaydı, as*hab-ı kiram onun böyle bir teklifini reddeder ve ona şu cevabı verirlerdi: Se*nin böyle bir söz söylemeye hakkın yoktur, böyle bir iş de yapamazsın. Ashab-ı kiram onun bu sözüne karşı çıkmadığına göre imamın kendi kendisi*ni azletme yetkisinin olduğu da anlaşılmış olur. Diğer taraftan imam hazır bu*lunmayanların da haklarına nezaret eder. Dolayısıyla onun da tıpkı hakimin ve kendisini azletmesi halinde vekilin durumunda olması gerekir. Çünkü imam, aynı zamanda ümmetin vekilidir ve naibidir. Vekilin de hakimin de her*hangi bir hususta başkasına naiblik eden herkesin de kendisini azletmek hak*kı ittifakla kabul edildiğine göre, imamın da böyle olması gerekir. Doğrusu*nu en iyi bilen Allah'tır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    15- Bir İmama Bey'at Edilmişken İkincisi Ortaya Çıkarsa:


    Hal ve akd ehlinin ittifakı ile veya -daha önce geçtiği üzere- tek bir kim*senin akidde bulunması ile bir kimsenin imamet akdi gerçekleşecek olursa bütün insanların dinleyip itaat etmek, Allah'ın Kitabını ve Rasulü'nün Sün*netini uygulamak üzere ona bey'atta bulunmaları icab eder. Herhangi bir ma*zeret dolayısıyla bey'at edemeyen kimsenin özrü kabul edilir. Ancak bir ma*zereti olmaksızın bey'at etmek istemeyen kimse bey'at etmek için mecbur edi*lir ve bu konuda ona baskı uygulanır. Böylelikle müslümanların sözbirliği-nin bozulması önlenmiş olur. İki halifeye bey'at edilecek olursa halife birin*cisidir. Diğeri ise öldürülür. Bu öldürmenin fiilen mi yoksa manen mi olaca*ğı hususunda farklı görüşler vardır. Onun azledilmesi manen öldürülmesi ve ölümü demek olur. Ancak birinci görüş daha güçlüdür. Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İki halifeye bey'at edildiği takdirde onlardan ikincisini öldürünüz." Bu hadisi ashab-ı kiramdan Ebu Said el-Hudri rivayet etmiş ve Müslim bunu kitabına almıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Abdullah b. Amr'ın rivayetine göre; Peygamber (s.a)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "Her kim bir imama bey'at eder, ona eli ile bey'at ettiğini belir*tir, kalbinden ona bağlanırsa gücü yettiği takdirde ona itaat etsin, bir başka*sı gelip bu hususta onunla anlaşmazlık çıkaracak olursa ikincisinin boynu*nu vurunuz." Bu hadisi de yine Müslim rivayet etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Arfece'den gelen rivayette ise: "Kim olursa olsun kılıçla boynunu vurunuz" diye buyurulmaktadır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    İki imam tayininin yasaklandığının en açık delillerinden birisi de budur. Çünkü iki imam tayin etmek münafıklığa, ayrılığa, bölücülüğe götürür. Fit*nelerin başgöstermesine, ni'metlerin ortadan kalkmasına sebep teşkil eder. Fakat Endülüs ve Horasan gibi bölgeler arasında uzak mesafeler bulunacak ve bu bölgeler birbirinden ayrı olacak olursa ileride -yüce Allah'ın izniyle açık*lanacağı üzere- caiz olur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  3. #33

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    17- Aynı Çağda ve Aynı Bölgede Birden Fazla İmam:


    Aynı çağda ve aynı bölgede, iki veya üç imamın görev başına getirilmesi ise -önceden açıkladığımız gerekçeler sebebiyle- icma ile caiz değildir. İmam Ebu'l-Meâli der ki: Bizim mezhep alimlerimiz, dünyanın iki ucunda iki ayrı ki*şiye imamet akdinin yapılmayacağı görüşündedirler. Daha sonra şöyle demiş*lerdir: Eğer iki ayrı kişiye imamet akdinde bulunulur ise, bu durum tıpkı bir tek kadının iki ayrı velisinin, birinin ötekinin yaptığı akdin farkına varmadan her ikisinin de o kadını iki ayrı kocaya evlendirmesi gibi değerlendirilir. (Ebu'l Meali devamla) der ki: Bu hususta benim kabul ettiğim görüşe göre ise, dar ve birbirinden uzak bulunmayan bir tek bölgede iki kişiye imamet akdine bu*lunmak caiz değildir. Bu hususta icma gerçekleşmiştir. Şayet mesafeler uzak olur ve her iki imam arasında geniş topraklar bulunursa, bunun caiz olma ih*timali vardır. Bununla beraber böyle bir ihtimal konu ile ilgili katî nasların dı*şında kalmaktadır. İmam Ebu İshak ise, insanların haklarının yerini bulması, hükümlerinin askıya alınmaması için biribirinden alabildiğine uzak iki ayrı böl*gede bu işin caiz olduğunu kabul ediyordu.
    Kerramiye ise, konu ile ilgili herhangi bir tafsilata girişmeksizin iki ima*mın tayin edilmesinin caiz olduğu görüşündedir. Bu durumda onların tek bir beldede de bunu caiz kabul etmeleri gerekir. Nihayet onlar, Ali ile Muaviye'nin aynı dönemde birer imam olduğu görüşünü dahi kabul etmişler ve şöyle de*mişlerdir: İki ayrı beldede veya iki ayrı bölgede iki kişi imam olursa onların her birisi kendi eli altındakileri daha doğru bir şekilde yönetir ve çevresini daha iyi disiplin altında tutar. Diğer taraftan aynı çağda iki ayrı peygambe*rin gönderilmesi caiz olduğuna göre ve iki peygamberin bulunması birisinin peygamberliğini iptal etme sonucunu vermediğine göre, imamette bunun böy*le olması öncelikle sözkonusudur ve birinin ötekinin imametini çürütmeme*si gerekir. Buna verilecek cevap şudur: Aslında şeriat bu işi yasaklamamış ol*saydı, böyle birşey caiz olurdu. Ancak Hz. Peygamber: "İki imamın ikinci*sini öldürünüz" buyruğuyla bunu yasaklamış ve ümmet de bu kanaati benimsemiştir. Muaviye ise, kendi adına imamlık iddiasında bulunmamıştır. O kendisinden önce gelen imamların kendisini tayin etmeleri sebebiyle Şam (Su*riye) bölgesinin valisi olduğu iddiasında bulunmuştur. Buna delil olan hu*suslardan birisi ise, onların dönemlerinde bulunan ümmetin onlardan yalnız birisinin imam olduğu üzerinde icma etmesidir. O ikisinden birisi de: Ben de imamım, bana muhalefet eden de imamdır, dememiştir. Eğer onlar (Kerra-miye): Akıl iki imamın bulunmasını imkansız görmemektedir. Diğer taraftan sem'i deliller arasında bunu yasaklayan birşey yoktur, diyecek olurlarsa şu cevabı veririz: Sem'i delillerin en kuvvetli olanı icmadır ve icmada da bunun olamayacağına dair delil vardır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    Melekler ve Tesbihleri:


    "Onlar da: ... orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi ya*ratacaksın demişlerdir" buyruğuna gelince; bizler kesinlikle şunu biliyoruz ki melekler ancak kendilerine bildirilenleri bilirler ve onlar sözleriyle (Allah'ın) önüne geçmezler. Bu hüküm bütün melekler hakkında geneldir. Çünkü yü*ce Allah'ın: "Sözde onun önüne geçmezler" (el-Enbiya, 21/27) buyruğu me*lekleri övmek sadedinde söylenmiştir. Peki nasıl olur da melekler: "Biz se*ni., orada fesad çıkartacak bir kimse mi yaratacaksın?" dediler. Şu cevap verilir: Bunun anlamı şu ki: Melekler "halife" sözünü işitince Âdemoğulları arasında fesat çıkartacak kimselerin de bulunacağını anlamışlardır. Çünkü ha*lifeden gözetilen maksat ıslah ve fesadı terketmektir. Ancak melekler bütün Âdemoğulları hakkında isyan hükmünü genel olarak kullanmışlardır. Şanı yüce Allah ise onların arasında fesat çıkartanın da çıkartmayanın da buluna*cağını beyan ederek onların da gönüllerini hoş etmek için: "Sizin bilmedik*lerinizi şüphesiz Ben bilirim" diye buyurmuştur. Ve bunu yüce Allah, Hz. Âdem'e bütün isimleri öğreterek gerçekleştirmiş ve bilgisinin gizliliklerini me*leklere açık bir şekilde göstermiştir.
    Bir görüşe göre de melekler, cinlerin fesat çıkartmalarını ve kan dökme*lerini görmüş ve bilmişlerdi. Şöyle ki, çünkü yeryüzünde Âdem'in yaratılışın*dan önce cinler vardı. Onlar orada fesat çıkartmış ve kan dökmüşlerdi. Al*lah, onlara meleklerden bir ordu ile İblis'i göndermiş, İblis onları öldürüp de*nizlere ve dağların başlarına kaçmak zorunda bırakmıştı. İşte İblis o andan itibaren gurura kapılmıştı. İşte meleklerin: "Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" sorusunu sadece durumu anlamak üze*re sormuşlardı. Yani acaba bu halife bundan önce gördüğümüz cinler gibi mi olacaktır, olmayacak mıdır demek istemişlerdir. Bu şekildeki açıklama Ahmed b. Yahya Sa'leb tarafından yapılmıştır.
    İbn Zeyd ve başkaları da der ki: Şanı yüce Allah, onlara halifenin soyun*dan gelecek kimseler arasında yeryüzünde fesat çıkartacak, kanlar dökecek kimselerin bulunacağını bildirmişti. İşte bundan dolayı melekler de böyle de*mişlerdir. Bu sözleriyle onlar ya yüce Allah'ın kendisine isyan edecek kim*seleri halifelik makamına geçirmekten hayrete düştüklerini ifade etmek is*tediklerinden veya şanı yüce Allah'ın yeryüzünde halife tayin ettiği ve böy*lelikle kendisine ni'met verdiği kimsenin buna rağmen isyan etmesini hay*retle karşıladıklarından dolayıdır. Ya da onu hem halifelik makamına getir*meyi hem de isyan etmesini çok büyük bir olay ve büyük bir iş gördüklerin*den dolayı bu soruyu sormuşlardır. Katade der ki: Şanı yüce Allah, onlara yer*yüzünde birtakım kimseleri yaratacak olursam, bunlar fesat çıkartıp kanlar dökecektir, diye bildirmiştir. İşte yüce Allah: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" diye buyurunca melekler, acaba bu kişi Allah'ın ken*dilerine yaratacağını belirttiği kimse midir, yoksa başkası mıdır, öğrenmek üze*re bu soruyu sormuşlardır.
    Bu güzel bir açıklamadır. Bunu Abdürezzak rivayet ederek demiştir ki: Bi*ze Ma'mer, Katade'den yüce Allah'ın: "Orada fesat çıkartacak, kanlar döke*cek bir kimse mi yaratacaksın?" buyruğu hakkında dedi ki: Allah, daha ön*ce onlara, eğer yeryüzünde birtakım yaratıklar varedersem bunlar orada fe*sat çıkartacak ve kanlar dökecektir, demişti. Bundan dolayı melekler: "Ora*da fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" diye sormuşlardı. Onun bu açıklamasına göre ifadede birtakım kısaltmalar (hazf) vardır. Buna göre anlam şöyle oluyor: "Ben yeryüzünde şunları şunları ya*pacak bir halife yaratacağım" deyince melekler: Sen orada bize daha önce bildirdiğin kimseyi mi yoksa başkasını mı yaratacaksın? demişlerdi. Birinci görüş de gerçekten güzel bir açıklamadır. Çünkü o görüşe göre, lafızların ih*tiva ettiği anlamdan birtakım bilgi ve çıkarımlar sözkonusudur. Bu ise ancak ilim adamlarının yapabilecekleri bir iştir. Her iki görüş arasında sunulan gö*rüş de güzeldir. Onun üzerinde de dikkatle düşünmelidir. Şöyle de denilmiş*tir. Şanı yüce Allah'ın meleklere -Müslim'in Sahih'inde ve başkalarında sabit olduğuna göre-: "Kullarımı ne halde bıraktınız?" Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. diye sorması, aslında: "Ora*da fesat çıkartacak.." diyen kimselere (yani meleklere) bir azar ve ezelden beri bilmiş olduğu gerçeği ortaya çıkarmak içindir. Çünkü yüce Allah, bu şe*kilde soran meleklere: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz ben bilirim" diye cevap vermiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    Kan Dökmek, Fesat Çıkartmak:


    "Biz seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacak*sın?" buyruğundaki kimse, "yaratacaksın" anlamındaki fiilin birin*ci mefulü olarak nasb mahallindedir. orda" kelimesi de ikinci mef ülün yerini tutmaktadır. Fesat çıkartacak" anlamındaki fiilin tekil olması, "kimse" anlamındaki edatın lafzı gözönünde bulundurulması do-layısıyladır. Kur'ân dışında bu fiilen çoğul getirilmesi de mümkündür. Yine Kur'ân-ı Ker'îm'de: içlerinden seni dinleyen vardır" (el-En'âm, 6/25) buyruğunda fiil, en" lafzına göre tekil gelmiştir." Aralarından seni dinleyenler vardır" (Yunus, 10/42) buyruğunda ise fiil, mana gözönünde bulundurularak çoğul gelmiştir.
    Dökecek" fiili de bir önceki fiile atfedilmiştir. Burada da bu fi*ilin her iki şekilde (tekil ve çoğul) gelmesi caizdir. Esîd, el-A'rec'den ibaresinde fiili nasb ile okuyup fiilin başındaki "vav" ile so*nunun cevabı kabul etmiştir. (Yani: orada fesat çıkartacak birisini mi yara*tacaksın? (o taktirde) o kanlar dökecektir, demek olur). Nitekim şair şöyle de*mektedir:
    "Ben komşunuz değil miydim? Aramızda
    Sevgi ve kardeşlik vardı, hem."
    Âyet-i kerimede yer alan "es-sefk" kelimesi dökmek demektir. Bu kelime -İbn Faris ve el-Cevherî'nin de açıkladıklarına göre- gözyaşı dökmeyi ifade etmek için de kullanılır. es-Seffâk ise, söz söyleme yeteneğine sahip anlamı*na gelen "es-seffah" demektir. el-Mehdevî der ki: Sefk tabiri, sadece kan dök*mek hakkında kullanılır. Bazen şiir olmayan düz nesir hakkında da kullanıl*dığı da olur.
    ed-dimâ, kanlar anlamına gelir. Tekili ise, -son harfi düşmüş olarak-"dem" şeklindedir. Bu kelimeni aslıdır denildiği gibi, şeklin*de olduğu da söylenmiştir. Arapçada bu şekilde iki harfli bütün isimlerin mut*laka son harfi hazfedilmiştir. Ve bu hazfedilen son harf ise yâ harfidir. Bazen bu aslî şekline uygun olarak bu yâ harfinin söylendiği de olur. Şair der ki:
    "Bizler bir taş üstünde boğazlanacak olsak Kanlar kesin haberi verecek şekilde akar." Yüce Allah'ın: "Biz seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken"
    buyruğunda yer alan "teşbih etmek", O'nu sıfatlarına layık olmayan şeyler*den tenzih etmek demektir. Arap dilinde "teşbih" tazim etmek suretiyle kötülüklerden tenzih etmek, berî ve uzak görmek demektir. Sa'lebeoğullarına mensub A'şa'nın şu beyiti de bu anlamdadır:
    "Onun övüncü bana gelince derim ki:
    O övünen Alkame'den (bunlar) uzaktır."
    Talha b. Ubeydullalfın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a)'dan "Sübhanallah"ı açıklamasını istedim, şöyle buyurdu: "O aziz ve celil olan Allah'ı her türlü kötülükten tenzih etmek demektir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Bu kelime, yürümek ve gitmek anlamına gelen dan türetilmiş*tir. Nitekim yüce Allah (bu kökü aynı şekilde kullanarak), şöyle buyurmak*tadır: "Çünkü gündüzün senin için upuzun bir meşguliyet (sebh yani gidip gelmek) vardır. "(el-Müzzemmil, 73/7)
    Teşbih eden kimseye ise, şanı yüce Allah'ı kötülüklerden tenzih edip uzak kılmakta akıp giden bir kimse olduğundan dolayı bu ad verilmiştir. Bu âyet-i kerimede yer alan ve biz anlamına gelen kelimesinin sonun*daki nûn harfinin kendisinden sonra gelen ve teşbih ederiz anlamına gelen kelimesinin başındaki nun harfi ile idğam yapılması -iki sakinin biribir-leriyle bitişmemesi için- caiz değildir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    Meleklerin Tesbihi:


    Tefsir alimleri, meleklerin teşbihinin mahiyeti hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbn Mes'ud ve İbn Abbas'ın açıklamalarına göre, meleklerin teş*bihi onların namaz kılmalarıdır. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğunda da "teş*bih edenler" kelimesi bu anlama kullanılmıştır: "Eğer o gerçekten teşbih eden*lerden olmasaydı" (es-Saffat, 37/143); namaz kılanlardan olmasaydı, de*mektir.
    Meleklerin tesbih etmelerinin yüce Allah'ı zikredip seslerini yüksletmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu görüş el-Mufaddal'a aittir. Bu görüşüne delil olarak da Cerir'in şu beyitini göstermiştir:
    "İlahımız Tağliblilerin yüzlerini kara etsin
    Hacılar teşbih ettiklerinde ve lebbeyk derken tekbir getirdikleri her seferinde."
    Katade der ki: Meleklerin tesbihi dilde bilindiği şekliyle "sübhanallah" de*mektir. Doğru olanı da budur. Çünkü Ebu Zerr'in rivayetine göre Rasulullah (s.a)'a: Sözün en faziletlisi hangisidir? diye sorulmuş, Hz. Peygamber de şöy*le buyurmuştur: "Şanı yüce Allah'ın melekleri yahut kullan için seçtiği söz olan: Sübhanallahi ve bihamdihi (Allah'ı hamdiyle tesbih ederim) demektir." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Abdurrahman b. Kurt'tan da rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a) İsra'ya götürüldüğü gecede en yüce semalarda şu şekilde bir teşbih işitmiştir"Yüceler yücesini teşbih ederim. O her tür*lü eksiklikten münezzehtir ve yücedir." Bunu da Beyhakî zikretmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Şanı yüce Allah'ın: "Hamdinle" buyruğunun anlamı da şudur: Yani biz*ler teşbih ile birlikte hamdde de bulunuyoruz ve bunu birbirinin ardı arka*sına söylüyoruz. Hamd'in övmek, senada bulunmak anlamına geldiğine da*ir açıklamalar daha önceden geçmişti. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Meleklerin: "Hamdinle" şeklindeki sözlerinin iki söz arası bir ara cümlesi olma ihtimali de vardır. Onlar şöyle demiş gibidirler: Bizler hem teşbih ediyoruz, hem takdis ediyoruz. Daha son*ra Allah Teala'ya teslimiyet göstermek üzere bu ara cümleyi söylemişlerdir. Yani bizi buna ilettiğin, bu yolu bize gösterdiğin için hamde layık olan, övü*len Sensin demek olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
    "Ve takdis edip dururken" buyruğunun anlamı seni ta'zim eder, şanını yü*celtir, senin zikrini inkarcıların Sana nisbet ettikleri, Sana yakışmayan şeyler*den arındırarak yaparız. Bu açıklamayı Mücahid, Ebu Salih ve başkaları yapmıştır. ed-Dahhak ve başkaları da şöyle der: Bunun anlamı şudur: Bizler Senin rızanı arayıp umarak, nefislerimizi senin için arındırır ve temizleriz. Ara*larında Katade'nin bulunduğu bir topluluk da şöyle demektedir: "Seni tak*dis ederiz" buyruğu namaz kılarız, demektir. Takdis namazdır. İbn Atiyye de: Bu açıklama zayıftır, demektedir.
    Derim ki: Ancak bunun anlamı doğrudur. Çünkü namaz hem ta'zimi, hem takdisi ve hem de teşbihi kapsamaktadır. Rasulullah (s.a) da rükû ve sücu-dunda şöyle derdi: "O sübbûhtur, kuddûstür, meleklerin ve ruhun Rabbidir." Bunu Hz. Aişe'den Müslim rivayet etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    "(. u""1* )Takdis etmek"; kökün hangi tipe sokulursa sokulsun manası te*mizlemek ve arındırmak ile ilgili olur. Yüce Allah'ın şu buyruklarında oldu*ğu gibi: "Mukaddes arza giriniz." (el-Maide, 5/21) Yani temiz kılınmış arza giriniz. ".. meliktir, kuddûstür" (e\-Ha.şr, 59/23); yani temiz olandır. "Muhak*kak sen Tuva adındaki mukaddes vadidesin." (Ta-ha, 20/12) "Beytü'1-Mak-dis"e de bu adın veriliş sebebi, içi günahlardan takdis olunan yani arındırılan bir mekân olduğundan dolayıdır. Kendisinden abdest alınıp temizlenilen (çukur, kova ve buna benzer yerlere) "kades" adı verilir. "el-Kâdus" (kova, su dolabı ve bu) gibi kelimeler de bu kökten gelmektedir. Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: "Güçlü olanından zayıf olanının lehine (hakkının) alınmadığı bir ümmet takdis olunmaz (veya olunmasın)". Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Yani Allah onu arındırmaz (veya arındırmasın). Bu hadisi İbn Mace Sünen'inde rivayet etmiş*tir. Buna göre "el-kuds" herhangi bir görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın te*mizlik, arılık demektir. Şair de şöyle demiştir:
    "(Kurtlar) ona (öküze) yetiştiler, bacağından ve baldırından yakaladılar Tıpkı küçük çocukların mukaddes rahibin elbiselerini yırttıkları gibi" Burada "mukaddes" temizlenmiş ve arındırılmış anlamındadır. Namaz da kulu günahlardan arındırır. Namaz kılan kimse, amellerin en fa*ziletlisi olduğundan dolayı en mükemmel halleriyle namaza durur. Doğru*sunu en iyi bilen Allah'tır.
    "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim." Burada yer alan
    "Ben en iyi bilenim" buyruğu iki şekilde açıklanmıştır. Bunun geleceği ifa*de eden bir fiil anlamında olduğu söylendiği gibi, fail anlamında isim oldu*ğu da söylenmiştir. Nitekim "büyüktür" anlamında "Allahu ekber; Allah en büyüktür" denilmektedir. Şairin de söylediği gibi:
    "Ömrün hakkı için bilmiyorum ve şüphesiz ki ben korkarım Ölümün hangimize daha erken hücum edeceğinden yana." Birinci açıklama şekline göre eğer bu kelime fiil kabul edilir ise anlamı: "Sizin bilmediklerinizi bilirim" anlamına gelir. Eğer bu kelime isim kabul edilir ise, o takdirde anlamı: "Sizin bilmediğiniz şeyleri bilenim" an*lamına gelir. «İpi ) kelimelerinde yeralan mim harflerini birbirine idğam etmek caizdir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    "Sizin bilmedikleriniz" buyruğundan yüce Allah'ın neyi kastettiği hak*kında tefsir alimleri farklı görüşlere sahiptir. İbn Abbas der ki: İblis -Allah'ın laneti üzerine olsun- Allah kendisini semanın bekçisi tayin edip onu şeref*lendirince böbürlenmiş ve büyüklenmişti. Bunun, sahip olduğu bir meziyet dolayısıyla kendisine verildiğine inanmaya koyulmuştu. O bakımdan Âdem (a.s)e rağmen küfre girmeyi, isyan etmeyi hafif görme noktasına kadar git*ti. Melekler ise: "Biz Seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken.." de*meyi tercih ettiler. Melekler bu sözlerini söylediklerinde ise İblis'in içinde bun*dan farklı bir kanaat gizlediğini bilmiyorlardı. O bakımdan yüce Allah onla*ra: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" diye buyurdu.
    Katade de der ki: Melekler: "Orada fesad çıkartacak., bir kimse mi ya*ratacaksın?" deyince şanı yüce Allah, yeryüzünde halife tayin edeceği kim*seler arasında birtakım peygamberlerin, fazilet ve itaat ehlinin de bulunaca*ğını bildiğinden dolayı onlara: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" demişti.
    Derim ki: Bunun anlamının şu şekilde olma ihtimali de vardır: Olmuş, ola*cak ve olmakta olan şeyler arasından sizin bilmediklerinizi Ben en iyi bile*nim. O takdirde bu buyruk genel bir anlam ifade ediyor demektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    31. Âdem'e bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere göster*di ve dedi ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz bunların isimleri*ni Bana bildirin."
    Bu buyruk ile ilgili açıklamalarımız yedi başlık halinde verilecektir:

  4. #34

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    1- Hz. Âdem ve Yaratılışı:


