45- Onları hasredeceği o günde sanki gündüzün ancak bir saati ka*dar eğlenmişler gibi (gelecek); birbirlerini tanıyacaklar. Allah'a kavuşmayı yalanlamış bulunanlar, hem büyük bir zarara uğra*mışlardır, hem de doğru yolu bulamamışlardır.
"Onları hasredeceği o günde sanki gündüzün ancak bir saati kadar eğ*lenmişler gibi (gelecek)" buyruğundaki; Sanki" edatı, "San*ki onlar" anlamında olup zamiri hazfedilmiş ve "nun"'şeddesiz gelmiştir. Ya*ni onlar kabirlerinde ancak bir saat kadar kısa bir süre kalmışlar gibi gele*cek onlara. Yani onlar, öldükten sonra dirilişin dehşetli hallerini görecekle*rinden, kabirlerinde kaldıkları uzun süreyi oldukça kısa bulacaklar. Buna de*lil de onların: "Bir gün, yahut bir günün bir bölümü kadar eğlendik" (el-Mu'minûn, 23/113) diyeceklerine dair verilmiş bulunan haberdir.
Şöyle de açıklanmıştır: Dünyadaki kalış sürelerinin kısa gelmesi, daha son*ra karşılarına çıkacak olan şeylerin dehşetinden dolayıdır. Yoksa, kabirde ka*lacakları süreyi kısa bulacaklar anlamında değildir. îbn Abbas der ki: Onlar, ebedî kalmaya karşılık ömürlerinin uzunluğunu kısacık bir an gibi görecek*lerdir.
"Birbirlerini tanıyacaklar" anlamındaki buyruk, "O Onları has*redeceği" buyruğundaki "he ve mim" (onlar) zamirinden hal olmak üzere nasb mahallindedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Bununla birlikte bu buyruğun munkatı', (öncekiyle ilişkisi olmayan yeni) bir cümle olması da mümkündür. Adeta "onlar birbir*lerini tanıyacaklar" denilmiş gibidir. (Meal de böyledir).
el-Kelbî der ki: Kabirlerinden çıkacakları vakit, dünyada birbirlerini tanı*dıkları gibi tanıyacaklar. Bu tanışma ise birbirlerini azarlamak ve rezil rüs-vay etmek şeklinde olacaktır. Biri diğerine: Beni sen saptırdın, sen azdırdın, küfre sen götürdün diyecekler. Yoksa bu tanışma birbirlerine karşı şefkat, mer*hamet ve sevgi şeklindeki bir tanışma olmayacaktır. Daha sonra kıyamet gü*nünün dehşetlerini görecekleri vakit aralarındaki bu tanışma da yüce Allah'ın şu buyruğunda ifade edildiği gibi, kesilecektir: "Ve gerçek hiçbir dost, dos*tunu sormayacak." (el Meâric, 70/10)
Şöyle de denilmiştir: Geriye sadece azarlamak kastıyla bir tanışma kala*caktır. Doğru olan da yüce Allah'ın şu buyruğu dolayısıyla budur: "Sen, o za*limleri Rabbleri huzurunda durdurulmuş... görsen. Biz de o kâfirlerin boyunlarına tasmalar koyarız..." (Sebe', 34/31-33); "Her ümmet girdikçe kar*deşine lanet edecek" (el-A'raf, 7/38) âyeti ile: "Rabbimiz, gerçekten biz, yö*neticilerimize ve büyüklerimize itaat ettik" (el-Ahzab, 33/67) âyetleri de bunu ifade etmektedir.
Yüce Allah'ın: "Ve gerçek hiçbir dost, dostunu sormayacak” (el-Meâric, 70/10) buyruğu ile "Sur'a ûfürüldüğü o günde aralarında akrabalık bağı ol*mayacaktır" (el-Mu'minûn, 23/101) buyruklarının anlamı ise, kimse kimse*ye rahmet ve şefkati dolayısıyla soru sormayacaktır, anlamındadır. Doğrusu*nu en iyi bilen de Allah'tır.
Şöyle de denilmiştir: Kıyametin değişik konumlan ve halleri vardır.
Yine denildiğine göre, "birbirlerini tanıyacaklar" ifadesi, birbirlerine so*ru soracaklar anlamındadır. Yani, siz ne kadar süreyle kaldınız diye karşılık*lı soru soracaklar. Yüce Allah'ın: "Birbirlerine dönerek karşılıklı soru sorarlar" (et-Tûr, 52/55) buyruğunda olduğu gibi. Bu açıklama da güzel bir açık*lamadır.
ed-Dâhhak der ki: Burada sözü edilen mü'minlerin şefkat yoluyla birbir*lerini tanımalarıdır. Kâfirler arasında ise şefkat olmayacaktır. Yüce Allah'ın: "Aralarında akrabalık bağı olmayacaktır" (el-Mu'minûn, 23/101) buyruğun*da olduğu gibi. Ancak, birinci görüş daha kuvvetli görünmektedir. Doğrusu*nu en iyi bilen Allah'tır.
"Allah'a" yaptıkları Allah'ın huzurunda onlara sunulmak suretiyle "kavuş*mayı yalanlamış bulunanlar hem en büyük zarara uğramışlardır..." Şöy*le de açıklanmıştır: Öldükten sonra dirilişe ve amel defterlerinin verileceği*ne dair delilin ortaya konulusundan sonra bu buyruğun yüce Allah tarafın*dan verilen bîr haber olması da mümkündür. Yani onlar, cennet mükâfaatı-nı elde edememiş ve hüsrana uğramış kimselerdir. Şöyle de açıklanmıştır; Bun*lar yüce Allah'ın huzuruna çıkacakları vakit, hüsrana uğrayacaklardır. Çün*kü hüsran, artık vazgeçme umudunun kalmadığı, tevbenîn fayda vermeye*ceği o lıaîde ortaya çıkar.
en-Nehhâs der ki: Onların birbirlerini tanımalarının bu sözü söyleyecek*leri anlamına gelmesi de mümkündür.
"... hem de doğru yolu bulamamışlardır" buyruğuyla, onların doğru yolu bulamayanlardan olmaları Allah'ın ilminde böyle oldukları anlatılmak*tadır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
46. Onlara va'dettlğimizin bir kısmını sana göstersek, yahut senin ruhunu alsak da yine onların dönüşü Bize olacaktır. Hem Allah ne yapacaklarını görüp gözetendir.
Yüce Allah'ın: "Onlara vadettiğimizia bir kısmını" yani, sen hayatta iken dinini muzaffer kılmak suretiyle "sana göstersek" ifadesi şarttır. Müfessirler derler ki: Onlara vadolunanlann bir kısmı, Bedir'de onların bir kısmının öldürülmesi, öbür kısmının da esir alınması idi. "Yahut senin ruhunu alsak da" anlamındaki buyruk, "sana göstersek"e atfedilmiştir. Yani, bundan önce se*nin ruhunu alacak olursa, "yine onların dönüşü Bize olacaktır." Bu da şar-ün cevabıdır. Maksat, eğer Biz acilen onlardan intikam almasak, elbette sonradan zamanı gelince onlardan intikam alacağızdır.
"Hem Allah ne yapacaklarını" sana karşı savaşmaları, seni yalanlamala*rı gibi işlerini "görüp gözetendir." Kendisi onların yaptıklarına tanıktır, ay-nca bu konuda başkalarının tanıklığına ihtiyacı yoktur.
Şayet "Hem Allah... görüp gözetendir" buyruğunun, Allah orada ne yapacaklarını... anlamında olduğu söylenecek olursa, bu da uygun bir açıklama olur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
47. Her ümmetin bir peygamberi vardır. Rasûlleri geldiği zaman ara*larında adaletle hükmedilir ve onlara zulmedilmez.
Yüce Allah'ın: "Her ümmetin bir peygamberi vardır. Rasûlleri geldiği zaman aralarında adaletle hükmedilir" buyruğunun anlamı şudur: Her bir ümmetin kendilerine karşı şahidlik edecek bir peygamberi vardır. Kıyamet gününde peygamberleri geldiğinde aralarında hüküm verilecektir. Yüce Al*lah'ın: "Her ümmetten birer şahid getirip de... halleri nice olur" (en-Nisa, 4/41) buyruğunda olduğu gibi.
İbn Abbas der ki: Yarın kâfirler, kendilerine peygamberlerin gelişini İn*kâr edecekler. Bunun üzerine peygamber getirilerek: Ben size Rabbimin ri-saletini tebliğ ettim, diyecektir. İşte o vakit haklarında azap edilmeleri hük*mü verilecektir. Buna delil de, yüce Allah'ın: "Peygamberde size karşı şahid olsun diye..." (el-Bakara, 2/143) buyruğudur.
Buyruğun anlamı şöyle de olabilir: Onlar, dünya hayatında kendilerine bir peygamber gönderilmedikçe azaba uğratılmazlar, İman eden umduğunu el*de eder ve kurtulur, iman etmeyen ise helak olur ve azap edilir. Buna delil de yüce Allah'ın: "Biz bir peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz" (el-İsrâ, 17/15) buyruğudur.
Âyet-i kerimede geçen "el-Kıst" adalet demektir.
"Ve onlara zulmedilmez" yani, günahları olmaksızın onlara azap edilmez, onlara karşı delil getirilmeksizin de sorumlu tutulmazlar. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
48. "Eğer doğru söyleyenler iseniz, bu vaad ne zaman (gerçekleşek)?" derler.
Bu buyruk ile Mekke kâfirleri kastedilmektedir. Çünkü onlar, oldukça İle*ri derecede inkâr etmişler ve azabın da çabucak gelmesini istemişlerdir. Ya*ni, Muhammed'in bize vadedip tehdit ettiği ceza ne zamandır, yahut kıyamet ne zaman gelecektir?
Bu buyruğun, peygamberlerini yalanlayan her ümmet hakkında umumî ol*duğu da söylenmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
49. De ki: "Allah'ın dilediğinden başka kendime ne zarar verebili*rim, ne de bir fayda sağlayabilirim. Her ümmetin bir eceli var*dır. Artık ecelleri geldiği zaman ne bir an geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler."
Yüce Allah'ın: "De ki: Allah'ın dilediğinden başka kendime ne bir za*rar verebilirim, ne de bir fayda sağlayabilirim" buyruğu şuna işarettir: Mek-keli kâfirler, Peygamber (savVden azabın çabucak gelmesini isteyince, yüce Allah ona şöyJe buyurdu: Ya Muhammed, onlara de ki: Ben, ne bir zarar ve*rebilirim, ne de bir fayda sağlayabilirim. Yani, bu kendini hakkında böyle ol*duğu gibi, başkası için de böyledir. "Allah'ın dilediğinden başka" eğer öy*le bir şeye güç yetirebilir veya sahip olabilirsem, bu ancak Allah'ın dilediği ile olabilir. Durum bu olduğuna göre, sizin çabucak gelmesini istediğiniz şe*yi ben nasıl yerine getirebilirim ki? O halde bunları benden acele istemeyi*niz. Hem "her ümmetin bir eceli vardır" yani, onların helak ve azap edilmeleri için yüce Allah'ın indinde belli bir vakit vardır. "Artık ecelleri" yani, ecellerinin süresinin sona ermesi vakti "geldiği zaman ne bir an geri kala*bilirler, ne de öne geçebilirler." Yani, dünyada bir an dahi gecikerek kalma imkânını bulamazlar, onlar öne geçerek bu süreyi erteleyemezler. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
50. De kî; "Ya O'mın azabı geceleyin veya gündüzün size gelip ça*tarsa, söyleyin bana günahkârlar onun nesini acele isterler?"
"De ki: Ya O'nun azabı geceleyin veya gündüzün sîze gelip çatarsa" buy*ruğunda iki zarf (geceleyin ve gündüzün) vardır. Bu, onların: "Bu vaad ne zaman?" şeklindeki sorularının cevabıdır. Onların, azabı çabucak istemek şek*lindeki görüşlerinin, akılsızca bir iş olduğunu ortaya koymaktadır. Yani, azap size gelecek olursa, sizin bundan sağlayacağınız bîr fayda yoktur. Ve o takdirde imanın da size faydası olmayacaktır.
"O günahkârlar onun nesini acele isterler?" Bu, bir soru olmakla birlik*te azap ile korkutma ve azabın büyüklüğü anlatılmak istenmektedir. Yani si*zin o çabucak gelmesini istediğiniz şey ne büyük bir şeydir! Nitekim, bir kim*se âkibe,ti vahim bir işin gelmesini isteyecek olursa: Sen kendine karşı ne ya*pıyorsun böyle! denilir.
Yüce Allah'ın: "Onun" buyruğundaki zamir, azaba aittir denildiği gibi, şa*nı yüce Allah'a ait olduğu da söylenmiştir. (O takdirde anlam: O'ndan neyi acele isterler anlamında olur).
en-Nehhâs der ki: Eğer "onun" buyruğundaki zamir azaba ait kabul edi*lirse, o takdirde; "Nesini” hakkında iki takdir yapılabilir. Birincisine göre; "Ne" mübtedâ olarak ref mahallinde; da; O kimse ki,o ki anlamındadır ve bu; ın haberi olup, aid hazfedilmiş olur. Diğer bir takdire göre ise; "Nesini" lafzının mübteda olarak ref mahallinde tek bir İsim olması, haberin de cümlenin muhtevasında bulunması sözkonusu olur. Bu açıklamayı ez Zeccâc yapmıştır.
Ayrıca: "Onun" ifadesindeki zamirin yüce Allah'ın ismine ait olduğu ka*bul edilirse, o takdirde; " Ne" ile tek bir kelime olur ve; "Çabucak gelmesini ister" ile nasb mahallinde olur. Yani: Günah*kârlar Allah'tan o azabın nesinin çabucak gelmesini isterler? demek olur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
51. Vuku bulduktan sonra mı Ona iman edeceksiniz? Şimdi mi, ha*ni siz onun mutlaka çabucak gelmesini isteyip duruyordunuz?
Yüce Allah'ın: "Vuku bulduktan sonra mı O'na iman edeceksiniz" an*lamındaki buyrukta bir hazf vardır ki, ifadenin takdiri şöyledir: Sizler, aza*bın üzerinize inmesinden yana güvenlik altında mısınız? Sonra azap gelip sizi bulduğunda: Şimdi mi ona inandınız, denilir.
Denildiğine göre bu, meleklerin onlarla alay olmak üzere söyleyecekle*ri sözlerdendir. Bunun, yüce Allah'ın söyleyeceği sözlerden olduğu da söy*lenmiştir.
“Sonra’nın başına soru için "elifin gelmesinin anlamı, onlara söyletmek ve azarlamaktsr. Böylelikle bu, ikinci cümlenin anlamının, birincisinden sonra gerçekleşeceğine delalet etmesi İstenmiştir.
Şöyle de denilmiştir: Buradaki; "Sonra" edatı, peltek "se"nin üstün okunuşu ile; "Orada" anlamındadır. O takdirde bu, bir zarf olur. Yani, orada mı... demek olur. Taberî'nin kabul ettiği görüş budur. O takdirde bunda soru anlamı olmaz. (Yani: Orada vuku bulduktan sonra O'na iman ede*ceksiniz, demek olur).
"( jNi): Şimdİ'nin aslının; Vakti geldi, gibi mebni bir fiil olduğu söy*lenmiştir. Başındaki "elif" ve "lam" ise onu isme dönüştürmek için gelmiştir. el-Halil der ki: Bu kelimenin mebni olması, iki sakinin yan yana gelmesin*den dolayıdır. Baştaki "elif" ve "lam" ise, an ve zamana işaret içindir. Şimdi (an) ise, iki zamanın arasındaki sınırdır.
"Hani siz onun", yani azabın "mutlaka çabucak gelmesini isteyip duru*yordunuz." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
52. Sonra zulmedenlere: "Şu sürekli azabı tadın* denilecek. "Ne ka-zandıysanız ondan başkası ile mi cezalandırılacaksınız?"
"Sonra zulmedenlere... ilenilecek." Yani, cehennem bekçileri onlara: "Şu sürekli" yani, kesintisiz "azabı tadın" diyeceklerdir.
"Ne kazandıysânız ondan başkası İle mi" yani, küfrünüzün cezasından başkası ile mi "cezalandırılacaksınız?" Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
53. "O gerçek midir?" diye senden haber almak isterler. De ki: "Evet, Rabbim hakkı için elbette o haktır ve siz Allah'ı âciz bı*rakacak değilsiniz."
Yüce Allah'ın: "... senden haber almak İsterler" yani, ey Muhhammed! Azabın geleceği ve kıyametin kopacağına dair "o gerçek midir?" diye sen*den haber almak isterler,
"Gerçek midir" mübtedâdır. "O" ise haber yerini almıştır. Si-beveylı'in görüşü budur. Bununla birlikte "O" anlamındaki zamirin mübte-da, "gerçek midir" anlamındaki ifadenin de onun haberi olması da mümkün*dür.
"De ki: Evet" buyruğundaki: "Evet" kelimesi,"Evet" anlamın*da tahkik, gerçeklik ve te'kid için kullanılan bir lafızdır "Rabbim hak*kı İçin" buyruğu da bir yemindir. "O elbette haktır" ise yeminin cevabıdır, Yani, o gerçekleşecektir ve bunda hiç bir şüphe yoktur. "Ve siz Allah'ı âciz bırakacak değilsiniz" O'nun azabından ve cezalandırmasından kurtulamaz*sınız. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
54. Zulmeden herkes, eğer yeryüzünde bulunan her şeye sahip olsaydı, elbette onu fidye olarak verirdi. Azabı gördüklerinde pişmanlıklarını gizlerler. Aralarında adaletle hükmolunup ken*dilerine asla zulmedilmez.
"Zulmeden herkes" yani, şirk koşup inkâr eden herkes "eğer yeryüzün*de bulunan her şeye" malik olup, "sahip olsaydı, elbette onu" Allah'ın aza*bından kurtulmak kastıyla "fidye olarak verirdi." Bu, böyle bir şey olsa da*hi bu fidyenin ondan kabul olunmayacağı anlamındadır. Nitekim: "Şüphe*siz kâfir olanlar ve kâfir olarak ölenlerin hiç birinden yeryüzü dolusu al*tını fidye olarak verse dahi asla kabul olunmaz..." (Âli-tmran, 3/91) buyru*ğu daha önce geçmiş bulunmaktadır.
"Azabı gördüklerinde pişmanlıklarını gizlerler." Yani, onların başkan*ları, ileri gelenleri, kendilerine uyanlardan pişmanlıklarını gizleyecekler, saklamaya çalışacaklardır. Bu ise, ateş İle yakılmalarından önce olacaktır. An*cak, ateşe atılacaklarında sun'i ve yapmacık tavırları sergilemek imkânını bu*lamayacaklardır. Buna delii de ateşte söyleyecekleri belirtilen: "Rabbimiz, bed-badhthğımız bize galip geldi" (el-Mu'minûn, 23/106) buyruğudur. Bu buy*rukta onların hallerini gizlemeyecekleri beyan buyurulmaktadır.
Buradaki; "Gizlerler" kelimesinin açığa vururlar anlamında olup, bu kelimenin zıd anlamlılardan olduğu da söylenmiştir. Buna deiil ise, âhi-retin metanet gösterecek ve kişinin kendisini sabır ve tahammüle zorlayaca*ğı yer olmayacağıdır.
Şöyle de açıklanmıştır: Onlar, bu şekildeki hasret duyuşlarının acısını tâ kalplerinde hissedeceklerdir. Çünkü duyulan böyle bir pişmanlığın açığa vu*rulmasına imkân olmayacaktır. Nitekim şair Küseyyir de şöyle demektedir:
"O münadinin ayrılıp gitmiş develerin geri getirilmesi için Seslendiği gün ben de pişmanlığımı gizledim."
el-Müberred, bununla Ügili üçüncü bir açıklama zikretmektedir. Yani, "Pişmanlık onların yüzlerinin çizgilerinde görüldü." Buradaki çizgilerden kasıt, alındaki kırışıklardır. Tekili; şeklinde gelir.
Nedamet: Pişmanlık ise, bir şeyin meydana gelmesi, yahut elden kaçması dolayısıyla duyulan lıasrettir. Kelimenin asıl anlamı bir şeyle birlikte bulunmak, ondan ayrılmamaktır. Nitekim "nedîm" kelimesi de buradan gelmektedir. Çünkü nedîm, bir kimsenin meclisinden ayrılmayan kişidir. "Fi*lan kişi oldukça pişmandır," anlamındadır, "(fiili): Bir şey için pişmanlık duymak, üzülmek" manasına gelir. Bir şeye nadim olmak, nedamet duymak İse ona ihtimam göstermek, ondan dolayı pişmanlık duymak demektir.
el-Cevherî der ki: Üzüntü ve pişmanlık anlamına geiir. "Dâl" har*fi esreli olarak; Kederlendi, üzüldü demektir. Bu bakımdan (anlamı pekiştirmek üzere de); "Pişman, üzüntülü ve kederli kişi," de*nilir. Burada bu ikinci kelimenin itba' (müstakil anlamı olmamakla birlikte birincisinin anlamını pekiştirmek için gelen sesçe ona yakın bir kelime) ol*duğu da söylenmiştir. Mesela; " Onun bundan başka bir üzüntüsü bir kederi yoktur," demek gibi.
"pişmanlık" kelimesinin ın maklûbu olduğu da söylenmiştir. Bu ise bir şeyin yanında bulunmak, ondan ayrılmamak demektir. "Filan kişi şarap düşkünüdür," tabiri de buradan gelmektedir. "Ahırdan toplanan üstüste yığılıp kat kat olarak sertleşen idrar ve ker-me" demektir. Bu ismin verilişi onun o yerde kalması ve ordan ayrılmamasın*dan dolayıdır. "Kalpten bir türlü çıkmayan kin" anlamındadır, çoğu*lu; şeklinde gelir. "Mim" harfi esreli olarak; "Kalplerin*de kin yer eüı," denilir. "Filâna kin besledim," demektir.
"Aralarında" yani, başkanlar ile onlara uyanlar arasında "adaletle hükmolunup kendilerine asla zulmedilmez." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
55- İyi bilin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Şunu da iyi bilin ki, şüphesiz Allah'ın va'di haktır. Fakat onların ço*ğu bilmezler.
"İyi bilin kî, dikkat edin«ki..." edatı, sözün başına getirilen ve din*leyenin dikkat etmesini isteyen bir kelimedir. Size söyleyeceğim sözlere dikkat edin, demektir.
Yer imleri