ölümüm gelecek*tir. Daha sonra atına bindi ve atının sırtındayken öldü. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Lebid b. Rabİa kardeşi Erbed hakkında bir mersiye söyledi. Bu mersiye*de şu beyitler de yer almaktadır:
“Ey göz Erbed için ağlamalı değil inisin?Çünkü biz de hasımlarımız da yorgun ve argın kalkmıştık,
Erbed için Ölümden korkardım ama,
Balık ve aralan yıldızlarının ona musibet vereceğinden korkmazdım.
Gök gürültüsü ve yıldırım canımı yaktı,
O sıkıntılı günlerde imdada yetişen kahraman atlının ölümüne sebeb olarak."
Yine onun hakkında şunları söylemektedir:
"Şüphesiz, benzersiz en büyük musibet,
Yıldız gibi ışık saçan herbir kardeşi yitirmektir.
Ey hayrın Erbed'i ve üstün şerefli mevkilerin sahibi!
Beni kırık bir boynuz ile yürürcesine tek başıma bıraktın."
Daha sonra Lebid İslâm'a girmişti. -Allah ondan razı olsun. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Gök Gürültüsü ve Yıldırım Esnasında Allah'ı Anmak ve Teşbih:
Ebân, Enes'ten rivayetle dedi ki: Rasûlullah (sav) şöyle buyurdu: "Yıldı*rım aziz ve celil olan Allah'ı zikreden bir kimseye çarpmaz." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Ebu Hureyre (r,a) dedi ki: Peygamber (sav) gök gürültüsü sesini duydu mu şöyle derdi: "Gök gürültüsünün hamd ile meleklerin de korkusundan kendisini teşbih et*tiği Allah'ın şanı ne yücedir! O herşeye gücü yetendir." Böyle dediği halde eğer yıldırım ona çarparsa, diyetini ödemek bana aittir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
el-Hatib de Süleyman b. Alî b. Abdullah b. Abbas'dan, o babasından, o da dedesi yoluyla şöyle dediğini nakletmektedir: Bir yolculukta Ömer ile bir*likte idim. Gök gürültüsü ve dolu bize isabet etti. Ka'b bize şöyle dedi: Gök gürültüsünü duyan bir kimse o esnada;
"Gök gürültüsünün hamd ile me*leklerinden korkusundan kendisini teşbih ettiği Allah'ın şanı ne yücedir" di*ye üç defa söylerse, o gök gürültüsünde olanlar afiyette olur, kurtulur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. Biz de böyle yaptık ve esenliğe kavuştuk. Sonra Ömer b. el-Hattab (r.a) ile kar*şılaştım. Bir dolu tanesinin burnuna isabet edip onda iz bıraktığını gördüm. Ey mü'mirilerin emiri, bu ne? deyince, o: Burnuma gördüğün gibi iz bırakan bir dolu tanesi isabet etti, dedi. Ben de: Ka'b gök gürültüsünü duyunca bize şöyle dedi: Kim gök gürültüsünü işittiğinde, gök gürültüsünün hamdiyle meleklerin de, korkusundan kendisini teşbih ettiği Allah'ın şanı ne yücedir di*ye üç defa söylerse o gök gürültüsü esnasında olacaklardan yana esenliğe ka*vuşur, dedi. Biz de böyle dedik ve esenliğe kavuştuk, bunun üzerine Ömer (r.a) şöyle dedi; Peki niye bize söylemediniz? Biz de bunu söylerdik.
Bu anfamdaki açıklamalar bundan önce el-Bakara Sûresi'nde (2/14. âye*tin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
" ...Allah hakkında mücadele edip dururlarken" buyruğu ile yüce Allah hakkında: O nedendir? diye soran yahudinin tartışması kastedilmektedir. İbn Cüreyc der ki: Bu buyrukla Erbed'in, Peygamber (sav)i öldürmek kararını ver*mesi halindeki tartışmasını kastetmektedir. Bununla birlikte "Allah hakkın*da mücadele edip dururlarken" buyruğu hal de olabilir, munkati" da olabi*lir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
Enes'ten de rivayet edildiğine göre Rasûlullah (sav) müşriklerden ileri ge*len birisini İslâm'a davet etmek üzere elçi gönderdi. Bu kişi Allalı Rasûlüne şöyle dedi: Sen bana şu İlahın hakkında haber ver, o gümüşten mi, al-tındanmı, yoksa bakır'dan mı? Hz. Peygamber'in gönderdiği elçiye böyle bir şey çok ağır geldi. Hz. Peygamber'e dönüp, durumu bildirdi. Hz. Peygam*ber yine: "Ona dön ve yine davet et" diye buyurdu. Adamın yanına döndü*ğünde bir yıldırımın çarptığını gördü. Rasûlullah (sav)ın yanına döndüğün*de de "Allah hakkında mücadele edip dururlarken" buyruğu da inmişti. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
“O kudret ve azabı çetin olandır." İbnu'l-A'râbî der ki: "Mekr" demektir. Yüce Allah'ın mekri ise hak ile tedbiri anlamındadır. en-Nehhâs ise Allah'ın mekri, hak eden kimseye farkına varmadığı bir yerden, hoşlanma*dığı bir şeyi ulaştırmak demektir.
İbnu'l-Yezid'i de Ebu Zeyd'den "O kudret ve azabı çetin olandır" buy*ruğu hakkında intikamı çetin olandır, dediğini rivayet etmektedir.
el-Ezherî der ki: "el-Mihâl": Kuvvet ve şiddet anlamındadır. "el-Mahl" ise şiddet demek olup buradaki "mim" kelimenin asıl harflerindendir. tabiri ise "filan ile hangimizin daha güçlü olduğu ortaya çı*kıncaya kadar karşılıklı gücümüzü denedik" demektir.
Ebu Ubeyd der ki: "el-Mihâl" azab ve hoşa gitmeyen şey demektir. İbn Ara-fe de: Tartışma ve mücadele demektir, diye açıklamaktadır. Mesela; " hakkında mücadele etti" anlamındadır.
el-Kutebî der ki: Bu kelime "keyd"i (tuzağı ve tedbiri) çetin olandır, an*lamındadır. Aslı da "hile"den gelmektedir. Başındaki "mim" de "mekân" mim'i gibidir. Halbuki bunun da aslı "kevn"den gelmektedir. Diğer taraftan; "Temekkün ettim, imkân ve iktidar buldum" denilir.
el-Ezherî der ki: "el-Mihâl" kelimesindeki "mim" harfinin zaid olduğunu söyleyen İbn Kuteybe yanlıştır. Aksine buradaki "mim" aslî harflerdendir. Eğer bir kelimeyi " vezninde olduğunu görüp de bunun ilk harfi esreli "mim" ise bilelim ki, kelimenin aslî harflerindendir. "Mihâd, milâk, miras" ve buna benzer kelimeler böyledir. Buna karşılık "mifal" veznindeki kelimeler eğer üç harfli kelimelerden geliyor İse, bu kelimelerdeki vav harfi izhar edilir. Me*sela "mizved, milıvel ve mihver" ile benzeri kelimeler böyledir. (el-Ezherî de*vamla) der ki: el-A'rec; şeklinde "mim" harfini üstün olarak okumuştur. Bu kıraate göre ise; İbn Abbas'tan bunun açıklaması havi tgüç ve kuvvet) demek olur. Bütün bunları Ebu Ubeyd el-Herevî nakletmektedir. Bundan tek istisna başta İbnu'i-A'râbî'den naklettiğim izdir. Ashab-ı Kiram ile Tabiînin görüşleri de bu anlamdadır ve bunlar sekiz görüştür:
1- Düşmanlığı şiddetli olan demektir. İbn Abbas'ın görüşüdür.
2- Güç ve kuvveti şiddetli ve çetin olandır. Bu da îbn Abbas'm görüşüdür.
3- Azab ile yakalaması şiddetli olan demektir. Ali b. Ebi Talib'in görüşü*dür.
4- Öfkesi şiddetli ve çetin olandır. Bu da İbn Abbas'ın görüşüdür.
5- Gücü şiddetli, çetin olandır. Mücâhid'in görüşüdür.
6- Gazabı çetin olandır. Bu açıklamayı Vehb b. Münebbih yapmıştır.
7- Kıtlık ile helak etmesi çetin olandır. Bunu da el-Hasen söylemiştir.
8- Hilesi şiddetli olandır. Bu açıklama da Katâde'ye aittir.
Ebu Ubeyde Ma'mer der ki: "el-Mihâl" ve "el-Mumâhale" karşılıklı tedbir ve hile yapmak ve birbiriyle yarışmak, yenişmeye çalışmak demektir, el-A'şâ'nın şu beyitini de nakletmektedir:
"Şeref dalında salınan bir kayın ağacının gece çiği pek çok alan ince bir dalıdır. Bununla birlikte intikam alıp cezalandırması da çok çetindir."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"O bir, takım kimseler arasına girdi ki onların herbirisi ona Çeşitli oyunlar ve çeşitli hile ve tuzaklar kurdular."
Abdu'l-Muttalîb de şöyle demektedir:
"Allah'ım şüphesiz kişi kendi evini korur,
Sen de sana yakın yerde ikamet edenleri koru.
Onların haçları, küfür ve inkârları,
Saldırganlık ederek hiçbir zaman senin tedbirine galip gelmesin." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
14. Hak davet yalnız O'nadır. O'nu bırakıp çağırdıkları İse kendile*rine hiçbir şekilde cevap veremezler. Onların dununu, ağzına gel*sin diye suya doğru iki avucunu açan kimseye benzer ki o buna asla ulaşacak değildir. İşte kâfirlerin duası da ancak boşunadır.
"Hak olan davet yalnız O'nadır." Yani doğru olan davet yalnız Allah'adır.
İbn Abbas, Katâde ve başkaları bundan kasıt: La İlahe illallah'tır, demiş*lerdir. el-Hasen de şöyle demiştir: Bundan kasıt: Şüphesiz ki Allah hakkın tâ kendisidir. Dolayısıyla O'na dua etmek hak olan davet demektir.
Şöyle de açıklanmıştır: Duada ihlaslı olmak hak olan davet demektir. Bu*nu da müteahhir ilim adamlarından bazıları söylemiştir. Bir diğer açıklama da şöyledir: Hak olan davet korku esnasında Allah'a dua etmektir. Çünkü bu durumda Allah'tan başkasına dua edilmez. Nitekim yüce Allah şöyle buyur*maktadır: "O'ndan başka dua edip çağırdığınız herkes kaybolur, gider." (el-İsra, 17/67)
el-Maverdî der ki: Âyetin akışına daha uygun olan açıklama şekli budur. Çünkü yüce Allah: "Onu bırakıp çağırdıkları" yani heykeller ve putlar "ise kendilerine hiçbir şekilde cevap veremezler." Onların hiçbir dualarını ka*bul edemezler, hiçbir seslenişlerini işitemezler.
"Onların durumu ağzına gelsin diye suya doğru iki avucunu açan kim*seye benzer ki o buna asla ulaşacak değildir." Aziz ve celil olan Allah, su*yu onlann yaptıkları duaların kabul olunmasından yana ümit kestiklerine mi*sal olarak vermiştir. Çünkü Araplar herhangi bir şekilde erişemeyeceği bir hu*sus için didinip duran kimseye, elinde suyu tutmaya çalışan kimseyi misal ve*rirler. Şair der ki:
"Artık benimle onun arasındaki sevgi sebebiyle Elinde su tutan kimsenin haline döndüm."
Bu misalin anlamına dair üç açıklama yapılmıştır:
1- Allah'tan başka bir ilâha dua edip tapan bir kimse uzaktan ele geçir*mek istediği halde suyu ağzına gelsin dîye çağıran, bununla birlikte suyu bir türlü diline ulastıramayan, eliyle suya işaret etmekle birlikte ebediyyen su ken*disine ulaşamayan kimsenin durumuna benzer. Çünkü su hiçbir şekilde çağrıya cevap veremez ve hiçbir zaman su böyle bir kimseye ulaşamaz. Bu açıklamayı Mücahid yapmıştır.
2- Allah'tan başkasına dua ve ibadet eden kimse suda hayalini (aksini) gö*ren susuz kimseye benzer. Bu kimse elini suya, su ağzına ulaşsın ister. Hal*buki o suyun ona ulaşmasına imkân yoktur. Çünkü onun böyle bir zannı yer*sizdir, böyle bir şeyi beklemesinin anlamı yoktur. Bu açıklamayı da İbn Ab-bas yapmıştır.
3- Böyle bir kimse suyu elinde tutmak kastıyla avuçlarını açmış kimse gi*bidir. Ancak bu kimsenin avuçlarında da su namına bir şey kalmaz.
el-Ferrâ buradaki “su"dan kastın kuyu olduğu kanaatindedir. Çünkü ku*yu suyun kaynağıdır. Bu misal buna göre ipsiz ve kovasız olarak elini kuyu*ya uzatan kimsenin durumuna dair bir benzetmedir. Bunun tanığı da şairin şu beyitidir:
"Şüphesiz bu benim babamın ve dedemin suyudur. Onu kazan ve onun duvarını ören benim."
Ali (r.a.) der ki: Böyle bir kimse kuyu kenarında susuz gibidir. Kuyunun dibine de ulaşamadığı gibi, su da kendisine doğru yükselemez.
"Ancak... açan kimse" nin anlamı, ancak iki avucunu "suya" açan kim*seye suyun cevap vermesi gibidir. Buna göre mastar (isticâbet: cevap verme) avucunu açan kimseye izafe edilmiş, sonradan da muzaf hazfedilmiştir. Mastarın faili ise "su" kelimesidir. Yani ancak iki avucunu suya uzatanın (çağrışma) icabet edilmesi gibidir. Buna karşılık yüce Allah'ın; "Ağzına gelsin diye" buyruğundaki "lam" da "avuç açma" anlamındaki fiile taal*luk etmektedir.
"O buna asla ulaşacak değildir" buyruğundaki zamir de suya aittir, ya*ni su ağzına ulaşacak değildir. Bununla birlikte; "O" zamirinin ağza ait olması da mümkündür, o takdirde ağız suya ulaşamaz anlamında olur.
"İşte kâfirlerin duası da ancak boşunadır" Yani kâfirlerin putlara tapma*sı ancak boştur, boşa çıkacaktır, çünkü şirktir.
Şöyle de açıklanmıştır: Dualannın boşa gitmesi bu dualannın önlerinden kay-bolmasıdır. Bu dua sebebiyle ellerine hiçbir şey geçmez. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı bırakıp da tapına geldiğiniz şey*ler nerede? Onlar gözümüzden kayboldular diyecekler." (el-A'râf, 7/37)
İbn Abbas der ki: Bunun anlamı şudur: Kâfirlerin seslenişleri Allah'a ula*şamaz, Allah onların dualarını kabul etmez. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
15. Göklerde ve yerde bulunanların kendileri de, gölgeleri de ister İstemez sabah-akşam Allah'a secde ederler.
Yüce Allah'ın: "Göklerde ve yerde bulunanların kendileri... ister İste*mez... Allah'a secde ederler" buyruğu ile ilgili olarak el-Hasen, Katâde ve başkaları derler ki: Mü'min Allah'a isteyerek, kâfir de istemeyerek kılıç zo*ruyla secde eder. Yine Katâde'den şöyle dediği nakledilmektedir: Kâfir ima*nın kendisine fayda vermeyeceği vakit istemeyerek Allah'a secde eder. ez-Zeccâc da der ki: Kâfirin istemeyerek secde etmesinde, itaatle boyun eğmek namına hiçbir şey yoktur, onun secde etmesi yapmacıktır.
İbn Zeyd der ki: "İster” ile İslâm'a isteyerek giren "istemez" buyruğu ile de kılıç korkusuyla İslâm'a giren kastedilmiştir.
Bunun uzun süre müslürnan kalarak secdeye alışanların "isteyerek" Al*lah için kendisini zorlayanın da "istemeyerek" secde etmesi anlamında ol*duğu da söylenmiştir. Buna göre âyet-i kerîme mü'minler hakkındadır. Bu açıklamaya göre "yerde" İfadesi yerde bulunanların bir kısmı anlamına ge*lir.
el-Kuşeyrî der ki: Âyet-i kerîme(nLn açıklanması) hususunda İki yol izlen*miştir. Birincisine göre âyet-i kerîme umumi olmakla birlikte, ondan kaste*dilen husustur. Mü'min isteyerek secde eder, kâfirler ise tıpkı münafıklar gi*bi zorlanarak ve korkarak secde ederler. Âyet-i kerîme bunlar hakkında yo*rumlanmıştır, bu açıklamayı el-Ferrâ nakletmektedir. Bu görüşe binaen de şöy*le denilmiştir: Âyet-i kerîme mü'minler hakkındadır. Mü'minler arasında ki*misi isteyerek secde eder ve secde etmek ona ağır gelmez. Kimisine de ağır gelir. Çünkü ilâhî tekliflere bağlılıkta bir meşakkat vardır. Fakat onlar ihlas ve iman ile bu meşakkate katlanırlar, taki hakka alışıncaya ve bunu kolay*lıkla yapacak hale gelinceye kadar.
İkinci yol -ki sahih olan da budur- âyet-i kerîmenin umum olarak alınma*sı ve açıklanmasıdır. Bunun da İki yolu vardır. Birincisine göre mü'min iste*yerek secde eder, kâfir ise secde etmekle emrolunmuştur ve bundan dola*yı sorgulanacaktır, tkinci şekil -ki hak olan da budur- de şudur: Mü'min be*deniyle, isteyerek Allah'a secde eder. Mü'min olsun, kâfir olsun, mahlûk ol*ması itibariyle secde eder. O delaletiyle ve yaratıcıya olan ihtiyacı bakımın*dan (hükmen) secde eder. Bu da yüce Allah'ın: "Onu hamd ile teşbih etme*yen hiçbir şey yoktur" (el-İsra, 17/44) buyruğuna benzemektedir ki, bu da iba*det kastıyla yapılan teşbih değildir, delâleten teşbihtir.
"Gölgeleri de İster istemez sabah-akşam Allah'a secde ederler." Yani bü*tün mahlukatın gölgeleri sabah-akşam Allah'a secde etmektedir. Çünkü özellikle bu vakitlerde gölgeler açıkça ortaya çıkmakta, bir cihetten diğer bir cihete geçmektedir. Bu da yüce Allah'ın gölgeleri dilediğine uygun olarak evi*rip çevirmesi ile olur Bu buyruk yüce Allah'ın: "Allah'ın yarattığı şeylerin gölgelerinin zillette ve itaat ediciler olarak, durmadan sağa-sola dönerek Al*lah'a secde ettiklerini görmüyorlar mı?" (en-Nahl, 16/48) buyruğunu andır*maktadır. Bu açıklamayı da tbn Abbas ve başkaları yapmıştır.
Mücahid der ki: Mü'minin gölgesi isteyerek -mü'minin kendisi de itaatkâr olduğu halde- secde eder. Kâfirin gölgesi ise -kâfir hoşlanmayarak- isteme*yerek secde eder.
İbnu'l-Enbarî der ki: Gölgelere akıl verilir, onlar da bu akıllan ile secde eder ve Allah'a saygı ile itaat ederler. Nitekim dağlara anlama ve kavrama ka*biliyeti verilerek onlara hitab edildiği ve onların da hitab ettikleri belirtilmek*tedir.
el-Kuşeyrî der ki: Böyle bir açıklama su götürür. Çünkü dağ bir cisimdir. Onun akıl sahibi olması ancak hayat sahibi olmasıyla mümkündür. Gölge*ler ise izdir ve arazdır. Bunların hayat sahibi olmaları düşünülemez.
Burada "secde etmek" meyletmek anlamındadır, gölgelerin secde etmeleri bir taraftan bir diğer tarafa meyletmeleridir. Nitekim hurma ağacı secde etti denilirken, meyletti, eğildi anlamındadır.
"Akşam vakitleri" kelimesi;çoğuludur. Bu ise ın çoğuludur. Bu da ikindi vakti ile güneşin batımı arasındaki zamandır. Çoğu*lun da çoğulu; şeklinde gelir. Ebu Zueyb el-Huzelî der ki:
Temin ederim ki sen ahalisine ikramda bulunduğum evin tâ kendisisin Ve akşam vakitleri gölgelerinde oturduğum."
"Gölgeleri" kelimesinin; "...anlar" üzerine atfedilmesi de mümkündür. Mübtedâ olarak ıtıerfu olup lıaberi hazfedilmiş de kabul edile*bilir. İfadenin takdiri o zaman şöyle olur: Onların gölgeleri ise, sabah ve ak*şam vakitlerinde secde ederler.
"Sabah" kelimesinin mastar olması mümkün olduğu gibi; Sabahın çoğulu da olabilir. Bunun çoğul olma ihtimalini, "akşam(lar)" keli*mesinin de çoğul olarak kullanılmış olması güçlendirmektedir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
16. De ki: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" De ki: "Allah'tır." Yine de ki: "Öyle İken O'rnı bırakıp da btaıt kendilerine ne bir fay*da ne de bir zarar vermeye güçleri olmayan bir takım veliler mi edindiniz?" De ki: "Gözü görmeyenle, gören bir olur mu? Yahut karanlıklarla nur bir olur mu?" Yoksa Allah'a O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma kendilerince birbi*rine benzer mi göründü? De ki "Herçeyi yaratan Allah'tır. O bir*dir, Kahhâr'dır."
Yüce Allah: "De ki: Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" buyruğu ile pey*gamberine müşriklere: "Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?" demesini emret*mektedir. Bundan sonra da onlara:"Eğer böyle bir şey söylemeyecek ve ya*ratıcının kim olduğunu bilmeyecek olurlarsa onlara karşı bağlayıcı bir delil olmak üzere; "O Allah'tır" demesini emretmektedir.
"Yine de ki: Öyle iken O'nu bırakıp da... bir takım veliler mi edindiniz?" Bu onların yüce Allah'ın yaratıcı olduğunu itiraf ettiklerine delildir. Aksi tak*dirde: "Yine de ki: Öyle iken onu bırakıp da... bir takım veliler mi edin*diniz" demenin bir anlamı olmazdı. Bunun delili de yüce Allah'ın şu buyru*ğudur: "Andolsun onlara: Göklerle, yeri kim yarattı? diye sorsan, onlar el*bette: Allah!diyeceklerdir." (Lukman, 31/25) Yani sizler bunu itiraf ettiğini*ze göre ne diye O'ndan başkasına ibadet ediyorsunuz? Hem O'ndan başka taptıklarınızın faydası da yoktur, zararı da yoktur. Şüphesiz ki bu yerinde ve doğru bir delil getirmedir ve bu delil bağlayıcıdır.
Daha sonra yüce Allah onlara bir örnek vererek: "Oe ki: Gözü görmeyen*le, gören bir olur mu?" İşte hakkı gören mü'min ile hakkı görmeyen müş*rik de böyledir. Buradaki "görmeyen"in, onların Allah'tan başka tapındıkla*rı şeylere örnek, "gören"in ise yüce Allah'a örnek olduğu da söylenmiştir.
"Yahut karanlıklarla, nur bir olur mu?" Yani şirk ile iman bir olur mu?
İbn Muhaysın, Ebu Bekr, el-A'meş, Hamza ve el-Kisaî fiili önceden de -bu şekilde- geçmiş olması dolayısıyla;" Bir olur" şeklinde "ya" ile oku*muşlardır. Diğer taraftan; "Karanlıkların te'nisi (dişilliği) de haki*ki müenneslik değildir. Diğerleri ise bu fiili "te" ile okumuşlardır, Ebu Ubeyd de bunu tercih etmiş ve şöyle demiştir: Çünkü müennes ile fiil arasına baş*ka bir kelime girmemektedir.
"Karanlıklar ve nur" iman ve küfrün misalidir. Ancak biz bunun keyfi*yetine vakıf olamayız.
"Yoksa Allah'a onun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da yarat*ma kendilerince birbirine benzer mi göründü?" İşte bu da delil getirme*nin en mükemmel ve eksiksiz şekillerinden birisidir. Yani Allah'tan başkası, Allah'ın yaratması gibi yarattı ve bu yüzden onlar yaratmaları birbirine mi benzettiler ve buna bağlı olarak Allah'ın yarattıkları ile ilahlarının yarattıklarını birbirinden ayırdedemeyecek hale mi düştüler?
"De ki: Herşeyi yaratan Allah'tır." Yani ey Muhammed, onlara: "Herze*yi yaratan Allah'tır" de. O halde bundan dolayı herşeyin de yalnız O'na iba*det etmesi gerekir.
Âyet-i kerîme hem müşriklerin iddialarını, hem de Allah'ın yarattığı gibi yarattıklarını iddia eden Kaderiye'nin iddialarını reddetmektedir.
"O birdir" herşeyden öncedir ve tektir. "Kahhâr'dır." Herşeye galib olandır. O'nun iradesi irade sahibi herkesin, her türlü isteğine galib gelir.
el-Kuşeyrî Ebu Nasr der ki; Âyet-i kerîmenin yaratıcıyı itiraf edip kabul eden kimseler hakkında varid olması uzak bir İhtimal değildir. Yani sen on*lara gökleri ve yeri yaratana dair soru sor. Çünkü bu hususta onlara karşı de*lil getirmek kolaydır ve bu konuda doğru karşılık vermeleri zarurete yakın bir ihtimaldir. Çünkü cansızların ve bütün mahlukların gökleri ve yeri yarat*maktan aciz oldukları bilinen bir husustur. Bu kabul edilip yaratıcının yüce Allah olduğu da ayan beyan ortaya çıktığına göre; Allah'a ortak koşmak na*sıl caiz olur? Daha sonra el-Kuşeyrî sözler arasında şunları da açıklar: Şayet kainatın iki yaratıcısı olsaydı, bu yaratma arasında benzerlik olurdu. Bu ya*ratıcının fiili, diğerininkinden ayırt edilemezdi. peki fiilin iki kişi tarafından yapıldığı nereden bilinebilirdi? Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
17. O gökten bir su İndirdi de dereler kendi miktarlarınca sel do*lup taşar. Sel de yüze çıkan bir köpük yüklenip götürür. Bir süs veya bir fayda elde etmek için ateşte erittikleri şeylerden de bu*nun gibi bir köpük çıkar. İşte Allah hak ile bâtılı böyle örnek*lendirir. Ancak köpük atılır, gider. İnsanlara fayda verecek olan şeye gelince, İşte bu, yerde kalır. Allah örnekleri işte böy*le verir.
18. Rabbterinİn çağrısını kabul edenlere etHusnâ vardır. O'nun çağ*rısını kabul etmeyenlere gelince, yeryüzündeki herşey ve onun*la beraber bir o kadarı daha kendilerinin olsa, şüphesiz onla*rı fidye olarak verirlerdi Hesabın kötüsü onlar teindir, barınak*ları cehennemdir. O ne kötü yataktır!
19. Rabbinden sana indirilenin ancak hak olduğunu bilen kimse kör gibi midir? Ancak selim akıl sahipleri iyice öğüt alır.
Yüce Allah: "O, gökten bir su İndirdi de dereler kendi nüktarlarınca sel dolup taşar. Sel de yüze çıkan bir köpük yüklenip götürür..." buyruğun*da hak ile bâtıla bir örnek vermektedir. Küfrü suyun üstündeki köpüğe benzetmektedir. Bu köpük yok olup gider. Kıyılarda dağılır, rüzgarlar onu itip darmadağın eder. İşte -ileride açıklayacağımız gibi- küfür de böylece gider ve darmadağın olur.
"Dereler kendi miktarlarınca" yani dolabildikleri kadarıyla "sel olup ta*şar." İbn Cüreyc, küçüklük ve büyüklükleri miktarınca diye açıklamıştır.
el-Eşheb, el-Ukaylîve el-Hasen; " Kendi miktarlannca" kelimesi*ni "dal" harfini sakin olarak okumuşlardır. Anlam birdir.
Anlamının: Kendileri için takdir olunan miktar kadarıyla, şeklinde oldu*ğu da söylenmiştir.
"Dereler" kelimesi "vâdî'nin çoğuludur. Buna "vâdî" adının ve*riliş sebebi, suyun belli bir yerden çıkması ve akması dolayısıyladır. Buna gö*re "vâdr akan suyun adı olmaktadır. Ebu Ali ise "dereler (vadiler) ...sel olup taşar" tabirinde bir genişletme vardır. Yani sulan sel olup taşar demek olup, bu anlamdaki kelime hazfedilmiştir, der. Yine Ebu Ali der ki: "Kendi tnik-tarlannca" ifadesi de suları kadanyla... demektir. Çünkü vadiler (dere yatak*ları) bizatihi kendi miktarları kadar akmaz, (Su aktığı miktarda akar).
"Sel de yüze çıkan" yani su üstünde yükselip çıkan "bir köpük yüklenip götürür." îfade burada tamam olmaktadır, bunu Mücahid söylemiştir. Daha sonra yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bir süs" yani altın ve gümüşten edindikleri bir süs "veya bir fayda elde etmek için ateşte erittikleri" Mücahid der ki: Demir, bakır ve kurşun gibi "peylerden de bunun gibi bir köpük çıkar." Bu da ikinci bir misaldir.
Yüce Allah'ın: "Bunun gibi bir köpük" buyruğu şu demektir: Taşan sel sularının üzerinde bir köpük yükseldiği gibi, bu gibi şeylerin üzerinde de bir köpük yükselir. Sel sularının üzerinde köpüklerin yükselmesi, suya yerin top*rağının da karışması ve bunun bir köpük oluşturmasından dolayıdır. Aynı şe*kilde üzerinde ateş yakılan mücevherat, altın ve gümüş gibi yeryüzünde dağınık bulunan madenlere de toprak karışmış bulunuyor. Bu madenler üze*rinde ateşin yakılmasının sebebi ise, madenlerin eriyerek yerin toprağının on*dan ayrılmasını sağlamaktır.
"İşte Allah hak ile bâtılı böyle örneklendirir. Ancak köpük atılır, gi*der" buyruğu ile ilgili olarak Mücahid; " Atılır, gider" tabirini katı ola*rak (atılır) diye açıklamıştır. Ebu Ubeyde ise der ki: Ebu Amr b. el-Ala de*di ki: -Aym kökten fiil olan-: tabiri, tencere köpüğü dökülünceye ve dibinde de katılaşıncaya kadar kaynadı, anlamındadır. Va*dinin uzaklaştırdığı yani bir kenara attığı şey, demektir. Ebu Ubeyde'nin nak*lettiğine göre o Ru'be'yi bu kelimeyi; diye okuduğunu dinlemiştir. Ebu Ubeyde der kî: Tencere köpük atmaya başladığı zaman; deni*lir. Esen rüzgar bulutu parçalayıp dağıttığı zaman da; de*nilir.
"İnsanlara fayda verecek olan şeye gelince, işte bu yerde kalır." Mücâhid der ki: Bu da saf ve katıksız sudur.
Şöyle de açıklanmıştır: Bundan kasıt su ile anlaştırılmış hale getirilen al*tın, gümüş, demir, bakır ve kurşundur. Bu iki örnek de yüce Allah'ın seba*tı itibariyle hakka, yok olup gitmesi itibariyle de batıla verdiği İki örnektir. Batıl bazı hallerde yükselip kabarsa dahi tıpkı köpüğün ve işe yaramayan kö*tü karışımların yok olup gitmesi gibi yok olur, gider.
Şöyle de açıklanmıştır: Bu yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerîm'e ve onun kalp*lere girip etkileyen buyruklarına verdiği bir misaldir. Yüce Allah, Kur'ân-ı Ke-rîm'i hayrının genelliği, faydasının da kalıcılığı itibariyle yağmura benzetmek*tedir. Kalpleri de dere yataklarına benzetmektedir. Bu kalplere Kur'ân-i Ke-rîm'den girip yerleşeni, dere yataklarına genişlik ve darlıklarına uygun ola*rak giren sulara benzetmektedir.
tbn Abbas: "O gökten bir su" Kur'ân "indirdi" diye açıklamıştır.
"Dereler kendi miktarlarınca sel dolup taşar." İbn Abbas der ki: Dere*lerden kasıt kulların kalpleridir. "Sûku'l-Arûs" adlı eserin sahibi (Ebu Ma'şer et-Taberî) der ki: Eğer bu açıklama sahih olarak gelmişse yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'e suyu, kalplere dere yataklarını, muhkem buyruklara saf olanı, müteşabihe de köpüğü misal verip benzetmesi anlamındadır.
Bir diğer açıklamaya göre ise köpük nefsin kibiri, şüphe gaileleridir. Bunlar sebebiyle nefis sahip olmadığı şeylerle kabarır ve yükseldiği bu noktalarda ise çırpınıp durur. Tıpkı sel sularının saf ve berrak akarken de*rede bulduğu şeyleri suyun üzerine yükseltmesi gibi. Altın ve gümüş süsü*ne gelince, bu da üstün ve yüce hallere bir misaldir, tertemiz ahlâka örnek*tir. Erkeklerin güzellikleri bunlarla ortaya çıkar, salih ameller bunlarla ayakta durur. Tıpkı altın ve gümüşün kadınların süsü olması ve eşyaların kıymet*lerinin bunlarla ölçülmesi gibi.
Humeyd, İbn Muhaysın, Yahya, el-A'meş, Hamza, el-Kisaî ve Hafs; " Ateş yakarlar" (mealdeki: Ateşte erittikleri anlamındaki fiil.) buy*ruğunu "ya" ile okumuşlardır, Ebu Ubeyd de; "İnsanlara fayda veren" buyruğundan dolayı bunu tercih etmiştir. Çünkü yüce Allah, bu buyrukta bir haber vermektedir ve burada muhatab almak söz konusu de*ğildir. Diğerleri ise ifadelerin baş tarafında yer atan: "Öyle iken Onu bıra*kıp da... bîr takım veliler mi edindiniz?" buyruğu dolayısı ile "ta" ile oku*muşlardır. (Bu şekildeki okuyuşa göre de anlam: ... ateşte erittiğiniz şeyler*den... şeklinde olur).
Yüce Allah'ın: "Ateşte" buyruğu hazfedilmiş bir kelimeye taal*luk etmektedir. Hal mahallindedir. Bunun zülhali ise; Ateşte erittik*leri) ifadesindeki "he"dir. İfadenin takdiri de şöyle olur: Üzerinde ateşte ya*kıp erittikleri esnada ateşte bulunan... demektir. Şanı yüce Allah'ın; "Ateşte" buyruğunda da zülhalin ismi olan "he"ye ait merfu bir za*mir vardır. "Ateşte" anlamındaki buyruğun; "Erittikleri" fiiline ta*alluk etmesi; " Onun üzerinde ateşte erittim" şeklindeki bir ifade uygun olmayacağından söz konusu olamaz. Çünkü zaten üzerinde ateş yakılan şey ateşin içerisinde bulunur. O takdirde; ın ifade ettiği bir anlam olmaz.
"Bir süs... elde etmek için" buyruğu mef ulun leh olur.
"Bunun gibi bir köpük çıkar" anlamındaki buyruk da mübtedâ ve haber olup selin üzerindeki köpük gibi bir köpük çıkar, anlamındadır.
"Köpük çıkar" ifadesinin haberinin "ateşte" ifadesi olduğu da söylenmiş*tir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. el-Kisaî ise şöyle demektedir: "Köpük" kelimesi mübtedâ "bunun gi*bi" kelimesi onun sıfatıdır. Haberi ise bundan Önceki cümlede yer alan; "ateş*te erittikleri şeylerden" anlamındaki buyruktadır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
"Allah örnekleri işte böyle verir." Yani yüce Allah bu örnekleri size açık*ladığı gibi, bunları açık ve seçik bir şekilde de verir demek olup ifade bu*rada sona ermektedir. Daha sonra şöyle buyurmaktadır: "Rablerİnin çağrı*sını kabul edenlere..." buyruğundaki; " Çağrısını kabul edenler" buyruğu; demektir. Bu iki şekil aynı anlamdadır. Nitekim şair şöyle demektedir:
"O sırada çağrıya cevap veren hiçbir kimse, onun çağrısına cevap vermedi."
Bu, daha önceden de geçmişti.
Buyruğun anlamı ise: Allah'ın kendisini davet ettiği tevhidi ve nübüvvet ile ilgili bilgileri kabule davet ettiği .şeylere icabet eden, bunlan kabul eden de*mektir. İşte bunlara "el-hüsnâ vardır" (Cennete) el-hüsnâ denilmesinin sebe*bi, güzellikte en ileri derecede oluşundan dolayıdır. Dünyada ilahi yardım, kı*yamette ebedî nimetlerin de el-hüsnâ'nın bir parçası olduğu söylenmiştir.
"O'nun Ona iman etme "çağrısını kabul etmeyenlere gelince yeryü*zündeki her şey" bütün mallar "re onunla beraber bir o kadarı daha ken*dilerinin" mülkü "olsa, şüphesiz onları" Kıyamet gününün azabından kur*tulmak İçin "fidye olarak verirlerdi."
Bu buyruğun bir benzeri de Al-i İmran Sûresi'ndedir: "O kâfirlerin mal*larının da, evlatlarının da AllahCın azabın)a karşı asla hiçbir faydası ol*mayacaktır." (Ali İmran, 3/10); "Şüphesiz kâfir olanlar ve kâfir olarak ölenlerin hiçbirinden, yeryüzü dolusu altını fidye olarak verse bile asla ka*bul olunmaz," (Al-i İmran, 3/9)
"Hesabın kötüsü onlar İçindir." Yani bunların hiçbir iyilikleri kabul olunmayacak ve hiçbir kötülükleri de affedilmeyecektir.
Ferkad es-Sebahî der ki: İbrahim en-Nehaî bana şöyle dedi: Ey Ferkad! He*sabın kötüsünün ne demek olduğunu biliyor musun? Ben: Hayır dedim, şöy*le cevap verdi: Kişinin bütün günahları dolayısıyla hesaba çekilmesi ve en ufak bir şeyinin dahi ihmal edilmemesidir.
"Barınakları" kalacaktan ve yerleşecekleri yer "cehennemdir. O ne kö*tü yataktır!" Kendileri için hazırladıkları bu yatak ne kötüdür!
"Rabblnden sana indirilenin ancak hak olduğunu bilen kimse kör gi*bi inidir?" Bu da yüce Allah'ın mü'min ve kâfire verdiği bir örnektir, rivaye*te göre bu âyet-i kerîme Hamza b. Abdu'l-Muttalib (r.a) ile Ebu Cehil -Allah'ın laneti üzerine olsun- hakkında inmiştir. Körlükten kasıt, kalp körlüğüdür. Di*ni bilip tanımayan kimse, kalbi kör bir kimsedir.
"Ancak selim akıl sahipleri İyice öğüt alır." Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
20. Onlar Allah'ın ahdini yerine getirirler, antlaşmalarım bozmazlar.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız: Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
1- Ahidlerine Bağlı Kalanlar:
Yüce Allah'ın: "Onlar Allah'ın ahdini yerine getirirler..." buyruğu selim akıl sahiplerinin niteliklerindendîr. Ancak Allah'ın ahdini yerine getiren se*lim akıl sahipleri iyice öğüt alır, demektir.
Buradaki "ahid" bir cins ismidir, Allah'ın bütün ahitlerini yerine getirirler, demektir. Bunlar da Allah'ın kullarına vasiyet ettiği emir ve yasaklarıdır. Bu lafızların kapsamına bütün farzlara bağlılık, masiyeti gerektîrici herşeyden de uzak durmak girer.
"Antlaşmalarını bozmazlar" buyruğunda "antlaşmalar"in cins isim ola*rak kastedilme ihtimali vardır. Yani bunlar Allah'a itaat uğrunda herhangi bir ahdi aktedecek olurlarsa, bunu bozmazlar.
Katâde der ki: Yüce Allah yirmi küsur âyet-i kerîmede kullarına antlaşma*lardan söz ederek bunları bozmayı yasaklamıştır. Bu buyrukla muayyen bir antlaşmaya işaret etme ihtimali de vardır ki; buna göre, yüce Allah'ın kulla*rını ataları Âdem'in sulbünden çıkarttığı sırada onlardan almış olduğu ahit ve misak olabilir. el-Kaffâl der ki: Buradaki ahit onların akıllarında yerleşik bu*lunan tevlıid ve nübüvvet yoluyla bildirilenlere dair delillerdir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
2- Ahde Bağlılığın Gereği Ve Tevekkülün Gerçek Mahiyeti:
Ebû Dâvûd ve başkalarının Avf b. Mâlik'ten rivayetlerine göre o şöyle de*miştir: Rasûlullah (sav)m huzurunda yedi yahut sekiz ya da dokuz kişi idik. Şöyle buyurdu: "Rasûlullah (sav.)a bey'at etmez misiniz?" Henüz yeni bey'at etmiştik, o bakımdan: Biz sana bey'at ettik ya, dedik. Nihayet aynı sözü üç defa tekrarladı. Biz de ellerimizi uzatarak ona bey'at ettik. Birimiz: Ey Allah'ın Rasûlü dedi. Biz sana bey'at etmiş idik. Neye sana bey'at ediyoruz? Şöyle bu*yurdu: "O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere Allah'a ibadet edeceğinize, beş vakit namazı kılacağınıza, dinleyip itaat edeceğinize -sonra gizlice bir söz söyledi- ve dedi ki: İnsanlardan da bir şey istemeyeceğinize." (Avf b. Mâlik devamla) dedi ki: Yemin ederim, o kişilerden kimisinin kamçısı düşer, hiç*bir kimseden o kamçısını kendisine uzatmasını istemezdi. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
İbnu'I Arabi der ki: Hatırda tutulması gerek en büyük ahitlerden birisi de O'ndan başka hiç kimseden bir şey istememektir. Ebu Hamza el-Horasanî, âbidlerin büyüklerinden idi. Bir takım kimselerin Rasûlullah (sav)a hiçbir kim*seden, hiçbir şey İstemeyeceklerine dair bey'at ettiklerini bildiren hadisi işitti. Bunun üzerine Ebu Hamza şöyle dedi: Rabbim, burada sözü edilenler pey*gamberini gördükleri sırada ona ahit vermişlerdi. Ben de sana hiç kimseden bir şey istemeyeceğime dair ahit veriyorum. Derken Mekke'ye haccetmek üze*re Şam'dan yola çıktık. Geceleyin yolda gittiği sırada bir mazereti sebebiyle arkadaşlarından geri kaldı, sonra da onların arkalarına koyuldu. Onlara ye*tişmek üzere yolda giderken yolun kenarındaki bir kuyuya düştü. Kuyunun dibine vardığında, belki birisi sesimi işitir diye imdat isteyeyim, dedikten son*ra kendisine ahit verdiğim zat beni görür ve beni işitir. Allah'a yemin ederim, insanlara (bu hususta) bir tek kelime dahi söylemeyeceğim, dedi. Aradan faz*la bir vakit geçmeden, o kuyunun yanından bir takım kimseler geçti. Kuyu*nun yol kenarında olduğunu görünce, bu kuyunun ağzının kapatılması gere*kir, dediler. Sonra da tahta kesip bu tahtaları kuyunun ağzına yerleştirmeye başladılar ve üzerlerini toprakla örttüler. Ebu Hamza bunu görünce, bu bir ölümdür dedi ve arkasından onlardan yardımına koşmalarını istemeyi düşün*dü, sonra da: Allah'a yemin ederim (aksi takdirde) ebediyyen buradan çıka*mayacağım, dedi. Daha sonra kendisine dönerek: Sen, sem gören kimseyle ahitleşmedin mi? dedi ve sesini çıkarmayıp sustu, tevekkül etti. Arkasından durumunu düşünerek, kuyunun dibinde bir yere yaslandı. Bîr de baktı ki top*raklar üzerine düşüyor ve üzerinden tahtalar kaldırılıyor. Bu esnada da: Eli*ni uzat diyen birisinin sesini işitti. (Ebu Hamza) dedi ki: Elimi ona uzattım, bir defada beni kuyunun ağzına kadar çıkardı, fakat çıktığımda kimseyi gö*remedim. Sahibi görünmeyen bir sesin bana: Tevekkülün meyvesini nasıl bul*dun? diye sordu. (Ebu Hamza) daha sonra şu beyitleri söyledi:
"Senden, utancım, muhabbetimi açıklamana engelledi,
Senin bana ihsan ettiğin bilgi sayesinde bunu açıklamaya muhtaç etmedin, İşimde bana lütfettin ve benim tanık olunan hallerimi, Benim gaib olanıma açıkladın. Ve hiç şüphesiz lütuf a, lütuf ile yardıma koşulur. İlim ile bana göründün ve adeta,Gaybmda benden hoşlanmayan şeyleri uzaklaştırdığını haber
veriyorsun gibi,Senin heybetinden kendimi yalnızlıkta görüyorken, Senden yana lütuf ile esirgemekle bana ünsiyet veriyorsun. Ölümü sevgide olan bir sevene hayat veriyorsun, Bu ise hayret edilecek bir şeydir, ölümle beraber hayat nasıl olur?"
İbnu'l-Arabî (devamla) der ki: İşte, bu yüce Allah'a ahit veren ve ahdin*de bağlılığının mükâfatını eksiksiz ve kemal derecesinde bulan birisidir. Siz de böylesine uyunuz. İnşaallah hidayet bulursunuz,
Ancak Ebu'l-Ferec el-Cevzî der ki: Bu adamın böyle bir durumda nefsi*ne karşı yardımcı olması iddiasıyla tevekkül diyerek, sesini çıkarmaması he*lal değildir. Eğer tevekkülün anlamını iyice kavramış olsaydı, böyle bir du*rumda yardım ve imdat istemenin tevekküle aykırı olmadığını bilecekti. Ni*tekim Rasûlullah (sav) Mekke'den çıkışını saklı tutmakla, bir kılavuzu kira*lamakla ve bu işi gizlemesini isteyip mağarada gizlenmekle (kendilerine ye*tiştiği sırada) Sürâka'ya: Bizim bu durumumuzu gizle, kimseye söyleme de*mekle tevekkülün dışına çıkmamıştı. Buna göre yasak bir işi yapmakla, şer'an övülen tevekkül derecesine ulaşılamaz. Kuyuya düşen bu adamın bu şekilde susması ona yasaktır. Bunu şöyle açıklayalım: Şanı yüce Allah Ade-moğluna kendisine gelecek zararları bertaraf edecek bir araç ve yine kendi*si vasıtasıyla fayda sağlayacağı bir araç yaratmıştır. Bir kimse tevekkül iddi*asıyla Allah'ın yarattığı bu aracı işletmeyecek olursa, elbetteki bu, tevekkü*lü bilmemek olur, tevazu hikmetini reddetmek olur. Çünkü tevekkül kalbin yüce Allah'a güvenip dayanmasıdır. Yoksa sebebleri kestirip atmak tevekkül için zorunlu bir şey değildir. Bir kimse acıkıp ölünceye kadar dilencilik yap*mayacak olursa, cehenneme girer. Bunu Süfyan es-Sevrî ve başkaları söylemiş*tir. Çünkü yüce Allah esenlik yolunu da göstermiştir. Bir kimse bu esenlik yo*lunu tutmayıp oturacak olursa, kendi aleyhine (şeytana) destek vermiş olur.
(Devamla) Ebu'l-Ferec der ki; Dolayısı ile Ebu Hamza'nın: "Bir arslan gel*di ve beni çıkarttı" şeklindeki sözüne de bakılmaz. Öyle bir şey olsa dahi bu, tesadüf olabilir. Yüce Allah'ın cahil bir kula lütfü da olabilir. Yüce Allah'ın böy*le birisine lütfettiği de inkâr olunmaz, buna tepki gösterilmez. Ancak bizzat ken*disinin fiili olan olumsuz davranışı red olunur. Bu da yüce Allah'ın kendisine emanet olarak vermiş olduğu nefsinin aleyhine iş yapmaktır. Oysa Allah ona nefsini korumasını emretmiştir. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
21. Onlar Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirirler. Rabb-lerinden korkarlar ve kötü hesaptan endişe ederler.
22. Onlar Rabblerinin rızasını isteyerek sabrederler. Namazı dos*doğru kılarlar, kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık in-fak ederler. Kötülüğü, iyilikle savarlar. İşte yurdun akıbeti bun*laradır.
23. O Ada cennetleridir. Onlar oraya ana ve babalarından, eşlerin*den, zürriyetlerinden salih olanlarla birlikte gireceklerdir. Me*lekler de her kapıdan onların yanma girip;
24. "Sabrettiğiniz şeylere karşılık selâm sizlere) Yurdun ne güzel so*nucudur bu!" (derler.) Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
21- "Onlar Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi bitiştirirler" buyru*ğu sıla-i rahim hakkında zahir (açık bir deli)dir. Bu Katâde ve müfessirlerin çoğunun görüşüdür. Bununla birlikte bütün itaatleri de kapsamına alır.
"Rabblerlnden" bir görüşe göre akrabalık bağını kesmek hususunda, bir diğer görüşe göre bütün masiyetler konusunda "korkarlar ve kötü hesap*tan endişe ederler." Kötü hesap, hesaba çekilirken bütün inceliklere varın*caya kadar inceden inceye hesaba çekilmek demektir. İnceden inceye hesa*ba çekilen kişi de azaba uğratılır.
İbn Abbas ve Saîd b. Cübeyr yüce Allah'ın: "Allah'ın birleştirilmesini em*rettiği şeyi bitiştirirler" buyruğunun anlamı bütün kitaplara ve bütün pey*gamberlere iman etmektir, derler. el-Hasen ise; bu Muhammed (sav)in huku*kuna riayet etmek ve onun hakkını gözetmektir, diye açıklamıştır. Dördüncü bir anlama gelme ihtimali vardır. O da imana salih ameli bitiştirmeleridir ve Allah'ın kendilerine bitiştirilmesini emrettiği hususlarda "Kabblerlnden kor*karlar ve" bu emri terketmek konusunda "kötü hesaptan endişe ederler."
Bununla birlikte birinci görüş -belirttiğimiz gibi- bu görüşleri de kapsa*maktadır. Başarımız Allah'tandır. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.
22- "Onlar Rabblerinin rızasını isteyerek sabrederler." Buradaki; "Onlar'ın yeni bir cümle olduğu söylenmiştir. Çünkü; "Sabrederler (sabrettiler)" fiili mazi olup; "Bitiştirirler" şeklinde*ki (muzari) fiile atfedilemez.
Bunun, önce sözü edilenlerin sıfatlarından olduğu da söylenmiştir. Sıfat ise kimi zaman mazi lafzı ile kimi zaman müstakbel (müzari) lafzı ile yapı*labilir. Çünkü buyruk; kim bunu yaparsa, ona şu vardır anlamındadır. "On*lar" anlamındaki kelime aynı zamanda şart manasını da ihtiva ettiğinden ve şart cümlesinde de mazi tıpkı müstakbel (muzari) gibi olduğundan da bu şekilde fiilin gelmesi mümkün olmuştur. Bundan dolayı önce "onlar... yerine getirirler" diye (muzari fiil ile) buyurulduktan sonra (mazi fiil ile): "onlar... sabrederler" diye buyurulmakta, daha sonra da ona "kötülüğü iyilikle sa*varlar" diyerek (yine muzari fiil kullanılarak) atıf yapılmaktadır.
İbn Zeyd der ki: Bunlar hem Allah'a itaate sabrettiler. Hem de Allah'ın ma-siyetlerine karşı sabrettiler. Atâ da der ki: Bunlar musibetlere ve acılara, tür*lü türlü büyük musibetlere sabrettiler, Ebu İmran ei-Cevnî de der ki: Bunlar Allah'ın rızasını arıyarak, dinleri üzere sabır ve sebat gösterdiler.
"Namazı dosdoğru kılarlar." Namazı farzlanyla, huşu'uyla, vakitlerinde edâ ederler.
"Ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infak ederler." İbn Abbas'tan nakledildiğine göre bununla farz zekât kastedilmektedir. Bu husus*ta açıklamalar daha önce el-Bakara Sûresi'nde (2/3- âyet, 25. başlıkta) ve baş*ka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.
"Kötülüğü iyilikle savarlar." Yani salih amel ile kötü amelleri uzaklaştı*rırlar. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. İbn Zeyd der ki: Bunlar şerri ha*yır İle savar ve bertaraf ederler. Said b. Cübeyr de: Münkeri, maruf ile ber*taraf ederler diye açıklamıştır. ed-Dahhâk'ın açıklamasına göre; onlar kötü ve çirkin sözleri selâm ile; Cüveybir'e göre zulmü affetmek ile; İbn Şecere'ye göre günahı tevbe île; el-Kutebî'ye göre cahilin saygısızlık ve edebsizliğîni hilm ile bertaraf ederler. Buna göre saygısızlık, edebsizlik (sefeh) kötülük, hilm ise iyilik olmaktadır.
Şöyle de açıklanmıştır: Bir kötülük işlemek istediklerinde ondan vazge*çer ve Allah'tan mağfiret dilerler. Bir diğer açıklamaya göre şirki, lâ ilahe il*lallah ile uzaklaştırırlar.
İşte bu hususta toplam dokuz ayrı açıklama ve görüş. Hepsinin de anla*mı birbirine yakındır. Bunların birincisi ise umumî bir anlam ifade ettiğinden hepsini kapsamaktadır.
Bu buyruğun bir benzeri de yüce Allah'ın: "Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir." (Hûd, 11/114) buyruğudur. Hz. Peygamber'in, Muâz b. Cebel (r.a)a söylediği: "Ve kötülüğün ardından hemen iyiliği yetiştir ki onu silsin. İnsan*larla da güzel bir ahlâk ile geçin Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir. buyruğu da bu kabildendir.
"İste yurdun" yani âhiretin "akıbeti bunlaradır." Bu da cehennem yeri*ne cennettir. Yurt demek olan "eddâr" yarın iki tanedir. İtaat edenlere cen*net, isyan edenlere de cehennemdir. Yüce Allah, burada itaatkârları söz ko*nusu ettiğine göre, onların da yurdu elbetteki kaçınılmaz olarak cennettir.
Buradaki "yurt" ile dünyanın kastedildiği de söylenmiştir. İşledikleri ita*atlerin karşılığı, dünya yurdunda da onlara verilecektir, demek olur. Bu Linki Görmeniz İçin SupersatForuma Uye Olmanız Gerekmektedir.


Teşekkur:
Beğeni: 



Yer imleri