    "Âdem'e bütün isimleri öğretti." buyruğunda "öğretti" kelimesi tarif et*ti, kelimesiyle eş anlamlıdır. Burada ona öğretmek kesin bir şekilde o bil*giyi ona ilham etmek anlamındadır. Bunun bir melek aracılığıyla olma ihti*mali de vardır. Sözkonusu bu melek ise ileride de açıklanacağı üzere Ceb*rail (a.s)'dır.
    Bu ayet-i kerimede yer alan Öğretti" kelimesi, "öğretildi" anlamın*da şeklinde de okunmuştur. Ancak birinci okuyuş şekli ileride de gö*rüleceği üzere daha uygundur ve izah edilebilir bir okuyuştur. Sûfi ilim adamları der ki: Hz. Âdem bu isimleri Hakk'ın ona öğretmesi vasıtasıyla öğ*renmiştir. Bu isimleri bellemesini istemiş, ancak Hz. Âdem kendisine verilen emri unutmuştur. Çünkü bu konuda onu kendi nefsiyle başbaşa bırakmıştır. Yüce Allah buna işaret etmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki bundan önce biz Adem'e vahyettik (emir verdik) o ise unuttu. Biz onda bir azim (günaha kasıt) bulmadık." (Ta-ha, 20/115)
    İbn Ata der ki: Eğer Âdem'e bu isimlerin bilgisi açıklanmamış olsaydı, eş*yanın isimlerini haber vermek hususunda Âdem, meleklerden daha aciz olurdu. Bunun böyle olduğu gayet açıktır.
    Hz. Âdem'in künyesi Ebu'l-Beşer (yani insanlann atası)dır. Künyesinin "Ebu Muhammed" olduğu da söylenmiştir. Böylelikle o, son peygamber Muham-med (s.a)'ın adı ile künyelenmiş olmaktadır. Bunu es-Süheylî söylemiştir. Hz. Âdem'in cennetteki künyesinin Ebu Muhammed, yeryüzündeki künyesinin de Ebu'l-Beşer olduğu da söylenmiştir.
    "Âdem" kelimesinin aslı başta iki hemzelidir. Ancak ikinci hemzeyi yu-muşatfarak uzaOmışlardır. O bakımdan ikinci hemzeyi harekelemek ihtiya*cı duyulduğu takdirde ikinci hemze vav'a dönüştürülür ve bu kelime çoğul yapılmak istendiği takdirde "evâdim" denilir. -Bu açıklamaları el-Ahfeş yap*mıştır. -
    Bu kelimenin türeyişi hakkında farklı görüşler vardır. Bunun yeryüzü an*lamına gelen dan türediği söylenmiştir. Böylelikle Hz. Âdem'e yaratıldığı asıldan gelen bir isim verilmiş olmaktadır. Bu kelimenin "esmerlik" anlamına gelen "el-udme"den türediği de söylenmiştir. Ancak "el-udrae" kelimesinin anlamı hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır, ed-Dahhak'ın iddiasına göre bunun anlamı esmerlik; en-Nadr'ın açıklamasına gö*re ise beyazlıktır. Âdem (a.s) da beyaz idi. Buna göre bu kelime Arapların beyaz deve hakkında kullandıkları tabirinden alınmış olur. Eğer bu kelime bu kökten gelir ise o takdirde bunun çoğulu "üdm(un)" ve "evâ-dim(un)" şeklinde gelir. Bu kelimenin "edeme"den türemiş olduğu kabul edi*lirse o takdirde "Âdem" kelimesinin çoğulu "Âdemûne" şeklinde gelir.
    Derim ki: Doğrusu bu kelimenin "yeryüzü" anlamına gelen Edîmu'l-ard'den türediğidir. Said b. Cübeyr der ki: Âdem'e bu adın veriliş se*bebi onun yeryüzünden yaratılmış olmasıdır. Ona "insan" denilmesinin se*bebi ise unutkanlığıdır. Bunu İbn Sa'd Tabakat'ında zikretmiştir. es-Sud-di'nin Ebu Malik ve Ebu Salih'ten, onların İbn Abbas'tan ve Murre el-Hem-dani'den, onun İbn Mes'ud'dan Hz. Âdem'in yaratılış kıssası ile ilgili yaptık*ları nakile göre Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: Yüce Allah Cebrail (a.s)'ı oradan bir çamur getirmek üzere yere gönderdi. Yer dedi ki: Benden birşey eksiltmenden yahut bana çirkin bir iş yapmandan Allah'a sığınıyorum. Bu*nun üzerine Hz. Cebrail birşey almaksızın geri döndü ve şöyle dedi: Rabbim, o benden Sana sığındı ben de onun sığınmasını kabul ederek ona ilişmedim. Bu sefer yüce Allah, Mikail'i gönderdi. Aynı şekilde ondan da Allah'a sığın*dı, o da onun bu sığınmasını kabul etti, geri döndü ve Hz. Cebrail'in söyle*dikleri gibi söyledi. Bu sefer yüce Allah ölüm meleğini gönderdi. Bundan da Allah'a sığınınca ölüm meleği de: Ben de emrini yerine getirmeksizin geri dönmekten Allah'a sığınırım, dedi ve yeryüzünden bir miktar aldı ve karıştırdı. Alacağını tek bir yerden almadı. Kırmızı, beyaz ve siyah topraklardan ayrı ay*rı aldı. İşte bunun için Âdemoğulları değişik değişik ortaya çıktı. Ve işte o (ma*yası) yeryüzünden alındığından dolayı ona "Âdem" adı verildi. (Ölüm me*leği alacağını aldı) ve onları yüce divana çıkardı. Şanı yüce Allah, ona: "Sa*na yalvarıp yakardığında yere şefkat etmedin mi?" diye sorunca şu cevabı ver*di: Ben, Senin emrini yerine getirmeyi onun sözlerinden daha gerekli gör*düm. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "Âdem'in çocuklarının can*larını almana sen'uygun bir kimsesin." Daha sonra (yüce Allah) toprağı ya*pışkan bir çamur haline (tînun lâzib) getirinceye kadar ıslattı. Lâzib ise bir*birine yapışan çamur demektir. Daha sonra kokuncaya kadar bırakıldı. İşte yüce Allah bu aşama hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kokuşmuş çamurdan..." (el-Hicr, 15/26-28, 33) Daha sonra yüce Allah meleklere şöyle buyurdu: "Mu*hakkak Ben çamurdan bir beşer yaratacağım, onu tamamlayıp içine ruhum*dan üflediğimde onun için secdeye kapanın."(Sâd, 38/71-72) İblis ona kar*şı büyüklenmesin diye yüce Allah Âdem'i bizzat kendi eliyle yarattı. Yüce Al*lah şöyle buyurmuş gibi oldu: Ben ona karşı büyüklenmediğim halde elle*rimle yarattığıma karşı sen nasıl büyüklenirsin? Yüce Allah Hz. Âdem'i bir in*san şeklinde yarattı. Önce o Cum'a gününün bir bölümünde ve kırk yıl sü*re kadar çamurdan bir ceset halinde idi. Melekler onun yanından geçip de onu gördüklerinde korkuya kapıldılar. Aralarında Hz. Âdem'den en çok korkan İblis idi. Onun yanından geçer, ona vurur ve bu ceset tıpkı testinin ses çıkardığı gibi bir ses çıkartırdı. İşte şanı yüce Allah'ın şu buyruğu buna işaret etmektedir: "O, insanı testi gibi ses veren kupkuru çamurdan yarat*tı." (er-Rahmân, 55/14) İblis bu sesi işitince de: Sen ne için yaratıldın? diye söyledi. Bu arada ağzından girdi, arkasından çıktı. Bunun üzerine İblis me*leklere şöyle dedi: Bundan korkmayınız, çünkü o ecveftir (içi boştur) ve eğer ben ona musallat edilirsem şüphesiz onu helak ederim.
    Denildiğine göre İblis meleklerle birlikte Âdem'in çamurdan suretinin ya*nından geçerken şöyle dermiş: Şu mahlukat arasında benzerini görmediği*niz bu yaratık size üstün kılınıp da ona itaat etmeniz emrolunursa ne yapar*sınız? Melekler: Rabbimizin emrine itaat ederiz, diye cevap verirlerdi. İblis ken*di içinde gizlice şu karan verdi: Andolsun o bana üstün kılınacak olursa ona itaat etmeyeceğim ve eğer ben ona üstün kılınırsam onu helak edeceğim. Hz. Âdem'e ruhun üflenmesinin murad edildiği vakit gelince, yüce Allah melek*lere şöyle dedi: Ben ona kendi ruhumdan üflediğimde onun için secdeye ka*panınız. Âdem'e ruh üflenince ruh Hz. Âdem'in başından girdi. Aksırmaya başladı, melekler ona: Elhamdülillah de, dediler. O da elhamdülillah deyin*ce yüce Allah ona: Rabbin sana merhamet buyurdu, dedi. Ruh, Hz. Âdem'in gözlerine girince cennetin meyvelerine baktı. Karnına girince canı yemek çekti. Ruh daha ayaklarına ulaşmadan acele ederek cennetin meyvelerine doğ*ru kalkmak istedi. İşte yüce Allah'ın şu buyrukları buna işarettir: "İnsan ace*leden yaratıldı." (el-Enbiya, 21/37); "Bunun üzerine meleklerin hepsi ona top*luca secde ettiler, ancak İblis dayattı, secde edenlerle beraber olmak isteme*di." (el-Hicr, 15/30-31) ve devamla Abdullah b. Mes'ud Hz. Âdem'in yaratı*lış kıssasını zikretti.
    Tirmizi'nin rivayetine göre Ebu Musa el-Eş'arî şöyle demiştir: Rasulullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Aziz ve celil olan Allah Âdem'i yerin tü*münden aldığı bir avuç (toprak)dan yarattı. İşte bundan dolayı Âdemoğul-ları yer gibi (değişik renkte) olmuşlardır. Onlardan kimisi kırmızı, kimisi be*yaz, kimisi siyah, kimisi de bunlar arasındadır. Kimisi yumuşak, kimisi sert tabiatlıdır. Kimisi kötü ve kimisi de iyidir." Ebu İsa (et-Tirmizi) der ki: Bu ha-sen -sahih bir hadistir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Edîm kelimesi edem'in çoğuludur. Şair der ki:
    "İnsanlar şekil ve huy itibariyle farklı farklıdır. Karakterleri de değişiktir.
    Onların hepsini yeryüzü bir araya getirecektir."
    Buna göre "Âdem"' kelimesi "edme"den değil de "edîm" ve "edem"den tü*remiş olur. Hepsinden türemiş olma ihtimali de vardır. Bu hususa dair daha fazla bilgiler -Yüce Allah'ın izniyle- En'am süresiyle Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. başka buyruklarda Hz. Âdem'in yaratılışına dair buyruklar açıklanınca gelecektir. "Âdem" kelimesi munsarıf değildir. Ebu Cafer en-Nehhas der ki: Âdem, nahivcilerin icmai ile özel isim olduğu takdirde munsarıf olmaz (yani esre ve tenvin kabul etmez)... Çünkü bu hem "ef'alu" vezninde hem de özel isimdir. Başarılı nahivcilere gö*re bir ismin gayr-i munsarif olması için iki sebeb gereklidir. Şayet bu isim nek*re gelir ve sıfat da değilse el-Halil ve Sibeveyh'e göre yine gayr-i munsarıf olur; el-Alıfeş Said'e göre ise munsarıf olur. Çünkü bu durumda o hem sıfat olur, hem de fiil vezninde olur. Eğer sıfat olmazsa yine munsarıf kabul ed*er. Ebû İshah ez-Zeccâc: Doğru görüş Sibeveyh'in görüşüdür, der ve sıfat ile başka şey olması arasında fark gözetmez. Çünkü her durumda, kelime aynı kelimedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    2- İsimler:


    "Bütün isimleri öğretti" buyruğun "isimler" ifade ve ibareler anlamın*dadır. Çünkü mutlak olarak kullanılmakla birlikte "isim" ile musemma kas-tedilebilir. Mesela, Zeyd ayaktadır, aslan atılgandır demek gibi. Kimi zaman da onunla bizatihi adlandırmanın kendisi kastedilebilir. "Aslan" kelimesi şu kadar harftir, elemek gibi. Birincisiyle ilgili olarak şöyle denilir: İsim, musem-manın kendisidir. Yani onunla müsemma kastedilir. İkincisi île ilgili olarak da isim ile müsemma anlatılmak istenmemektedir, denilir. Dilde "isim"in biz*zat ibareler gibi değerlendirildiği de olur. Çoğunlukla kullanılan da bu şekil*dedir. İşte yüce Allah'ın: "Âdem'e bütün isimleri öğretti" buyruğu konu ile ilgili açıklama şekillerinin en meşhuruna göre böyledir. Peygamber (s.a)'in: "Muhakkak Allah'ın 99 tane ismi vardır" Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. hadisi de böyledir. İsim "kişinin kendisi" (zat) yerinde de kullanılır. Mesela, aynı anlamda olmak üzere: Zat, Nefs, Ayn ve İsim kelimeleri kullanılır. İlim adamlarının büyük çoğunluğu yü*ce Allah'ın: "O, en yüce Rabbinin ismini teşbih et" (el-A'la, 87/1); "Rabbinin adı ne mübarektir!" (er-Rahmân, 55/78); "Bunlar ancak sizin ve atalarını*zın adlandırdığınız isimlerdir." (en-Necm, 53/23) buyruklarını bu şekilde açıklamışlardır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    3- Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e Öğrettiği İsimler:


    Tefsir alimleri, yüce Allah'ın Hz. Âdem'e isimleri öğretmiş olmasının ne anlama geldiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbas, İkrime, Ka-tade, Mücahid ve İbn Cübeyr şöyle demişlerdir: Yüce Allah, Hz. Âdem'e önemli önemsiz bütün eşyanın isimlerini öğretmiştir. Asım b. Küleyb, el-Ha-sen b. Ali'nin azadlı kölesi Sa'd'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: İbn Ab-bas'ın yanında oturuyordum. Mecliste oturanlar kap kaçağın ve kamçının isim*lerini sözkonusu ettiler, bunun üzerine İbn Abbas şöyle dedi: "Âdem'e bü*tün isimleri öğretti."
    Derim ki: Bu anlamda bazı ifadeler ileride de geleceği üzere, merfu' (ha*dis olarak) da rivayet edilmiştir. İşte "bütün" kelimesinin gerektirdiği anlam da budur. Çünkü bu kelime kuşatıcılık ve genellik ifade etmek için kullanı*lır. Buhari'de Enes (r.a)'den gelen rivayete göre Peygamber (s.a) de şöyle bu*yurmuştur: "Kıyamet gününde mü'minler bir araya gelip şöyle derler: Rab-bımızın huzurunda bize şefaat edecek birisini bulsak. Bunun üzerine Âdem'e giderler ve ona şöyle derler: Sen insanların atasısın, Allah seni kendi eliyle yarattı, melekleri sana secde ettirdi ve sana herşeyin ismini öğretti..." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    İbn Huveyzimendad der ki: Bu âyet-i kerimede dilin tevkifî olarak öğre*nildiğinin delili vardır. Yani Allah tarafından vahiy yoluyla öğretildiği göste*rilmektedir. Ve aynı şekilde yüce Allah'ın bu dili Âdem aleyhisselam'a gene*liyle özeliyle bütün teferruatıyla öğrettiğini göstermektedir. İbn Abbas da böy*le söylemiştir. O der ki: Yüce Allah, ona tencereye, süt sağılan kaba varıncaya kadar herşeyin ismini öğretmiştir. Seyhan'ın Katade'den rivayetine gö*re o şöyle demiştir: Allah Âdem'e, meleklerin bilmediği, yaratıklarının birta*kım isimlerini öğretmiştir. Her bir şeyi kendi adı ile söylemiş ve her bir şe*yin menfaatini kendi türüne nisbet etmiştir. en-Nehhas der ki: Bu açıklama bu hususta gelen rivayetlerin en güzelidir. Anlamı şudur: Şanı yüce Allah tür*lerin isimlerini ona öğretmiş ve neye yaradıklarını -bu böyledir ve şunun için yarar şeklinde - bildirmiştir. Taberi de şöyle demiştir: Yüce Allah, Hz.Âdem'e meleklerin ve soyundan gelecek olanların isimlerini öğretmiştir. Taberi bu*nu benimseyip tercih etmiştir. Bunu yaparken de yüce Allah'ın: "Sonra on*ları meleklere gösterdi ( arzetti).." buyruğuna dayanmaktadır.
    İbn Zeyd de der ki: Allah, Hz. Âdem'e bütün soyundan gelecek olanla*rın isimlerini öğretmiştir. er-Rabî' b. Huseym de der ki: Yalnızca meleklerin isimlerini ona öğretmiştir. el-Kutebi de şöyle demektedir: Yeryüzünde yarat*tığı eşyanın isimlerini ona öğretmiştir. Ona cins ve türlerin isimlerini öğret*miştir, de denilmiştir.
    Derim ki: Az önce açıkladığımız ve yüce Allah'ın izniyle ileride de açık*layacağımız gerekçeler dolayısıyla birinci görüş daha sahihtir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    4- Meleklere Neleri Gösterdi?


    Yine tefsir alimleri, meleklere kişilerin isimlerini mi yoksa kişilerden ay*rı olarak sadece isimleri mi gösterdiği hususunda farklı kanaatlere sahiptir*ler. İbn Mes'ud ve başkaları der ki: Hz. Âdem, onlara kişileri gösterdi, çün*kü yüce Allah: Onları gösterdi" diye buyurmaktadır. Diğer taraf*tan yüce Allah şöyle buyurmaktadır Bunların isimleri*ni Bana bildiriniz". Araplar birşeyi ortaya çıkarmayı ifade etmek üzere derler. (Yani: Birşeyi gösterdim, o da göründü) Birşe*yi satışa arzetmek (göstermek) de buradan gelmektedir. Hadis-i şerifte şöy*le buyurulmuştur: Allah onları toz zerrecikleri gibi arzetti (gösterdi)." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    İbn Abbas ve başkaları ise, O'nun azrettiği isimlerdir, demişlerdir.
    İbn Mes'ud'un okuyuşuna göre şeklindedir. (Onları arzetti an*lamında olup ancak buradaki zamir dişilere ait bir zamirdir.) Böylelikle bu zamir şahıslara değil de sadece isimlere ait olur. Çünkü arapçada bu tür za*mir daha özellikli olarak dişiler hakkında kullanılır. Ubey b. Ka'b'ın kıraatin*de ise şeklindedir. (Onları arzetti anlamında olup buradaki zamir müfred dişi zamirdir ve ağırlıklı olarak cansız çoğul için kullanılır.)
    Mücahid der ki: Burada gösterilen (arzedilen)ler, isimlerin sahipleridir.
    İsimler ile ilgili olarak: Onlar adlandırmalardır, diyenin açıklaması, Ubeyy b. Kab'ın kıraatine uygundur. Bu kelimeyi Onları gösterdi" şeklindeki okuyuş ile ilgili olarak şöyle denilir: İsimler kelimesi, şahıslara dela*let etmektedir. Bundan dolayı isimler hakkında onları gösterdi" demek uygun düşmüştür. Diğer taraftan : bunlar" denilerek işaret ile anlatılmak istenen isimleri taşıyan şahıslardır. Fakat bunlar her ne kadar gaib iseler de herhangi bir sebep dolayısıyla onların bir kısmı hazır olmuş*tur. İşte onlar bu hazır olanların isimleridir. (Yani bu hazır olanların isimle*ri Âdem'e öğretilmiştir.)
    İbn Atiyye der ki: Açıkça görülen şu ki: Şanı yüce Allah, Hz. Âdem'e isim*leri öğretmiş ve bu cinslerle birlikte şahısları ile beraber bunları ona göster*miştir. Daha sonra bunları meleklere göstermiş ve meleklerin bilmesi müm*kün olan isimlerini onlara sormuş, sonra da Hz. Âdem onlara şu cevabı ver*miştir: Bunun adı şudur, bunun adı da budur, diye
    el-Maverdi de der ki: En doğrusu gösterme işinin adlandırılan şeylere yö*nelik olmasıdır. Diğer taraftan bu göstermenin zamanı ile ilgili olarak iki gö*rüş vardır. Bunlardan birisine göre bu eşyayı yarattıktan sonra göstermişti. İkinci görüşe göre ise, Allah Teala bu eşyayı meleklerin tasavvurlarında canlandırmış, sonra da bunları arzetmiş (göstermiş)tir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    5- İlk Olarak Arapça Konuşan:


    İlk olarak kimin arapça konuştuğu hakkında farklı görüşler vardır. Ka'b el-Ahbar'dan rivayet edildiğine göre Arapça, Süryanice yazıyı ve bütün ya*zıları ilk ortaya atan ve bütün dillerle ilk konuşan kimse Âdem (a.s)'dır. Ka'b el-Ahbar'dan başkaları da böyle demiştir.
    Denilse ki: Yine Ka'b el-Ahbar'dan hasen bir rivayet ile şöyle dediği kaydedilmektedir: Arapça ilk konuşan kişi Cebrail (a.s)'dır. Hz. Nuh'a Arap-çayı o öğretmiştir. Hz. Nuh da bunu oğlu Şam'a öğretmiştir. Bunu Sevr b. Zeyd, Halid b. Ma'dan'dan, o da Ka'b yoluyla rivayet etmiştir. Peygamber (s.a)'dan ise şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Açık seçik Arapçayı ilk ko*nuşma imkanı verilen kişi İsmail'dir. O vakit o on yaşında idi." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Yine Arap*ça ilk konuşan kişinin Kahtan oğlu Ya'rub olduğu da rivayet edilmiştir. Baş*ka rivayetler de vardır.
    Buna karşılık biz de deriz ki: Doğrusu, insanlar arasında bütün dilleri ilk konuşan kişinin Âdem (a.s) olduğudur. Kur'an-ı Kerim de buna tanıklık et*mektedir. Nitekim yüce Allah: "Âdem'e bütün isimleri öğretti" diye buyur*maktadır. Bütün diller ise isimlerden ibarettir. Dolayısıyla bu diller, "isimler" tabirinin kapsamına girmektedir. Sünnetteki rivayetler de bunu ifade et*mektedir. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Tencere ve küçük kaba va*rıncaya kadar (Allah) Hz. Âdem'e bütün isimleri öğretmiştir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Başkalarının kaydettikleri diğer rivayetlerden İbrahim (a.s) soyundan ilk Arapça konuşa*nın Hz. İsmail olduğu kastedilmiş olabilir. Aynı şekilde eğer bunun dışında*ki diğer rivayetler sahih ise, bu da sözü geçen o kimsenin kabilesi arasında ilk Arapça konuşan kişi olduğu şeklinde yorumlanır. Buna delil ise belirtti*ğimiz bu gerekçelerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
    Melekler arasında da aynı şekilde Hz. Cebrail Arapça konuşan ilk melek*tir. O Arapçayı yüce Allah, Hz. Âdem'e veya Hz. Cebrail'e -az önceki açık*lamalara göre- öğrettikten sonra Hz. Nuh'a öğretmiştir. Doğrusunu en iyi bi*len Allah'tır.
    Yüce Allah'ın: Bunlar" buyruğu esreli olarak mebnidir. Temim-liler, Kays'lıların bir kısmı ile Esed'liler bunu kasr ile okurlar. el-A'şa; der ki:
    "Bunlara da diğerlerine de: Hepsine verdin; Kesilip biçilmiş aynı evsafta ayakkabılar."
    Araplardan elif ile hemzeyi hazfederek şeklinde telaffuz eden*ler de vardır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  5. #35

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    6- Doğru Söyleme Şartı:


    "Eğer doğru söyleyenler iseniz" buyruğu bir şart cümlesidir. Cevabı ise zikredilmemiştir, takdiri ise şöyledir: Eğer sizler Âdemoğullarının yeryüzün*de fesat çıkartacağı iddianızda doğru söyleyen kimseler iseniz siz, de bana (bu isimleri) bildiriniz. Bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır. "Doğru söyleyen*ler iseniz" buyruğu bilenler iseniz, demektir. Bundan dolayı melekler için ictihad sözkonusu değildir. O bakımdan onlar da "Seni tenzih ederiz" diye cevap vermişlerdir. Bunu da en-Nekkaş naklederek şöyle demiştir: Eğer yü*ce Allah bu konuda verecekleri haberde doğru olmak şartını koşmamış olsay*dı şanı yüce Allah'ın yüz yıl süreyle ölü bıraktığı kimse için sözkonusu oldu*ğu gibi onlar için de ictihad caiz olurdu. Yüce Allah bu kişiye: "Ne kadar kal*dın?" (el-Bakara, 2/259) diye sormuş, ancak doğruyu isabet ettirmesi şartını koşmamıştı. O da cevap vermiş, fakat isabet etmemişti. Buna karşılık da her*hangi bir şekilde azarlanmamıştı. Bu açıkça anlaşılan bir husustur.
    Taberi ve Ebu Ubeyd'in anlattıklanna göre müfessirlerden birisi yüce Allah'ın: "Eğer., iseniz" buyruğunun anlamı "... idiniz"diye açıklamıştır. Ancak Tabe*ri ve Ebu Ubeyd böyle bir açıklamanın yanlış olduğunu söylemişlerdir. buyruğu haber verin, bildirin demektir. Çünkü Arapçada "nebe"' haber demektir. Hemzeli olarak Nebi de burdan gelmektedir. Yü*ce Allah'ın izniyle buna dair açıklama ileride gelecektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    7- Güç Yetirilemeyenin Teklifi (teklifu mâ lâ yutak):


    Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu şekilde haber vermek; güç yetirileme-yen birşeyin teklif edilebileceği sonucu çıkmaktadır. Çünkü yüce Allah on*ların bunları bilmediklerini biliyordu. Ancak tefsir alimlerinin muhakkikle*ri şöyle demişlerdir: Burada bu buyruk teklif kasdıyla verilmemiştir. Bundan kasıt sadece onların gerçeği görüp kabul etmeleri ve işin bilgisini Allah'a ha*vale etmeleridir. Güç yetirilemeyen şeyin teklifi olmuş mudur olmamış mı*dır hususuna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle sûrenin sonunda gele*cektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    32. Dediler ki: "Seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden başka birşey bilmeyiz. Gerçekten Sen Alimsin, Hakimsin."
    Yüce Allah'ın: "Dediler ki: "Seni tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka birşey bilmeyiz..." buyruğuna dair açıklamalarımızı üç başlık halin*de sunacağız:

    1-Tesbih:


    Seni tenzih ederiz": Yani gaybı senden başka bir kimsenin bil*mesinden yana seni tenzih ederiz.Bu meleklerin yüce Allah'ın: "Bunların isimlerini bana bildirin.." buyruğuna verdikleri cevabdır. Onlar yüce Allah'a kendilerine öğrettiğinden başka hiçbir şeyi bilemeyeceklerini ve - biz insan*lar arasında bilgisizlerin yaptıkları gibi - bilgileri olmadık şeyler üzerinde gö*rüş beyan etmediklerini belirterek cevap verdiler. "Senin bize öğrettiğin..." anlamındaki buyrukta yer alan burada anlamında olup "bize öğ*rettiğin şey..." demek olur. Masdar anlamını veren türden olup: "Senin bize öğretmenden başka..." anlamına gelmesi de mümkündür. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    2- Soruya Cevap Verme Adabı:


    Herhangi bir husus hakkında bilgi edinmek üzere kendisine soru sorulan kimseye düşen, eğer cevabı bilmiyor ise, meleklere, peygamberlere ve fazi*letli ilim adamlarına uyarak: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ve ben bilmi*yorum, diye cevap vermektir. Şu kadar var ki doğru sözlü yüce Peygambe*rimiz ilim adamlarının ölümü ile ilmin de kaldırılacağını, geriye kendilerin*den fetva sorulacak ve görüşlerine göre fetva verecek cahil birtakım insan
    lann kalacağım bunun sonucunda bunların da sapacağını, başkalarını da sap*tıracaklarını beyan buyurmuştur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Bu âyet-i kerimenin anlamı ile ilgili olarak Peygamber (s.a)'dan ashab-ı kiramdan, tabiin'den ve onlardan sonra gelenlerden rivayet edilen haberle*re gelince; el-Büstî, Sahih Müsned'inde İbn Ömer'den şunu rivayet etmek*tedir: Adamın birisi Rasulullah (s.a)'a: En kötü bölge hangisidir? diye sormuş, Hz. Peygaber: "Bilemiyorum, Cebrail'e soruncaya kadar (bana mühlet ver)" diye cevap verdi, Cebrail'e sordu. Hz.Cebrail de: Bilemiyorum, Mikâil'e so*runcaya kadar bana mühlet ver. Daha sonra Hz. Cebrail gelerek şöyle dedi: Bölgelerin en hayırlısı mescidler, en kötüsü ise pazarlardır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Hz. Ebu Bekir de ölen torununun mirasını isteyen nineye şu cevabı ver*di: Geri dön, ben istişare edip insanlara sorayım, durumu öğreneyim. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Hz. Ali de: Ne kadar da yürek soğutucudur (hayırlı bir iştir!) sözlerini üç defa tekrarlardı. Çevresinde bulunanlar: Neden söz ediyorsunuz ey mü'min-lerin emiri? diye sorunca Hz. Ali şu cevabı verdi: Kişiye bilmediği birşey hak*kında soru sorulur da o da doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, diye cevap ver*mesi. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Adamın birisi, İbn Ömer'e bir mes'ele hakkında soru sorar, o da şu ceva*bı verir: Ben bunu bilmiyorum. Adam geri dönüp gidince İbn Ömer ona şöy*le der: İbn Ömer'in söylediği söz çok güzeldir. Ona bilmediği şey hakkında soru soruldu da o da: Ben bunu bilmiyorum, diye cevap verdi. Bunu Dari-mî Müsned'inde zikretmektedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Müslim'in Salıih'inde, Buhayye'nin sahibi Ebu Akil, Yahya b. el-Mütevek-kil'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kasım b. Ubeydullah ile Yahya b. Sa-id'in yanında oturuyor idim. Yahya Kasım'a şöyle dedi: Muhammed'in baba*sı, senin gibi büyük bir kimseye bu dine dair bir husus hakkında soru soru*lur da senin bu hususta herhangi bir bilgin olmaz ve çıkar yol gösteremez-sen -veya: Bu konuda bir bilgin bulunmaz, bir çıkış yolu da gösteremezsen-bu çok çirkin bir iş olur. Bunun üzerine el-Kasım ona, neden böyle diyor*sun diye sorunca şu cevabı verir: Çünkü sen bir taraftan Ebu Bekir, diğer ta*raftan Ömer gibi iki hidâyet imamının oğlusun. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. el-Kasım ona şu cevabı verir: Allah'tan gelmiş olan buyrukları akledip kavramış bir kimse açısından bun*dan da daha çirkin olan iş bilgisizce birşey söylemem veya güvenilir (sika) olmayan birisinden rivayet derlememdir. Bunun üzerine Yahya susar ve ona cevap vermez. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Malik b. Enes de der ki: İbn Hürmüz'ü şöyle derken dinledim: İlim ada*mı olan bir kimsenin kendisi ile birlikte oturup kalkanlara kendisinden son*ra "bilmiyorum" demeyi miras bırakması gerekir ki bu, onların önünde asıl bir kaide olarak kalsın. Onlardan herhangi birisine bilmediği şey hakkında sorulacak olursa o da; bilmiyorum, desin.
    el-Heysem b. Cemil der ki: Ben Malik b. Enes'e kırksekiz mes'ele hakkın*da soru sorulduğuna ve bunların otuz iki tanesi hakkında; bilmiyorum diye cevap verdiğine tanık oldum.
    Derim ki: Ashab-ı kiram'dan tabiinden ve müslümanların fakihlerinden bu*na benzer rivayetler pek çoktur. Bunun aksi davranışlara iten ancak riyaset sevdası ve ilimde insaf sahibi olmamaktır. İbn Abdi'1-Berr der ki: İlmin bere*ketinden ve adabından birisi de ilimde insaf sahibi olmaktır. İnsaf sahibi ol*mayan bir kimse, ne kendisi birşey anlar, ne de başkasına birşey anlatabilir.
    Yunus b. Abdi'1-A'la rivayetle dedi ki: İbn Vehb'i şöyle derken dinledim: Ben Malik b. Enes'in şöyle dediğini dinledim: Bizim çağımızda insaftan da*ha az hiçbir şey yoktur.
    Derim ki: Bu İmam Malik'in zamanında böyle idiyse, fesadın yaygınlaş*tığı ve bayağılıkların çoğaldığı, ilmin, anlayıp kavramak için değil de başkan*lık için talep edildiği zamanımızda durum nasıldır? Günümüzde ilim, dünya*da üstünlük sağlamak, kalbe katılık veren, kinleri yerleştiren, tartışma ve mü*nazaralar ile akranlara galip gelmek için tahsil edilir birşey oldu. Bu tür mak*satlar ve davranışlar ise takvasızlığa ve yüce Allah'tan korkmayı terketmeye iter. Günümüzün bu durumları nerede, Ömer (r.a)'dan gelen şu rivayetin ifa*de ettiği gerçek nerede? Hz. Ömer dedi ki: Kadınlara vereceğiniz mehirler kırk ukiyeden fazla olmasın . İsterse Zu el-Asaba -yani Yezid b. el-Husayn el-Ha-risi'nın kızı olsun. Her kim bundan daha fazla mehir verecek olursa, bu faz*lalık beytü'l-mal'e konulacaktır. Kadınların bulunduğu taraftan uzunca boy*lu burnu bir parça basık bir kadın kalktı ve: Senin böyle bir şeye yetkin yok*tur, dedi. Hz. Ömer, o da nedenmiş? deyince kadın şu cevabı verdi: Çünkü yüce Allah: "Onlardan birisine yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile ondan geri hiçbir şey almayın." (en-Nisa, 4/20) diye buyurmaktadır. Bunun üzeri*ne Hz. Ömer dedi ki: Bir kadın isabet etti, bir adam da yanıldı.
    Veki', Ebu Ma'şer'den, o Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den şöyle dediği*ni rivayet etmektedir: Adamın birisi, Ali (r.a)'a bir mes'eleye dair soru sorar.
    Hz. Ali de o hususta cevabını verince adam şöyle der: Durum böyle değil ey mü'minlerin emiri, aksine durum şöyle şöyle olmalıdır. Hz. Ali şu cevabı ve*rir: Evet sen isabet ettin ve ben hata ettim. Her bilenin üstünde daha iyi bir bilen vardır.
    Ebu Muhammed Kasım b. Esbağ der ki: Doğu tarafına yolculuk yaptığım sırada Kayrevan'da konakladım. Bekr b. Hammad'dan Müsedded yoluyla ge*len hadisleri aldım. Daha sonra oradan Bağdat'a yolculuk yaptım. İnsanlar*la (alimlerle) karşılaştım. Geri döndüğümde tekrar Bekr b. Hammad'ın ya*nına gidip Müsedded yoluyla gelen hadisleri tamamlamak istedim. Günün bi*rinde ona Peygamber (s.a)'ın şu hadisini okudum: "Peygamber (s.a)'ın hu*zuruna Mudarlılardan çizgili elbiseleri yakalarından delerek giyinmiş kimseler geldi. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. O bana: Bu ifade böyle değil şeklindedir. Ben ona: Hayır buşeklindedir, dedim. Endülüs'te olsun Irak'ta olsun kime bu hadisi okudumsa böylece okudum. Bana şu ce*vabı verdi: Irak'a girmekle bize karşı çıkıyor ve öğünüyor musun? Veya bu*na benzer bir ifade kullandı. Daha sonra bana şöyle dedi: Kalk seninle bir*likte -mescidde bulunan bir hocayı göstererek- şu hocaya gidelim, dedi. Bu gibi şeyleri bilen birisidir. Onun yanına vardık ve bu hususta sorumuzu sor*duk. O da benim dediğim gibi buradaki ifade şeklindedir de*di. Bunlar kumaşları yararak giyen kimselerdi, yakaları ön taraflarına gelir idi. Burada sözü geçen kelimesi ise, kelimesinin çoğuludur. (Bu da bedevi Arapların sardıkları çizgili peştemal demektir). Bekr b. Ham-mad burnunu yakalayarak: Burnum hakkın önünde yere sürtülmüştür. Bur*num hakkın önünde yere sürtülmüştür, dedi ve gitti.
    Yezid b. el-Velid b. Abdülmelik'in şu beyitleri ne kadar güzeldir:
    "Bir mecliste konuşacak olur isem Konuşmamın varacağı nokta bilgimin son noktasıdır Ben bildiğimi aşarak başka şeyler söylemem Bilgim sona erdiği yerde de susarım." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    3- Subhaneke, Alim ve Hakîm:


    "Subhane" kelimesi Halil ve Sibeveyh'e göre masdar olarak mansuptur. Seni şanına layık bir şekilde teşbih ederiz, demektir. el-Kisaî'nin açıklama*sına göre ise bu izafet yapılmış bir nida olduğu için mansuptur.
    "Alîm": Bilinen şeylere dair mübalağalı bilgi sahibi olduğunu ifade eder. Şanı yüce Allah'ın yaratıkları hakkındaki sonsuz bilgisini anlatmaktadır.
    "Hakîm"in anlamı hükmeden demektir. Kelimenin bu şekli, mübalağa ifa*de etmek içindir. Bunun herşeyi muhkem ve sağlam kılan anlamına geldiği de söylenmiştir.
    Buna göre "Hakîm" yüce Allah'ın fiilî sıfatlanndandır. Nasılki (işittirici an*lamına gelen müsmi' kelimesi semî' şekline ve (acı veren can yakan anla*mına gelen mü'lim kelimesi elîm şekline dönüştürülmüş ise burada da (sağ*lam yapan anlamına gelen) muhkim kelimesi hakîm'e dönüştürülmüştür. Bu açıklamalar İbnu'l-Enbârî'ye aittir.
    Kimisine göre de "hakîm" bozuluşu engelleyen anlamındadır. Bundan do*layı maksada aykırı yürüyüp gitmekten atı engellediğinden dolayı geme "hakemetü'l-licam" adı verilmiştir. Cerir der ki:
    "Ey Hanife oğulları, ayak takımlarınızı iyi gemleyiniz Çünkü ben size karşı gazaplanmaktan korkuyorum."
    Cerir ayak takımlarınızı kötülük yapmaktan engelleyiniz, demek iste*mektedir. Züheyr de der ki:
    "Atları süren kişi toynakları aşılıncaya kadar alıp götürür,
    Deriden ve kendirlerden onlara gemler yapılmıştır. "
    Araplar belli bir işi yapmaktan engellenmesini kastetmek üzere; yetimi şu şu işlerden ihkam et (alıkoy) derler.
    "Muhkem sûre" ise, her türlü değişikliklerden ve değiştirmelerden korun*muş, ona ait olmayan bir şeyin kedisine eklenmesi, ondan olmayan bir şe*yin de ona ilave edilmesi önlenmiş sûre demektir.
    Hikmet de buradan gelmektedir. Çünkü hikmet, kişiyi cahillikten alıko-yar. Birşeyi sağlam yapıp da isteğinin dışına çıkmasını önlediği vakit, "o şe*yi muhkem yaptı" denilir. "Hakîm" ise, mübalağa ifade eder. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    33. "Ey Âdem, onlara isimlerini haber ver" diye buyurdu. O da on*lara isimlerini haber verdi. (Allah) buyurdu ki: "Size demedim mi ki gerçekten Ben göklerin ve yerin gizliliklerini de bilirim, açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim?"
    Yüce Allah'ın bu buyruğuna dair açıklamalarımızı beş başlık halinde su*nacağız:

  6. #36

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    1- Eşyanın İsimlerini Haber Vermesi:


    "Onlara isimlerini haber ver" buyruğu ile yüce Allah, isimleri melekle*re arzettikten sonra eşyanın isimlerini meleklere bildirmesini emretmiştir. Böy*lelikle meleklerin, yüce Allah'ın kendilerine sorduğu şeyler hakkında (Âdem'in) daha bilgili olduğunu bilsinler ve bununla Âdem'in faziletine, şa*nının yüceliğine, dikkatleri çekilmiş olsun. Yüce Allah, Âdem'i meleklerin önü*ne geçirmek, Âdem'e secde etmelerini sağlamak, onları Âdem'in öğrencisi yapmak ve ondan öğrenmelerini emretmek suretiyle Âdem onlardan daha fa*ziletli olmuştur. Böylelikle Hz. Âdem kendisine secde edilmek ve bilginin tah*sis edilmesi suretiyle üstünlük ve büyüklük rütbesini elde etmiş oldu. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    2- Ayete Göre Bilginin ve Bilginlerin Fazileti:


    Bu âyet-i kerimede bilginin ve bilginlerin faziletine delil vardır. Hadis-i şe*rifte de şöyle buyurulmuştur: "Melekler, ilim taleb edene hoşnutlukları do*layısıyla kanatlarını (onun önüne) serer." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Yani ona boyun eğip alçakgö*nüllülük gösterirler. Yüce Allah'ın diğer kulları arasından özellikle ilim eh*line bunları yapmalarının sebebi, şanı yüce Allah'ın, Âdem (a.s) hakkında me*lekleri böyle bir tavır takınmak zorunda bırakmasıdır. Ondan bu yana me*lekler bu şekildeki bir davranışı kendilerine bir edep haline getirmişlerdir. İşte bundan dolayı, melekler ilme ve alimlere tazimleri dolayısıyla ilmin ta*lebine ve ilimle uğraşmaya razı olduklarından dolayı bir insanın bilgi sahi*bi olduğunu gördükleri vakit, o kimseye karşı alçakgönüllülük gösterir, bo*yun eğer ve tezellül gösterirler. İnsanlar arasından ilim taliplerine karşı du*rumları bu olduğuna göre ya gerçekten büyük ilim sahiplerine ve araların*dan rabbani olanlara karşı tavırlan ne olur? Allah, bizleri bunlardan kılsın, bun*lar arasında bulundursun. Şüphesiz ki O, büyük bir lütuf sahibidir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    3- Melekler mi Daha Faziletlidir, Âdemoğulları mı?:


    Burdan hareketle ilim adamları: Melekler mi daha faziletlidir, yoksa Âde*moğulları mı daha faziletlidir, hususunda iki farklı, görüşe sahip olmuşlardır.
    Bir kesime göre, insanların arasındaki rasuller, meleklerin rasullerinden üstündür. İnsanların velileri, meleklerin velilerinden üstündür.
    Diğer bir kesime göre Mele-i A'lâ daha üstündür. Melekleri daha üstün ka*bul edenler, yüce Allah'ın şu buyruklarını delil gösterirler:
    "Melekler, Allah'ın mükerrem kullarıdır. Sözleriyle O'nuh önüne geçmezler ve O'nun emriyle amel ederler." (el-Enbiya, 21/26-27); "Onlar kendi*lerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler. Ne emrolunurlarsa ya*parlar." (et-Tahrim, 66/6); "Mesih de Allah'a kul olmaktan asla çekinmez, mukarreb melekler de." (en-Nisa, 172); "De ki: Ben size, benim yanımda Al*lah'ın hazineleri vardır, demiyorum. Ben gaybı bilirim, de demiyorum. Hiç şüphesiz ben bir meleğim de demiyorum." (el-En'am, 6/50)
    Buhari'de de şu ifade yer almaktadır: "Aziz ve celil olan Allah buyuruyor ki: Her kim beni bir topluluk arasında anarsa Ben de o kimseyi onun top*luluğundan daha hayırlı bir topluluk arasında anarım." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu ise bu konu*da açık bir nastır.
    Âdemoğullarının üstün olduğunu söyleyenler ise, yüce Allah'ın şu buy*ruğunu delil gösterirler: "îman edip salih amel işleyenler şüphesiz bunlar ya*ratılanların en hayırlılarıdır." (el-Beyyine, 98/7) Peygamber efendimizin şu buyruğunu da delil gösterirler: "Şüphesiz melekler, ilim talep edenden hoş*nutlukları kanatlarını (önüne) sererler." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu hadisi Ebu Davud rivayet et*miştir. Ayrıca yüce Allah'ın meleklere karşı Arafat'ta vakfe yapan hacılarla öğündüğünü belirten hadisleri de delil gösterirler. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Ancak daha faziletli olan*la öğünüleceği ise bilinen bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
    Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Peygamberlerin meleklerden daha fa*ziletli olduğunu kesin olarak söylemeye imkan olmadığı gibi, meleklerin de onlardan daha hayırlı olduğunu kesin olarak söylemeye imkan yoktur. Çün*kü bu konuda kanaat belirtmenin yolu; yüce Allah'ın ve Rasulünün haberi veya ümmetin icma etmesidir. Bu hususta bunlardan herhangi bir delil bu*lunmamaktadır. Bu konuda Kaderiye'ye ve kadı Ebu Bekr (Allah'ın rahme*ti üzerine olsun)'a muhalefet sözkonusudur. Çünkü bunlar: Melekler daha fa*ziletlidir, demişlerdir. Kadı Ebu Bekir der ki: Bizim mezhep alimlerimizden ve Şia'dan: Peygamberler daha faziletlidir, çünkü yüce Allah meleklere Âdem'e secde etmeleri emrini vermiştir, diyenlere karşılık ise şu cevap ve*rilir: Kendisine secde edilen, secde edenden daha faziletli olmayabilir. Çün*kü Ka'be'nin önünde peygamberlerin secde ettiğini gördüğümüz gibi, bütün yaratıklar da onun etrafında ona doğru secde ederler. Şüphesiz peygamber*ler -ümmetin ittifakı ile- Ka'be'den hayırlıdır. Secdenin Allah'tan başka hiç*bir kimseye yapılmayacağı hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Çünkü sec*de etmek bir ibadettir. İbadet ise ancak yüce Allah'a yapılır. Durum böyle ol*duğuna göre, herhangi bir tarafa secde etmek o cihetin secde edip ibadet edenden daha hayırlı olduğunu göstermez. Ve bu da açık bir husustur.
    Bundan sonraki âyet-i kerimede buna dair ek açıklamalar gelecektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    4- Gayb Bilgisi:


    Yüce Allah'ın: "Gerçekten göklerin ve yerin gizliliklerini de Ben bilirim"
    buyruğunda yüce Allah'ın -Peygamber gibi- bildirdiği kimseler veya yüce Al*lah'ın bildirdiği kimselerin bildirdikleri dışında hiçbir kimsenin gaybı bileme*yeceğinin delili vardır. Buna göre (gaybı bilmek iddiasında bulunan) münec*cimler, kâhinler ve benzerleri yalancıdırlar. Buna dair etraflı açıklamalar yü*ce Allah'ın: "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır.Kendisinden başkası bunları bilmez." (el-En'am, 6/59) buyruğunu tefsir ederken gelecektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    5- Açıklanan ve Gizlenen Şeyleri Allah Bilir:


    Yüce Allah'ın: "Neyi açıklarsanız, neyi gizlerseniz yine de bilirim"; ya*ni melekler: "Orada fesat çıkartacak... bir kimse mi yaratacaksın?" şeklin*deki sözlerini açığa vurmuşlardır. "Neyi açıklarsanız" buyruğu ile buna işa*ret edilmektedir. Bu açıklamayı Mekkî ve el-Maverdî nakletmiştir. ez-Zehrâvî de der ki: Onların açığa vurdukları Hz. Âdem'e vakit kaybetmeksizin sec*de etmeleridir. "Neyi gizlerseniz" buyruğundan kastedilen ise İbn Abbas, İbn Mes'ud ve Said b. Cübeyr'in açıklamalarına göre İblis'in kendi içinde gizle*diği büyüklük ve masiyet kararıdır. İbn Atiyye de der ki: "Gizlerseniz" buy*ruğunun bu görüşe göre gizleyen tek bir kişi olmakla birlikte çoğul gelme*si, Arapların, bu konudaki üslupları ve gerektiğinde kuralları aşmalarıdır. Ni*tekim bir toplulukta bayağı bir kimse bir cinayet işleyecek olursa, o toplulu*ğa: Bu işi siz yaptınız, denilir, ancak kastedilen: Bunu yapan kimse sizin ara*nızdan bir kimsedir, şeklindedir. Bu şekilde bir ifade azarlamak kasdıyla kullanılır. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğu da bu türdendir: "Muhakkak oda*ların arkasından sana seslenenlerin çoğunun akılları ermez." (el-Hucurat, 49/4) Halbuki onlar arasından Hz. Peygamber'e bu şekilde seslenen sadece Uyeyne (b. Hısn el-Fezarî)'dir. Bir görüşe göre ise Akra' (b. Habis)dir.
    Bir grup müfessir de şöyle demiştir: Burada sözü geçen açıklamak da giz*lemek de onların tümünün bütün gizliliklerinin ve açıkladıklarının bilindiği*ni genel olarak ifade etmektedir.
    Mehdi b. Meymun der ki: el-Hasen'in yanında bulunuyorduk. Ona el-Hasen b. Dinar, meleklerin gizlediği neydi, diye sorunca şu cevabı verdi: Yü*ce Allah, Âdem'i yarattığında melekler hayret edilecek bir yaratık görmüş ol*dular. Sanki bundan dolayı içlerine birşey düşmüş gibidir. Devamla dedi ki: Sonra biribirlerine döndüler ve bunu kendi aralarında gizli tutmaya çalışa*rak: Bu yaratık ne diye sizi endişelendirsin ki? Şüphesiz yüce Allah, neyi ya*ratırsa yaratsın, mutlaka biz o yarattığından Allah katında daha üstün ve de*ğerli olacağızdır, dediler.
    "Neyi açıklarsanız" buyruğundaki "Ne", "Bilirim" anla*mındaki fiil ile nasb mahallinde olabilir. Bunun: "Bilen" anlamına ism-i tafdil olması ve "ne" anlamındaki edatın onunla mansup kabul edilmesi de müm*kündür. O taktirde buyruk (bu yönüyle) "Allah'ın Evi'ni zi*yaret edenler" tabirine benzer. Buna dair açıklamalar daha önceden (.2/30. âyetin sonlarında) geçmiş bulunmaktadır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    34. Hani Biz, meleklere: "Âdem'e secde edin" demiştik de İblis dı*şında derhal secde ettiler. O ise, dayattı ve kibirlenerek kâfir*lerden oldu.
    Buna dair açıklamalarımız on başlık halinde verilecektir:

  7. #37

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    1- Biz Demiştik..:


    Yüce Allah'ın “Ve iz kulna” buyruğu: "Hatırla ki Biz" anlamındadır. Ebu Ubeyde'nin burada yer alan “İz” edatı fazladır, şeklindeki açıklaması uygun de*ğildir. Çünkü bu kelime zarftır. Buna dair açıklamalar daha önceden (2/30. âyet birinci başlıkta) yapılmıştır. "Demiştik" diye buyurulup da "demiştim" buyurulmamasının sebebi, yüce ve cebbar olan Allah'ın kendi zatı hakkın*da; zatını yüceltmek ve zikrini yükseltmek için çoğul zamiri kullanmasıdır.
    "Melâike" kelimesi "melek" kelimesinin çoğuludur. Buna dair açıklama*lar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Aynı şekilde Âdem kelimesi*ne dair açıklamalar ve bunun türediği kök hakkındaki bilgiler de önceden verilmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. tekrarlanmasının anlamı yoktur.
    Ebu Cafer b. el-Ka'ka'ın "li'l-melâiketi" kelimesini daha sonra gelen "uscu-dû" kelimesinde yer alan cim harfinin ötreli (cu) şeklinde okunduğu için ona rivayetle "li'1-melaiketu" şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. "Elhamdülillahi" ibaresini "elhamdülüllahi" Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. şeklinde okumak da buna benzemektedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    2- Secde:


    "Secde edin" emri sücud kökünden gelmektedir. Arap dilinde bunun ifade ettiği anlam boyun eğdiğini ve zilletle itaat ettiğini göstermektir. Şair der ki:
    "Ve öyle bir toplulukla ki, beyaz çizgili siyah atlar etraflarında kayboluyor Küçük tepelerin toynakları altında secde ettiğini görürsün." Şair, burada tepelerin atların toynaklarına secde ettiğini söylemektedir. Çünkü toynaklar tepeleri çiğnemekte ve tepeler kendilerini onlara karşı koruyamamaktadır.
    "Secde eden göz" tabiri, bakmaktan çekinen göz demektir. Secde et*menin en ileri derecesi yüzü yere koymaktır. İbn Faris der ki: Eğilme söz-konusu olduğu zaman "secde etti" denilir. Secde eden herkes alçalmış olur. "İscad" bakışı sürdürmek demektir. Ebu Amr der ki: Başını önüne eğdiği za*man "escede" denilir. Şair der ki:
    "Secde ettirildi develerinin yularlarına
    Hıristiyanların, hahamlarının önünde secde edişi gibi."
    Ebu Ubeyde der ki: Esedoğullarından bir bedevî Arap bana şunu okudu:
    "Ve ona: Leyla'ya secde et, dediler, o da secde etti."
    Şair, burada başını önüne eğen deveyi kastetmektedir. "İscad dirhemleri" ise, üzerlerinde onlara karşı secde ettikleri birtakım re*simler bulunan dirhemler demektir. Şair der ki:
    "İscad dirhemleri gibi onunla karşılaştı." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    3- Âdem'i ve İnsanları Meleklerden Üstün Görenler ile Âdem'e Secde Emrinin Hikmeti:


    Adem'i ve onun soyundan gelenleri üstün kabul edenler, yüce Allah'ın meleklere: "Âdem'e secde edin" buyruğunu delil gösterir ve şöyle derler: İşte bu, Hz. Âdem'in meleklerden üstün olduğunun delilidir. Buna cevap şudur: "Âdem'e secde edin" buyruğunun anlamı: Âdem'in yüzüne yönelerek bana secde edin, demektir. Bu, yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Güneşin kaymasından dolayı namaz kıl" (el-İsra, 17/78); güneşin kay*ması esnasında namaz kıl, demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: "Ona ruhumdan üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanın" (el-Hicr, 15/29; Sad, 38/72); onun yaratılışını tamamladığım ve siz onunla karşı karşıya geldiğiniz vakit Benim için secdeye kapanınız, demektir. Kendisine secde edilen kimsenin, secde edenden daha faziletli olamayacağını, kıbleye yönelerek secdede bulunmayı delil göstererek açıklamış bulunuyoruz.
    Eğer: Âdem onlardan daha faziletli değil ise, ona meleklerin secde etme emrinin veriliş hikmeti nedir, diye sorulacak olursa; şu şekilde cevap veri*lir: Meleker teşbih ve takdisleri ile bir parça kendilerini büyük görür gibi olun*ca, Allah, onlara kendisinden başka birisine secde etmeleri emrini verip ken*dilerine muhtaç olmadığını, ibadetlerine ihtiyacı bulunmadığını göstermek istemiştir. Kimi ilim adamı da şöyle demektedir: Melekler Âdem (a.s)'ı kusur*lu buldular, onu küçük gördüler. Halbuki yaratılışının özelliklerini bilmiyor*lardı. Bundan dolayı onun şanını, şerefini yükseltmek üzere ona secde etmek*le emrolundular. Yüce Allah'ın onlara Âdem'e secde etme emrini vermesinin kendilerine: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dedi*ğinde meleklerin: "Orada fesad çıkartacak., bir kimse mi yaratacaksın" de*melerine bir ceza olarak Âdem'e secde etmelerini emretmiş olması da ihti*mal dahilindedir. Şanı yüce Allah, kendilerine bu şekilde hitap edeceği va*kit onların bu şekilde cevap vereceklerini de biliyordu. O bakımdan yüce Al*lah onlara: "Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer yaratacağım." (Sa'd, 38/71) ve onu halife kılacağım, ona kendi ruhumdan üflediğim vakit siz de ona sec*deye kapanınız, diye emir buyurdu. Yani, bu sizin şu anda bana söylediği*nize ceza olmak üzere böyle olacaktır, demektir.
    Denilse ki: İbn Abbas, insanların daha faziletli oluşuna şunları delil gös*terir: Şanı yüce Allah, yüce Rasulünün hayatına şu buyruğuyla kasem etmiş*tir: "Hayatın hakkı için onlar gerçekten sarhoşlukları içerisinde şaşkın bir haldedirler." (el-Hicr, 15/72) Diğer taraftan şu buyruğuyla da Hz. Peygam-ber'e Allah'ın azabından yana güvenlik vermiştir: "Ta ki Allah, geçmiş ve ge*lecek günahlarını mağfiret etsin." (el-Feth, 48/2) Buna karşılık meleklere de şöyle buyurmaktadır: "Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım, derse Biz onu cehennemle cezalandırırız." (el-Enbiya, 21/29) diye buyurmuştur.
    Böyle sorana cevabımız şudur: Şanı yüce Allah, bizzat kendi hayatına ka*sem ederek: "Hayatıma andolsun" demediği gibi, meleklerin hayatına da ka*sem etmemiştir. Buna karşılık O, göklere ve yere yemin etmiştir. Bu ise on*ların Arştan ve sekiz cennetten daha üstün ve değerli olduğunun delili de*ğildir. Yine yüce Allah, incire ve zeytine de yemin etmiştir.
    Şanı yüce Allah'ın: "Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım derse.." buyruğu ise, yüce Allah'ın Peygamberine şu buyruğunu andırmaktadır: "An*dolsun eğer sen şirk koşarsan hiç şüphesiz amelin boşa çıkar ve şüphesiz zi*yan edenlerden olursun" (ez-Zumer, 39/65) Buna göre, İbn Abbas'ın bu açık*lamalarında, (Hz. Âdem'in ve oğullarının meleklere) üstünlüğüne delalet ede*cek ifadeler yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    4- Meleklerin Âdem'e Secde Şekli:


    İlim adamları, meleklerin Âdem'e secdelerinin, ibadet mahiyetini taşımadığı üzerinde ittifak etmekle birlikte, secdelerinin keyfiyeti hakında farklı gö*rüşlere sahiptirler. Cumhur der ki: Bu, namazda alışılmış secdede olduğu gi*bi alnı yere koymak şeklinde meleklere verilmiş bir emir idi. Çünkü örfte olsun, şeriatte olsun, secde etmekten açıkça anlaşılan budur. Buna dayanı*larak şöyle denilmiştir: Bu secde, Âdem'e bir ikram ve onun faziletini açık*ça ortaya koyuş, yüce Allah'a da itaat mahiyetinde idi. Hz. Âdem de bu du*rumda bizim için kıblenin konumuna benzer bir konumda idi. Buna göre "Âdeme" ifadesinin anlamı "Âdem'e doğru secde edin" demektir. Nitekim kıb*leye namaz kıldı, denilirken kıbleye doğru namaz kıldı denilmek istenir.
    Bir başka kesim de şöyle demiştir: O secde, günümüzde alışılmış olan al*nın yere konulması şeklinde değil idi. Sözü geçen bu secde, kelime olarak dildeki aslî manası üzerinde bırakılmıştır. Bu aslî anlamı ise zillet göstermek ve itaat etmektir. Buna göre "Âdem'e secde edin" buyruğu; "Âdem'e boyun eğip itaat edin, onun faziletini ikrar ve kabul edin" demektir. "Derhal secde ettiler" buyruğu da onlara verilen emri yerine getirdiler, demektir.
    Yine şu hususta da farklı görüşler ortaya atılmıştır: Acaba bu şekilde sec*de etmek, Âdem (a.s)'a ait bir özellik mi idi? Buna göre, yüce Allah dışında bütün kainatta ondan başkasına secde caiz olmaz mı demektir, yoksa Hz. Âdem'den sonra da Hz. Yakub zamanına kadar yaratıklara secde etmek ca*iz mi idi? Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Babasını ve annesini tah*tın üzerine çıkarttı (oturttu), hepsi de ona secdeye kapandılar" (Yusuf, 12/100) Buna göre acaba yaratıklara secdenin mubah kılındığı son hal bu mu*dur? Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre yaratıklara da secde Rasulullah (s.a)'ın dönemine kadar mubah idi. Ashabı; ağaç ve deve Rasulullah'a sec*de ettiğinde şöyle demişti: Ağaçtan ve ürküp kaçan deveden sana secde et*meye biz daha layıkız. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Alem*lerin Rabbi olan Allah'tan başka hiçbir kimseye secde edilmemelidir."
    İbn Mace Sünen'inde, el-Büstî de Sahih'inde Ebû Vakid'in şöyle dediği*ni rivayet etmektedirler: Muaz b. Cebel, Şam'dan gelince Rasulullah (s.a)'ın önünde secdeye kapandı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a): "Bu da ne oluyor?" deyince Muaz şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben Şam'a vardım, baktım ki onlar yüksek kumandanlarına ve büyük din adamlarına secde ediyorlar, ben de bu işi sana yapmak istedim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, böyle birşey yapma, çünkü ben herhangi bir şeyin herhangi bir şeye secde etmesini emredecek olursam, kadına kocasına secde etmesini emrederdim. Kadın kocasının hakkını yerine getirmedikçe Rabbinin hakkını yerine getir*miş olmaz. Hatta deve üzerine vurulan eğere çıkmış olsa dahi kocası yanı*na gelmesini isteyecek olursa ona karşı çıkmamalıdır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Hadisin bu lafzı el-Büstî'ye aittir. Deveye vurulan eyer (el-kateb)ın anlamı şudur: Arapların yanında doğum yapmak için özel sandalye çok az bulunurdu. O bakımdan doğum esnasında hanımlarını bu şekilde develerin üzerine vurulan eyerle*re (el-kateb) oturtur ve taşırlardı. Hadisin Muaz yoluyla gelen rivayetlerinin birisinde de şöyle denilmektedir: Hz. Peygamber insanlara secde etmeyi ya*sakladı ve buna karşılık musafaha yapmayı emretti.
    Derim ki: Sûfilerin cahilleri semaları, şeyhlerinin huzuruna girmeleri ve istiğfarda bulunmaları esnasında yapılması yasaklanan bu şekilde secde et*meyi adet haline getirmişlerdir. Onlardan herhangi birisi kendinden geçip cez*be haline geldiğinde iddiasına göre daha kıdemli olanların önünde secde edermiş. Ancak bu onun bilgisizliğinden dolayıdır. Bilgisizliğinden dolayı kıb*leye doğru mu başka tarafa doğru mu secde ettiğine de dikkat etmez. On*ların bu şekildeki amelleri bir sapıklıktır ve boşa çıkmıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    5- İblis:


    "İblis dışında derhal secde ettiler" buyruğunda yer alan İblis kelimesi*nin mansub olması (yani sin harfinin üstün olması) istisnanın muttasıl olma*sı dolayısıyladır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Çünkü İblis, cumhurun görüşüne göre meleklerden idi. Bunlar arasında İbn Abbas, İbn Mes'ud, İbn Cüreyc, İbnu'l-Müseyyeb, Kata-de ve başkaları da vardır. Şeyh Ebû'l-Hasen'in benimsediği görüş de budur. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir. Âyetin zahirinden anlaşılan da budur. İbn Abbas der ki: İblis'in adı Azâzîl idi, meleklerin en şereflilerindendi. O dört kanatlı bir melekti, bundan sonra ise, bunlardan mahrum bırakıldı.
    Simak b. Harb'ın İkrime'den rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: İb*lis meleklerden idi, yüce Allah'a asi olunca Allah, ona gazab etti, ona lanet etti ve şeytan oldu.
    el-Maverdî'nin Katade'den naklettiğine göre ise İblis meleklerin en üstün türlerinden idi. Bu türe "el-cinne" denilir.
    Said b. Cübeyr der ki: Cinler meleklerden bir koldur. Bunlar ateşten ya*ratılmıştır. İblis de bunlardandır. Diğer melekler ise nurdan yaratılmışlardır.
    İbn Zeyd, el-Hasen ve yine Katade der ki: Âdem nasıl insanların babası ise İblis de cinlerin babasıdır. O bir melek değildir. Buna yakın bir ifade İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. O der ki: Onun asıl adı "el-Hâris"dir.
    Şehr b. Havşeb ve bazı usulcüler der ki: İblis yeryüzünde yaşayan ve me*leklerin kendileri ile savaştığı cinlerden idi. Melekler onu küçükken esir al*mış, o da meleklerle birlikte ibadet edip durmuş ve meleklerle birlikte ona da hitap edilmiştir. Ayrıca bunu Taberi, İbn Mes'ud'dan da rivayet etmiştir. Buna göre buradaki istisna munkatı'dır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Onların bir zanna uymaktan başka buna dair hiçbir.bilgileri yok*tur." (en-Nisa, 4/157) Konu ile ilgili iki görüşten birisine göre şu âyet-i ke*rimedeki istisna da böyledir: "... kestikleriniz hariç olmak üzere" (el-Maide, 5/3) Şairin şu sözleri de bu tür bir istisnadır:
    "Senin için susuzluk da açlık da yoktur
    Uyumaktan başka ve uyumak da yasaktır."
    Bu görüşü savunanlardan kimisi şunu da delil göstermektedir: Yüce Al*lah, melekleri nitelendirirken şöyle buyurmuştur: "Onlar kendilerine verdi*ği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler. Ne emrolunurlarsa yaparlar." (et-Tahrim, 66/6) Diğer taraftan İblise dair şu âyet-i kerimeyi de görüşlerine de*lil göstermektedirler: "İblis müstesna, hemen secde etmişlerdi, o ise cinler*dendi." (el-Kehf', 18/50) Cinler ise meleklerden ayrı yaratıklardır.
    Birinci görüşün savunucuları buna şu şekilde cevap verirler: Şanı yüce Al*lah, bedbaht olacağını ezelden beri bildiğinden dolayı İblis'in meleklerin dı*şına çıkması -yüce Allah'ın adaleti gereği- imkansız birşey değildir. Ve O, yap*tığından sorumlu tutulmaz. Diğer taraftan onun ateşten yaratılmış olması da Allah'ın kendisine gazap ettiği esnada, yapısına şehvet ve arzunun yerleşti*rilmesi de onun meleklerden olmasını reddetmek özelliğinden değildir.
    İblis, yeryüzünde bulunan cinlerden idi, sonradan esir alındı, diyenlerin görüşlerine gelince, bu rivayete karşılık olarak İblisin meleklerle birlikte yer*yüzünde bulunan cinlere karşı savaştığına dair rivayetler de gelmiştir. Bunu da el-Mehdevî ve başkası nakletmiştir. es-Salebî de İbn Abbas'tan şunu nak*letmektedir: İblis, Semûm ateşinden yaratılmış bulunan ve "cin" diye adlan*dırılan taifeden olup bunlar meleklere mensup bir kabile idiler. Ancak me*lekler nurdan yaratılmışlardır. İblis'in Süryanice adı "Azâzîl" Arapça adı "el-Hâris" idi. Cennetin bekçilerindendi. Dünya seması meleklerinin başı idi. Ora*nın ve yeryüzünün etki ve otoritesi elinde idi. Melekler arasında en çok iba*det eden ve en bilgili olanlarındandı. Göklerle yer arasındakileri idare eder*di. O bundan dolayı kendisinin üstün bir şeref ve azamet sahibi olduğu gö*rüşüne kapıldı. İşte onu küfre iten budur. Bunun sonucunda yüce Allah'a asi oldu, Allah da onu kovulmuş bir şeytana dönüştürdü. Bir adamın işlediği gü*nah eğer kibir ile birlikte ise, ondan pek birşey umma. Eğer onun günahı bir masiyet ise, ondan hayır umabilirsin. İşte Hz. Âdem'in günahı bir masiyet idi, İblisin günahı ise kibirden kaynaklanıyordu. Ayrıca -gözle görülmedikleri için-meleklere cin adı da verildiği olur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurul-matadır: "Onlar kendisiyle cinler arasında bir nesep uydurdular" (es-Saffat, 37/158). Şair de Hz. Süleyman'ı sözkonusu ederken şöyle demektedir:
    "Meleklerin cinlerinden (görünmeyenlerinden) dokuz tanesini müsahhar kıldı,
    Onun huzurunda ayakta dururlar, ücretsiz çalışırlardı."
    Diğer taraftan İblis cennetin bekçilerinden olduğundan dolayı ona nisbet edilmiş ve böylelikle onun ismi (cin), cennetin adından türetilmiştir. Doğru*sunu en iyi bilen Allah'tır.
    İblis kelimesi, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek anlamına gelen "iblâs" kökünden türemiştir. Bu görüş Ebû Ubeyde ve başkalarına aittir. Zayıf bir gö*rüşe göre bu kelime Arapça olmadığından dolayı Arapça bir kökten de tü*remiş değildir. Bu görüş de ez-Zeccac ve başkalarına aittir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    6- Secde Etmemenin Pişmanlığı:


    "O ise dayattı" buyruğu kendisine verilen emri yapmayı kabul etmedi, de*mektir. Ebû Hureyre'den gelen sahih hadiste de bu durum ifade edilmekte*dir. Peygamber (s.a) buyurdu ki: "İbn Âdem secde (âyetini) okur da secde ettiği takdirde şeytan uzaklaşıp ağlar ve: Vay benim halime, der. Âdemoğlu-na secde etmesi emrolundu, o da secde etti, buna karşılık ona cennet veri*lecektir. Ben de secde etmekle emrolundum, fakat kabul etmedim, dayattım. O bakımdan bana da cehennem var." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    7- Müstekbirlik Şeytanın Huyudur:


    "Ve kibirlenerek kafirlerden oldu." îstikbâr; kişinin kendisini büyük gör*mesi demektir. İblis kendisinin secde etmesini hoş karşılamamış, Âdem'e sec*de yapılmasını da büyük bir iş gibi görmüş gibidir. Dolayısıyla Âdem'e sec*de etmeyi terketmesi, yüce Allah'ın emir ve bu emirdeki hikmetini anlamsız görmesi demektir. İşte bu şekildeki bir büyüklenmeyi Hz. Peygamber şöy*lece ifade etmektedir: "Kalbinde bir hardal tanesi ağırlığı kadar kibir bulu*nan bir kimse cennete girmeyecektir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bir diğer rivayete göre de adamın birisi şöyle demiş: Kişi elbisesinin güzel, ayakkabısının güzel olmasını ister. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle der: "Şüphesiz Allah güzeldir, güzel ola*nı sever. Kibir ise hakka karşı çıkmak ve insanları hakir görmektir." Bu ha*dis Müslim tarafından rivayet edilmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Hakka karşı çıkmanın anlamı ise onu anlamsız görmek, onu batıl kabul etmektir. "İnsanları küçük görmek" de onları hakir görmek, onları küçümseyerek alay etmektir. Yani bir kimseyi kü*çük görmek, önemsiz ve değersiz bulmaktır. Nimete şükür edilmediği zaman da nimet önemsiz bulunmuş olur. İşte o lanetlik yaratığın bu hususu, açık bir şekilde dile getirmiş olduğunu da şu âyet-i kerimeler bize aktarmaktadır: "Ben O'ndan daha hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (el-Araf, 7/12); "Ben, çamurdan yarattığın bir kişiye secde eder miyim?" (el-İsra, 17/61); "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir beşere secde edecek değilim" (el-Hicr, 15/33). Bu şekilde büyüklük tas*ladığı için Allah da onun kafir olduğunu beyan buyurmuştur. Buna göre, yü*ce Allah'ın emirlerinden yahut onun Rasulünün emirlerinden herhangi bir şe*yi anlamsız ve basit gören herkesin hükmü İblisin hükmü ile aynı olur. Bu, hakkında ihtilaf edilmeyen hususlardandır.
    İbnü'l-Kasım'ın İmam Malik'ten rivayetine göre o şöyle demiştir: Bana ulaş*tığına göre, ilk masiyet, kıskançlık ve kibirdir. İblis Âdem'i kıskandı ve ağaçtan yemeyi onu teşvik etti.
    Katade de der ki: İblis Âdem'i Allah Teala'nın ona verdiği lütuflara karşı kıskandı ve şöyle dedi: Ben ateşten yaratıldım, bu ise çamurdan.
    Günahların başlangıcı kibirlenmektir. Bundan sonra ise hırstır. Nihayet Âdem ağaçtan yedi. Daha sonra ise, kıskançlıktır. Çünkü Âdem'in oğlu, kardeşini kıskanmıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    8- Müstekbir Şeytan, Kâfirlerdendir:


    Yüce Allah'ın: "Kafirlerden idi" buyruğunun; Kâfirler*den oldu, anlamında olduğu söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "O da suda boğulanlardan oldu" (Hud, 11/43) buyruğu da bu türdendir. Şa*ir de şöyle demektedir:
    "Uçsuz bucaksız kupkuru bir çöldeki binektir sanki
    Ele avuca gelmez ve yumurtalarından çıkıp yavru olmuş kekliğe benzer."
    İbn Fûrek der ki: Burada yer alan "Kâne: idi," kelimesinin "Sâre: Oldu" anlamına alınması yanlıştır ve bu konudaki asıl kaidelere aykırıdır. Tefsirci-lerin çoğunluğu ise şöyle demiştir: Anlamı şudur: Yani yüce Allah'ın ezelî il*minde onun kafir olacağı bilinen bir husustu. Çünkü gerçek manada kafir ve gerçek manada mü'min şanı yüce Allah'ın vefat halinde ne şekilde öleceği*ni bildiği kimsedir.
    Derim ki: Bu açıklama şekli doğrudur. Çünkü Buhârî'de yer aldığına gö*re Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Ameller ancak sonuçları ile değer*lendirilir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Denildiğine göre İblis, yüce Allah'a seksenbin yıl ibadet etmiş, ona baş*kanlık ve cennet bekçiliği -istidrac olmak üzere- verilmiştir. Tıpkı münafık*lara dillerinin ucundan la ilahe illellah şehadetinde bulunma imkanı verildiği gibi, tıpkı Bel'am (b. Baura)'ya yine dilinin ucundan İsm-i A'zam'ı söyle*mek imkanı verildiği gibi. Bu başkanlığı sebebiyle İblis'in içinde büyüklük, kibir iyice yer etmişti. İbn Abbas der ki: İblis kendisinin sahip olduğu bu im*kanlar sebebiyle, meleklerden üstün olduğu görüşünde idi. Bundan dolayı "ben ondan daha hayırlıyım" demişti. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu se*bep dolayısıyladır: "Kendi ellerimle yarattığıma secdeden seni alıkoyan nedir? Sen büyüklendin mi, yoksa yücelerden mi oldun (zannediyorsun)?" (Sad, 38/75) Yani sen bizzat büyük olmadığın halde büyüklük tasladın (is-tikbâr) . Halbuki Ben, bizzat büyük olduğum halde onu kendi ellerimle ya*rattığımda herhangi bir şekilde büyüklenmedim. İşte bundan dolayı yüce Al*lah "kafirlerden oldu" diye buyurmaktadır. Onun yaratılışının aslı izzet ate*şiydi. Bundan dolayı yüce Allah'ın izzetine yemin ederek şöyle demişti: "Senin izzetin hakkı için hepsini muhakkak azdıracağım." (Sad, 38/82) İşte bu izzet dolayısıyla o, kibirlendi ve nihayet kendisinin Âdem'den üstün olduğu görüşüne kapıldı.
    Ebû Salih'ten gelen rivayete göre o şöyle demiştir: Melekler izzetin nurun*dan İblis de izzetin narından (ateşinden) yaratılmıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    9- Kerametler Veya Olağanüstü Haller:


    İlim adamlarımız -yüce Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: Pey*gamber olmayanların elleri vasıtasıyla şanı yüce Allah'ın izhar ettiği birtakım kerametlerle olağanüstü haller, o kişinin veli oluşunun delili değildir. İlim adamlarımız, bu görüşleriyle kimi mutasavvıflara ve rafızîlere muhalefet ederler. Çünkü bunlar şöyle der: Bu gibi haller o kişinin veli olduğunun de*lilidir. Çünkü o kişi, veli olmasaydı şanı yüce Allah, bu gibi şeyleri onun el*leri vasıtasıyla izhar etmezdi.
    Bizim delilimiz, bizden bir kimsenin (yani bir insanın) şanı yüce Allah'ın velisi olduğunu bilmek, ancak onun mü'min olacağını bilmekten sonra sa*hih bir delil olabilir. O kişinin mü'min olarak öleceği bilinmeyeceğine göre, bizim o kişinin yüce Allah'ın bir velisi olduğunu kesinlikle söylemek imka*nımız olmaz. Çünkü yüce Allah'ın gerçek velisi, yüce Allah tarafından mut*laka iman ile öleceği bilinen kimsedir. Böyle bir kimsenin iman üzere öle*ceğini kesinlikle söylemek imkanına sahip olmadığımızı ittifakla kabul etti*ğimize göre, hatta o kişinin kendisi dahi iman üzere öleceğini kesinlikle söy*leyemediğine göre, onun bu harikulade halinin yüce Allah'ın velisi olduğu*nun delili olmadığı ortaya çıkar. İlim adamlarımız devamla derler ki: Bunun*la birlikte şanı yüce Allah'ın bazı velilerini (gerçek dostlarını) güzel akıbe*tine ve amelinin nihaî haline kendisi ile birlikte başkalarının da durumuna muttali kılması imkansız birşey değildir. Bu görüşü şeyh Ebû'l-Hasen el-Eş'arî ve başkaları ortaya koymuştur.
    Taberi'nin görüşüne göre ise şanı yüce Allah, bu İblis kıssası ile, Âdemoğullarından ona benzeyen kimseleri azarlamak istemiştir. Bunlar ise, peygam*berliğini bilmelerine ve çok eskiden beri Allah'ın üzerlerine ve geçmişleri*ne olan ni'metlerini bilmelerine rağmen Muhammed (s.a)'ı inkar eden yahudilerdir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    10- İblis'ten Önce Kafir Var mıydı?:


    İblisten önce kafirin olup olmadığı hususu ile ilgili farklı görüşler belir*tilmiştir. Kimisine göre, yoktur, İblis, inkar edip kafir olan ilk kişidir. Kimi*sine göre ise, ondan önce cinlerden kafirler vardı ve bunlar yeryüzünde ya*şıyorlardı.
    Yine İblisin küfrü cehlî (bilgisizlikten) miydi, yoksa inadî miydi konusun*da da Ehl-i Sünnet âlimleri arasında iki ayrı görüş vardır. Bununla birlikte ka*fir olmadan önce onun yüce Allah'ı bilen bir kimse olduğu hususunda gö*rüş ayrılığı yoktur. İblisin cehlî olarak kafir olduğunu kabul edenler şöyle der: O kafir olduğu vakit, ilimden mahrum bırakıldı. İblisin küfrünün inadî oldu*ğunu söyleyenler de şöyle der: O, bilgiye sahip olmakla birlikte kafir oldu. İbn Atiyye der ki: İlmi kalmakla birlikte inadî olarak kafir olmak uzak bir ih*timaldir. Ancak bana göre bu caizdir (mümkündür). Yüce Allah'ın dilediği kimseyi tevfikinden mahrum kılmasıyla birlikte imkansız değildir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    35. Ve dedik ki: "Ey Âdem, sen zevcenle birlikte cennette yerleş ve ondan istediğiniz gibi bol bol, afiyetle yeyiniz. Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız-, yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz."
    Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onüç başlık halinde yapacağız:

  8. #38

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    1- Cennette Yerleşmek:


    "Dedik ki: Ey Âdem, sen zevcenle birlikte cennette yerleş." Kafir olma*sı ile birlikte yüce Allah'ın İblis'i cennetten çıkartıp uzaklaştırdığında görüş aynlığı yoktur. Onun çıkartılmasından sonra da yüce Allah, Hz. Âdem'e: "yer*leş" emrini vermiştir. Yani orada ikamet et ve orayı mesken tut. Mesken sü*kûn bulma yeridir. Ateşe de "seken" denilir. Şair der ki:
    "O (mızrak) seken (ateş) ile ve yağlarla düzeltilmiştir."
    Yine seken, kendisiyle huzur bulunan herşeydir. Bıçağa da "(aynı kökten gelmek üzere) sikkîn" denilir. Bıçağa bu adın veriliş sebebi onun vasıtasıy*la kesilen hayvanın hareketinin durdurulması (teskin edilmesi)dir. Tasarru*funun ve hareketinin azlığı dolayısıyla da yoksula (aynı kökten gelmek üzere) "miskîn" denilir. Geminin dümenine de "sükkân" denilir. Çünkü ge*minin çalkalanmasını önler ve ona bir sükûnet kazandırır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    2- Hz. Âdem'e "Yerleş" Denilmesi ve Süknâ, Umrâ ve Benzeri Akidler:


    Yüce Allah'ın "yerleş (uskun)" diye buyurması, oradan zamanla çıkaca*ğına dikkat çekmektedir. Çünkü sakin olmak, mülk edinmek değildir. Bun*dan dolayı, arifin birisi şöyle demiştir: Sükna (mesken edinip yerleşmek) bel*li bir süreye kadardır, sonra sona erer. Âdem ile Havva'nın cennete girişle*ri işte böyle bir giriş idi. Yoksa orada ikamet etmek için değil idi.
    Derim ki: Durum böyle olduğuna göre, bu ilim adamlarının çoğunluğu*nun şu sözlerine de delalet etmektedir: Bir kimse birisini kendisine ait olan bir meskende iskan ettirse, iskan edilen kişi orayı süknâsıyla mülk edinmiş olmaz. Bu iskan süresi sona erdi mi; o mesken sahibi iskan ettiği kişiyi çı*kartabilir. eş-Şa'bi şöyle dermiş: Bir adam: Sen ölene kadar bu evimin süknası senin olsun, diyecek olsa, hayatı boyunca ve ölümü halinde de o ev onundur. Şayet: Sen ölene kadar bu evimde iskan ol diyecek olur ise, ölme*si halinde o ev asıl sahibine döner.
    "Umrâ" da süknâya benzemektedir. Şu kadar var ki umrâ hakkındaki gö*rüş ayrılıkları süknâ hakkındaki görüş ayrılıklarından daha güçlüdür. "Um-râ"ya dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Hud sûresinde Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. gelecektir.
    el-Harbî der ki: İbnu'l-A'rabî'yi şöyle derken dinledim: Bu gibi şeylerin, asıl sahiplerinin elinde mülk kaldığı, menfaatlerinin ise kendisine umrâ ve rukbâ, ifkâr, ihbâl, minha, ariyye, süknâ ve itrak kime verilirse onlara ait ola*cağı hususunda Araplar arasında görüş ayrılıkları yoktur. Bu, İmam Ma-lik'in ve onun mezhebini kabul edenlerin bu türden yapılan bağışların sade*ce menfaatlerine malik olunacağı, kendilerine (rakabelerine) malik olunama*yacağı şeklindeki görüşlerine bir delildir. Bu, aynı zamanda Leys b. Sa'd'ın, Kasım b. Muhammed'in ve Yezid b. Kusayt'ın da görüşüdür.
    "Umrâ": Senin bir kimseyi sana ait olan bir evde senin yahut onun öm*rü boyunca iskân ettirmektir. Rukbâ da böyledir. Bu da bir kimsenin bir di*ğerine: Bu ev sen benden önce ölürsen bana dönecek, ben senden önce ölür*sem, senin olacaktır. Bu kelime "(gözetlemek anlamına gelen) muraka-be"den gelmektedir, demesidir. Murakabe ise, onlardan her birisinin ötekinin ölümünü gözetlemesi demektir. Bundan dolayı bunun caiz olup olma*dığı hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır. Ebû Yusuf ve Şafii bunu ca*iz kabul etmişlerdir. Onlara göre bu, bir vasiyet gibidir. İmam Malik ve di*ğer Küfe âlimleri ise bunu caiz kabul etmemektedir. Çünkü onların her bi*risi kendisi lehine gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmediği bir ivazı mak*sat olarak gözetmekte ve her birileri arkadaşının ölümünü adeta temenni et*mektedir. Bu konuda, hem caiz gören hem de men'eden iki hadis-i şerif var*dır ki bu ikisini de İbn Mace Sünen'inde kaydetmektedir. Birincisini Câbir b. Abdullah rivayet etmiştir. Buna göre Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Um-râ, kendisine verilen kimse için caizdir, rukbâ da kendisine verilen kimse için caizdir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Bu hadis-i şerifte umrâ ile rukbâ arasında hüküm bakımından bir eşitlik sözkonusudur.
    İkinci hadis ise, İbn Ömer'den gelmektedir. Buna göre Rasulullah (s.a) şöy*le buyurmuştur: "Rukbâ diye birşey yoktur. Her kime herhangi bir şey ruk*bâ diye verilecek olursa, hayatı boyunca da ölümünden sonra da o şey onun*dur." İbn Ömer der ki: Rukbâ kişinin ötekine: "İkimizden hangisi daha ön*ce ölürse ötekinin olsun" demesidir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Hadis-i şerifte "rukbâ yoktur" ifadesi böyle bir şeyin yasaklığını ifade eden bir nehiydir. "Her kime rukbâ olarak birşey verilirse o onundur" buyruğu ise bunun caiz olduğuna delalet etmektedir. Bu iki hadisi aynı zamanda Nesai de rivayet etmiştir. İbn Abbas'ın şöyle dediğini de nakletmektedir: Umrâ ve rukbâ aynı şeylerdir.
    İbn Münzir der ki: Rasulullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Um*râ kime verilirse caizdir, rukbâ da kime verilirse cazdir." Buna göre İbn Mün*zir bu hadis-i şerifi sahih kabul etmektedir. Ayrıca bu, umrâ ve rukbâ aynı şeylerdir diyen kimseler lehine bir delildir. Hz. Ali'den de bu kanaat riva*yet edilmiştir. es-Sevrî ve İmam Ahmed'in de görüşü budur. Ayrıca ilk veren kişiye bir daha dönmeyeceğini de belirtmişlerdir. İshak da bu görüştedir. Ta*vus der ki: Her kim rukbâ olarak birşey verirse o aynen miras gibidir.
    Ifkâr ise, (omurga anlamına gelen) fekaru'z zahr'dan gelmektedir. Bir kim*se birisine: Ben bu devemi sana ifkâr ediyorum diyecek olursa, sırtına bin*mek üzere sana ariyeten veriyorum, demektir. Av hayvanı avcı tarafından sır*tından vurularak avlanılmak üzere fırsat verdiği takdirde de bu tabir kulla*nılır.
    İhbal (noktalı hı ile) da ifkâr gibidir. Bir kimseye, binmek üzere bir dişi deve, yahut üzerinde savaşmak üzere bir at, ariyeten verildiği takdirde bu ta*bir kullanılır. Züheyr der ki:
    "İşte oracıkta onlardan malı ihbal etmeleri istenirse ederler Onlardan istenirse verirler, zenginlikleri artarsa da (vermekte) aşırı giderler."
    Minha: Bağış demektir. Bu ise, sütün bağışlanması anlamındadır. Meni-ha ise, bir kişinin bir başkasına sütünü sağıp sonradan geri vermek üzere di*şi deveyi ya da koyunu vermesi demektir. Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuş*tur: "Ariyet alınan şey geri ödenir, minha geri verilir. Borç ödenir, kefil (asıl borçlu ödemediği takdirde) öder" Bu hadis, Ebû Umame tarafından rivayet edilmiştir, Tirmizi, Darakutnî ve başkaları tarafından da kitaplarında tahric edilmiştir. Sahih bir hadistir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Itrâk ise, erkek deveyi ariyet olarak vermektir. Bir kimse, birisinin erkek devesini kendi develeri arasında yayılsın diye, istemesine denilir. Erkek de*venin dişi deve ile ilişki Kurması anlamındadır. "Tarûkatu'1-fahP ise dişi de*ve anlamındadır. Erkek deve tarafından kendisi ile ilişki kurulacak seviyeye gelen dişi deveye "nakatun tarukatu'1-fahl" denilir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    3. "Sen" Zamiri:


    "Sen zevcenle birlikte..." buyruğundaki "sen" zamirinin ayrıca kullanıl*ması, (yerleş) fiilindeki zamiri tekid içindir. "Sen ve Rabbinle birlikte git" (el-Maide, 5/24) buyruğu da bunun gibidir. "Sen" zamiri kullanılmaksızın "eşinle birlikte yerleş" demek uygun olmadığı gibi, "Rabbinle birlikte git" de*mek de uygun değildir. Böyle bir söyleyiş (yani sen zamirini kullanmadan) ancak şiirdeki vezin zarureti dolayısıyla olur. Şairin şu sözlerinde olduğu gi*bi:
    "Parlak beyaz ile o çölde kumlar üzerinde yürüyen
    Yaban öküzleri gibi seke seke gelince (ona) dedim ki. . ."
    Burada "parlak beyaz" kelimesi "gelince" fiilindeki zamire atfedilmiş ve bu zamiri ayrıca tekid etmemiştir. Bu şekilde (zamir kullanılmaksızın) ifade*lerde bulunmak Kur'an dışında güzel olmamakla birlikte, mümkündür. Zeyd ile birlikte kalk, demek gibi. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    4- Hz. Âdem'in Eşi Hz. Havva:


    "Sen zevcenle birlikte" buyruğundaki "zevce" kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de "zevç" şeklinde kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmişti. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Müslim'in Sahih'inde yer alan bir hadiste ise "zevce" şeklinde geçmektedir. Bize Abdullah b. Mesleme b. Ka'neb anlattı, dedi ki: Bize Hammad b. Seleme, Sa*bit el-Bünânî'den, o Enes'ten rivayetle dedi ki: Peygamber (s.a) hanımlarından birisi ile birlikte iken yanından bir adam geçti. Hz. Peygamber, o adamı çağır*dı. Yanına gelince şöyle buyurdu: "Ey filan, bu yanımdaki benim filan zevceni*dir." Adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben belki başkası hakkında birşey-ler zannedebilirdim ama senin hakkında asla. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Şüphesiz şeytan insanın içinden kanın aktığı gibi akar." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Âdem (a.s)'ın zevcesi Havva (aleyhesselam)dır. Ona bu ismi ilk veren yi*ne Hz. Âdem'dir. Hz. Havva, Hz. Âdem'in kaburga kemiğinden farkına var*maksızın yaratılmıştır. Eğer bundan dolayı bir acı çekmiş olsaydı, hiçbir er*kek hanımına şefkat göstermezdi. Uyandığında: Bu kimdir diye sorulmuş, Hz. Âdem de: Bu bir kadındır, cevabını vermiş. Ona: Adı nedir, diye sorulunca o da: Havva demiş. Niye bir kadındır (imrâe) dedin diye sorulunca o: Çün*kü (kişi anlamına gelen) mer'den alınmadır. Bu sefer: Neden peki Havva adı*nı verdin, diye sorulunca Hayy (diri)den yaratılmıştır. Cevabını vermiş.
    Rivayet edildiğine göre ona bu sorulan bilgisinin sınırını ölçmek amacıy*la melekler sormuşlardır. Yine rivayete göre melekler ona: Ey Âdem, sen bu*nu seviyor musun deyince o: Evet demiş. Bu sefer melekler Havva'ya: Ey Hav*va, ya sen bunu seviyor musun diye sorunca Havva ise, Âdem'in kalbinde*ki sevginin katlarca fazlasını kalbinde taşımakla birlikte: Hayır cevabını ver*miş. Derler ki: Eğer bir kadın kocasına olan sevgisini samimi olarak dile ge*tirseydi, şüphesiz ki Havva bunu dile getirirdi. İbn Mes'ud ve İbn Abbas der ki: Hz. Âdem, cennete yerleştirilince, yalnızlıktan sıkıntılı bir halde yürüyüp durdu. Uykuya dalınca Havva, sol tarafından kısa kaburga kemiğinden ya*ratıldı ki, onunla sükûn bulsun ve onunla yalnızlıktan kurtulsun diye. Hz. Âdem uyanıp da onu görünce sen kimsin, diye sormuş, o da: Ben bir kadı*nım, benimle sükûn bulasın diye, senin kaburga kemiklerinden yaratıldım, cevabını vermiş. İşte yüce Allah'ın şu buyruğunun anlamı da budur: "Sizi tek bir candan yaratandır O. Bu candan da onunla sükûn bulsun diye eşini ya*ratmıştır." (el-A'raf, 7/189)
    İlim adamları derler ki: İşte bundan dolayı kadında bir eğrilik vardır. Zi*ra kadın eğri olan kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Kadın, kaburga kemiğinden yaratılmıştır. -Bir rivayette şu da vardır: Kabur*ga kemiğinin en eğri bölgesi ise, en üst tarafıdır.- O bakımdan kadın sana kar*şı hiçbir zaman aynı şekilde dosdoğru olamaz. Sen ondan istifade edecek olur isen eğriliği ile birlikte ondan istifade edersin. Onu doğrultmaya kalkışırsan onu kırarsın. Onu kırmak ise onu boşamaktır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Şair de buna işaretle şöy*le demektedir:
    "O, eğri olan kaburga kemiğidir, sen onu düzeltemezsin Şunu bil ki kaburga kemiklerini düzeltmek onların kırılması demektir. (Kadın) nasıl olur da yiğide karşı hem zayıf hem de iktidar sahibidir? Aynı anda hem güçlü hem güçsüz olması şaşılacak birşey değil midir?" İşte ilim adamları buradan hareket ederek sakal, meme ve küçük abdestini bozmak bakımından eşit şekilde erkek ve kadın alametlerini kendisin*de taşıyan hünsa-i müşkil'in mirasına kaburga kemiklerinin eksikliğini delil gösterirler. Eğer onun kaburga kemiklerinin sayısı kadının kaburga kemik*lerinden eksik olursa, ona erkek payı verilir. -Bu aynı zamanda Hz. Ali'den rivayet edilmiştir.- Çünkü Hz. Havva, Hz. Âdem'in kaburga kemiklerinden ya*ratılmıştır. Mirasa dair açıklamalarda bu hususta etraflı bilgiler -inşaallah- ge*lecektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    5- Cennet:


    "... cennette yerleş..." buyruğunda geçen cennet bahçe demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden de geçmişti. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Mu'tezile ve Kaderiye'nin, Hz. Âdem ebedîlik cennetinde değil, Aden topraklarındaki bir cennette (bahçe*de) idi, şeklindeki kanaatlerinin önemsenecek bir tarafı yoktur. Mu'tezile ve*ya Kaderiye, bid'at kabilinden bu görüşlerine şunu delil gösterirler: Eğer yer*leştirildikleri ebedîlik cenneti olsaydı, İblis'in Hz. Âdem'e ulaşmaması gere*kirdi. Çünkü Allah, şöyle buyurmaktadır. "Orada ne bir boş söz, ne de günah gerektiren bir iş vardır." (et-Tur, 52/23); "Orada ne boş bir söz işitirler, ne de bir yalan" Cen-Nebe', 78/35); "Orada ne boş bir söz, ne de günahı gerek*tiren bir söz işitirler. Orada işittikleri ancak "selam selam" sözüdür." (el-Va-kıa, 56/25-26) Diğer taraftan yüce Allah'ın şu buyruğu dolayısıyla da cennet*likler cennetten çıkmazlar: "Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir." (el-Hicr, 15/48) Ayrıca ebedîlik cenneti, kutsallık yurdudur. Orası günahlardan ve masiyetlerden uzak tutularak takdis edilmiş ve bu gibi şeylerden temiz*lenmiştir. İblis ise orada boş söz söylemiş, yalan söylemiştir. Âdem ve Hav*va da masiyetleri sebebiyle cenneten çıkartılmışlardır.
    Bu şekilde görüşlerini delillendirmeye çalışan Mu'tezile ve Kaderiye devamla derler ki: Hz. Âdem'in Allah katındaki makamının yüceliğine ve ak*lının mükemmelliğine rağmen, ebedîlik yurdunda ve sonu gelmeyecek bir mülk arasında bulunmakla birlikte, ebedîlik ağacını araması nasıl mümkün olabilir?
    Cevap şudur: Şanı yüce Allah, âyet-i kerimede geçen "cennet" kelimesi*ni elif lam'lı ile belirtili (marife) yapmıştır. Ben Allah'tan cenneti dilerim, di*yen kimsenin sözünden bütün insanların örfünde anlaşılan sadece onun ebe*dîlik cennetni istediğidir. Başka birşey anlaşılmaz. İblis'in Hz. Âdem'i aldat*mak üzere cennete girmesi ise, aklen imkansız değildir. Diğer taraftan Hz. Musa, Hz Âdem ile karşılaşmış ve Hz. Musa ona: "Sen kendi soyundan ge*lenlerin bedbaht olmasına sebep oldun, onları (lam-ı tarifli olarak) cennet*ten çıkarttın." demiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Burada (cennet kelimesinin başına) elif lam'ın ge*liş sebebi onun bilinen ebedîlik cenneti olduğuna delil olsun diyedir. Hz. Âdem, Hz. Musa'nın bu sözlerine itiraz etmemiştir. Eğer bu başka bir cennet olsaydı, Hz. Musa'ya cevap verirdi. Hz. Âdem, Hz.Musa'nın söylediklerine ce*vap vermeyip sustuğuna göre yüce Allah'ın onları çıkarttığı cennetin, cen*netten çıktıktan sonra götürüldükleri yerden farklı olduğu kendiliğinden an*laşılmaktadır.
    Bunların delil olarak gösterdikleri âyetlere gelince; bu gibi hususlar şanı yü*ce Allah tarafından Kıyamet gününde cennet ehlinin oraya girmesinden son*ra gerçekleşecek şeylerdir. Yüce Allah'ın orada ebedi kılmak istediği kimse*ler için, oranın ebedilik yurdu olması ile birlikte, ölümüne hükmettiği kimse*leri de oradan çıkartması arasında bir çelişki yoktur ve bu imkansız birşey değ-lidir. Tefsir âlimleri, meleklerin cennet ehlinin yanına girip yine oradan çıka*caklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Diğer taraftan cennetin anahtarları İblisin elinde bulunuyordu. İsyan ettikten sonra bu anahtarlar ondan alındı. Peygam*ber (s.a) da İsra gecesi cennete girmiş, çıkmış, orada bulunanları haber ver*miş ve bunun gerçekten ebedîlik yurdu olan cennet olduğunu söylemiştir.
    Mu'tezile ve Kaderiye'nin; cennet kutsal bir yurttur, yüce Allah orayı gü*nahlardan arındırmıştır, şeklindeki sözleri ise, bir bilgisizliğin ifadesidir. Çünkü yüce Allah İsrail oğullarına Arz-ı Mukaddese girmelerini emretmiştir. Burası ise, bildiğimiz Şam topraklarıdır. Şeriat sahibi milletler yüce Allah'ın orayı kutsallaştırdığını ittifakla kabul etmişlerdir. Halbuki o bölgede türlü ma-siyetlere, küfür ve yalana tanık olunmuştur. Oranın kutsal olması, orada bir*takım masiyetlerin işlenmesine mani değildir. İşte kutsallık yurdu olan cen*netin durumu da böyledir.
    Ebû'l-Hasen b. Battal der ki: Bazı hocaların naklettiklerine göre, ehl-i sün*net ebedilik yurdu olan cennetin Âdem (a.s)'ın çıkartıldığı cennet olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Dolayısıyla onlara muhalif kanaat belirtenlerin görüş*lerinin bir anlamı yoktur.
    Aksi görüş savunanların: Aklının mükemmelliğine rağmen ebedilik yur*dunda olduğu halde ebedilik ağacına talib olmak, Âdem için nasıl mümkün olabilir, şeklindeki sözlerine gelince; bu soru tersinden onlara şöyle sorula*bilir: Peki aklının mükemmelliğine rağmen yokluk yurdunda ebedilik ağa*cına talip olması Âdem için nasıl düşünülebilir? Asgari aklı bulunan bir kimse için böyle birşey elbete ki düşünülemez. Peki -Ebû Umame'nin ileri*de gelecek sözüne göre- insanların en üstün akıllısı olan Hz. Âdem hakkın*da böyle birşeyi nasıl düşünebilirsiniz? Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    6- İstediğiniz Gibi Yeyiniz:


    "Ondan bol bol, afiyetle, istediğiniz gibi yeyiniz" buyruğunda yer alan "Afiyetle" kelimesi "ğayn" harfinin fethası ile (üstünlü) okunmuştur. Nehaî, İbn Vessab ise sükûnlu okumuştur.
    "Reğed" elde edilmesinde zorluk çekilmeyen rahat, hoş ve bol geçim de*mektir. Şair der ki:
    "Kişiyi nimet içinde görürsün,
    Afiyetle dolu bir yaşayış ile ve türlü musibetlerden emin olarak." Bir topluluğun eğer verimi bol, geçim ve yaşayışı rahat ise durumlarını an*latmak üzere bu kökten gelen kelimeler kullanılır. "Afiyette" anlamındaki ke*limenin nasb ile kullanılması, hazf edilmiş bir mastara sıfat olmasıyladır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    7- Yasak Ağaç:


    "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız." Yani, yemek suretiyle ona yaklaşma*yınız. Çünkü başka ağaçlardan yemek mubah kılınmıştı. İbnu'l-Arabî der ki: eş-Şâşî'yi, en-Nadr b. Şumeyl'in meclisinde şöyle derken, dinledim Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. : Eğer (ra harfi üstün okunarak): Yaklaşma denilecek olursa, bunun an*lamı o fiili işleme demektir. Şayet aynı harf ötreli okunacak olursa, ona ya*kın olma, demek olur. es-Sihah'âa. belirtildiğine göre, (ra harfinin ötreli oku*nuşu ile) bir şeye yaklaşmak anlamına gelmektedir. Geceleyin suya doğru yol alıp kişi ile su arasında bir günlük mesafe kaldığını ifade etmek için ise, bu kökün şekilleri kullanılır. Bu şekilde, suya yaklaşmaya da denilir. el-Esmaî der ki: Bedevi bir araba: Karab (suya yakın olmak) ne demektir, diye sordum. Bana: Ertesi günü su almak üzere geceleyin yol almak demektir, dedi.
    İbn Atiyye der ki: Söz inceliğine vakıf bazı kimseler şöyle demiştir: Şanı yüce Allah, ağacın meyvesinden yenilmesini yasaklamayı murad edince, hem onu yemeyi hem de ona yakın olmak gibi yemeye iten bir işi yasakla*mayı gerektiren bir lafız kullanmıştır ki o da "yaklaşmak" lafzıdır. Yine İbn Atiyye der ki: İşte bu seddüzzerai'e Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. dair apaçık bir misaldir.
    Kimi meânî âlimi de şöyle demiştir: Yüce Allah'ın "yaklaşmayınız" diye bu*yurması, onların bu günahı işleyeceklerini ve cennetten çıkacaklarını, Âdem'in cennette yerleşmesinin sürekli olmayacağını ifade eder. Çünkü ebedî olarak bir yerde bırakılan bir kimseye, herhangi bir şey yasaklanmaz, ona emir verilmez, yasak konulmaz. Buna delil de aynı zamanda yüce Al*lah'ın: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (el-Bakara 2/30) diye buyurmasıdır. İşte bu da onun cennetten çıkarılacağının delilidir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    8- Bu Ağaç:


    "Bu ağaca yaklaşmayınız." tabiri Arapçada müphem (belirtisiz) olan bir isim yalnızca elif lam'lı kelimeler ile nitelendirilir. İbn Muhaysın (î^Iill «Ju )ı ( ij=^i\ l5i* ) şeklinde okumuştur. Asıl olan da bu şekildir. Çünkü bu keli*menin sonundaki "h" harfi yâ harfinden bir bedeldir. Ondan önceki harfin esreli olması da bundan dolayıdır. Kendisinden önceki harfin esreli geldiği ve müenneslik "he"si bulunan başka bir kelime yoktur. Bunun sebebi ise bu kelmenin, aslının ya oluşudur.
    Şecere "ağaç": Yeryüzü bitkilerinden sapı olanlara denilir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu kökten ola*rak "meşcere" ağaçlık yer demektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    9- Hz. Âdem'e Yasak Kılınan Ağaç Hangisi İdi?


    Tefsir âlimleri, Hz. Âdem'e yemesi yasaklandığı halde yediği ağacın han*gisi olduğu hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. İbn Mes'ud, İbn Abbas, Said b. Cübeyr ve Cafer b. Hubeyre'nin görüşüne göre bu, üzüm ağacıdır. Bi*ze şarabın haram kılınış sebebi de işte budur.
    Yine İbn Abbâs, Ebû Mâlik ve Katâde'ye göre bu, sünbüldür. Onun bir ta*nesi, sığırın böbreği gibi idi, baldan tatlı ve yağdan yumuşaktı. Bu görüş Ve-hb b. Münebbih'e aittir. Yüce, Allah Hz. Âdem'in tevbesini kabul edince sün-bülü (başağı) soyundan gelenlere gıda kıldı.
    İbn Cüreyc'in bazı sahabilerden rivayet ettiğine göre o, incir ağacı idi. Sa*id de Katâde'den bu şekilde rivayet etmiştir. Bu bakımdan rüyasında incir yediğini gören bir kimsenin bu tutumu pişmanlık duyması şeklinde yorumla*nır. Çünkü Hz. Âdem onu yediği için pişmanlık duymuştur. Bu görüşü de es-Süheylî zikretmektedir.
    İbn Atiyye der ki: Ağacın hangisi olduğunu belirten bu rivayetler arasın*da Hz. Peygamber'den gelen bir haber ile desteklenen bir rivayet yoktur. Bu konuda takınılacak en doğru tutum, şanı yüce Allah'ın Hz. Âdem'e bir ağaç*tan yemeyi yasakladığı ve Hz.Âdem'in bu emre uymayıp oradan yediği, ondan yemek suretiyle de asi olduğudur.
    Ebû Nasr el-Kuşeyrî de der ki: İmam olan babam -Allah'ın rahmeti üze*rine olsun- şöyle derdi: Genel olarak şunu biliyoruz ki, bu ağaç, Âdem'in sı*nanması için yasak kılınmış bir ağaçtı. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    10- Yasak ve Tehdide Rağmen Hz. Adem Ağaçtan Nasıl Yedi?


    Yine tefsir âlimleri, yasak ile birlikte yer alan "zulmedenlerden olursu*nuz" tehdidine rağmen Hz. Âdem'in o ağaçtan nasıl yediği hususnda farklı görüşlere sahiptirler. Bazıları şöyle demektedir: Kendisine işaret edilen ağa*cın dışında başka bir ağaçtan yediler. Onlar konu ile ilgili bu nehyin o tür*den olan bütün ağaçları kapsadığı şeklinde bir yorum yapamamışlardı. San*ki İblis, bu konuda emrin zahirini esas alıp hareket etmek şeklinde Hz. Âdem'i aldatmış gibidir. İbn Arabî der ki: Bu görüşe göre bu ağaçtan yemek yüce Allah'a karşı ilk isyandır.
    (İbnü'l- Arabî devamla) der ki: Bunda "bu ekmekten" yememek üzere ye*min edip de onun cinsinden ekmek yiyen kimsenin yeminini bozmuş olaca*ğına dair bir delil vardır. Konu ile ilgili mezheplerin tahkiki sonucu şudur: İlim adamlarının çoğunluğu o takdirde yeminini bozmuş olmaz, demişlerdir. İmam Malik ve mezhebine mensup olanlar ise, şöyle demektedirler: Eğer ye*min esnasında yapılan işaret ile kendisine işaret edilen ekmeğin tayini söz-konusu ise, o takdirde o ekmeğin cinsinden yemekle yeminini bozmuş ol*maz. Şayet yeminin yapılması, yahut sebebi veya niyeti eğer cinsin tayinini gerektirmiş ise, yemin o ekmeğin cinsine hamledilir ve o ekmekten başka*sını yemek suretiyle yeminini bozmuş olur. İşte Âdem (a.s) kıssası da buna göre yorumlanmıştır. Çünkü Hz. Âdem'e tayin edilen bir ağaçtan yemesi ya*sak kılınmakla birlikte ağacın cinsi kastedilmiştir. O ise sözü, anlamına (ya*ni cinsin anlatılmak istendiğine) değil de lafza göre yorumlamıştır.
    Bizim mezhebimize mensup ilim adamları, buna dair ferî bir mesele hak*kında farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Şöyle ki, bir kimse bu buğdaydan yememek üzere yemin etse, ondan yapılmış ekmek yese, konu ile ilgili iki görüş vardır. "el-Kitab"da denildiğine göre, buğday bu şekilde yenildiğinden dolayı, o buğdaydan yapılmış olan ekmeği yiyen yeminini bozmuş olur. İbnu'1-Mevvâz ise der ki: Bu konuda herhangi bir sorumluluğu yoktur. Çünkü o buğday yemiş değildir. Sadece ekmek yemiştir. Böylelikle (İbnu'l-Mevvâz) hem ismi hem sıfatı göz önünde bulundurmuş olur. Yemin eden kişi: Ben bu buğdaydan yemeyeceğim dese, o buğdaydan yapılmış olan ekmeği yediği tak*dirde yeminini bozmuş olur.
    O buğdayın bedeli ile yiyecek birşey alıp yese, yahut o buğdayın tohum olarak kullanılıp ondan bitenlerden yemesi hakkında ise görüş ayrılığı vardır.
    Başkaları da şöyle demiştir: Âdem ile Havva burada kendilerine yapılan yasağı mendupluk ifade edecek şekilde yorumlamışlardır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu her ne kadar usul-u fıkh mes'elelerinden birisi ise, de bu husus bu*rada sözkonusu edilmiştir. Çünkü yüce Allah burada: "Yoksa ikiniz de za*limlerden olursunuz" diye buyurmuş ve nehiy ile tehdidi bir arada zikret*miştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda da aynı şey sözkonusudur: "Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya uğrarsın." (Ta-ha, 20/117)
    İbnu'l-Müseyyeb der ki: Âdem o ağaçtan Havva kendisine şarap içirip de sarhoş olduktan ve aklı başından gittikten sonra yemiştir. Yezid b. Kusayt da böyle demiştir. Her ikisi de, Allah adına yemin ederek, Hz. Âdem'in aklı ba*şında olduğu halde o ağaçtan yemediğini söylemişlerdir. Ancak İbnu'l-Ara*bî der ki: Ancak böyle bir iddia hem aklî bakımdan tutarsızdır, hem de nak-lî bakımdan. Naklî bakımdan tutarsız olması herhangi bir şekilde buna dair sahih bir rivayetin gelmemesinden dolayıdır. Diğer taraftan yüce Allah, cen*netteki şarabın niteliklerini belirtirken: "Onda herhangi bir zarar yoktur"(es-Saffat, 37/47) diye buyurmaktadır. Aklî açıdan bunun tutarsız olmasına ge*lince, peygamberler peygamber olduktan sonra farzları yerine getirmelerine imkan vermeyecek ve günahları işleme cesaretini kazandıracak şeylerden ko*runmuşlardır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    Hz. Âdem'in Peygamberliği:


    Derim ki: Bazı ilim adamları, Hz. Âdem'in cennette yerleştirilmesinden ön*ce peygamber olduğu hükmünü yüce Allah'ın: "O da onlara isimlerini ha*ber verince.." (el-Bakara 2/33) buyruğundan çıkarmışlardır. Şanı yüce Allah, ona meleklerin sahib olmadığı, yüce Allah'ın ilminden birtakım bilgileri ha*ber vermesini emretmeştir.
    Hz. Âdem'in unutarak yasak ağaçtan yediği de söylenmiştir. Onların yeme*leri halinde karşı karşıya kalacakları tehdidi unutmuş olmaları mümkündür.
    Derim ki: Doğrusu da budur. Çünkü yüce Allah, Kitab-ı Kerim'inde bu*nu çok kesin ve açık bir ifadeyle dile getirerek şöyle buyurmuştur: "Andol-sun ki bundan önce biz Âdem'e vahyettik, o da unuttu, biz onun (.günaha) kas*tettiğini görmedik. " (Ta-ha, 20/115) Fakat peygamberlerin marifetlerinin çok*luğu, makamlarının yüksekliği dolayısıyla başkaları için gerekmeyen fakat kendileri için gereken bir dikkat ve uyanıklığa sahip olmaları gerekir. O bakımdan Hz.Âdem'in bu şekilde kendisine yapılan yasağı hatırlamasını engel*leyecek başka şeylerle uğraşması, emri zayi etmektir ve bundan dolayı o asi yani emre aykırı hareket eden bir kişi konumuna düşmüştür. Ebû Umame der ki: Eğer şanı yüce Allah'ın insanları yarattığı günden Kıyamet gününe kadar bütün Âdemoğullarının kendilerini dizginlemeleri bir kefeye, Âdem'in de ken*disini dizginlemesi öteki kefeye konulacak olursa, Âdem'in kendisini dizgin*lemesi onlardan daha ağır basar. Nitekim yüce Allah: "Biz onda (günaha kar*şı) bir kasıt görmedik." (Ta-ha, 20/115) diye buyurmaktadır.
    Derim ki: Ebû Umame'nin bu sözü bütün Âdemoğulları hakkında genel bir ifadedir. Aralarından peygamberimiz Muhammed (s.a)'i bunun dışında bir istisna kabul etmesi ihtimali vardır. Çünkü Peygamber Efendimiz, kendisini dizginlemesi ve aklı itibariyle insanların en ileri derecede olanıdır. Onun bu sözünün aynı şekilde peygamberler dışında kalan Âdemoğullarının kendile*rini dizginlemesi şeklinde bir anlam ifade etmesi de muhtemeldir. Doğrusu*nu en iyi bilen Allah'tır.
    Derim ki: Konu ile ilgili birinci görüş de aynı şekilde güzeldir. Buna gö*re, onlar yasak kılınan ağaçtan sadece tayin edilen ağaç olduğunu sanmış*lar, halbuki kasıt o ağacın türünden olan bütün ağaçlan da kapsamakta idi. Peygamber Efendimizin, bir parça altın ve bir parça ipek kumaş alıp: "Bu iki*si ümmetimin erkeklerine haramdır" Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. bir başka rivayete göre de: "Bu iki*si ümmetimi helak edecektir" demesi gibi. Hz. Peygamber bu ifadeleriyle mu*ayyen olarak o iki parçayı değil, onların cinsini kastetmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    11- Emre Aykırı Hareketleri Nasıl Gerçekleşti?


    Denilir ki: Yasak ağaçtan ilk yiyen -ileride de açıklanacağı şekilde- İbli*sin aldatması ile Havva olmuştur. Ve ilk olarak İblis, Havva ile konuşmuştur. Çünkü Havva yastığın vesvesecisidir. (Erkeğe vesvese kadınlardan gelir, anlamındadır). Kadınlar aracılığıyla erkeklerin karşı karşıya kaldıkları ilk fit*ne de budur. İblis, Havva'ya şöyle dedi: Sizin bu ağacı yemekten alıkonul*manızın tek sebebi bunun ebedîlik ağacı olmasıdır. Çünkü İblis, her ikisinin de ebedî kalmayı sevdiklerini öğrenmişti. O bakımdan onların hoşuna gide*cek sevdikleri bir şeyi öne sürdü. "Zaten kişinin birşeyi sevmesi, onu sağır ve kör eder." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Havva, Hz. Âdem'e yeme teklifini yapınca o, bu teklifini red*detti ve Allah'ın kendilerine verdiği emri hatırlattı. İblis, Havva'ya ısrar, etti, o da Âdem'e ısrar etti. Nihayet Havva şöyle dedi: O ağaçtan senden önce ben yiyeyim. Bundan dolayı bana bir zarar gelirse sen kurtulmuş olursun. Hav*va ağaçtan yediği halde bir zararını görmedi. Hz. Âdem'e gelip: Ye, ben ye*dim ve bana bir zararı olmadı, deyince Hz. Âdem de yedi ve bu sefer onların ayıp yerleri görünmeye başladı; her ikisi bu şekilde günahı işlemenin hük*müne maruz kaldılar. Çünkü yüce Allah, her ikisine hitaben: "Yalnız bu ağa*ca yaklaşmayınız" diye emir vermiş ve yasağı ikisine yöneltmişti. O bakım*dan her ikisi de yasağı işlemediği sürece sadece Havva o ağaçtan yediğin*den dolayı, günahın işlenmesi mukabilinde sözkonusu olan ceza sadece Hav*va'ya verilmedi. Hz. Âdem ise bu inceliği farkedememişti.
    İşte bundan dolayı kimi ilim adamı şöyle demiştir: İki hanımına veya iki cariyesine birisi: İkiniz bu eve girdiğiniz takdirde ikiniz de boşsunuz, yahut hürsünüz diyecek olur ise, boşama ve hürriyete kavuşma onlardan bir tane*sinin o eve girmesiyle gerçekleşmez. Bizim mezhebimize mensup ilim adam*ları, bu hususta üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. İbnû'l-Kâsım der ki: Her iki*si de girmedikleri sürece hanımları boş olmaz, cariyeleri de azad olmaz. Bu görüşü ile konu ile ilgili bu asıl kaideyi benimsemiş ve lafzın mutlak ifade*sinin bunu gerektirdiği esasından hareket etmiştir. Sulınûn da bu görüştedir. İbnu'l-Kâsım bir başka seferinde de şöyle demiştir: Onlardan, herhangi bi*risinin eve girmesiyle birlikte her iki hanımı da boş olur, yahut her iki cari*yesi de azat olur. Çünkü yeminin kısmen bozulması da tamamen bozulma*sı demektir. Nitekim şu iki ekmeği yememek üzere yemin etse, bunlardan bi*risini yemekle yeminini bozmuş olur. Hatta ikisinden bir lokma yese dahi ye*minini bozmuş olur.
    Eşheb de der ki: Tek başına giren hanım boş olur ve cariye ise azad olur. Çünkü onlardan her birisinin girmesi, boşanmasının yahut azad edilmesinin bir şartıdır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü şartın bir kısmı, icmâ ile şartın tümü değildir.
    Derim ki: Doğrusu birinci görüştür. Yapılan yasak eğer iki ayrı fiile talik edilmiş (bağlanmış) ise ancak ikisi tarafından işlenmesiyle bu yasağa muha*lefet gerçekleşmiş olur. Çünkü herhangi bir kimse: İkiniz şu eve girmeyiniz diyecek olsa, onlardan birisi girse her ikisi birlikte o yasağa aykırı hareket etmiş olmazlar. Çünkü yüce Allah'ın: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız'' buyruğu Âdem ile Havva'ya yapılan bir yasağı, "yoksa ikiniz de zulmeden*lerden olursunuz" buyruğu ise, bu yasağın çiğnenmesi halinde karşı karşı*ya kalınacak cezayı ifade eden cevaptır. Bundan dolayı her ikisi de bu ya*sağı işlemedikleri sürece zalimlerden olmamışlardı. O bakımdan Havva, tek başına yasak ağacın meyvesini yeyince herhangi bir cezaya çarptırılmadı. Çün*kü yasak kılınan şey, tam ve eksiksiz olarak işlenmemişti. Hz. Âdem ise bu inceliği farkedememiş, o bakımdan o da umuda kapılmış ve bu hükmü unutmuş idi. Yüce Allah'ın: "Andolsun ki bundan önce biz Âdem'e vahyet-tik. O ise unuttu" (Ta-ha, 20/115) buyruğunun anlamı budur.
    Denildiğine göre, Hz. Âdem'in unuttuğu ise şu buyruğunda dile getirilen gerçekler ve tehditlerdir: "Şüphesiz ki bu sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya uğrarsınız" (Tâ-hâ, 20/117) Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  9. #39

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    12- Peygamberler Küçük Günah İşler Mi?


    Bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Acaba peygamberle*rin -Allah'ın selamı hepsine olsun- kendileri sebebiyle sorgulanacakları ve si*teme maruz kaldıkları küçük günahları işledikleri olmuş mudur, olmamış mı*dır? Bununla birlikte bütün ilim adamları peygaberlerin büyük günahları iş*lemekten, aynı şekilde ayıplanmayı, eksikliği ve düşüklüğü gerektiren her tür*lü alçaltıcı işten de masum olduklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Kadı Ebû Bekr (el-Bakıllanî)'ye göre bu, icma ile böyledir. Üstad Ebû İshak el-İsrefa-inî'ye göre ise, bunun böyle olması mucize delilinin bir gereğidir. Mu'zeti-le'ye göre ise, bu durum -kendi delillendirme usullerine göre- aklın konu ile ilgili delilinin bir gereğidir.
    Taberi ve bazı fakihler, kelamcılar ve hadis bilginleri der ki: Peygamber*lerden küçük günahlar sadır olur. Bu konuda: Peygamberler bütün bunlar*dan korunmuşlardır (masumdurlar). Rafızîlere muhalefet ederler. Delil olarak ise, Kur'an-ı Kerim'de konu ile ilgili delilleri ve bunu ifade eden anlamları çı*kardıkları hadis-i şerifleri gösterirler. Bu husus açıktır ve bunun anlaşılmaya*cak bir tarafı yoktur. Malik, Ebû Hanife ve Şafii mezhebine mensup fukahâ-nın cumhuru ise şöyle demektedirler: Peygamberler, tüm büyük günahlardan nasıl korunmuş iseler, bütün küçük günahlardan da öylece korunmuşlardır. Çünkü bizler fiillerinde, uygulamalarında ve yaşayışlarında herhangi bir ka*rineyi göz önünde bulundurmaksızın mutlak olarak onlara uymakla emrolun-muşuzdur. Onların küçük günahı işleyebileceklerini caiz kabul edersek on*lara uymak mümkün olmaz. Çünkü onların işledikleri herhangi bir fiilin maksadı, ya Allah'a yakınlaştırıcıdır ve mubahtır yahut da yasak veya masi-yettir. Fakat bir kişiye masiyet olma ihtimali olan bir işi yerine getirmesini em*retmek doğru değildir. Özellikle usul âlimleri arasında, çatışma olması halin*de uygulamayı sözden öncelikli kabul edenlerin görüşüne göre bu, böyledir.
    Üstad Ebû İshak el-İsferainî der ki: İlim adamları küçük günahlar husu*sunda farklı görüşlere sahiptirler. Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre pey*gamberlerin küçük günah işlemeleri caiz değildir. Kimisi de caiz kabul etmiş*tir. Ancak bu meselede dayanak teşkil edecek aslî bir delil yoktur. Birinci gö*rüşü kabul eden sonraki âlimlerden kimisi şöyle demiştir: Söylenmesi gere*ken şudur: Şanı yüce Allah, onların bir kısmının birtakım günahları işledik*lerini haber vermiş, bu günahları kendilerine nisbet etmiş, bundan dolayı da onlara sitem etmiştir. Yine onlar, kendilerinin bu tür hataları işlediklerini ha*ber vermiş, ancak onlardan sıyrılmış, ondan kopmuş ve tevbe etmişlerdir. Bü*tün bu hususlar -bir iki tanesini te'vil etmek mümkün olsa bile- tamamını te'vil etmek mümkün olmayacak şekilde birçok yerde vârid olmuştur. Ancak bun*ların hepsi de peygamberlerin makamlarını küçültecek özellikte değildir. On*ların işledikleri bu küçük hatalar, nadiren sadır olmuştur ve hata yoluyla ve*ya unutarak olmuştur. Ya da böyle bir işi işlemelerine götürecek bir te'vil so*nucu meydana gelmiştir. Ve onların bu hataları başkalarınınkine nisbetle ha*senattır. Onların mevkilerine, kıymet ve kadirlerinin yüksekliğine nisbetle ise onlar hakkında bir günahtır. Çünkü seyisin mükafat görebileceği bir işi yap*tığından dolayı vezir sorumlu tutulabilir. O bakımdan peygamberler güven*lik içinde olduklarını, esenlik içinde olduklarını, bilmekle birlikte Kıyamet gününde bunlardan dolayı sorguya çekileceklerinden çekinmişlerdir. Ebû İs-hak der ki: İşte doğrusu da budur.
    Cüneyd'in şu sözleri güzeldir: İyiler için hasenat olan şeyler mukarrebler için seyyiat olabilir. O bakımdan naslar, peygamberlerin -Allah'ın salat ve se*lamları üzerine olsun- birtakım günahları işlediklerine delil teşkil etseler bi*le bu, onların makam ve mevkilerini sarsmaz, rütbelerini düşürmez. Aksine yüce Allah, onların bu hallerini telafi etmiş, seçmiş, hidâyete iletmiş, övmüş, arındırmış, üstün tutmuştur. Allah'ın salât ve salamları üzerlerine olsun. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    13- Zulüm:


    "Yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz." Zulüm, asıl anlamı itiba*riyle bir şeyi olması gereken yerden başka bir yere koymaktır. Hiçbir şekil*de kazılmamış, fakat sonradan kazılan yere de "mazlum yer" denilir. en-Nâ-biga der ki:
    "Akşam vakitleri durup orada ona sorarak;
    Cevap veren olmadı, orada kimse de yoktu zaten;
    Sadece hayvanların bağlandığı seçemediğim kazıklar vardı,
    Bir de hiç kazılmamış toprağa kazılmış çukurlar gibi etrafını çeviren eşikler."
    Kazıdan çıkarılan toprağa da "ez-zalîm" denilir. Şair der ki:
    "Korkudan sonra bir çukurda (kabirde) buldu kendini O çukura (önceden alınmış) toprakları (zalim) geri konarak." Herhangi bir hastalığı olmaksızın deve kesildiği takdirde "zulmedilmiş" olur, denilir. Şairin: "Develere zulmedicidirler" ifa*desi de bu türdendir.
    Erken sağılan süte de "zalime" denilir. İçinde yağ ve sütün konulduğu tulumdan tereyağını çıkarmadan önce başkasına süt içirdiği vakit de "zulmet*ti" tabiri kullanılır. O süt için de "mazlum ve zalîm" denilir. Şairin şu sözle*ri de bu türdendir:
    "Ve bir kadın ki şöyle der: Ben kırbama zulmettim Damak hiç bu yağı alınmamış sütün farkına varmaz olur mu?" Çok zulmeden kimseye "zalîm" denilir, aynı zamanda zulüm: Şirk anlamın*dadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz şirk büyük bir zu*lümdür." (Lukman, 31/13) Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    "... ve ondan bol bol, afiyetle istediğiniz gibi yeyiniz." Ordan hesapsız olarak yeyiniz demektir. Herhangi bir şekilde sıkıntıya maruz kalmaksızın bol bol yeyiniz. Genişlik, bolluk ve bol verim sözkonusu olan topluluk hakkın*da -âyet-i kerimedeki kökten gelen denilir. Bunun anlamına da*ir açıklamalar daha önceden de (altıncı başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    36. Bunun üzerine şeytan, onları oradan kaydırıp içinde bulunduk*ları halden çıkardı. Biz de dedik ki: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir süreye kadar duracak bir yer ve faydalanacak şeyler vardır."
    Bu buyruğun: " Bunun üzerine şeytan, onları ordan kaydırıp içinde bu*lundukları halden çıkardı" bölümüne dair açıklamalarımızı on başlık halin*de ele alacağız:

    1-Şeytanın Kaydırması:


    "Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırıp" buyruğunda yeralan ve "onları kaydırdı" anlamına gelen ( L^Jjlî ) kelimesini çoğunlukla günah anlamına gelen "zelle" kökünden türeyen bir kelime olarak ve elif'siz oku*muşlardır. Yani şeytan onları yanılttı, ayaklarını kaydırıp o günaha düşme*lerini sağladı. Hamza ise, bu kelimeyi uzaklaştırmak anlamını ifade eden kök*ten elifli olarak şeklinde okumuştur. Bu, onları oradan uzaklaştırdı, izale etti demektir. İbn Keysan der ki: Onları izale etti, anlamındaki oku*yuş zevalden gelir. Onları içinde bulundukları itaatten alıkoydu, masiyete yö*neltti demek olur.
    Derim ki: O vakit bu iki okuyuş da aynı anlamı ifade eder. Ancak çoğun*luğun okuyuşu mana itibariyle daha sağlamdır. Şu iki âyet-i kerimenin ifa*de ettiği anlam da bunun delilidir: "Onları, kazandıklarının bir kısmı yü*zünden ancak şeytan kaydırmak istemiştir." (Al-i İmran, 3/155); "Şeytan on*lara vesvese verdi."(el-A'raf, 7/20; Ta-ha, 20/12). Burada sözü geçen vesve*se ise masiyeti işlemelerini sağlayarak onların ayaklarını kaydırmaktır. Yok*sa şeytanın bizatihi herhangi bir kimseyi bir yerden başka bir yere izale et*me gücü yoktur. Onun gücü ancak o kimseyi yanılmanın çerçevesine sok*maktan ibarettir. Bu ise kişinin günahı sebebiyle bir yerden bir başka yere izale edilmesine sebep teşkil eder. Bunun anlamı ile ilgili olarak şöyle de de*nilmiştir: Burada onların zelle'ye düşürülmesi bir yerden ayrılmak halinde ku-lanılan kelimeden gelmektedir. O vakit mana Hamza'nın kıraatinde olduğu gibi zevalden gelir. Nitekim İmruu'1-Kays da şu beyitte bu kelimeyi aynı an*lamda kullanmıştır:
    "(At) ağır olmayan genç(i), sırt tarafındaki yelesinin yakınından kayar(kaydırır)
    Ata binmesini beceremeyen ağır kimsenin ise elbisesi uçar, gider."
    Yine İmruu'1-Kays (bu kelimeyi aynı anlama kullanarak) şöyle demektedir:
    "Ve kırmızı bir at ki sırtından eyeri kayar
    Dümdüz kaya parçası üzerinde ayağı kayanın kaydığı gibi." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    2- Cennetten Çıkış:


    "İçinde bulundukları halden çıkardı" buyruğuna gelince, eğer bundan önceki ifadeyi bir yerden izale etmek şeklinde anlayacak olursak "onları çı*kardı" ifadesi bu izale edilişi te'kid etmekte ve açıklamaktadır. Çünkü cen*nette bulundukları yerden (yine cennette) bir başka yere çıkarılmış olmala*rı şeklinde anlaşılması da mümkündür. Oysa durum böyle değildir. Onlar cen*netten çıkartılıp yere indirildiler. Çünkü oradan yaratılmışlardır. Diğer taraf*tan Âdem'in yeryüzünde halife olması için yere indirilmişlerdir İblis -Allah'ın laneti üzerine olsun- Hz. Âdem'i cennetten çıkartmak kastında değildi. Onun maksadı Hz. Âdem'i yüksek mertebesinden düşürmek ve kendisi uzaklaştırıldığı gibi onun da uzaklaştırılmasını sağlamaktı. Ancak maksadı*na ulaşamadı, muradı gerçekleşmedi. Aksine emelini yitirdi, kini arttı ve he*sapları boşa çıktı. Nitekim şanı yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve hidâyete erdirdi." (Ta-Ha, 20/122) Bunun sonucunda Hz. Âdem, cennet yurdunda yüce Allah'a komşu iken ar*zında Allah'ın halifesi oldu. Halbuki komşu ile halife arasında çok büyük bir fark vardır. Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun.
    Âdem'in cennetten çıkartılmasının İblise nisbet ediliş sebebi, bunun İbli*sin sebebi ve aldatması dolayısıyla olduğundandır. Tefsir âlimleri ile başka*ları arasında, İblisin Hz. Âdem'i aldatmayı üstlendiği hususunda görüş ayrı*lığı yoktur. Ancak bunun keyfiyeti ile ilgili farklı görüşler vardır. İbn Mes'ud, İbn Abbas ve âlimlerin çoğunluğuna göre, onları aldatması karşılıklı konuş*ma ile olmuştur. Bunun delili ise, yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Bir de onla*ra: Şüphesiz ki ben size öğüt verenlerdenim diye yemin etti." (el-A'raf, 7/21) Onlara yemin etmesi, ifadesinin zahirinden anlaşılan, bunun karşılıklı konu*şarak olduğudur. Bazılan da -ki bunu Abdürrezzak, Vehb b. Münebbih'ten nak*letmektedir- şöyle demektedir: İblis, yılanın ağzında cennete girdi. O sırada yılan dört ayaklı deveyi andıran ve yüce Allah'ın yarattığı en güzel hayvan*ları andıran bir şekilde idi. Daha önce İblis, aynı teklifi birçok hayvana yap*tığı halde yılandan başka onu içeri sokma teklifini kabul eden olmamıştı. Yı*lan İblis'i cennete sokunca, İblis, karnından dışarı çıktı ve Hz. Âdem ile eşi*ne yasak kılınan ağaçtan meyve alıp Havva'ya getirdi ve şöyle dedi: Şu ağa*ca bir bak. Kokusu ne kadar hoş, ne kadar lezzetli, rengi ne kadar güzel. İb*lis bu aldatmalarını Havva, o meyveyi alıp yeyinceye kadar devam ettirdi. Ar*kasından Âdem'i aldattı. Havva Âdem'e de şöyle dedi: Ye, ben ondan yedim, bana herhangi bir zararı dokunmadı. Âdem onu yeyince her ikisinin de av*ret yerleri açığa çıktı ve böylelikle günahı işlemenin cezasına çarpıldılar. Âdem ağacın içine girdi, Rabbi ona: Neredesin? diye nida edince, Buradayım Rab-bim, dedi. Niye çıkmıyorsun? diye sorunca; Senden utanıyorum Rabbim, de*di. Yüce Allah, bunun üzerine şöyle buyurdu: Haydi kendisinden yaratılmış olduğun yeryüzüne in. Daha sonra yılana lanet okundu, ayaklan karnına doğ*ru çekildi, kendisiyle Âdemoğlu arasında düşmanlık halkedildi. Bundan do*layı -ileride de açıklanacağı üzere- onu öldürmemiz de emredildi.
    Havva'ya da şöyle denildi: Sen bu ağacı kanattığın (meyvesini keserek ya*raladığın gibi) sen de her ay bu şekilde kanama göreceksin. Zorluk ve sıkın*tı ile gebe kalacak ve doğumunu yapacaksın. Defalarca ölmek noktasına ka*dar geleceksin. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Taberi ve en-Nekkaş şunu da eklerler: Daha önce vakur ve ağırbaşlı ol-
    duğun halde bu sefer hafif olacaksın.
    Bir grup da şöyle demiştir: İblis, cennetten çıkartıldıktan sonra Âdem'in yanına cennete girebilmiş değildir. O şeytanlığı ile bu konuda kendisine ve*rilen imkan ile yüce Allah'ın kendisine verdiği vesvese gücü ile bunu yap*mıştır. Nitekim Peygamber efendimiz de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz şey*tan kanın akması gibi insanın içinde akar." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. İleride A'raf sûresinde de ge*leceği üzere, Hz. Âdem çıplak kalınca ve kendisini örtecek birşeyler arayın*ca, ağaçlar ondan uzaklaştı ve günahı sebebiyle onu azarladı. İncir ağacı ona merhamet etti, o da incir yaprağından alıp kendisini örttü. Ve bu şekilde Hz. Âdem ağaçların önünde çıplak kalmak ile mübtela oldu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
    Hz. Âdem'in cennetten çıkartılma hikmetinin yeryüzünü imar etmek ol*duğu da söylenmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    3- Yılanı Öldürmek:


    Nakledildiğine göre yılan cennette Âdem (a.s)'in hizmetiçisi idi. Allah'ın düşmanı İblise böyle bir imkân vererek cennette Hz. Âdem'e karşı düşman*lığını açıkça ortaya koyarak Hz. Âdem'e ihanet etmiştir. Cennetten yeryüzü*ne indirilmeleri üzerine aralarındaki düşmanlık pekişti ve rızık olarak ona top*rak verildi. Ona şöyle denildi: Sen Âdemoğlunun düşmanısın, onlar da se*nin düşmanındır. Onlardan seni kim görürse başını ezer. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    İbn Ömer Rasulullah (a.s)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Beş (ha*şere) vardır ki onları ihramlı olan da ihramsız olan da öldürür..." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bunlar arasında yılanı da zikreder.
    Rivayete göre İblis, yılana şöyle demiş: Sen beni cennete sok, buna kar*şılık seni himayeme alacağım. O bakımdan İbn Abbas şöyle derdi: İblisin ver*diği ahid ve emanı bozunuz.
    Sakine bint el-Ca'd, Serrâ bint Nebhân el-öaneviye'nin şöyle dediğini ri*vayet etmektedir: Rasulullah (s.a)'ı şöyle derken dinledim: "Küçük olsun bü*yük olsun, siyah olsun beyaz olsun yılanları öldürünüz. Çünkü kim yılan öl*dürürse bu onun cehennemden kurtulmalık fidyesi olur. Ve her kim yılan ta*rafından öldürülürse o da şehid olur." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Mezhep âlimlerimiz der ki: Yılanın onu öldüren için cehennemden kur*tulmalık fidyesi oluş sebebi İblis ile ortak hareket etmesi ve Âdem'e ve onun çocuklarına zarar vermek üzere onunla yardımlaşmasıdır. Bundan dolayı bir yılanı öldüren bir kimse bir kafir öldürmüş gibidir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Nitekim Rasulullah (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Bir kafir ve onun katili cehennemde ebediyyen bir araya gelmezler." Bunu Müslim ve başkaları rivayet etmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    4- Yılanı Öldürmenin Hükmü:


    İbn Cüreyc, Amr b. Dinar'dan, o Ebû Ubeyde b. Abdullah b. Mes'ud'dan dedi ki: Peygamber (s.a) ile birlikte Mina'da bulunuyorduk. Yanımızdan bir yılan geçti. Rasulullah (s.a): "Onu öldürünüz" diye buyurdu. Ancak biz onu öldüremeden bir delik bulup girdi. Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Kuru hur*ma yapraklan ve ateş getiriniz ve bu delikte yılanın üzerinde ateş yakınız." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Mezhebimize mensup ilim adamları der ki: Bu hadis-i şerif, Hz. Peygam*berin müsleyi (savaşta azaların kesilmesi) ve herhangi bir kimsenin yüce Al*lah'ın azabı türünden azap yapmasını yasaklayan hadis-i şerifleri tahsis et*mektedir. Devamla derler ki: Bu hadis-i şerif bu düşmanın saygı duyulma*ya değer bir tarafının kalmadığını belirtmektedir. Çünkü bu düşmana güç ye-tirilen her bakımdan, onu helak edip yok etmenin her türlü yolu denenmiş olmaktadır. Denilse ki, İbrahim en-Nehai'nin akreplerin ateşte yakılmasından hoşlanmadığı ve: Bu bir müsledir, dediği rivayet edilmiştir. Şu cevap verilir: Peygamber (s.a)'dan gelen bu rivayetin ona ulaşmamış olması ve bundan do*layı da "Allah'ın azabı ile azaplandırmayınız" Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. şeklindeki rivayet gereğin*ce amel etmiş olması muhtemeldir. Buna göre onun öngördüğü uygulama bu rivayete uygun olur.
    Denilse ki: Müslim'de Abdullah b. Mes'ud'un şöyle dediği rivayet edilmek*tedir: Rasulullah (s.a) ile bir mağarada bulunuyorduk. Üzerine: "Yemin olsun peyderpey gönderilenlere" (el-Mürselat, 77/1) sûresi nazil oldu. Ve biz henüz bunu taptaze haliyle Hz. Peygamber'den öğreniyorken bulunduğumuz yer*de bir yılan görünüverdi. Bize: "Onu öldürünüz" dedi. Onu öldürmek için hareket ederken bizden önce deliğine kaçtı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Allah sizi onun şerrinden koruduğu gibi, onu da sizin şer*rinizden korumuştur." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Görüldüğü gibi bu rivayette ateş yakıldığından da onu öldürmek için herhangi bir çareye başvurulduğundan da sözedilmiyor. Bu itiraza şu şekilde cevap verilir. Ateş bulamamış olması muhtemeldir. O ba*kımdan onu bırakmıştır. Veya yılanın girdiği deliğin ateşin fayda sağlayamayacağı, dumanın zarar veremeyeceği ve hayvana ulaşamayacağı bir şekilde olması da muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Hz. Peygamber'in: "Allah onu sizin şerrinizden korumuştur" buyruğundan kastettiği, sizin onu öldürmenize karşı o yılanı korumuştur, demektir. "Sizi onun şerrinden koru*duğu gibi" ifadesi, onun sizi sokmasına karşı sizi korumuştur demektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    5- Yılanları Öldürme Emrinin Mahiyeti:


    Yılanları öldürme emri, yılanlardan gelmesinden korkulan zararı bertaraf etmeye irşad etmek türündendir. Eğer onlardan gelecek olan zarar kesinlik ka*zanırsa, o yılanın öldürülmesi için elin çabuk tutulması vaciptir. Çünkü Pey*gamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Yılanların hepsini öldürünüz. Bilhassa en*gerek ve kısa kuyruklu olanlarını öldürünüz. Çünkü bunlar gözleri kör eder ve gebe kadınlara düşük yaptırır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Bu iki türün yılanların kapsamına girmelerine rağmen özellikle onları söz-konusu edip buna dikkat çekmesi, zararlarının büyüklüğünden dolayıdır. Ev*lerin dışında kalan yerlerde, zarar verecekleri muhakkak olmayanlar da ko*nu ile ilgili genel emrin zahirinden anlaşılan hüküm dolayısıyla yine öldü*rülürler. Çünkü tür olarak yılanlar, çoğunlukla zarar verirler. O bakımdan bu zararlılık hepsinde (istishab yoluyla) var kabul edilir. Çünkü şekli ve görü*nüşü itibariyle bütün yılanlar, kalbe korku verir. Ayrıca insanın nefsinde on*lara karşı bir tiksinti vardır. Bundan dolayı Peygamber (s. a) şöyle buyurmuş*tur: "Muhakkak Allah, bir yılanı öldürmeye karşı dahi olsa kahramanlığı se*ver." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, yılanı öldürmeyi teşvik etmiştir. Ebû Davud'un, Abdullah b. Mes'ud'dan merfu olarak yaptığı rivayette de Hz. Pey*gamber şöyle buyurmuştur. "Bütün yılanları öldürünüz. Onların intikam alacağından korkan kişi benden değildir." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    6- Evlerde Bulunan Yılanların Öldürülmesi:


    Evlerde bulunan yılanlar, üç gün kendilerine bu konuda ilan yapılmadık*ça öldürülmezler. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki, Medine'de İslam'a girmiş cinler vardır. Onlardan herhangi bir şey görecek olursanız üç gün süreyle ona ilanda bulununuz." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Bazı ilim adamları, bu hadis-i şerifi cinlerin orada İslam'a girmeleri sebe*biyle yalnızca Medine-i Münevvere ile ilgili kabul etmişler ve şöyle demişler*dir: Bizler, Medine-i Münevvere dışında bulunan şehirlerdeki cinlerden İslam'a giren var mıdır yok mudur bilemiyoruz. İmam Malik de şöyle demektedir: Bu buyruk, bütün şehirlerde bulunup evlerde görülen küçük (zehirsiz) ve "el-can" diye bilinen yılanların öldürülmesini yasaklamaktadır. Doğru olan görüş de budur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani cinlerden bir taifeyi Kur'an işitsinler diye sana doğru yöneltmiş idik." (el-Ahkaf, 46/29). Müslim'in Sahih'inde de Abdullah b. Mes'ud'dan Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Cinlerin davetçisi yanıma geldi. Onlarla birlikte gittim ve onlara Kur'an-ı Kerim okudum." Bu hadis-i şerifte şu ifadeler de yer almak*tadır: Hz. Peygamber'den azık istediler. Bunlar Cezire cinlerinden idiler. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu hadis-i şerif, yüce Allah'ın izniyle bütünüyle kaydedilecektir.
    Bu husus sabit olduğuna göre, konu ile ilgili sakındırma yapılmadıkça ve uyarılmadıkça, yılanın öldürülemeyeceği sabit olur. Nitekim yüce Allah'ın iz*niyle buna dair ek açıklamalar gelecektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    7- Öldürülmeyecek Yılan Var mıdır?:


    (Hadis) İmamlannın, Hişam b. Zühre'nin azatlısı Ebû's-Sâib'den rivayet et*tiklerine göre, bir seferinde, evinde bulunan Ebû Said el-Hudri'nin yanına gi*rer. Ebû's-Saib der ki: Ebû Said el-Hudri'nin namaz kılmakta olduğunu gör*düm. Namazını bitirinceye kadar beklemek üzere oturdum. Evin bir tarafın*da bulunan hurma salkımları arasında bir kıpırdanma sesi işittim. Dönüp bak*tığımda bir yılan ile karşılaştım. Onu öldürmek üzere atıldım. Bana "otur" di*ye işaret edince oturdum. Namazını bitirince evde bulunan bir odaya işaret edip şöyle dedi: Şu odayı görüyor musun? Evet dedim. Şöyle dedi: Orada biz*den henüz yeni evlenmiş bir genç delikanlı vardı. Rasulullah (s.a) ile birlik*te Hendek gazasına çıktık. Bu genç, Rasulullah (s.a)tan günün ortalarında izin alır ve evine gelirdi. Bir gün ondan izin alınca Rasulullah (s.a) ona şöyle de*di: Beraberine silahını al, Kurayzalıların sana bir zarar vermelerinden korku*yorum. Adam silahını aldı ve (evine) döndü. Hanımının iki kapı arasında ayak*ta dikildiğini görünce, ona saplamak üzere mızrağıyla yürüdü. Bu esnada kıs*kançlığı harekete gelmişti. Hanım ona: Mızrağını yerinde tut. İçeriye gir de benim dışarıya çıkmama sebebin ne olduğunu sen de gör, dedi. Delikanlı içe*riye girince yatak üzerinde toplu vaziyette, büyük bir yılanın olduğunu gör*dü. Mızrağıyla üzerine atılıp mızrağını ona sapladı. Evden çıkınca mızrağı*nı avlunun ortasına sapladı yılanda çırpınıp onun üzerine atıldı. Yılan mı yok*sa genç delikanlı mı daha çabuk öldü bilinemiyor. Bunun üzerine Rasulul*lah (s.a)'ın yanına vardık, ona durumu anlattık ve dedik ki: Allah'a dua et de onu bizim için diriltsin. Hz. Peygamber: "Kardeşinize Allah'tan mağfiret is*teyiniz" dedikten sonra şöyle devam etti: "Gerçek şu ki, Medine'de İslam'a girmiş cinler vardır. Onlardan birşey görecek olursanız üç gün süreyle ona mühlet verip ilan ediniz. Şayet bundan sonra bir daha onları görecek olur*sanız onu öldürünüz, çünkü o bir şeytandır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Hadisin başka yoldan gelen bir rivayetinde Rasulullah (s.a) şöyle buyur*maktadır: "Bu evlerde yaşayan birtakım yılanlar vardır. Bunlardan herhangi birisini görecek olursanız, üç gün süreyle onu uyarıp mühlet veriniz. Eğer gi*derse mesele yok, değilse onu öldürünüz. Çünkü o kafir (bir cin)dir." Devam*la onlara: "Haydi gidiniz, arkadaşınızı defnediniz" diye buyurdu. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Mezhebimize mensup ilim adamları -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöy*le derler: Bu hadis-i şeriften, bu gencin öldürdüğü (yılan suretindeki) cinnin müslüman olduğu ve onun kabilesi olan diğer cinlerin de o genci kısas yo*luyla öldürdükleri manası çıkmaz. Çünkü eğer bizim ile cinler arasında kısa*sın meşru olduğu kabul edilecek olsa dahi, bu kısas ancak katıksız kasten öl*dürmelerde sözkonusu olur. Bu genç ise, müslüman bir canı kasten öldürmek istememiştir. Çünkü o, bunun durumunu bilmiyordu. Aksine o, sadece şer'an öldürülmesi meşru kılınan bir varlığı öldürmeyi kastetmiştir. O takdirde bu (öl*dürülen yılan eğer müslüman cinlerden ise) hata yoluyla öldürme olur. Ha*ta yoluyla öldürmelerde ise kısas yoktur. O bakımdan, daha uygunu şöyle de*mektir: Cinlerin kafirleri veya fasıkları, kendilerinden birisi öldürüldüğü için haksızca ve intikam almak için genç delikanlıyı öldürmüşlerdir. Nitekim bunların Sa'd b. Ubade'yi öldürdükleri de rivayet edilmektedir. Çünkü Sa'd b. Ubade, banyo yaptığı yerde ölü olarak ve cesedi morarmış halde bulun*du. Onun yakınları, herhangi bir kimseyi görmeksizin şu beyitleri okuyan bi*risinin sesini işitinceye kadar öldüğünü farketmemişlerdi:
    "Öldürdük Hazreclilerin efendisi
    Olan Sa'd b. Ubade'yi
    Ona iki ok attık
    Ve kalbine isabet ettirdik."
    Diğer taraftan Peygamber: "Medine'de İslam'a girmiş birtakım cinler var*dır" buyururken, bizlere onların müslüman olanlardan herhangi bir kimse*yi öldürmekten sakınmanın bir yolunu beyan etmektedir. Aynı zamanda cin*lerden kafir olanları öldürmenin yolunu da bize göstermektedir.
    Peygamber (s.a)'ın hanımı Hz. Aişe'den değişik yollardan rivayet edildi*ğine göre o, küçük bir yılanı öldürmüş idi. Rüyasında birisinin ona: Sen müs*lüman birisini öldürdün, denilince şu cevabı verir: Eğer o, müslüman biri ol*saydı, Peygamber (s.a)'ın hanımlarının yanına girmezdi. Ona şu cevap ve*rilir: O, senin yanına sen ancak elbiseli iken girmiştir. Sabah olunca Hz. Ai-şe, on iki bin dirhemin Allah yolunda dağıtılmasını emretti. Bir rivayete göre de ona şöyle denilmiştir: O ancak sen tesettür içerisinde iken bulunduğun yere girmiştir. Bunun üzerine Hz. Aişe sadakalar verdi ve birkaç köle azad etti. er-Rabi' b. Bedr der ki: Peygamber (s.a)'ın öldürülmelerini emrettiği kü*çük yılanlar (canan) dosdoğru yürüyen ve yürürken sağa sola bükülmeyen yılandır. Alkame'den de buna benzer bir rivayet gelmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    8- Uyarma Şekli:


    Şehirde görülen yılanların uyarılma şekliyle ilgili olarak İmam Malik şöy*le demiştir: Üç gün süreyle uyarılmalarını daha çok tercih ederim. Aynı za*manda İsa b. Dinar da bu görüştedir. İsterse bir günde defalarca görülsün. Aynı günde üç defa uyarmakla yetinilmez. Uyarı üç gün süreyle yapılır. Üç defa uyarmanın yeterli olacağı da söylenmiştir. Çünkü Peygamber (s.a) "onu üç defa uyarsın" diye buyurmuştur. Bir başka hadiste de: "Ona üç defa uyarıda bulununuz" buyurmuştur. Bundan da maksadın üç defa uyarma ol*duğu anlaşılmaktadır. Ancak İmam Malik'in görüşü daha uygundur. Çünkü Peygamber efendimiz: "Üç gün" ifadesini de kullanmıştır. Bu ise sahih bir nas olup diğer mutlak rivayetleri kayıtlamaktadır. "Üç" ifadesi ile de üç günün ge*cesinin kastedildiği şeklinde de yorumlanabilir. Çünkü Araplar genelde gün ile tarih verdikleri zaman "gece" kelimesini çoğunlukla kullanırlar. Malik der ki: Uyarmak için şöyle demek yeterlidir: Allah adına ve âhiret günü hakkı için seni uyarıyorum, bize gözükmeyiniz, bizi rahatsız etmeyiniz.
    Sabit el-Bunanî'nin, Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan naklettiğine göre, Abdurrahman b. Ebi Leyla'nın huzurunda evlerde bulunan yılanlar sözkonu-su olunca şöyle der: Evlerinizde bunlardan herhangi birisini görecek olursa*nız şöyle deyiniz: Nuh (a.s)'ın sizden aldığı sözü, Süleyman (s.a)'ın sizden aldığı sözü hatırlatıyorum. Yine onları görecek olursanız artık gördüğünüzü öldürünüz. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Derim ki: Bu ifadenin zahiri bir defa uyarmanın yeterli olduğunu göster*mektedir. Hadis-i şerif ise bunu reddeder. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
    İbn Habib, Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Sü*leyman (a.s)'ın sizden aldığı ahdi size hatırlatıyorum ki, bizlere herhangi bir şekilde eziyet vermeyiniz, bizlere hiçbir şekilde gözükmeyiniz." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

  10. #40

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    9- Cinlerin Grupları:


    Cübeyr b. Nufeyr, Ebû Sa'lebe el-Huşeni -ki adı Cursum'dur-den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Cinler üç bölüktür. Bun*ların üçte birinin kanatlan vardır, havada uçarlar. .Diğer üçte biri yılan ve kö*pektir. Diğer üçte biri ise konar ve göçerler." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Ebu'd-Derda'nın (adı Umeymir'dir) rivayetine göre de Rasulullah (s.a) şöy*le buyurmuştur: "Cinler, üç bölük halinde yaratılmıştır. Üçte biri köpek, yı*lan ve yer haşereleridir. Üçte biri hızlı esen rüzgardır, üçte biri de Âdemo-ğulları gibidir. Onlar hakkında sevap sözkonusudur (kusurları için) cezalan*dırılmaları sözkonusudur. Diğer taraftan Allah, insanları da üç bölük halin*de yaratmıştır. Onların üçte birinin kalpleri vardır fakat onlarla birşey anla*mazlar, gözleri vardır fakat onlarla birşey görmezler, kulakları vardır onlar*la birşey işitmezler. Bunlar ancak hayvanlar gibidirler, hatta yolca onlardan da sapıktırlar. Diğer üçte birinin Âdemoğulları gibi vücutları vardır, fakat kalp*leri şeytan kalbidir. Öbür üçte biri ise, gölgesinden başka hiçbir gölgenin bu*lunmadığı bir günde Allah'ın gölgesi altında olacaklardır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    10- Doğrudan Öldürülebilen Hayvanlar:


    Aslı itibariyle eziyet veren, insanı rahatsız eden hayvanlar bir uyarı söz-konusu olmakszın doğrudan öldürülür. Buna sebep ise eziyet verici oluşla*rıdır. Yılan, akrep, fare, keler ve benzeri hayvanlar böyledir. Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Beş bozguncu (fevasık) vardır ki, bunlar ihramlı iken de ihramsız iken de öldürülürler..." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Yılan, İblisi çeneleri arasına alıp cennete sokmak suretiyle Hz. Âdem'e iha*net ettiğinde asıl karakterini ortaya koymuştur. Eğer İblisi içeri sokarken açı*ğa çıkarmış olsaydı, cennetin bekçisi olan Rıdvan, onu sokmasına imkan ver*mezdi. İblis bu sırada yılan: Ben seni himayeme alıyorum demişti. O bakım*dan Rasulullah (s.a) yılanın öldürülmesini emretmiş ve: "Namazda olsanız da*hi onu öldürünüz" diye buyurmuştur. Bununla Hz. Peygamber, yılanı ve ak*rebi kastetmektedir.
    Keler ise diğer bütün canlı hayvanlar arasında Hz. İbrahim'in içine atıl*dığı ateşi üflemiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. O bakımdan, ona lanet edilmiştir. Bu konudaki riva*yet de yapılan rivayet kabilindendir. Rasulullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu ri*vayet edilmiştir: "Her kim bir keler öldürürse, sanki bir kafir öldürmüş gibi*dir."
    Müslim'in Sahih'inde yer alan rivayete göre Ebû Hureyre Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her kim ilk darbede bir keler öldürürse ona yüz hasene yazılır. İkincisinde öldürürse daha az, üçüncüsün*de öldürürse daha az (hasene) yazılır." Bir rivayette de: "İlk darbede öldü*rürse yetmiş hasene yazılır" diye buyurmuştur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Fare ise, Hz. Nuh'un gemisinin iplerini kemirip kesmek suretiyle gerçek karakterini ortaya koymuştur. Abdurrahman b. Ebi Nu'm'un Ebû Said el-Hud-ri'den rivayetine göre Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İhramlı kişi yıla*nı, akrebi, çaylağı, saldırgan yırtıcı hayvanı, kuduz köpeği ve fasıkcığı (fa*reyi) öldürür." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Rasulullah (s.a), farenin yanan kandilin ipini sürüklerken evi yakmak üzere olduğunu uyanıp görmüş, bunun üzerine de farenin öldü-' rülmesini emretmiştir.
    Karga ise, Allah'ın peygamberi Nuh'un, onu yeryüzünde durumun ne şe*kilde olduğunu görüp haber vermek üzere gemiden salıverdiğinde Hz. Nuh'un verdiği emri yerine getirmeyi bir kenara itmiş ve bir leşe konmak suretiyle karakterinin ne olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bütün bunlar bir ba*kıma yılan gibidirler. İşte bundan dolayı onları burada sözkonusu ettik. Bu hususa dair ve onların öldürülmelerinin mubah kılınması sebebine dair ek açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Maide sûresinde Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. ve başka yerlerde ge*lecektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    "Biz de dedik ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin" bölümüne da*ir açıklamalarımızı da yedi başlık halinde vereceğiz:

    1- İnenler Kimlerdir, Nerelere İnmiştir?:


    Yüce Allah'ın: "Biz de dedik ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin"
    buyruğunda hitap, İbn Abbas'ın görüşüne göre Âdem'e, Havva'ya, yılana ve şeytanadır. el-Hasen der ki: Burda hitap Âdem'e, Havva'ya ve vesveseyedir. Mücahid ve yine el-Hasen der ki: Hitap Âdemoğullarına ve İblisin oğulları-nadır.
    İnmek (hubût), yukarıdan aşağıya doğru inmektir. Hz. Âdem Hint'te, Se-rendib'deki Büz adındaki bir dağa indirildi. Hz. Âdem üzerinde cennetin ko*kusunu taşıyordu. Bu koku oranın ağaçlarına ve vadilerine de bulaştı, orada bulunan ne varsa hoş koku ile doldu. İşte oradan gelen hoş ve güzel koku*lar Âdem (a.s)'ın kokusundandır. Bulutlar, Hz. Âdem'in başına sürtünüyordu. O bakımdan kafasının üst tarafındaki saçlar döküldü. Onun soyundan gelen*lere de bu kalıtım yoluyla geçti.. Buhârî'de, Ebû Hureyre'den, Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah, Âdem'i altmış zira' boyunda yaratmıştır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bu hadisi Müslim de rivayet etmiştir. İleride gelecektir. Hz. Havva ise Cüdde'ye, İblis Ubulle'ye, yılan Beysan'a indirildi. Sicistan'a indirildiği de söylenmiştir. Sicistan Allah'ın arzında yılanı en bol olan bir yer*dir. Eğer bu yılanları yiyen pek çoğunu yok eden ve (üfürmekle birlikte in*sanlara zarar vermeyen) el-İrbed adındaki tür olmasaydı, yılanlardan dola*yı Sicistan boşaltılırdı. Bunu Ebu'l-Hasen el-Mes'udî zikretmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    2- "Birbirinize Düşman Olarak İniniz":


    Yüce Allah'ın: "Kiminiz kiminize düşman olarak" buyruğu (mealde de gösterildiği gibi) hal konumundadır. Yani, bu halde ininiz, demektir.
    Düşman (aduv), dostun zıddıdır. Zulmetmek halinde kullanılanden türemiştir. İnsanlara saldırıp hücum eden kurt hakkında da ta*biri kullanılır. Udvan da apaçık zulüm ve haksızlık demektir. Bu kelimenin aynı kökten ve haddi aşmak anlamına geldiği de söylenmiştir. Karşı tarafın hoşuna gitmeyecek işlerde haddi aştığından dolayı düşmana "aduv" adı ve*rilmiştir. Ayakla koşmak için de bu kelimenin kullanılış sebebi, koşarak bir şeyin aşılması dolayısıyladır. Her iki anlam birbirine yakındır. Çünkü haksız*lık yapan, zulmeden bir kimse haddi aşmış demektir.
    Kimi ilim adamı, yüce Allah'ın: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin" buyruğunu insanın kendisi hakkındadır, diye yorumlamışlardır. Ancak bu, an*lam itibariyle doğru olmakla birlikte uzak bir ihtimaldir. Buna delil Peygam*ber Efendimizin şu buyruğudur: "Kul sabahı ettiğinde azaları diline şöyle der: Bizim hakkımızda Allah'tan kork. Çünkü sen doğru olduğun takdirde biz de doğru oluruz. Sen eğrilirsen biz de eğriliriz." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
    Eğer: Neden "düşmanlar" denilmeyip de "düşman" denilmiştir, diye soru*lacak olursa buna iki şekilde cevap verilebilir:
    Birinci cevap: Arapçada "bazı" ve "kül (bütün)" kelimeleri hakkında hem lafız itibariyle hem mana itibariyle tekil kelimeler ile haber verilebilir. Kur'an-ı Kerim'de bu görülen birşeydir. Mesela yüce Allah, şöyle buyurmak*tadır: "Onların hepsi Kıyamet gününde O'na yalnız gelir." (Meryem, 19/95) buyruğunda lafıza uygun olarak "gelir" fiili tekil gelmiştir. Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Hepsi de O'na hor ve hakir olarak geleceklerdir" (en-Neml, 27/87) buyruğunda da anlam göz önünde bulundurularak "gelir*ler" kelimesi çoğul gelmiştir.
    İkinci cevap: "Düşman (aduv)" kelimesi çoğul kullanılan yerde tekil ge*lebilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar sizin için düşmandır. Zalim*ler için ne çirkin bir değiş-tokuştur bu." (el-Kehf, 18/50) Burada "düşmanlar" anlamındadır. Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Asıl düşman onlardır." (el-Münafıkun, 63/4) İbn Faris der ki: "Aduv" kelimesi aynı zamanda hem bir kişiyi hem iki ki*şiyi hem üç. kişiyi, hem de dişi olanı bir arada ifade eder, bazan çoğul ola*rak da gelebilir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    3- Cennetten Çıkarılmak Hz. Adem İçin Bir Ceza mıydı?:


    Yüce Allah'ın Hz. Âdem'i cennetten çıkartması ve onu yeryüzüne indir*mesi bir ceza değildi. Çünkü tevbesini kabul ettikten sonra, yeryüzüne in*dirmiştir. Hz.Âdem'i yeryüzüne indirmesi, ya onu te'dip içindi veya sıkıntı*sını (mihnetini) ağırlaştırmak için idi. Hz. Âdem'in yeryüzüne indirilmesi ve oraya yerleştirilmesi ile ilgili doğru açıklama şekli budur: Bunda yüce Allah'ın ezelî hikmeti açıkça ortaya çıkmıştır. Bu ise, soyundan gelecek olanları şe-riati ile mükellef kılmak, onları sınamak kastı ile, soyunun üremesidir. Bu tek*lif ve sınamaya bağlı olarak, onlar, âhirette ecir veya ceza ile karşı karşıya kalacaklardır. Çünkü cennet ile cehennem teklif yurdu değildirler. O bakım*dan Hz. Âdem'in cennetten indirilişine sebep onun yasak ağaçtan yemesi ol*muştur. Ve Allah, dilediğini yapmak hakkına sahiptir. Diğer taraftan yüce Al*lah: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" diye buyurmuştu. İşte bu Hz. Âdem için büyük bir menkıbe (övülecek olay), büyük bir fazi*let ve üstün bir ikramdır. Hz. Âdem'in yeryüzünden yaratıldığına dair işaret de daha önceden geçmişti. Bizim, Hz. Âdem'in yüce Allah tarafından tevbe-sinin kabul edilişinden sonra yeryüzüne indirildiğini söylememizin sebebi ise, ileride de geleceği üzere ikinci olarak "hepiniz oradan inin" (âyet, 38) di*ye buyurulmuş olmasıdır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    4- Yeryüzünde Yerleşmek:


    Yüce Allah'ın: "yeryüzünde sizin için bir süreye kadar duracak bir yer... vardır." Yani sizler, orada belli bir süre kalacaksınız, karar bulacaksı*nız. Bu açıklamayı Ebu'l-Âliye ve İbn Zeyd yapmıştır. es-Süddî de der ki: "Du*racak bir yer"den kasıt kabirlerdir.
    Derim ki: Yüce Allah'ın: "Yeri sizin için bir karar (yerleşme mekanı) kıl*mıştır." (el-Mü'min, 40/64) buyruğunda bu kelime her iki manaya da gele*bilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    5- "Faydalanacak Şeyler":


    Meta' (faydalanılan şey); kendisi ile faydalanılan yiyecek, giyecek, hayat, söz, ünsiyet ve buna benzer hususlardır. Nikahlandıktan sonra boşanan ka*dına verilen şey ile yararlanıldığı için de "mut'atü'n-nikâh" adı verilir. Süley*man b. Abdülmelik defnedildikten sonra oğlu Eyyûb'un kabri başında dura*rak şu beyitleri söylemişti:
    "Kurak bir yerde yabancı bir kabrin başında durdum
    Ayrılan bir sevgiliden çok az bir fayda (meta') gördüm." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    6- "Bir Süreye Kadar":


    Tefsir âlimleri âyet-i kerimede geçen "bir süreye kadar" anlamını ifade eden buyruğunu değişik şekillerde açıklamışlardır. Bir kesime gö*re bundan kasıt ölüme kadar demektir. Bu: "Duracak bir yer (müstakar)" ke*limesini, dünyada ikamet süresi olarak kabul edenlerin görüşüdür.
    "Bir süreye kadar"dan, kasıt Kıyametin kopacağı zamana kadardır da de*nilmiştir. Bu ise: "Duracak bir yer"den kasıt kabirlerdir, diyenlerin görüşü*dür. er-Rabi' der ki: "Bir süreye kadar" demek tayin edilen bir vakte kadar demektir. Bu kelime ise uzun süre anlamına gelir.. Nitekim O vakit," kelimesi "el'ân: şimdi" kelimesinin, uzak zaman için kullanılan şek*lidir. Huveylid der ki:
    (Çokça ziyafet verenden kinaye olarak
    "Külü bol tencere ve kazanları çok, büyük kimse gibi
    Kış süresince tıpkı alt tarafları genişleyen havuzlar gibi."
    Bu kelimenin baş harfine "te" getirilerek şeklinde söylendiği de olur. Şair Ebû Vecze (şu beyitinde), böyle kullanmıştır:
    "Şefkat gösterecek kimse olmadığında şefkat gösterenler (dir onlar);
    Nerde yemek yediren, (denildiği bir) zamanda da yemek yedirenler (dir)."
    kelimesi, aynı şekilde süre anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buy*ruğunda olduğu gibi: "İnsan üzerinden uzun devirden öyle bir süre geçti ki..." (el-İnsan, 76/1.)
    Yine bu kelime, kısa süre (saat) anlamına gelir. Yüce Allah şöyle buyur*maktadır: "Veya azabı göreceği anda... diyecektir." (ez-Zümer, 39/58)
    İbn Arefe der ki: "Hîn: Süre" kısa bir an ve daha fazlası türünden bir za*man dilimidir. Şanı yüce Allah'ın: "Şimdi sen onları sapıklıklarında bir sü*reye kadar bırak" (el-Mü'minun, 23/54) buyruğundan kasıt ecelleri gelene kadar onları bırak demektir. "Her süre (hîn)yemişini verir." (İbrahim, 14/25) buyruğundan kasıt ise her senedir. Hayır, her altı ayda bir de denildiği gibi, sabah akşam yemişini verir de denilmiştir.
    el-Ezherî der ki: "Hîn" kelimesi "vakit" kelimesi gibidir. Uzun yahut kısa olsun bütün zaman süreleri hakkında kullanılmaya elverişli bir kelimedir. Bu (İbrahim, 14/25) âyet; onun yemişlerinden her vakit faydalanılır ve onun fay*dası hiçbir şekilde kesintiye uğramaz, demektir. Yine el-Ezherî der ki: Bu ke*lime, Kıyamet günü anlamına da gelir, sabah akşam anlamına da kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Akşamı ve sabahı ettiğiniz vakit*lerde Allah'ı teşbih ediniz." (er-Rum, 30/17) Belli bir yerde bir süre ikamet edildiği takdirde: O o yerde bir süre ikamet ettim" denilir. Her*hangi bir şeyin vakti yaklaştığı zaman denilir. Buseyne der ki:
    "Gerçek şu ki Cemil'den ayrılıktan sonra bir an dahi teselli bulduğum Bir vakit geçmedi ve onun geçeceği zaman da yaklaşmadı." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    7- Dilcilerin Ayrı Kanaatlerinin Fukahanın Farklı Kanaatlerine Etkisi:


    Dilciler "hîn:süre" kelimesinin kapsamı hakkında farklı görüşlere sahip ol*duklarından dolayı bizim mezhep âlimlerimiz ile başkaları arasında bu ko*nuda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. el-Ferra der ki: Hîn iki türlüdür. Birin*cisinin sınırı sözkonusu değildir. Yüce Allah'ın: "Rabbinin izniyle her süre yemişini verir."(İbrahim, 14/25) buyruğunda sözkonusu ettiği hîn: süre, al*tı aydır. İbnu'l-Arabî der ki: Süresi bilinmeyen hîn (süre) lafzına herhangi bir hüküm taalluk etmez. Hükümlerin kendisine taalluk ettiği ve mükellefiyet*lerin alakalı olduğu hîn ise süresi belli olandır. Bunun azami süresi ise bir yıldır. İmam Malik, hükümlerde ve yeminlerde isimlerin ve zamanın en kapsamlı olanın esas alınacağı görüşündedir. Şafii ise asgarisinin alınacağı gö*rüşünü kabul eder. Ebû Hanife ise, orta yolu tutarak altı aylık sürenin mu*teber olacağı görüşündedir. Ancak bu görüşün anlamı yoktur. Çünkü ona gö*re miktarları tesbit edilen şeyler kıyas ile sabit olmaz. Şeriat sahibinden (Peygamber'den) ise bu konuda herhangi bir nas yoktur. Bu hususta esas alına*cak olan ise, kelimenin sözlükteki anlamı bilindikten sonraki manadır. Bu*na göre bir kimse bir süre (hîn) namaz kılmayı adayacak olursa, Şafii'ye gö*re bu bir rek'at kabul edilir. Çünkü nafilenin asgari miktarı -vitirdeki tek rek'ate kıyasen- bir rek'attir. İmam Malik ve mezhebine menbsup ilim adam*larına göre ise, nafilenin en az miktarı iki rek'attir. O bakımdan buna dair sü*re böyle bir fiilin (yani iki rek'at namaz kılmanın) süresi esas alınarak tes*bit edilir. İbn Huveyzimendad "Ahkamu’-Kur'ân)" adlı eserinde şunu kay*deder: Filan kimse ile bir süre (hîn) konuşmamaya veya bir süre şu işi yap*mamaya yemin eden kimsenin sözünü ettiği "hîn" bir senedir. Devamla der ki: Fukahâ, ahkam ile ilgili hususlarda şu işi bir süre yapmamak üzere veya filan ile bir süre konuşmamak üzere yemin eden kimsenin bir seneden faz*la bir sürenin yemininin kapsamına girmeyeceği hususu üzerinde ittifak et*mişlerdir.
    Derim ki: Sözünü ettiği bu ittifak mezhebimizdeki (Maliki mezhebinde*ki) ittifaktır. Malik der ki: Herhangi bir kimse hîn: zaman yahut dehr boyun*ca birşeyi yapmamak üzere yemin ederse bütün bu şekildeki ifadeleri bir se*ne için geçerli kabul edilir. İbn Vehb'in Malik'den rivayetine göre: O, deh-rin bir sene olup olmayacağı hususunda şüphe etmiştir. İbnu'l-Münzir'in, Ya-kub ile İbnu'l-Hasen'den nakline göre ise "dehr" altı aylık bir süredir. İbn Ab-bas ile rey sahiplerinden, İkrime, Said b. Cübeyr, Âmir eş-Şa'bî ve Abî-de'den ise yüce Allah'ın: "Rabbinin izniyle her süre yemişini verir" (İbrahim, 14/25) buyruğunda geçen "hîn" kelimesinin altı ay olduğunu söyledikleri rivayet edilmiştir.
    el-Evzaî ve Ebû Ubeyd ise, hîn altı aylık bir süredir, demişlerdir. İmam Şafii'ye göre ise, bu kelime ile ilgili belli bir süre takdiri sözkonusu değildir, bunun nihaî süresi de belli değildir. Ona göre "hîn" kelimesi, dünya kaldığı sürece devam edebilir. İmam Şafii der ki: Böyle bir kimsenin hanis (yeminini bozan) olduğuna ebediyyen hükmedemeyiz. Ancak takvaya uygun hareket bir gün geçmeden önce onun yemininin keffaretini yerine getirmesidir. Ebû Said ve başkaları ise şöyle der: Hîn ve zaman kelimeleri dilin ihtimal ver*diği manalara göre açıklanır. Mesela: Ben sana bir süreden (hîn)den beri gel*dim derken, belki de yarım günlük bir süreden beri gelmemiş de olabilir. Şafii mezhebine mensup el-Kiya et-Taberî der ki: Genel olarak "hîn" kelimesi değişik şekillerde yorumlanabilir.
    Ancak Şafii, bu yorum şekillerinden herhangi birisini tayin etmek gerek*tiği görüşünde olmamıştır. Çünkü bu kelime mücmel, bir kelimedir ve dilde muayyen bir manayı kastetmek üzere kullanılmamıştır. Kimi ilim adamı da der ki: Yüce Allah'ın: "Bir süreye kadar" buyruğunda şöyle bir anlam var*dır: Bununla Âdem'e, onun yeryüzünde ebediyyen kalmayacağına dair ve ken*disine döneceği vadolunan cennete geçeceğine dair bir müjde vardır. Âdem'den başka kimseler için ise bu ifade, yalnızca öldükten sonra dirilmek şartına bağlıdır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    37. Derken Âdem, Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı, O da tevbesi-ni kabul etti. Çünkü O, tevvâb olandır, rahîm olandır.
    Bu buyruktaki: "Derken Âdem, Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı..." bölümüne dair açıklamalarımızı sekiz başlık altında yapacağız:

    1- Belleyip Almanın Anlamı:


    Yüce Allah'ın: "Derken Âdem Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı" buyruğunda geçen "telakki (belleyip alma)"; kavradı, farkına vardı, belledi anlamındadır, denildiği gibi, kabul etti ve aldı anlamındadır, da denilmiştir. Çünkü Hz. Âdem, vahiy telakki eder, yani onu karşılar, alır ve bellerdi. Me*sela, "hacıları telakki etmek üzere çıktık" demek, onları karşılamak üzere çık*tık, demektir. Telakki etmenin, yapılan telkini anlayıp bellemek anlamında olduğu da söylenmiştir. Anlam itibariyle böyle bir açıklama doğrudur. Ancak kelime kökü itibariyle telakki'nin telkin'den gelmesi mümkün değildir. Çün*kü aynı cinsten gelen iki harften birisi değiştirilir ise bu yâ'ya dönüşür. O ba*kımdan telakki kelimesi ile telkin kelimesinin aynı kökten gelmesi sözkonu-su değildir. Mekkî'nin naklettiğine göre Hz. Âdem'e bu kelimeler ilham yo*luyla verilmiş, o da bu kelimelerin faydasını görmüştür. el-Hasen de der ki: O, bu kelimeleri alıp kabul etti, yani onları öğrendi ve gereğince amel etti, demektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    2- Hz. Adem'in Bellediği Kelimeler:


    Tefsir alimleri, bu "keUmeler'Mn ne olduğu hususunda farklı görüşlere sa*hiptirler. İbn Abbas, el-Hasen, Said b. Cübeyr, Dahhâk ve Mücahid, yüce Al*lah'ın "Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize mer*hamet etmezsen şüphesiz zarara uğrayanlardan oluruz" (el-A'raf, 7/23) buyruğundaki sözler olduğunu söylemişlerdir.
    Yine Mücahid'den gelen rivayete göre sözkonusu kelimeler:
    "Allah'ım Seni tenzih ederiz, Senden başka hiçbir ilah yoktur. Rabbim, ben kendi nefsime zulmettim, günahımı bağışla, şüphesiz Sen gafursun, rahîm-sin" sözleridir.
    Bir kesime göre, Hz. Âdem Arşın bacağı üzerinde "Muhammedurrasulul-lah" ifadesini yazılı görmüş, o da bunun hakkı için kendisine şefaat edilme*sini istemiştir. İşte sözü geçen kelimeler bunlardır.
    Bir başka kesim şöyle demektedir: "Kelimeler"den kasıt, ağlaması, utan*ması ve dua edip yalvarmasıdır. Pişmanlık, mağfiret dilemek ve keder oldu*ğu da söylenmiştir. İbn Atiyye der ki: Bu, Hz. Âdem'in bilinen mağfiret ta*lebinden başka birşey söylemediğini gerektirmektedir. Seleften birisine gü*nahkâr bir kimsenin neyi söylemesi gerektiğine dair soru sorulunca şöyle de*miştir: Anne ve babasının söylediği sözler olan: "Rabbimiz, biz nefsimize zul*mettik" (el-A'raf, 7/23) âyetinde söylenen sözlerdir diye cevap vermiştir.
    Hz. Musa da şöyle dua etmişti: "Rabbim, gerçekten ben nefsime zulmet*tim, bana mağfiret buyur" (Kasas, 28/16). Hz. Yunus da şöyle demişti:
    "Senden başka hiçbir ilah yoktur, Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulme*denlerden oldum." (el-Enbiya, 21/87)
    İbn Abbas ile Vehb b. Münebbih'ten rivayet edildiğine göre sözü geçen kelimeler şunlardır:
    "Seni hamdinle tenzih ederim Allah'ım, senden başka hiçbir ilah yoktur, ben kötülük yaptım, nefsime zulmettim, bana mağfiret buyur, çünkü Sen mağ*firet edenlerin en hayırhsısın. Seni hamdinle teşbih ederim Allah'ım, Senden başka hiçbir ilah yoktur, ben bir kötülük işledim ve nefsime zulmettim. Sen tevbemi kabul buyur. Çünkü Sen tevbeleri çokça kabul edensin, merhame*ti sonsuz olansın."
    Muhammed b. Ka'b da sözü geçen bu kelimelerin şunlar olduğunu söy*lemektedir: "Senden başka ilah yoktur, seni hamdinle tenzih ederim, teşbih ederim. Bir kötülük işledim ve nefsime zulmettim. Sen benim tevbemi kabul buyur. Şüphesiz sen çokça tevbeleri kabul eden, çokça merhametli olansın. Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni hamdinle teşbih ve tenzih ederim. Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, Sen bana merhamet buyur. Çünkü şüp*hesiz Sen gafursun, rahimsin. Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni hamdin*le teşbih ve tenzih ederim. Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, bana mer*hamet buyur. Şüphesiz sen merhametlilerin merhametlisisin." Sözü geçen bu "kelimeler"in aksırdığı zaman söylediği "elhamdülillah" sözleri olduğu da söy*lenmiştir.
    "Kelimât" kelime'nin çoğuludur. Kelime ise, çok söz hakkında da kulla*nılır, az söz hakında da kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden geç*miş bulunmaktadır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    3-Tevbesinin Kabulü:


    Yüce Allah'ın Âdem'in tevbesini kabul etmesinin anlamı, tevbe etme ba*şarısını ihsan etmesi yahut onun tevbesini kabul etmesi demektir. Bu ise ile*ride yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı gibi, Cuma gününe rastlayan, aşure gü*nünde gerçekleşmiş idi. Kişi, Rabbine itaate döndüğü vakit, "tevbe etti" de*nilir. Tevvâb bir kul: Çokça itaate dönen kul demektir. Tevbe asıl itibariyle dönmek demektir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

    4- Havva'nın Tevbesinin Kabulünden Niye Söz Edilmiyor:


    Yüce Allah, burada: "O da tevbesinl kabul etti" diye buyurarak "ikisinin tevbesini kabul etti" dememiştir. Halbuki o günahta Havva'nın da Hz. Âdem ile ortak olduğu icmâ ile kabul edilmiştir. Diğer taraftan yüce Allah: "Bu ağa*ca yaklaşmayınız" (âyet, 35) diye buyurmuştur. Başka yerde de: "Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik" (el-A'raf, 7/23) dedikleri bildirilmektedir denilecek, olursa cevabımız şudur:
    Kıssanın baş tarafında: "Sera zevcenle birlikte cennette yerleş" (âyet, 35) di*ye Hz. Âdem'e hitap edildiğinden dolayı, kelimeler belleyip almakta da özellikle ondan söz edilmiştir. Böylelikle bu kıssanın sonu sadece o sözko-nusu edilerek gelmektedir. Diğer taraftan kadının saygınlığı ve setredilme-si esas olduğundan yüce Allah da burada onu setretmek istemiştir. Bundan dolayı: "Âdem Rabbinin emrine karşı geldi de şaşırıp kaldı" (Ta-ha, 20/121) buyruğundada Havva'dan söz edilmemiştir. Diğer taraftan çoğu hususlarda kadın erkeğe tabi olduğundan dolayı ondan ayrıca söz edilmemiştir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ben sana.... demedim mi" (el-Kehf, 18/75) buyruğunda Hz. Musa ile birlikte bulunan delikanlıdan söz edilmeyip sadece Hz. Musa'dan söz edilmiştir.
    Hz. Âdem'in tevbesinin kabulünün sözkonusu edilmesi, Havva'nın da tev*besinin kabul edildiğini göstermektedir. Çünkü her ikisi aynı durumda idi. Bu açıklama el-Hasen'den rivayet edilmiştir. Bir diğer görüşe göre bu buy*ruk yüce Allah'ın: "Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman... ona doğru yöneldiler." (el-Cum'a, 62/11) buyruğunu andırmaktadır. Burada ka*sıt ticarettir. Çünkü yönelenlerin maksadı odur. O bakımdan burdaki tekil za*mir ticarete aittir. "O ikisine" denilmemiştir. Bununla birlikte mana arasında büyük bir fark yoktur. Şair de şöyle demiştir:
    "Beri olduğum(uz) halde bana ve babama iftirada bulundu O bana (anlaşmazlığımıza sebep olan) kör kuyudan dolayı iftira etti." Kur'an-ı Kerim'de de yüce Allah: "Allah ve Rasûlü'nü, onu razı etmele*ri daha uygundur." (et-Tevbe, 9/62) (şeklinde tekil zamir kulanılması) da*ha kısa ve daha veciz ifade kullanmak içindir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.

Sayfa 4/5 İlkİlk 12345 SonSon

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanıcı var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •