Lösev
Teşekkur Teşekkur:  0
Beğeni Beğeni:  0
Sayfa 5/12 İlkİlk 123456789101112 SonSon
111 sonuçtan 41 ile 50 arası

Konu: Dini Bilgiler Üzerine Konular (Başka Konu Açmayınız)

  1. #41

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Doğduğumdan Beri Yolcuyum
    Ahmed bin Ebü'l-Havârî hazretleri başından geçen ibret verici bir hâdiseyi şöyle nakletmiştir:

    Bir gün çöle gitmiştim. Araplar develerini koşturuyorlardı. Onlar bu işle meşgûl olurken köylü bir Arap köşeye çekilmiş Allahü teâlâyı zikrediyor ve kendi hâlinde oturuyordu. Dikkatimi çekti yanına gittim. Selâm verdim selâmımı aldı. Biraz konuştuktan sonra bana; "Allahü teâlâyı zikretmek en lezzetli şey ve şifâ verici bir iştir. Şaşıyorum insanlar nasıl boyun büküp, yalvarmazlar! Halbuki ölüm onların peşinde, onları tâkib ediyor. İnsanlar ise tehlike ve musîbetler içinde. Buna rağmen boş şeylerle meşguller." dedi.

    "Allah'ın rahmeti üzerinize olsun insanlar hangi musîbetler ve hangi tehlikeler içinde?" diye sordum:

    "Günah musîbeti ve ölüm tehlikesi, ölümden öncesi ve sonrası!" dedi. Sonra ağlamaya başladı. Ben de onunla birlikte ağladım. sonra tekrar:

    "Neden yapayalnız duruyorsun?" diye sordum:

    "Ben yalnız değilim, Rabbimle berâberim." dedi. Fakir ve muhtâç olduğunu zannederek; "Bir şey ister misin?" deyince; "Evet kalbimin derdini tedavî edecek bir tabib isterim." dedi.

    "Tabîbin kimdir?"

    "Rabbimdir."

    "Kalbinin derdi nedir?"

    "Günahlar..." dedi.

    "Peki bunlardan kim kurtuldu?" diye sordum.

    "Allahü teâlânın râzı olduğu kimseler." dedi.

    Tekrar sordum:

    "Yolculuğun nereye?"

    "Kabiredir." dedi.

    "Yolcu musun?"

    "Annemden doğduğumdan beri yolcuyum. Âhirete gidiyorum." dedi.

    Sonra devâm ettim ve; "Azığın nerede?" dedim.

    "Azığım son derece az." cevâbını verdi.

    Bu sefer; "Yanında yiyeceğin nedir?"

    "Sübhânallah, Rabbimin vereceği rızık." dedi.

    "Peki yalnız hâlinle korkmuyor musunuz?" dedim.

    "Nasıl korkarım. Sâhibimin, Rabbimin mülkündeyim."

    "Yol neresidir?" diye sormaya devâm ettim.

    Ellerini açıp; "Yâ Rabbî! İnsanların çoğu seni unutmuş başka şeylerle meşgul! Sen her işin karşılığını vereceksin... Ey gariblerin yardımcısı, âcizlerin sığınağı! Ey azı çoğaltan, sapmışları hidâyete erdiren! Ey kendisine herkesin sığındığı Rabbim! Senin ihsânını ve rızânı isterim... Senin rızân olmadan dünyâ ve âhiret güzel olmaz."

    Hem böyle duâ ediyor, hem de yürüyordu. Ben de onu tâkib ediyordum. Bana:

    "Allah'ın rahmeti üzerine olsun. Senin için benden daha hayırlı olan bir kimseye git! Beni meşgûl etme..." dedi. Sonra benden uzaklaşıp gitti. Arkasından gözden kayboluncaya kadar baktım. Sonra ağlayarak geri döndüm.

  2. #42

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Şeytanla Savaş
    Horasan’da bir genç vardı. Gönlü ilim aşkıyla mum gibi yanıyordu. Iraka gitmiş, ilim peşinde bir hayli koştuktan ve bir çok şey öğrendikten sonra memleketine dönmek üzere hazırlanmıştı. Adeta sevincinden köpürüp taşıyor, kendisini bir kelebek kadar nazlı görüyordu. Tam bu ana ariflerden biri ile karşılaştı. Gönlü yüce arif onu denemek için:

    -Evladım, dedi. Horasan’da şeytan var mı?

    Genç atıldı:

    -A efendi, onun olmadığı yer mi var?

    -Orada şeytanla nasıl savaşırlar?

    -Ona karşı gelmekle!

    -Ya tekrar gelirse?

    -Yine ona karışı gelirler.

    -Tuhaf şey!

    -Neden tuhaf olsun?

    -Bütün ömrümüz şeytanla didişerek mi geçecek?

    Genç adamın aklı allak bullak oldu:

    -O halde ne yapmalı? dedi.

    Yüce arif söyle buyurdu:

    -Yolda azgın bir çoban köpeğine rast gelirsen sana dişlerini gösteren köpeği kovmakla uğraşmak kar etmez. Köpekten kurtulmanın en kestirme çaresi sahibini çağırmaktır. Çünkü sahibi ona hemen söz dinletir ve seni korur.

    Şeytanla savaşmanın yolu da budur, yani Allah’a yönelmektir.

  3. #43

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Mürşidin Hikmeti
    Hikâye olunduğuna göre, Van'ın Gürpınar kazasından bir zat, Nehrî kasabasına gelerek Tâhâ'l-Hakkârî hazretlerine talebe olmak istedi. Nihayet ısrarı ve muhabbeti sebebiyle kendisine mânevî ders tarif edildi ve bir tesbih de hediye olarak verildi. Büyük bir sevinçle memleketine döndü. Derslerine şevkle devam ediyor, gönlü huzur ve feyizle doluyordu.

    Bir gün hayvanlarına kurt saldırmış, büyük bir kısmını telef etmişti.

    Şeytan:

    "-Bu hocaya bağlanmak sana yaramadı, uğursuz geldi." diye vesvese verdi.

    Gün geçtikçe bu vesvese giderek artıyordu. Nihayet bu tâlihsiz talebe aldığı dersi bırakmaya karar verdi. Tâhâ'l-Hakkârî hazretleri'nin huzuruna vararak, verdiği dersi artık bıraktığını söyledi. Daha önce kendisine hediye ettiği tesbihi de geri iade etti.

    Aradan yıllar geçmişti. Bir öğle vaktiydi. Tâhâ'l-Hakkârî hazretleri namaza kalkarken, birden mübarek ellerini heybetle uzatıp:

    "-Def ol, yâ mel'ûn!" dedi ve sonra namaza başladılar.

    Namazdan sonra halîfelerinden biri:

    "-Efendim, mübarek ellerinizi uzatmadaki hikmet ne idi?" diye sordu. O da:

    "-Bir zamanlar, bizi seven bir mürîdimiz vardı. Ölüm döşeğinde yatıyordu. Şeytan ona musallat olmuş, îmânsız gidecekti. Yanından şeytanı kovduk, imanla göçtü, elhamdülillâh." dedi.

    Halîfesi devam ederek:

    "-Efendim, çok affedersiniz! Bir gün sizinle beraber otururken biri gelmişti. Verdiğiniz dersi artık bıraktığını söyleyerek, hediye ettiğiniz tesbihi de geri vermişti. Acaba bu, o adam mıydı?" diye sordu. Tâhâ'l-Hakkârî hazretleri de cevap verdi:

    "-Evet, o adamdı. Bir zamanlar bize muhabbeti vardı. Bu muhabbeti sebebiyle ona vefâkâr davrandık."

  4. #44

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Hüdayi Divanı'ndan 8

    Hüdayi Divanı'ndan 8


    Ey nefs yeter sehv ü zülel
    İnsâfa gel insâfa gel
    Terkeyleyüp tûl-i emel
    İnsâfa gel insâfa gel

    Bu âdet ü bid'at nedir?
    Bu şöhret ü ziynet nedir?
    Bu kuru keremiyyet nedir? (s.94)
    İnsâfa gel insâfa gel

    Bir gün eser bâd-ı ecel
    Ten bâğına verir halel
    İhlâsile eyle amel
    İnsâfa gel insâfa gel

    İfsâdı ko ey nefs-i dûn
    "Kad dalle kavmun muktedûn"
    Tâlibleri etme zebûn
    İnsâfa gel insâfa gel

    Etme Hüdâyî'ye inâd
    Fermâna eyle inkıyâd
    Etmez misin Mevlâ'yı yâd
    İnsâfa gel insâfa gel

  5. #45

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Sırrül Esrâr’dan
    İnsanın Asli Vatana Dönüşü

    İnsan, iki yönden mütalaa edilir: “Cismani”,”Ruhani..”

    Cismani, yani dış görünüşteki maddi hali demektir. Bu bapta herkes eşittir. Ve umumi bir hüküm alır.

    Ruhani durumu – bu kalıbın ötesinde saklı duruma – ge*lince orada özel bir hal başlar.

    Umumi hükümde mütalaa edilen insan; bazı derecelerle asli vatanına dönebilir. O dereceleri almak için, dinimizin za*hirdeki emirlerini birer sebep olarak ele alır ve ilerler… Ve sı*rası ile, Mânevi yola; marifet âlemine geçer. Hele marifet çok yücedir. Peygamber S.A. efendimiz onu överken şöyle buyu*rur:

    -“Her şeyi Özünde toplayan bir hikmet var ki, o hak marifetidir.”

    Kulun bunlara erebilmesi için; görsünler, işitsinler diye, iş tutmaması gerekir.

    Yapılacak işler için dereceleri üç bölüme ayıracağız. Ki bunlara cennet tâbir edilir:

    BİR: Mülk âlemindeki cennet… buna MEVÂ denir.

    İKİ: Melekût âlemindeki cennet., buna NAİM cenneti tabir edilir.

    ÜÇ : Ceberut âlemindeki cennet., buna da FİRDEVS cenneti denir.

    Bu anlatılanlar, cismani, – bu maddi – varlığın tadacağı nimetlerdir, ki bunlara ancak, üç çeşit ilmi benlikte toplamakla erilir: Şeriat, Tarikat, Marifet…

    Yeri gelmişken yukarıya yarısı beyan edilen Hadis-i Şeri*fin tümünü zikredelim.

    -“Bütün hayırları, hikmeti derleyen şey. Hakka karşı ir*fan sahibi olmak ve onunla amil olup, sonra, batılın da ne olduğunu bilmek ve terktir.”

    Sırası gelmişken Peygamber S.A. efendimizin yaptığı bir duayı da anlatalım:

    -“Allah’ım, bize hakkı göster ve ona uymayı nasip et; batılı bildir ve ondan kaçmayı kolay eyle.”

    Keza, Peygamber S.A. efendimizin bu hususta bir Hadis-i Şerifini yine zikredelim:

    -“Herkim nefsini bilir, onun uygunsuz arzularına mu*halif kalırsa, gerçekten Rabbini bilmiş ve ona uymuş olur.”

    Buraya kadar anlatılan şeyler, umuma şamil olan işler*dir. Bir de üstün istidada sahip insanların hali var ki, onları da aşağıda anlatacağız… Bunlara, “HAS İNSAN” tabirini kulla*nıyoruz.

    Bu insanın vusulü, Hakka tam yakınlıktır. Oluşu sebebi*ne gelince tek şeyle olur, o da hakikat ilmi; ki buna, lahûti olan yakınlık âleminde:TEVHİD tabir edilir. Bu hal âdet ol*duğu üzere dünya hayatında olur. Bu hale ermek için, uykuda olmakla, ayıklık arasında bir fark yoktur. Belki de esas uykuya dalınca, kalb bir aralık fırsat bulur ve asıl vatana gider. Bu gi*diş külli de olur, cüz’i de… Nasıl ki Allah-ü Taâlâ bir âyetle şöyle ferman eyler:

    -“Allah-ü Taâlâ, nefisleri ölüm zamanı gelince öldü*rür. Bazılarını da uykularında… Hakkında ölüm hükmü olanı tutar. Kalanları, muayyen bir zaman için geri sa*lar.” (Zümer-42)

    Buna işaret olarak Peygamber S.A. efendimizin bir Ha*dis-i Şerifini zikredelim:

    -“Âlimin uykusu, cahilin ettiği ibadetten hayırlıdır.”

    Burada kastedilen âlim, tevhid nuru ile içini nur eden; sonra da, harfsiz, sessiz, sır dili ile TEVHÎD ESMASINA de*vam eden zattır. Asıl insan budur. Bunu anlatan birkaç tane hadis-i kudsi zikredelim.

    -“İnsan, sırrımdır; ben de onun…”

    –“Batın ilmi sırlarımdan bir sırdır; onu, kullarımın kalbine koyarım, benden gayrı o hali bilen olmaz.”

    -“Kulumun zannına göreyim. Beni aradığı an, onunlayım. İçinden anarsa, zatımda anarım. Bir topluluk içinde anarsa, daha hayırlı bir cemaat içinde anarım..”

    Bu anlatılanlardan arzu edilen tek şeydir. O da: İnsan varlığında cüz’i bir yer işgal eden TEFEKKÜR İLMİ… en önemlisi bu..

    Bu tefekküre dair Peygamber S. A. efendimizin buyurdu*ğu birkaç Hadis-i Şerifi anlatalım:

    -“Bir anlık Tefekkür, bir yıllık ibadetten hayırlıdır.”

    -“Bir anlık Tefekkür, yetmiş yıl ibadetten hayırlıdır.”

    -“Bir anlık tefekkür, bin yıl ibadetten hayırlıdır.”

    Her işte basarı, Hakkın zatında saklıdır.

    Tefekküre dair zikri geçen Hadis-i Şerifler, biraz tefsir ister. Çünkü aynı mevzu üç şekilde anlatılıyor.

    Her kim, bazı hikmet taşıyan işleri düşünür, onun bir par*çasından birçok parçalar olduğunu, onlardan dahi nice şeyler husule geldiğini düşünürse, ki buna tefekkür denir, yaptığı bu tefekkür bir yıllık ibadete bedel olur.

    Herkim, yaptığı ibadeti düşünür ve onların hikmetine karşı irfan duygusu taşırsa, bu tefekkürü yetmiş yıllık ibadete bedel olur..

    Herkim, İlâhi marifeti düşünür; Allah-ü Taâlâya karşı tam irfan duygusuna sahip olmayı dilerse, bunun yaptığı tefek*kür de bin yıllıkibadete bedel olur. Asıl irfan ilmi budur. İr*fan ilmi demekle TEVHİD halini kasd ediyorum. Ârif kişi ir*fan iştiyakını duyduğu-zata, mahbubuna bununla erer. Bu ha*lin neticesi ise, ruhani bir halle; tam yakınlık âlemine uçup git*mek olur..

    Âbidler, cennete yürür giderler. Ârifler ise, yakınlık âlemine uçar giderler.

    Aşıkların kalbine has gözleri var;

    Onlar görür, bakamaz başka nazırlar.

    Kanatları bir başka, ne hacet damara;

    Uçarlar, Melekûta, Âlemlerin Rabbına.

    Kaynak: Abdulkadir Geylâni Hazretleri (k.s.) (Sırrül Esrar)

  6. #46

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    ULUL ELBAB nedir? ne demektir?
    Kur’an-ı Kerim’de 16 ayette geçen “ulü’l-elbâb” ifadesini “saf akıl sahipleri” olarak dilimize çeviriyoruz. (Bkz: Ragıp el-İsfahani, el-Müfredat, l-b-b mad., s: 733) Bununla, fıtratı bozulmamış, kendisi için gerçek ortaya çıktığında bunu kavrayan, kabul eden, kişisel zaaf ve beklentiler sebebiyle görmezlikten gelmeyen kişiler kastedilmektedir.

    Bu tabir, sağlam duruş sergileyen kişiler için de kullanılır. Çünkü bu tür insanlar, herhangi bir konuda donanımlı olsun veya olmasın, doğrulara açıktırlar ve gerçek ortaya çıktığında herhangi bir tarafa çekmeden gerçeği kabul edip hareketlerini ona göre düzenlerler. Önyargı ve saplantıları olmadığı için sürekli gelişim halindedirler.

  7. #47

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Önder ve Örnek Hocalar
    “Osmanlı İnsanı” adlı bir kitabım var; orada anlattım misalleriyle, insanın hası, hakikisidir Osmanlı diye… İşte o has ve hakiki insan, o toplumdaki has ve halis hocaların eseridir. Çünkü, Osmanlı’da hocanın da hası, hakikisi, halisi vardır. Bu muhteşem hocalar, hoca olmayı sadece öğreten değil, tam mânâsıyla eğiten, insan eden, kafadan önce kalbe giren mânâsına alırlar. Böyle oldukları için de, hocaya duyulan derin saygı, onları toplumun en çok sevilen ve güvenilen kanaat önderleri haline getirir; sözlerinin üzerine söz olmaz. Onlar İmam-ı Azam olurlar; binlerce talebe yetiştirirler, gül yetiştirir gibi… Onlar da, o büyük İmam gibi, “Talebelerim benim gözümün nuru, kalbimin sürurudur” derler. Kabiliyet gördü mü kişide, kaçırmaz onu bağlayıverir ilme, girer gönlüne… İlim adamı olacak insandadır gözleri… Bulurlar, alırlar, yüreklerini imanla, irfanla yoğururlar, adam ederler, örnek ederler. Onların en etkili ve en önemli eseri, öğrencileridir. Bir tohum gibi düşerler toprağa ama, bin dirilirler, hiç ölmezler, nesillerce hizmetleri, himmetleri sürüp gider… Bir bakarsınız Mevlânâ olurlar; hocaların hocası iken, devrin Sultanı “Manevi babamsın, hocamsın, başımın tacısın” dediği demde, çığlık çığlığa “Hamdım, yandım, piştim!”derler. Hem tevazu dersi verirler, hem de irfandan öte irfan vardır iz’anıyla örnek olur, “Tamım!” diyenin ham olduğunu öğretirler.

    “Nasreddin Hoca olurlar, sadece medresede ders vermezler; her yeri mektep, herkesi talebe bilerek, halka öğretmen, önder, neşe olurlar. Ortalığın yangın yerine döndüğü helaket ve felaket asrında, yüzleri ve gönülleri güldürmek başarısını gösterirler. Böylece öğretirken güldürür, güldürürken irşat ederler. Halkı yükseltmek için, hep halkla olurlar, ellerinden ve gönüllerinden tutarlar. İçlerinden biri gibidirler. Böylece, bir ve beraber olarak yaygın eğitimi başlatırlar. Onlar Şeyh Edebali olurlar, Akşemseddin olurlar, Ebu’s Suud olurlar, Yahya Efendi olurlar, Aziz Mahmud Hüdai olurlar… Baştakilere, saltanat sahiplerine, amirlere, güçlülere yol ve yön gösterirler; sultanın sultanı olurlar böylece. Pusula gibidirler. Her yamulma ve sapma onlarla düzlenir, stikamet bulur.

    “BEN BIRAKMIYORUM, ONLAR TERK EDİYORLAR”

    Hüsrev Efendi gibidirler; analarından hoca olarak doğmuşlardır, doymazlar öğretmeye… “Hocam, bu son dersimiz olsun. Sizi daha fazla yormayalım bu hasta halinizle” der, talebeleri. Doksan yaşındaki Hoca, güç kalkar ayağa ve kıbleye yönelir ve şöyle niyaz eder Rabbi’ne:

    “Allah’ım, sen şahit ol! Ben bırakmıyorum, onlar terk ediyor.”

    Bunlar sonudur Osmanlı’nın ama, ruh ilk günkü gibidir. Süleyman Efendi gibidirler; eğitime ara vermek için hiçbir engeli mazeret saymazlar. Medreseler kapatılınca, evini mektep yapar. Ev yasaklanınca da, treni okula çevirir. İki kompartman, iki sınıf olur. İstanbul’dan alınan Adapazarı gidiş dönüş biletleri de Hoca’dandır. Gidene ve dönene kadar okutur talebelerini. Ne şikâyet eden komşu, ne de polis takibi… Bir de güzel teneffüs Adapazarı’nda, yemekli, namazlı… Anasından hoca doğmuş olanı, hiç bir engel durduramaz.

    TALEBEYE “ALLAH” DEDİRTMEK İÇİN

    Konyalı Hacı Veyiszade gibidirler; en olumsuz şartlarda, eziyetlerde, dışlamalarda dahi hocalığı sürdürürler. Onları hiçbir kabalık, katılık ve hakaret, okuldan ve öğretmekten kaçıramaz. Çünkü, eğitim en önemli ibadetleridir. Derler ki, “Ben ders verdiğim okulda bir talebeye “Allah” dedirtmek için kırk münafığın kahrını çekmeye razıyım!”

    Yaşlılık, hastalık, aşağılanma, takip, hapishane gibi mazeretler de durduramaz onları; Gönenli Mehmed Efendi gibi bir ömür hocalık yaparlar, o zor zamanlarda binlerce talebe yetiştirir. Her biri, çağa damgasını öyle vurur, gönülleri öyle dalgalandırır ki, tesirleri gelecek asırlara da taşar, taşınır. Bu tesir, önce yürekten yüreğidir. Yüreğe damgasını basan hoca; saygı makamında anadan, babadan öne geçer. Onları geçebilmek için, anne, baba olmak yetmez, ilaveten bir de hoca olmak gerekir. Örnektir hoca… Önderdir… Yaşama biçimini verir talebesine, yüreğini güzelliklerle nakış nakış işler. Ve öyle bir sevilir ki, o hocanın evinin bulunduğu tarafa doğru ayak uzatılmaz, İmam-ı Azam’ın yaptığı gibi… Hocaya vefatından sonra da, vefa gösterilir, geride bıraktıkları hep saygı makamında tutulur. Tıpkı Hacı Cemal Öğüt Hocamızın, “Hocamın kızıdır” diyerek, yaşıtı hanımefendiyi ayakta karşılayarak, hürmet etmesi gibi.

    “SİZ CANLI KUR’ÂN’SINIZ”

    Hocayı en çok meslektaşı takdir eder, sever, destekler. Mesela hafız olan hocanın ellerine yapışır ve “Siz canlı Kur’ân’sınız, bırakınız da öpeyim” der… Hafız olan hoca da ona, “Efendim, siz de Kur’ân’ın mânâsını ne güzel açıklıyorsunuz; canlı bir mektepsiniz; asıl sizin eliniz öpülür ” diyerek, hafız hocanın ellerine eğilir. Hoca, ilmin izzetini her daim korur. Kim olursa olsun şahısların hatırı için, ilmin gerektirdiği vakarlı duruşu bozmaz. Cihan padişahlarına karşı bile, bu şerefli duruşu sergilemiş nice ulu hoca vardır amma, mesela, bir Akşemseddin bunların en çok dikkat çekenidir.

    “AKŞEMSEDDİN’İN HUZURUNDA TİTRERİM”

    Çağ açıp çağ kapatan İstanbul Fatih’i, “Herkes benim huzurumda titrerken, ben de Akşemseddin’in huzurunda titrerim” der. Koca Fatih, en büyük mutluluğunun Onun devrinde yaşamak olduğunu söyler. Ama o hoca, vereceğini verdikten sonra talebesinden kaçar; onu saltanatıyla baş başa bırakır. Çünkü vereceği bitmiştir; alacağı da bulunmamaktadır; artık Manevi saltanat Sultan’a yakın olmamayı gerektirir. O hocalar, bilgiyi gönül imbiğinden geçirip rafine hale getiren irfan ehli kişilerdi. Vazifeleri bitince, çekiliverirlerdi. Tıpkı Akşemseddin gibi… Fatih Sultan Mehmed’e, kendi eseri olan Fatih medreselerinde bir odacık vermeyen, imtihansız asistanlık sunmayan da, o muhteşem hocalardı.

    “KARARINIZ YANLIŞTIR PADİŞAHIM”

    Bir Ebu’s Suud Efendiyi hatırlamak bile, yeter de artar bu ulu hocaları tanımak için… Zira,Yavuz Sultan Selim gibi celalli bir sultana , “Kararınız yanlıştır!” diyen ve ona geri adım attıran hocadır o. Şeyhülislam İbn-i Kemal’in atının ayağından sıçrayan çamuru kaftanının süsü bilen ve “Bu kaftanı sandukamın üzerine serin” diye vasiyet ederek, hoca hürmetini zirveleştiren de aynı Sultan değil miydi?

    Bir de Sultan Ahmed’in Aziz Mahmud Hüdai’si vardır. Hocası, manevi babası, mürşidi… Eline abdest suyu dökmeyi şeref bildiği hocası… O hocalar, sultanın sultanı olmayı başarmış muhteşem örneklerdi. Allah rızasından asla sapmazlar ve O’ndan başkasından da hiçbir şekilde korkmazlar, doğruyu en doğru biçimde öğretirlerdi. Çünkü onlar, sadece bilginin değil, gönül güzelliği olan irfanın da efendisi olmuşlardı…

  8. #48

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Kimdir Hak Dostu?
    Hakk’a dost olanda düşmanlık kalmaz. Çünkü o,dostluğu öğretene dost olmuş ve düşmanlığı unutmuştur. Düşmanlık duygusu, onda acımak suretine dönüşmüştür. Bu sebeple, yere göğe, kurda kuşa, taşa toprağa ve hele de insana dosttur, Allah dostu... Bu aşkla, insanı Yaratan’a dost etmek, bir başka deyişle hazret-i insan yapmak yolunda koşturur durur. Ümitsizlik yakın yerine yaklaşamaz. Her cana kul diye bakar; kulda Yaratan’ı görür. Kırmaz, kırılmaz; kıyamaz, hep çıkmadık candan umutlanır. Hep duadır dilindeki, bedduayı bilmez, beceremez.

    SARHOŞA EDİLEN EN GÜZEL DUA

    Ayyaşı, sarhoşu görür mesela, “Allah istikrah ettirsin de kurtarsın evladım” der. Varlık yok gibidir ona, şeffaftır ya da; bakar çiçeğe söz gelimi, “Ne güzel yaratılmış” der, sahib’ini görür, anar. Her eser O’ndandır, O’nundur, O’na götürmek, O’nu göstermek içindir. Bu yüzden Allah dostu, daima şevk-i mutlak üzeredir. “Ha demeden hayran olur” Yunuslayın… Kendisi de yok gibidir aslında, şeffaftır… Mutlak ve hakiki varlık ancak O’dur, bir ve tek olandır… Hayırların hepsi O’ndan lütuftur, ihsandır, ikramdır, hediyedir Şerler ise, nefsin hilesi, desisesi… Aldanışlar, aldatışlar, olumsuzluklar, batıranlar, karatanlar… Bütünü nefisten ve işbirlikçisi olan lanetli Şeytan’dan…

    DOST, HAKK’I HATIRLATIR

    Maneviyatta yol aldıkça, Hakk’a yaklaştıkça arınır, kurtulur nefsin tuzaklarından, melekleşir… Bu duygunun adamına, bu yolun yolcusuna bakınca, sadece dost görünür, dost hatırlanır, dost’a yaklaşılır. Çünkü o, “Görüldüğünde Hakk’ı hatırlatandır.” Hak Dostu’nun yolu, Hakk’a en çok dost olan’ın yoludur. Başka türlüsünü yolsuzluk bilir. “Yol oldur ki Hakk’a vara” der. nu izleyen, hep hakk’ı bulur. Onların şiarı vermektir. Kendilerinde olanı da, olmayanı da verirler. Hakk’tan, ancak vermek için isterler. Son sözleri Besmele olur; ilk adımlarını atarken asıl âleme, “Bismillahirrahmanirrahim” derler. Susarken konuşurlar, maneviyata susamış olanlara ab-ı hayat sunarlar.

    İNSANIN KURTULUŞUNU İSTERLER

    Kıyamazlar kaçırmaya, uzaklaştırmaya; mümkün olduğunca sırtlarlar, sürüklemek isterler cennete… İnsanın kurtuluşu adına fedadırlar; “Bu milletin imanını selamette görürsem, cehennemin alevleri içerisinde yanmaya razıyım!” diye feryat ederler. “Dövene elsiz, sövene dilsiz” olurlar; seviyelerini her şartta, herkese karşı korurlar. Derviş gönüllü olmaktan asla taviz vermezler.

    ÖVGÜ AĞIRLIK OLUR ONLARA

    “Ben” demezler, nefislerini “ KUR’ÂN’ın kevserinden süzülen tatlı büyük bir havuza atıp eritmişlerdir”; benliğe, bencilliğe dair bir şey bırakmamışlardır. Bir hizmet olsun da, “Bizim yerimiz, caminin papuçluğu olsun, yeter” derler; makam, mansıp, şan şöhret istemezler. Fazla hürmetten sıkılırlar, övgü ağırlık olur onlara… Sevindirerek sevinirler. Örnektirler. “Yap!” demezler; yaparak gösterirler. Pamuk ipliğiyle bağlı olanları bile koparmazlar; gerektiğinde peşinden koşup, mesafeyi muhafaza ederler.

    NAZ ÇEKERLER NAZLANMAZLAR

    “Gel, gel, gel kapımız ümitsizlik kapısı değildir” derler; ama gelmeyene de giderler. Naz çekerler; nazlanmazlar. Kırmazlar ve kırılmazlar. Her şeyi Allah’tan bilirler. “Yapan, yaptıran Allah’tır” derler. Her şey O’ndandır; o halde başa gelen her şey baş göz üstünedir. Üstlerin e kızgın kül döküldüğünde, bu dikkatsizliği yapana kızmazlar da, “Hakkım ateşti, şükürler olsun ki, külle kurtuldum” der, bunu da lütuf bilip, sevinirler.

    KÖPEK Mİ DEĞERLİ, SEN Mİ?

    İmam eğer Azam ise, en ağır hakaretlere bile kızamaz, kırılamaz; daima hoş karşılar, hikmet arar, aynı seviyeye asla düşmeden, akıl ve mantık çerçevesinde cevap verir. Mesela, kendisine , “Şu köpek mi daha değerli, yoksa sen mi?” diyen gayr-i müslimi dahi adam yerine koyar; bu saçma sorusunu da ciddiye alarak, şöyle cevaplar: “-Eğer ben nefsimin esiri isem, o köpek benden çok yüksek ve değerlidir. Fakat ben, eğer Allah’ın sadık ve samimi bir kulu isem, gelmiş ve gelecek bütün köpek neslinin toplamından bile kat kat daha yüksek ve değerliyim.” Adam yerine konulan saçma sorunun sahibi, Allah dostunun ellerine yapışır, özür diler; insafa ve İslâm’a gelir…

    KERAMET İSTEYENE

    Allah dostu, Şah-ı Nakşibend gibi, dürüstlüğü keramete tercih eder. Doğru İslâmiyeti, dosdoğru yaşamak, her kerametten daha önemli bir keramettir ona göre… Bu görüşe bir de derin tevazu katar, “Hiç kerametinizi görmedik” diyenlere, “Bunca günaha rağmen, hâlâ ayaktayız, yetmez mi?” diye sorar. Onlar görünmeyi değil, gizlenmeyi tercih ederler. Görünen hallerini de hiç kendilerinden bilmezler; sadece İlahi bir ikram ve ihsan olarak izah ederler. Allah dostu, kendisini Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye ile sınırlar. Ötesi boştur. Kur’ansız ve Sünnetsiz olamazlar. Varlıklarını, dirliklerini, diriliklerini, Allah ve ahiret imanından alırlar. Kendilerinde varlık vehmetmezler; her şeyi Allah’tan bilir; “Yapan, yaptıran Allah’tır” derler.

    O ERLER Kİ

    O erler ki, gönül fezasındalar, Toprakta sürünme ezasındalar. Yıldızları tesbih tesbih çeker de, Namazda arka saf hizasındalar. İçine nefs sızan ibadetlerin, Birbiri ardınca kazasındalar. Günü her dem dolup her dem başlayan, Ezel senedinin imzasındalar. Bir ân yabancıya kaysa gözleri, Bir ömür gözyaşı cezasındalar. Her rengi silici aşk ötesi renk; O rengin kavuran beyzasındalar. Ne cennet tasası ve ne cehennem; Sadece Allah’ın rızasındalar.( Necip Fazıl Kısakürek)

  9. #49

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Bir insanı tanıma yolları nelerdir?
    Bir adam Hz. Ömer (r.a.)'in yanında bir hususta şâhitlikte bulunmuştu. Ömer ibnü'l-Hattâb hazretleri ona,

    - Ben seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir, dedi.

    Orada bulunanlardan birisi,

    - Ben onu tanıyorum, deyince Hz. ömer,

    - Nasıl bilirsin? diye sordu. O da,

    - Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum, cevabını verdi.

    Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu:

    - Gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?

    - Hayır, diye cevap verdi adam.

    Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti:

    - İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alış'veriş yaptığın bir kimse midir?

    Adam tekrar,

    - Hayır, dedi.

    Hz. Ömer (r.a.) bu defa;

    - Bununla, insanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk yaptın mı? diye sordu.

    Adam bu soruya da,

    - Hayır, cevabını verince, Hz. Ömer (r.a.),

    ' Sen onu tanımıyorsun, dedi ve sonra da adama dönerek,

    - Git, seni tanıyan birini getir, buyurdu.'

    Demek ki bir insanı iyi tanıyabilmek, doğruluk ve dürüstlüğünden emin olabilmek için; onunla, ya yakın komşuluk yapacaksın veya alış-verişte bulunacaksın yahut da beraber yolculuk edeceksin... Aksi takdirde, yani bu ölçülerden hiçbirisi ile tartmadığın bir kişi hakkında, müsbet veya menfî yönde şahâdette bulunmayacaksın. Zira bu demektir ki, sen onu tanımıyorsun.

  10. #50

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Her şeyi bilmek iyi mi?
    Adamın biri Musa Aleyhisselâm'a:

    — Ya Musa, ben bütün hayvanların dilinden anlamak istiyorum. Tur'u Sina'ya gittiğin zaman Allah'tan iste de benim duamı kabul etsin, diyordu.

    Musa Peygamber:

    — Her şeyi bilmek iyi olmaz. Senin hayvanların dilinden anlamaman daha iyidir. Bu sevdadan vazgeç, dediyse de, adam illâ öğrenmek istiyordu.

    Bir gün Musa Aleyhisselâm Tur'a çıktığı zaman Cenab-ı Allah Musa Aleyhisselâm'a:

    — «Ya Musa! O kulumun duasını kabul ettim, bundan sonra bütün hayvanların dilinden anlayacak. Yalnız her şeye ehemmiyet vermesin, sonra onun için iyi olmaz.» buyurmuştu.

    Musa Aleyhisselâm, Tur'u Sina'dan geldikten sonra durumu bildirip her şeyle fazla ilgilenmemesini söyledi. Kendisine selâhiyet verilen adam, akşam ahıra hayvanlarını yemlemeye girmişti. Orada eşekle öküzün konuşmalarına şâhid oldu.

    Onlar aralarında şöyle konuşuyorlardı:

    Öküz:

    — Yahu eşek kardeş, senin işin ne iyi, bana yazın rahat yok, kışın rahat yok. Sabah olacak çifte koşacaklar, ama sense akşama kadar rahat gezeceksin, diyordu.

    Eşeğin öküze nasihati şöyle oldu:

    — Bunlar hep senin ahmaklığından... Sen sabah olunca hasta numarası yaparsın, akşamdan sahibimizin döktüğü yemi bile yemezsin. O da sabahleyin seni bu haliyle görünce çifte koşmaktan vazgeçer ve birkaç gün olsun istirahat etmiş olursun, dedi.

    Bu sözler öküzün hoşuna gitmişti. Hakikaten yem yemedi ve öyle aç karnına sabaha kadar yattı. Eşek ise öküzün yemlerini bile kendisi yemişti. Tabii bunların bu konuşmalarını sahibi duymuş ve gülerek ahırdan çıkmıştı.

    Sabah oldu, adam ahıra girdi ki, öküz aç. Kalkması için birkaç tekme vurdu ise de öküz hastalanmıştı.

    Adam:
    — Bu sefer de onun yerine eşeği koşalım, diyerek aldı tarlaya götürdü

    Akşama kadar eşekle çift sürdü. Eşeğin emdiği süt burnundan gelmişti. Akşam eve geldiği zaman öküz rahat rahat geviş getiriyor kendi kendine hakikaten bu iyi bir numara oldu diyordu. Eşek bu işin çekilemeyecek gibi olduğunu görünce öküze başka yoldan akıl verip kurtulmak istedi:

    -Öküz kardeş, sen böyle yatarsan sahibimiz seni satacak. Bu gün tarlada beni gören köylüler sordular. O da, zaten tembel bir öküzdü, şimdi de hasta oldu. Yarın kasaba vereceğim, dedi. Eğer yarın' da böyle yaparsan kendini bıçağın altında bil, diyerek sabahleyen çifte gitmekten kurtuldu.

    Adam bunların bu konuşmalarını dinledikçe kendi kendine gülüyor ve:

    - Gördün mü ne kadar iyi bir şeymiş hayvanların dilinden anlamak, diyordu.

    Ertesi sabah horozla köpeğin konuşmalarına şahit oldu.

    Horoz:

    -Yarın efendinin, öküzü ölecek. Sana müjdem var. İyi bir ziyafet olacak senin için, diyordu.

    Adam bunu duyar duymaz hemen pazara götürüp öküzünü sattı ve zarardan kurtuldu.

    İkinci gün oldu, köpek horoza:

    - Niye yalan söyledin? Hani ziyafet? Adam öküzü sattı kurtuldu, dediğinde, bu sefer horoz:

    -Hiç merak etme! Öküzü sattı ama, yarın kölesi ölecek ve onun hayrına mutlaka bir yemek yedirirler. Sen de artıklarından istifade etsen yeter, dedi.

    Adam bunu da duymuştu. Hemen pazara çıkarıp kölesini de sattı.

    Köpek gene ziyafete erişememişti. Horoza:

    -Beni ne kandırıp duruyorsun? diye çıkıştı.

    Horoz:

    -Ben yalan söylemem... Ziyafet var dediysem vardır. Efendimiz öküz ve köleyi satarak zarardan kurtuldu ama, yarın kendisi ölecek, işte o zaman ziyafetin büyüğü olacak, dedi.

    Adam horozdan bunları duyunca etekleri tutuştu. Ne yapacağını şaşırdı ve doğru Hazreti Musa'nın huzuruna çıkıp durumu anlattı:

    -Hakikaten ben yarın ölecek miyim? Bunun bir çaresi yok mu? diye yalvarmaya başladı.

    Musa Aleyhisselâm:

    -Ben sana demedim mi? Her şeye ehemmiyet vermeyeceksin diye... Eğer sen öküzü satmasaydın, o ölecek ve belâ atlatılmış olacaktı. Ama sen onları satmakla başkalarının zarar etmesini istedin. Kendi menfaatini düşünüp başkalarını kendisi gibi hesap etmeyenin hali budur, dedi.

Sayfa 5/12 İlkİlk 123456789101112 SonSon

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanıcı var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •