REKLAM

Teşekkur Teşekkur:  0
Beğeni Beğeni:  0
Sayfa 8/28 İlkİlk 123456789101112131415161718 ... SonSon
272 sonuçtan 71 ile 80 arası

Konu: Saglı Bilgisi ve Ansiklopedisi

Hybrid View

önceki Mesaj önceki Mesaj   sonraki Mesaj sonraki Mesaj
  1. #1

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    B1 vitamini (Tiamin)

    1926 yılında sentezle elde edilen ilk vitamindir. C vitamininden sonra , bozulmaya karşı en hassas olan kimyasal yapıya sahiptir. B1 vitamini suda kolay çözülür. Asit ortama dayanıklıdır. Isıya dayanıklıdır. Ancak, Alkali ortamda ısıya duyarlıdır. Alkali konup yumuşatılarak pişirilen etlerde ve Sodyum Bikarbonat koyularak pişirilen pastalarda önemli ölçüde B1 vitamini kaybı olur. B1 vitamini kükürt atomu içeren bir amindir. B1 vitamini (= Tiamin), bir metil (CH2) köprüsü ile bağlanmış bir aminometil-pirimidin ve bir metilhidroksietil tiyazol halkalarından oluşur. Tiamin'in metabolizmada etkinlik gösteren şekli Tiamin Pirofosfat'tır. Tiamin Pirofosfat, Tiaminin tiyazol halkasındaki alkol grubuna iki mol fosforik asit bağlanması ile meydana gelir. Tiamin Pirofosfat'a; ko-karboksilaz da denir. Yapay olarak hazırlanan vitamin; Tiamin hidroklorid şeklindedir.

    B1 VİTAMİNİ NELERDE BULUNUR ?
    Bitkisel besinlerde çok yaygın olarak yer alsa da miktar olarak fazla değildir. Tohumlarda toplu halde yer almakla beraber , yaprak,kök,dal ve meyvelerinde de bulunur.B1 vitamini en çok bitki tohumlarında bulunur.Ancak bu buğday , pirinç , arpa gibi tohumlar terbiye edilip kabuklarından ayrılırsa B1 vitamin içeriklerini büyük ölçüde kaybederler. B1 vitamini en çok mayada bulunur.Bakla, nohut , fasulye gibi baklagillerde bol olarak bulunur. Ispanak, Patates , Bezelye, Soya Fasulyesi , Yerfıstığı , Portakal; B1 vitamin içeriği olarak zengindir. Hayvansal besinler de de B1 vitamini yeterince vardır. Yumurta Sarısı , Balık , Karaciğer, Kümes hayvanlarının etinde bol olarak vardır. Önerilen Tüketim Standardı ; 0.2 - 1.5 mg günlük doz önerilir. ( önerilir = eksiklik gelişimini önleyecek günlük asgari doz ) Gebeler için özellikle kullanılması gerekir. ( Gebelik ve Lohusalık dönemleri için önerilen günlük doz 3 mg'dır.) Besinlerle alınan tiamin, incebarsaklardan emilir. Dokularda pirofosfat şekline dönüşür. Kandaki tiaminin çoğu pirofosfat şeklinde kırmızı kan hücrelerinin içindedir. Plazmada 1 pg/100 ml ve kan hücrelerinde 6-12 mcg/100 ml düzeylerinde tiamin ve Tiamin Pirofosfat bulunur. En yoğun olarak karaciğer, kalp ve böbreklerde yer alır. İskelet kasları ve beyinde daha az miktarda bulunur. Günlük gereksinmeyi karşılayacak kadar alındığı zaman bunun %10'u idrarla atılır.

    B1 VİTAMİNİ NE İŞE YARAR ?
    Tiamin, "moral vitamini" olarak da bilinir. Çünkü ; sinir sisteminde yararlı etkilere sahiptir. Tiamin düzeyi düşük olan kişilerde karıncalanma ve uyuşma problemleri daha çok gözlenir. Kalp hastası olan kişilerin kalp kaslarında tiamin normal seviyesinden daha düşük olarak bulunmuştur. Tiamin , kan dolaşımının düzenlenmesinde , hidroklorik asit üretimiyle sindirimin kolaylaştırılmasına, kan yapımına ve karbonhidratların metabolize edilmesine yardım eder. Tiamin , vücut enerji düzeyini ve öğrenme yeteneğini artırır. Barsaklar, mide ve kalpte normal kas tonusunun korunabilmesini sağlar. İştah ve büyüme-gelişmeye uyarıcı etkiye sahiptir. Karbonhidratlar, yağ ve alkolden enerji sağlanması zihinsel uyanıklığı sağlar. Gebelik sırasında, bebeğin büyümesini sağlar. Sindirimi kolaylaştırır. Kaza gibi travmalar sonrası, ameliyatlarda, alkoliklerde , yaşlılarda ve hamile kişilerde ve sigara kullananlarda tiamin'in ek olarak kullanılması şarttır. Ayrıca tiamin, tedavi amaçlı olarak; yüksek karbonhidratla beslenenler ve fizik ve zihinsel gerginliklerde kullanılır.

    B1 VİTAMİNİ EKSİKLİĞİNDE NE OLUR ?
    Tiamin'in idrardaki miktarının 27 mcg/g kreatininin altına düşmesi yetersizlik olarak kabul edilmektedir. Tiamin yetersizliğinde, tiamin yardımcı enziminin rol aldığı kimyasal tepkimeler çalışamayacağı için biyokimyasal ve klinik değişiklikler görülür. Biyokimyasal değişikliklerin başında kanda pirüvik asidin artması, idrardaki tiamin ve metabolizma ürünlerinin azalması, enzimlerinin aktivitelerindeki değişmeler gelir. Tiamin yetersizliğindeki sindirim sistemi belirtileri; hazımsızlık, şiddetli kabızlık, mide hareketlerinde bozukluk, hidroklorik asit sekresyonunda azalma şeklindedir. Periferik sinir sistemi tutulumu, periferik nörit olarak bilinir. Belirtileri ise ; artmış ağrı, his kaybı, sızı veya yanma hissidir. Eklemlerde şişlikler ve ağrılar yüzünden refleks hareketinin durmasıyla denge kaybolur. İleri derecede alkol alan bireylerde merkezi sinir sistemi tutulur.Kalp ve damar sistemi belirtileri; yeterli enerji salınamamasına bağlı kalpten pompalanan kan miktarı artar, kılcal damarlar genişler ve kılcal damar - toplardamar arasında kan akımı hızlanır. Bütün bunlara karbonhidrat metabolizmasının yetersizliği de eklendiğinden, solunum yetmezliği, çarpıntı hissi, artmış kalp atım hızı ve atım bozukluğu ile seyreden kalp yetmezliği gelişir. Kalp büyür, yeterli şekilde kanı pompalayamaz hale gelir . Batı ülkelerine ciddi eksiklik durumları çok nadirdir. Düşük Tiamin düzeyi Beriberi hastalığına yol açar. Beriberi hastalığının belirtileri , kas güçsüzlüğü , bulantı, iştah kaybı ve su kaybı şeklindedir. Beriberi Hastalığı iki tipe ayrılmıştır ; ödemle birlikte ve ani olarak görülen tipe yaş ve ödemsiz, müzmin şekline kuru beriberi denir. Tiamin gereksinimi metabolik hız ile ilişkili olduğundan yetersiz gıda alımı ve hipermetabolik durumlar hastalık belirtilerini ortaya çıkarır. Alkoliklerde tiamin emilimi azalır, gereksinme artar ve karaciğerde tiamin pirofosfat şekline dönüşümü azaldığından beriberi hastalığı görülebilir. Hafif eksikliklerde konsantrasyon güçlükleri, depresyon , hafıza kaybı gibi zihinsel problemler oluşur. Aynı zamanda kilo kaybı olur. Tiamin eksikliğinin en erken belirtisi , mide bulantısıdır .

    B1 VİTAMİNİ AŞIRI DOZUNDA NELER OLUR ?
    Tiamin zehirlenme korkusu olmaksızın büyük dozlarda ağızdan emniyetle verilebilir. İntravenöz yolla verildiğinde, ancak çok yüksek dozlara çıkıldığında anafilaktik şoka ait reaksiyonlar görülür.

    B2 vitamini (Riboflavin)Sarı portakal renginde kristal halde bir maddedir. Eriyik içinde yeşilimsi sarı floresans gösterir. Hidrojen eklenerek indirgenmiş şekli renksiz, hidrojen ayrıldığında turuncu sarı renk gösterir. B2 vitamini suda kolay çözülür. Işık, karşısında dayanıksızdır.Asit ortama dayanıklıdır. Isıya dayanıklıdır. Ancak, Alkali ortamda ısıya duyarlıdır. Riboflavin, 5 değerli bir alkol olan ribitol'ün heterosiklik dimetil izoalloksazin; dimetil benzen + pterin halkasiyle oluşturduğu bir bileşiktir. Riboflavin, doku solunumunda elektron transfer zincirinde koenzim olarak görev yapar. Genel olarak 'dehidrogenaz"lar olarak adlandırılan bu enzimler substrattan veya başka bir taşıyıcıdan hidrojeni alarak sitokrom sistemine taşırlar. Bunlara genellikle "sarı enzimler" de denir. Buna göre riboflavin; protein, karbonhidrat, yağ ve nükleik asitlerin metabolizması için gerekli bir yardımcı enzimdir.

    B2 VİTAMİNİ NELERDE BULUNUR ?
    Hem bitkisel hem de hayvansal besinlerde çok yaygın olarak yer alsa da miktar olarak fazla değildir. En yüksek oranda maya ve karaciğerde bulunur.B2 Vitamini ; süt ve süt ürünleri ; yoğurt, peynir, yumurta, balık, et, ıspanak , karnıbahar, Brüksel lahanası , baklagiller - bezelye,fasulye,mercimek - , avokado, yerfıstığı, şeker pekmezi , mantarda bol bulunur. Hayvansal besinlerde de B2 vitamini vardır. Yumurta beyazı , Karaciğer , böbrek , yürek , balıkta vardır. Önerilen Tüketim Standardı ; 0.5 mg/1000 kalori ( erişkinler için ortalama 3 mg ) günlük doz önerilir. ( önerilir = eksiklik gelişimini önleyecek günlük asgari doz ) Büyüme, gebelik, lohusalık, hipertiroidizm gibi vücut metabolizmasının hızlanması riboflavin ihtiyacını artırmaktadır. Diyetle alınan proteinin kalitesi de önemlidir. Kalitesiz proteinli bir diyette karaciğerde riboflavin tutulamaz. Böyle diyetlerde riboflavine ihtiyaç artar. Yiyeceklerle alınan riboflavin, riboflavin fosfat ve dinükleotidler ince barsaklardan emilir. Alkol, emilimini azaltır. Plazmadaki normal düzeyi 2,5 - 4,0 mcg/100 ml'dir. Kırmızı kan hücrelerindeki riboflavin yoğunluğu 15,- 30 mcg/100 ml'dir. Diğer dokularda proteinlere bağlı olarak bulunur. En yoğun bulunduğu organ karaciğer ve böbreklerdir. Dokuların riboflavin biriktirme yetenekleri sınırlıdır. İdrarla riboflavin atılımı alınan miktarla orantılıdır. İdrarla atılan riboflavinin yarısı serbest, kalanı nükleotid şeklindedir. Dışkıda bulunan riboflavinin çoğunluğu barsaklarda yapılan vitamindir. Günde ortalama dışkıdaki riboflavin miktarının 500-700 mikrogram kadar olduğu bulunmuştur.

    B2 VİTAMİNİ NE İŞE YARAR ?
    B2 vitamini; temel olarak bir kimyasal maddeden diğerine enerji taşıyan reaksiyonlarda görev alır. Yiyeceklerdeki protein ve yağlardan enerji sağlanmasına yardım eder. Derinin sağlıklı olması ve dokularının tamiri için gereklidir. B2 Vitamini , kırmızı kan hücrelerinin oluşumu ve vücudun savunma sisteminin önemli bir parçası olan antikorların üretilebilmesi için gereklidir. Karbonhidrat, protein , yağ metabolizması , demir ve B6 vitamininin emilebilmesi için gerekli olan bir vitamindir. B2 vitamini; Triptofan'dan Nikotinik Asit oluşması için gereklidir. A vitamini ile birlikte B2 vitamini vücudun iç yüzeylerinin ve sindirim sistemi organlarının yüzeylerinin sağlıklı olabilmesi için şarttır. B2 vitamini oksijen kullanımını kolaylaştırarak deri, saç ve tırnakların sağlıklı olmasını sağlar. Ağız ve dilde ağrının giderilmesini sağlar. Kepek oluşumunu önler. Göz için katarakt tedavisinde kullanılır.

    B2 VİTAMİNİ EKSİKLİĞİNDE NE OLUR ?
    İdrardaki riboflavin miktarının; 50 mcg/24 saat, kırmızı kan hücrelerindeki miktarının 8 mcg/100 ml düzeyine düşmesi, yetersizliğine bağlı klinik belirtilerin başlangıcı sayılmaktadır. Riboflavinsiz diyet alan bir kişide lezyonlar üç ay içinde gelişmektedir. Riboflavin yetersizliğine bağlı dudaklarda "çeliozis', angular stomatit, papilla atrofisi, göz damarlarında genişleme (kırmızı göz), yanma, görme zorluğu, sinir sistemi bozuklukları oluşur. B2 vitamini yetersizliğinde; antikor oluşumunda azalma olur. Riboflavin eksikliği yüksek riboflavin içeren süt, karaciğer, et, yumurta ve yeşil yapraklı sebzeler gibi besin kaynaklarıyla tedavi edilebilir. Günde 10-15 mg riboflavin verilerek deri lezyonlarının iyileştiği görülünceye kadar tedavi devam eder. Riboflavinin damar yolu ile verilmesine ancak sindirim sisteminin ciddi hastalıklarında gerek olabilir. Riboflavin sulu çözeltilerde sınırlı çözünürlüğe sahiptir, büyük oranda yıkılır.Riboflavin methemoglobinemi, piruvat kinaz eksikliği gibi defektlerin de olduğu, yenidoğanın metabolizma hastalıklarında yüksek dozlarda kullanılır.İnsanda seboreik dermatit (deri iltihabı), keratokonjonktivit, atrofik dil iltihabı ve daha özel olmak üzere ağız köşesi çatlağı (ragadlar ,çeliozis) görülür, bunlardan başka tipik olmayan vajinitler de olabilir.

    B2 VİTAMİNİ AŞIRI DOZUNDA NELER OLUR ?
    Riboflavin, zehirlenme korkusu olmaksızın 200 mg/gün gibi yüksek dozda ağızdan emniyetle verilebilir. Sindirim sistemi B2 vitaminini ancak, belirli bir dozda sindirebilir. Bugüne kadar, riboflavinle zehirlenme vakası bildirilmemiştir.

    B3 vitamini (Niasin, Nikotinik Asit, Nikotinamid, PP* Vitamini)

    * PP= Pellegra Preventive
    B3 Vitamini beyaz, iğne biçiminde kristaller halindedir. Aminli bir bileşiği olan nikotinamid de aynı vitamin etkiye sahiptir. B3 vitamini suda kolay çözülür. Işığa, oksidasyona karşı dayanıklıdır. Nötral asit ve alkali çözeltilerde kaynatılınca vitamin özelliğini kaybetmez. Isıya dayanıklıdır. Kimyasal adı piridin 3-karboksilik asit, kimyasal yapısı nikotinik asittir. Niasin ve niasinamid, karboksilli bir piridin halkası ve bunun karboksil grubunun amidleşmesinden ibarettir. Niasinin metabolizmada etkinlik gösterebilmesi için adenin nükleotidle birleşmesi gerekir. Bunlara nikotinamidli dehidrogenazlar denilmektedir. Biyokimyasal reaksiyonlar sırasında iki önemli dehidrogenaz sınıfı enzimin yapısına koenzim olarak girer. Bu iki enzimden birincisi "Nikotinamid-Adenin-Dinükleotid" (NAD), ikincisi ise "Nikotinamid Adenin Dinükleotid Fosfat" (NADP) diye sınıflandırılmaktadır.

    B3 VİTAMİNİ NELERDE BULUNUR ?
    B3 Vitamini, insan vücudunda serbest bulunmaz. İnsan vücudunda ve barsaklarda triptofan, kinürenin ve 3-hidroksiantronulik asid üzerinden niasin ve niasinamid haline çevirilir. Niasin ve niasinamid, vücutta birbirine dönüşür.Bağlı şekilde insan dokularında ve özellikle bitkilerde bir hayli yaygındır. Diğer B vitaminleri gibi tahıl kabuklarında da boldur. En yüksek oranda biramayasında bulunur. Buğday, bulgur, pirinç, nohut, fasulye, mercimek, karnabahar, havuç, yerfıstığı,ceviz ve fındık; bazı yeşil sebzeler; kahve, çavdar, patates,domates ve mısır nişastasında B3 vitamini bol bulunur. Hayvani besinlerde de B3 vitamini vardır. Sığır ciğeri , böbrek , kalp , peynir, yumurta, kümes hayvanları, balık, sütte vardır. Önerilen Tüketim Standardı ; 6.6 mg/1000 kalori ( erişkinler için ortalama 35 mg ) günlük doz önerilir. ( önerilir = eksiklik gelişimini önleyecek günlük asgari doz ) Nikotinik asit ve nikotinamid ince barsaklardan kana emilir. Kandaki nikotinik asid miktarı 0.6 mg/100 ml'dir. Alyuvarlarda ortalama 1.3 mg/100 ml'dir. Dokuların niasin depolama kapasitesi çok azdır. Karaciğer, böbrek ve kas dokularındaki miktarları diğer dokulara göre daha çoktur. Normal olarak yetişkinlerin idrarında N-metil-nikotinamid miktarı 2,4 - 6,4 mg /24 saat arasında değişmektedir.Diyetteki triptofan vücutta niasine dönüştüğü için günlük niasin gereksinimi diyetteki triptofan miktarına bağlıdır. 60 mg triptofandan 1 mg B3 vitamini elde edilir. Niasin gereksinimi metabolizmanın hızlandığı durumlarda ve gebelikte artmaktadır. Diyetle iyi kalitede protein alındığında niasin gereksinmesi azalır. Niasin ve niasinin ön maddesi olan triptofan hayvansal yiyeceklerde daha çok bulunur. Bunun yanısıra niasin gereksinimi niasin eş değeri olarak düşünülmektedir. Sütteki niasin miktarı az olmasına karşın triptofan çok olduğu için niasin değeri; sadece içeriğindeki niasin değil, ek olarak triptofandan elde edilecek niasin değeriyle toplanıp bulunur. Hem pirinç, hem mısırda yakın miktarlarda niasin bulunmasına rağmen pellagra yalnız mısır ve mısır unu ile beslenen halk kitlelerinde çok sık görülür; sebebi, mısırda triptofan çok azdır, bundan dolayı tek taraflı beslenen kişilerin vücut ve barsaklarında niasin ve niasinamid oluşumu olamaz, ayrıca yalnız mısırla beslenenlere zaten fazla niyasinamid de gereklidir.

    B3 VİTAMİNİ NE İŞE YARAR ?
    B3 vitamini metabolizmanın sağlıklı sürdürülebilmesi için gereklidir. Vücutta 200den fazla kimyasal reaksiyonda görev alır. Midede asit üretimi için gerekli olmasının yanısıra karbonhidrat,yağ ve proteinlerin sindirilmesine yardım eder. Niasin kan dolaşımına yardımcı olur. Cilt sağlığı ve sinir sisteminin işlevlerinin yapılabilmesine yardımcı olur. Beyinde yüksek fonksiyonlarda ve kavrama yeteneğinin sağlanmasında görev alır. Alternatif Tıp Doktorları Niasini ; şizofreni, otizm, anksiyete, depresyon, hipglisemi, şeker hastalığı , eklem romatizması için tedavi amaçlı kullanmaktadır. Ayrıca B3 vitamini İnsülin sentezinde ve **** hormonları olarak gruplandırılan Östrojen, Testosteron ve Progesteron hormonlarının sentezinde gereklidir. Yapılan çalışmalarda yüksek dozda verilen niasinin kolesterolü düşürücü etkisi olduğu gösterilmiştir. Kolesterol ve trigliserid düşürülmesi ve alkolizmin tedavisinde kullanılmaktadır. Ayrıca damarlara etkisi nedeniyle arteriyosklerozda, migren başaağrılarında ve bazı nörolojik hastalıklarda da tedavi aracı olarak kullanılır.

    B3 VİTAMİNİ EKSİKLİĞİNDE NE OLUR ?
    Diyet, niasin ve triptofan açısından yetersiz olduğu zaman Pellegra Hastalığı görülür. Pellegra; deri, sindirim sistemi veya merkezi sinir sistemi semptomları ile karakterize edilmektedir. Derinin güneş gören yerlerinde simetrik lezyonlar oluşur. Bu lezyonlar daha sonra siyah renge dönüşür. Döküntü oluşur ve skar dokusu gelişir. Mukokutanöz membranlarda yaralar, dilde kabarma, bulantı ve kusma görülür.İshal gelişir. Pellegra ; 3 D hastalığı ( dermatit , diyare, demans ) olarak da bilinir. Santral sinir sistemi semptomları olarak baş ağrısı, uykusuzluk, depresyon, baş dönmesi, hatırlama güçlüğü ortaya çıkar. Pellegra hastalığında; hastaya nikotinik asit verildiği zaman 24 saat içinde hızla düzelme olur. Triptofanın niasine dönüşümünün bozulmasında dermatit, ışık duyarlılığı ve psikiyatrik değişikliklerle tanımlanan Hartnup Hastalığı oluşmaktadır.

    B3 VİTAMİNİ AŞIRI DOZUNDA NELER OLUR ?
    Niasin eksikliğinde; nikotinamid hemen hemen hiç toksisite olmaksızın kullanılır. Lipid bozukluğunun tedavisinde 3 gram veya daha fazla nikotinik asid kullanıldığında en sık görülen yan etki ; damar genişlemesine bağlı yüzde kızarmadır. Bir tablet aspirin eklemek bunu tedavi eder. Nikotinik asidin diğer yan etkileri derinin renginde artma, kuruma ve karınağrısıdır. Hepatotoksisite, hiperüremi ve glikoz intoleransı görülebilir. Nikotinik asid verilmesi kesildiğinde biyokimyasal ve histolojik bulgular normale döner. Yüksek doz hatta bazen 75 mg ve üzerindeki dozlarda da B3 Vitamini ile allerjik reaksiyonlar gelişebilir. Niasin Flaşı olarak bilinen yüz, göğüs ve kollarda kaşıntı, karıncalanma ve yanma hissi ve kızarıklığa neden olabilir. Bu durum , zararsızdır ve 20-60 dakika içinde geçer. Çok yüksek doz niasin alınmışsa hızlı bir şekilde birkaç bardak su içilmesi reaksiyon gelişimini önler. Niasinin güvenli kullanım düzeyi kişiden kişiye farklılıklar gösterir. Gebelerde yüksek doz B3 vitamini kullanılmamalıdır. Saf B3 vitamini ayrıca mide ülseri , gut , glokom , karaciğer hastaları için sağlık problemlerine yol açabilir. Bazı hastalıklarda günlük 200- 1000 mg dozlarda tedavi amaçlı kullanılabilmektedir. 1000 mg/gün ve üzeri doz niasin alınmamalıdır. Bu dozda niasin doktor kontrolünde kullanılmalıdır. Genellikle günlük 150 mg'a kadar güvenli kullanılabilir. Bazı yayınlarda 450 mg / gün doza kadar niasin güvenli kabul edilmektedir.

    B5 vitamini (Pantotenik Asit)

    İlk olarak 1939 yılında pirinç kabuğunda bulunmuştur. Pantotenik asit, suda çözünen bir vitamindir. Bu nedenle vücutta bir deposu yoktur ve her gün vücuda alınması gereken vitaminlerdendir. B5 vitamini suda kolay çözülür. Pantotenik asid, bir pantoik asid (= 2,4-dioksi-3,3' dimetilbütirik asid) ile Beta.alaninin amino grubu arasında bir peptid bağı oluşumu ile kurulmuştur. Pantotenik asidin insan ve hayvan vücudundaki en büyük rolü, acil-taşınması olan Koenzim A' nın bileşimine girmesidir. Koenzim A' da pantotenik asidden başka, adenilik asid ve sistamini (=beta.merkaptoetilamin) de kapsar. Pantotenik asid, karboksil grubu ile sistaminin amino grubu arasındaki peptid bağı oluşumu ile pantotein maddesi oluşur. Bunun da adenilik asid ve fosfatlarla bağlanması Koenzim A'yı yapar. Bu 3'-fosfoadenozin-5'difosfopantotein'dir. Bundan başka pantotenik asid, acil yüklenici protein olarak bilinen bileşiğin prostetik grubuna da girmektedir. Bu da, yağ asidi biyosentezinde rol oynar. Koenzim A'nın metabolizmada önemli fonksiyonları vardır: Asetil-KoA, Acil-KoA, başta valin, lösin olmak üzere aminoasidlerin KoA ları gibi aktif bileşikleri oluşturur. Bu yoldan, karbonhidrat, yağ ve protein yıkılım ve yapım metabolizmasının işlemesini sağladığı gibi, sitrik asid siklüsü sonucu birçok madde oluşmasına ve hem grubu sentezine, kolesterol ve steroid sentezine katılır. Ayrıca, pantotenik asidin, böbrek üstü hormonlarının asetil KoA dan ve kolesterolden oluşumları üzerine etkilidir.

    B5 VİTAMİNİ NELERDE BULUNUR ?
    B5 Vitamini = Pantotenik Asit ; Yunanca Pantos=heryer kelimesinden ismini almıştır. B5 vitamini insan vücudunun tüm dokularında ve tüm bitkilerde bulunur. B5 vitamini en çok biramayası, taze sebzeler , pirinç , hububatlarda, çavdar unu ve buğdayda bulunmaktadır. Hayvansal besinlerde de B5 vitamini vardır. Et, organ etlerinde ( karaciğer, kalp , beyin , böbrek gibi ) , balık , yumurta beyazı ve sütte B5 vitamini boldur. Önerilen Tüketim Standardı ; ortalama 6 mg günlük doz önerilir. ( Eksiklik gelişimini önleyecek günlük asgari doz. )

    B5 VİTAMİNİ NE İŞE YARAR ?
    Pantotenik asidin insan vücudundaki en büyük rolü, Koenzim A nın bileşimine girmesidir. Pantotenik Asit ; protein , yağ ve karbonhidrat metabolizmasında görev alır. Besinsel bu etkisinin yanısıra ; deri , saç ve epitel dokuların sağlıklı olması ve sağlıklı kalması için gereklidir. B5 vitamini antistres vitamini olarak da bilinir. Çünkü ; böbreküstü bezlerinde steroid ve kortizon üretiminde önemli görevleri vardır. B5 Vitamini , stresin vücuda olan etkilerini önlemek için görev yapar. Hayati organlarda yoğunlaşarak vücuda stresli ortamlarda yardımcı olur. Bazı uzmanlar B5 vitamininin, depresyon tedavisinde yararı olduğunu düşünmektedir.

    B5 VİTAMİNİ EKSİKLİĞİNDE NE OLUR ?
    Tüm besin maddelerinde bulunduğu için pantotenik asit eksikliği çok nadirdir. Diğer B vitamin eksikliklerinde olduğunun aksine; eksiklik belirtilerinin ne olduğu tam olarak tespit edilmiş değildir. Yorgunluk, halsizlik, başağrısı en belirgin bulgulardandır.

    B5 VİTAMİNİ AŞIRI DOZUNDA NELER OLUR ?
    Pantotenik asit kullanımı güvenlidir. Kolay tolere edilir. Güvenlik sınırı tanımlanmamıştır. 10 gr gibi çok yüksek dozlarında sindirim sistemi bozuklukları , ishal , su dengesizliği gözlenir. Günlük önerilen dozu 6 mg dır. Ancak 500 mg/gün doza dek emniyetle kullanılabilmektedir

    B6 vitamini ( Piridoksin, Adermin )Metil ( CH3 ) , Hidroksimetil ( CH2OH ) , Hidroksi ( OH ) gruplarını içeren piridin halkasına (Piridoksin) değişik takılar gelerek üç tip B6 Vitamini oluşur. B6 Vitamini etkisi gösteren üç ayrı kimyasal yapı : Piridoksin, bunun aldehid türevi Piridoksal ve Aminli bileşimi olan Piridoksamin; hepsi aynı şekilde B6 Vitamini etkisine sahiptir. Piridoksin/Piridoksal ; 2-Metil-3-Hidroksi-4,5- dihidroksimetilpirimidin'dir.B6 Vitamini, suda çözünen bir vitamindir. Bu nedenle vücutta bir deposu yoktur ve her gün vücuda alınması gereken vitaminlerdendir. B6 vitamini suda ve alkolde kolay çözülür. B6 Vitamini Ultraviyole ışınına çok hassastır.Kristal formda asit ve alkalilere çok dayanıklıdır. B6 Vitamini, incebarsaklardan ve % 70 kadarı emilir. Fosforile formunun emilimi yavaştır. Biyokimyasal olarak en etkili formu ; Piridoksal Fosfat'tır. Piridoksal Fosfat; arginin,tirozin ve diğer bazı aminoasitlerin dekarboksilasyonunda görev yapan enzimlerde prostetik grubu oluşturur. Aynı zamanda Serin ve Treonin aminoasitlerinin deaminasyonunda enzim görevi görür. Piridoksal Fosfat'ın vücutta görev aldığı en önemli iki dekarboksilasyon reaksiyonu; Merkezi Sinir Sistemi ile ilgili olan Glutamik Asit'in GamaAminoButirikAsit'e(GABA) ve DOPA'nın Dopamin'e dönüşmesi reaksiyonlarıdır. B6 Vitamini; hemoglobin yapısında yer alan Hem Sentezi için de gerekli bir maddedir. Piridoksal Fosfat ; hücrelerde aminoasitlerin aktif taşınmasında görev yapar.

    B6 VİTAMİNİ NELERDE BULUNUR ?
    B6 Vitamini ; fiziksel ve zihinsel olarak gerekli bir vitamindir. En önemli besin öğesi olmasıyla birlikte pek çok gıda maddesinde bulunması nedeniyle kolayca elde edilebilir. B6 vitamini en çok biramayası, bezelye , ceviz , yerfıstığı , ayçekirdeği , havuç , buğday ve bulgur da yüksek olarak hububatlarda bulunmaktadır. Daha az miktarlarda da olsa ; fasulye, karnabahar, muz , üzümde de vardır. Hayvani besinlerde de B6 vitamini vardır. Tavuk,sığır ve dana etleri, karaciğer , böbrek , balık ( alabalık,sombalığı ), yumurta sarısında B6 vitamini boldur. Önerilen Tüketim Standardı ; ortalama 2.0 mg günlük doz önerilir. Bu, bebeklerde 0.3 - 0.6 mg ve büyüme çağındaki çocuklarda 1.0 mg olarak önerilmektedir. ( önerilir = eksiklik gelişimini önleyecek günlük asgari doz )

    B6 VİTAMİNİ NE İŞE YARAR ?
    Aminoasid metabolizmasında, protein metabolizmasında etkilidir. Serum Glutamik Oksalasetat ( SGOT ) ve Serum Glutamik Pirüvat ( SGPT ) enzimlerinin aktivitesinde etkilidir. Ayrıca Homosistin ve Triptofan metabolizmasında etkilidir. Aminoasidlerin sindirim sisteminden emilimlerinde rol oynar. Hem senteziyle ilgilidir : Porfirin yapımında önemli olan süksinilglisin’in, delta aminolevülenik aside dekarboksile olmasını katalizleyen bir koenzimdir. Eksikliğinin insanlarda hipokrom mikrositer anemiye neden olması bundandır. Bunlardan başka, linoleik asidin araşidonik aside çevrilmesinde bir koenzim gibi etki eder. Ayrıca, hücre zarlarından sadece aminoasidlerin ve bazı metal iyonların, birbiriyle şelat kompleksleri oluşturan şekilde geçmelerini sağlar. Bağışıklık sistemi , böbrek ve kalp fonksiyonları için yardımcıdır. Büyüme ve hücre çoğalmasında rol oynayan nükleik asitler için gereklidir. Sinir Sistemini korur ve fonksiyonlarının düzenli olabilmesini sağlar. Piridoksin, Premenstrüel Sendrom olarak bilinen adet (aybaşı veya mens) öncesi gerginliklerinde , mens (adet) dönemlerinde gözlenen sivilce artışı, ruhsal gerginlikler ve migren tipi başağrılarında tedavi amacıyla kullanılması nedeniyle oldukça popülerdir. Diyabet ( Şeker Hastalığı ) ve Kalp Hastalıklarında tedavi amacı ile kullanılmaktadır. Ayrıca ellerde sinir sıkışması ile gelişen Karpal Tünel Sendromu'nun tedavisinde de kullanılır. Artrit ( eklem iltihabı ), eklem problemleri , Astma , Hiperaktivite Bozukluğu , Psikiyatrik Bozukluklarda B6 vitamini tedavide önemli görevler alır. Gebelik Toksemisi ( zehirlenmesi) , bazı tür idrar kesesi kanserleri ve Kalsiyum oksalat tipi böbrek taşlarında koruyucu olarak kullanılır. Bazı tip Anemilerde kullanılabilir. Ayrıca Tüberküloz tedavisinde kullanılan İzoniazid adlı ilaç, idrarla piridoksal fosfat kaybına yol açtığı için bu hastalarda tedaviye eklenir.

    B6 VİTAMİNİ EKSİKLİĞİNDE NE OLUR ?
    B6 vitamini eksikliğinde cilt lezyonları olmasının yanısıra, ağız, burun ve göz çevresinde döküntüler, dil kızarıklığı, şişme ve yanması meydana gelir. B6 Vitamini eksikliği arttıkça sinir sistemi ile ilgili belirtiler de olmaya başlar : sinir iltihapları gelişir. Konvülsiyonlara ( havale ) eğilim meydana gelir.B6 Vitamini eksikliği kansızlığa da neden olur. Bu anemi hipokrom mikrositer olarak tanımlanan tipte bir anemidir. İdrarla aminoasitler kaybedilmeye başlar : Homosistinüri ve Sistationüri gelişir. Böbrek taşları oluşur . SGOT ve SGPT enzim aktivitesi azalır.

    B6 VİTAMİNİ AŞIRI DOZUNDA NELER OLUR ?
    Günlük 500 mg doz ile uzun süreli kullanımlarında veya 2 gr ve üzeri Piridoksin alındığı durumlarda sinirsel bozukluklara yol açarak toksisite belirtileri gözlenebilir. Piridoksine Bağımlılık Sendromu da tanımlanmıştır. Günde 200 mg'ı geçmeyen dozlarda güvenle kullanılabileceği bildirilmektedir.

    B12 vitamini ( Siyanokobalamin )Tabii B12 Vitamini Siyanokobalamin 1948 yılında izole edilmiştir. B12 vitamini yapısında iki halka gösterir. Birincisi, büyük ve porfirini andıran merkezsel bir halkadır. Bunun porfirinden farkı, indirgenmiş dört pirolünden ikisi birbirine köprüsüz bağlıdır. Bu halkaya Korrin halka sistemi denir, halkanın merkezinde de bir kobalt vardır. Kobalt, bağlarla halkanın pirol azotlarına, bir siyan’a (-CN) ve ikinci halkanın azotlu bazına (5,6-dimetilbenzimidazol) bağlıdır. İkinci halka da, azotlu bazı kobalta bağlı bir nükleotid’in (dimetilbenzimidazol-riboz-fosfat’ın) fosfatını esterleştiren bir aminopropanol’ün, D.pirol halkasının propiyonik asid takısıyla bağlanması sonucu kapanır. Siyanokobalamin; doğal B12 vitaminidir. Siyanokobalamin’den başka onun değişik şekilleri olan kobalamin’ler (kobamidler) de tarif edilmiştir. Bunlarda, ya -CN ya da nükleotid’in bazında bir değişiklik olur. B12a, B12b, B12d deki gibi -CN yerine, -OH gelirse, hidroksikobalamin, B12d 'deki gibi nitrit gelirse, bir nitrokobalamin ya da metil grubu gelmişse metilkobalamin oluşur. Dokularda da en sık -CN yerine 5. dezoksiadenozin gelmiş bir kobamid-koenzim bileşiminde bulunurlar. Bütün B12 vitaminleri, peptid ve proteinlere sıkı bağlanma etkisi gösterirler. B12 Vitamini, suda çözünen bir vitamindir. Bu nedenle vücutta tam bir deposu yoktur ( karaciğerde vb çok az depolanır ) ve her gün vücuda alınması gereken vitaminlerdendir. B12 vitamini suda kolay çözülür. B12 Vitamini , gıdalarda pişirme sonucu %10 ile %30 arasında kaybolur.B12 vitamininin insan vücudundaki esas kaynağı kalınbarsaklarda yer alan bakterilerdir. Tüm sindirim sistemi kanalında mikroorganizmalar yer alsa da asıl sentez yeri kalınbarsaklardır. Vücutta B12 vitamini emilimi için aktif ve pasif olmak üzere farklı mekanizmalar çalışmaktadır. İncebarsaklara aşırı miktarda B12 vitamini geldiği zaman herhangi bir emilime uğramaksızın direkt olarak jejunum ve ileum bölgelerinden pasif emilim olur. Aktif emilim için midede yer alan İntrensek Faktör gereklidir. Gıdalarda bulunan fizyolojik dozlardaki B12 vitamini bu yolla emilebilir. B12 vitamini, midedeki kimyasal ortamın etkisi ile bağlı olduğu proteinlerinden ayrılarak midede iki ayrı bölgede yer alan Parietal Hücrelerde bulunan İntrensek Faktör ile birleşir. Birleşme sonrası oluşan yapı incebarsaklara ilerler ve İleum bölgesine geldiğinde buradaki alıcılara bağlanır. Buradaki alıcılara bağlanma için iki şart gereklidir; birincisi bu bölgede kalsiyum iyonları olmalıdır ve ikincisi de bu bölgenin pH değeri 6.0 olmalıdır. B12 vitamininin gıdalarla alımından sonra kana geçmesi 12 saat kadar sürmektedir. Sindirim sistemi salgı hücrelerinde B12 vitamini için Transport Proteinleri ( Transkobalaminler ) gereklidir. Transkobalaminler üç tiptir. Transkobalamin I ve III , beyaz kan hücreleri tarafından oluşturulur ve B12 vitaminine ikinci tipten daha güçlü bağlanırlar. Ancak Transkobalamin I/III eksikliği olduğunda B12 vitamini eksikliği olmaz. Transkobalamin II , karaciğer tarafından oluşturulur. Transkobalamin II' nin özelliği bağladığı B12 vitaminini dokulara daha çabuk taşımasıdır. Fakat , Transkobalamin II eksikliği; B12 vitamin eksikliğine yol açar.

    B12 VİTAMİNİ NELERDE BULUNUR ?
    B12 Vitamini ; büyüme ve sinir sistemi fonksiyonlarındaki görevleri yanında vücutta oksijen taşıyan ve alyuvarlarda yer alan hemoglobin için şart olan bir maddedir. B12 Vitamini , insan vücudunda başlıca karaciğerde 1500 mg civarında depolanabilmektedir. Safra ile salgılanır, safrada yer alan B12 vitamini barsaklardan emilerek barsak-karaciğer arasında taşınır. Emilmeyen B12 vitamini daha çok gayta ile olmak üzere idrar ile de atılır. B12 vitamini en çok hayvansal kaynaklı gıdalarda, organ etlerinde ( karaciğer, böbrek, kalp, beyin ) yüksek oranlarda yer alır. Süt ve peynir de B12 vitamininden zengindir. Balık ve yumurta da bol B12 vitamini içerir. Bitkisel besinlerde de B12 vitamini vardır. Biramayası, soya , deniz yosunları, bazı taze yeşil bitkiler de B12 vitamini içerir. Önerilen Tüketim Standardı ; ortalama 6.0 mcg günlük doz önerilir. ( önerilir = eksiklik gelişimini önleyecek günlük asgari doz )

    B12 VİTAMİNİ NE İŞE YARAR ?
    B12 vitamini başlıca iki kimyasal reaksiyon için koenzim görevi görür . Birincisi ; Metilmalonil Koenzim A'nın Süksinil Koenzim A'ya dönüşümüdür. Bu reaksiyon sinir sisteminde myelinizasyon için önemlidir. Bu reaksiyon nedeniyle B12 vitamini eksikliğinde idrarla Metilmalonik Asit atılımı artmaktadır.( Pernisiyöz Anemi'de, Metilmalonilasidüri'de ) İkincisi ; Homosistein'in Metionin'e dönüşümü reaksiyonudur. Bu reaksiyon Folat metabolizmasında yer alır ve B12 eksikliğinde DNA sentezi bu nedenle gerçekleştirilemez. Yağ ve Karbonhidrat metabolizmasında görev yaparak sindirim sistemine yardımcı olur. Kanda oksijen taşınmasını sağlayan Hemoglobin oluşumu için gereklidir. Bu görevi nedeniyle kansızlık ( makrositer anemi ) oluşumunu önler. Sinir Sistemi fonksiyonlarının sağlıklı olabilmesi için B12 vitamini şarttır. Bellek ve öğrenme fonksiyonları için özel bir öneme sahiptir. Myelinizasyon için gereklidir. Paranoya gibi bazı ruhsal hastalıkların tedavisinde de B12 kullanılmaktadır.

    B12 VİTAMİNİ EKSİKLİĞİNDE NE OLUR ?
    B12 vitamini eksikliğinde ilk gözlenen belirtiler sinirlilik, yorgunluk ve unutkanlıklardır. B12 vitamin eksikliği daha çok vejetaryenlerde ( hayvansal gıda almamaları nedeniyle ) , mide ameliyatı olanlarda ( midenin kısmen veya tamamen alınmasında emilimin yapılamaması nedeniyle) , alkoliklerde, sigara tiryakilerinde, mide ülseri olanlara ve gebelerde gözlenebilmektedir. B12 Vitamini eksikliği kansızlığa da neden olur. Bu anemi makrositer olarak tanımlanan tipte bir anemidir. Anemi gelişimi B12 vitamininin diyetsel alımının azlığından çok , B12'yi vücutta taşıması gereken proteinlerin eksikliği veya fonksiyon bozukluğu nedeniyle gelişmektedir. ( yaşlılarda sindirim bozuklukları gibi durumlar ...) Nedeni ne olursa olsun B12 vitamin eksikliği başlıca üç belirtiyle sonuçlanır ; Makrositer Anemi , Glossit ( Dil iltihabı ) ve Nöropati ( uyuşmalar vb. ) Bu belirtiler vücuttaki tüm depolarının boşalmasından sonraki 2 - 5 yıl gibi uzun bir dönemde ortaya çıkmaktadır.

    B12 VİTAMİNİ AŞIRI DOZUNDA NELER OLUR ?
    B12 Vitamini güvenle kullanılabilecek bir maddedir. 500 mg dozlara dek herhangi bir toksisite oluşturmayabilir. Tek doz olarak 100 mg alındığında herhangi bir ters etki gözlenmemiştir.

    B12 VİTAMİNİ

    Kan damarlarının kuvvetli olmasını sağlar.

    Bağ dokularından olan kollajen sentezinde görev alır.

    Vücudu enfeksiyonlardan ve bakteri toksinlerinden korur.

    Steroid hormonların sentezinde (Yara ve diş iltihaplarına karşı etkilidir).

    Bazı vitaminlerin, demir ve kalsiyumun vücutta kullanılmasına yardımcıdır.

    Kolestrol ve aminoasitlerin metobolizmasında, gereklidir.

    Kanın pıhtılaşmasında gereklidir.

    Diş etlerinde şişme, kanama, diş kaybı, kemik kırılmaları ile belirlenen skorbit hastalığı.

    Yorgunluk, iştah azalması.

    Yaraların iyileşmesinde gecikme.

    Deride kuruluk ve çatlaklık, eklemlerde şişme ve ağrılar.

    Damar çatlamaları, sık sık soğuk algınlığı, soluk eksikliği, sırta ağrı veren disk şikayetleri, hızlı kalp atışı.

  2. #2

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    C vitamini ( Askorbik Asit )

    1742 yılında İngiliz Donanma Doktoru James Lind ; dişetleri şişliği, kanaması , ciltte kanamalar ve yaralar ile seyreden Skorbüt hastalığını limon suyu kullanarak tedavi etmişti. 1928 yılında Albert Szent tarafından sentez edilmiştir. Askorbik Asit, monosakkarit türevidir. C Vitamini'nin asiditesi 3. karbonunda yer alan enol hidrojenine bağlıdır. Oksitlenmesinin ilk ürünü Dehidro L. Askorbik Asit olmaktadır. İnsanlardaki değişimi de bu aşamada kalmaktadır. Canlılarda C vitamini oksitlenmiş ve indirgenmiş olarak iki şekiliyle bulunmaktadır. Bu tepkime iki yönlüdür ve her ikisi de C vitamini aktivitesi gösterir. (Dehidro Askorbik Asit tekrar oksitlendiği zaman vitamin aktivitesini kaybeder. ) Bitki ve hayvanlar C vitamini sentez edebildikleri halde insan L.Gulonoksidaz enzimine sahip olmadığı için C Vitamini sentezi yapılamaz. C Vitamini, suda çözünen bir vitamindir. Bu nedenle vücutta depolanmaz ve her gün vücuda alınması gereken vitaminlerdendir. C Vitamini suda kolay çözülür. C Vitamini beyaz kristal toz halindedir. Besin maddelerinde yer alan Askorbik Asit hava ile teması sonucu okside olur ve vitamin etkisini kaybeder. Çiğ besin maddelerinde Askorbik Asidi okside edecek enzim yer alır ve bu enzim besin maddesi sağlamken aktivite göstermemektedir. Kesme veya soyma gibi durumlarda enzim aktifleşerek Askorbik Asidi okside eder. Bu enzimin aktivitesi bakır iyonu varlığında artmaktadır. C Vitamini ince bağırsaklarda emilmektedir. 100 mg'a kadar dozlarda emilimi % 95 lere dek olabilmekteyken miktar arttıkça emilim de azalmaktadır. ( 1 gram C Vitamini alındığında emilim % 70' lere kadar düşer. ) Bu nedenle besin maddeleri ile alınan C Vitamini , saf alınan C Vitamini'nden daha iyi emilir. Emilimle birlikte kanda hızla gözlenir. Fazla C Vitamini idrar ile oksalat şeklinde atılır. C Vitamini oksidoredüksiyon reaksiyonları ile indirgenmiş formu olan Dehidroaskorbik Asit olarak görev yapar.

    C VİTAMİNİ NELERDE BULUNUR ?
    C Vitamini ; vücudun savunma sisteminin güçlenmesini , nezle ve gripde oluşan belirtilerin hafiflemesini ve besinlerle vücuda alınan demirin emiliminin artmasını sağlayabilen bir maddedir. C Vitamini , insan vücudunda depolanmamaktadır. ( Karaciğerde minimal depolandığı iddia edilmektedir.) C vitamini en çok taze meyve ve sebzelerde yer alır. Kırmızı Biber, Portakal, Greyfurt, Üzüm, Kavun, Kivi, Mandalina, Mango, Ahududu, Çilek, Armut, Karpuz, Kuşburnu, Maydanoz, Domates bol C vitamini içerir. Yeşil sebzeler, avokado, karnabahar, lahana, patates, bezelyede de C Vitamini vardır. Hayvansal besinlerde C vitamini yer almaz. Miktar olarak ; her 100 gram için > Kırmızı Biberde 190 mg, Karnabaharda 115 mg, Çilekte 60 mg, Portakalda 50 mg ve Greyfurtta 40 mg C Vitamini vardır. Hava ile temasta 3 saat içinde bu değerler % 50 kadar kaybolabilmektedir. Önerilen Tüketim Standardı ; ortalama 60 mg günlük doz önerilir. ( önerilir = eksiklik gelişimini önleyecek günlük asgari doz )

    C VİTAMİNİ NE İŞE YARAR ?
    C Vitamini bağ dokusunda kollagen yapımı için (hidroksiprolin sentezinde koenzim olarak görev yapar.) ve kemik gelişimi için gereklidir. Dişlerin sağlıklı gelişmesini sağlar. Kollajen , aynı zamanda kalp fonksiyonları için gereklidir. Cilt sağlığını korur. Antioksidan olarak bilinen üç maddeden birisidir. ( E Vitamini, Beta.Karoten ve C Vitamini ) Serbest radikaller olarak bilinen zararlı maddeleri etkisiz hale getirir. Kanser yapıcı maddelerin oluşumunu önler. C Vitamini, kanda kolesterolün normal düzeylerde bulunmasını temin eder. Vücutta yağ asit düzeylerini düşürür. Nezle ve Gripte ortaya çıkan belirtilerin önüne geçer. Enflamasyon hallerinde oluşan hücre savunma mekanizmalarını düzenler. Vücudun savunma sisteminin fonksiyon görmesine yardımcı olur. Savunma sisteminde ; interferon oluşumu, kompleman aktivitesinin sağlanması ve antikor yapımını gerçekleştirir. Kılcaldamarların duvarlarının sağlıklı olması ve kıl köklerinin sağlıklı kalabilmesi için gereklidir. Vücutta steroid sentezinde görevlidir. Diğer bazı vitamin ve minerallerin kullanılabilmelerini ( E vitamini, A vitamini, B2 Vitamini, B5 Vitamini, Folik Asit, Demir, Kalsiyum vb) sağlar. Adrenal bez ve kadınlarda yumurtalıklarda ( overler ) C Vitamini yüksek oranlarda bulunur. C Vitamini ile ilgili gerekli bilgiler hala tam olarak tespit edilmemiştir. C Vitamini ile pek çok çalışma devam etmektedir. Yapılan çalışmalarda Katarakt'ın tekrarlamasını % 76 gibi oranlarda azalttığı gösterilmiştir. Düşük C Vitamini alımının kalp hastalıklarını ve kalp krizlerini 2.5 kat arttırdığı belirlenmiştir. 400 mg C Vitamini alımının tüm ölüm oranlarında % 65 kadar azalmayı sağladığı tespit edilmiştir. Kolesterol ve diyetle alınan yağlar nedeniyle damarların zarar görmesini önlediği belirlenmiştir. Bir hamburgerde yer alan trigliseridlerin vücuda alındığında 4 saat için vücutta % 60 oranda yüksek kaldığı saptanmış ve bunun düşürülmesinin 1000 mg C vitamini ve 800 mg E Vitamini ile mümkün olduğu ileri sürülmüştür. C Vitamininin , Aspirinin mideye yaptığı zararı azaltabildiği, kalp krizi sonrası kalp damarlanmasını kolaylaştırdığı belirlenmiştir. Dokuların radyasyondan gördükleri zararı azalttığı gösterilmiştir. C Vitamininin grip ve nezlede kullanımı için yapılan çalışmaların bir bölümü hiç bir faydası olmadığını göstermekle birlikte bazı çalışmalarda 1000 mg/gün dozda grip ve nezle belirtilerini hafifletebildiği tespit edilmiştir. Bu etkisi hala tartışmalıdır.C Vitamini ile göz hastalıklarının önlenebildiği iddia edilmektedir. Vücutta, C Vitamini seviyeleri ne kadar yüksekse kan basıncının o kadar düşük olduğu belirlenmiştir. Felç veya İnmeyi önleyici etkisi yapılan çalışmalarda anlamlı olarak bulunmamıştır.


    C VİTAMİNİ EKSİKLİĞİNDE NE OLUR ?
    C Vitamini , insan vücuduna dört gün boyunca alınmadığı zaman eksiklik belirtileri başlayabilmektedir. Sırası ile ilk önce bacaklarda olarak cilt ve kıl değişiklikleri olur. Aşırı sinirlilik ve iştah kaybı gözlenir. Tedrici olarak eksiklik devam ederse 4 ay gibi bir sürede Skorbüt'ün tüm belirtileri ortaya çıkar. Hızlı kemik büyümesi döneminde C Vitamini eksikliği kemiğin periost ve korteks bölümlerinde ayrılmalara yol açar. Periostaltı kanamaları oluşur. Kemik büyümesinin yavaş olduğu yaşlarda ise ; epifiz ve diyafiz bölümleri arasında kaynama gerçekleşmez ve kemiklerde kırıklar oluşur. Kılcal damarların duvarlarında zayıflama gözlenir. Kıl foliküllerinde kanamalar oluşur. Büyüme duraklar, enfeksiyonlara karşı vücut direnci azalır ve sık mikrobik hastalıklar gelişmeye başlar. Dişetleri şişer ve kanamalar olur. Dişler kaybedilebilir.

    C VİTAMİNİ AŞIRI DOZUNDA NELER OLUR ?
    C Vitamini güvenle kullanılabilen bir maddedir. Günde 2 gram gibi yüksek dozlarda alınırsa karın ağrısı ve ishale yol açabilmektedir. Uzun süre ile yüksek dozlarda kullanılması böbrek taşlarının oluşumuna neden olabilir. Böbrek Hastalarının, C Vitamini kullanmaması gereklidir. Akyuvarların mikrop öldürücü etkisini azaltabilir ayrıca demir mineralinin vücutta aşırı miktarlarda birikmesine neden olabilir.

  3. #3

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    D & E Diğer vitaminler

    Kalsiyumun güçlü kemikler için temel öneme sahip olduğunu biliyorsunuz. Ancak kemiklerinize ulaşan kalsiyumun miktarını artırmak için D vitaminine ihtiyacınız olduğunu unutmayın. Bu yüzyılın başında D vitamini noksanlığının raşitizme yol açtığı keşfedildi ve bu vitaminin, beslenmenin temel öğelerinden biri olduğu anlaşıldı. Çocukluk çağında görülen raşitizmde kemik gelişimi bozuluyor ve kemiklerde biçim bozuklukları ortaya çıkıyordu. Bugün D vitamini desteği sayesinde, çocuklarda D vitamini noksanlığı neredeyse tümüyle ortadan kaldırıldı ama yetişkinlerin de D vitamini alımına dikkat etmesi gerekiyor. Vücudumuz güneş ışınları ve besinlerden D vitamini üretir. Cildimiz ultraviyole ışınlarına maruz kaldığında, cildimizdeki kimyasal bir madde, D vitamininin inaktif formuna dönüşür. Bazı besinlerde de D vitamini bulunur. Tereyağ, yumurta ve yağlı balıklar doğal D vitamini kaynaklarıdır. D vitamini katkılı süt, margarin ve bazı kahvaltılık tahıllarda D vitamini bulunur. İnaktif D vitamini, kan yoluyla karaciğere getirilir ve burada vücudun kullanabileceği aktif forma dönüşür. D vitamininin aktif formu, ince barsaklardan kalsiyumun emilmesine yardımcı olur, kalsiyumun kemiklerde ve dişlerde tutulmasını sağlar. D vitamini ve kalsiyumun uzun süreli eksikliği osteoporoza neden olur. Osteoporozda kemikler dayanıksız ve kırılgan bir durum alır. Daha seyrek olarak, yetişkinlerde D vitamini eksikliği sonucunda kemiklerde yumuşama ve biçim bozukluğu ile kendini belli eden osteomalazi ortaya çıkar.

    D vitamini sentezi ile etkileşen faktörler
    Vücudumuz, D vitaminini güneş ışınları yardımıyla sentezlediğinden haftada üç defa 10-15 dakika süreyle kolların, ellerin, yüzün doğrudan güneş ışığına maruz bırakılması, D vitamini sentezini uyarır. Ancak sağlık sorunları nedeniyle kapalı mekanlarda bulunan veya yeterli güneş görmeyen bölgelerde yaşayanlarda D vitamini eksikliği görülebilir. Kış aylarında güneşin yetersiz olması ve kalın giysiler de D vitamini yapımının azalmasına neden olur. Yapılan bir çalışma 66 ile 99 yaşları arasındaki kişilerin kış aylarında D vitamini depolarının azaldığını ortaya koymuşur. Yaşla birlikte vücudun UV ışınlarından D vitamini sentezleme yeteneği azalır. Böbrek veya karaciğer hastalığı nedeniyle inaktif D vitaminin aktif forma dönüştürülme yeteneği azalır. Şipru gibi yağ emilini azaltan barsak hastalıkları D vitamini emilimini de azaltırlar. Aritmi ve epilepside kullanılan fenitoin de D vitamini noksanlığına yol açabilir.

    Yeterli D vitamini almak için ne yapmalı?
    Biraz güneşe çıkın--Yaz aylarında haftada üç defa 10-15 dakika güneşlenin. Böylece kış aylarında harcayacağınız D vitaminini karaciğerinizde depolamış olursunuz. Cildin düzenli olarak kısa sürelerle güneş ışınlarına maruz kalması, cilt kanseri riskini artırmamaktadır. Daha sık güneşe çıkıyorsanız koruyucu filtreleri olan güneş yağları kullanın.Genel olarak ne kadar koyu tenli iseniz yeterli D vitamini sentezi açık tenlilere göre daha fazla güneşte kalmanız gerekir. Süt için--Genç yetişkinler için günde iki bardak süt içilmesi, günlük D vitamini ihtiyacını karşılamak için yeterlidir. Bu miktar yaşlılar için yeterli olmayabilir. Menopoz sonrasındaki kadınlar ve 55 yaşın üzerindek erkeklerde osteoporozu önlemek için ilave kalsiyum ve D vitaminine gerek vardır. Kalsiyum ile birlikte D vitamini alan kadınlarda kemik kırıkları riski azalmakadır. Bu nedenle bazı doktorlar orta yaşlılara günde 400 IU (uluslararası birim) D vitamini tavsiye etmektedir. Özellikle az güneşe çıkanların D vitamini desteğine ihtiyacı vardır. Birçok multivitamin ve mineral desteği tabletinde 400 IU D vitamini vardır. Kalsiyum tableti alıyorsanız içinde D vitamini de bulunmasına dikkat edin. İçinde 200-400 IU D vitamini bulunanları tercih edin. D vitamini ve A vitamini kombinasyonları iyi bir seçim değildir çünkü bunlarda kalsiyum yoktur. Doktorunuz tarafından verilmemişse günde 400 IU'dan fazla D vitamini almayın. D vitamini vücutta depolandığından dolayı fazla miktarda (günde 2,000 IU) D vitamini toksik etkilere neden olabilir. D vitamini zehirlenmesinin belirtileri bulantı, kilo kaybı, sinirlilik, karaciğer, böbrekler ve yumuşak dokularda kalsiyum birikimdir.

    D VİTAMİNİ

    D Vitamininin oluşması için ultra-viyole ışınlarına ihtiyaç vardır.

    Antioksidan özelliği ile eritrositleri korumaktadır.

    A Vitamininin oksidasyonunu önleyerek etkinliğini arttırır.

    Yağların oksidasyonunu önler.

    Kanser ve erken yaşlanmayı önleyebilir.
    Yaşlılık nedeniyle ortaya çıkan hafıza kayıplarını önleyici etkisi vardır.

    İlaç ve radyasyonun zararlı etkilerinden korur.

    Virütik hastalıklara karşı bağışıklık sistemini geliştirir.

    Göz sağlığı için elzemdir.

    Doğal yiyeceklerden oluşan diyetle eksikliğine pek rastlanmaz

    Kesin olmamakla beraber kısırlığa neden olabilir.

    Yeşil yapraklı bitkiler, yağlı tohumlar ve bunlardan elde edilen yağlar, tahıl taneleri ve kuru baklagiller.

    Ay çiçek yağı (genel olarak bitkisel yağlarda bol bulunur)

    Badem ,buğday, yer fıstığı, ıspanak, brokoli, kırmızı et,

    Balık yağı, ıstakoz.



    E vitamini

    E vitamini, yapılan çalışmalarda tıp dünyasının dikkatlerini üzerine toplamaya devam ediyor. E vitamini (C vitamini ve beta karoten gibi) "serbest radikalleri" yani bir elektronu eksik olan oksijen moleküllerini tutarak hücrelere zarar vermesini önleyen "antioksidan" özelliğe sahip bir madde. Antioksidanlar bir elektronlarını serbest radikallere vererek bunları zararsız duruma getiriyorlar. Antioksidanlar ortamda bulunmadığında ise serbest radikaller canlı hücrelerden elektron çalarak hücrelere zarar veriyorlar. Böylece sonu kansere kadar varabilen hücresel değişimler meydana geliyor. Son çalışmalara göre, bir antioksidan olan E vitamininin bazı potansiyel faydaları şunlar:
    E vitamini desteğinin kalp hastalığından koruyucu etkisi var.
    E vitamini alınması bazı kanser türlerine yakalanma riskini azaltıyor.
    E vitamini Alzheimer hastalığının ilerlemesini yavaşlatıyor.
    E vitamininden zengin beslenmenin Parkinson hastalığından koruyucu etkisi olabilir.
    E vitamini alınması yaşlı kişilerde bağışıklık sistemini güçlendiriyor.
    Uzmanlar E vitaminine ilişkin umut verici haberleri değerlendirirken E vitamininin yararları için daha güçlü kanıtlar sağlayacak olan randomize, kontrollu çalışmaların sürdüğünü belirtiyorlar.

    E vitamini almanın riskleri var mıdır?
    Kanın pıhtılaşmasını azaltan antikoagülan ilaçları alan kişilerin E vitamini alması önerilmiyor çünkü bu ilaçlarla birlikte alınan E vitamini pıhtılaşma zamanını uzatabiliyor.

    En uygun E vitamin dozu nedir?
    E vitaminiyle ilgili çalışmalarda 50 IU (uluslararası ünite) ile 1,200 IU arasındaki dozlar kullanılmıştır. Kalp üzerinde yararlı etki için günlük E vitamini dozunun en az 100 IU olması gerekir. Kalp hastaları için önerilen doz genellikle günde 400 IU dozudur.

    E vitamini alınması tavsiye edilir mi? E vitamini doktorların en çok tavsiye ettikleri vitaminlerdendir. Bazı uzmanlar özellikle kalp hastalarına E vitamini vermektedir.Tek başına diyetle yeterli E vitamini almak güçtür. Ama unutmamalı ki hiç birvitamin sağlıklı beslenme ve düzenli bedensel aktivitenin yerini tutamaz.



    E VİTAMİNİ

    Pıhtılaşmada ve kemik yapımında kajsiyuma yardımcıdır.

    Kan pıhtılaşmasında önemli rol oynar.

    Bazı çalışmalar özellikle yaşlılarda kemikleri güçlendirdiğini göstermektedir.

    Kontrolsüz kanamalara neden olan K Vitamini eksikliği malabsorbsiyon hastaları hariç ender görülür.

    Doğumdan sonra ilk 3-5 gün içerisinde barsak florası henüz tam gelişmemiş olduğunda K Vitamini eksikliği vardır.Bu neden le doğumdan sonra tüm bebeklere verilmesi gerekmektedir.

    Hayvansal ve bitkisel yiyeceklerin çoğunda bulunur.

    Yonce ıspanak vb. Yeşil yapraklı sebzeler, kuru baklagiller, balıklar, soya fasülyesi yağı, fındık, ceviz, domates, havuç.



    K VİTAMİNİ
    - Atardamar ve toplardamarların sağlığı için önemlidir.

    K ve P vitaminleri damarlarda kolestrolün birikmesine ve damarların sertleşmesine engel olur.


    - Limon, portakal, özellikle kabukarında.

    Ispanak, greyfurt, yeşil fasulye,
    çimlendirilmiş buğday, karpuz kavun, lahana, bezelye, patates, soğan.

    P VİTAMİNİ

    Enerji metabolizmasında enzimlere yardımcıdır.

    Tüm hücrelerde, sinir ve sindirim sisteminde,
    yiyeceklerin enerjiye dönüştürülmesinde gereklidir.

    İştah arttırıcı etkisi vardır.

    Enfeksiyonlara karşı bedeni korur.

    Sinir ve sindirim sistemi bozuklukları.

    Eklemlerde şişme, ağrı, denge kaybı, kalp yetmezliği görülür.

    Çabuk yorulma , çabuk öfkelenme, asabiyet unutkanlılık, kaslarda ve baldırlarda ağrı, kramp, sık kalp atışı, bacaklarda şişme, çocuk seslerine katlanamama, iştahsızlık, yorgunluğa rağmen uyuyamama, kabızlık, baş ağrısı.

    Aşırı eksikliğinde beriberi (gece körlüğü) hastalığı görülür.

    Tahıla dayalı beslenenlerde pek görülmez.

    Bitki tohumları. Tohumların dış kısımlarında ve embriyolarında yoğundur.

    Yemeklerin pişirme suları atılmamalıdır.

    VİTAMİN (B1 VİTAMİNİ)

    Alyuvarlar özelliklede kansızlık çekenler için elzemdir.

    - Kan oksijeni bedene demir sayesinde taşır.

    - Demirin sindirimi asitli ortamda gerçekleşir , B grubu vitaminleri eksik olanlarda ve soda gibi alkali sıvı alanlarda bu asit eksiktir. Dolayısıyla da demir yararsız olur.

    - Demirin sindirimi için, alınan besinde yeteri miktarda klorofil ve bir miktarda bakır (organ etlri, susam, fındık, fıstık, kuru baklagiller, etler, balıklar, kakao, yumurta ve yeşil sebzelerde) bulunması gerekir.

    -Kansızlık.

    Yorgunluk, iştahsızlık, baş dönmesi.

    İnek sütü demir emilimini olumlu yönde etkilemediği için kansızlık olasılığı artar.

    Karaciğer, dalak, diğer organ etleri, yumurta, pekmez, üzüm, kuru meyveler, yeşil sebzeler,kuru baklagiller, fındık, fıstık, ıspanak (ancak emilimi azdır), mercimek.

    Kuru fasulye, kuru bezelye,buğday, yulaf, kuru erik gibi.

    Portakal, domates, muz, havuç, çavdar, bal, şalgam, kereviz.

    DEMİR (Fe)


    - Vücut sıvılarının nötr kalmasını sağlar.

    Kalsiyum la birbirini tamamlarlar, Biri eksikse öbürünün de etkisi azalır. - Bitkilerin olgunlaşmış tohumlarında.

    Nohut, badem, mısır, Hindıba, üzüm, mercimek, bezelye, kepekli pirinç, soya fasulyesi, salatalık, portakal, domates, kavun, erik v.b.

    FOSFOR (P)

    Troid guddesinin dengeli çalışması için zorunludur. - Guatr.

    Halsizlik, asabiyet ve gerginlik.

    Deniz tuzunda ve denizden çıkan her türlü üründe . (Deniz yosununda, özelliklede “kelp” yosununda).

    Azda olsa, kuşkonmaz, lahana, havuç, böğürtlen, turp, ıspanak, domates, patates, soğan, muz da bulunur.

    İYOT (I)

    Pıhtılaşma için önemlidir.

    Kalp kası ve kas kasılmalarında, enzimlerin işlevlerini yapabilmeleri için ve sinir sistemi için de gereklidir.

    Asabiyet,
    gevşeyememe, uykusuzluk , huzursuzluk, halsizlik, kaslarda kramp,,aybaşı hallerinde kadınların karın krampları, ve sancıları

    Diş çekilmelerinde ve ameliyatta kanamalara neden olabilir.

    Süt ve türevleri, pekmez, susam, fındık, fıstık, kurutulmuş meyveler, yeşil yapraklı sebzeler, kuru baklagiller.

    Kara turp, kuru incir, salatalık, badem.

    Kemik kırılıp sirke veya limonla kaynatıldığında suyunda kalsiyum vardır.

    KALSİYUM (Ca)

    Sindirimin temizleyicisi ve antiseptiğidir.

    Safra salgılarını olumlu etkiler.

    (Bedende bulunan ürik asidin başlıca nedeni alınan besinlerde fosforun yüksek, buna karşılık kükürdün düşük olmasıdır). - Tüm tahıllarda, cevizde, bademde ve bu türden yağlı bitkilerde.

    KÜKÜRT (S)

    Vücut sıvılarında asit baz dengesinin sağlanmasına yardımcı olur - Farelerde yapılan deneylerde; damarlarda genişleme, kalpte hızlı artış ve tansiyon düşüklüğü görülmüş

    Tez kızan insanlarda bu mineralin noksan olduğu anlaşılmış.

    Aşırı rafine yiyenlerin ve yeşil sebze yemiyenlerin bu minerale gereksinimi vardır.

    Badem, ceviz, fındık, fıstık, kuru baklagiller, yeşil sebzeler ve tahıllarda.

    Domates, soğan, incir, üzüm, hurma, badem, yulaf, çavdar, buğday, kara turp, gravyar peyniri, havuç, kereviz, marul, pırasa.

    MAG

    Hücrelerin, kasların ve dokuların bu madene şiddetle gereksinimi vardır. Vücut sıvılarında osmotik basıncı oluşturmak ve asit baz dengesi için gereklidir.

    Bir araştırmaya göre kanser hastalığının bir nedenide bedenin potsayumdan yoksun kalışıdır.

    Kas yorgunluğu, solunum yetersizliği.

    Potasyum fazlalığında kalp iletiminde bozukluk olur ve ölüme kadar gidebilir.

    Arterit, kabızlık, yüksek kan basıncı, kaslarda kramp ve gerilme, uyuklama, gevşiyememe, iştahsızlık, kolay soğuk algınlığı, ellerde ve ayaklarda üşüme, ussal ve kassal yorgunluk ve kanser.

    Muz, kayısı, turunçgiller, patates.

    Elma sirkesi , üzüm, üzüm suyu, bal, pekmez, domates, ve özellikle ısırgan otu.

    POTASYUM (K)

    NEZYUM (Mg)

    Midemizin hidroklorik asit yapabilmek için asite gereksinimi vardır. Hidroklorik asit proteinlerin normal sindirimi ve madensel tuzların kana kolayca yerleşmesi için gereklidir.

    Sodyum klor ile birlikte sofra tuzu mineralidir

    Vücuttan sodyum kaybı aşırı ishal ve terleme yoluyla olur.

    Fazla sodyum birikimi ödeme neden olur.

    Vücuttan sodyum kaybı aşırı ishal ve terleme yoluyla olur.

    Fazla sodyum birikimi ödeme neden olur.

    Ekmekteki tuz kesilir sodyum içeren yiyecekler kaldırılır

    Sofra tuzlarıda

    Fasulye, kestane, tahıl, pancar, kereviz, maydonoz, marul, ıspanak, hurma.

  4. #4

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Minareller

    Vitamin ve Mineraller hakkında kısa bilgi

    Vitaminler sağlıklı yaşamın vazgeçilmez bir parçası olan organik bileşiklerdir. Vitamin Latince yaşam anlamına gelen "vita" sözcüğünden kaynaklanır. Vitaminler vücut tarafından üretilemeyen, besinlerin enerjiye dönüşümüne ve vücudun normal işlevini sürdürmesine yardımcı olan maddelerdir. Yapılan araştırmalar, minerallerin de vücut işlevleri için vitaminler kadar önemli olduğunu ve ikisinin de vücutta belirli oranlarda bulunması gerektiğini ortaya koymuştur.
    Vitamin ve mineral desteği niçin gerekir?
    Özellikle hızlı ve ayaküstü yemek yeme, öğün atlama, tek tip beslenme gibi günümüzün dengesiz beslenme alışkanlıkları ve sebze, meyve, et, süt ve yumurtanın yeterli alınmadığı beslenme durumlarında vücudumuz gereksinimi olan vitamin ve minerallerin tamamım besinlerden alamayabilir. Özellikle yoğun fiziksel ve zihinsel aktivite, spor, sürekli ilaç kullanımı (doğum kontrol hapı, bazı antibiyotik ya da idrar söktürücülerin kullanımı), sigara ve alkol kullanımı, stres, gebelik, emzirme, menstrüel dönem ve yaşlılıkta bazı vitamin ve minerallere gereksinim artar. Gereksinim olan vitamin ve minerallerin dışarıdan alınması gerekir. Sigaranın özellikle C vitamininde yaptığı hasar önemli boyuttadır. Günde ortalama bir paket sigara içen bir kişinin en az 500 mg. ekstra C vitaminine gereksinimi vardır.
    Yeterince vitamin ve mineral alınmazsa ne olur?
    Yetersiz alım kendini başlangıçta huzursuzluk, iştahsızlık ve yorgunluk gibi bulgularla belli eden gizli vitamin eksikliğine neden olabilir. Kısa ya da orta dönemde genel durumun bozulmasına yol açar. Uzun dönemde ise kronik hastalık gelişimine neden olabilir.

    Dengeli Beslenme İçin Tavsiyeler


    • Vitaminler, vücutta metabolik olayların normal bir şekilde meydana gelmesi ve sağlıklı durumun sürdürülmesi için gerekli olan ve besinler içinde ufak miktarlarda alınan maddelerdir. Vitaminler iki grupta toplanır :
    1- Suda gözünen vitaminler: C ve B grubu vitaminleri (B1, B6 gibi)
    2- Yağda çözünen vitaminler: A, D, E, K vitaminleri.

    • Besinlerin dört ana öğesi olan proteinler, yağlar, karbonhidratlar ve yemek tuzu gibi makro besleyiciler saf olarak alındıklarında, yeterli miktarlarda vücuda girseler bile, sağlıklı durumun sürdürülmesini sağlayamazlar. Bunlarla birlikte vitaminlerin ve demir, çinko, bakır, iyod, krom, magnezyum, manganez, molibden, vanadyum, ve silisyum gibi esansiyel minerallerin de alınması gereklidir.

    • Vücudumuz için gerekli olan; karbonhidrat, protein ve yağ gibi ana besin öğelerini yeterli miktarda içeren besinlerle yapılan dengeli beslenme, bazı özel durumlar hariç vücudun günlük ihtiyacına yetecek kadar vitamin sağlar. Ancak, günlük beslenmeniz sebze, meyve, hububat, süt ürünleri, et ve yumurta gibi protein açısından zengin besinlerden herhangi birini içermiyor ya da az miktarda içeriyorsa, ihtiyacınız olan vitaminlerin tümünü besinlerden sağlanamayacağından vitamin takviyesi gerekir.

    • Karbonhidrat, vücudun glikoza dönüştürebildiği her türlü maddedir. Glikoz hücrelerin enerji olarak kullandığı en önemli maddelerden biridir. Karbonhidratlar glikoza yıkılma özeliklerine göre basit ya da karmaşık olabilirler. Saf buğday ekmeği, şeker ve alkol kalori fazlalığı olduğunda kolaylıkla yağa dönüşebilen basit karbonhidratlara misal olarak verilebilir. Yapraklı sebzeler, patates ve hububat ürünleri karmaşık karbonhidratlara örnektir. Bu grup yiyecekler sağlıklı olmanız için gereken bütün besinlere sahiptir ve beslenme programınızın temelini oluşturmalıdır.

    • Proteinler, vücudun en etkili kalori yakıcı bölümü olan kas dokusunu güçlendirmek açısından çok önemlidir. Protein ette, süt ürünlerinde ve daha az olarak hububat ürünlerinde bulunmaktadır. Yemeklerinizin yeterli miktarda protein içerdiğinden emin olun, ancak bu tür gıdaların yağdan da zengin olabileceğini aklınızdan çıkarmayın. Mümkün olduğunca yağ açısından fakir alternatifleri seçmeye çalışın.

    • Yağ, hayatın idamesi ve sağlık için çok önemli olan yağ, sadece fazla miktarda alındığında zarar verir. A, D, E ve K vitaminleri gibi önemli vitaminler için taşıyıcılık görevi yapar. Vücudun savunma sisteminde önemli bir rolü olan yağ, östrojen gibi hormonların üretiminde ve depolanmasında görev alır. Günümüzde, sağlık uzmanları sağlıklı bir diyette bulunması gereken kalori miktarının en fazla 1/3'ünün yağdan gelebileceğini belirtmektedirler.


    • Herkesin günlük kalori ve besin gereksinimleri farklıdır. Bir beslenme uzmanı bu konuda size yardımcı olabilir. Kilo vermek ve sağlıklı yaşamak için piramidin tabanını oluşturan yiyeceklerden bol miktarda yemeli, tepesindekilerden ise mümkün olduğunca kaçınmalısınız.

    İyi planlanmış dengeli bir yemek şunlardan oluşmalıdır:
    1- %20-30 oranında yağ.
    2- %10-20 oranında protein.
    3- %50-70 oranında karbonhidrat.

    • Besinler uzun süre bekletildiğinde, pişirme, saklama ve ısıtma sırasında vitamin kaybına uğrayabilirler. Besinler içindeki yağda çözünen vitaminler ısı hava ve ışıktan pek etkilenmezler. B1 vitamini, folik asid, pantotenik asid (B5 vitamini) ve özellikle askorbik asit (C vitamini) gibi suda çözünen vitaminler ise, besin maddelerinin kaynatma ve kızartılmaları sırasında kısmen parçalanırlar. Yemek suyunun atılması da, besinler içindeki suda çözünen bir kısım vitaminlerin yitirilmesine neden olur.

    • Kalsiyum; doğumdan yaşlılığa kadar, kemik, diş ve tırnakların sağlıklı oluşumunu ve devamını sağlamanın yanında kemik kaybının önlenmesi için gereklidir. Yaş ilerledikçe kalsiyum emilimi azalır.

    • Demirin insan vücudu için önemi büyüktür. Kanın en önemli fonksiyonel komponentini oluşturan demir, dokuya oksijen taşınması ve böylece dokudaki oksidasyon olaylarının sürdürülmesi için gereklidir. Demir eksikliğine bağlı olarak kansızlık, yorgunluk ve çalışma kapasitesinde azalma görülür.
    • Bazı bünyelerin suya daha çok ihtiyaç duyduğu, bazılarının da azla yetindiği sıkça rastlanan bir durumdur. En iyi yöntem ise az ve sık, özellikle de yemeklerin hazmedildiği saatlerin dışında içmektir. Ancak güç sarfederken kesinlikle içmemeye çalışın ve karşılaşmalar sırasında sadece suyla ağzını çalkalayan boksörleri düşünün. Eski zamanlarda madenlerde çalışanların da susadıkça bu yöntemi denediği bilinen bir gerçek. Eğer bir defada çok su içerseniz günün birinde böbreklerin iflas etme olasılığı çok fazla. Özellikle sabah yataktan kalkar kalkmaz ve de aç karnına bir bardak su içmek ise tüm organizmayı temizleyerek, toksinlerden arıtıyor. Zinde ve dinç olmayı sağlıyor.

    • Daha az yağ yiyin. Aldığınız yağ miktarının günlük toplam kalori miktarının 1/3 ünden az olmasını sağlayın.

    • Daha çok sebze ve meyve içeren, dengeli ve çeşitli yiyecekler yiyin.

    KALSİYUM VE MİNERAL EKSİKLİĞİNDEKİ DOSTLARIMIZ

    Havuş, şalgam, pırasa, ıspanak, lahana, pancar, badem, üzüm, elma, kiraz çilek, süt yoğurt... evet işte sizin sağlığınızın gerçek dostlarından oluşan uzunca bir liste.

    Çok Sevelim

    Sebze, salata, taze meyve, taze sebze, kuru meyve, bal, tahıl, zeytinyağı, bitkisel yağ, peynir, yumurta, taze tereyağı, su.. bunlar da yeni sevgilileriniz olabilir..

    Çok Görüşmeyelim

    Şarküteri ürünleri, beyaz unlu hamur işleri, pasta, konserveler, kahve, kakao, çikolata, tuz, katkı maddeli gıdalar ve şeker.

    Kalsiyumu tam tanıyor muyuz?

    Vücudumuzun %1.5 ile %2 sini kalsiyum oluşturur. İnsan vücudunun bütün kemiklerinde ve dişlerde fosforla beraber kalsiyum fosfat şeklinde bulunur. İşte bu bileşim yetişkinliğe kadar kemiklerde ve dişlerde gevşek bir yapı oluşturur. Bu sebeple kemikler bu yıllarda daha esnektir ve kırılırlarsa bile çok daha kolay kaynar. Ancak zamanla kalsiyum fosfat kristalleri kemiklerin kristalleşmemiş yerlerine de yerleşir ve kemikler daha da sertleşir. Bu durumda ise esneklik kaybolduğu için daha kolay kırılır ve kaynaması da bir o kadar zorlaşır.

    Kalsiyum ve Bağırsak Tümörleri

    Organizmada bulunan kalsiyumun neredeyse yüzde biri kanda, kaslarda ve yumuşak dokularda bulunur. Bu nedenle kalsiyum, kemik yapısının oluşumundan başka kas kasılmalarını, sinir sisteminden gelen sinyallerin kaslara iletilmesini ve hücre zarlarının oluşumunu kolaylaştırır. Ayrıca kalsiyum mineralinin bağırsak tümörlerini önlediği de öne sürülmektedir.

    Kalsiyum Düzeyi Düşer veya Yükselirse Ne Olur

    Kanımızdaki kalsiyum oranının, tavsiye edilen miktar olan bir desilitrede 9 - 11 mg. düzeyinde sabit tutulabilmesi çok önemlidir. Şayet oran bu miktarın altına düşerse vücudumuzda kas kasılmaları, kramp ve titremeler görülür ve bu durumda organizma kalsiyum yetersizliğini kemik ve böbreklerdeki kalsiyum miktarından alarak karşılama yoluna gidecektir. Ancak bu durumun sonucunda hem kemik bozuklukları hem de idrar kaybı gibi olumsuzluklar ortaya çıkar. Fakat oran önerilen miktarın üzerine de çıkabilir. Bu durumda ise aşırı kalsiyum birikimi kusma, iştahsızlık ve baş dönmesi gibi rahatsızlıklara yol açtığı gibi böbrek taşlarının oluşumuna ve kireçlenmeye de sebebiyet verebilir.
    Nelerde Kalsiyum Var?

    Kalsiyumu esas olarak süt ve süt ürünleri yoluyla bulabiliyoruz. Ancak tereyağ da bir süt ürünü olmasına rağmen onda kalsiyum bulunmamaktadır.

    Bununla birlikte yeşil yapraklı bitkilerde, sebzelerde ve cevizde de kalsiyum bulunmaktadır.

    18 ila 24 yaş arası günlük 1200 mg, 25 yaşından sonra ise günde 800 gram kalsiyum almak gerekir. Gebelik ve menopoz dönemlerinde günlük kullanılan kalsiyum oranı artabilir. Gıda maddelerindeki kalsiyumun % 30 veya 40 kadarı vücut tarafından özümsenir.

    Kortizon Alanlar

    Kortizon ve steroid türü ilaç kullananların organizmalarındaki kalsiyum miktarının düştüğünü unutmamak gerekir. İngilterede1998 tarihinde yapılan bir araştırmada, yemeklerle beraber tüketilen veya yemeklere katılan peynirler dişler için normal beslenme yoluyla olanından daha çok koruyuculuk özelliği taşıdığı ortaya çıkmıştır. Sağlıklı beslenmeye önem veren annelerin ve babaların bundan böyle yemek ve salatalarında da peynire yer vermelerini ümit ediyoruz.

    MİNERALLER

    Çinko

    Bir çok besinde fazlasıyla bulunan çinko minerali bağışıklık sisteminde anahtar rolü oynar, zinde yapar, verimli yapar. Akyuvarların, antikorların oluşmasında payı vardır. Bağışıklık sisteminin bu askerleri bizi hastalığa neden olan virüslerden koruduğu gibi zehirli maddeleri de zehirsiz hale getirmede yardımcı olur.
    Bağışıklık sisteminin düzenli çalışabilmesi için vücutta bol miktarda çinko bulunması gerekiyor. Yaraların iyileşmesi, görme duyusunun güçlenmesi diyabet hastalığı, böbrek hastaları, çinko eksikliği tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Çinko eksikliği sizi enfeksiyon hastalıklarına karşı savunmasız bırakır. Ayrıca tat ve koku duyularını da zayıflatır. Kırmızı et, karaciğer yumurta, deniz ürünleri, fasulye, bezelye ve fındık bol miktarda çinko içerir.
    Hastalığın kol gezdiği kış aylarında soğuk algınlığı ve gribe karşı çok etkilidir. Çünkü bakterilere ve virüslere karşı savaş açar ve sonuçta bu hastalıklara karşı çok zayıf olan kişilerde bu tehlikeyi azaltır. Akneye karşı da çok etkili bir mineraldir, A vitamininin kimyasal bileşimini harekete geçirir ve mikrop öldürücü etkisi akne sivilcelerinin kaybolmasını sağlar. Fakat çinkonun yararları bununla bitmiyor. Hücre yenilenmesinde payı olduğu için cildi de güzelleştirir. El tırnaklarını sertleştirir ve saçı kuvvetlendirir, nörodermitisi ve uçukları hafifletir. Adet görme ağrılarını hafifletmesini, kısırlığa karşı etkili olmasını da diğer özellikleri arasında sayabiliriz. Ve amalgam gibi ağır metalleri de vücuttan atar.
    Aşağıdaki Besinlerde ( 100 Gramında ) -İstiridye 7 mg, -Peynir 2-4 mg, -Sığır eti 5 mg, -Sütsüz çikolata 2 mg, -Kuru fasulye 3 mg, -Yumurta 1.5 mg, -Mısır 2.5 mg, -Brüksel lahanası 1 mg, -Karides 2.3 mg, -Brokoli 1 mg, Çinko bulunur.

    Demir

    Hemoglobinin yapısında yer alan demir, oksijenin dokulara taşınması ve hücre solunumu için çok önemlidir. Eksikliğinde kansızlık ortaya çıkar. Sağlıklı bir yapıya sahip olmak, her daim enerjik olmak için kullanmanız gereken en önemli mineral demirdir.
    Vvücutta demir azlığı şu belirtilerle kendisini gösterir. Nefes darlığı, anemi, soğuğa karşı duyarlılık, üşüme, çarpıntı, saç kırılması ve dökülmesi, çiğneme güçlüğü, sindirim bozuklukları, baş dönmesi, yorgunluk, kemik zayıflığı, tırnak bozuklukları, iştahsızlık, sinirlilik, ağız içi enflamasyonu, şişmanlık, solgun bir yüz, zihin fonksiyonlarının zayıflaması...
    Vücuttaki demir miktarını azaltan en önemli etkenler ise fosfor tüketimi fazla olan bir beslenme biçimi, fazla alkol alma, sindirim bozukluğu, uzun süreli hastalıklar, ülser, fazla miktarda çay ve kahve tüketimidir. Ayrıca ağır egzersizler ve çok terlemek de demir eksikliğine yol açıyor. Demir, kanın vücuda oksijen taşımasını sağlayan hemoglobinin oluşmasına yardım eder. Adet kanamaları ve hamilelik vücuttaki demir miktarını azaltır. Vejetaryenler, diyet uygulayanlar ve yaşlılar,demir eksikliği tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Demir eksikliği anemi (kansızlık) yaratır. Karaciğer kırmızı et, balık türleri, kuru fasulye, kurutulmuş meyve, yumurta sarısı ve yeşil yapraklı sebzeler, demir içeren besinlerden bazılarıdır. En çok da kadınların demir tüketmesi gerekiyor, çünkü reglin yanı sıra hamilelik ve emzirme dönemlerinde kadınların vücutlarındaki demir oranı hızla azalıyor. Çünkü anne, çocuğun demir ihtiyacını, kendi vücudundaki demirle karşılıyor. Ayrıca kadınlar erkeklere göre vücutlarında daha az demir depolayabiliyorlar, bu nedenle de mutlaka takviye demire ihtiyaç duyuyorlar.Uzmanlar günlük besinler dışında hergün ilave demir alınması konusunda hemfikirler.

    İyot

    Tiroid hormonunun yapımı için gereklidir. Tiroid hormonu hücre metabolizması ve dolayısıyla fiziksel ve zihinsel gelişme, sinir ve kas dokusu işlevleri, dolaşımda rol oynar. Yeterli miktarda alınmazsa guatr yani tiroid bezinde büyüme meydana gelir.
    Bebek ve Çocuklarda; Büyüme ve Zeka geriliği, Cücelik görülür. Gebelerde; Düşük ve ölü doğum görülür. Guatr her yaşta görülebilir. İyot yetersizliğine bağlı hastalık sorunları İyotlu tuz kullanmakla önlenir. İyotlu tuz kullanımı , Guatrı tedavi edemez, fakat guatr oluşmasını, ilerlemesini ve zeka geriliğini önler.

    Kalsiyum

    Kalsiyum (Kemiklerin temel minerali); Kemik ve diş sağlığı için önemlidir. Kanın pıhtılaşmasında rol alır. Eksikliğinde kemik yapı bozuklukları ve sinir dokularında aşırı duyarlılık görülür. Bakır Merkezi sinir sisteminin düzenli işlemesinde ve demir metabolizmasında rol alır. Eksikliğinde kansızlık görülür. Yaşlı bir insanla 10 yaşındaki çocuk arasıdaki ortak nokta nedir? Bu ortak nokta, ikinizin de aynı miktarda kalsiyuma ihtiyacı olmasıdır. Kalsiyumun kemikler için önemi, yaygın inanışın tersine, yalnızca çocukluk ve gençlik çağıyla sınırlı değildir. Çünkü yetişkin yaşlarda az kalsiyum alınması ile osteoporoz arasında bağlantı vardır. Osteoporoz, yani kemiklerin kalsiyum eksikliğine bağlı olarak dayanıksızlaşması, ileri yaşlarda kemiklerin kolayca kırılmasına yol açan önemli ve yaygın bir sağlık sorunudur. Konuyu araştıran bilim adamlarına göre sağlıklı kemikler için tavsiye edilen kalsiyum miktarında yaşla birlikte azalma olmuyor.
    Ne kadar kalsiyum gerekir?
    Büyüme dönemindeki çocuklar, ergenler, gebeler ve emziren kadınlar kalsiyuma en çok ihtiyacı olanlardır. Kemik kitlesi otuzlu yaşlarda maksimum miktarına erişir. Bu yaşta kemik yapımı ile kemik yıkımı denge durumundadır. Her ne kadar ergenlik döneminde günde 1,200 miligram olan günlük kalsiyum gereksinimin 25 yaşından sonra 800 miligrama indiği kabul edilse de kalsiyumla ilgili son araştırmalar, yetişkin insanların daha fazla kalsiyum alması gerektiğini göstermektedir. Araştırmacılar, özellikle genç yaşlarda bol kalsiyum alınmasının, ileri yaşlarda osteoporoz riskini azalttığını belirtiyorlar.
    • Kalsiyum emiliminde azalma : Yaşla birlikte kalsiyum emilimi azalır. Eğer 65 yaşın üzerindeyseniz D vitamini yapımı da azalmıştır. D vitamini, kalsiyumun kemiklere ulaşması için gerekli bir vitamindir.
    • Kadınlar için önemli : Kadınlarda östrojen düzeylerinin düşmesi, kemik yıkımını hızlandırır çünkü östrojen kemiklerdeki kalsiyumun azalmasını önleyen bir hormondur. Menopozda östorjen düzeyleri düşünce kemik yıkımı artar. Menopozun ilk 6-8 yılında östrojen verilmesi (hormon replasman tedavisi) kemik erimesini yavaşlatır. Menopozda östrojen kullanmayan kadınların daha fazla kalsiyum alması gerekir. Menopozdan 10 yıl sonra ise östrojenin etkisi azalır, kalsiyumun etkisi artar. Bu dönemde 1,500 mg kalsiyum alınmasının kemik erimesini azalttığı düşünülmektedir.

    Daha fazla kalsiyum alma yolları
    • Doğru besinleri seçin : Süt ürünleri en zengin kalsiyum kaynaklarıdır. Kalorileri kısıtlamak için az yağlı süt ve az yağlı peynirleri seçebilirsiniz. Süt içmiyor ve süt ürünlerini sevmiyorsanız yeşil yapraklı sebzeler ve kalsiyum takviyeli hazır besinleri seçin ya da kalsiyum desteği sağlayan tabletler kullanın.
    • Kalsiyum desteği : Beslenmeyle yeterli miktarda kalsiyum almak mümkündür ama günlük besinleriniz arasında süt ve süt ürünleri fazla yer tutmuyorsa kalsiyum desteği almanız gerekir.
    Kalsiyum desteği alırken dikkat etmeniz gerekenler
    • Küçük dozlarda alın : Her bir doz 600 mg''ı aşmasın. Küçük dozlar daha iyi emilir.
    • Yemekle birlikte alın : Bazı besinler kalsiyum emilimiyle etkileşse de kalsiyumu yemekle almak en elverişli yoldur. Çünkü yemek yenilirken asit üretiminin uyarılması, kalsiyum emilimini artıran bir faktördür.
    • D vitamini ile birlikte alın : Bir multivitamin almıyorsanız kalsiyumun yanı sıra 200-400 IU D vitamini içeren bir kalsiyum desteği seçin. Yeterli kalsiyum alınması, kemik yıkımının yavaşlamasını sağlayarak osteoporoz riskini azaltacaktır. Kalsiyum ve D vitamini desteğinin yanı sıra düzenli ağırlık kaldırma egzersizleri yapılması kemikleri güçlendirecektir. Kadınlarda egzersiz ve yeterli kalsiyum alımı ile kombine edilen östrojen tedavisi, kemik erimesi ve kırıklara karşı en iyi savunmadır.

    Magnezyum

    Magnezyum hayati önem taşıyan 11 mineralden birisi, belki de en önemlisidir. Vücudun kendisi bu minerali üretmediği için magnezyumun besinler yoluyla alınması gerekir. Magnezyum özellikle strese ve migrene karşı iyidir ve kalbi korur. Astım ve alerjik nezleyi hafifletir. Ayrıca cildi düzgünleştirir, saçı güzelleştirir, tırnakları kuvvetlendirir. 300 enzimi çalıştırır ve bununla metabolizmayı etkilemiş olur. Normal kemik yapımı, sinir ve kas işlevleri için gereklidir. Fazla terleyen, müshil veya idrar söktürücü ilaç alan kişilerde vücuttan daha fazla magnezyum gider. Stres, gebelik ve emzirme gibi durumlarda ise vücudun magnezyuma olan ihtiyacı daha da artar. Ve vücut bu minerali yeteri kadar almadığı takdirde kemiklerde depo edilmiş olan magnezyuma el atar. Rezervi bittiği zaman da alarm verir. Mide barsak bölgesindeki, idrar yollarında, baldırlardaki kramplar, kalp ritmindeki bozukluklar, boyunda ve omuzlarda kasılmalar veya sinirlilik, ellerde uyuşukluk ve karıncalanma, migren, dikkat azlığı, gürültüye karşı hassasiyet magnezyum eksikliğinin işaretleridir. Depresyon, deliryum, merkezi sinir sistemi uyarılmasında artış ve kasılmalar olabilir.
    Aşağıdaki Besinlerde ( 100 Gramında ) -Kakao (toz) 590 mg, -Ispanak 56 mg, -Yağlı peynir 53 mg, -Dil balığı 49 mg, -Muz 36 mg, Magnezyum bulunur

    Manganez

    Kıkırdak dokusu, steroid sentezi, ve glukoz kullanımı için gereklidir. Eksikliğinde anormal kemik ve kıkırdak oluşumu, glukoz toleransında bozulma ve büyümede gecikme oluşabilir.

    Potasyum

    Sodyum ile birlikte vücudun sıvı-elektrolit dengesinin korunmasını sağlar. Yazın terle birlikte potasyum kaybı fazla olur Potasyum eksikliğinde yorgunluk, kabızlık, bacak krampları, kas zayıflığı, sinir duyarlılığı, kalp atışında düzensizliği görülür. Zengin potasyum içeren muz, patates, kayısı, kara ekmek gibi gıdalar aynı zamanda kalori yönünden de zengin oldukları için kilo aldırabilirler. Kalori almadan kaybettiğiniz potasyumu yerine koymak için, Limon aromalı potasyum efervesan tablet alınarak potasyum eksikliği giderilebilir.

    E Numaraları Hakkında Genel Bilgi

    Gıda katkı maddeleri gıdalarla mikrobiyolojik bozulmayı önleme ve dayanıklılığı arttırma, besleyici değeri koruma, teknolojik işlemlere yardımcı olma, renk, görünüş, lezzet, doku gibi duyusal özellikleri düzeltme gibi pek çok amaçla katılan maddelerdir.

    Hergün tükettiğimiz hazır yiyecek ürünlerinde bulunan katkı maddeleri. Bunları hepimiz her zaman her yerde tüketiyoruz; Sağlıklı beslenmeye özen gösteren kişiler bile mesela bir kap meyveli yoğurt ya da kuru meyve yerken birtakım kimyasal maddeleri de beraberinde tüketiyor. Şüphesiz bu katkı maddelerinin hepsi insan sağlığına zaralı değil. Bu yazının amacı, insan sağlığını korumak bu konuda bilgi sahibi olmak isteyenlere yardımcı olabilmek. Sorun, bugüne kadar Türkiye'de tüketicilere neyin zararlı neyin zararsız olduğunun açık bir şekilde duyurulmamış olması. Yoksa bu katkı maddelerinin tüketilmesi veya tüketilmemesi tamamen bireyin tercihine kalmış birşey. Yani asıl önemli olan tercih edebilme hakkımızın olması!

    Son 30 yıldır gelişmiş ülkeler ve Türkiyede yiyecek maddelerinde kullanılan katkı maddelerinde tam bir patlama olmuştur. Örneğin sadece İngiltere'de bir yıl içinde kullanılan katkı maddelerinin toplam ağırlığının iki yüz bin tonu geçtiği sanılıyor. Çoğu aroma/lezzetlendirici olmak üzere toplam altı bin civarında katkı maddesi bulunuyor. Bu maddelerin tüketimi arttıkça, bazı rahatsızlıklarla olan bağlantılara yönelik bulgular da ortaya çıkmıştır. Bunların içinde en sıkça görülenleri egzema, astım, başağrısı, alerjik kaşıntılar, gastrik rahatsızlıklar, ishal (özellikle çocuklarda), hiperaktiflik ve aşırı duyarlılık (hypersensitivity vb.), kanser vakalarıdır. Ne yazık ki dünyanın çeşitli devletleri, bu konuda artırılması ve geliştirilmesi gereken araştırmalara ve birtakım gıda komitelerinin uyarılarına sırt çevirmektedir. Gerçek şu ki, son iki,üç nesil bir nevi 'DENEK' olarak kullanılmaktadır.

    Bu maddelerin güvenli olup olmadığını anlamak için hayvanlar (özellikle fareler) kullanılmıştır; ancak hayvanlar insan değil ki onlara kendilerini nasıl hissetiklerini soralım. (Başınız ağrıyor mu? Mideniz bulanıyormu gibi!) Ayrıca insanlarla hayvanların biyokimyasal ve genetik yapıları farklı olduğu için varılan sonuçlar son derece yanıltıcı olabiliyor. Bir misal verecek olursak : İinsanlar thalidomide ilacından, farelerden yüz kat, maymunlardansa yirmi kat daha duyarlı olup çok daha fazla etkilenmektedirler. Diğer bir nokta da, bu katkı maddelerinin 'kokteyl etkisi' nin araştırılmaması. İki madde üzerinde birden yapılan ender bir araştırma sonucunda, sodyum sülfit (E221) ile benzoik asidin (E210) etkileri karşılaştırıldıklarında, ayrı olarak tek başlarına verdikleri sonuçlardan çok daha ciddi olduğu ortaya çıkmış.

    Şunu da kabul etmek gerekir ki, katkı maddeleri tabii hayatımızın mucizeleri arasında. Emülgatörler, düzenleyiciler (stabilitör), katılaştırıcılar, jöleleştirici maddeler, ayırıcılar (anti-caking agents) ve boyalar sayesinde yiyecekler dipdiri yapılarıyla, capcanlı renkleriyle, gözümüze çok daha çekici görünecektir. Bu maddelerle artık hiçbir şey imkansız değil. Günümüz dünyasında bir gıdanın raf ömrünün bir yıl, iki yıl ya da bilmem kaç yıl daha uzaması artık insan sağlığından çok daha önemli.
    Size abartılı ama ne yazık ki gerçek bir misal :
    Bir paket hazır tavuk çorbasının içindekiler, nişasta, kuru glikoz şurubu (acaba nasıl kurutuluyor?), bitkisel yağ, şeker.
    Lezzetlendiriciler: monosodyum glutamat (621), sodyum 5'ribonucleotide (635), tuz, kurutulmuş tavuk, soğan tozu.
    Asit düzenleyici : E340, baharatlar.
    Emülgatörler : E471, E472(b).
    Boyalar : E150, E102
    Antioksidanlar : E320, E321 (!!!)

    Vücudumuza giren zehir miktarını mümkün olduğunca azaltmak vücudumuzun ve bağışıklık sistemimizin daha güçlü olmasını sağlayacaktır kuşkusuz. Ve arada bir tüketilen birkaç katkı maddesi tabii ki bizi öldürmez. Aşağıda belirtilecek olan listelerin sağlığınızı koruma yolunda size yardımcı ve rehber olmasını diliyoruz. .

    Sebze ve meyvelerde.

    Maydanoz, şalgam yaprağı, asma yaprağı, yeşil biber, kara lahana, karnabahar, ıspanak, çilek, portakal limon,greyfurt, mandalina, şeftali, domates, taze fasulye, patates, brokoli, bezelye, kivi, kavun.

    Bitkilere uygulanan kesme, soyma ve ezilmelerde vitamin kaybı olur. C V

    Kalsiyum metabolizması ve kalsiyum taşımasıyla ilgilidir.

    Dişler için elzemdir.

    Fazla alınan D Vitamini toksiktir.

    İskelet sisteminde hastalıklar görülür. (Özellikle çocuklarda)
    Raşitizm ve Osteomalazi.

    Osteoporoz.
    yaşlılıkta duyma zorlukları.

    Balık yağı.

    Ringa balığı, Uskumru fleto, Som balığı, Tuna balığı, Sardalya Somon (taze), Karides.

    Süt, yumurta sarısı.

    KARACİĞER BOZUKLUĞU BELİRTİLERİ

    Mide bulantısı, kalp ağrıları, midede şişkinlik, gaz, baş ağrısı, uykusuzluk, paslı dil, nefes kokusu, çok berrak veya çok yüklü idrar, sarı bir ten, yorgun bakışlar, kırmızı bir burun ve yüzde lekeler.

    Astımlılar özellikle kullandıkları ilaçlar sebebiyle risk grubunu oluştururlar. Bu şikayetlerden biri veya bir kaçı sizde de varsa öncelikle beslenme alışkanlığınızı gözden geçirip hemen bir doktora başvurmalısınız.

    Karaciğer Bozukluğu Sebepleri

    Kesme şeker, toz şeker, beyaz tuz, margarin, rafine yağlar, konserve, beyaz undan mamul hamur işleri, pastalar, şarküteri ürünleri, kimyevi besinler, ilaçlar, alkollü içkiler, kolalı içecekler, sigara, stres, daima oturarak çalışmak.

    Karaciğer Dostları

    Bal, taze meyve, özellikle limon şekerli kuru meyveler, kaya tuzu, kimyevi madde katılmamış zeytinyağı, çiğ ve pişmiş sebzeler, havuç, pancar, lahana, enginar, kereviz, karahindiba, pırasa, sarımsak, kara un veya kepekli unla yapılan hamur işleri, tahıl ürünleri, esmer ekmek, yumurta, peynir, soya, kuru yemiş, turp, su, dinlenme ve egzersiz.

  5. #5

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Aklınızda Bulunsun

    KEMİK ERİMESİ HAKKINDA BİLMENİZ GEREKENLER

    Orta yaşın üzerendeki hemen herkes kemik erimesine maruz kalmaktadır. Tıptaki adıyla osteoporoza yakalananlar arasında kadınlar ilk sırada. Kadınların hormonal yapıları bu hastalığa yakalanmak için çok müsait. Yani genetik yapı ve kemik yapısı kemik erimesi hastalığında belirleyici olarak rol oynuyor. Zencilerde bu hastalık hemen hiç görülmüyor. İnce kemik yapıları olan uzak doğulular bu hastalığa eğilimleri çok fazla. Ülkemizde ise Karadenizlilerde kemik erimesi daha az oranda görülmekte. Bu duruma beslenme alışkanlığının da sebep olabileceği belirtilmektedir. Ancak bu hastalığı engellemek artık mümkün.

    Günümüzde artık birçok insanın maruz kaldığı bu hastalığa karşı bütün önlemler alınabilmekte. Kemiklerdeki kayıp geç olmadan tespit edilebilmekte ve gerekli olduğu takdirde kalsiyum takviyesi yapılıp kayıbının önüne geçilebilmektedir. Ancak fazla geç olmadan bu durumun tespit edilmesi gerekiyor. Menopoza giren kadınlar herhangi bir şikayetleri olmasa da kemik yoğunluğunu ölçtürmelidirler. Ancak, 40 yaşına gelip geçmişseniz, kemiklerinizde devamlı artan bir ağrı da varsa kemik yoğunluğunuzu mutlaka ölçtürmelisiniz. Bunun için fizik tedavi merkezlerine müracaat etmeniz yeterli.

    Hareketsiz bir hayat, sigara ve içki kullanmak, kalsiyum açısından zayıf bir beslenme herkesi kemik erimesi hastalığı açısından risk altına sokuyor.

    Risk altında olan asıl grup ise şunlar;

    · Astım, kronik bronşit gibi akciğer hastalıkları bulunanlar,

    · Guatr hastaları,

    · Kortizon kullananlar,

    · Romatizmal hastalıkları olanlar,

    · Kronik mide ve barsak hastalıkları bulunanlar,

    · Kadınlar, menopoz dönemi yaşayan kadınlar,

    · Şeker hastaları.

    Osteoporozdan korunmak için yapabileceğiniz şeyler de var: Günlük kalsiyum ihtiyacını karşılamak için uygun bir beslenme tablosu hazırlamalısınız ve buna ilaveten kemik yapısını kuvvetlendirecek egzersiz ve faaliyetlerde bulunmalısınız.

    İşte size birkaç öneri;

    · Her gün düzenli olarak süt ve yoğurt veya peynir yiyin,

    · Yarım saatten az olmamak şartıyla tempolu olarak yürüyüş yapın,

    · Sağlığınızı tehlikeye atmayacak şekilde ve öğle saatleri haricinde güneş banyosu yapın fakat fazla da ısrarcı olmayın,

    · Orta yaşın (40) üzerinde iseniz ve risk grubunda bulunuyorsanız mutlaka kemik yoğunluğunuzu ölçtürün. Size verilen tedaviye de itina ile uyun.

    (OSTEOPOROZ) KEMİK ERİMESİNE DAİR !

    En çok kadınlarda görüldüğü sanılan kemik erimesinin erkeklerde ve çocuklarda da sıkça görülebilen bir hastalık olduğunu biliyor musunuz ?

    Yalnız kadınlarda menopozla birlikte ortaya çıkan östorojen hormonu noksanlığıyla bariz bir kemik kaybı söz konusu olur. Ve menopozu takip eden ilk on yıl içerisinde hızlı bir şekilde bu kayıp devam eder.

    Risk Faktörleri

    Kadınlar İçin: Ailede özellikle annede kırık öyküsü bulunması, bazı anti asit ilaçların kullanımı, Asya kökenli olmak, az kalsiyum tüketimi, kahve, sigara, alkol alışkanlığı, yaşlanmak ve bununla birlikte gelen az aktivite.

    Erkekler İçin: İnce beden yapısı, alkol tüketimi, düşük testosteron düzeyi, daha önce kırıkların olması, zayıflık, az kalsiyum tüketimi ve kortikosteroid tedavisi.

    Bunlara Dikkat:

    Çay yaprağında ostrojen hormonu bulunur, günde ortalama üç bardak olarak içilen çay kemik erimesi riskini azaltır. Ancak çayın en az yemeklerden bir saat önce veya bir sat sonra içilmesi gerekir. Aksi takdirde çay içmek (yemekten hemen önce veya yemekten hemen sonra içilen çaylar ) vücuttaki demir azalmasına sebebiyet verir. Bu da vücut için önemli bir kayıptır, buna dikkat edin.



    KIZARTMADAN VAZGEÇEMİYORSANIZ ŞUNLARI UNUTMAYIN

    · Kızartma yapılırken ısı ve havanın etkisiyle yağlar okside olup zararlı hale gelirler.

    · Tekrar tekrar kullanılan yanmış yağda kanserojen maddeler oluşabilir.

    · Kızartma yaptığınız fritözlerde aynı yağı en fazla üç kez kullanmalısınız.

    · Fast-food lokantalarda defalarca aynı yağda kızartma yapıldığı için bu tip besinler çok zararlıdır.

    · Aynı tehlike paketlerde satılan kızarmış cipsler için de geçerlidir. Özellikle çocuklarınızı bu yiyeceklerden uzak tutmalısınız.

    · Kızartma mutlaka yapılacaksa çelik kaplar kullanılmalıdır.

    ·Yağ açıkta ısıtılmamalıdır.

    · Son olarak kızartmalarla ilgili bir çok araştırmalardan öğreniyoruz ki; kızartmalar, özellikle yağlarda meydana gelen değişimlerden dolayı kanserojen bir özellik taşımaktadır

    SAĞLIKLI YAŞAMIN KİMYASI


    Bilim ve teknolojideki gelişmeler, biyokimya, tıbbi biyoloji, biyofizik, hatta doğrudan tıbba aktarılarak uygulama bulunca insan ömrü de uzadı. Bir yandan antibiyotiklerin keşfi, birçok öldürücü salgın hastalıkların aşı ve dezenfeksiyon teknikleri ile önlenmesi, öte yandan teşhis ve cerrahi gelişmelerle hasta dokuların kısa sürede teşhis ve uzaklaştırılması, organ nakli gibi tekniklerin uygulanması, ortalama ölüm beklentisini 30-40 yaşlarından 70-80 yaşlarına kadar uzatmıştır. Tıp ve bilimin hedefi insan ömrünü 100 hatta 140 yıla kadar uzatmaktır. Bu kadar uzun yaşayan insanlar doğal olarak aynı zamanda sağlıklı yaşama istemektedirler.
    Geçen süre içersinde beslenme ve tıp uzmanları çok değişik ve belirli bir süre sonra tersi söylenen beslenme reçeteleri uygulamışlardır. Teknolojik alandaki gelişmeler, artan nüfusu beslemek için daha çok üretim yollarını da açmıştır. Dünya nüfusu yüzyıl içinde altı katına yükseldiği halde açlıktan ölüm olmamış, sadece geri kalmış ülkelerde sağlıksız yaşam koşullarında kalanların, sağlıksız beslenmesinden söz edilmektedir. Öte yandan teknoloji alanındaki hızlı gelişme ve üretimdeki hızlı artış çevre sorunlarını da doğurmuş, bu sorunlar zamanla insan sağlığını tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Üretim tekniklerinden kaynaklanan kirlilik ve üretim atığı yan ürünler kontrolsüzce çevreye atılmasına ek olarak verim artışı için kullanılan katalizörler, kimyasal gübreler, bitki ve hayvan ilaçları ve hormonlar ile bunların atıkları sağlıklı yaşamı tehdit etmiştir. Hızlı büyütülen ve beslenen yiyecek maddeleri büyüme sırasında doğal olarak alacakları ve üretecekleri, sağlıklı yaşam için önemli olan maddeleri, üretemeden tüketime sunulmaktadırlar. Örnek olarak seralarda suni gübreleme, ilaçlama, sulama, ek vitamin ve hormonlarla, hızla kısa sürede büyütülerek olgunlaştırılan domates, salatalık, fasulye, çilek gibi sebze ve meyveler doğal büyüme süresince ürettikleri bazı vitamin, tat ve koku maddelerini üretemeden, topraktan alacakları mineralleri alamadan, tüketime sunulmaktadırlar. Benzer şekilde kapalı ortamda ve kafeslerde yetiştirilen tavukların etleri doğal lezzetini vermediği gibi bu tür tavukların yumurtaları da doğal lezzet ve değerine ulaşamamaktadır. Aynı durum balık üretiminde de söz konusudur. Suni ortamlarda yetiştirilen bu tür gıdaların, lezzeti düşünülmese bile, eksik kalan vitamin ve minerallerinin başka yollardan alınması, aynı şekilde çevre kirlenmesinin insan sağlığına olumsuz etkilerinin önlenmesi gerekir. Bu yazının başlığını " sağlıklı yaşamın kimyası" olarak sınırladık. Zira teknoloji ve çevre kirlenmesinin bozucu ve zararlı etkileri daha çok kimyasal etkinlikler sonucu sağlıklı yaşamı tehdit eder boyutlara ulaştığı için, olaya sadece kimyacı olarak yaklaşılacaktır. Sağlıklı yaşamın diğer asıl tıbbi yönlerini hekim ve beslenme uzmanlarına bırakıyoruz.
    Sağlıklı yaşamın sürdürülmesi için kimyasal açıdan almamız gereken önlemleri üç ara başlık altında toplamak istiyoruz. 1-İnsanın sağlıklı yaşamını sürdürmesi için gerekli yaşamsal öneme sahip ( essential) eser elementlerin ve vitaminlerin alınması, 2- Çevresel kirlenmeyle hava, su ve topraktan gelen toksik elementlerin vücuda girişinin ve vücutta birikmesinin önlenmesi, 3- Radyasyon ve çevresel etkilerle dokulara zarar vererek doku tahribatı ve değişikliğe ( kanser gibi) neden olacak maddelerin ( oksidanların) zararlarının önlenmesi.
    Yaşamsal Öneme Sahip Eser Elementler ve Vitaminler
    Normal bir insan vücudunu beş ana elementin ( karbon, hidrojen, oksijen, azot ve fosfor) organik bileşikleri ile kalsiyum, sodyum, potasyum magnezyum, kükürt ve klor gibi tali elementleri de içeren sert doku ve elektrolitler oluşturur. Bu 11 element dışında kalan elementlerin toplamı 70 kilo gelen bir insanda ancak 10 gram civarında olup bu elementlere eser elementler denir. Zira bu elementlerin vücuttaki konsantrasyonları on binde bir, iki, veya kilogram vücut başına 50 mg altındadır. Son araştırmalar 11 element dışında 40 -50 kadar elementin de insan vücudunda bulunduğunu göstermiştir. Son yüzyılda bu elementlerden 20 kadarının yaşamsal önemi anlaşılmıştır. Diğerlerinin ise işlevleri, vücuda giriş şekilleri, yarar ve zararları henüz tam anlaşılamamıştır. Ancak bazı elementlerin vücuda alerjik, toksik ve kanserojen etki yaptıkları da kesin olarak anlaşılmıştır. Genel olarak vücut için yaşamsal öneme sahip olan elementlerin bile fazlası vücuda zararlı, toksik etki yaparken, yetersiz alınmalarında eksikliklerinden kaynaklanan birçok hastalık ve bozukluklar görülür.
    İyot eksikliğinin guatr hastalığı ile ilişkisi, flor eksikliğinde diş sertliği ve tartar oluşumu ile ilişkisi, demirin kanın rengini verdiği ve eksikliğinde soluk renkle kansızlık görüldüğü herkes tarafından bilinmektedir. Buna karşılık çoğu eser elementin insan vücudundaki işlevi ve eksikliğinin doğurduğu bozukluklar oldukça karmaşık olup, halen bilinmeyen yönleri de vardır. Örnek olarak çinko birçok enzim ve hormonun yapısında bulunduğu gibi çoğu enzim ve hormonun da etkinlik kazanmasını sağlayan çok önemli bir biyokatalizördür. Besinlerle yeterli alınmaması halinde kaşınma ve kaşınma sonucu cilt bozukluğu, lekeli tırnakla kolayca anlaşılan çinko eksikliği görülür. Bu eksiklik özellikle çocuklarda büyüme ve gelişim bozukluğu, vücut zayıflığı, neşesiz ve durgunluk, tat alma bozukluğu, seksüel gelişmede durgunluk gibi oldukça önemli, ama karmaşık bozukluklara neden olur. Çinko besinlerle alınır. Bitkiler yüksek düzeyde çinko içerseler bile vücut, bitkisel çinkoyu değerlendirip kullanamaz, yine de eksikliği görülür. Tahıl ağırlıklı ve yalnız bitkisel beslenme rejiminde eksikliği yaygın olarak görülür. Hayvansal protein alınması ile bitkilerle alınan çinko da değerlendirilir. En azından ekmeği peynirle, mısır ve bakliyatı sütle veya etle yersek daha yararlı olur ve eksikliği görülmez. Özellikle hamile ve emzikli annelerin yeterli çinko alabilmek için hayvansal protein de yemeleri şarttır.
    Bir başka tipik örnek kobalttır. Kırmızı vitamin olarak bilinen B-12 vitaminin merkez yapı taşıdır. Bugüne kadar bilinen en etkin biyokatalizördür. Kan sistemini kuvvetlendirir ve eksikliğinde anemi riski artar, kan formülü bozulur. Günlük kobalt ihtiyacı 5 mikro gram kadardır. Ancak hayvansal proteinsiz, sıkı bitkisel rejim uygulayanların bu sakıncaları düşünmeleri gerekir. Zira kobalt başlıca karaciğer ve sakatatlar, kırmızı et, istiridye ve balıkta bulunur. Kobalt ancak hayvansal ve mikrobiyolojik teknikle üretilen besinlerle alınabilir. Bir başka element, krom glikoz tolerans faktöründe bulunur ve karbon hidrat çevriminde etkin rol alır. Ayrıca insulin hormonu etkisini de düzeltir. Kromun eksikliği pek görülmez, zira her yerde bulunan elementtir. Kepekli un mamulleri de, peynir ve et de yeterli krom içerir. Bir diğer krom kaynağı da biradır. Krom, kromat şeklinde akciğere alınırsa kanserojen etki yapar. Sigara içenlerde kromun kanser yapma riski daha da artar. Bu nedenle kromatlarla çalışılan işyerlerinde kesinlikle sigara içenler çalıştırılmamalıdır.
    İnsan vücudunda çok düşük düzeyde bulunan, ama hem gerekli, hem de zehirli olan elementlerin durumu daha da ilginçtir. Arsenik tarih boyunca hep zehir olarak kullanılmış olup, hemen, hemen tüm bileşikleri zehirlidir. Ayrıca havadan alınan arseniğin kanserojen olduğu da kesin ispatlanmıştır. Arsenik, organizmada karaciğer, böbrekler, deri, tırnak ve saçta birikir, idrarla atılır. Sağlıklı insan idrarında 0,17 mg/L arsenik oksit bulunur ve bu değer zehirlenme görülmeden 0,8 mg/ L ye kadar yükselebilir. Eksikliğinin zararı bilinmese de arsenik de diğer zehirli ve kanserojen olan kadmiyum ve kurşun gibi "yaşamsal öneme sahip" eser elementler arasına alınmıştır. Kurşun, kemiklerde birikir. Kolaylıkla kalsiyumun yerini alabilir. Ancak çoğu bileşiği suda çok az çozündüğü için yıllarca zehir etkisi üzerinde fazla durulmamıştır. Kurşundan kaynaklanan rahatsızlıklar meslek hastalıkları arasında ilk sırayı alır. Kurşun zehirlenmesi en çok görülen zehirlenmedir. Zehirlenmede uykusuzluk, yorgunluk, işitme ve görme bozukluğu ve kramp, ağırlık kaybı görülür. Kadmiyum ise daha da tehlikeli olup, tehlikesi ancak son elli yılda anlaşılmış ve "aşırı toksik" grupta incelenir. Özellikle gümüş kaynak şeridi ile çalışan kişilerde kadmiyum zehirlenmesinden kaynaklanan ölümler görülmüştür. Kolay buharlaşan kadmiyum bileşikleri solunum yoluyla zehirler. Özellikle ince duman halinde kolaylıkla akciğere ulaşan kadmiyum oksit en tehlikelisidir. Çevresel zararlı etkisinden korkulan diğer bir element cıvadır. Cıva özellikle balıklar ve midye gibi deniz ürünlerinde birikir. İnsan üzerine zehirleyici etkisi 1974 yılında Minemata da toplu ölümlere yolaçan felaket ve 1972 yılında Irak'ta ilaçlı buğday tohumunu un ve ekmek yaparak yiyen 6000 kişinin zehirlendiği ve 500 'ünün öldüğü zehirlenme olaylarından sonra tereddütsüz anlaşılmış ve en korkulan element olmuştur. Yara iyileştirici ve koruyucu merhem, tohum ilacı, gibi kullanımları bile sınırlandırılmıştır. Cıvanın özellikle organik bileşikleri zehirlidir. Yer kürede az miktarda bulunmasına rağmen, yaygın bulunup kolay ucucu olduğu ve kimya sanayisinin birçok alanında kullanıldığı için çevresel analizi en çok sorulan elementtir.
    Bu elementlerin konsantrasyonları düşük olduğu gibi çoğunun yetersizlik ve fazlalık düzeyleri arası sınır da dardır. Örnek olarak nikel, cilt ve organizmaya alerjik ve kanserojen etkisi bilinen bir elementtir. Ancak nikelin bütün canlılar için "yaşamsal önemi" de kesin olarak ispatlanmıştır. Nikel, demirin canlılar tarafından daha iyi değerlendirilmesine yardım eder. Arginaz, karboksilaz ve asetil koenzim sentetaz gibi enzimleri ve ayrıca tripsin fermentini aktiflediği, asit fosfatazın etkisini azalttığı, yağ döngüsü ve hormanları etkilediği sanılmaktadır. Ama aşırısı kanserojen etki yapar.
    Son yıllarda en harika ve en yararlı eser element olarak bilinen selenyumun bile aşırı miktarı toksik etki yaparken, eksikliği bir çok hastalığa neden olur. Eksiklik ve aşırı aralığı çok dardır ve uygun aralığı milyonda 5-15 , yani 5-15 ppm dir. Vücudun kendine özgü savunma sisteminde görev alır. E Vitamini, ancak eser selenyum bulunması halinde etkili olur. Görme yeteneğini artırıcı, romatizmal hastalıkları önleyici, kalp fonksiyonlarını düzenlediği, eksik alınması halinde kalp fonksiyonu bozukluğu görüldüğü kesin olarak ispatlanmıştır. Kansere karşı koruyuculuğu, büyüme üzerine olumlu etkisi, yara iyileştirici özelliği, selenyuma adeta ilaç özelliği kazandırmıştır. Selenyum, cıva, arsenik ve kadmiyumun zehir etkisini bastırırken, kendisi de aşırı alınırsa zehir etkisi yapar ve bu etki de arsenik sülfat ile bastırılır.
    Vanadyum ve molibden de yerkabuğunda çok az bulunur ve insan için yaşamsal önemli elementler listesinde yer alırlar. Molibdenin bitkiler üzerine yaşamsal önemi daha iyi bilinmektedir. Bitkiler protein sentezleyebilmek için azotu bağlamada molibdene ihtiyaç duyarlar. Ağaç ve bitki yetişmeyen Avustralya'nın bir bölgesinde toprağın hiç molibden içermediği anlaşılmış ve toprağa çok az molibdenin serpilmesinden sonra hızla ağaçların büyüdüğü, arazinin yeşillendiği görülmüştür. İnsanlara da ksantin oksidaz ve aldehit oksidaz enzimlerinin aktiflenmesi için molibden gereklidir. Bu flavin enzimleri karaciğerde bulunur ve böbreklerin zehirlenmesinin önlenmesi için gereklidir. Ayrıca dişin flor alması ve depolaması için de molibden gereklidir. Vanadyum ise kemik ve diş oluşumu için önemli elementtir. Bazı enzimleri aktiflediği sanılmaktadır. Hayvan deneyleri sırasında kan şekeri seviyesini düşürdüğü görülmüştür. Manganez, silisyum ve kalay da yaşamsal öneme sahip elementlerdir. Mangan da çinko gibi hem bazı enzimlerin yapısında bulunur hem de bazı enzimleri aktifler. Ayrıca bağ dokusu yapımında, üre oluşumu, protein ve yağ asitleri sentezine katılır. Bakır ise tüm canlılar için "yaşamsal önemli" eser elementlerin en başında, demir ve çinko ile aynı düzeyde gerekli eser elementtir. Vücuttaki tüm oksidasyon olaylarında, enzimlerin kontrollü çalışması için bakır gereklidir. Süperoksit dismutaz, sitoksidaz, monoamin oksidaz, tirosinaz, depoamin ß-hidroksilaz, seruloplazmin, S-amino levulinat dehidrataz gibi enzimler bakır içerirler.
    Bütün bu eser elementlerin vücüt ve sağlıklı yaşam için gerekli derişim aralıkları günümüzde gelişen çağdaş analitik ve spektroskopik analiz yöntemleri ile saptanabilmektedir. İşyeri ve yaşam ortamında zararlılardan korunma önlemleri eksiksiz uygulanmalıdır. Kimyasal olarak bu elementlerin kontrolü ile eksiklikleri ve zehir sınırları saptanabilir. Eksikliklerinde ise bu elementleri içeren beslenme rejimi ve özel eser element takviyeli ilaçlarla eksiklikleri karşılanmalıdır. Eser elementlerin yeterli alınabilmesi için beslenme reçetesi olarak ise çok yönlü yiyeceklerle, ama az miktarları ile beslenmeyi öneriyoruz. Haftada en az bir kez olmak üzere balık ve deniz ürünleri, en az bir kez kırmızı et ve sakatat, soğan, sarımsak, havuç başta olmak üzere yeşil sebzeler, meyveler, kuru yemişler, süt, peynir, kepekli tahıllar yenmelidir.
    Yaşlanma ve Ortalama Yaşam Süresi
    Yaşlanma, yalnız fiziksel aktifliğin azalması ve dermansızlık değil, aynı zamanda katarakt, kardiyovasküler yetmezlik, böbrek yetmezliği, Alzheimer hastalığı, kanser gibi hücre dokusu ve organların hastalanması ve dejenerasyonudur. Birçok bilimci yaşlanma ile oluşan doku ve organ dejenerasyonunun nedenlerini araştırmakta ve yaşla fizyolojik olaylar arası ilişkiyi saptamaya çalışmaktdır. Radyasyonla sudan hidroksil radikallerinin oluştuğu bilinmektedir. 1954 yılında canlı ortamlarda da bu radikaller saptandı. İnsan bünyesindeki radikalleri ilk araştıranlardan Denham Harman, oksijen radikallerinin enzimatik redoks kimyasının bir yan ürünü olduğunu söyledi. Özellikle eser miktarda demir ve diğer metal iyonlarının canlı bünyedeki oksidatif tepkimeleri katalizlediğini savundu. 1956 yılında "Yaşlanmanın serbest radikal teorisi" tanımlandı. Oksidatif hasarlara oluşan radikallerin neden olduğu ileri sürüldü. Radyasyona maruz kalan canlıların doku ve genlerinde mutasyonun radyasyonla indüklendiği, hücrelerde oluşan hücresel hasarın kansere dönüştüğü ve tümörlerin geliştiği savunuldu. Oksijence zengin bir ortamda yapılan solunum sırasında serbest radikallerin oluştuğu, bunların yaşlanmaya ve sonuçta ölüme sebep olduğu öne sürüldü.Geçen 45 yıl içinde teori doğrulandı. Hatta türlere özgü metabolik hız ile yaşam süresi arası ilişki olduğu gözlendi. Oksijen tüketimi yüksek ve metabolik hızları fazla olan canlılarda maksimum yaşam süresi beklentisi (MYSB) daha kısa olduğu, hatta tüm canlılarda farklı ve sabit bir değerde olan bu MYSB ile bünyelerinde saptanan radikal derişimleri arasında doğrusal bir ilişkinin olduğu görüldü. Yaşlanma ile insan vücudunda demir miktarının arttığı ve yüksek oksijen kısmi basıncında bu metalin oksidatif tepkimeleri hızlandırdığı bulunmuştur. Yani yaşlanma ile oksidatif hasar da artar.
    Vücutta üretilen oksijen radikallerinin çok yönlü hasarlara neden olduğu artık kesin olarak bilinmektedir. Bu radikaller hücre zarlarının temel yapısıda bulunan lipidleri, proteinleri, proteinlerdeki -SH gruplarını yükseltger, -S-S- gruplarını indirger, protein-protein çapraz bağlantıları oluşturur, peptidleri parçalar, aldehitlerle tepkir, özellikle aktif merkezlerinde Fe-S bulunan enzimleri inaktive ederler. Nükleik asitlere de etki ederek temel yapıdaki çifte sarmalın kırılmasına, yeni baz ve şeker gruplarının eklenmesine ve moleküller arası çapraz bağlanmalara, yani büyük hasarlara neden olurlar. Hücre hasarı hızı, reaktif oksijen radikallerinin üretim hızı, bunların ortamdan atılma hızı ve hasar tamir hızına bağlıdır. Oksidatif hasar hızı arttıkça da yaşam süresi azalır. O halde radikal oluşturucu ve oksidatif hasar yapıcı etken ve maddelerin ortamdan uzaklaştırılması ile vücutta radikaller ve bunların sebep olduğu hasarlar azaltılarak yaşam süresi artırılabilir. Vücut radikallere karşı kendi savunma sistemini kurar. Süperoksit dismutaz, katalaz ve glutasyon peroksidaz gibi enzimatik oksijen radikali yakalayıcıları, askorbat ( C Vitamini), ürat ve redükte glutatyon gibi gibi hidrofilik radikal tutucular, tokoferoller ( E Vitamini), flavonoidler, karotenoidler ( A Vitamini) ve ubikuinol gibi lipofilik radikal tutucular, glutatyon redüktaz, dehidroaskorbat reduktaz ve tiyoredüksin redüktaz gibi antioksidanları yenileyen enzimler ve diğer indirgenleri yenileyen hücresel mekanizmalar vardır. Çeşitli organizma ve dokular, hatta hücre bölümlerinde bile bu savunucuların miktarları değişir. Vücudun kendine özgü bu savunma sistemleri uygun diyet, beslenme şekli, yaşamsal öneme sahip eser elementlerin ve vitaminlerin yeterli düzeyde alınması ile desteklenebilir. Aşırı ve dengesiz beslenmede ise zayıflar. İyonlaştırıcı radyasyon ve ışınlardan, toksik ve kanser yapıcı maddelerden korunma ile yükleri azaltılabilir. Fareler üzerinde kalori kısıtlanması uygulanan bir çalışmada, kısıtlanmış diyetle beslenen farelerin ömürlerinin normal diyetle beslenenlere göre % 40 daha uzadığı görülmüştür. Diyet kısıtlaması kanser riskini de azaltmaktadır. Aynı şekilde aktivite kısıtlamasının da yaşam süresini artırdığı, yüksek aktivite ve stresli yaşamın ise ömrü azalttığı hayvan deneyleri ile ispatlanmıştır.
    Yağ ve şeker gibi kalorisi yüksek yiyeceklerden (halk deyişi ile dört beyaz, yani un, şeker, yağ, tuzdan) uzak durarak, antioksidanlarca zengin diyet uygulaması, gerektiğinde A, C ve E vitaminleri ve selenyum destekli beslenme ile daha sağlıklı ve uzun yaşanabilir. Örnek olarak C vitaminince zengin narenciye ve sebzeler, A vitamini öncülünü bulunduran havuç, E vitaminince zengin yeşil elma, meyveler ve kabuklu yemişler, selenyumca zengin sarımsak gibi sebzeler, hücre zarlarının yenilenmesinde çok önemli olan doymamış yağları içeren soya ve fındık yağı, balıklar ve deniz ürünleri tercihli diyetler, çeşidi çok, miktarları az yiyecekler sağlıklı beslenme için son derece önemlidir. Sağlıklı ve uzun ömür dileğiyle.
    Kaynaklar:
    1. Trace Elements and Electrolytes ( 1999 ) 2, 3 ve 4. sayıları.
    2. B.Halliwell and J.M.C.Gutteridge, Free Radicals in Biology and Medicine, 2nd Ed. Oxford, 1989
    3. M. Doğan, Eser Elementler, Biyolojik Önemleri ve Tayin Yöntemleri Ders Notları, Erciyes Üniversitesi 1993, Kayseri.
    4. Kosmos Dergisi muhtelif sayıları.
    Prof. Dr. Pakize Doğan (1) ve Prof. Dr. Mehmet Doğan (2)
    (1) Hacettepe Üniversitesi Tıp Fak. Biyokimya öğretim üyesi
    (2) Fen Fakültesi Analitik Kimya öğretim üyesi

  6. #6

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    VUCUDUN SİSTEMLERİ


    Sindirim Sistemi ve Organları

    Pek çok hastalık beslenmemizle ilişkilidir. Özellikle mide ve bağırsak hastalıkları yanlış beslenme alışkanlıklarından kaynaklanır. Mide hastalıklarında sürekli bir artış gözlemleniyor. Pek çok kişi sindirim bozukluklarından şikayet ediyor. Bu sıkıntılar yalnızca günlük rahatsızlıklara neden olmakla kalmayıp, uzun vadede ağır hastalıklara da yol açabiliyor. Günümüz insanının beslenme alışkanlıkları dikkatle incelendiğinde, bu tür rahatsızlıkların oluşmasına şaşırmak gerekmemektedir. Çok fazla, çok yağlı ve çok hızlı yenilmektedir. Yemekten sonra sindirimin desteklenmesi için gerekli olan hareketlilik hemen hemen hiç yok gibi. Besinlerin yeterince çiğnenmeden yalanıp yutulması ile kabızlığa adeta çanak tutuluyor. İyice çiğnemenin sindirimin yarısı anlamını taşıdığını unutmamak ve dikkatle uygulamak gerekir. Gereğince parçalanmış biçimde mideye ulaşan besinler orada daha kısa sürede sindirilebilirler. Hafif besin maddeleri, bolca yağ ve albümin içeren besin maddelerine kıyasla mideyi daha az yorarlar. Buna göre, salata, biraz siyah ekmek, süt ürünleri ve yağsız et yemekle midenin yükü önemli ölçüde azaltılabilir, sindirim desteklenmiş olur. Ama genel gidişe bakıldığında, pek çok kişinin bu ilişkilerin farkında olmadığı görülüyor. Halbuki insan sindirimi çok hassas dengeler üzerine kurulmuş bir sistemdir. Bu sistemin basit bir parçası doğru çalışmadığında, tüm sindirim sistemi görevini tam olarak yapamayabilir.

    Ağız boşluğu

    Sindirim ağızda başlar. Besinler dişler tarafından parçalanırken tükürükle birleşerek lokma haline gelir ve yemek borusu yoluyla yutulur. Ama tükürük yalnızca yutmayı kolaylaştıran kaygan bir sıvı olmakla kalmayıp, sindirim için gerekli olan etken maddeleri de içerir. Bu etken maddeler, şeker ve nişasta içerikli besinleri ayrıştırırlar. Sindirim işlevinde dilin de önemli görevleri vardır. Tatlı, tuzlu, ekşi veya acı, tüm yediklerimizin tadını alır. Aldığı bu tatları ilgili organlara sinirsel sinyallerle ulaştırarak, midenin işlevlerini yönlendirmeye başlar.

    Yemek borusu

    Çiğnenen besinleri ağız boşluğundan mideye ulaştıran 30 cm kadar bir uzunluğa sahip olan bu borunun iç yüzeyi mukoza ile döşelidir. Göğüs kafesinde kalbin arkasından ve karın zarının içinden geçerek mideye ulaşır.

    Üst bölümleri ısıya ve dokunulmaya karşı duyarlıdır, ama bu duyarlılık aşağı doğru indikçe azalır ve alt bölüm normalde tümüyle duyarsızdır. Besinlerin taşınmasını hızlandırmak için, yemek borusunun iç duvarı dalgalı bir ritimle kasılır.

    Mide

    Torba benzeri bir organ olan mide 1-2 litre kapsayabilir. Diyafram kası ve karaciğerin hemen altında, karın boşluğunun üst bölümünde yer alır. Yemek borusunun mideyle birleştiği bölümün adı mide ağzı (kardia), mideden bağırsağa geçişin adı ise mide kapısı (pilor) olarak adlandırılır. Mide duvarı dört katmandan oluşur. En üstteki katman olan mukoza, mide boşken kıvrımlar halindedir. Mukoza üç tip salgıbezi içerir: Kardiya bezleri, pilor bezleri ve midenin kendi salgıbezleri. Midenin kendi salgıbezleri, mide gövdesi ve mide kubbesinde yoğunlaşmıştır. Bu bezler, mukus, pepsinojen ve öteki protein parçalayıcı enzimleri salgılarlar. Yemek borusununkine göre, mide duvarı daha incedir ve daha az kas yapısına sahiptir. Mideye ulaşan besin lapasının mide sıvıları ile iyice karışabilmesini ve mide kapısı açıkken bu karışımın bağırsağa geçişini sağlayabilmek için, mide duvarı da ritmik bir kasılmayı sürdürür.

    Besinlerin midede bekleyiş süreleri, onların özelliklerine göre değişim gösterir. Sindirimi zor besinler genellikle hafif besinlerden çok daha uzun süre midede beklerler. Kaz veya domuz kızartması gibi sindirimi çok zor olan besinlerin midede bekleyiş süreleri altı saati bulabilir. Buna karşın hafif besinler yarım saat içinde bağırsağa geçebilirler.

    Onikiparmakbağırsağı

    İncebağırsağın mideden başlayan ilk bölümüdür. Yalnızca on iki parmak eninde bir uzunluğa sahiptir. Pankreasın ve safrakesesinin safra yolları, onikiparmakbağırsağının orta bölümüyle birleşir. Safrakesesinin ve pankreasın salgıladığı önemli sindirim sıvıları, onikiparmakbağırsağından geçen besin lapasına azar azar eklenir.

    Pankreas

    Pankreas, sindirim salgıbezlerinin en önemlisidir. Günde ortalama 1,5 litre sindirim sıvısı üretir. Bu sıvı, örneğin şeker, yağ ve albümini evirtebilen (özelliklerini değiştirebilen) fermentler(mayalar) taşır.

    Safrakesesi

    Karaciğerin ürettiği safra sıvısının bekletildiği bir organdır. Yani depo görevi yapan bir organdır. Karaciğer hücreleri tarafından üretilen safra sıvısı ince bir kanalcıklar ağından akarak, karaciğerden ayrılan safra yolunun ağzına ulaşır. Safra sıvısı, ancak beslenme sırasında kullanılacağı için, önce safrakesesine ulaşır ve orada depolanır. Safra sıvıları karaciğerde aralıksız üretildiği için, amaca uygun bu depolama yöntemi kaçınılmazdır. Onikiparmakbağırsağına besin lapası ulaştığında, depolanmış olan safra sıvısı onikiparmakbağırsağına akmaya başlar. Bu işlem, sindirim için ve yağların ve de yağda çözünen vitaminlerin değerlendirilebilmesi açısından çok önemlidir.

    İncebağırsak

    Kıvrımlı bir yapıya ve yaklaşık 6-7 metre uzunluğa sahip olan incebağırsak, sindirim sisteminin en uzun bölümüdür. Yaklaşık 3-4 cm enindedir. İç yüzeyindeki mukozada küçük parmakçık biçiminde uzantılar bulunmaktadır. Bu uzantılarda, kan damarından zengin ağsı yapının üzeri epitelle döşelidir ve bağırsaktaki emilim işlevlerinin yerine getirilmesini sağlamaktadır. Böylece besin maddeleri emilerek kana ve lenf sistemine ulaştırılır. İncebağırsak ayrıca, içeriğini kalınbağırsağa ulaştırabilmek için, dalgalı ve ritmik bir kasılmayı sürdürür.

    Kalınbağırsak

    İncebağırsağın kalınbağırsağa eklendiği noktadan birkaç santimetre ilerde, sindirim bakımından hiçbir işlevi olmayan körbağırsak apandisi yer alır. Kalınbağırsak, karın boşluğundaki incebağırsak kütlesinin üstünde büyük bir kıvrım yapacak biçimde yerleşmiştir. Sağ böğür çukurundan başlayarak önce yukarıya, sonra sola ve ardından aşağıya doğru yönelerek incebağırsak kütlesini çevirir. İncebağırsaktan ayrıldığı ileum-körbağırsak kapakçığından makat deliğine kadar uzanır. Yaklaşık uzunluğu 1,5 metre kadardır. Kalınbağırsağın içindeki dışkı kitlesi dalgalı bir ritmik kasılmayla dışarı doğru itilir. Kalınbağırsağın iç yüzeyinde sindirim bezleri yoktur. Sindirim işlevi artık neredeyse sona ermiştir. Kalınbağırsakta bağırsak florası olarak tanımlanan yararlı bakteriler yaşar. Bu bağırsak florası, sindirilmeyen amit ve proteinlerin kokuşma ve mayalanmasıyla yıkımını, organizmaya yararlı vitaminlerin de yapımını sağlar. Sekiz-on saatlik bir beklemenin sonunda, artık kullanılamayacak olan atıklar düzbağırsağa(rektuma) ulaşır ve dışkılanır.









    Mide

    Yemek ve içmekte ölçüyü kaçırdığımızda en ağır yükü sırtlanan organ midedir. Fazla alkol, fazla sigara, fazla aspirin ve yapay katkılı besinler mideyi zorlayanların önde gelenleridir.

    Midenin başlıca görevi ise, besinleri ince bağırsağın sindirebileceği kıvama getirmektir ve bunu, salgıladığı asitler ve çok etkili enzimler sayesinde başarır.

    Ama mideyi ele almadan önce yemek borusunu dikkatle gözden geçirmemiz doğru olur. Mide borusundaki yanmalar ve ağızda ekşimsi bir tat oluşturan geğirmeler bir mide probleminin belirtileridir. Bu tür problemler mukoza koruyucu bitkilerle, örneğin ebegümeci ve keten tohumu ile giderilebilir, ama yine de rahatsızlığın nedeninin teşhis edilmesi gerekir. Aynı biçimde, yutkunma zorluklarının da uzmanlarca gözden geçirilmesi gerekir. Bu tür rahatsızlıklar genellikle sinirsel gerginliklerden ve korku hallerinden kaynaklanabilir ve şerbetçiotu, kediotu kökü, yeşil yulaf, lavanta gibi bitkilerin çayı ile tedavi edilebilir.

    Sindirim aksaklıkları (İndigestion)

    Sindirim aksaklıkları olarak tanımlanan belirtilerin büyük çoğunluğu, ölçüsüzce yemek alışkanlığından kaynaklanır. Sindirim aksaklıklarında genellikle ağrı, şişkinlik, mide yanması ve benzeri belirtiler görülür. Bu belirtilerin nedenleri genelde dört guruba ayrılabilir.

    Zamansız yemek

    Bedensel işlevler belirli ritimler tarafından belirlenir; mide ve tüm sindirim sistemi de bu konuda bir ayrıcalığa sahip değildir. Zamansız beslenmeyle bu ritmin bozulması durumunda, sindirim aksaklıkları oluşur. Örneğin, vardiyalı çalışan kişilerde bu tür rahatsızlıklar sıklıkla görülür.

    Ölçüsüz ve hızlı yemek

    Mideye çok fazla besin girdiğinde (bir kerede veya gün boyunca), kapasitesinin üstünde yüklenmiş olur ve görevini tam olarak yapamaz. Bu yüklenme ayrıca, tüm sistemi etkileyebilecek mide problemlerinin oluşmasına yol açabilir. Genellikle beden yağlarında artma görülür. Besinler çok az çiğnenerek kısa sürede yutulduğunda da problemler oluşur. Besinler tam olarak sindirilemez ve sistemi sindirilmemiş biçimde terk ederler.

    Yanlış beslenme

    Ortaya çıkan belirtiler yeterince açık olmasa bile, pek çok kişinin, belirli besinlere karşı alerjiye yatkınlıkları vardır. Problem oluşturabilecek tüm besinlerden kesinlikle uzak durulmalıdır. Bu tür besinlerin tipik örnekleri, yapışkan albümin gibi tahıl proteinleri içeren, bulgur veya rafine edilmemiş buğday unundan üretilen ekmektir. İnek sütü de çok etkili bir başka alerjendir.

    Sinirsel gerginlik

    Stres ve korku, mideyi ve tüm sindirim sistemini doğrudan etkiler.

    Tüm bu etkenleri göz önüne alarak, beslenmemizi ve yaşam biçimimizi gereğine göre değiştirebilirsek, sindirim aksaklıklarını tedavi edebiliriz. Ayrıca, iyileşmeyi destekleyebilecek şifalı bitkilerden de yararlanılabilir. Bu bitkiler, rahatsızlığın nedenlerine göre seçilmelidir. Keçisakalı, mideyi yatıştıran ve her tür asit fazlalığının önüne geçebilen en önemli bitkidir. Mukoza koruyucu bitkiler de çok etkilidir. Ebegümeci ve keten tohumu bu konuda güvenilebilecek bitkilerdir.

    Sindirim yetersizliğine karşı, acı maddeler içeren, centiyane kökü, eğir kökü ve pelinotu gibi bitkiler kullanılabilir.

    Gaz şişkinliklerine karşı, anason, rezene, frenk kimyonu, oğulotu ve nane gibi bitkiler etkilidir.

    Sinirsel gerginliklere karşı, sinir sistemini yatıştırıcı ama öncelikle gaz söktürücü etkileri de olan, kediotu kökü, şerbetçiotu, mayıs papatyası, lavanta, ve biberiye anımsanmalıdır.

    Mide mukozası iltihabı (Gastritis)

    Sindirim aksaklığı gibi işlevsel mide rahatsızlıkları, organik bir hastalığa dönüştüklerinde, öncelikle midenin iç yüzeyini saran mukoza tabakasında iltihaplanma oluşur. Herhangi bir enfeksiyondan veya bazı besinlere karşı oluşan tepkilerden kaynaklanabilen bu iltihaplanma, kısa sürede iyileşebilir, ama uzun süreli (kronik) bir hastalık haline de gelebilir. Uzun süreli hastalıkların kaynağı, yanlış beslenme, alkol, sigara ve stres olabilir.

    Genelde, bu nedenlerin birkaçı bir arada bulunur. Gastrit tedavisinin temelini, özel bir diyet ve şifalı bitki kullanımı oluşturmalıdır. Diyet konusunda öncelikle dikkat edilmesi gereken husus, iltihaplanmalara yol açan veya oluşmuş iltihaplanmaların durumunu daha da kötüleştiren, uyarıcı maddelerden kaçınmak olmalıdır. Kimyasal veya mekanik uyarıcılar ve ısı da göz önünde bulundurulmalıdır.

    -İltihabik ortama çok kötü etki yapacakları için, çok sıcak yiyecekler ve içecekler tüketilmemelidir. Çok soğuk yiyecek ve içecekler de benzer etki yapabilirler.

    -Kimyasal maddeler hastalığı doğrudan etkileyebilirler. Sirke ve benzeri ürünler içeren besinlerden ve turşulardan uzak durulmalıdır. Mide mukozasını aynı biçimde olumsuz etkileyen alkolün her çeşidinden kaçınılmalıdır. Tütün kullanımı da hastalığı kötüleştirir, çünkü tütünün içindeki katranın önemli bir bölümü mideye ulaşır. Bol baharatlı ve yağlı yemekler de rahatsızlıklara yol açabilir.

    -Mekanik tahrişe neden olabilecek besinlerden, örneğin, yara üstünde bir zımpara etkisi yapabilecek lifli besinlerden kaçınmak gerekir. Uygulanacak olan diyet daha çok yumuşak besinlerden oluşmalıdır; kara ekmek, fındık-fıstık ve domatesten uzak durulmalıdır. Ama hastalık atlatıldıktan sonra, sağlıklı bir beslenme için çok önemli olan posalı ve lifli besinleri tüketmeye kademeli olarak başlamak gerekir.

    Aşağıdaki bitki karışımın çayı da mide mukozasını yatıştırır ve iyileştirir: Meyan kökü 2 ölçek, hatmi kökü 2 ölçek, keçisakalı 1 ölçek, ebegümeci 1 ölçek, mayıs papatyası 1 ölçek.

    Kökler ve bitkiler çok ince kıyılarak iyice karıştırılır. Yarım veya bir tatlı kaşığı bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür.

    Rahatsızlık sona erene kadar, her yemekten sonra 1 bardak çay içilir. Eğer rahatsızlığa şişkinlik de eşlik ediyorsa, karışıma 1 ölçek eğir kökü eklenir. Eğer stres söz konusu ise, sinir sistemini güçlendirici olarak, 1 ölçek de kediotu kökü eklenmelidir.

    Mide ülseri

    Midenin uğradığı zarar uzun süre fark edilmez veya ihmal edilirse, mide mukozasındaki yüzeysel hasar, mukozanın kas yapısını da tehdit etmeye başlar. Mide mukozası, içinde bulunduğu kötü şartlarla başa çıkamaz, asitler ve enzimler mide duvarına saldırarak sonuca ulaşırlar. Bu sonuç mide ülseridir.

    Mide ülserinin şifalı bitkilerle tedavisi hiç de karmaşık sayılmaz ve kısa sürede sonuçlandırılabilir. Ama rahatsızlık belirtilerinin sona ermesiyle, sözü edilen hastalığın kesin tedavisinin birbiriyle karıştırılmaması gerekir. Şifalı bitkiler belirtileri yatıştırarak tedavi sürecini başlatırlar, ama kesin tedavinin zamana ihtiyacı vardır ve ancak yaşam biçimi kontrol altına alındığında gerçekleşebilir. Bir mide veya onikiparmakbağırsağı ülseri oluştuğunda bilmemiz gereken gerçek, yaşam biçimimizin düzensizliği veya ölçüsüzlüğü hakkında bedenimizin bizi uyarmakta oluşudur. Neden belki yalnızca beslenmeden, belki çalışma ortamından, özel ilişkilerimizden veya sempati duyduğumuz siyasi partinin başarısızlıklarından kaynaklanabilir.

    Şifalı bitkiler mide ülserini tedavi edebilirler, ama bedenimizin bize verdiği dersten sonuçlar çıkararak yaşam biçimimizi düzenleyemezsek, yeni ülserlerden kurtulmamız pek kolay olmayacaktır.

    Tedavinin başarısı, özenle uygulanan beslenme diyetine ve şifalı bitkilerin doğru kullanımına bağlıdır. Bu konuda başarılı olabilecek bitki karışımı: Mayıs papatyası, hatmi kökü, aynısafa, meyan kökü, zencefil, eğir kökü.

    Hatmi kökü ve meyan kökü, mukoza koruyucu özellikleri açısından öncelikle önerilir ve mukozayı tedavi edici özelliklere de sahiptirler. Papatya ve zencefil, zayıf ve duyarlı mideleri yatıştırır ve desteklerler. Aynısafa, yara iyileştirici olarak, ülserin iyileşmesine aktif katkı sağlar. Eğir kökü, mideyi güçlendirir ve mide salgılarını (az veya çok olsa da) normal düzeyde tutar. Eğer hastalık nedenleri arasında stres de varsa, kediotu kökü veya şerbetçiotu bu karışıma eklenmelidir.

    Bitkiler çok ince kıyılarak iyice karıştırılır. Yarım veya bir tatlı kaşığı bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 8-10 dakika demlendikten sonra süzülür. Yemeklerden yarım saat önce olmak üzere, günde 3 bardak çay, tatlandırılmadan ve sıcak içilir.

    Aşırı rahatsızlıklarda, tamamen posasız, yumuşak besinler almaya özen gösterilmelidir. Ayrıca midenin yükünün daha da azaltılması bakımından, besinler elden geldiğince az albümin içerikli olmalıdır. Rahatsızlıklar azaldıkça, besinlerdeki posa ve albümin oranı ve çeşitliliği de kademeli olarak arttırılabilir. Tütün ve alkolden uzak durmak çok önemlidir. Özellikle tütün açlığı nedeniyle sinirsel gerginlikler oluşabilir ve bu durumda hastanın durumu daha da kötüleşebilir. Ama ne olursa olsun, en doğrusu, tütün(sigara) alışkanlığına bir an önce son vermektir.

    İncebağırsak

    Besin maddelerinin pek çoğunun özümlenmesi, yaklaşık uzunluğu 6 metre olan incebağırsakta gerçekleşir. Bu nedenle, tüm incebağırsak rahatsızlıkları, tam beslenmeyi engeller ve yaşamsal öneme sahip bazı maddelerin eksikliği kendini açıkça hissettirmeye başlar. Onikiparmakbağırsağı ülserinde de görüldüğü gibi stres, bedenin bu bölümünü büyük ölçüde etkiler. İncebağırsak, sindirim sisteminin en uzun bölümüdür. Onikiparmakbağırsağı, jejunum ve ileum adı verilen üç bölümden oluşur.

    Onikiparmakbağırsağı ülseri (Ulcus duodeni)

    Onikiparmakbağırsağı, incebağırsağın ilk bölümüdür ve midenin alt bölümündeki (mide ile incebağırsağı ayıran) pilor kapakçığının karşısında başlar. Bu kapakçık, midedeki besinlerin incebağırsağa aktarılmasını kontrol eder. Eğer gerektiği gibi çalışmazsa, fazla miktarda mide asidi onikiparmakbağırsağına akar ve bu durum rahatsızlıklara yol açar. Yüksek oranda asit içeren mide salgıları onikiparmakbağırsağına aktığında, bağırsak duvarlarında oluşan tahrişler veya iltihaplanmalar zamanla ülsere dönüşebilir. Mide kapakçığından fazla miktarda mide asidinin onikiparmakbağırsağına akışının çeşitli nedenleri olabilir. En önde gelen nedenler ise, kapakçığın çalışma ritmini bozan, stres ve gerginliklerdir. İş hayatında yaşanan rekabet ortamı, stres ve gerginlikler göz önüne alındığında, yine de pek az kişinin onikiparmakbağırsağı ülserinden rahatsız oluşu şaşırtıcı bir durumdur.

    Bu ülser türü üç yönlü bir tedavi gerektirir: Şifalı bitki tedavisi, beslenmede değişiklikler ve hastalığa yol açan nedenlerle ilgilenmek; yani genelde karşılaşılan stres ve gerginlik yaratan nedenlerden kaçınmaya çalışmak. Şifalı bitkilerle tedavinin değişik etkileyiş biçimleri vardır. Ülserin ve ülseri çevreleyen dokunun tahrişlerden korunabilmesi için, mukoza koruyucu özellikleri içeren ilaçlar gerekir. Ama bu mukoza koruyucu ilaçların aynı zamanda yara iyileştirici özelliğe sahip olmaları daha da iyi olacaktır. Hatmi kökü ve karakafesotu yaprağı bu özelliklere sahiptirler. Mukoza koruyucu ve yatıştırıcı olarak keten tohumu, bağırsak hücrelerinin tedavisini destekler. Meşe kabuğu veya ceviz yaprağı, bağırsak mukozasını sıkıştırır, güçlendirir ve iltihaplardan arındırır. İnce bağırsak ülserine genellikle bedensel bir güçsüzlük ve hareketliliğin azalması da eşlik eder, çünkü ülserden kaynaklanan zehirli maddeler kana veya lenf sıvısına karışabilir. Bu olasılığa karşılık da, kan temizleyici ve lenf sistemini güçlendirici ilaçlar, örneğin yoğurtotu ve echinacea kullanılmalıdır(ülkemizde tanınmayan echinacea kökü yerine, standart echinacea preparatları eczanelerden temin edilebilir ve kullanılması çok değerli katkılar sağlayacaktır). Bu şartlara göre yapılabilecek en etkili karışım: Hatmi kökü 2 ölçek, karakafesotu yaprağı 2 ölçek, keten tohumu 1 ölçek, meşe kabuğu 1 ölçek, yoğurtotu 1 ölçek (karakafesotu yerine ısırganotu, meşe kabuğu yerine de ceviz yaprağı kullanılabilir).

    Çok ince kıyılarak ölçülür ve iyice karıştırılır. Yarım tatlı kaşığı dolusu bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10-15 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 3 bardak çay, yemeklerden yarım saat önce içilir.

    Ayrıca burada, mide ve incebağırsak ülseri tedavisinde çok başarılı olduğu bilimsel anlamda kanıtlanmış olan lahana da kullanılmalıdır. Lahanadaki bu etken madde, anti ulkus faktör olarak bilinen, ama aynı zamanda da bir vitamin olduğuna inanıldığı için, U Vitamini olarak adlandırılan maddedir. Ülser tedavisinde, taze lahananın mutfak robotunda sıkılmış özsuyundan günde 1 litre kadarı, hafif diyet yemeklerinden sonra olmak üzere içilir. Bazı duyarlı bünyelerde gaz oluşumuna neden olabilir, ama lahana özsuyuna bir miktar rezene veya frenk kimyonu çayı eklendiğinde, bu problem de çözülmüş olur.

    Belirtiler devam ettiği sürece, posa ve albümin oranı düşük besinlerle beslenmeye özen gösterilmelidir. Belirtilerin azalması oranında, adım adım tam beslenmeye geçilebilir. Hastalığın en yoğun aşamasında, yulaf unu ile hazırlanan lapalar hem besleyici, hem de ülseri çevresindeki mukoza dokusunu koruma altına alır ve yatıştırır.

    Stres ve gerginlik durumlarında, sinir sistemini yatıştırıcı ilaçlarla kısa süreli tedaviler uygulanmalıdır. Bir ülser oluşturmakla bizi uyaran bedenin bu tepkisinin mutlaka doğru yorumlanması gerekir. Tarafsız bir içebakış sonucunda kişi, anlamsız ve boş bir yaşam sürdürüp sürdürmediğini anlayabilir. Anlamlı bir yaşam sürdürebilme yolunda karşılaşılacak problemlerin çözümü için, pek çok yöntemden, örneğin basit gevşeme yöntemlerinden psikoterapiye kadar yararlanılabilir.

    Kediotu kökü ve mayıs papatyası eşit oranda karıştırılarak, gerginlik halini ortadan kaldıran etkili bir yatıştırıcı çay hazırlanabilir. Ayrıca, lavanta, ıhlamur ve oğulotu da bu amaç doğrultusunda kullanılabilecek bitkilerdendir.

    İncebağırsak iltihabı (Enteritis)

    İncebağırsağı etkileyen iltihabik bir süreçtir. İncebağırsağın bir bölümünde veya tümünde görülebilir. Etkilediği bölüm, onikiparmakbağırsağı iltihabı(Duodenitis), başbağırsak bölümü iltihabı(Jejunum) veya incebağırsağın son bölümünün iltihabı(İleitis), aynı yöntemle tedavi edilebilir. Bu tedavi yöntemi ise, onikiparmakbağırsağı ülserine karşı uygulanması önerilen yöntemdir. Bu bitki karışımına ısırganotu da eklendiğinde, iltihaplanma ve ağrı süreci kısalır.

    Özümleme problemleri (kötü ve yetersiz sindirim)

    Besinlerin tümünün veya yalnızca bazılarının (örneğin minerallerin) incebağırsak tarafından özümlenememesi hali, yaygın ama genellikle teşhis edilemeyen bir aksaklıktır. Bu durum, beslenme yetersizliği belirtilerine, belirgin mineral ve vitamin yetersizliğine, kansızlığa ve kilo kaybına, karın ağrılarına veya teşhisi kolay olmayan hastalıklara yol açabilir.

    Bu özümleme yetersizliği genellikle, bazı besin maddelerine karşı oluşan alerjik tepkilerin, bağırsak mukoza hücrelerini olumsuz etkilemesinden kaynaklanır. Bu tür alerjiler, örneğin tahıl alerjisinden kaynaklanan karın hastalıkları gibi belirgin olabilir veya hiçbir belirti vermeyebilirler. Ama özümleme yetersizliği ile ilgili en küçük bir kuşku duyulduğunda, alerjiye neden olabilecek besinlerin tüketilmesine son vermek gerekir. Pek çok besin maddesi alerjilere neden olabilir, ama artık, genelde alerjilere yol açan dört besin maddesi grubu çok iyi biliniyor. Yapışkan albümin içeren besin maddelerinden, özellikle rafine edilmemiş tahıl ürünlerinden kaçınmak gerekir. Süt ve peynir, tereyağı gibi süt ürünleri de çoklukla alerjilere yol açarlar. Yumurtanın yanı sıra, şeker ve şekerli ürünlere de dikkat edilmelidir. Sözü edilen bu besin maddeleri beslenme programından 2-3 hafta boyunca çıkarılıp, olası değişikliklerin gözlemlenmesi gerekir. Eğer olumlu değişiklikler saptanırsa, alerjiye yol açan besin maddesi veya maddeleri beslenme programından tümüyle çıkarılmalıdır. Hiçbir sakıncası olmayan bu basit yöntemle alerjiler kontrol altına alınabilir.

    Bağırsak mukoza hücrelerinin yatıştırılması, tedavi edilmesi veya yenilenmesi için, şifalı bitkilerden yararlanılabilir. Ebegümeci, keten tohumu, aynısafa, mayıs papatyası, hatmi kökü gibi bitkiler, mukoza koruyucu ve yatıştırıcı olarak kullanılabilir. İltihap giderici ve mukoza güçlendirici özellikleri ile, ceviz yaprağı, meşe kabuğu, eğir kökü kullanılabilir. Ayrıca bu amaçla, taze elma suyu bolca içilebilir. Gaz oluşumunu önleyici veya gaz söktürücü olarak, rezene, frenk kimyonu, mayıs papatyası ve şerbetçiotu anımsanmalıdır. Her şeyden önce de, bağırsak iltihabına karşı korunabilmek için, echinacea preparatları kullanımının en etkili yöntem olduğu unutulmamalıdır.

    Kalınbağırsak

    Kalınbağırsağın başlıca görevi, suyu ve mineralleri emmektir. Besin maddeleri, incebağırsakta özümlendiği için, kalınbağırsakta hemen hemen hiç veya çok az özümlenir.

    Körbağırsak iltihabı (Appendicitis)

    Körbağırsak apandisinin kronik ya da akut iltihabıdır. Bir nöbet biçiminde birden ortaya çıkan akut apandis iltihabı mutlaka tıbbi müdahale gerektirir; aksi halde, apandis duvarının yırtılması sonucunda, karın zarı iltihabı(Peritonitis) oluşabilir ve bu durumda ölüm tehlikesi söz konusudur.

    Kronik bir körbağırsak iltihabının belirtileri ise, yüksek ateş, mide bulantısı ve bazen kusma eşliğinde zaman zaman görülen, karnın alt sağ bölümündeki ağrılardır. Bu kronik rahatsızlık, şu bitki karışımı ile tedavi edilebilir: Böğürtlen yaprağı, mayıs papatyası, kekik, ısırganotu çok ince kıyılır ve eşit oranda iyice karıştırılır. Yarım veya bir tatlı kaşığı dolusu bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 8-10 dakika boyunca ağzı kapalı durumda demlendikten sonra süzülür. Güne 3-4 bardak bitki çayı, aç karnına veya öğün aralarında içilir.

    Ayrıca, iltihabın kurutulmasının hızlandırılması için, echinacea preparatları (draje veya tentür) kullanılmalıdır.

    Bölgedeki gerginliği azaltmak ve ağrıyı yatıştırmak için de, süt içinde pişirilen adaçayı yaprakları, bir tülbendin içine yatırılarak, dayanılabilecek sıcaklıkta kompres olarak, yatakta uygulanır.

    Hastalığa genelde kabızlık eşlik ettiği halde, müshil ilacı kullanımından kaçınılmalıdır, çünkü durumu kötüleştirebilir.

    Ani krizlerde doktora başvurmak gereği kesinlikle unutulmamalıdır!

    Kalınbağırsak iltihabı (Kolitis)

    Kolit, sindirim sisteminin bu organında en sık görülen hastalıktır. Yoğunluğu ve belirtileri, iltihaplanmanın derecesine bağlıdır. Belirtiler kişilerin özelliklerine göre değişebilir ama genelde, ishal ve kabızlık arasında sürekli değişimler, hareketliliğin azalması ve depresyon sıklıkla görülür. Şiddetli ağrılara yol açabilen bu hastalık, şifalı bitki kullanımı ve uygun beslenme diyetleri ile kısa sürede tedavi edilebilir. Uygun bitki karışımı aşağıdaki gibi olabilir: Hatmi kökü 2 ölçek, civanperçemi 2 ölçek, mürver çiçeği 1 ölçek, mayıs papatyası 1 ölçek, aynısafa(veya ısırganotu) 1 ölçek. Bitkiler çok ince kıyılarak ölçülür ve iyice karıştırılır. Yarım veya bir tatlı kaşığı dolusu bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 8-10 dakika üstü kapalı biçimde demlendikten sonra süzülür. Günde 3-4 bardak bitki çayı, aç karnına veya öğün aralarında içilir.

    Ayrıca, günde 6 yudum eğir kökü çayı, yemeklerden önce ve sonra birer yudum olmak üzere içilmelidir.

    Taze lahana özsuyu kullanımı da tedavi süresinin kısalmasına ayrıca katkıda bulunabilir( onikiparmakbağırsağı ülseri bölümüne bakın).

    Bağırsak mukozasını sıklaştırıcı, güçlendirici olarak, meşe kabuğu veya ceviz yaprağı çayı da kullanılabilir. Ayrıca, iltihabın kurutulmasında başlıca rolü üstlenebilecek olan, echinacea preparatlarının kullanımı da ihmal edilmemelidir.

    Hastalığın nedenleri arasında stres ve korku da bulunuyorsa, bitki karışımına, sinir sistemini yatıştırıcı bitkilerden kediotu kökü, sarı kantaron ve ıhlamur da eklenebilir. Alerjen etkileri veya içerdikleri katkı maddeleri nedeniyle bağırsakları tahriş edebilecek besinlerden kaçınmak gerekir. Fiziksel tahrişler de, posalı ve lifli besinlerden kaçınılarak önlenebilir. Çilek ve böğürtlen türü meyveler, fındık-fıstık türü kuruyemişler ve (lahana türü) lifli sebzelerin yemeklerinden veya salatalarından kaçınılmalıdır. Çok sıcak ve çok soğuk yiyeceklerden ve içeceklerden de (sıcak çay-kahve, dondurma, bira) kaçınılmalı, alınan tüm besinlerin beden ısısına uygun olmasına özen gösterilmelidir.

    Alkol, sirke ve turşular, etkili baharatlar ve peynirler, yağda kızartılmış yemeklerden uzak durulmalıdır.

    İnek sütü ve süt ürünleri, kalınbağırsakta alerjiye yol açan başlıca besinlerdendir. Kahve ve fazla yağlı et ürünlerinden de kaçınılmalıdır. Eğer süt içmek ille de gerekiyorsa, keçi sütü veya soya sütü kullanılmalıdır. Yenebilecek besin maddeleri ise, yumurta, hafif ve kolay sindirilebilen et türleri, balık, karaciğer, kümes hayvanları, çorbalar, az pişmiş sebze ve meyveler (muz çiğ yenebilir), rafine edilmemiş beyaz un ürünleri, ince öğütülmüş tahıl ürünleri ve en başta gelen diyet yemeği olarak, yulaf lapası.

    Gün boyunca pek çok kere azar azar yemek, günde 3 kere fazlaca yemekten daha doğrudur. Akut iltihap süresince bu diyetin uygulanması gerekir. Belirtiler azaldıkça, posalı ve lifli besinler kademeli olarak beslenme programına alınabilir. Tahriş edici kimyasallar ve alerjiye yol açan besinler, beslenme programından tümüyle çıkarılmalıdır.

    Divertikül iltihabı (Divertikulitis)

    İçinde yaşadığımız uygar dünyada genellikle tüketiciye sunulan sağlıksız beslenme biçimleri nedeniyle, özellikle bağırsak duvarları hastalıklara yatkın hale gelmiştir. Bu zafiyet, bağırsak duvarlarında, divertikül adı verilen, kese biçiminde çıkıntılar oluşmasına yol açmaktadır. En çok görüldüğü yerler ince ve kalınbağırsaktır. Genelde küçük ve az sayıda kesecikler oluşmakta, ama bazen de çok sayıda ve büyük keseler oluşabilmektedir. Bu keseler genelde pek az veya hiçbir sıkıntıya yol açmayabilirler, ama bir iltihap odağı haline gelebilir ve içlerinde atık maddeler biriktirebilirler de. Bir iltihaplanma başladığında, bol posalı veya sindirimi mümkün olmayan (örneğin domates kabuğu) maddeler ağrılara ve rahatsızlıklara yol açabilir.

    Divertikül iltihapları, bir şifalı bitkiler karışımı ve beslenme diyeti uygulamasıyla tedavi edilebilir. Etkili bir karışım aşağıdaki gibi olabilir: Isırganotu 2 ölçek, hatmi kökü 2 ölçek, mayıs papatyası 1 ölçek, eğir kökü 1 ölçek, civanperçemi 1 ölçek.

    Bitkiler ayrı ayrı çok ince kıyılarak ölçülür ve iyice karıştırılır. Yarım veya bir tatlı kaşığı bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10 dakika boyunca üstü kapalı olarak demlendikten sonra süzülür. Günde 3 bardak çay, yemeklerden yarım saat önce, tatlandırılmadan içilir. Divertikül iltihabına gaz şişkinliği de eşlik ediyorsa, karışıma 1 ölçek zencefil, rezene veya frenk kimyonu da eklenebilir. Kabızlık durumunda ise, 1 ölçek de sinameki yaprağı eklenir. Diyet konusu ise ilginçtir: Hastalık posasız ve lifsiz besin tüketiminden kaynaklandığı halde, akut iltihap durumunda, posalı ve lifli besinlerden kaçınmak gerekir, çünkü bunlar hastalığın durumunu kötüleştirebilirler. Uygulanacak beslenme diyeti, daha çok mukoza koruyucu, örneğin yulaf lapası türü besinlerden oluşmalıdır. Ancak iltihaplanma kontrol altına alındıktan sonra normal bir beslenme programı uygulanmalıdır. Divertikül iltihabının kontrol altında tutulabilmesi ise, ancak doğal ve sağlıklı bir beslenme biçimiyle mümkündür.

    Basur (Hemoroit)

    Basur, düzbağırsağın(rektum) ve anüsün çok rahatsızlık verici bir hastalığıdır. Düzbağırsağın içinde veya anüsün dışında oluşabilir. Şifalı bitkilerle içten ve dıştan yapılan tedavilerde genelde başarılı sonuçlar alınabilir. Ama her şeye rağmen, hastalığın kaynağının teşhis edilerek öncelikle tedavisi şarttır. Eğer bu temel tedavi yapılmazsa, basurlar hep yeniden oluşacaktır. Hastalığın nedeni, öncelikle, daha önceki bölümlerde ele aldığımız, kronik kabızlıktır. Hastalığın oluşmasındaki ikinci önemli neden ise, karaciğer fonksiyon bozukluklarıdır. Ayrıca gebelik döneminde altkarında kan dolaşımı yetersizliğinden, hareketsizlikten veya şişmanlıktan da kaynaklanabilir. Kan damarı duvarlarının kalıtımsal zayıflığı nedeniyle de basur memeleri oluşabilir. Bu memelerin patlaması sonucunda açık kırmızı renkli kan görülür. Bu kanın gerçekten de basurdan kaynaklanıp kaynaklanmadığının bir uzman doktor tarafından mutlaka teşhis edilmesi gerekir. Böylece, kötü karakterli bir hastalık kuşkusundan da kurtulunmuş olur. Doktora gitmekten çekinmek hiçbir yarar sağlamaz, ama kötü karakterli hastalıkların erken teşhis edilebilme şansı elden kaçırılmış olabilir.

    Uzun süre oturulduğunda, oturulan bölgeye kan hücum eder. Bu durum, kabızlıkla birlikte basur oluşumuna yol açar. Acaba bu duruma karşı neler yapılmalıdır? Açık havada yürüyüş veya hafif sporlar ve yüzme, altkarın bölgesinin kan dolaşımını uyarır. Ayrıca kabızlığa karşı da önlemler alınmalıdır. Buğday kepeği, keten tohumu unu, siyah ekmek, bal, bol miktarda sebze ve pirinç harikalar yaratabilir. Anüs kaslarını çalıştırınız. Böylece damarlarda birikmiş olan kanı dağıtabilirsiniz: Günde pek çok kere, anüs kaslarını birkaç saniye boyunca sıkınız ve bu hareketi en azından 20 kere yineleyiniz. Her dışkılamadan sonra anüsü bol suyla yıkayıp, yumuşak tuvalet kağıdı ile kurulayınız. Soğuk suda oturma banyoları, mayıs papatyası ve atkuyruğu kaynama suyu ile hazırlanan soğuk oturma banyoları rahatlatıcıdır.

    Basurlar, özellikle karaciğer hastalıkları ile birlikte görüldüğünde, başka bir açıdan ele alınmalıdır. Örneğin siroz hastalığında olduğu gibi, karaciğerde kan birikimi oluştuğunda, kan basıncı bağırsaklara doğru yönelir ve düzbağırsak damarları kanla dolarak şişer. Kapı toplardamarında (vena portea) oluşan bu yüksek basınç nedeniyle, anüs mukozası yüzeyinde veya anüs kanalı içinde basur memeleri oluşur. Basurlarından kurtulmak isteyen kişi, bu oluşumun kaynağını araştırmalı ve belki de kapı toplardamarında oluşan basıncın azaltılması yönünde adımlar atmalıdır. Bu konuda tabii ki bir uzman doktorun görüşünün alınması gerekir. Uygulanacak olan tıbbi tedavi, basit bir yöntemle de desteklenebilir: Sabah ve akşam yemeklerinden önce 10-15 damla atkestanesi tentürü, biraz suya karıştırılarak alınır.

    Kan birikimlerinin harekete geçirilmesi için, hindiba çayı günde 2-3 bardak içilebilir. Lokal tedavi olarak, meşe kabuğu veya ceviz yaprağı kaynama suyu ile uygulanan lavmanlar veya kompresler çok büyük rahatlıklar sağlayabilir, ama önce bağırsakların boşaltılması gerekir. Başka bir tedavi biçiminde de uzun süre boyunca, gün aşırı değişimle, beyaz ballıbaba yaprağı, ahududu yaprağı veya böğürtlen yaprağı çayından günde 2 bardak içilir. Ayrıca, uzun süreli kullanımlarda civanperçemi çayı da kendisini kanıtlamıştır. Rahatsızlıklar sona erene kadar bu çay kürlerinin sürdürülmesi gerekir.

    Tuzlu suyla hazırlanan mayıs papatyası buğu banyosunun üstünde 10-15 dakika kadar oturduktan sonra, kantaron yağı emdirilmiş bir pamuk, büzgen kasın sonuna kadar ulaşmak üzere, anüsten içeri sokulur. Böylece, dışkılamada rahatlık sağlanmış ve olası mukoza çatlakları önlenmiş olur.

    Anüse sürülebilecek veya kompresler yapılabilecek bir merhemi herkes hazırlayabilir: 100g içyağında 20g kurutulmuş çobançantası kısaca kızartılır ve serin bir yere kaldırılır. Ertesi gün yağ tekrar ısıtılır ve tülbentten geçirilerek süzülür. Buzdolabında saklanmalıdır.

    Uzun süreli uygulamalar: Isırganotu, ahududu veya böğürtlen yaprağı çayı, dönüşümlü olarak ve balla tatlandırılarak içilebilir. Bolca çiçek balı tüketimi yararlı olur. Veya hindiba, ısırganotu, sinirliot eşit karışımının çayı günde 3 bardak içilir ve aynı zamanda da atkuyruğu veya atkestanesi yaprağı oturma banyoları alınabilir.

    Karaciğer ve Safrakesesi

    Karaciğer, insan bedenindeki en büyük organdır ve tüm fiziksel işlemlerde doğrudan veya dolaylı olarak pay sahibidir. Sindirim sistemindeki işlevi ise çok önemlidir; örneğin, safra sıvılarının onikiparmakbağırsağı yoluyla sindirim sistemine girmesini sağlar. Bu olağanüstü organla ilgili ayrıntılara girmekten çok, kısaca onun işlevlerine değinerek, sağlıklı bir karaciğerin bedenimiz için ne denli önemli olduğunu anlamaya çalışacağız.

    Karaciğer, karbonhidrat metabolizmasına katılır ve kan şekeri düzeyini denetleyen en önemli organdır. Protein metabolizmasında aminlerin uzaklaştırılması(Deaminasyon), amin grubunun yer değiştirmesi(Transaminasyon), aminoasit dönüşümü, protein bireşimlenmesi (albümin, fibrinojen, protrombin ve kan pıhtılaşmasında rol oynayan öteki etkenler), protein metabolizmasının son ürünü olan üre bireşimlenmesi gibi görevleri üstlenmiştir. Yağ metabolizmasında ise, trigliserit, fosfolipit ve kolesterol bireşimlenmesi karaciğer tarafından gerçekleştirilir. Bunlara ek olarak karaciğer, vitamin metabolizmasına da katılır. Bu etkinlikleri çerçevesinde, öncelikli olarak bir arıtma organı işlevini de üstlenmiştir. Metabolizma süreci sonunda açığa çıkan ya da dışarıdan alınan (ilaç, zehir) zararlı maddelerin bedenden atılması karaciğerin etkinliği ile gerçekleşir. Bu etkinlik hormonların, özellikle de östrojen gibi steroit hormonların bedenden atılmasını sağlar. Karaciğer hastalıklarında bedenden atılamayan östrojen, erkeklerde kadınlaşma belirtilerinin görülmesine yol açar. Sağlıklı karaciğer, bağışıklık sistemine de etkin bir biçimde katılır.

    Bu olağanüstü organ, uyuşturucular, kimyasal maddeler, çevresel zehirler, yapay besin katkıları ve tehlike yaratabilecek her türlü zararlı maddeden arındırır bedenimizi. Karaciğeri en fazla yoran da, öncelikle bu tür işlevlerdir.

    Özetlenerek belirtilmeye çalışılan bu birkaç örnek, sağlıklı bir kan yapısı, iç salgıbezi sistemi, sindirim işlevi ve genel metabolizma açısından karaciğerin öneminin anlaşılmasına yetecektir. Çeşitli bedensel işlevle yakından bağıntılı olduğu için, her tür aksaklık ve hastalık, karaciğeri ve onun işlevlerini etkiler. Bu bağlamda, karaciğerin herhangi bir işlevsel aksaklığı da bedenin herhangi bir yerinde belirtiler gösterir, örneğin deri problemleri gibi.

    Karaciğer güçlendirici bitkilerle karaciğer desteklenebilir. Önem sırasına göre bu bitkiler: Devedikeni tohumu, hindiba, kara turp, mübarekdikeni, civanperçemi, kırlangıçotu, eğir kökü, pelinotu, küçük kantaron, mayıs papatyası, adaçayı, ısırganotu, frenk kimyonu.

    Belirgin bir hastalık söz konusu olmasa bile, genelde karaciğerin desteklenmesi gerekir. Karaciğer kökenli işlevsel aksaklıklarla sıkça karşılaşılır. Halk arasında, ilkbahar temizliği anlamında uygulanan şifalı bitki kürlerinde kullanılan bitki karışımlarının temelini, karaciğeri uyarıcı ve güçlendirici bitkiler oluşturur. Böylece karaciğer, vitamin açısından pek zengin olmayan kışlık besinlerden sonra, ilkbaharda temizlenir, güçlenir ve genel sağlığı kolaylıkla destekleyebilecek güce ulaşır. Gelişmiş ülkelerde beslenme biçimi yıl boyunca her mevsimde dengeli ve besleyici olabilir, ama tüketilen bu besinler genellikle kimyasal maddelerle zehirlenmiş olur ve bu durumla başa çıkabilmeye çalışan organizma çetin problemlerle karşılaşır. Bu yüzden, yılın her mevsiminde bir bedensel ilkbahar temizliği yapılmalıdır.

    Öncelikle yapılması gereken, karaciğeri ve tüm sindirim sistemini, centiyane kökü, eğir kökü, pelinotu gibi, acı maddeler içeren bitkilerle desteklemektir. Yukarıda belirtilmiş olan, karaciğer güçlendirici bitkilerle, karaciğer bilinçli olarak temizlenmelidir. Bu bitkiler arasında, geniş etki alanı ve basit kullanım biçimi nedeniyle, hindiba ve kara turp ön planda gelir. Hindiba kökü ve yaprakları, aynı zamanda böbrekleri uyararak, bu organın da yardımıyla tüm bedenin temizlenmesini sağlayabilen, olağanüstü bir karaciğer güçlendiricidir. Karaciğere uygulanan bu tedavi sırasında, mide de centiyane kökü, küçük kantaron, mayıs papatyası gibi bitkilerle güçlendirilmelidir. Aynı doğrultuda, sistemin desteklenmesi gereken öteki organları da göz önünde bulundurulmalıdır. Etkili bir karaciğer güçlendirici bitki karışımı: Hindiba 2 ölçü, civanperçemi 1 ölçü, eğir kökü 1 ölçü, adaçayı 1 ölçü, mayıs papatyası 1 ölçü.

    Bitkiler çok ince kıyılarak ölçülür ve iyice karıştırılır. Yarım veya bir tatlı kaşığı bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Yemeklerden sonra 1 bardak olmak üzere, günde 3 bardak çay içilir.

    Karaciğer ve safrakesesi diyeti

    Karaciğer ve safrakesesi ile ilgili her türlü problemde, katı bir beslenme diyeti uygulanması kaçınılmazdır. Bu tür bir diyetle varılan öncelikli sonuç, sindirim nedeniyle oluşacak yükten karaciğeri korumak ve gereksiz ağrıların oluşmasını önlemektir. Bu tür bir diyetin temel kuralları ise oldukça basittir: Yağda ve ateşte kızartılanların tümü, ağır salçalı yağlı yemekler ve yağ, alkollü içkiler, turşular, konserveler kesinlikle tüketilmemelidir.

    Sarılık (İkterus)

    Sarılık bir hastalık değil, bir hastalık belirtisidir. Belirttiği hastalık ise, herhangi bir nedenden ötürü karaciğerde biriken safranın kana karışmaya başlamış olmasıdır. Bu oluşumun nedeni, yoğun kimyasal madde alımı, bir enfeksiyon veya organik bir bozukluk olabilir ve uzman doktor bu nedeni teşhis ederek tedaviyi başlatır. Bu rahatsızlığı başlatan neden ne olursa olsun, sarılık sürecinin kısalmasını sağlayabilecek bitki karışımları ile tıbbi tedavi desteklenebilir:

    Hindiba 2 ölçü, aynısafa 2 ölçü, rezene 1 ölçü, pelinotu bir ölçü, andızotu kökü 1 ölçü, devedikeni tohumu 1 ölçü.

    Bitkiler ve kökler çok ince kıyılır, ölçülür ve iyice karıştırılır. Bir tatlı kaşığı bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür ve balla tatlandırılır. Şeker hastaları tatlandırmaz. Sarılık devam ettiği sürece, 2 saatte bir yarım bardak içilir.

    Safrakesesi iltihabı

    Çok acı çektirebilen bu hastalık, şifalı bitki tedavisine genelde çok olumlu yanıt verir. Karaciğer ve safrakesesi beslenme diyetine bu durumda da kesinlikle uyulması gerekir. İltihabı ve ağrıyı yatıştırıcı bitki karışımı aşağıdaki gibi olabilir:

    Hindiba(kök ve yaprak) 2 ölçü, hatmi kökü 2 ölçü, ısırganotı 1 ölçü, pelinotu 1 ölçü, civanperçemi 1 ölçü, nane 1 ölçü.

    Bitkiler ve kökler çok ince kıyılarak ölçülür ve iyice karıştırılır. Bir yemek kaşığı dolusu bitki, akşamdan 1 bardak soğuk suya eklenir, ertesi sabah süzülür ve gün boyunca yudumlanarak içilir (gün boyunca 2 bardak da olabilir).

    Kara turp özsuyu, safrakesesi ve safra yolları iltihabını yatıştırabilir. Başlangıçta, günde 100g taze sıkılmış kara turp özsuyu gün boyuna yayılarak yudumlanır ve kademeli olarak 300g’a kadar çıkarıldıktan sonra, yine kademeli olarak 100g’a dönülür. Bu özsu kürü 14 gün içinde tamamlanır. Kara turp özsuyu her gün taze hazırlanır.

    Ayrıca, safrakesesi bölgesine uygulanan İsveç Şurubu kompresleri, özellikle ağrı krizlerinde fevkalade rahatlatıcı olabilir.

    Tedavi süresinin kısaltılabilmesi için, Echinacea preparatları kullanımı çok yararlı olacaktır.

    Safrakesesi taşları

    Safrakesesi taşlarının oluşum aşamaları ve nedenleri henüz yeterince açıklığa kavuşturulamamıştır. Bazı durumlarda şifalı bitkilerle neredeyse hiçbir ağrıya yol açmadan, taşların düşürülebilmesi sağlanabilir. Ama bu tür tedaviler sırasında, ‘yerinden memnun’ bazı iri taşlar da harekete geçip, safra yolunu tıkayabilirler. Hal böyle iken, yine de doktor onayı ile, bazı yöntemler denenebilir.

    Rendelenen kara turp balla karıştırılarak, bir kabın üstüne yerleştirilen süzgece aktarılır. Bir süre sonra ballı turp özsuyu alttaki kaba süzülmeye başlayacaktır. Gün boyuna yayarak, turp suyu kaşıkla içilir. Rahatlama hissedildikçe turp suyu içimi de kademeli olarak azaltılır.

    İki tatlı kaşığı dolusu ince kıyılmış ısırganotu, 1 bardak sütte 2-3 dakika hafifçe kaynatılır, 10 dakika boyunca demlendirilir ve süzülür. Günde 2 bardak ısırgan sütü, sabahları ve akşamları içilir.

    Zeytinyağı kürü de rahatlatıcıdır. Sabahları aç karnına nane çayı ile ağız iyice çalkalanır, sonra 1 yemek kaşığı dolusu zeytinyağı biraz limon suyu ile birlikte içilir ve hemen ardından da sıcak nane çayı içilir. Ardından da, safrakesesi bölgesine yarım saat süreli kuru-sıcak kompres uygulanır. Zeytinyağı her gün 1 kaşık arttırılır ve altıncı gün 6 kaşık zeytinyağı ile küre son verilir. Bu kürün üç ayda bir uygulanması önerilir.

    Soğan özsuyu da yardımcı olabilir. İri bir soğanın özsuyu çıkarılır ve içine biraz pudra şekeri eklenir. İlk gün, bu şekerli soğan özsuyundan saat başında yarım tatlı kaşığı, ikinci gün 2 saatte bir 2 tatlı kaşığı, üçüncü gün 3 saatte bir yarım tatlı kaşığı içilir. Bu kür aralıklarla yinelenebilir.

    Safrakesesinden kaynaklanan ağrılara ve mide bulantılarına karşı en etkili ilaç, nane çayıdır.

    Eğer sinir sistemi de stres altında ise, kediotu kökü gibi sinir sistemini yatıştırıcı bitkilerin kullanılması doğru olur.

  7. #7

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    SİNİR SİSTEMİ

    Varlığımızın ruhsal ve fiziksel parçalarının oluşturduğu bütünlük, hiçbir beden sisteminde, sinir sistemindeki kadar belirgin değildir. Sinir sisteminin, fiziksel bedenin bir parçası oluşu gibi, tüm ruhsal işlemlerin sinir sisteminde gerçekleştiği de bilinen bir olgudur. Bu nedenle, fiziksel rahatsızlıklar ve hastalıklar ruhsal rahatsızlık belirtileri oluşturabilir; aynı biçimde ruhsal rahatsızlıklar ve hastalıklar da fiziksel belirtiler oluşmasına yol açabilir.

    Bu karşılıklı etkileşimi, tedavide bedeni bir bütün olarak gören fitoterapi bilimi(bitkisel tedavi) kabul eder; sinir dokusunun ve onun işlevlerinin, bedenin tedavisinde çok önemli roller üstlendiğini varsayar.

    Hastalıkları, hastalığı doğuran etkiden farklı etkileri uyararak tedavi eden bilimsel tıp ise, ruhsal problemleri yalnızca biyokimyasal alana indirgeyerek, uygun ilaçların problemi çözeceğini veya en azından normal bir yaşam sürdürülebilmesi için gereken şartların oluşturulabileceğini kabul eder.

    İlginçtir ama, alternatif tıpta uygulanan pek çok tedavi yönteminde, fiziksel hastalıkların büyük bir çoğunluğunun ruhsal problemlerden kaynaklandığı ve bedensel problemlerin büyük bir çoğunluğunun da ruhsal tedaviden geçtiğine inanılır.

    Bu değişik görüş açıları bir araya getirildiğinde, bedensel ve ruhsal boyutun bir bütün olarak değerlendirilmesinin gerekliliği açıkça görülür. Tüm bedenin bir parçası olarak, sinir sistemini tedavi edebilir, besleyebilir, güçlendirebilir ve böylece ruhsal dengeyi destekleyebiliriz. Tam anlamıyla sağlıklı olabilmek için, doğru beslenip ölçülü bir yaşam biçimi seçerek bedensel dengemizi korumamız gerekir. Ama aynı bağlamda, moral ve duygusallık dengesini oluşturmakla görevli olduğumuzu da unutmamalıyız. İçinde bulunduğumuz duygusal ortam rahatlatıcı ve yararlı olmalı, duygulanımda dengeye katkı sağlamalıdır. Düşüncelerimiz yaratıcı ve yaşatıcı olmalı, sezgi ve hayal gücünün engelsiz akımı sağlanabilmeli, kuralların sınırları içinde donup kalmamalarına özen gösterilmelidir. Ruhsal enerjimizin özgürce akışına açık olmalıyız, çünkü bu enerji akımı sağlanamadıkça sağlıklı olabilmek mümkün değildir.

    Bu bağlamda bedende ortaya çıkan her hastalığın, duygu, düşünce ve algılamakla bağıntılı oluşu görmezden gelinemez. Ayrıca, büyük bir bütünün bir parçası, yani insanlığın bir parçası olduğumuzu unutmamamız gerekir. Böylece, insanlığın tüm hastalıkları ile de ilişki içindeyiz ve doğrudan kontrol edemeyeceğimiz bir etkiler ve nedenler denizinde yüzmekteyiz. Özellikle batılı ülkelerde karşılaşılan çok çeşitli nevrozlar, anormal bir çevreye gösterilen tepkiler, yani hastalıklı bir toplumun çılgınlıklarına karşı gösterilen sağlıklı ruhsal tepkilerdir.

    Duruma bu açıdan bakıldığında, eğer hastalık gerçekte toplumsal bir hastalığın yansıması ise, kişisel hastalıkların tedavisinde bazı sınırların aşılamaması normaldir. Sona ermekte olan Yirminci Yüzyılda bir iyileştirici(hekim) olmak, aynı zamanda olagelenlerin tümünü anlayabilmek ve bir anlamda politik bir gözlemci veya aktif politikacı olmak anlamına da geliyor. Bizim sağlıklı olabilmemiz için, toplumumuzun sağlıklı olması gerekir. Toplumumuzun sağlıklı olabilmesi için, bizim sağlıklı olmamız gerekir. En yüksek amaçlarımızı toplumumuzun yansıtabilmesi için, birey olarak bizler bu amaçlar doğrultusunda çaba göstermeli ve bu amaçları çevremize yansıtabilmeliyiz.

    İnsanlığın kendine yardım edebilmesi için, şifalı bitkilerle tedavi bilimi, insanoğlunun sinir sisteminin desteklenmesinde güvenilir bir araç olabilir. Çünkü bu araç, kişinin kendi bütünlüğünü algılayabilmesi için bedensel ve ruhsal alanda yardımcı olabilen en etkili ve en zararsız yöntemleri içerir.

    Sinir Sistemi İle İlgili Şifalı Bitkiler

    Uyarıcı ve yatıştırıcı özelliklerinin yanı sıra, şifalı bitkiler, sinir sistemine yardımcı olabilecek daha başka etkilere de sahiptirler.

    Sinir sistemini güçlendirici ilaçlar

    Fitoterapi biliminin bu alanda kullanıma sunduğu belki de en önemli katkı, sinir sisteminin güçlendirilmesi ve beslenmesidir. Şoke olma durumunda, stres veya sinir zafiyetinde güçlendirici bitkiler, sinir hücrelerini doğrudan güçlendirir ve besler; korkuları veya depresyonları yatıştırmak için, yatıştırıcı türü ilaçların alınmasına hiç gerek yoktur. Pek çok sinirsel probleme karşı kullanılabilen, sinir sistemini güçlendirici ilaçların değeri ölçülemez.

    Belki şaşırtıcıdır ama, sinir hücrelerinin güçlendirilmesi konusunda kullanım alanları ve etkileri bakımından en önde geleni yulaf bitkisidir. Tentür, çay ve banyo katkısı olarak yalnız başına, eğer gerekiyorsa uyarıcı veya yatıştırıcı bitkilerin tentürlerine veya çaylarına eklenerek kullanılabilir, hatta doğrudan yenebilir de!

    Ayrıca yatıştırıcı özellikler de içeren, sinir sistemini güçlendirici ilaçların başlıcaları: Sarı kantaron, kediotu kökü, arslankuyruğu, şerbetçiotu, mayıs papatyası, adaçayı, kekik, civanperçemi, kereviz yaprağı, lavanta. Stresten kaynaklanan problemlerde en etkili olanı ise kediotu köküdür.

    Sinir sistemini yatıştırıcı ilaçlar

    Stres ve gerginlikten kaynaklanan sinirsel rahatsızlıkların tedavisinde, sinir sistemini yatıştırıcı bitkiler çok başarılıdır. Sinir sistemini yatıştırıcılık açısından tipik olan bitkiler: Kediotu kökü, sarı kantaron, arslankuyruğu, yulaf, mayıs papatyası, lavanta, ıhlamur, ökseotu, oğulotu, nane.

    Bu listede görüldüğü gibi, bazı yatıştırıcı bitkiler başka özelliklere de sahiptirler.

    Doğrudan merkez sinir sistemini etkileyen bitkilerin yanı sıra, (çevrel sinir sistemini ve kas dokularını etkileyen) kramp çözücü bitkilerle de dolaylı yatıştırıcı etki sağlanarak, sistemin bütünü etki altına alınabilir. Bedensel gerginlik çözüldüğünde, ruhsal gerginliğin çözülmesi de kolaylaşacaktır.

    Sinir ilaçlarının yanı sıra mukoza koruyucu ilaçlar da yararlı olur, çünkü onlar dokuları yatıştırabilir ve bu yolla tedaviyi destekleyebilirler.

    Sinir sistemini uyarıcı bitkiler

    Sinir hücrelerinin doğrudan uyarılması gereği sıkça rastlanan bir durum değildir. Ama gerektiğinde bu amaç doğrultusunda, bedensel hareketliliği arttırabilmek için sinir sistemini güçlendirici ve hatta sindirim sistemini uyarıcı ilaçlar kullanılabilir. Bu ilaçlar bedensel uyumu destekleyecek ve böylece sinir sistemini uyarıcı ilaçların etki süresini büyük ölçüde aşan, uzun süreli bir genel etki sağlayabileceklerdir.

    Ama yine de sinir sistemini doğrudan uyarmak gerektiğinde, bu amaca en uygun bitkiler: Mate(Paraguay çayı), kahve ve koyu çay. Ama yaygınlıkla kullanılan bu ilaçların, örneğin korku ve gerginlik durumları gibi psikolojik yan etkiler içerdikleri unutulmamalıdır.

    Uçucu yağlar içeren bazı aromalı bitkiler de sinir sistemini uyarıcı olarak kullanılabilir; nane en uygun ve etkili olanıdır.

    Sinir Sisteminin Hastalık Belirtileri

    Çeşitli hastalık süreçleri sonucunda ortaya çıkabilen ve tipik bir hastalık tablosunu çizecek biçimde birbirleriyle ilişkili görünen belirtilerin tümü, sendrom olarak adlandırılır. Bilimsel tıp, psikosomatik ve somatik(bedensel) hastalık belirtilerinin arasındaki ilişkiyi gözlemleyerek, psikolojik ve fiziksel hastalıkların kaynağını teşhis eder. Psikolojik etkenler fizyolojik belirtilere yol açabilir veya fizyolojik rahatsızlıkları olumsuz etkileyebilir; aynı bağlamda, fizyolojik etkenler de psikolojik durumu etkileyebilir. Ama herhalde, her hastalığın, beden-akıl-maneviyat arasındaki derin ilişkinin etkisinden kaynaklandığını varsaymak daha ölçülü bir yaklaşım olurdu. Bu doğrultuda, bir hastalığın tedavisinin sinir ilaçları ile desteklenmesi gerektiğinde, bu karmaşık etkileşimin göz önünde bulundurulması gerekir.

    Pek çok hastalık nevraljik belirtiler göstermedikleri halde, sinir sistemi ile çok yakın bir ilişki içindedir. Genelde bu tür hastalıklar, tüm sinir sisteminin güçlendirilmesi yoluyla tedavi edilebilir. Bu tanıma uyacak örnek hastalıkların bazıları:

    -Kan dolaşımı sistemi: Yüksek kan basıncı ve koroner atardamar hastalıkları

    -Solunum sistemi: Astım ve saman nezlesi

    -Sindirim sistemi: Mide ve bağırsak ülserleri, bağırsak düzensizlikleri, şişkinlik ve sindirim aksaklıkları

    -Deri: Deri problemleri

    -Salgı sistemi: Tiroit problemleri ve iç salgı sistemi rahatsızlıkları (endokrin sistem)

    -Cinsel sistem: Menopozla ilgili çeşitli rahatsızlıklar

    Yukarıda adı geçen hastalık durumlarında sinir ilaçları genellikle gereklidir, ama bu gereklilik hastalıkların ille de sinirsel kökenli oldukları anlamına gelmez. Burada hedeflenen amaç, sinir sisteminin desteklenmesi yoluyla bedenin tümünü sağlıklı kılabilmektir.

    Sinir sistemini gözden geçirirken, hastalıklara oranla neden daha ziyade rahatsızlıklarla ilişkilendirilme eğiliminde olduğumuz açıkça anlaşılabilir. Ama bunu anlayabilmek için, tüm bedenin kusursuz işleyişinin, uyumun ve enerji akımının kısıtlanmamış oluşunun önemli bir göstergesi olduğunu anlayabilmek gerekir. Rahatsızlık ve hastalığa bu açıdan bakabilmek, bedeni ve ruhu birbirinden ayırmadan psikolojik ve nevraljik problemlerin ayırdına varabilme yetisini kazandırır kişiye!

    Psikolojik rahatsızlıklar

    Toplumumuz kuşkuculuk, korku ve yabancılaşma ve kaba güç kullanımı gibi sıkıntılarla karşı karşıyadır. Bu gerçek, pek çok doktor dosyasının stres kaynaklı bir hastalıklar dalgasına neden kapılmış olduğunu anlamamıza yardımcı olabilir belki.

    Stres

    Her tür kızgınlık ve iç dünyamızdaki veya çevremizdeki her değişiklik, eğer içsel uyumumuzu ve psikolojik dengemizi(homeostaz) bozuyorsa, stres olarak tanımlanabilir. Bu durum çalışma şartlarına, özel ilişkilere ve sağlık problemlerine, hatta hava durumuna kadar uzanan etkenlerden kaynaklanabilir. Beden her türlü strese karşı benzer nitelikli tepkiler gösterir; hormon salgılarında değişiklik ve davranış biçiminde değişiklik.

    Günümüzün kentsel yaşam biçiminde ayakta kalabilmek için, belirli ölçülerde streslere göğüs germek kaçınılmaz olabiliyor: Ancak bu ölçü, sağlıklı ve hatta yararlı olma sınırlarını aşarak, rahatsız edici boyutlara ulaştığında, problemler başlıyor.

    Bu tanımlamaya göre, stresin doğrudan tedavi edilebilmesi mümkün değil, çünkü o, yaşanan olaylara karşı oluşan doğal bir tepki. Ama bedene gösterdiği tepkiler bağlamında yardım edilebilir. Bu yardım, şifalı bitkiler ve vitaminlerle gerçekleştirilebilir, ama gevşeme alıştırmaları sayesinde, kendini toparlayabilmesi için bedeni desteklemek çok daha önemlidir. Ayrıca, strese yol açan olayların yeniden gözden geçirilmesi doğru olur. Böylece, bedensel tepki bir eyleme dönüşmeden bu olası eylemin biçimi değiştirilebilir.

    Stres, sürekli rahatsızlıklara yol açtığında çok yönlü bir tedavi başlatmak gerekir. Öncelikle uygun bir beslenme programı hazırlanmalıdır. Genellikle de, bedenin ayrıca C Vitamini ve B Vitamini kompleksleri ile desteklenmesi gerekebilir, çünkü stres altındaki kişi için bu vitaminler gereklidir.

    Sinir ilaçları, sinir sistemini besler ve güçlendirirler. En etkili olanları, yulaf, arslankuyruğu, kereviz yaprağı, sarı kantaron, oğulotu, mayıs papatyası, kediotu kökü. Ayrıca, Uzak Doğu kökenli ginseng de stresle başa çıkabilmekte çok başarılı olan bir bitkidir, ama bitki kökünün veya güvenilir preparatlarının uzunca bir süre kullanılması gerekir.

    Korku durumu

    Hayatımız boyunca hepimiz öyle veya böyle korku duygusunu mutlaka tatmışızdır. Yakın çevremizdeki ürkütücü bir problemden kaynaklanan bu duygu genellikle kısa sürer. Ama bazen de düşüncelerimizi ve davranışlarımızı belirleyen bir alışkanlık halini alabilir. Bu durumda dünya bizim için tümüyle korkutucudur ve davranışlarımızı bu doğrultuda düzenlemeye başlarız. Böylece, içinde korkunun hüküm sürdüğü ve sürekli olarak daha çok korkunun üretildiği bir kısırdöngüden kendimizi bir türlü kurtaramayız.

    Kişisel deneyimlerden ve tedavi süreçlerinden çıkarılan sonuçlara göre, kişinin kendine özgü gerçekliği kendisinin yarattığı ve bu gerçeklikten sorumlu olduğu, kesin bir açıklıkla anlaşılmıştır. Bu gerçeği gereğince kabullenmek ve yaşantımıza uyarlayabilmek için genellikle desteğe ihtiyaç duyarız. Psikoterapi ve fitoterapi, gereken bu desteği sağlayabilecek güvenli yollardır. Etkileri kişiye göre değişiklik gösterebilen, sinir sistemini yatıştırıcı tüm ilaçlar, korku ve gerginlik hallerinde yardımcı olabilir. En önemli bitkiler: Kediotu kökü, arslankuyruğu, sarı kantaron, şerbetçiotu, ıhlamur, ökseotu.

    Sinir sistemini yatıştırıcı ilaçların yanı sıra kramp çözücü ilaçlar da yardımcı olabilir, çünkü korku durumlarında kaslar genellikle gergindir. Bu kas gerginliklerinin çözülmesi, insanın kendini tümüyle rahat hissetmesini sağlayabilir. Bu yolla oluşan içsel uyum sayesinde tedavi süreci kısalacaktır. Kediotu kökü, şerbetçiotu, ıhlamur eşit karışımı, çok hoş bir tada sahip olmasa da, başarı olasılığı yüksek bir reçetedir.

    Bitkiler çok ince kıyılır ve eşit oranda iyice karıştırılır. Yarım veya bir tatlı kaşığı bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10-15 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 3 kere 1 bardak veya gerektiğinde, soğutulmadan içilir.

    Adet öncesi gerginliği

    Adet kanamaları ile ilgili bu çok rahatsız edici gerginlikler, duygusal ve ruhsal problemlere yol açabilir. Kediotu kökü, sarı kantaron, civanperçemi, şerbetçiotu, nane çayları bu sıkıntıları kısa sürede sona erdirebilir. Ama bu problemi tümüyle çözebilmek için, tüm hormon dengesi araştırılmalı ve gereken tedavi uygulanmalıdır. Bu konu hakkındaki ayrıntılı açıklamalar, ‘cinsel sistem’ bölümünde yer almaktadır.

    Hiper aktivite (yerinde duramama)

    Hiperaktivite veya hareket etme dürtüsü, özellikle çocuklarda görülen ve artış gösteren bir belirtidir. Tanımlanması ve teşhis edilmesi kolay değildir. Pek çok çocuğa, yalnızca yaşıtlarından daha hareketli oldukları için, hiperaktivite teşhisi konulabilmiştir. Oysa ki bu belirti yalnızca, yetersiz ve şeker oranı yüksek beslenmeden kaynaklanmış da olabilir.

    Bir çocukta hiperaktivite teşhis edildiğinde, bazı adımların atılması gerekir. Hiperaktiviteye yol açan başlıca unsurlardan biri, bedende ağır madenler(örneğin kurşun, kadmium, cıva) birikimi olabilir. Sanayileşme atılımları nedeniyle, soluduğumuz hava ve besin maddeleri aşırı derecede etkilenmektedir. Hiperaktiviteye karşı uygulanacak tedavide atılması gereken ilk adım, tüketilen besin maddelerinin mümkün olduğunca az yapay katkı maddesi içermesine özen göstermek olmalıdır. Gitgide artan hiperaktivite problemi, uygarlığın dünyamıza etmiş olduğu kötülüklerin yalnızca küçük bir yansımasıdır.

    Birikmiş olan madenlerden ve kimyasal maddelerden bedeni arındırmak için, kan temizleyici bitkilerin uzunca bir süre kullanılması gerekir. Böğürtlen yaprağı, kırmızı yonca, ısırganotu, atkuyruğu, civanperçemi, hindiba, kereviz yaprağı, rezene kan temizleyici bitkilerdendir. Bu bitkiler teker teker veya eşit oranda karıştırılarak kullanılabilir. İnce kıyılan bitkiden 1 çay kaşığı dolusu, yarım bardak kaynar suyla haşlanır, 8-10 dakika demlendikten sonra süzülür. Eğer gerekirse, biraz balla tatlandırılabilir. Günde 2-3 kere yarım bardak çay, aç karnına veya öğün aralarında içirilir. Yatıştırıcı ve lezzet verici olarak, çaylara anason veya mayıs papatyası eklenmesi yararlı olacaktır. Ayrıca, strese karşı da, yulaf, C Vitamini ve B Vitamini kompleksi tedavisinin uygulanması gerekir. 2-3 haftalık bir kan temizliği küründen sonra 1 hafta kadar ara verilir ve ikinci bir küre başlanabilir. Bu tür uygulamaların uzun süre ara vermeden uygulanması doğru değildir.

    Depresyon

    Depresyonlar, kişinin çevresindeki koşullara gösterdiği bir tepki olabilir veya kişisel düşünce ve duyumsamadan kaynaklanabilir; genellikle de bu iki nedenin birlikte kaynak oluşturduğu görülür. Şifalı bitkiler, her iki durumda da depresyonun tedavisinde başarıyla kullanılabilir, ama aynı zamanda hastalığın nedenlerinin de ele alınması gerekir.

    Hayatını cesaretle yeniden değerlendirebilmek için, kişinin, depresyona yol açan nedenlerle olan ilişkisini, kendine karşı dürüstlükten ayrılmadan irdelemesi mutlaka gereklidir; çünkü depresyona yol açan nedenler yalnızca şifalı bitki kullanımı ile tedavi edilemez. Ama bitkiler, tedavi sürecini destekleyecek ortamı oluşturabilir ve duyguları yatıştırabilirler. En etkili antidepressif ilaçların başlıcaları: Kediotu kökü, sarı kantaron, yulaf, arslankuyruğu, ginseng, lavanta, ıhlamur, biberiye.

    Eğer depresyon, tüm bedenin bir genel güçsüzlüğü eşliğinde ortaya çıkmışsa, aşağıdaki bitki karışımının kullanılması doğru olacaktır: Biberiye 2 ölçü, yulaf 2 ölçü, sarı kantaron 2 ölçü, kediotu kökü 1 ölçü. Bitkiler ince kıyılarak ölçülür ve iyice karıştırılır. Yarım veya bir tatlı kaşığı bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 3 kere 1 bardak çay, aç karnına veya öğün aralarında içilir.

    Genel güçsüzlük söz konusu olmadığında ise, şu karışım yeterli olacaktır: Sarı kantaron 2 ölçü, kediotu kökü 2 ölçü, ıhlamur 1 ölçü, mayıs papatyası 1 ölçü. Bitki çayının demleme biçimi aynı yukarıdaki gibidir. Günde 3 kere 1 bardak çay, aç karnına veya öğün aralarında içilir. Her bardak çayın taze demlenerek soğutulmadan içilmesi gerekir.

    Bu noktada, önerilen bitki karışımlarının ayrımsız herkes için geçerli olamayacağının belirtilmesi gerekiyor. Tüm şifalı bitkiler, normal dozda alındığında zararsızdırlar ve bu nedenle, kişisel karışımlar isteğe göre geliştirilebilir ve hiçbir çekinceye gerek duyulmadan tüketilebilir. Hangi bitkilerin hangi konularda nasıl kullanılabileceğini, kitabın şifalı bitkiler bölümünde lütfen okuyun. Belirgin bir etkinin sağlanabilmesi için, seçilen bitkinin en azından iki veya üç gün boyunca içilmesi gerekir. Kendi kendinize yanıtlayamadığınız konuları, şifalı bitkileri iyi tanıyan bir kişiye sorunuz.

    Uykusuzluk

    Herkes uykusuz bir gece geçirebilir; günün stresi veya ertesi günün korkusu kişide gerginlik ve uykusuzluğa neden olabilir veya derin ve dinlendirici bir uykuyu engelleyebilir. Eğer bu durum yalnızca arada bir yaşanıyorsa, endişelenmeye gerek yoktur: Ama sıklıkla gerçekleşiyorsa, tüm beden bundan zarar görebilir; çünkü en önemli iyileşmeyi ve dinlenmeyi ancak uykudan alabiliriz. Dinlendirici bir uykunun şartlarının oluşmasını sağlayabilen pek çok ve gerçekten etkili bitkisel ilaç vardır, ama genellikle doğal bir uykuya varılabilmesini sağlayan, sinir sistemini yatıştırıcı ilaçlar yeterli olabilir.

    En etkili uyku getirici bitkiler: Kediotu kökü, şerbetçiotu, oğulotu eşit oranda karıştırılabilir veya teker teker de kullanılabilir. İnce kıyılan bitkiden 1-2 tatlı kaşığı dolusu, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Yatmadan yarım saat önce, soğutmadan ve balla tatlandırılarak içilir.

    Sarı kantaron çayı da aynı biçimde hazırlanarak, yatmadan önce içilebilir.

    Bitki dozları kişiden kişiye değişebilir, yukarıdaki bitkilerde aşırı doz sakıncası ise kesinlikle söz konusu değildir.

    Orta boy bir soğanı soyarak bir bardak dolusu sütün içine koyun, çok hafif ısıda tutup, kaynama derecesine getirmeden iyice demleyin. Yatmadan hemen önce içilen süt çok rahat bir uyku sağlayacaktır.

    Bolca balla tatlandırılan sıcak bir nane çayı da rahatlatıcı olabilir.

    Sinir sistemini yatıştırıcı bitkilerin çoğu, dinlendirici ve sağlıklı bir uyku için gerekli şartları oluşturabilir. Mayıs papatyası, ıhlamur, kırmızı yonca bu amaç doğrultusunda kullanılabilir. Lavanta yağı da, kesme şeker üstüne birkaç damla damlatılarak kullanılabilir. Rezene, anason, frenk kimyonu(havanda hafifçe ezilerek) ve oğulotu(çok ince kıyılarak) eşit oranda karıştırılır ve yarım veya bir yemek kaşığı dolusu, bir bardak kaynar suyla haşlandıktan 10 dakika sonra süzülür. Akşam saatlerinde ve yatmadan yarım saat önce birer bardak olmak üzere, balla tatlandırılarak günde 2 bardak içilir.

    Sinir sistemini yatıştırıcı bitkiler, banyo katkısı olarak deri tarafından da emilebilir. Bu uygulama sayesinde, midesi duyarlı olanların ve özellikle çocukların uyku düzensizlikleri yoluna koyulabilir. Yatmadan önce yaptırılan bir ıhlamur banyosu uyku getirir. Mayıs papatyası banyosu da uyku getirir ve ayrıca, bebeklerin diş çıkarma sıkıntılarına karşı da başarıyla kullanılabilir.

    Aşağıdaki kediotu kökü banyosu, adı geçen tüm bitkilerin kullanımında temel reçete olarak algılanmalıdır: Bir litre kaynar suya bir veya iki avuç dolusu kediotu kökü eklenir, yarım saat demlendikten sonra süzülür ve yatmadan hemen önce 15-20 dakika süreyle alınacak tam banyonun sıcak suyuna eklenir. Bu yöntemle, el ve ayak banyoları da alınabilir.

    Nevraljik hastalıklar

    Bu bölüme gelinceye kadar, genellikle ruhsal nedenlerden kaynaklanan problemleri ele aldık. Bundan sonra ise, sinir dokularında ortaya çıkan organik problemlerin şifalı bitkilerle tedavi edilebilirliğini gözden geçireceğiz. Bu organik problemler arasında, örneğin multipl skleroz gibi önemli veya baş ağrısı gibi daha basit işlevsel problemlere değineceğiz.

    Baş ağrısı

    Baş ağrısı, çeşitli ruhsal veya organik işlev bozukluklarından, örneğin stres ve gerginlikten, sindirim yetersizliğinden veya duruş yanlışlığından(örneğin oturma yanlışlığı) kaynaklanabilir. Nedenlerin çeşitliliğine uygun olarak, baş ağrısına karşı kullanılan bitkilerin sayısı da azımsanamayacak miktardadır. Kediotu kökü, fesleğen, mayıs papatyası, mürver çiçeği, lavanta, oğulotu, biberiye, nane, kekik, pelinotu, civanperçemi, kokulu menekşe, ısırganotu. Bu listeden de anlaşılacağı gibi, yalnızca ağrıyı azaltıcı ilaçlarla yetinilmeyip, değişik etki alanları olan ilaçlarla da baş ağrısı geçiştirilebilir ve hatta tümüyle tedavi edilebilir. Burada karşımıza yine baş ağrısına yol açabilecek olan nedenlerden bazıları çıkıyor: Çevre kirliliği, kötü ışıklandırma veya ense kaslarında gerginlik, göz yorgunluğu, duruş veya oturma yanlışlıkları, kan basıncında değişiklikler, kötü beslenme, sindirim bozukluğu, veya yetersizliği, alerjiler vs.

    Öncelikle genel anlamda birkaç tavsiye. Baş ağrısı neden kaynaklanırsa kaynaklansın, yukarıda adı geçen bitkilerden herhangi birinin katkısıyla hazırlanan banyolar rahatlatacaktır; bu banyo katkılarına lavanta eklemekle etki arttırılabilir. Uçucu yağ içeren aromalı bitkiler, örneğin lavanta, nane veya biberiye yağları da, koklanarak veya şakakları ve alnı ovalayarak kullanılabilir. Her iki uygulama sırasında veya sonunda ağrılar şaşılacak kadar kısa sürede kesilebilir. Özellikle nedeni teşhis edilemeyen baş ağrılarına karşı uzun süre ısırganotu çayı içimi sayesinde şaşırtıcı sonuçlar alınabilir.

    Şifalı bitkilerin yanı sıra gevşeme alıştırmaları, meditasyon veya bir parkta yapılan yürüyüşler gibi, kişiyi rahatlatabilecek yöntemlerin uygulanması da yararlı olabilir.

    Baş ağrısına yol açan organik nedenlerin başlıcaları, sindirim bozuklukları(örneğin sindirim yetersizliği ve kabızlık), kas ve sinir gerginlikleri, herhangi bir iltihaplanma ve adet görme problemleridir.

    Mideyle ilgili baş ağrılarında, gaz söktürücü ve sindirim sistemini uyarıcı ilaçlar gereklidir. Aşağıdaki eşit karışım öncelikle tavsiye edilir:

    Lavanta, pelinotu, oğulotu, mayıs papatyası, frenk kimyonu. İnce kıyılıp, havanda hafifçe ezilerek karıştırılan bitkilerden bir tatlı kaşığı dolusu, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Bu çay ihtiyaç duyulduğunda içilir.

    Baş ağrısına yol açan neden eğer kronik kabızlık ise, sindirim sistemi bölümünde dile getirilen tavsiyelere uyulması gerekir.

    Ense ve omuz kaslarında gerginlik yaratan duygusal stres ve duruş/oturuş yanlışlıkları genellikle baş ağrısına yol açar. Sinir sistemini yatıştırıcı bitkiler, örneğin kediotu kökü bu durumlarda en etkili ilaçtır.

    Adet görme problemleri de baş ağrısına yol açabilir ve bu durumda en doğru yol, hormon dengesini düzenleyici tedavilerdir. Bu konu, cinsel sistem bölümünde ele alınmaktadır. Ama acil önlem olarak, civanperçemi veya kediotu kökü çayı yardımcı olacaktır(eşit karışım da olabilir). Yarım veya bir tatlı kaşığı bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür. İhtiyaç duyulduğunda veya adet döneminden 3-4 gün öncesinden başlamak üzere, günde 2 bardak içilebilir.

    Migren

    Bu çok rahatsız edici ve şiddetli baş ağrısına genellikle, mide bulantısı, kusma, görme bozuklukları ışığa ve sese karşı duyarlık eşlik eder. Ağrı saatlerce veya günlerce sürebilir.

    Baş ağrısında olduğu gibi, migren de değişik nedenlerden kaynaklanabilir. Bu yüzden, belirli migren krizlerine karşı kullanılabilen bitkilerin ayrı ayrı denendiği, uzun süreli bir tedavi uygulanması doğru olacaktır. Migrene yol açan nedenin teşhisi için bir uzman doktora başvurmak en doğru davranış olacaktır, çünkü özellikle migrende, hastanın kendi durumuna teşhis koyabilmesi çok zordur. Ama migren bazen çok düşük kan basıncından da kaynaklanabilir ve bu durumda en uygun ilaç, alçak veya yüksek kan basıncını dengeleyebilen, ökseotu çayıdır. Günde 1-2 bardak çay yeterlidir. Ayrıntılar için, kitaptaki ökseotu bölümüne bakınız.

    İlk migren krizi belirtileri sırasında kullanılan bazı bitkiler, ağrının şiddetini azaltabilir: Kediotu kökü, oğulotu, şerbetçiotu çayı içilebilir veya bu bitkilerin tentürleri kesme şekere 15-20 damla damlatılarak alınabilir.

    Ayrıca, 10 dakikalık sıcak bir ayak banyosu, 2 yemek kaşığı dolusu arap sabunu veya bir avuç dolusu ince kaya tuzu veya biberiye banyo katkısı ile, yani elde ne varsa onunla hazırlanır ve uygulanırsa, çok rahatlatıcı olabilir. Ayak banyoları her zaman alınabilir ve herhangi bir yan etkisi yoktur. Yalnızca, aşırı derecede varis sıkıntısı çekenler dikkatli olmalıdırlar. Ama böyle bir durumda da, alın ve şakaklara çiğ patates dilimleri ile kompres uygulanabilir.

    Migrene veya baş ağrısına karşı, bir yılda iki ay boyunca , hiçbir yan etkisi olmayan bir çay kürü uygulanabilir: Kediotı kökü, arslanpençesi, lavanta, mercanköşk, ıhlamur, nane çok ince kıyılır ve eşit oranda karıştırılır. Bir yemek kaşığı dolusu bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 5 dakika demlendikten sonra süzülür ve hemen içilir. Akşam yemeklerinden sonra içilen bu 1 bardak çay yeterlidir.

    Migrene bazen bir tek neden yol açabilir, ama genelde değişik etkenlerin birleşmesinden kaynaklandığı varsayılır; bu konuda birkaç örnek.

    Beslenme: Migrenin oluşmasına yol açan başlıca etken, bazı besin maddelerinin neden olduğu alerjik tepkidir. Bu tepkiyi oluşturabileceği varsayılan besin maddelerinin tam bir listesi, tüm besin maddelerini içerebilir. Alerjik tepki oluşturabilecek başlıca besin maddeleri, kırmızı et, çikolata, süt ve süt ürünleri, kahve, koyu çay, beyaz şeker, mayalı ürünler, B Vitamini karışımları, turşular, hayvansal yağlar, alkol (özellikle kırmızı şarap ve türevleri).

    Alerjik tepki genellikle bir tek besinden kaynaklanmayıp değişik ürünlerin etkilerinin birleşerek kritik sınırın aşılmasıyla oluşur. Belli bir besinin veya besinler grubunun alerjik tepkisinden kuşkulanıldığında, iki gün oruç tutulmalı ve sonra bu besinler tek tek beslenme programına alınmalıdır. Eğer migren bir tek besin maddesinden kaynaklanıyorsa, bu yolla o madde saptanabilir ve beslenme programından çıkarılır. Sindirim sisteminin desteklenmesi için, 2-3 ay boyunca değişimli olarak, pelinotu, eğir kökü, sarı kantaron, rezene, frenk kimyonu, hindiba, melekotu kökü, nane, biberiye, mayıs papatyası, ısırganotu gibi bitkilerin çayı, günde 1-2 bardak, yemeklerden sonra içilmelidir. Bu kürün ardından yine 2 gün oruç tutulur ve kuşku duyulabilecek besin maddeleri kademeli olarak tüketilmeye başlanarak, alerjik tepki oluşup oluşmadığı saptanabilir.

    Stres: Sinirsel gerginliğe yol açtığı için, migrene yol açan başlıca etkenlerdendir. Bu durumun kontrol altına alınabilmesi ise ancak, gevşeme alıştırmaları yapılarak veya psikoterapi yöntemleri uygulanarak sağlanabilir. Günlük görevleriyle başa çıkamaz hale gelen, sürekli düş kırıklığına uğrayan, ama her şeye rağmen mükemmeliyetçilikte direnen kişiler, stres kaynaklı migren hastası olmaya adaydırlar. Bu durumlarda, sinir sistemini yatıştırıcı ve güçlendirici ilaçlar yardımcı olabilir: Yulaf, şerbetçiotu, ökseotu, kediotu kökü, sarı kantaron, arslankuyruğu.

    Eğer migrene bitkinlik ve yorgunluk halleri eşlik ediyorsa, centiyane kökü, eğir kökü, kekik ve civanperçemi, biberiye gibi, sinir sistemini uyarıcı bitkilerin çayları kullanılmalıdır.

    Ginseng kökü veya güvenilir preparatları, stres kaynaklı tüm migren türlerinde, iyileşme belirtileri görülünceye kadar uzunca bir süre kullanılmalıdır.

    Hormonel problemler: Adet kanamalarının başlamasıyla veya menopoz sürecinde ortaya çıkan hormonel problemler, kadınlarda migrenin başlıca nedenlerindendir. Hormon dengesinin tedavi edilmesine yönelik uzun süreli bir bitkisel tedavide, ökseotu, hayıt meyvesi, ayrıca ülkemizde tanınmayan, Çin kökenli yams kökü (Dioscorea villosa) ve Kuzey Amerika kökenli False unıcorn root/kök (Helonias dioica), başarıyla kullanılabilir. Ayrıntılı bilgiler, kitabın cinsel sistem bölümünde verilmektedir.

    Yapısal problemler: Migren, boyun omurundaki veya omurganın herhangi bir bölümündeki yapısal bozuklukların kas ve sinir hastalıklarına yol açmasından da kaynaklanabilir. Eğer böyle bir problemden kuşkulanılıyorsa, bir kemik hastalıkları uzmanına başvurulması gerekir.

    Sinir ağrıları (Nevralji)

    Sinir ağrıları, bir sinirin duyu dalları boyunca veya duyu dallarının sona erdiği bölgelerde çok şiddetli biçimde ortaya çıkabilir. Bir enfeksiyondan veya herhangi bir kemik hastalığından, ama genelde yanlış beslenme, stres veya dinlenme yetersizliğinin yol açtığı bir genel güçsüzlükten kaynaklanabilir.

    Sinir ağrılarının tedavisi ancak, ağrılara yol açmış olan etkenlerin ele alınmasıyla mümkün olabilir. Bir genel güçsüzlük söz konusu ise, beslenmenin iyileştirilmesi gerekir. Bol miktarda taze meyve tüketilmeli ve düzelme görülene kadar B Vitamini kompleksi kullanılmalıdır. Belirli bir süre boyunca bedenin dinlendirilmesi ve gerginliklerin giderilmesi gerekir.

    Kediotu kökü, ginseng kökü, şerbetçiotu, sarı kantaron, passiflora öncelikle önerilir. Bitki çaylarının ve preparatlarının yanı sıra, biberiye, lavanta ve sarı kantaron yağları ile ağrılı bölgelere yapılan friksiyonlar, ağrıyı büyük ölçüde azaltabilir.

    Tüm sinir hastalıklarında bol miktarda yulaf kullanılması gereği hiçbir zaman unutulmamalıdır! Besin olarak yulaf ezmesinin veya lapasının yanı sıra, yeşil yulaf bitkisi de, tentür, çay ve banyo katkısı biçiminde başarıyla kullanılabilir.

    Multipl skleroz (yaygın sertleşme)

    Merkez sinir sisteminin en sık görülen hastalığıdır. Çok çeşitli belirtilerle ortaya çıkar ve gidişi önceden belirlenemez. Sinir lifi boyunca bozulmalara(dejenerasyona) yol açan kronik bir hastalıktır. Neden veya nereden kaynaklandığı henüz açıklığa kavuşturulamamıştır: Virüslerle veya bağışıklık süreçleriyle bağlantılı olabileceği varsayılmaktadır.

    Bütünsellik açısından bakıldığında(bedenin ve ruhsal boyutun bütünlüğü), organik bozukluklara yol açabilen bu tür bir hastalık ancak, ruhsal dengenin bozulması sonucunda oluşabilir. Bedenin ve ruhsal boyutun, hastalıkların tedavisinde bir bütün olarak ele alınması gerektiğine göre, bu hastalıkta da, bozulmuş olan ruhsal dengenin yeniden kurulmasına çalışılmalıdır. Multipl skleroz hastalığının ilerleyişini durdurmak, uygun şifalı bitkilerin kullanımı, beslenmenin ve sindirimin özenle kontrolü sayesinde ümkün olabilir.

    Sağlıklı beslenme programları üzerine yazılmış olan pek çok kitaptan yararlanılabilir; ama burada önemli olan, süt ve süt ürünlerinden tamamen uzak durmak ve yapışkan albümin içeren tahıl ürünlerini (örneğin buğday ve mısır unu) eğer mümkünse sınırlamaktır. Ayrıca, doymuş yağ asitlerini en aza indirmek ve doymamış yağ asitlerini birkaç misli arttırmak gerekecektir. Sinir sisteminde oluşmuş olan bozuklukların(dejenerasyonun) yeniden düzeltilebilmesinde önemli rol üstlenebileceğine inanılan doymamış yağ asitleri, kapsül biçiminde de kullanılabilir.

    Multiple skleroz son derece karmaşık bir hastalıktır ve mutlaka uzman doktor tedavisi gerektirir.

    Zona (sinir iltihabı)

    Sinir düğümünde oluşan bir virüs enfeksiyonundan kaynaklanan, çok şiddetli ağrılara yol açan, doğru tedavi edilmediğinde uzun sürebilen bir hastalıktır. Bu enfeksiyon sırasında deri üstünde, içi sıvı dolu koyu kırmızı renkli kabarcık kümeleri oluşur.

    Zona hastalığında sinir hücreleri, sinir sistemini güçlendirici ilaçlarla desteklenmelidir. Mikrop kırıcı ilaçlar, enfeksiyonu yenebilmek için organizmaya yardımcı olabilirler. Ayrıca, ağrı kesici ilaçlar, sinir sistemini yatıştırıcı bitki kullanımı yoluyla alınmalıdır. Tüm bu önlemleri içeren, etkili bir bitki karışımı şöyle olmalıdır: Echinacea kökü 2 ölçü, kediotu kökü 1 ölçü, yulaf 1 ölçü, sarı kantaron 1 ölçü, passiflora 1 ölçü, kekik 1 ölçü, çok ince kıyılarak iyice karıştırılır. Bir tatlı kaşığı dolusu bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 2-3 bardak çay, aç karnına veya öğün aralarında, soğutulmadan içilir.

    Echinacea, Kuzey Amerika kökenli bir bitkidir ve ülkemizde tanınmaz, ancak standart preparatları eczanelerden temin edilebilir.

    Passiflora da, eczanelerden şurup formunda temin edilebilir.

    Dıştan uygulanabilecek çeşitli tedavilere de değinmek gerekir. Bu doğrultuda, yukarıda adı geçen bitkilerle ve ayrıca civanperçemi katkısı ile yapılacak tam veya lokal banyolar önemle tavsiye edilir. Rahatsızlıklar azalana kadar sürdürülecek bu tedavi sırasında, çok yönlü beslenmeye özen gösterilmeli ve B Vitamini kompleksleri kullanılmalıdır.

    Ayrıca, yeşil herdemtaze (Sempervivum tectorum) bitkisinin etli yapraklarından elde edilen özsu ile hasta bölge sık sık nemlendirildiğinde, ağrılar çok kısa sürede sona erer ve hızlı bir iyileşme sürecine girilir.

    Sinir sistemini güçlendirici bitkiler (Neurotonic)

    Korku ve stres, tanımı olanaksız dolaşım sistemi aksaklıklarına (kardiyovasküler sistem) yol açabilir. Kişinin bedensel ve ruhsal özellikleri bu durumda başlıca etkenlerdir. Tüm kalp ve kan dolaşımı aksaklıklarında, rahatlatıcı ve sinir sistemini güçlendirici droglar mutlaka kullanılmalıdır. Çünkü bu tür rahatsızlıklar genellikle korku ve stresten kaynaklanabilir.

    Önerilebilecek bitkiler: kediotu kökü, arslankuyruğu, oğulotu, papatya, ıhlamur, yulaf, frenk kimyonu. Rahatsızlığın özelliklerine uygun bitki seçimi için, kitabın şifalı bitkiler bölümüne bakılmalıdır.

    Bilinçli kullanıldığında, şifalı bitkilerle tedavi bilimi(Fitoterapi), kan dolaşımı aksaklıklarına karşı kullanılabilecek pek çok olanak sunabilir. Ama bu tür rahatsızlıkların doktor kontrolünde tedavi edilmesi gereği kesinlikle unutulmamalıdır! Bazı hastalıkların özelliklerini gözden geçirirken, her insanın kendine özgü bir yapıya sahip olduğunu da unutmamalıyız. İnsan, bir ders kitabı değildir!

  8. #8

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Solunum Sistemi

    Soluduğumuz hava yoluyla, her tür çevresel etkiyle doğrudan ilişki kurmuş oluruz. Yaşamın soluğunu içimize çektiğimizde, bu havayı tüm insanlarla, yeryüzündeki tüm canlılarla paylaşmış oluruz. Solunum yoluyla, ağaçlarla ve denizlerle bütünleşiriz. Bir dakika boyunca 10-15 kere soluk alırız. Her gün binlerce balonu şişirebilecek kadar havayı kullanmamız gerekir. Böylece beden, yaşam kaynağı oksijeni havadan alır ve kanda oluşmuş olan karbondioksiti hava yoluyla dışarı atar. Soluduğumuz havanın yalnızca beşte biri oksijendir. Bedenimiz, yaşamını sürdürebilmek için bu elemente muhtaçtır, çünkü yaşam için zorunlu kimyasal enerjiyi ancak onun sayesinde sağlayabilir. Pek çok hücre, bir süre oksijensiz kalabilir, ama bazı hücrelerin oksijen gereksinimi süreklidir. Örneğin, beyin hücreleri oksijensiz kaldıkları birkaç dakika sonunda ölürler ve bu ölümün geriye dönüşü yoktur.

    Solunum ve dolaşım sistemleri, beden hücrelerinin oksijenle beslenmesinden sorumludurlar. Soluk alıp verme ritminin düzenlenmesi ise beyinde programlanır. Aldığımız her solukla, gerekli yaşam enerjisini içimize çekeriz. Bu nedenle, gaz değiş tokuşunun engellenmesine yol açan solunum problemleri, bedensel canlılığın azalmasına, metabolizma sorunlarının artmasına ve dokuların yıkımına yol açar.

    Solunum sisteminin işlevi ve oluşum biçimi, uyum ve bütünlüğün karmaşık, ama güzel bir örneğini oluşturur.

    Solunum hastalıklarına karşı önlemler

    Yalnızca beslenmemiz değil, solumamız da bizi biçimlendirir. Solunum yalnızca başka organları ve sistemleri etkilemekle kalmaz, hastalıklara da yol açabilir. Beden bir bütün olduğuna göre, bu etkileşimin ters yönde gerçekleşmesi de olasıdır. Akciğer tedavisinde, dolaşım sisteminin durumu da göz önünde bulundurulmalıdır. Kalp ve dolaşım sistemi hakkında öğrendiklerimiz, akciğerler için de önemlidir. Bu doğrultuda, sindirim sisteminin ve özellikle dışkılama organlarının durumuyla da ilgilenmek gerekir; çünkü akciğerler, bağırsakların, böbreklerin ve derinin görevini, yani bedende oluşan atıkların dışkılanma görevini paylaşır. Bu organlardan herhangi birinde bir problem oluştuğunda, beden, öteki organlara daha fazla görev yükleyerek, dengeyi sağlamaya çalışır. Ama, atıkların dışkılanmasında akciğerlerin rolü sınırlıdır. Örneğin, bağırsaklardaki bir tıkanıklığa akciğerler çözüm üretemez.

    Doku ortamı sürekli olarak oksijenle beslendiğinde, pek çok hastalıklı doku değişiklikleri önlenmiş olur. Kan dolaşımı yoluyla dokulara taşınan oksijenin miktarı ise, öncelikle solumaya bağlıdır.

    Değinilen konulara bakıldığında, bu sistem için öngörülecek olan önlemlerin, öncelikle düzenli beden hareketleri yapmak ve doğru solumak olduğu görülür. Solumak, farkına varılmadan gerçekleşen bir işlevdir, ama doğru ve bilinçli solunumun değeri anlatılmakla bitmez.

    Tüm hastalıklarda olduğu gibi, burada da geçerli olan başlıca kural şudur: En etkili önlem, doğru yaşam biçimidir. Beslenme, hareketlilik ve yaşam kalitesi, akciğerlerin sağlığını büyük ölçüde etkiler. Akciğerlerin sağlığının korunabilmesi için, kişinin iç dünyası ve dış dünyası uyumlu bir akış içinde olmalıdır. Soluduğumuz hava eğer kirli ise, ormanların yapısında bozulmalar olduğu gibi, akciğerlerin yapısında da bozulmalar başlar. Kimyasal atıklarla, gazlarla ve dumanla kirletilmiş havadan kaçınmak gerekir. Duman konusu açılmışken, sigaradan da söz etmek gerekir. Tütün kullanımı, birey ile çevresi arasında katran ve külden bir katman oluşturarak, akciğerlerin ekolojik işlevini sınırlar. Bu durum, bronşitten kansere kadar uzanabilen çok önemli problemlere yol açabilir. Ayrıca, bedenin geri kalan bölümünün gereksinimi olan oksijen miktarının azalmasından kaynaklanabilecek oluşumları da unutmamak gerekir. Eğer kendimizi ve çevremizi iyileştirmek istiyorsak, sigarayı bırakarak iyi bir başlangıç yapabiliriz.

    Ayrıca, tanınması ve kaçınılması gereken daha başka türsel tehlikeler de var. Bir enfeksiyondan (bulaşıcıdan) korunmanın en basit yolu, o enfeksiyon kaynağından uzak kalmaktır. Ama her zaman ve her yerde böyle davranamayacağımıza göre, bedenimizin savunma ve bağışıklık sisteminin hep sağlıklı ve çalışır durumda tutulması kaçınılmazdır. Bu şansa sahip olan beden, dış etkenlere karşı kendini korumada olağanüstü başarılara ulaşabilir. Ama bu düzeye ulaşabilmesi için onu, çeşitli vitaminleri içeren dengeli bir beslenmeyle ve düşüncelerin, duyguların, davranışların dengeli ve sağlığı destekleyici olduğu bir yaşam biçimiyle güçlendirmemiz gerekir. Bu bağlamda, gereksiz yere veya gereğinden fazla antibiyotik kullanımına son verilmesi doğru olur. Gerektiğinde ve gereğince kullanıldığında hayat kurtarabilen bu tür ilaçlar, sağlığımızı korumakla görevli olan savunma ve bağışıklık sistemini tam anlamıyla iflas ettirebilme gücüne de sahiptirler.

    Ayrıca, antibiyotikler, uzun süreli kullanımları sürecinde, alışılmışın üstünde dirençli bakterilerin üremesini sağlayabilirler ve bu durum, söz konusu hastalığın tedavisinin giderek zorlaşmasına yol açar. Doktorların gözlemlerine göre, bu tür gelişmeler son otuz yıl içinde giderek endişe verici boyutlara ulaşmıştır. Doğru bir yaşam biçimi ve uygun şifalı bitkiler seçimi sayesinde, çoğu zaman antibiyotik kullanımına gerek kalmayabilir.

    Solunum Sistemine Yararlı Şifalı Bitkiler

    Solunum sisteminin tüm organları, doğru seçilen şifalı bitkilerden yararlanabilir. Bu bitkiler, mukozanın işlerliğini destekleyerek, gaz alış verişinin en yüksek düzeyde gerçekleşmesini sağlar, akciğer dokusunun dışkılayabilme yeteneğini arttırarak, hava nem oranının dengelenmesini ve böylece mukoza zarlarının korunmasını düzenler. Solunum ritmini dengeleyen sinirsel tepkimeleri (reaksiyonları) güçlendirir. Kan dolaşımını uyararak, akciğer dokusunun canlılığını korumasını garanti eder ve tüm dışkılama işlevlerini uyararak, temiz ve uyumlu bir bedensel işleyişin koşullarının sürekliliğini sağlar.

    Solunum sistemini bir bütün olarak gördüğümüzde, bu alanda oluşmuş olan bir hastalığı gerçekten tedavi etmek istiyorsak, bedenin tümünü gözden geçirmemiz ve belki de tedavi etmemiz gerekir. Doğa bize, solunum sistemini etkileyen(pectoral) ve aynı zamanda başka sistemlerde de olumlu etkilere yol açan bitkiler sunduğuna göre, geniş çaplı bir bağdaşım(uygunluk) içinde çalışabiliriz.

    Burada, şifalı bitkileri etki alanlarına göre titizlikle sıralamak gereği olmasa da, bazı ana hatların belirtilmesi yararlı olabilir. Gözden geçireceğimiz bitkiler: Solunum sistemini uyaranlar, rahatlatanlar, dengeleyen/normalleştirenler(amphoter) ve mukoza koruyucular (demulcentia).

    Solunum sistemini uyaranlar

    Bu sınıflandırılmada yer alan bitkiler, sindirim sistemindeki bazı sinir uçları yoluyla ilettikleri reflekslerle, solunum sistemi sinirlerini ve kaslarını uyarırlar. Bu durum, balgam dışkılama gereksinimine yol açar. Balgam söktürücü(expectorant) droglar da, balgamın solunum sisteminden sökülüp dışkılanmasına yardımcı olurlar. Uyarıcı bitkiler sırasıyla: Sütotu, yaban yasemini, koyungözü, adasoğanı, çuhaçiçeği(bitki ve kök), kekik, rezene, meyan kökü.

    Solunum sistemini rahatlatanlar

    Bu bitkiler, öncelikle, akciğer dokusunun gerginliğini azaltır ve bu yolla, gerginlik veya aşırı hareketlilik(hiperaktivite) nedeniyle oluşan problemlere karşı kullanılabilir. Bilimsel bir açıklaması olmadığı halde, gerginliklerin giderilmesi balgam akışkanlığını arttırır ve böylece balgamın dışkılanabilmesini sağlar. Pek çok bitki bu sınıfa alınabilir, ama aşağıdakiler en önde gelenlerdir: Andızotu kökü, anason, sinirliot, melekotu kökü, keten tohumu, denizüzümü, kekik, lavanta.

    Solunum sistemini normalleştirenler (Amphoter)

    Amphoter etkime yöntemi, çelişkili etkiler oluşturabilen bitkiler kullanıldığında yararlı olabilir. Amphoter, kimyasal bir terimdir ve baz ya da asit özellik gösteren, bazlara karşı asidik, asitlere karşı bazik özellik gösteren, bazik ve asidik özelliklerin her ikisini de taşıyan drogların tanımlanmasında kullanılır.

    Amphoter ilaçlar, normalleştirici/dengeleyici özelliklere sahiptir ve hastalığın belirtilerine göre etkenliklerini değiştirerek, problemin çözülebilmesini sağlarlar. Fitoterapide bu tür bir uygulamanın yer alıyor olması, ilk bakışta şaşkınlığa yol açabilir. Çünkü bilimsel tıp, her ilaçtan, dozaja bağlı ve kolay kontrol edilebilen, belirli bir etki bekler. Bu beklenti, bedeni eğer genel anlamda bir makine olarak görüyorsak geçerlidir. Ama bedeni sistemlerden, organlardan ve hücrelerden oluşan bir bütün olarak gördüğümüzde, tedavi eden kişinin öncelikli görevinin, bedenin kendini iyileştirme işlevini desteklemek ve güçlendirmek olduğunu göz ardı edemeyiz. İşte burada, amphoter drogların, söz konusu sistemdeki hastalığın gerektirdiği etkiyi oluşturarak, bedenin kendi dengesini yeniden sağlayabilmesine yardımcı olduğunu görüyoruz. En önemli amphoter droglar sırasıyla: Bozotu, küçük çiçekli sığırkuyruğu çiçeği, andızotu kökü, sütotu, mercanköşk, sinirliot, ökaliptüs yaprağı.

    Mukoza koruyanlar (Demulcent)

    Bu tür droglar, tahriş olmuş veya iltihaplanmış olan mukozayı rahatlatır, yükünü hafifletir ve yumuşatır. Sümüksel özellikleriyle, mukozayı ve öteki dokuların yüzeylerini korur ve kayganlıklarını sağlarlar. Tedavi, onların bu yardımlarıyla gerçekleşebilir. Akciğerler için en önemli olanlar şunlardır: Hatmi(bitki ve kök), öksürükotu, ebegümeci, sığırkuyruğu çiçeği, keten tohumu, meyan kökü, salep.

    Solunum Sisteminin Hastalık Belirtileri

    Adları belirlenmiş olan tüm solunum hastalıklarının ve hastalık belirtilerinin, genelde iki ana durumdan kaynaklandığı söylenebilir: Yığılma/birikme durumu ve kramp/spazm durumu. Yığılma/birikme durumları, gereğinden fazla üretilen veya yeterince dışkılanamayan balgamın akciğerlerde birikmesiyle oluşur. Bu durum, zamanla dejenerasyona(bozulmaya) yol açar. Bronş kaslarının spazmı(bronşiyospazm), solunum hastalıklarında ikinci bir grup oluşturur ve pek çok nedenden kaynaklanabilir.

    Bu iki grubun dışında kalan hastalıklar ise (örneğin akciğer kanseri), bedenin bir bütün olarak ele alınıp tedavi edilmesi gereği ile ilgili örneklerdir.

    Yığılma/birikme (Kongestion)

    Bilimsel tıp genelde, akciğer, burun veya boğazdaki birikimlerin, bakteri veya virüs enfeksiyonlarından kaynaklandığını kabul eder. Ama enfeksiyonun, bir organdaki birikimden kaynaklandığını düşünmek herhalde daha doğru olurdu. Virüsler bedende ancak, uygun yaşam alanı bulduklarında çoğalabilirler. Akciğerdeki balgam birikimi, virüslerin çoğalabileceği, uygun bir yaşam alanıdır, ama normal bir durum değildir. Yalnızca enfeksiyon tedavi edildiğinde, hastalığın asıl nedenini oluşturan durum ortadan kalkmış olmaz. Aynı rahatsızlığın yinelenmemesini sağlamak için, balgam birikiminin de tedavi edilmesi kaçınılmazdır.

    Balgam birikimlerinin oluşumunda, genelde beslenme biçiminin de payı vardır. Balgam yaptırıcı besin maddeleri bedenin gereksinimini aşan oranlarda tüketildiğinde, örneğin akciğerlerde balgam oluşumu artar. Bu doğal temizlik işlevi, antibiyotiklerle baskı altına alındığında, bir balgam birikiminden, kronik veya dejeneratif (organ bozukluğu) hastalıklara uzanan yol açılmış olur. Bu nedenle, balgam birikimiyle ilgili tüm solunum sistemi hastalıklarında, balgam yaptırıcı özelliği öne çıkmayan besin maddelerinin tüketimine öncelik verilmelidir. Örneğin bir sinüzit olayında eğer balgam/sümük birikimi oluşmuşsa, olası mukoza iltihaplarının oluşumuna katkı sağlayabilecek maddeleri daha az içeren besinlerin tercih edilmesi yararlı olacaktır. Herhangi bir hastalığın söz konusu olmadığı durumlardaki sümük ve balgam birikimlerinin bile, uzun sürede bedeni zorlayabileceği veya dejeneratif hastalıklara yol açabileceği söylenebilir. Çünkü bu birikimler, metabolizmanın dışkıladığı zararlı ve zehirli maddeleri bünyelerinde tutarlar. Balgam veya sümük, aslında kötü maddeler değil, bedenin ürettiği doğal karbonhidratlardır ve beden atıklarının dışkılanmasında önemli işlevleri vardır. Biz yalnızca, bedenin bu maddeleri gereğinden çok üretmemesine dikkat etmeliyiz ve bunun için de, bu maddelerin hangi besinlerden kaynaklanabileceğini bilmemiz gerekir. Bu besin maddeleri :

    Yoğurt dahil, tüm süt ürünleri, yumurta, özellikle yapışkan albümin içeren, buğday, yulaf, çavdar ve arpa türü tahıllar, şeker, patates ve nişasta içerikli besinler.

    Balgam üretiminin azaltılmasını amaçlayan bir diyette, adı geçen bu besin maddelerinin yerine, taze meyve ve meyve suları tüketilmelidir.

    Öksürük

    Öksürük, pek çok şifalı bitki ile tedavi edilebilir. Ama, bitkileri kullanan herkesin, öncelik tanıdığı bir bitkisi veya bitki karışımı vardır ve bitki karışımlarının kullanımı genelde daha yararlı olur.

    Karışımlar: Ebegümeci, meyan kökü, sinirliot ve hindiba, eşit oranda, ince kıyılarak karıştırılır. 1-2 tatlı kaşığı dolusu bitki, 1 bardak kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 3 kere 1 bardak çay, balla tatlandırılıp, yudumlanarak içilir. *İnatçı öksürüğe karşı, hatmi kökü çayı, yarım saatte 1 yudum içilir. İnce kıyılmış 2 yemek kaşığı dolusu kök, 1 litre suda ağır ateşte 2 saat kaynatılır ve süzülür. *İnce soğan dilimleri, nöbet şekeriyle birlikte şurup kıvamına gelene kadar kaynatılır. Saat başı 1 tatlı kaşığı şurup içilir. *Öksürük gıcığı, biraz sirke eklenmiş 1 tatlı kaşığı toz şeker alındığında sakinleşir. *Limon suyu karıştırılmış bal, balgam söktürücüdür. * 1 avuç dolusu arpa, 1 litre suda yarım saat kaynatılır, süzülür ve biraz balla tatlandırılır. Yarım saatte 1-2 yudum içilir. *Rendelenmiş kara turpa bal karıştırılır. 1-2 saat sonra oluşan şuruptan saatte 1 tatlı kaşığı alınır. Şurup, 1 günden fazla bekletilmez. *125g nöbet şekeri, 125g kuru üzüm ve 2-3 tatlı kaşığı ince kıyılmış meyan kökü, 1 litre suda, suyun yarısı kalana kadar kaynatılır. Günde 2-3 kere, 1 yemek kaşığı dolusu alınır. *Çok iyi yıkanan 3-4 patates, kabuğu soyulmadan haşlanır, haşlama suyu, nöbet şekeriyle kaynatılır. Günde 2 kere, 1 bardak sıvı, yudumlanarak içilir. *Andızotu kökü 20g, kekik 15g, çuhaçiçeği kökü 5g ince kıyılmış olarak karıştırılır. 1 tatlı kaşığı dolusu bitki, 1 bardak soğuk suya eklenir, kaynama derecesine geldikten sonra 1-2 dakika kaynatılır ve süzülür. Biraz balla tatlandırılarak, günde 2-4 kere 1 bardak çay, soğumadan, yudumlanarak içilir. *Çuhaçiçeği kökü 20g, ezilmiş anason 10g, ebegümeci yaprağı 10g, ezilmiş rezene 10g. Bu karışımdan 1 tatlı kaşığı dolusu, 1 bardak kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Sıcak çay balla tatlandırılarak, günde 2-3 kere 1 bardak, yudumlanarak içilir. *Taze sinirliot yaprakları havanda biraz ezilir, biraz su eklenir ve kaynama derecesine kadar ısıtılır. Süzmeden, bolca balla karıştırılır. Öksürük ateşli de olsa, saatte 1 tatlı kaşığı dolusu alınır. *1 tatlı kaşığı dolusu ince kıyılmış gülhatmi çiçeği, 1 bardak kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 3 kere 1 bardak çay, 1 tatlı kaşığı balla tatlandırılır ve soğutulmadan, yudumlanarak içilir. *Meyan kökü 20g, gülhatmi çiçeği 10g, sinirliot 10g, çekirdeksiz kuşburnu 10g, ince kıyılmış olarak karıştırılır. 1 tatlı kaşığı dolusu bitki, 1 bardak kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür. 1 tatlı kaşığı balla tatlandırılır, günde 2-3 kere 1 bardak çay, soğutulmadan, yudumlanarak içilir. *Kekik 20g, çuhaçiçeği kökü 10g, ezilmiş anason 10g, sinirliot 10g, meyan kökü 10g. 1 tatlı kaşığı dolusu bitki, 1 bardak kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür ve bal ile tatlandırılır. Günde 2-3 kere 1 bardak çay, soğutulmadan, yudumlanarak içilir. *Yaraotu çiçeği 30g, sinirliot 20g, ince kıyılarak karıştırılır. 1 yemek kaşığı dolusu bitki, 1 bardak kaynar suyla haşlanır, 10-15 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 2-3 kere 1 bardak sıcak çay, balla tatlandırılır ve yudumlanarak içilir.

    Eğer öksürük, zayıf bir kalbe baskı yapıyorsa, karışıma 1 ölçek arslankuyruğu veya ökseotu eklemek gerekir. Bu katkı, kalbi rahatlatır ve gücünü arttırır.

    Sinirsel kökenli kuru öksürüğü yatıştırmak için, öksürükotu, ebegümeci, keten tohumu gibi, mukozayı koruyucu ve solunumu rahatlatıcı bitkiler kullanılabilir. Ama genellikle sinirsel bir nedenden kaynaklanabileceği düşünülerek, aşağıdaki, sinir sistemini yatıştırıcı ve dengeleyici bitkilerin de kullanılması doğru olur: Oğulotu, lavanta, arslankuyruğu, kediotu kökü ve sarı kantaron.

    Bronşit

    Akciğerdeki büyük ve orta çaptaki bronşların mukozasında oluşan iltihabik süreçtir. Ama, akciğerdeki tüm hafif enfeksiyonlar genelde bronşit olarak tanımlanabilir. Eğer tedavi şifalı bitkilerle yapılacaksa, zaten tanım kargaşasıyla uğraşmaya da pek gerek yoktur. Bu tür durumlarda kullanılması gereken, balgam söktürücülüğü mukoza koruyuculukla bağdaştırabilen ve böylece iltihaplı dokuları rahatlatabilen, genelde öksürüğe karşı kullanılan bitkilerdir: Öksürükotu, keten tohumu, kestane yaprağı, kekik, hatmi, meyan kökü, ıhlamur, atkuyruğu, kediotu kökü, ısırganotu, çıbanotu, sarı kantaron, ebegümeci, ayrıkotu kökü, adaçayı ve soğan. Ayrıca, ökaliptüs, adaçayı veya buğuseptil ile inhalasyon tedavisi yapılabilir.

    Karışımlar: Öksürükotu, leylak çiçeği, ıhlamur ve atkuyruğu ince kıyılarak eşit oranda karıştırılır. 1 tatlı kaşığı dolusu bitki, 1 bardak kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 3-4 kere 1 bardak sıcak çay, balla tatlandırılır ve yudumlanarak içilir. Yatak istirahati gereklidir. *Mürver çiçeği ve ıhlamur, ince kıyılarak eşit oranda karıştırılır. 1-2 tatlı kaşığı dolusu bitki, 1 bardak kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür. 2-3 bardak sıcak çay, kısa aralıklarla, yatakta içilir ve terlenir. *Ayrıca, ökaliptus, adaçayı veya buğuseptil ile buğu tedavisi yapılabilir. *Mürver çiçeği 2 ölçek, boyotu 2 ölçek, civanperçemi 1 ölçek, kekik 1 ölçek, ince kıyılarak karıştırılır. 4-5 yemek kaşığı dolusu (20g) bitki, 1 litre beyaz şarabın içinde 8-10 dakika ağır ateşte kaynatılır, süzülür ve saat başı 1 yemek kaşığı dolusu alınır. *Taze limon suyu ve balla hazırlanan sıcak limonata rahatlatıcıdır. *Pelinotu çayı, saat başı bir tatlı kaşığı alınır. Tüm akciğer iltihaplarında çok iyi sonuçlar verir.

    Başka öneriler: Sıcak tuzlu suda 10-15 dakikalık el ve ayak banyoları. Göğse sıcak sirkeli su kompresleri, yarım saatte bir tazelenir. Balgamın böbrekler üzerinden dışkılanabilmesini sağlamak için, günde 2-3 bardak adaçayı, 1-2 hafta süreyle içilebilir.

    Enfeksiyon durumunda, öncelikle sarmısak, kekik ve ökaliptus kullanılabilir. Kekik ve ökaliptusun içerdiği uçucu yağlardan, buğu tedavisi ve banyo katkısı olarak da yararlanılabilir. Bronşitte uygulanacak tedavi banyosunda, kekik ve ökaliptus eşit oranda karıştırılır. 2 avuç dolusu bitki karışımı, 2 litre kaynar suya eklenir, 30 dakika demlendikten sonra süzülür ve banyo suyuna eklenir. 37-38 derece sıcaklıktaki banyo suyunda 15-20 dakika kadar kalınır. Banyo sonunda üşütülmemeli, 1 saat kadar yatakta dinlenilmelidir.

    Eğer lenf bezlerinde şişkinlik görülecek olursa, lenf sistemini de desteklemek gerekebilir. Sistemin atıklarından arındırılabilmesi için, günde 2-3 bardak yoğurtotu çayı etkili olacaktır.

    Akciğer zarı iltihabı (zatülcenp, satlıcan)

    Bir akciğer zarı iltihabı veya akciğer iltihabı oluştuğunda, hastanın öncelikle ateşinin düşürülmesi için bir tedavi başlatılmalıdır. Böylece, öncelikle göğüs olmak üzere, bedenin yükü azaltılmış olur. Bu amaç doğrultusunda kullanılacak bitkilerin başlıca özelliği, ter atılmasını sağlamaları(diaphoretica) ve mukozayı korumaya almaları (demulcentia) olmalarıdır. Terletici bitkiler: Mürver çiçeği, ıhlamur, mayıs papatyası, nane ve sinirliot eşit oranda karıştırılır. Günde 2-3 bardak çay, soğutulmadan içilir. Mukoza koruyucu bitkiler: Keten tohumu, ebegümeci, meyan kökü, hatmi(çiçek-yaprak-kök).

    Boğmaca

    Yaşamın daha sonraki yıllarında başka rahatsızlıklara ve bünyesel güçsüzlüklere de yol açabileceği için, hastalığın tam anlamıyla tedavi edilmesi gerekir. Tedavide etkili olabilecek bitkiler aşağıda gösterildiği gibi kullanılmalıdır: Frenküzümü yaprağı 2 ölçü, sinirliot 2 ölçü, kekik 1 ölçü, kokulu menekşe (yaprak) 1 ölçü, hatmi(yaprak-çiçek) 1 ölçü, ince kıyılarak harmanlanır. Yarım tatlı kaşığı dolusu bitki, yarım su bardağı kaynar suyla haşlanır, 8-10 dakika demlendikten sonra süzülür ve biraz balla tatlandırılır. Günde 3-4 kere yarım bardak çay yudumlanarak içilir. Bu karışımın tadı, anason veya meyan kökü ile zenginleştirilebilir. *Yarım tatlı kaşığı dolusu, havanda hafifçe ezilmiş rezene tohumu, 1 bardak süte eklenir, ağır ateşte 1-2 dakika kaynadıktan sonra 10 dakika demlendirilir ve süzülür. Biraz balla tatlandırılarak, günde 1-2 bardak içilir. *1 bardak sıcak suya 1 yumurta sarısı, biraz limon suyu ve bal karıştırılır. Soğutmadan, yudumlanarak içilir. *Sıcak süte biraz soğan özsuyu ve bal karıştırılır, soğutmadan yudumlanarak içilir. *Taze sıkılmış kara turp suyuna bal karıştırılır. Saatte 1 tatlı kaşığı içirilir. Bir günden fazla bekletildiğinde, kötü kokular oluşturur.

    Kramplar/spazmlar

    Bir başka önemli solunum rahatsızlığının özyapısı, bronşlarda oluşan kramplar tarafından belirlenir. Astım, bu hastalıkların en çok tanınan bir türüdür. Kramplar, hastalığın kaynağını oluşturmaz, onlar, çok yönlü bedensel gelişimlerin sonucudurlar ve problemin çok küçük bir bölümünü oluştururlar. Bu nedenle, uygulanan tedavilerde genel sağlık durumunun göz önünde bulundurulması doğru olur.

    Astım

    Hastalık, çeşitli nedenlerin bir araya gelişinden kaynaklanabilir. Genellikle, alerjik bileşkeler astım nöbetlerine yol açar. Bazı durumlarda neden, doğrudan kalıtımla ilgilidir, bazen de uyaran maddelere karşı organizmanın oluşturduğu bir tepkidir. Bedenin esneklik açıdan yetersizliği de bronşiyal kramplara yol açabilir. Astıma eğilimli kişilerde, gerginlik, korku, aşırı hareketlilik ve yorgunluk nedeniyle oluşan stres, bir astım nöbetini başlatabilir. Asetilsalisilik asit(aspirin) veya benzeri ilaçlar da, bazı alerjik hastalarda bir nöbete neden olabilir.

    Bedenimiz, normal şartlarda pek çok etkenle başa çıkabilir. Ama çağımızın şartları, beslenme bozuklukları, yaşamı algılama ve uygulama biçimleri, genel anlamda hastalığın oluşmasında rolü olan öğelerdir ve tedavide göz önünde bulundurulmalıdırlar.

    Astım, şifalı bitkilerle tedaviye çok olumlu yanıt veren bir hastalıktır. Ama her hastaya iyi gelebilecek bir örnek reçete hazırlamak olanaksızdır. Çünkü şifalı bitkilerin, hastalığa yol açan etkenlere göre seçilmesi gerekir. *Kramp çözücü ve solunumu rahatlatıcı etkileri olan bitkiler: Şahtereotu, farekulağı(şahinotu-tırnakotu/Hieracium pilosella), güneşgülü(çiğotu/Drosera ratundifolia), çıbanotu, melekotu kökü, mine çiçeği, sedefotu, biberiye, çuhaçiçeği kökü, pelinotu, civanperçemi, kekik, atkuyruğu. *Normalin üstünde balgam oluşumunda, aşağıdaki, balgam söktürücü bitkilerin kullanılması doğru olur: Anason, meyan kökü, öksürükotu, boğadikeni kökü, ökaliptus, ebegümeci, hatmi, sinirliot, ısırganotu, rezene, kekik, çıbanotu, boyotu tohumu, hindiba. *Astım nöbetlerinin kalbi yorduğu durumlarda, arslankuyruğu, alıç ve ökseotu, kalbi güçlendirici etkileriyle, fevkalade yararlı olabilir. *Kan basıncının yüksek olduğu durumlarda, ökseotu, alıç, ıhlamur dengeyi sağlayabilir. *Korku ve gerginlik hallerinde ise, kediotu kökü, şerbetçiotu çiçeği, arslankuyruğu, yulaf gibi bitkiler başarıyla kullanılabilir. *Alerjik reaksiyonlara karşı ısırganotu denenmelidir.

    Ender de olsa, astım bazen yalnızca sinir sistemini güçlendirici droglarla tedavi edilebilir. Çünkü, astım nöbetini başlatan başlıca nedenlerden biri korkudur. Hatta, astım nöbetinden duyulan korku, nöbetin başlamasına neden olabilir. Böyle durumlarda, hastanın iç dünyasını dengeleyici ve kendine güvenini güçlendirici her yöntem uygulanabilir. Sinir sistemini güçlendirici bitkiler, bu süreci destekleyebilir, ama psikoterapinin önemini de göz önünde bulundurmak gerekir.

    Süt ve süt ürünleriyle ilgili birkaç söz daha. Çocuk astımlarında ve egzamalarında, sütün alerjik reaksiyonlara yol açtığı kanıtlanmıştır, hatta, yetişkinlerin bu tür hastalıklarının da süt ve süt ürünlerinden kaynaklanabileceğine inanılmaktadır. Çocuklarımızın, mümkün olduğunca uzun süre anne sütü emmeleri mutlaka gereklidir. Ama memeden kesildikten sonra, bazı zararlı maddeleri içeren inek sütüyle beslenmemelidirler. İçinde birçok harika(!) besin maddesi ve şeker bulunan süt ürünlerinden de kaçınmak gerekir. Hatta kırmızı etten de uzak durulmalıdır. Tüm bunlara karşın, inek sütünün içerdiği zararlı maddelerin hiç birini içermeyen keçi sütü ve peyniri ile bu boşluk pekala doldurulabilir.





    Kulak - Burun - Boğaz ve Göz

    Bu bölümde söz konusu edilen tüm organların öncelikli bir birlikteliği vardır: Anatomik olarak birbirlerine çok yakındırlar ve işlevleri açısından benzeşirler; çünkü iç dünya ile dış dünya arasında önemli aracılık rolleri üstlenmişlerdir. Bu aracılık rolleri, bedensel açıdan bakıldığında, örneğin solunum sürecinde gaz alış verişi ve yemekte gıda alımı olduğu gibi, haberleşme ve bilinç alanlarında da kendilerini gösterirler. Kulaklarımızla duyar, burnumuzla koklarız. Yediklerimizin ve içtiklerimizin tadını ağzımızla alırız. Boğazımızda oluşan ses, haberleşmemizi sağlar. Gözlerimiz sayesinde ışığı algılayabilir, gerçeği tüm boyutları ile görebiliriz.

    Dış dünya ile süregelen alış verişleri ve birbirleriyle ortak bir mukoza tabakası ile bağlantılı olmaları, bu organlarda oluşabilecek hastalık belirtilerinin bir açıklamasını oluşturabilir. Tabi ki, mikrobik bir enfeksiyondan söz edilebilir veya belirli bir bitkinin poleninden kaynaklanan alerjik reaksiyonların etken olabileceği varsayılabilir; ama büyük bir olasılıkla bu tanıların tümü yanlış da olabilir. Bu durumlarda izlenmesi gereken en doğru yol ise, olası bir kalıtımsal savunma yetersizliğinin izlerini ilgili beden sisteminde aramak ve bir bağışıklık sistemi duyarlılığının nedenlerini anlamaya çalışmaktır.

    Solunum sistemi ve boğaz, burun ve kulaklar arasında çok yakın bir ilişki vardır. Mukozaların sümüksel maddeleri (mukus/balgam) üretim nedenleri ve biçimleri, bedenin sinerjik işleyişini (bir görevin, işlevin yerine getirilmesinde, birkaç organın birlikte çalışması durumu) ve kendini iyileştirebilme yeteneğini anlayabilmemizi sağlayacak çok önemli örneklerdir. Sümüksel maddenin bir görevi, yabancı maddeleri kuşatmak ve mikroorganizmaların (mikropların) mukozaya yerleşmesini önlemektir. Boğazı ve burunu kaplayan hücrelerin yüzeyinde, kirpiksi uzantılar vardır. Bu uzantılar, dalgaları anıştıran hareketlerle, hep aynı yöne eğilirler ve sümüksel maddeyi yemek borusuna ve oradan da, sterilize eden (her tür mikroptan arındıran) mideye gönderirler. Bronşları kaplayan hücrelerin yüzeyinde de kirpiksi uzantılar vardır ve onlar da, sümüksel maddeyi yukarı doğru iterek, dışarı atılmasını sağlarlar. Bu iniş çıkışlar, bir asansör sistemini anıştırır adeta. Sağlıklı bedende bu sistem kusursuz çalışır. Ama sümüksel maddenin kıvamında bir değişim olduğunda, sistemin çalışmasında da aksamalar görülmeye başlanır. Sümüksel madde (balgam) artışıyla ilgili hastalıkların şifalı bitkilerle tedavisi, öncelikle balgam kıvamını normalleştirmeyi hedefler, geri kalanını da kirpiksi uzantılar halleder.

    Kulak - Burun - Boğaz ve Göz İçin Şifalı Bitkiler

    Bu sistemde görülen hastalıkların çoğu mukoza problemlerinden kaynaklandığına göre, genelde yangılanmalar ve enfeksiyonlarla ilgilenmek gerekiyor. Bu durumlara uygun özel bitkiler bellidir, ama bu tür hastalıkların, bedenin tümüyle birlikte tedavi edilmesi gereği unutulmamalıdır. Yangılanmalarda (ağdalı sıvı üreten mukoza iltihapları), mukozayı sıkıştırıcı, büzüştürücü, yani sağlamlaştırıcı bitkiler (tanen içerikli) ve yangılanmaya karşı etkili bitkiler kullanılır. Kolayca uçabilen yağları fazlasıyla içeren bitkiler de bu alanda başarıyla kullanılabilir. Ayrıca, hastalıkta bakterilerin de pay sahibi olduğu düşünülerek, bakteri önleyici (öldürücü) bitkilerin de unutulmaması gerekir. Savunma ve temizlik işlevinde lenf sistemine gereken yardımın, kan temizleyici bitkilerden alınabileceği de göz önünde bulundurulmalıdır.

    Özellikle bu sistemde kullanılabilecek bitkiler sırasıyla: Gözotu, hatmi yaprağı, ebegümeci, ökaliptus yaprağı, beşparmakotu, altınbaşak, kavak tomurcuğu, mürver çiçeği, nane, adaçayı, zufaotu. Ayrıca, enfeksiyon hastalıklarına karşı bedenin savunma ve bağışıklık sistemlerini güçlendiren echinacea preparatları mutlaka kullanılmalıdır. Eczanelerden temin edilebilir.

    Kulak

    Kulakların görevinin duymak olduğunu biliyoruz, ama bu görevin yanı sıra onlar, bedenin tüm hareketlerinde kurulması gereken denge hakkında gereken sinyalleri de beyine gönderirler. Bu çok yönlü işlevleri olağanüstü bir şaşmazlıkla gerçekleştiren içkulağın yapısı bir estetik şaheseridir. Ama içkulağın problemleri bu kitabın kapsadığı alanların dışında kalıyor. Biz burada daha çok, evde tedavi edilebilecek yangılar ve enfeksiyonlarla ilgileneceğiz.

    Enfeksiyonlar

    Ortakulak iltihapları genellikle boğazda başlar ve östaki borusu yoluyla yayılır. En önemli bakteri önleyici ve yangıları tedavi edici bitkiler, yalancı eğir kökü, sarmısak, papatya ve echinacea’dır. Echinacea preparatları eczanelerden temin edilebilir ve genel anlamda enfeksiyonlara karşı kullanılabilir. Kuzey Amerika kökenli bu bitki ülkemizde tanınmaz.

    Lenf sistemini güçlendirici olarak, yoğurtotu, aynısafa ve koçboynuzu, yangıları iyileştirici ve mukoza güçlendirici olarak, altınbaşak ve mürver çiçeği kullanılır. Tedaviye uygun olan bu bitkiler ince kıyılıp eşit oranda karıştırılır ve günde 2-3 bardak çay, tatlandırılmadan içilir.

    Demleme biçimi: 1 tatlı kaşığı dolusu bitki, 1 su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür.

    Bu içten tedavi genelde çok etkilidir, ama kulak ağrısında dıştan tedavi kaçınılmazdır. Kulak ağrısı özellikle çocuklarda çok acı verici olabilir.

    Kulak ağrısı

    Bazı pratik önlemler: Birkaç damla ılıklaştırılmış sarı kantaron yağı kulağa damlatılır. Eğer ağrının yanı sıra yüksek ateş varsa, hemen doktora başvurulmalıdır!

    *Mürver çiçeği, anason, mayıs papatyası, nane çaylarının buharı, bir huni aracılığı ile kulağa yöneltilir. Tedavi süresi 5-10 dakikadır. *İnce şerit halinde kesilmiş gazlı bez, limon suyuna batırılır ve kulak yoluna sokulur. *İsveç Şurubu ile nemlendirilmiş bir pamuk parçası kulak yoluna sokulur. *Sinirliot tentürü ile gliserin yarı yarıya karıştırılır ve iyice çalkalanır. Bu karışımdan 2-3 damla, kulağa damlatılır.

    Bu uygulamalar kulak ağrısını azaltır veya dindirir, ama ağrıya neden olan enfeksiyonun tedavi edilmesi gereği unutulmamalıdır!

    Mastoit iltihabı (mastoidit)

    Mastoit, kulak kepçesinin arkasındaki kemik çıkıntısıdır. Bazen bu bölgede, apseye veya kan çıbanına dönüşebilen enfeksiyonlar görülebilir. Bu tür rahatsızlıklarda, kan çıbanı tedavisinde önerilen tedaviler uygulanır (deri bölümüne bakın).

    Ağır işitme ve işitme problemleri

    Ağır işitme, nevraljik nedenlerden veya orta kulakta oluşan bir enfeksiyonun yol açtığı blokajdan kaynaklanabilir. Böyle bir blokaj, nezleye karşı önerilen önlemlerle tedavi edilebilir. Dışkulak yolunu tıkayan kulak kiri de ağır işitmeye yol açabilir ve doktor bu sorunu kolayca ortadan kaldırabilir.

    Kulak çınlaması (Tinnitus)

    Gerçekte varolmayan, çınlama ve gürültü gibi seslerin algılanması halidir. Bu durum, bir enfeksiyonel birikimden veya sinir sisteminden kaynaklanabilir.

    *Eski bir reçeteye göre, kulağa soğan özsuyu damlatılır ve kulağın arkasına çam sakızı sürülür veya soğan özsuyuna batırılmış bir pamuk parçası kulak yoluna sokulur.

    *Ebegümeci çiçeği çayının buharı, bir huni aracılığı ile kulağa yöneltilir. Tedavi süresi 5-10 dakika olabilir.

    *Kantaron tentürü, Hypericum D6, beyin ve belkemiğinden ayrılan sinirleri yatıştırıcı etkiye sahiptir. Kulak çınlamasında da başarılı olabilir. Günde 2-3 kere, 15-20 damla, aç karnına, dil üstüne alınır ve kısa bir süre ağızda tutulduktan sonra yutulur.

    *Anavatanı Japonya olan, ginkgo ağacının yapraklarının içerdiği etken maddeler, özellikle derindeki damarları genişleterek, kanın akış hızının artmasını sağlayabilir. Ama bu etkiyi elde edebilmek için, bitkiden ekstre edilmiş ve standartlara uygun preparatları kullanmak gerekir. Bazı preparat adları: Ginkgo biloba extrackt, Craton forte, Rökan, Tebonin forte, Gincosan, Ginkovit.

    Ayrıca, zaman zaman gürültüsüz ortamlarda, bedeni gevşetmeye çalışılmalıdır. Gevşeme tekniklerini bir uzmandan veya kitaplardan öğrenmek doğru olur. Bu tekniklerden bazı örnekler: Autogenes training, Qi Gong, Biofeedback, Kinesiologie, Aura Soma.

    Burun

    Burun kanalları mukoza ile döşenmiştir. Mukoza, altındaki deri tabakalarının kurumasını önlemek ve solunum yolu ile buruna gelen tüm zararlı maddeleri tasfiye etmek için, sürekli olarak, az miktarda burun salgısı üretir. Bu doğal salgı üretimi, çeşitli etkenlerce uyarılır, nezle ve soğuk algınlığı gibi hastalıklara ve salgı üretiminin artmasına yol açar. Dışarıdan gelen, tütün ve alkol buharları, toz parçacıkları veya bakteriler bu duruma yol açabilirler, ama gerçek neden genellikle içten kaynaklanan problemler, özellikle de ölçüsüz beslenmeden kaynaklanan, bedende zararlı/zehirli maddelerin birikimidir. Durum böyle olduğunda, organizma bu zararlı maddeleri dışkılamak için, üst solunum yolları salgılarının üretimini arttırır (“solunum sistemi” bölümündeki, sümüksel madde üretimi ile ilgili beslenme biçimine bakın). Bu tür hastalıkların tedavisinde atılacak ilk adım, beslenme biçiminde yapılacak değişiklikler olmalıdır. Hastalığın şifalı bitkilerle tedavisi ile ilgili tüm önerilerde, yola çıkılması gereken öncelikli nokta, az sümüksel madde oluşturan besin maddelerinin kullanılmasına ağırlık verilmesidir.

    Nezle

    Nezle, yukarıda değinildiği gibi, sistemden kaynaklanan nedenlerin bir sonucu olabilir, ama enfeksiyonlardan veya alerjilerden de kaynaklanabilir. Bazen çok inatçı olabilen bu problemin tedavisinde, burun mukozasını etkileyebilen şifalı bitkiler kullanılır. Ayrıca, bedeni de bir bütün olarak tedavi etmemiz gerekir. Rahatlatıcı bitkiler: Gözotu, altınbaşak, mürver çiçeği, civanperçemi, mercanköşk. Günde 2-3 bardak bitki çayı, soğutulmadan, aç karnına veya öğün aralarında, tatlandırılmadan içilir.

    Nezleye genellikle enfeksiyonlar eşlik eder. Mikrop kırıcı bitkiler: Kekik, sarmısak ve adaçayı. Ayrıca, echinacea preparatları eczaneden temin edilebilir.

    Lenf sisteminin de nezle sürecinde etkilenebileceği düşünülerek, sistemi güçlendirebilecek ve temizleyebilecek bitkiler kullanılmalıdır: Yoğurtotu, aynısafa.

    Önerdiğimiz tüm bitkilerin yanı sıra, burun tıkanıklığını önlemek için, antiseptik etki içeren uçucu yağlardan oluşan bir merhem hazırlayabiliriz. Merhem, çok az miktarda burun deliklerine veya geceleyin göğse sürülür ve böylece, uçucu yağların burunu rahatlatması sağlanır:

    Nane yağı 10 ml, ökaliptus yağı 10 ml, çam yaprağı esansı (veya çam terementi esansı) 5 ml, vaselin 300 g.

    Ağır ateş üstünde sıvı hale getirilen vazeline yağlar eklenir ve güzelce karıştırılır. Küçük kaplara aktarılır ve soğuyup sertleştiğinde kapakları kapanır.

    *Uçucu yağlar, su buharı ile solunarak da kullanılabilir. Bu amaçla, yukarıdaki merhem veya ökaliptus ve mayıs papatyası gibi bitkiler kullanılabilir. Buhar tedavisi(inhalasyon) için:

    *2-3 tatlı kaşığı dolusu bitkinin üstüne 1,5 litre kaynar su dökülür. Buharın tümünden yararlanmak için, baş büyük bir havluyla örtülür ve 10 dakika kadar burundan soluk alınır. Günde 2 kere uygulanabilir. Burun mukozası bir süre duyarlı olacağı için, hemen açık havaya çıkmamak gerekir.

    *Aynı mendil ikinci kez kullanılmamalıdır. Nane esansı ile nemlendirilen bir mendil sık sık koklanabilir. Mentol, nezle virüsünün ölümcül düşmanıdır.

    *Eski bir reçeteye göre, gün boyunca pek çok kere, hafif tuzlu veya limonlu suyla burun temizlenebilir.

    *Nezle sırasında burun spreyine sarılan kişi, kolaylıkla bir “kronik nezleye” sahip olabilir ve en ufak bir hava cereyanında burnu akmaya başlar.

    *Günde en az bir kere açık havaya çıkılmalı veya soğuk suyla yıkanmalı veya açık pencere önünde jimnastik yapılmalıdır. Ama yüksek ateş varsa, bu soğuk tedaviler yapılmaz.

    Soğuk algınlığı

    Soğuk algınlığı genellikle sıkıntı verici bir rahatsızlıktır ve zaman geçirilmeden tedavisine başlanılmalıdır. Hastalıkların ne anlama geldiğini anlamak için tipik bir örnek: Onları daha çok, savaşılması gereken bir şeyler olarak görürüz, organizmanın dengesindeki bir sapma olarak değil! Bu uyarıya dikkat edilmeli ve bedeni yeniden eski durumuna döndürebilecek yollar aranmalıdır. Bedende bir virüsün yaygınlaşabileceği uygun bir ortam, bir dengesizlik oluştuğunda, soğuk algınlığının etkileri de hemen görülmeye başlar. İç dünyamız sağlıklı ve uyumlu olduğunda ise, virüs bombardımanına tutulsak bile soğuk algınlığına karşı direnebiliriz.

    Soğuk algınlığında atılması gereken ilk adım, bedenin mukus üretiminin (dış ortamla bağlantılı mukozaların ürettiği ağdalı sıvı) kaynakları ile ilgilenmektir. Genellikle yapılması gereken, mukus üretimine katkısı olabilecek tüm besin maddelerinin beslenme planından çıkarılmasıdır (“solunum sistemi” bölümündeki, sümüksel madde üretimi ile ilgili beslenme biçimine bakın). Eğer kişi, her kış soğuk algınlığına yakalanıyorsa, böyle bir beslenme diyetinin uygulanması kaçınılmazdır.

    Atılacak ikinci adım ise, hastalığın şifalı bitkilerle tedavisidir. Genelde, nezleye karşı kullanılan bitkilerin tümü, soğuk algınlığına karşı da başarıyla kullanılabilir. Her toplumun kendine özgü bitkileri vardır ve hepsi de etkilidir.

    Benim özel harmanım, mürver çiçeği, nane ve civanperçemi eşit karışımıdır. Bu çay, yangılara, nezleye karşı etkili ve mukoza güçlendirici olan mürver çiçeği, uyarıcı ve birikimleri çözücü etkisiyle nane, ter ve idrar arttırıcı etkileriyle civanperçeminin oluşturduğu, çok yönlü bir tedaviyi hemen başlatır. Günde en az 3 bardak çay, mümkün olduğunca sıcak ve tatlandırılmadan içilmelidir.

    Eğer hastanın ateşi varsa, karışıma kuşburnu ve ıhlamur eklenerek, terleme arttırılabilir.

    Şifalı bitkilerin ve özel beslenme diyetinin yanı sıra, C Vitamini alımına da önem vermek gerekir. Hastalığın tedavisi ve yinelememesi için önlem olarak, C Vitaminin önemini yeterince anlatabilmek mümkün değildir. C Vitaminin kullanım dozajı hakkında değişik kanılar vardır. Bizim önerimiz, soğuk algınlığı belirtilerinin başlamasından rahatlama sürecinin başlangıcına kadar, gün boyuna yayarak, günde 2 g ve daha sonra günlük 500 mg C Vitamini alınmasıdır.

    Ayrıca, bedenin bağışıklık ve savunma sistemlerini güçlendirmek için günde 2-3 bardak ısırganotu çayı içilmeli ve echinacea preparatları eczaneden temin edilerek kullanılmalıdır.

    Grip

    Belirtiler: Hızla yükselen ateş, baş ağrısı ve kırıklık, öksürük, burun akıntısı, üst solunum yollarında mukoza iltihabı. Ağır durumlarda kusmalar.

    Normal seyreden bir grip 8 gün sürer. Sonraki 8 gün süresince bedenin kendini toparlamasına yardımcı olunmalıdır, çünkü grip bedeni çok hırpalar!

    Grip başlangıcında, ağrılara ve halsizliğe karşı, civanperçemi, mürver çiçeği, nane,mayıs papatyası eşit karışımının çayı, 2 saatte 1 bardak, mümkün olduğunca sıcak içilmelidir. Çayın tadını acı bulanlar, onu biraz meyan kökü veya balla tatlandırabilirler.

    Grip tedavisinde, bedeni terletmek çok önemlidir. Yatak istirahatinde, limon ve bal karıştırılmış ıhlamur veya mürver çiçeği çayı, mümkün olduğunca sıcak içilerek ter atmaya çalışılmalıdır.

    *Adaçayı, gargara yapılarak içilir. *Ekmek üstüne dilimlenerek yenen bolca soğan, bedeni zararlı maddelerden arındırır ve sinir sistemini güçlendirir. Savunma sistemini güçlendirmek için, eczaneden temin edeceğiniz echinacea preparatlarını kullanınız. Bu preparatlar, önemli ruhsal ve bedensel yüklere karşı da savunma sistemini güçlendirir. *Açık havada bol spor yaparak, bağışıklık sistemini güçlendirin.

    *Nezle ve soğuk algınlığından farklı olarak, gribe karşı aşı yaptırabilirsiniz. Ama hep yeni grip virüsleri salgınlara yol açtığı için, aşının bile kesin bir korunma yöntemi olduğu söylenemez. Ama yine de, grip bedeni çok hırpalayan bir hastalık olduğu için, 60 yaşın üstündeki güçsüz kişilerin aşı yaptırması doğru olur.

    Ayrıca, kronik astım, kronik bronşit, kalp kası zafiyeti, diyabet, bağışıklık sistemi yetmezliği ve kansızlık durumunda da aşı yaptırmayı düşünmek gerekir.

    Ama, yumurta akına karşı alerjisi olanlar aşıdan yararlanamıyorlar, çünkü grip aşıları tavuk yumurtasında üretiliyor!

    Uyarı: Gerçek grip, yatak istirahatinde ve doktor kontrolünde tedavi edilmelidir! Hastalık sırasında dinlenmeyerek kendini aşırı derecede yoranlar, kalp veya akciğerlerde enfeksiyon oluşabileceğini unutmamalıdırlar!

    Sinüzit

    Belirtiler: Arada bir baş ağrısı ve burundan rahatça soluyamama duygusu. Göz altındaki ve göz üstündeki bölgelere bastırıldığında, hafif veya aşırı basınç ağrısı.

    Sinüs iltihabı eğer hemen tedavi edilmezse, genellikle kronikleşir ve sinüzite dönüşür. Aşağıdaki karışım, kısa sürede başarılı olabilecek bir tedavi için uygundur:

    Hatmi yaprağı, altınbaşak, orman sarmaşığı eşit karışımının çayı, 2-3 saatte 1 bardak içilir. 1 tatlı kaşığı dolusu ince kıyılmış bitki, 1 su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür.

    Aynı zamanda, enfeksiyonlara karşı savunma gücünü arttıran echinacea preparatları da, eczaneden temin edilerek kullanılmalıdır.

    -Mayıs papatyası buğu tedavisi çok eski ve etkisi kanıtlanmış bir reçetedir. Enfeksiyonu önler ve mukus birikintilerinin çözülmesini sağlar.

    1 litre suya 2 yemek kaşığı dolusu papatya eklenir, ağır ateşte kaynamaya başlayınca ocaktan alınır. Baş ve göğüs büyük bir havlu ile örtülerek, papatya buğusu 10 dakika solunur. Tedavi sonrası hemen açık havaya çıkılmaz.

    -İsveç Şurubu ile nemlendirilen bir pamuk, yatar durumdaki hastanın iltihaplı sinüsünün (veya sinüslerinin) üstüne yatırılır. En az yarım saat olmak üzere, uzunca bir süre beklenir. Olumlu sonuç alınması olasılığı yüksektir.

    -Burun spreyleri başlangıçta rahatlatıcı olabilir, ama uzun vadede burun mukozasının kurumasına ve sonuçta enfeksiyona elverişli bir ortamın oluşmasına yol açar.

    -Sinüsleri sıklıkla iltihaplanan kişiler, mutlaka bir uzman doktora başvurmalıdırlar.

    -Sigara içilmemelidir! Duman, mukozaya ve onun koruyucusu kirpiksi uzantılara zarar verir, ayrıca bağışıklık sistemini zayıflatır.

    -Bedeninizi dayanıklı ve güçlü kılın! Özellikle kışın sıkça açık havada yürüyüşler yapın. Sabahları yapılan sıcak-soğuk-sıcak duşlar kan damarlarını güçlendirir ve bedeniniz soğuğa karşı duyarlı olmaktan kurtulur.

    -Bağışıklık sisteminizi güçlendirin! Bu konuda en önde gelen, echinacea bitkisinin preparatları eczanelerden temin edilebilir.

    -Yeterli miktarda C Vitamini almaya özen gösterin! Bu vitamin, bedenin temizlenmesi işleminde bir numaradır. C Vitamini, portakal, kivi, limon ve maydanozda bol miktarda vardır.

    -Uzun süreli tedavilerde, sümüksel madde (mukus) üretimini arttırabilecek besinlerden kaçınmalı (“solunum sistemi” bölümünde, sümüksel madde üretimini arttıran besin maddelerine bakın), diyet programına bolca soğan ve sarmısak eklenmelidir.

    Saman nezlesi/Bahar nezlesi

    Saman nezlesi ve benzeri nezle türleri, bağışıklık sisteminin tepkisi sonucu, alerjiye yol açan maddelerin (histamin) aşırı miktarda üretilmesinden kaynaklanır. Bedenimizin neden bu tür duyarlılıklar gösterdiği ise pek bilinemiyor. Acaba bir alerji onu açığa çıkaran maddelerin eseri midir, yoksa iç dünyamızdaki bazı gelişmelerin bir sonucu mudur? Belki soyaçekimden, ölçüsüz bir yaşam biçimine kadar varan çeşitli nedenlerin bileşiminden kaynaklandığı da varsayılabilir. Ama eğer yaşam biçimi ölçülü ve iç dünya dengeli ise, soyaçekimden kaynaklanan bir dayanıksızlık hiçbir zaman hastalığın oluşmasında etken olmayabilir!

    Sanırım, burada polen alerjisinin soyaçekimle ilişkisi hakkında kısa bir açıklama yapmak gerekiyor. Belirli uyaranlardan etkilenecek biçimde gelişmiş bazı sinir ucu molekülleri (receptor molekül), gereğinden fazla histamin üretmeleri için dokuları yanıltırlar. Yakın geçmişte bir İngiliz-Japon araştırma grubunun varmış olduğu sonuca göre, polen alerjisi olan kişiler, bu molekülü annelerinden miras alırlarmış. Yani, polen alerjisini babalarımızdan değil, yalnızca annelerimizden alıyoruz. Sonuç olarak, bu durum herhalde salt soyaçekim sayılamaz, ama belki “anayaçekim” olarak betimlenebilir!

    -Saman nezlesi, aşağıdaki bitki karışımıyla yatıştırılabilir veya tedavi edilebilir: Mürver çiçeği 2 ölçü, ısırganotu 2 ölçü, ıhlamur 1 ölçü, hindiba 1 ölçü, ince kıyılarak karıştırılır.

    1 tatlı kaşığı dolusu bitki, 1 su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 2-3 bardak çay, tatlandırılmadan, öğün aralarında veya aç karnına içilir.

    Bu tedaviye, saman nezlesi mevsiminden 3-4 hafta önce başlanırsa, mevsim nezlesiz geçirilebilir. Ayrıca, C Vitamini alınmalı, bolca soğan ve sarmısak yenmelidir.

    -Gün boyunca pek çok kere burun, soğuk suyla, tuzlu suyla, limonlu suyla,mayıs papatyası çayı ile veya atkuyruğu çayı ile temizlenebilir.

    Doğru uygulama: Avucunuzun içindeki sıvıyı burnunuza yaklaştırın. Sonra bir burun deliğini parmağınızla tıkayın, öteki burun deliği ile sıvıyı iyice içeri çekin. Özellikle nezle belirtileri arttığında, bu yıkamayı yineleyebilirsiniz. Burun temizlenirken, hızla sümkürülmemelidir.

    Uyarı: Alerjik rahatsızlıklar astıma yol açabilir! Kısa sürede etkili olabilecek tedavilere yönelmek gerekir.

    Polip (burunda)

    Burun polipleri, sıkça görülen bir problem olabilir ve bedenin genel sağlık durumu göz önüne alınarak tanıya varılıp, tedavi edilmelidir.

    -İsveç Şurubu ile nemlendirilen bir pamukla sık sık nemlendirildiğinde, kısa sürede yok olabilir. *Normal sıcaklıkta atkuyruğu veya ceviz yaprağı çayı ile burun günde pek çok kere temizlenir. Polip birkaç gün içinde yok olur.

    Burun kanaması

    Burun kanaması, bedende herhangi bir aksaklık olduğunun bir işareti olabilir. Belki çok basit bir nedenden kaynaklanabilir, ama yüksek kan basıncı gibi önemli bir hastalığın belirtisi de olabilir. Sürekli kanamalarda mutlaka bir uzman hekime başvurulmalıdır!

    -Kanamaya karşı, burun deliklerine pamuk doldurulur ve baş yukarda tutularak, başparmak ve işaret parmağı ile burun kanatlarına baskı yapılır. Pek çok kanama, böyle bir önlem sonucunda durabilir. Birkaç dakika boyunca sürekli olarak pres yapılır ve ağızdan soluk alıp verilir. Başı biraz öne eğmek gerekir, arkaya eğmek ise yanlıştır!

    -Burun köküne ve enseye yapılan soğuk kompresler kanamayı azaltacaktır. Bu kompreslerin içine buz da koyulabilir.

    -Omurganın başladığı noktaya, yani ense köküne parmak uçları ile yapılan dairesel masajlar, kanama süresini kısaltır.

    -Atkuyruğu, ceviz yaprağı, meşe kabuğu çayı, ılıklaştırılarak buruna çekilir veya çayla ıslatılan pamuk burun yoluna sokulur. Bu bitkilerin etken maddesi olan tanenin, sıkıştırıcı, sağlamlaştırıcı etkisi sayesinde kanama süresi kısalır.

    Uyarı: Eğer burnunuzda kanamaya yatkın kan damarları varsa, aspirine el sürmemeniz gerekir! Çünkü aspirin, kanı sulandırır ve pıhtılaşmayı önler.

    Salisilik asit içeren besin maddelerini azaltın, çünkü aspirinin de etken maddesi olan salisilik asit, kanın pıhtılaşma özelliğini olumsuz etkiler.

    Salisilik asit içeren besin maddeleri: Kahve, çay, badem, taze ve kuru üzüm, elma, kayısı, kiraz, şeftali, erik, domates ve salatalık.

    Boğaz

    Boğazımız, kaynağı değişik organlarımızda olan hastalıkların saldırısına uğrayabilir. Bu organlar akciğerler, burun, mide ve ağız içi olabilir. Boğaz hastalıkları, bademcik, yutak veya gırtlak iltihabı biçiminde ortaya çıkar ve bedenin tümüyle birlikte tedavi edilmesi gerekir. Bademcik iltihabı tedavisi, bedenin bir bütün olarak tedavi edilişine çok iyi bir örnek oluşturur (bademcik iltihabı bölümüne bakın).

    Bademcik iltihabı (Tonsillitis)

    Bademcik olarak adlandırdığımız beze dokusu, bir tür lenf dokusudur ve öteki lenf bezleri gibi, bedeni enfeksiyonlardan korumakla yükümlüdür. Bir bademcik iltihaplanması, onların bu görevi yaptıklarının açık bir göstergesidir. Şifalı bitkilerle yapılacak olan uygun bir tedavi, hem bedeni güçlendirecek, hem de bademcikleri görevlerini yapmakta destekleyecektir. Çok gerekli olmadıkça bademcikler kesinlikle aldırılmamalıdır (ama çoğunlukla aldırılır).

    Tedavide, bakterilerle savaşabilecek adaçayı, kekiotu, mayıs papatyası gibi bitkilerin çaylarıyla ve limonlu suyla gün boyunca gargaralar yapılmalı ve lenf sistemini temizleyici yoğurtotu, aynısafa gibi bitkiler, içten çay biçiminde kullanılmalıdır. Ayrıca, enfeksiyonlara karşı bedenin savunma gücünü arttıran, echinacea preparatlarının kullanımı da büyük yarar sağlayacaktır. Bu preparatlar eczaneden temin edilebilir.

    -Boyuna uygulanan soğuk kompresler iltihabı geriletir. 20x60cm boyutundaki bir tülbendi uzunlamasına katlayın ve soğuk suyla iyice ıslattıktan sonra sıkın ve boynunuza dolayın. 15-20 dakika sonra kompresi tazeleyin. Bu tedavi günde 2-3 kere yinelenebilir.

    -Hoş değildir, ama etkilidir: Kompres için kullandığınız tülbendi kendi idrarınızla ıslatın (sabah idrarının orta bölümü) ve kompresinizi yapın. Denenmiş bir yöntemdir ve ağrıları kısa sürede sona erdirir.

    -İltihaba karşı boğazı soğuk tutmak gerekir. Kaymaklı dondurma bu görev için çok uygundur.

    -Sigara içilmemelidir!

    -Elden geldiğince burundan soluk alıp verilmelidir. Havadaki pek çok yabancı madde, daha uzun olan burun yolunda süzülecek ve bademciklere ulaşamayacaktır.

    -Bağışıklık sisteminizi güçlendirin! Açık havada yürüyüşler veya spor yapın.

    Gırtlak iltihabı (Larenjit)

    Bademcik iltihabına karşı önerilen tedaviler, gırtlak iltihabında da geçerlidir. Ama burada, ılık adaçayı veya kekik çayı ile yapılan gargaralar çok yararlı olacaktır.

    Göz

    Göz hastalıkları, kitabımızın ilgi alanının dışında kalıyor. Ama, gözkapakları ile ilgili hastalıklar şifalı bitkilerle tedavi edilebilir.

    Gözkapakları ile ilgili tüm tedavilerde ve bazı göz hastalıklarında kullanılabilecek en öncelikli ve en etkili bitki kuşkusuz gözotudur. Gözotu, tüm göz hastalıklarında, içten ve dıştan yapılan tedavilerde kullanılabilir. Bitki, gözbebeğini ve gözbebeğinin çevresindeki dokuları da çok olumlu etkiler.

    Öteki etkili bitkiler sırasıyla: Aynısafa, rezene, adaçayı, atkuyruğu, ayrı ayrı kullanılabilir.

    Bu bitki çaylarına batırılan temiz bezler, kapalı gözkapaklarının üstüne yatırılır. Kompres süresi 15-20 dakikadır ve günde 2-3 kere uygulanabilir.

    -Patatesin enfeksiyonu yatıştırıcı etkisi vardır. Haşlanmış bir patates çatalla iyice ezilir, 1 yumurta sarısı eklenir ve krem haline gelene kadar sıcak sütle karıştırılır. Temiz bir bezin üstüne bıçak sırtı kalınlığında sürülür ve kapalı gözkapaklarının üstüne yatırılır. Süre 20 dakikadır. Günde 2-3 kere uygulanabilir.

    -Keten tohumu, arpacığın olgunlaşmasını ve iltihabın dışlanmasını çabuklaştırır.

    Havanda hafifçe ezilmiş 2 yemek kaşığı dolusu ketentohumu, 2 su bardağı dolusu kaynar suya eklenir, 7-8 dakika kadar demlendirilirken, arada bir karıştırılır. Ilıklaşan sıvıya batırılan temiz bir bez, kapalı gözkapağının üstüne yatırılır. Süre 20 dakikadır. Günde 2-3 kere uygulanabilir.

    Uyarı: Kısa sürede iyileşmeyen göz hastalıkları için vakit geçirilmeden doktora başvurulmalıdır.

    Arpacığın sıklıkla görülmesi, önemli bir hastalığın, örneğin şeker hastalığının (diabetes mellitus) bir belirtisi olabilir.

  9. #9

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Dolaşım Sistemi (Kardiyovasküler sistem)

    Beden sistemleri arasında yapacağımız yolculuğa, tüm beden sistemlerini birleştiren ve etkileyen, kan dolaşımı sistemi ile başlıyoruz. Sistemi incelediğimizde, onun bir taşıma sistemi olduğunu görürüz. Bu bölümde, taşınan madde(kan) ile değil, kalbin ve kan damarlarının işlevleri ve sağlığı ile ilgileneceğiz.

    Bedenimizi oluşturan organların tümünün kusursuz bütünlüğünü sürdürebilmesi, ancak dolaşım sisteminin tümünün uyumlu bir canlılıkla çalışabilmesine bağlıdır. Dolaşım sisteminin güçsüz veya tam çalışamıyor olması, öteki organları ve dokuları olumsuz etkiler. Kan sağlıklı olduğu halde, organların bu kanla gereğince beslenememesi, organik sorunlar oluşmasına yol açar. Ayrıca, organizmadaki kimyasal etkileşimler sırasında oluşan zararlı maddelerin tam anlamıyla dışkılanamaması durumunda, beden dokuları hızla zarar görmeye başlar. Bu durumda, ağırlık noktası herhangi bir organ olan tüm hastalıkların, ya o organın kanla gereğince beslenememesinden veya zararlı maddelerin dolaşım sistemi tarafından gereğince dışkılanamamasından kaynaklanabileceği düşünülebilir. Bedeni bir bütün olarak gördüğümüzde ise, tüm organların ve beden sistemlerinin birbirleriyle bağlantılı olduklarını ve birbirlerini etkilediklerini görürüz. Bedeni bir bütün haline getiren tüm organların, bu bütünlüğün oluşmasındaki katkısını gözlemlemek gerekir. Örnek olarak, kalp damarlarının pek çok hastalıkta rolü olabilir ve tedavi sırasında bu olasılık da göz önünde bulundurulmalıdır.

    Çağımızın hızlı yaşam biçimi nedeniyle kan damarlarımıza ve kalbimize gereken özeni göstermememizden ötürü, öncelikle dolaşım sistemimiz, genellikle yaşamsal boyutlardaki hastalıklara açık hale gelmiştir. Dolaşım sistemi aksaklıklarına karşı önlem almak ise oldukça basittir ve doğal olarak bu önlemlere de değineceğiz. Ama eğer kalp artık açıkça bir tehlike altına girmişse, çok dikkatli olmak gerekir. Gerçi kalp yetmezliği veya daha başka işlevsel kalp rahatsızlıkları durumunda kullanılabilecek pek çok şifalı bitki vardır, ama bu konu ile ilgili her tür tedavinin yalnızca uzman hekimlerin denetiminde gerçekleştirilmesi gereği kesinlikle göz ardı edilmemelidir!

    Dolaşım sistemi hastalıklarına karşı önlemler

    Hastalıklara karşı önlem almak, hastalıkları tedavi etmekten daha kolaydır. Önlem almak, bedensel, zihinsel ve ruhsal rahatlığı sağlamaya çalışmaktır. Hastalık hali ise, aşırı güçsüzlükler nedeniyle bedenin belirtiler vermeye başlamasıdır. Bu belirtilerin oluşması bazen yıllarca sürebilir, çünkü bedenimiz, hemen teslim olmadan, uzun süre savaşabilecek güce sahiptir. Genellikle yavaş, ama süreklilik gösteren bir kötüye gidiştir bu! Kendimizi geçen yılki gibi güçlü ve zinde bulmayız, sağlık durumumuz gerektiğince iyi değildir artık. Bu durum zamanla bir hastalık haline dönüşmeye başlar, ama biz durumumuzu ancak belirtiler açıkça ortaya çıktığında fark ederiz. Burada, kalp ve damar sistemi ile ilgili ayrıntılara değineceğiz. Bu ayrıntılar yalnızca adı geçen sistemlerle ilgili sorunları olanları ilgilendirmiyor. Onlar, yaşamları boyunca bu tür rahatsızlıklardan uzak kalmak isteyen her sağlıklı kişi için de geçerli. Konuyla ilgili dört etken göz önünde bulundurulmalıdır

    Hareketlilik

    Kullanılması, arada bir de olsa, elden geldiğince zorlanması, sistem için yaşamsal öneme sahiptir. Kalbin ve damar sisteminin gerçekten zorlandığının anlaşılabilmesi, ancak, kalp atışımızın hızlanmasına ve soluk soluğa kalmamıza neden olabilecek kadar yoğun bedensel hareketleri yapmakla mümkün olabilir. Ama bu yöntem, her gün soluksuz kalana kadar koşuşturmamız gerektiği biçiminde algılanılmamalıdır. Doğrusu, rahatlatıcı ve eğlendirici olabilen, belirli bir günlük disiplinle sürdürülen beden hareketleridir. Önemli olan, beden hareketleri de dahil olmak üzere, günlük yaşamın her alanında ölçüyü aşmamaktır.

    Beslenme

    Dolaşım sisteminin sağlığı, tüm besin maddelerinin içinde öncelikle yağ tüketiminin miktarına bağlıdır ve pek çoğumuz gereğinden fazla yağ tüketiriz. Son yıllarda, öncelikle hayvansal yağların kandaki kolesterol düzeyinin artmasında başlıca etken olduğu ve bu gelişmenin çeşitli dolaşım sistemi hastalıklarına yol açtığı savunuldu. Genel anlamda, hayvansal yağ tüketiminden vazgeçilerek, bitkisel yağ tüketimine geçişin yararları vurgulandı. Ama yapılan son araştırmaların sonuçlarına göre, konu bu kadar basit değil. Pek çok bulgu, bitkisel yağların da kolesterolü arttırıcı etki içerdiğini gösteriyor. Bu durumda seçilebilecek tek güvenli yol, her tür yağın tüketimini kısıtlamaktır. Bunun anlamı öncelikle, görünen yağlardan kaçınmak (et, tereyağı, sıvı yağlar) ve ayrıca, yağ tüketiminde önemli yer tutan, görünmeyen yağlardan da uzak durmaya çalışmaktır (süt, peynir, süt ürünleri, mayonez, pasta ve kurabiye). Bu tür gıdaların yerine, bolca taze sebze ve meyve, kepekli tahıl ürünleri ve baklagiller (fasulye, bezelye, nohut) tüketilmelidir. Özellikle baklagillerin ve yulafın kandaki kolesterol düzeyinin azalmasına yardımcı olabilecekleri ise unutulmamalıdır.

    Tütün ve alkol

    Sağlığına özen gösteren, öncelikle kalp ve damar sisteminin sağlığı ile yakından ilgilenen herkesin sigarayı bırakması ve alkol tüketimini kabul edilebilir düzeye indirmesi gerekir.

    Stres

    Günümüzün hızlı yaşam biçiminden kaynaklanan stres, başta kalp ve dolaşım sistemi rahatsızlıkları ve sinir sistemi rahatsızlıkları olmak üzere, pek çok hastalığa yol açmaktadır. Stres görece bir kavramdır, yani etkileri kişiliklere göre değişebilir. Ama stres etkilerini araştırmak yerine, kişilerin günlük yaşamda stresle nasıl başa çıkabildiklerinin araştırılması herhalde daha doğru olurdu. Stres etkilerinden ve duygusal rahatsızlıklardan korunarak, yaşamımızla ve sağlığımızla ilgili sorumluluklar yüklenebilmemiz için, çağımızın bize sunduğu çeşitli olanaklardan yararlanmayı öğrenmemiz gerekir. Stresten kaynaklanan rahatsızlıklara ve gerginliklere karşı şifalı bitkilerden de yararlanabiliriz. Ama çok daha doğru ve gerçekçi sayılabilecek yaklaşım, bu rahatsızlıklara yol açan nedenleri kendimizde aramak ve değiştirmeye çalışmaktır. Böylesi bir arayışa ve değişikliğe yönelmek için bilinç ve bazen de cesaret gerekir.

    Dolaşım Sistemi ve Şifalı Bitkiler

    Tüm bedensel sistemler için olduğu gibi, dolaşım sistemi için gerekli olan şifalı bitkilerin sayısının da sınırlı tutulmasına kesinlikle özen gösterilmelidir.

    Beden, birbirini tamamlayan sistemlerin oluşturduğu bir bütündür ve şifalı bitkilerle tedavi bilimi (fitoterapi) de bu gerçeği savunur. Herhangi bir sistemde ortaya çıkan bir problem, bir başka sistemin sağlıksızlığından veya yetersizliğinden kaynaklanabilir. Aynı biçimde, her bir şifalı bitki de, herhangi bir sistemin tedavisinde olumlu etki yapabilir. Ama, fitoterapi temel kurallarının, sıradan insanın sınırlı kavrama yeteneğince algılanabilmesini sağlamak için, bu sistemde doğrudan etkili olabilecek bitkilerin saptanması doğru olur. İçinden çıkılması zor bitki karışımları ile olası yanlışlıklara yol açmamak için, hangi bitkinin doğrudan kalbi, hangi bitkinin doğrudan damar sistemini etkileyebileceğinin bilinmesi gerekir.

    Kalp güçlendirici bitkiler

    Alıç: Etkinliği ve zararsızlığı pek çok ülkenin sağlık bakanlığınca onaylanmış olan ender bitkilerdendir. Kalp, damar sistemi ve beyinde geliştirdiği olumlu etkiler ancak 2-3 haftalık bir kullanımdan sonra görülmeye başlar ve artarak sürer. Hiçbir yan etkisi yoktur, alışkanlık yapmaz, sürekli kullanımında hiçbir sakınca yoktur.

    Dolaşımı sağlayan damarları genişleterek, daha fazla kan ve oksijenle beslenen kalp kaslarının güçlenmesini sağlar ve yüksek kan basıncını dengeler. Ayrıca, kan dolaşımındaki bu olumlu gelişmeden beyin de yararlanır ve bellek güçlenir. Miyokart enfarktüsü sonrasında, angina pectoris’te, yavaş kalp atımında ve genel anlamda kalp güçlendirici olarak kullanılmalıdır.

    Ökseotu: Kalp kaslarını güçlendirir, damar sertliğine karşı kullanılabilir, yüksek ve alçak kan basıncını dengeleyebilir, bağışıklık ve savunma sistemlerini güçlendirdiği varsayılır. Ağır enfeksiyon hastalıklarından sonraki kalp kasları zafiyetinde başarıyla kullanılabilir.

    Biberiye: Kalp koroner toplardamarlarının daha fazla kan taşıyabilmelerini sağlayabilir. Dolaşım bozukluklarında bitki banyoları yararlı olabilir.

    Kediotu kökü: Stres veya sinirsel kökenli tüm kalp ve dolaşım aksaklıklarında başarıyla kullanılabilir.

    Aslankuyruğu: Kalbi güçlendirir, özellikle yatar durumda oluşan şiddetli kalp çarpıntılarını normalleştirir. Sinirsel kökenli kalp rahatsızlıklarında kullanılabilir.

    Oğulotu(Melisa): Sinirsel kökenli kalp rahatsızlıklarında kullanılabilir.

    Nane-Mayıs papatyası: Eşit oranda karıştırılarak, kalp çarpıntılarına karşı denenebilir.

    Soğan: Kalp kaslarını güçlendirir.

    İnci çiçeği: Sinirsel kökenli kalp düzensizliklerinde, özellikle kalp atışının yavaşlığında ve kalp kaslarının güçsüzlüğünden kaynaklanan ödemlerde kullanılmalıdır.

    İnci çiçeği’nin kalp üzerindeki etkisi, yüksükotu (Digitalis purpurea) etkisine eşdeğerdir. Ama yüksükotu’nun tehlikeli zehirliliğine karşın, inci çiçeğinde, sağlık sorunu oluşturabilecek oranda zehirlilik yoktur, ayrıca, etken maddeleri organizmada birikim yapmaz ve kısa sürede dışkılanır. Bitkinin etken maddeleri kalp glikozitlerinden oluşur: Convallatoxin, Convallatoxol, Convallamarin, Convallasid ve Convallatoxolosid (tüm bu adların kökeni, bitkinin Latince adı Convallaria majalis’dir). Bu kadar çeşitli biyokimyasal arasında, kalbi doğrudan etkileyen ana etken madde sayısı ikiyi geçmez ve en önemlisi ise Convallatoxindir. Bir farmakolog için bunun anlamı, öteki maddelerin önemsiz olduklarıdır. Ama bu saptama kesinlikle doğru olmayacaktır, çünkü, ikincil etken maddelerin, ana etken madde Convallatoxin’in çözünme yeteneğini 500(beşyüz) misli arttırdığı saptanmıştır. Bu nedenle, bitki drogunun ve tentürünün en küçük dozajları bile tedavide etkili olabilmektedir. Ayrıca, bu etken maddeler bileşiminin olumlu etkisinin, hızla etki yapıp kısa sürede okside olarak dışkılanan Convallatoxin’e oranla daha uzun süreli olduğu da saptanmıştır. Doğrudan etki yapmayan ikincil maddeler, zamanla, organizma tarafından etken bir bileşime dönüştürülebilmektedir. İnci çiçeği, şifalı bitkilerin sinerjik etkileri (bir sonucun sağlanmasında birkaç görevin işbirliği) bakımından çok önemli bir örnektir.

    Şifalı bitkilerle ilgili tüm bu analizler ve biyokimyasal araştırmalar bize, çeşitli maddelerden oluşan bir bileşimin, içeriğindeki en etken maddeden çok daha etkili olduğunu göstermektedir. Şifalı bitkilerin içerdiği tüm maddelerin birbirini etkilemesi sonucunda tedavi edici bir etki oluştuğuna göre, bitkilerin bu gücünü yalnızca bazı maddelerin kimyasal yapısında aramamamız gerekir. Burada, kuşaktan kuşağa aktarılan bilgilerin, çağdaş bilim tarafından da onaylanması gerektiğini görüyoruz.

    Kan dolaşımına yararlı şifalı bitkiler

    Kalbi güçlendirici bitkiler olduğu gibi, kan dolaşımını güçlendiren ve dengeleyen bitkiler de vardır. Bu bitkilerin önde gelenleri sırasıyla: Ökseotu, sarmısak, alıç, hindiba, civanperçemi, atkestanesi, ıhlamur, kediotu kökü, biberiye, paprika, zencefil.

    Görüldüğü gibi bu bitkilerin bazıları kalbi güçlendirmede de kullanılan bitkilerdir. Ama ayrıca, damarları genişletici, yüzeysel kan dolaşımını uyarıcı ve idrar arttırıcı bitkilerin de kullanılması gerekir. Bu çeşitliliğin nedeni, bedenin sınırlı bir bölgesindeki rahatsızlığın, beden bütünlüğü içindeki öteki sistemlerde oluşan bir dizi aksaklıklardan kaynaklanıyor olabileceği kuramına bağlıdır.

    KALP SAĞLIĞI VE BESLENME

    Meyveler

    Kalp hastaları (ve bu arada herkes) bol vitamin ve mineral içeren meyvelerden günde en az bir tane yemelidirler.

    Elma tartışmasız en iyisidir.

    Lifli Yiyecekler

    Buğday, mısır, makarna, pirinç, hububat. Bu besinler midede kabarıp tokluk hissi verdiklerinden daha az yemek yenilip kalbe fazla yüklenilmemiş olunur.

    Balıklar

    Lüfer, uskumru, alabalık, ton balığı, sardalye kalbimizi koruyan çok önemli besin kaynaklarıdır. Bu balıklarda bol protein ve az yağ bulunması en büyük avantajlarıdır.

    Sebzeler

    Şayet aşırı kilo ve kolesterolden uzaklaşmak istiyorsanız bol sebze tüketmelisiniz. Sebzelerde kalori azdır ve bağışıklık sistemini güçlendirerek insanı kalp hastalıkları, kanser gibi ölümcül hastalıklardan korurlar. Özellikle kereviz, havuç, turp, soğan, sarımsak ve yeşil yapraklı sebzeler mutlaka düzenli olarak tüketilmeleri gereken gıdalar arasında olmalıdır.

    Baklagiller

    Mercimek, bakla, soya fasulyesi, bezelye ve fasulye içerdikleri az yağ ile kandaki kolesterolü düşürürler. Belli aralıklarla mutlaka yenilmelidir.

    Ayrıca

    Bol protein, az yağ ve karbonhidrat içeren tavuk ve hindi eti de kalbe çok yararlıdır. (Yağsız sığır eti de aynı özelliklere sahiptir.)

    Dikkat

    · Aşırı tuz, aşırı yağ ve çikolata, kek, kurabiyede aşırıya kaçmak sakıncalıdır.

    · Düzenli spor da ihmal edilmemelidir.

    İdrar arttırıcı bitkiler (diuretika)

    Kan dolaşımı bozukluklarında, sistemde oluşan sıvı birikimlerini dışkılayabilmesi için bedene yardım edilmesi kaçınılmazdır. Eğer kalp zayıfsa ve bu nedenle kanın böbreklerden geçmesini sağlayamıyorsa veya toplardamar sistemi (özellikle bacaklardaki) güçsüzse, bedenin bazı bölgelerinde sıvı birikimi (ödem) oluşur. Bu durumda, hindiba, inci çiçeği, civanperçemi, fasulye kabuğu etkilidir ve uygundur. Kan dolaşımı rahatsızlıklarında kullanılabilen bu bitkilerin içinde, konuya en uygun olanı hindibadır. Kalbin gücünü arttırmak için herhangi bir idrar arttırıcı drog kullanıldığında, potasyum dengesi bozulabilir ve kalp rahatsızlığı bu yüzden önemli boyutlara ulaşabilir. Bu nedenle, tıbbi tedavilerde kullanılan idrar arttırıcıların yanı sıra potasyum da kullandırılır. Ama hindiba kullanımında bu tür sorunlar görülmez, çünkü hindiba zaten bol miktarda potasyum içerir.



    Kalp yetmezliği

    Tıp bilimi, kalp rahatsızlıklarını pek çok bölüme ayırmıştır, ama şifalı bitkilerle tedavide bu ayrıma gerek yoktur; çünkü biz burada, özellikle kalbi güçlendiren bitkilerle ilgileneceğiz. Kalbin güçlenebilmesi için, aşağıdaki bitki karışımının uzun süre kullanılması gerekir:

    Alıç 2 ölçek, arslankuyruğu 2 ölçek, inci çiçeği 1 ölçek

    1 tatlı kaşığı dolusu ince kıyılmış bitki karışımı, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10-15 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 3 bardak çay, aç karnına veya öğün aralarında, tatlandırılmadan içilir. Aynı zamanda, potasyum alımına da özen gösterilmelidir; örneğin domates ve üzüm. Eğer bedende sıvı toplanması varsa, karışıma 1 ölçek hindiba eklemek gerekir. Gerginlik ve korku halleri görüldüğünde, bitki karışımı, 1 ölçek oğulotu ve 1 ölçek ıhlamurla zenginleştirilir. Bu karışımın çayı da günde 3 bardak içilir ve bu dozajın arttırılmasında sakınca yoktur. Eğer yine de gerginlik ve koru halleri sürüyorsa, ıhlamur yerine, 1 ölçek kediotu kökü eklenebilir.

    Kalp çarpıntısı (Palpitasyon)

    Kalp çarpıntıları, ille de bir organ bozukluğundan kaynaklanmaz. Menopoz, alerji, korku ve cinsel heyecanlar da kalp çarpıntısına yol açabilir. Öncelikle bu nedenlerle ilgili çözüm yolları aranması doğru olur. Ama bu çözüm yollarının yanı sıra, kalbe hiçbir biçimde zarar vermeden kalp atımını normalleştirebilecek çok etkili bazı şifalı bitkilerden yararlanılabilir. Bu bitkilerin başlıcaları: kediotu kökü, arslankuyruğu, ökseotu ve oğulotu.

    Stres ve korkudan kaynaklanan kalp çarpıntısı (sinirsel taşikardi) sıklıkla görülen bir rahatsızlıktır. Aşağıdaki bitki karışımı kısa sürede rahatlatacaktır:

    Arslankuyruğu 2 ölçek, ökseotu 1 ölçek, kediotu kökü 1 ölçek

    Bu çay günde 3 bardak veya daha fazla içilebilir. Eğer yüksek kan basıncı belirtileri veya kalp problemleri varsa, karışıma 2 ölçek alıç eklemek gerekecektir.

    Angina pectoris

    (göğüs anginası)

    Göğüs, boyun, kol ve bazen sırta vurabilen, boğulma ve tıkanıklık duygusu ile ortaya çıkan angina pectoris, koroner kan akımındaki bozukluklarda ortaya çıkar. Kalbin kendisi için gerekli olan kan oranında azalma olduğunda, kalp dokuları için yaşamsal önem taşıyan oksijende de azalma başlar. Angina pectoris, organik bozuklukların dışında, genelde fiziksel zorlanmalardan veya duygusal stresten kaynaklanır. Bu rahatsızlık, uzun süreli bir program uygulanarak başarıyla tedavi edilebilir. Tedavinin hedefi, oksijen içerikli daha fazla kanın koroner damarlardan geçerek kalbe ulaşmasını sağlamaktır. İki aşamalı bir tedavidir bu. Başlangıçta, daha fazla kanın akışının sağlanabilmesi için koroner damarların genişlemesi hedef alınır, ikinci ve uzun süreli aşamada ise, öteki olası engeller ortadan kaldırılır. Disiplinli olarak uzun süre kullanıldığında, Alıç bu iki konuda da başarılı olabilir. Aşağıdaki bitki karışımı, olumlu etkiyi daha da arttıracaktır, çünkü damar duvarlarını kolesterol birikintilerinden temizler ve ilerideki olası birikintilerin oluşmasını önler.

    Alıç 3 ölçek, aslankuyruğu 2 ölçek, ıhlamur 2 ölçek, inci çiçeği 1 ölçek

    1 tatlı kaşığı dolusu ince kıyılmış bitki karışımı, 1 su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, 10-15 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 3 bardak çay, aç karnına veya öğün aralarında, tatlandırılmadan içilir. Ama, olası bir kalp krizi ağrısını bu çayla geçiştirmeye kalkışılmamalıdır! Eğer kan basıncı yüksekse, karışıma 1 ölçek de Ökseotu karıştırılmalıdır.

    Angina pectoris tedavisi sırasında, kişinin tüm sağlık sorunları göz önünde bulundurulmalıdır. Sinir sisteminin durumu incelenmeli ve gerekli tedaviler uygulanmalıdır. Ayrıca, sindirim sisteminin de konu ile yakından ilişkisi olabilir. Kronik kabızlık kalbi ayrıca yoracağı için, öncelikle tedavi edilmesi gerekir.

    Konunun başlangıcında değindiğimiz, olası önlemleri almak, özellikle beslenmede kontrol ve stresin bünyeye etkisinin tanımlanması çok önemlidir. Rahatsızlık kontrol altına alınana kadarki süre boyunca, ağır fiziksel zorlanmalardan kaçınılmalıdır. Aksi halde, şifalı bitki tedavisine karşın bir enfarktüs krizi hiç de küçük bir olasılık sayılmayabilir.

    Yüksek kan basıncı (Hipertansiyon)

    Toplumda yaygınlıkla görülen bir rahatsızlıktır. Gereğince tedavi edilmesi gereken pek çok değişik bedensel nedenlerden kaynaklanabilir. Ama hiçbir bedensel neden olmadan da oluşabilir. Biz burada, nedeni belirlenemeyen yüksek kan basıncı ile ilgileneceğiz.

    Yüksek kan basıncının bu oldukça yaygın türünde de, türe özgü herhangi bir bulguya ulaşılamadığında, bu oluşumu başlatabilecek bazı etkenlerden söz edilebilir. Öncelikle, ana babanın armağanı olan kalıtımsal yatkınlığın araştırılması gerekir. Ama eğer gerekli önlemler alınmışsa, kalıtımsal yatkınlık da yüksek kan basıncına neden olmaktan çıkabilir. Bu rahatsızlığa yol açan başlıca etkenler, genelde stres ve korkudur. Ruhsal problemler, iş hayatının baskıları ve içinde yaşadığımız evrensel kaos bedende gerginlik, katılık ve kasılmalara neden olabilir ve sonuçta, yüksek kan basıncının oluşabileceği ortam hazırlanmış olur. Bu ruhsal durum sinir sistemini etkiler ve bu etki de kılcal damarların kasılmasına yol açarak, kalp atışını etkiler. Rahatlatıcı bedensel uygulamalar ve masajlar, bedeni gevşeterek, bu tür durumlarda yararlı olabilir.

    Ayrıca, beslenme de iki ayrı biçimde etken olabilir. Besinler çok yağlı ve karbonhidrat yoğunluklu olduğunda, yağ kalıntıları, kan damarlarının duvarlarında birikintiler oluşturmaya başlar. Damar iç yüzeylerinin yağla kaplanmaya başlaması ile yüksek kan basıncının oluşmaya başlaması eşzamanlıdır. Bazı besinlere karşı alerjisi olanlarda da yüksek kan basıncı oluşabilir. Alerjilerin saptanması kolaydır, ama alerjilerin yüksek kan basıncı oluşumundaki katkılarının saptanabilmesi pek kolay değildir. Hafif ve gizli alerjiler varlıklarını genellikle yüksek kan basıncı ile belli ederler. Bu tür alerjilere en fazla yol açan besinler ise, süt ürünleridir. Bu alerjinin saptanabilmesi için, süt ürünlerinin tümü bir veya iki hafta kullanılmaz. Bu süre içinde oluşan değişiklikler gözlemlenir ve ürünlerin yeniden tüketilmeye başlanmasından sonraki kan basıncı ve öteki değişiklikler karşılaştırılarak sonuca ulaşılabilinir.

    Kan basıncı, bedendeki çapraşık bir bütünlük tarafından dengelenir. Bu oluşumu, hidrolik sisteminin temel kurallarını anımsatarak açıklayabiliriz. Sistemde sıvı oranı artınca basınç yükselir. Sistemin kapsamı daraldığında veya pompalama gücü arttığında, basınç yine yükselir. Bu fiziksel oluşumlar, şifalı bitkilerin etkinlik biçimleri konusunda aydınlatıcı olabilir.

    Pek çok şifalı bitki, kılcal damarların genişlemesini sağlayabilir ve böylece sistemin genel kapsamı da genişlemiş olur. Yine bazı bitkiler, dışkılanan sıvının arttırılabilmesi için böbrekleri uyarabilirler ve böylece sistemdeki sıvı azalır. Bazı bitkiler de kalbin çalışma hızını azaltırlar ve kanı damarlara pompalayan basınç böylece azalmış olur. Kullanılabilecek bitkiler: Alıç, ökseotu, sarmısak, hindiba, ıhlamur, civanperçemi.

    Her tedavide olduğu gibi, burada da rahatsızlığın ayrıntılarına göre bitki karışımları uygulanabilir. Ama genelde, aşağıdaki karışım çok etkilidir:

    Alıç 2 ölçek, ıhlamur 2 ölçek, civanperçemi 2 ölçek, ökseotu 1 ölçek.

    Bu bitki çayı uzun bir süre boyunca günde 2-3 bardak içilir. Günde 2-3 diş sarmısak yiyerek, tedavi daha da etkili kılınabilir. Eğer beden çok gerginse veya stresten etkileniyorsa, baş ağrısı varsa, karışıma 1 ölçek kediotu kökü veya arslankuyruğu eklenebilir. Bu tedavi uzunca bir süre (4-8 hafta) uygulandığında, yüksek kan basıncı normalleşir. Önerilen bu karışımın hiçbir sakıncası yoktur. Kan basıncını yapay yollarla normalleştirme özellikleri de söz konusu değildir. Onlar yalnızca, sistemi doğal yollarla dengeleyerek, kan basıncını normal düzeye çekerler.

    Alçak kan basıncı (Hipotansiyon)

    Kan basıncının normal ölçülerin altına inmesi de, yüksek basınç kadar tehlikeli olabilir. Olası organik aksaklıkların dışında, bu duruma yol açabilecek başlıca nedenler genelde, aşırı yorgunluk ve bedensel güçsüzlük olarak belirtilebilir.

    Fitoterapi yöntemleriyle, bu tür bedensel ve sinirsel güçsüzlük hali, dolaşım sistemini uyaran ve kan basıncını dengeleyen bitkilerin karışımı ile tedavi edilebilir. Kullanılacak olan bitkilerin, rahatsızlığı başlatan nedenlere göre seçilmesi gerekir. Eğer stres ve sinirsel güçsüzlük söz konusu ise, sinir sistemini güçlendirici (nervine tonika), yulaf, sarı kantaron, kediotu kökü, arslankuyruğu gibi bitkiler gereğine göre seçilip eşit oranda karıştırılabilir. Günde 3 bardak çay yeterlidir. Hiçbir belirgin nedene dayanmayan durumlarda ise, yüksek kan basıncına karşı kullanıldığı gibi, alçak kan basıncına karşı da kullanılabilen Alıç ve Ökseotu denenmelidir. Ayrıca, sindirim sistemini uyarıcı acı maddeler içeren şu bitkilerin denenmesi de yararlı olacaktır: Rezene, frenk kimyonu, eğir kökü, sarı kantaron, acı biber(paprika) vs.

    Damar sertliği

    (Arteriyoskleroz)

    Damar duvarında bağdoku artışına ya da kalsiyum tuzlarının birikmesine bağlı olarak, bir atardamarın sertleşmesi anlamına gelir. Bu oluşum, kan akımının beden hücrelerine ulaşmasını engelleme eğilimi gösteren kireçlenmelerle başlar. Daha sonraları, kolesterol ve yağ da bu kireçlenmelerin üzerinde birikme eğilimi gösterir. Bu oluşum, atardamarların harabiyetini hızlandırır ve önemli sorunlara yol açabilecek rahatsızlıkları başlatır. Atheroma olarak adlandırılan bu birikintiler genellikle aort’da, kalbi ve beyni besleyen damarlarda oluşur. Arteriyoskleroz, batılı ülkelerdeki ölüm nedenlerinin en başta gelenlerinden biridir ve bu durum, doğrudan, yanlış bir yaşam biçiminin ürünüdür. Eğer yaşam biçimimizi zorunluluklara göre uyarlayabilirsek, beden sağlığımız için pek çok şey yapabiliriz. Bu konuda, beslenme, stres ve hareketsizlik kadar, sigara ve alkol kullanımı da önemli etkenlerdendir. Tedavi hakkındaki ayrıntılar, “Dolaşım sistemi hastalıklarına karşı önlemler” bölümünden alınabilir.

    Ayrıca, bu rahatsızlığa karşı pek çok bitkiden de yararlanılabilir. Öncelikle ıhlamur, damar sertliğine karşı başarıyla kullanılabilir. Uzun süreli kullanımlar, kolesterol yığılmalarını önler ve oluşmuş olan yığılmaların temizlenmesinde organizmaya yardımcı olur. Aynı etki, sarmısak tüketimiyle de sağlanabilir. Ayrıca kullanılabilecek bitkiler, alıç, ökseotu, civanperçemi, genellikle damar sertliğine eşlik eden yüksek kan basıncına karşı da etkilidirler. Bu nedenle, yüksek kan basıncına karşı önerilen bitki karışımı, damar sertliğine karşı da kullanılabilir, ama Ihlamur oranının 3 ölçeğe çıkarılması yararlı olur.

    Tromboz ve flebit

    (Damar iltihabı)

    Damar sertliğinde ayrıca, yığılmalardan bir parçanın veya bir kan pıhtısının sistemde dolaşmaya başlaması tehlikesi de söz konusudur. Her ikisi de bir damarın tıkanmasına yol açabilir ve tıkanan damarın kanla beslediği bölge oksijen alamamaya başlar. Trombozun tehlikelilik oranı, tıkanmanın bedenin hangi bölgesinde oluştuğuna bağlıdır. Önemli olmayabilir, ama ölümcül de olabilir. Kan pıhtılarının oluşumuna yol açabilecek bir ortamın gelişmemesi için, trombozun mutlaka tedavi edilmesi gerekir. Damar sertliğine karşı önerilen önlemler uygulanmalı, sağlıklı bir kan dolaşımı sağlanmasında yardımcı olabilecek şifalı bitkilerden yararlanılmalıdır.

    Bacak toplardamar duvarının iltihabının bilimsel adı flebittir. Lokal iltihaplanmalara ve ağrılara karşı bitkisel losyonlarla yapılan kompresler etkinlik açısından önde gelir. Dıştan yapılan bu tedavilerde kullanılabilecek bitkiler: Aynısafa, atkestenesi, alıç, lahana yaprağı.

    Kullanım biçimlerini şifalı bitkiler bölümünde bulabilirsiniz. Ayrıca, eczanelerden temin edilebilen “Arnika pomadı” çok yararlıdır. Enzim preparatları, kan dolaşımını destekler, şişkinlikleri azaltır ve iltihabik tepkilerin sakinleşmesini sağlar.

    -Sigara içilmemelidir. Nikotin, kanın akışkanlık özelliklerinde değişimlere yol açar.

    -Her türlü sıcaklık zararlıdır. Bacakları güneşe göstermemek gerekir.

    -Bacak bacak üstüne atılmamalıdır.

    -Yürümek, koşmak, bisiklete binmek ve yüzmek yararlıdır.

    -Sülük kullanmak rahatlatıcı olabilir. Bir uzmanın kontrolünde denenmelidir.

    -Soğuk su bacak duşları rahatlatır. Sağ ayağın dışından kasığa doğru ve içten tekrar ayağa doğru inilir. Sol bacakta da aynı işlem uygulanır. İki bacağa ikişer kere, günde 2-3 kez uygulanır.

    Varis (Varicosis)

    Belirli bir bölgedeki toplardamarların düzensiz biçimde genişlemesi, uzaması ve kıvrımlar yapmasıyla oluşur. Hareketsizlik, fazla kilo, gebelik gibi nedenlerle bacaklardaki kan dolaşımının olumsuz etkilendiği durumlar veya bacak bacak üstüne atarak oturmak, varis oluşumunda önemli etkenlerdendir. Varis bedenin her bölümünde görülebilir ama, en çok bacaklarda oluşur. Çünkü kalp, bacak kaslarının pompalayıcı yardımı olmaksızın kanın tümünü bacaklardan geri çekemez. Bacak kasları ise, bu destekleyici görevi ancak kullanıldıklarında, zorlandıklarında yerine getirebilirler. Ölçülü olmak kaydıyla, hareketlilik gereklidir. Ayrıca, yerçekimi etkisine karşı koymak için, uzun süreli oturmalarda bacakları yükseğe kaldırmak gerekir.

    Fitoterapi, bu hastalığın tedavisi için de yeterli olanaklar sunmaktadır, ama bitkilerin tedavi edici gücü, beden hareketleri ile de desteklenmelidir. Beslenmede taze sebze ve meyve ön planda tutulmalıdır. Kabızlıktan kaçınılmalıdır. Beslenme zincirine, B vitamini kompleksleri, C ve E vitaminleri eklenmelidir. Kullanılan şifalı bitkilerin, yüzeysel kan dolaşımını etkileyerek, bacaklardaki kan akımını desteklemelerine özen gösterilmelidir. Bu görev için kullanılabilecek bitkiler: Atkestanesi, alıç, zencefil, civanperçemi, acı biber(paprika). Ayaklarda ve bacaklarda ödem oluştuğunda, öncelikle hindiba ve civanperçemi çayı kullanılmalıdır. Aşağıdaki karışım, problemi çok yönlü olarak ele alabilir:

    Atkestanesi 3 ölçek, alıç 3 ölçek, civanperçemi 2 ölçek, zencefil 1 ölçek.

    Bu çaydan günde üç kere, aç karnına veya öğün aralarında birer bardak içilir.

    Lenf Sistemi

    Bedende bağışıklık, savunma ve lenf sıvısını taşıma işlevlerini yerine getiren sistemdir. İki temel yapısal bileşenden oluşur: Değişik çaplardaki lenf damarları ve lenf dokusu. Damar sistemi, dokular arası sıvıyı toplardamarlara iletir. İlk bakışta bu basit bir taşıma işi olarak görülebilir, ama gerçekte yaşamsal önemi olan bir işlevdir. Hücreler, dokular, organlar, kısaca bedenin tümü bu işlev sayesinde tüm zararlılardan arındırılır. Bu nedenle, tüm bedensel görevler, lenf sıvısının normal akışının sürmesine bağlıdır ve lenf sistemi tedavisinde, bedenin bir bütün olarak görülmesi gerekir. Sistemin ikinci önemli görevini ise lenf düğümleri(bezleri) üstlenir. Bu görev, yabancı mikroorganizmaların yok edilmesidir. Lenf bezi büyümesi (adenopati), lenf bezlerinin bulunduğu, boyunun iki yanında, koltuk altları civarında, göğüslerde ve kasıklarda görülür. Yoğurtotu ve aynısafa bitkileri, lenf sistemini temizleyici özelliklere sahiptir. Ayrıca, eczanelerde Echinacin tabletleri ve tentürleri satılan, Kuzey Amerika kökenli Echinacea angustifolia adlı bitki de lenf sistemi rahatsızlıklarında başarıyla kullanılabilir.

    Lenf sistemi ile ilgili bir kuşku olduğunda bile, sistemi temizleyebilecek bir diyet uygulamak gerekir. Bu konudaki en başarılı ve önemli ilaç, taze meyvedir. Sisteme dinlenme süresi verebilmek için, belirli bir süreçte, aşağıdaki besin maddelerinin tüketimini en aza indirmek veya kesmek gerekir:

    -Kırmızı et

    -Yağlı ve kızartılmış gıdalar

    -Peynir, tereyağı, kaymak, süt

    -Sirke ve turşular

    -Alkol

    -Şeker ve şekerli gıdalar

    -Gıda endüstrisinin kullandığı tüm yapay maddeler

    Eğer bu besin maddelerinden kaçınırsak, bedenimize yardım etmiş oluruz. Ama bir olumlu adım daha atıp, doğru beslenme yoluyla onu temizleyebiliriz. Taze sebze ve meyve, tükettiğimiz besinlerin temelini oluşturmalıdır; hatta belirli bir süre boyunca yalnızca meyve ve tahıl ürünleri tüketilerek, çok yararlı bir beden temizliği gerçekleştirmek olasıdır. Bir süre sonra, beslenme programı giderek çeşitlendirilebilir. Aşağıdaki liste, çok doğru bir seçim olabilir:

    -Taze meyve. Özellikle portakal, üzüm ve elma.

    -Taze yeşil sebze.

    -Beyaz et ve beyaz balık (eğer istek varsa)

  10. #10

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Cinsel Sistemde Hastalık Belirtileri

    Öncelikle, cinsel sistem hastalıklarını dört grupta toplayabiliriz: Bu gruplar, adet kanamaları, gebelik ve doğum, menopoz süreci ve enfeksiyonlarla ilgilidir.

    Adet kanamaları

    Normal ve sıkıntısız adet görebilmenin koşullarını oluşturabilmek için dölyatağını güçlendirici ilaçların uzun süreli veya adet döneminden 3-5 gün öncesinden başlanarak kullanılması gerekir. Burada normal, kişiye özgü bir kavram olarak anlaşılmalı, her kadının aynı ölçüde ve biçimde adet göremeyeceği unutulmamalıdır.

    Adet kanamalarının olmaması (Amenorrhoea)

    Ergenlik çağında ilk adet kanaması çeşitli nedenler yüzünden gecikebilir. Bu durumda, dölyatağını güçlendirici ilaçların kullanımı, doğal bir bedensel ritmin oluşmasını destekleyecektir. Bu konuda en etkili olan bitkiler: Civanperçemi, sedefotu, hayıt meyvesi(tohumu), sarı kantaron, bozotu(Marrubium vulgare), anason, pelinotu, eğir kökü, biberiye.

    Erişkinlerde adet kanaması geciktiğinde de yine dölyatağını güçlendirici ilaçların kullanılması gerekir. Özellikle de doğum kontrol haplarının kullanımına son verilmesinden sonra bu tür ilaçlar kullanılmalıdır. Böylece beden, doğal ritmine yeniden kolayca kavuşabilir.

    Gebelik hakkında birkaç söz: Adet kanamalarının kesilmesinin nedenlerinden biri de gebelik sürecinin başlamış olmasıdır. Bu olasılık da göz önüne alınarak uygun testlerin yapılması gerekir, çünkü önerilen bitkilerin kullanımı bazı bünyelerde düşüklere neden olabilir.

    Aşırı adet kanaması (Menorrhagi)

    Bu tür kanamalar, doğal işlevler aksatılmadan, sıkıştırıcı/büzüştürücü ilaçlarla dengelenebilir. Aşırı adet kanaması birkaç ay devam ettiğinde, bu duruma yol açan önemli bir aksaklık olup olmadığı araştırılmalıdır. Bir jinekoloji uzmanı bu konuda gerekeni yapacaktır.

    Sıkıştırıcı/büzüştürücü ilaçların çoğu bu amaçla kullanılabilir, ama en etkili olanları, dölyatağına ve dölyatağı dokularına uygunluk gösterenleridir. Aşağıdaki bitki karışımının çayı ile yapılacak bir tedavi kısa sürede rahatlatabilir: Arslanpençesi 2 ölçü, çobançantası 1 ölçü, atkuyruğu 1 ölçü, mayıs papatyası 1 ölçü. Bitkiler ince kıyılır, ölçülür ve iyice karıştırılır. Bir tatlı kaşığı dolusu bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, ağzı kapalı olarak 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Adet görme tarihinden 3-5 gün öncesinden başlanarak, günde 2-3 bardak taze demlenmiş çay soğutulmadan, aç karnına veya öğün aralarında, kanama sona erene kadar içilir. Eğer problem sona ermezse, bir aylık dönem boyunca günde 1-2 bardak çay içilmelidir.

    Hayıt meyvesi(tohumu), hormon dengesindeki her tür değişikliğe karşı kullanılabildiği için, aşırı kanamalara karşı da önemle önerilebilir. Ayrıntılı bilgi için, “şifalı bitkiler” bölümüne bakın.

    Soğuk kompresler kanamanın azalmasına yardımcı olabilir. Kalça ekleminden alt kaburgaya kadarki bölgeyi kaplayabilecek genişlikte ve beden eninin iki misli uzunluğunda olan bir pamuklu bezi yatağınıza yayın. Aynı ölçüdeki bir başka pamuklu bezi soğuk çobançantası çayına batırıp çıkardıktan sonra hafifçe sıkın ve kuru bezin üstüne yayın. Bezlerin üstüne sırtüstü yatın ve önce bir ucu sonra da öteki ucu üstünüze örtün. Dizlerinizi hafifçe kırarak 20 dakika boyunca sırtüstü yatın. Bu tedaviyi günde iki kere uygulayın. En uygun zaman sabah ve akşam saatleridir.

    Kanamanın biraz olsun azalabilmesini sağlayabilmek için ayrıca, beklenen adet görme tarihinin 2-5 gün öncesinden başlayarak daha az sıvı alınması da yararlı olabilir.

    Aşırı adet kanamaları genellikle kansızlığa, konsantrasyon bozukluklarına ve kan dolaşımı yetersizliklerine yol açabilir. Dengeyi koruyabilmek için demir içerikli besinlere yönelmek gerekir.

    Ara kanamalar (Metrorhagie)

    Adet kanamaları dışında görülen dölyatağı kanamaları da aşırı adet kanamalarına karşı kullanılan bitkilerle tedavi edilebilir. Ama öncelikle yapılması gereken, bu kanamaların nedeninin teşhis edilmesidir. Genelde, bu duruma karşı, dölyatağını güçlendirici ilaçlar, örneğin arslanpençesi ve hayıt meyvesi(tohumu) gibi bitkiler veya bu bitkilerin preparatları kullanılabilir. Kan kaybının önlenebilmesi için, demir içerikli besinlere öncelik verilmesi gerekir.

    Ağrılı adet kanamaları (Dysmenorrhoe)

    Bu rahatsızlık, kadının tüm etkinliklerini aksatabilen ve bazen de felce uğratabilen boyutlara varabilir. Bu ağrıları hafifletebilmek için dölyatağını güçlendirici, kramp çözücü ve sinir sistemini güçlendirici ilaçlar kullanılmalıdır. Böyle bir bitki karışımı aşağıdaki gibi olabilir: Arslanpençesi 2 ölçek, çobançantası 1 ölçek, sarı kantaron 1 ölçek, mayıs papatyası 1 ölçek, turnagagası 1 ölçek. Bitkiler çok ince kıyılarak ölçülür ve iyice karıştırılır. Bir tatlı kaşığı dolusu bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, üstü kapalı olarak 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Gerektiği sürece, günde 2-3 bardak taze demlenmiş çay, soğutulmadan, aç karnına veya öğün aralarında içilir.

    Ayrıca, hayıt meyvesi(tohumu) çayı veya preparatları da yardımcı olabilir.

    Adet öncesi gerginliği

    Adet görme öncesi günlerde bazı kadınlarda korku, huzursuzluk ve depresyon, bazen bedende sıvı birikimi ile birlikte göğüslerin aşırı duyarlı oluşu ve benzer belirtiler oluşur. Tüm bu belirtiler, o süreçteki hormonel değişimlere karşı oluşan bedensel tepkilerin bir sonucudur. Burada yanıtlanması gereken önemli soru, söz konusu kadın için bu bedensel tepkilerin normal olup olmadığı veya bu tepkilerin oluşumunda ruhsal nedenlerin payı olup olmadığıdır. Tepkiye öncelikle ruhsal durum mu, yoksa hormon dengesindeki değişimler mi yol açıyor sorusunun da mutlaka sorulması gerekir.

    Adet kanamaları, tüm kadınlar için, yaşamın büyüleyici yönünü açıklayan önemli bir olaydır. Adet görmeyi doğal bir olay olarak kabullenmek veya gizli tutulması gereken pis bir şeymiş gibi görmek eğilimi, toplumların gerçek kültürünün bir yansıması olarak algılanabilir. Kadının adet görme sürecini algılayış biçimi, bedensel tepkileri önemli ölçüde etkileyen bir faktördür. Adet öncesi gerginliğe yol açabilecek öteki faktörler ise, cinselliği algılayış biçimi, akrabaların tutumu, çocukluk deneyimleri, gerginliğin başlamasını bekleyiş veya adet kanaması sürecinde önemli aktivitelerin aksayabileceği beklentisi olarak belirtilebilir. Eğer kadın adet görmeye karşı olumsuz duygulara sahipse, bu olumsuzluk adet görme sürecine de yansıyacaktır. Adet görmeye olumlu bakıldığında, doğallığı ve kaçınılmazlığı rahatlıkla kabullenildiğinde, bu olumlu bakış açısı adet görme sürecini de olumlu etkileyecektir.

    Yukarıda dile getirdiklerimizden yola çıkarak, adet öncesi gerginliğe karşı şifalı bitkilerden yararlanabileceğimizi söyleyebiliriz. Kediotu kökü, sarı kantaron eşit karışımının çayı, gerekli görüldüğü süre boyunca, günde 2-3 bardak içilebilir. Eğer gerginliğe kramplar da eşlik ediyorsa, mayıs papatyası veya civanperçemi çayı rahatlatıcı olabilir. Bedende sıvı birikmesine karşı ise, hindiba, altınbaşak veya ısırganotu kullanılabilir.

    Doğum kontrol hapı

    Dünya nüfusunun hızla artışı göz önüne alındığında, etkili doğum kontrol ilaçlarının kullanımı tartışılamaz, ama hormon bazında etkileyen ilaçların kullanımı da problemlere yol açabiliyor. Fiziksel açıdan bakıldığında, doğum kontrol ilaçlarının uzun süreli kullanımlarının beden sistemleri üzerindeki etkileri çok düşündürücüdür.

    Doğum kontrol hapı, bir problemi çözerken en azından yeni bir problem oluşturan çağdaş teknolojinin nasıl bir iki ağızlı bıçak olduğunun çok iyi örneklerinden sayılabilir.

    Doğum kontrol hapının kullanımına son verildiğinde, bedenin (özellikle hormon dengesi) doğal işlevini yeniden düzenleyebilmek için zamana ihtiyacı vardır. İç salgı sistemini ve dölyatağını dengeleyici etki içeren bitkiler, doğal dengenin sağlıklı biçimde ve daha kısa bir sürede kurulabilmesine yardımcı olabilirler.

    Arslankuyruğu 1 ölçek, hayıt meyvesi(tohumu 1 ölçek, arslanpençesi 1 ölçek, meyan kökü 1 ölçek. Bitkiler çok ince kıyılır, ölçülür ve iyice karıştırılır (hayıt tohumu havanda hafifçe ezilir). Bir tatlı kaşığı dolusu bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, üstü kapalı olarak 10 dakika demlendikten sonra süzülür.

    İki hafta boyunca günde 3 bardak, üçüncü hafta boyunca günde 2 bardak, dördüncü hafta boyunca günde 1 bardak taze demlenmiş çay, soğutulmadan, aç karnına veya öğün aralarında içilir.

    Bu karışımda meyan kökü böbreküstü bezlerini destekler, hayıt tohumu ve arslanpençesi dölyatağını ve ilgili salgı bezlerini güçlendirerek hormon yapımını düzene sokar, arslankuyruğu bu iyileşme sürecini destekler ve aynı zamanda da sinir sistemini güçlendirerek, doğal dengenin tam olarak kurulabilmesinin yolunu açar.

    Gebelik ve doğum

    Gebelik, anne adayı, baba adayı ve beklenen bebek için çok değerli bir süreçtir; büyük dikkat ve saygı gerektirir. Bebek için, annenin yaşam biçiminden ve çevresinden bağımsız olarak, beraberlik ve dinginlik, güvenlik ve bütünlük demektir. Anne adayının bu süreçte aldığı besinler, bebeğin bedeninin gelişimini destekler. Düşünceleri ve duygu dünyası (yakın çevresindeki kişilerinki de dahil olmak üzere) bebeği biçimlendirir ve etkiler. Bu bağlantıların bilincine varmak, göz önünde bulundurmak ve onlara özen göstermek zorundayız.

    Gebelik mucizesini ilk öğrenen ve bebeği karnında taşıyan annedir, ama hepimiz annemizin karnında yaşamaya başladık. Durumla ilişkisi olan herkes, anlayış ve sevgiyle bu sürece katılmalıdır, çünkü bu davranış biçimi bebeğin sağlıklılığı bakımından çok önemlidir. Sevgi, bilinç ve gerekenlerin yapılması için her an hazır olmak, tüm bunların anahtarıdır. Bu davranış biçimi, her bakımdan bütünselleşmenin de başlıca temelidir. Şifalı bitkiler kullanımı ve özenle beslenmek ise yalnızca sürecin parçalarıdır; doğal bir doğum ve sağlıklı bir bebek sahibi olmak için yeterli değildir.

    Doğanın, anne ve bebek için her bakımdan gerekli önlemleri almış olmasına karşın, bu süreç yine de bazı önlemler ve şifalı bitkilerle desteklenebilir. Doğal bir doğum için gereken tüm ayrıntıları içeren çok yararlı kitaplardan pek çok önemli konu öğrenilebilir. Benim dile getireceklerim de umarım bu önemli bilgilere bazı katkılar sağlayabilir.

    Gebeliğin her aşamasında kullanılabilecek zengin bir bitki çeşitliliğini doğa bize sunuyor. Bazıları gebeliğin belirli süreçlerinde kullanılırken, dokuları yatıştıran, güçlendiren ve doğumu kolaylaştıran bazıları da tüm gebelik süreci boyunca kullanılabiliyor. En önde gelen bitkiler, ahududu yaprağı ve böğürtlen yaprağı, yalnız başlarına veya eşit oranda karıştırılarak kullanılabilir. Son 3 ay boyunca(daha da iyisi tüm gebelik süresince) günde en az 1 bardak bitki çayı içilmelidir. Ayrıca genel sağlık durumunun iyileştirilmesi, beslenmenin ve bedensel işlevlerin aksamaması için başka bitkiler de kullanılabilir. Örneğin, doğal demir kaynağı olarak ısırganotundan bolca yararlanılabilir.

    Gebelik sürecinde kullanılmaması gereken bitkiler!

    Bazı bitkiler dölyatağını önemli ölçüde uyarırlar; kanamayı arttırıcı bitkilerin etkinlik biçimleri böyledir. Bu etkinlik biçimi genelde bir sorun yaratmaz, ama gebelik sürecinde düşüklere neden olabilecek kramplara yol açılabilir düşüncesiyle, dölyatağının dışardan uyarılmaması gerekir. Bu tür bitkilerin önde gelenleri: Amberparis kökü, sedefotu, acıçiğdem tohumu, şekerciboyası kökü, solucanotu, adaçayı, ardıç kozalağı, pelinotu, eğreltiotu kökü, kurtpençesi, banotu, istanbul kekiği(Origanum vulgare), melekotu kökü, centiyane, barut ağacı kabuğu, eğir kökü, biberiye, kereviz çayı, güzelavratotu, sarısabır, sinameki.

    Düşük tehlikesi

    Düşükler genelde, bazı durumlara karşı oluşan doğal tepkilerdir ve şifalı bitkiler bu konuda yardımcı olamaz. Ama eğer yanlış beslenme, stres veya travma(dış darbe sonucu oluşan lezyon) nedeniyle bir düşük olasılığı varsa, şifalı bitkiler kullanımı ile beden genel anlamda güçlendirilebilir. Özgül bitkilerin yanı sıra, arslanpençesi, gilaburu ağaç kabuğu, sarı kantaron, çobançantası gibi, dölyatağını güçlendirici bitkilerin öncelikle kullanılması gerekir. Arslanpençesi 2 ölçek, gilaburu ağaç kabuğu 1 ölçek, sarı kantaron 1 ölçek, çobançantası 1 ölçek. Bitkiler çok ince kıyılarak ölçülür ve iyice karıştırılır. Bir tatlı kaşığı bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, üstü kapalı olarak 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 3 bardak taze demlenmiş çay, öğün aralarında, soğutulmadan içilir.

    Stres ve korkuya karşı ise, sinir sistemini güçlendirici etki içeren kediotu kökü veya arslankuyruğu çayı kullanılabilir.

    Uyarı: Anne adayının kan basıncının alçak olması da düşük olasılığını arttıran bir faktördür. Uzman doktor bu durumu göz önüne alacaktır.

    Gebelikte kusma

    Gebeliğin ilk aylarında genellikle sabahları, mide henüz boşken ortaya çıkan ve yaygınlıkla görülen bir belirtidir. Değişik nedenlerin sonucu olarak ortaya çıkar. Başlıca neden tabii ki hormon dengesinde oluşan önemli değişimler ve ayrıca kan şekeri düzeyinin düşük olması veya kan basıncının alçak oluşudur. Şifalı bitkilerle tedavi bilimine (Fitoterapi) göre bu durum, bedeni gebeliğe hazırlayan bir temizlik işlemidir.

    Gebelik sürecinde tüm ilaçlardan uzak durmanın en doğru davranış biçimi olmasına karşın, keçisakalı, şerbetçiotu, mayıs papatyası ve nane gibi bitkilerin çayı rahatlıkla kullanılabilir. Günde 2-3 bardak veya gerektiğinde 1 bardak taze demlenmiş çay, soğutulmadan içilir.

    Ayrıca, balkabağı kompostosu da çok rahatlatıcı olabilir.

    Doğum sancıları

    En azından son 3 ay boyunca içilen ahududu ve böğürtlen yaprağı çayı, doğum sancılarının doğal gidişini genelde garanti altına alabilir. Ama ağrılar uzadığında ve dölyatağı zorlanmaya başladığında, dölyatağı kasılmalarını güçlendirebilecek bitkiler kullanılabilir. Bu durumda gönül rahatlığı ile kullanılabilecek en değerli bitki pelinotudur. Gebelik sürecinde kesinlikle kullanılmaması gereken bitki, doğum sancıları sırasında kullanılabilecek ve doğumu kolaylaştırabilecek niteliklere sahiptir.

    Bir çay kaşığı dolusu(1-1,5g) çok ince kıyılmış bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, üstü kapalı olarak 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Ağrı sırasında, 10-15 dakikada 1-2 yudum olmak üzere, 1-2 bardak içirilebilir. Önerilen dozaja özenle uyulmalıdır!

    Süt üretimi

    Süt üretiminin başlangıcında bazen problemler söz konusu olabilir. Uzun bir süre boyunca yeterli sütün üretilmesinde de zorluklar yaşanabilir. Mümkün olduğunca uzun bir süre boyunca anne sütü içebilmesi bebek için çok önemli ve gereklidir. Bu durumda, anason, rezene, boyotu tohumu, sedefotu(Galega officinalis), sütotu(Polygala amara), frenk kimyonu, dereotu tohumu gibi bitkiler kullanılabilir. Etkili bir karışım aşağıdaki gibi olabilir: Frenk kimyonu 2 ölçü, anason 1 ölçü, rezene 1 ölçü veya boyotu tohumu 1 ölçü, anason 1 ölçü, dereotu tohumu 1 ölçü. Her iki karışımda da tohumlar havanda hafifçe ezilir, bir tatlı kaşığı dolusu tohum, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, üstü kapalı olarak 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Demleme kabının altında oluşan damlacıklar tekrar kabın içine süzülür ve böylece uçucu yağların kaybı önlenmiş olur. Günde 3 bardak taze demlenmiş çay, soğutulmadan içilir.

    Herhangi bir nedenden ötürü süt üretiminin kesilmesi istendiğinde, günde 2-3 bardak adaçayı içilebilir.

    Menopoz dönemi

    Ne yazıktır ki, uygar dünyamızdaki pek çok kadın menopozu büyük bir korkuyla bekler: Cinsel yaşamları artık sona ermiştir, annelik veya olası annelik rolleri azalmıştır, çocuklar evi terk etmişlerdir artık, erkeğin para kazanmasına yaptıkları katkı genellikle hedefine ulaşmıştır. Kişiliğimizi toplumun belirlediği rollerden oluşturmaya, hatta o rolü özümsemeye yatkın olduğumuz için, toplum değerleri değiştiğinde, kişiliğimizden geriye pek bir şey kalmıyor. Ama biz, yalnızca toplumun belirlediği rollerden ibaret değiliz!

    Menopoz, kadınların yaşamında büyük bir armağan, bir kurtuluş, yeni bir başlangıç olabilir! Bu süreç onlara, gerçekte yaşamın anlamını yeniden düşünme, yaşamı yeniden düzenleme ve değiştirme olasılığını sunar; bu değişikliklerin korkutucu değil, kişiliklerin geliştirilebilmesine katkı sağlayıcı oldukları düşünülmelidir.

    Menopoz süreciyle başlayan fiziksel değişim, bedendeki hormonal değişimlerle ilişkilidir. Menopozun fiziksel özellikleridir bunlar ve sıkıntılarla dolu belirtilere yol açabilirler. En belirgin olanları, birden kana karışan hormonların yol açtığı, aşırı terleme ve ateş basması belirtileridir, ama salgı sistemi yeni duruma uyum sağladıkça azalırlar. Bu belirtilerin yanı sıra yarım baş ağrıları, ayak ve el parmaklarında karıncalanmalar ve baş dönmesi de görülebilir. Ayrıca, huzursuzluk, kendine güvenin kaybolması, depresyon, melankoli, uykusuzluk, anormal hassasiyet, ve yorgunluk gibi birçok psikolojik rahatsızlıklar da ortaya çıkabilir. Hormon dengesindeki düzensizlikler nedeniyle oluşan değişikler ve kişinin duygu dünyasındaki kendisiyle ilgili kuruntular, fiziksel belirtilerin ortaya çıkmasında başlıca etkenlerdir!

    Ama bu bir şifalı bitkiler kitabı olduğu için, konuyu artık bitkisel ilaçlara yöneltmem gerekiyor. Bu konuda da öncelikle bilinmesi gereken gerçek, yalnızca hormon bazında değişimler olmadığı ve bu değişim sürecinde yardımcı olabilecek bir dizi psikoterapi yönteminin de göz ardı edilmemesi gereğidir.

    Tüm belirtiler sona erene ve değişim tamamlanana kadar kullanılabilecek etkili bir bitki karışımı: Hayıt tohumu 2 ölçü, civanperçemi 1 ölçü, yeşil yulaf 1 ölçü, sarı kantaron 1 ölçü, ökseotu 1 ölçü, mayıs papatyası 1 ölçü.

    Bitkiler çok ince kıyılır, ölçülür ve iyice karıştırılır. Yarım veya bir tatlı kaşığı bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, üstü kapalı olarak 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 2-3 bardak taze demlenmiş çay, öğün aralarında, soğutulmadan içilir. Eğer istenirse, biraz balla tatlandırılabilir. Şeker hastaları tatlandırmaz!

    Bu karışım, menopoz döneminde ortaya çıkan belirtileri azaltır ve bedenin yeni bir hormon dengesi oluşturmasına yardımcı olur. Neye ihtiyacı olduğunu en iyi bilenin bedenimiz olduğunu unutmamalıyız!

    Üriner Sistem İçin Şifalı Bitkiler

    Böbreklerin önemini göz önüne aldığımızda, böbrek işlevlerini destekleyen bu kadar çeşitli bitkiyi doğanın kullanımımıza sunmakta oluşuna şaşmamak gerekir. Böbreklerin üstlenmiş olduğu rolü bütünsellik açısından gözden geçirdiğimizde, tüm organlarımızın kusursuz çalışabilmesinin, atıkların ve zehirli maddelerin düzenli biçimde dışkılanabilmesine bağlı olduğu açıkça ortaya çıkar. Ama besin maddelerinin genellikle yapay ve zararlı kimyasal maddeler içermesi, yaşam biçimimizin çevremizle ve iç dünyamızın ihtiyaçlarıyla uyum sağlayamaması nedeniyle, böbreklerin önemi gitgide artmaktadır. Böbrekleri rahatlatabilen bitkiler yalnızca idrar yolları problemlerinde etkili olmakla kalmayıp, mevcut problemlerden bağımsız olarak, tüm bedeni tedavi eder ve böylece, bedenimizin temizleyiciliğini üstlenmiş olan böbrekleri destekler.

    İdrar arttırıcı ilaçlar (Diüretika)

    Bir diüretikum, idrar dışkılanmasını ve idrar akışını arttıran bir bitkidir. Genelde bu tanım, böbrekleri ve idrar kesesini etkileyen her bitki için kullanılır. Diüretika listesi bu nedenden ötürü çok uzundur, ama hindiba(yaprak veya kök) belki de en etkili ve en değerli idrar arttırıcı bitkidir. Hindiba, idrar arttırıcı kimyasal ilaçlar kadar etkili olmakla kalmayıp bol miktarda da potasyum içerir. Halbuki, öteki idrar arttırıcı ilaçlar kullanıldığında bedenden bol miktarda potasyum dışkılanması nedeniyle çok zararlı yan etkiler oluşabilir. Hindiba kullanıldığında ise yalnızca bu yan etkilerden uzak durulmaz, bedendeki potasyum düzeyi de ayrıca yükseltilmiş olur. Hindiba ayrıca, karaciğer güçlendirici olarak çok ünlüdür ve çok yönlü kullanılabilir.

    Bu bölümde değineceğimiz tüm bitkiler, idrar arttırıcı etkilerinin yanı sıra idrar yolları rahatsızlıklarına karşı da başarıyla kullanılabilir. Yoğurtotu, özellikle anılması gereken, genel anlamda diüretik etkiye sahip olan değerli bir bitkidir. Kan temizleyici, lenf sistemini temizleyici ve idrar arttırıcı etkileri sayesinde, bu sistemde görülen tüm hastalıklarda öncelikle kullanılabilir. Ayrıca kullanılabilecek bitkiler: Huş ağacı yaprağı, fasulye kabuğu, ısırganotu, altınbaşak, atkuyruğu, meyan kökü, maydanoz, kayışkıran kökü(Onanis spinoza).

    İdrar yolları için antiseptik ilaçlar

    Bazı idrar arttırıcı bitkilerin antiseptik etkisi, içerdikleri uçucu yağlardan kaynaklanır. Bu yağlar böbrek kanalcıklarından dışkılanırlar ve böylece mikropları doğrudan etkileyebilirler. Tipik örnekleri: Civanperçemi, kereviz tohumu, funda(yaprak ve çiçek), kayışkıran kökü, huş ağacı yaprağı, ayrıkotu kökü, ardıç kozalağı, sarmısak.

    İdrar yollarında mukoza koruyucu ilaçlar

    Bazı hastalıklarda idrar yolları mukozası, enfeksiyon veya sürtünme nedeniyle tahriş olur ve yatıştırılması gerekir. Hatmi yaprağı, mısır püskülü ve ayrıkotu kökü mukoza koruyucu etki içerirler ve başka bitkilerle karıştırılarak da kullanılabilirler.

    İdrar yolları için sıkıştırıcı/büzüştürücü ilaçlar

    İdrarda kan görülmesi doktor teşhisi gerektiren bir belirtidir, ama eğer önemli bir hastalık söz konusu değilse, sıkıştırıcı/büzüştürücü (adstringent) ilaçlarla tedavi edilebilir. Adstringent ilaçlar böbreklerdeki, idrar kesesindeki ve idrar yollarındaki kanamaları durdurabilirler ve yaralanmaların iyileşme sürecini desteklerler. En önde gelen adstringent bitkiler: Atkuyruğu, sinirliot, ceviz yaprağı, huş ağacı yaprağı, ebegümeci.

    Taş oluşumunu önleyici ilaçlar (Lithagoga)

    Çeşitli idrar arttırıcı bitkilerin önemli bir özelliği de taş oluşumuna karşı önlem oluşturması veya üriner sistemden taşların ve kumun dışarı atılmasını desteklemeleridir. Pek çok bitkinin taş oluşumunu önlediği söylenir. Ama aşağıdaki bitki karışımları bu konuda başarıyla yardımcı olabilir: 20’şer g ısırganotu kökü, kuşburnu, maydanoz kökü, sinirliot, çok ince kıyılarak iyice karıştırılır. Bir tatlı kaşığı dolusu bitki, orta boy bir su bardağı dolusu soğuk suya eklenir, hafif ateşte üstü kapalı olarak 4-5 dakika kaynatıldıktan sonra 10 dakika demlendirilir ve süzülür. Sabahları aç karnına 1-2 bardak içilir.

    Cüce mürver kökü(toz haline getirilir), yeşil yulaf(veya sinirliot), frenk üzümü yaprağı, ardıç kozalağı, çok ince kıyılarak eşit oranda karıştırılır. Bir tatlı kaşığı dolusu bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, üstü kapalı olarak 15 dakika demlendikten sonra süzülür. Gün boyunca 2-3 bardak taze demlenmiş çay, aç karnına içilir.

    Veya, kuşburnu, kayışkıran kökü(toz haline getirilir), ada soğanı, ardıç kozalağı, atkuyruğu, sinirliot, çok ince kıyılarak eşit oranda karıştırılır. Hazırlanışı ve kullanımı yukarıdaki gibidir.

    Üriner Sistemde Hastalık Belirtileri

    Bedenin herhangi bir bölgesindeki problemin bir yansıması olarak idrar yollarında, böbreklerde ve idrar kesesinde çeşitli rahatsızlıklar ortaya çıkabilir. İdrar yolları hastalıklarının ise, sistemin özel problemlerinin belirtileri olarak görülmesi gerekir.

    Enfeksiyonlar

    Üriner sistemde çeşitli enfeksiyonlar görülebilir. Bedende oluşan enfeksiyonların tümü, ancak savunma sistemlerinin gereğince işlemediği zamanlarda gelişebilir. Savunma sistemi yetersizliği, ölçüsüzce yiyip içmekten veya kabızlıktan kaynaklanabilir. Bir başka neden de, antibiyotik kullanımı nedeniyle sistemin şoka girmesi ve ekolojik dengenin bozulmasıdır. Bu tür ilaçların kullanımından sonra savunma gücüne yeniden kavuşabilmesi için, bedenin mutlaka desteklenmesi gerekir. Bu destek, C vitamini alımı ve katkı madde içermeyen yoğurt yemekle sağlanabilir. Yoğurt, bağırsakların doğal bakteri florasını yenileyebilir.

    İdrar kesesi iltihabı (Sistit)

    İdrar dışkılanırken yakıcı ağrılar hissedilir. Ayrıca, idrar kesesi boş olduğu halde, yoğun biçimde idrara çıkma ihtiyacı duyulur. Bu durumda, civanperçemi, ısırganotu, altınbaşak, ayrıkotu kökü, kuşburnu, mayıs papatyası, sinirliot, atkuyruğu bitkileri kullanılabilir. Soğutulmadan bolca içilen civanperçemi çayı bu tür rahatsızlıkları genellikle ortadan kaldırabilir, ama aşağıdaki karışım da etkilidir: Civanperçemi 2 ölçü, ısırganotu 1 ölçü, mayıs papatyası 1 ölçü, kuşburnu 1 ölçü. Bitkiler çok ince kıyılarak ölçülür ve iyice karıştırılır. Bir tatlı kaşığı dolusu bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, üstü kapalı olarak 10 dakika demlendikten sonra süzülür. İki saatte 1 bardak sıcak çay, tamamen iyileşene kadar içilir. Yakıcı ağrı aşırı düzeyde olduğunda veya idrarda kan görüldüğünde, mısır püskülü gibi mukoza koruyucu bitkiler de karışıma eklenebilir.

    İdrar yolu enfeksiyonları (Üretra iltihabı)

    İdrar yolu enfeksiyonları da idrar kesesi iltihabı gibi tedavi edilebilir, ama mukoza koruyucu bitki oranının arttırılması doğru olur.

    Prostat iltihabı (Prostatit)

    Bir prostat iltihabında, idrar kesesi iltihabındaki gibi belirgin rahatsızlıklar pek görülmez. Bu nedenle, idrar kesesi iltihabında kullanılan bitki karışımına 2 ölçü yakıotu(küçük çiçekli) karıştırılmalıdır. Yakıotu çayı, prostat büyümesine karşı da başarıyla kullanılabilir. Etkili bir karışım şöyle olabilir: Yakıotu 2 ölçü, ısırganotu 1 ölçü, atkuyruğu 1 ölçü, ayrıkotu kökü 1 ölçü. Bitkiler çok ince kıyılarak ölçülür ve iyice karıştırılır. Bir tatlı kaşığı dolusu bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, üstü kapalı olarak 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 3 bardak taze demlenmiş çay, aç karnına veya öğün aralarında, soğutulmadan içilir.

    Böbrek çanağı iltihabı (Piyelit)

    Böbrek çanağı iltihabı, böbrek dokularına da sıçrayabilir ve genellikle dayanılmaz ağrılara yol açar. Bu durumda en doğru davranış, hemen bir uzman doktora başvurmaktır. Tıbbi tedavinin yanı sıra, atkuyruğu tam banyoları veya oturma banyoları gün aşırı alındığında iyileşme süreci kısalacak ve ağrılar dinecektir. Bataklıklarda veya sulak bölgelerde yetişen uzun boylu atkuyruğu (yalnızca banyo katkısı olarak) çok daha etkilidir. Ayrıca, idrar kesesi iltihabına karşı içilen bitki çayının da yararlı olacağı unutulmamalıdır.

    Böbrek hastalıkları

    Pek çok bitki, ağır veya hafif böbrek hastalıklarında kullanılabilir. Ama, yaşamımız ve sağlığımız için çok önemli olan bu organımızla ilgili tüm rahatsızlıkların uzman doktorlar(Nefrolog) tarafından tedavi edilmesine özen gösterilmelidir.

    Ödemler (Bedende sıvı birikimi)

    Böbrekler yeterince sıvı dışkılayamadıklarında, (genellikle yerçekimi nedeniyle) bacaklarda ve ayaklarda ödem oluşur. Bu birikimin nedenlerinin teşhis edilmesi gerekir; ya böbrekler gereğince çalışmıyordur veya kan dolaşımında herhangi bir aksaklık söz konusudur. Ödemlerin tedavisi, ancak nedenlerinin teşhis edilip ortadan kaldırılmasıyla mümkündür, ama biriken sıvının dışkılanabilmesini sağlayabilecek bitkiler de vardır. Öncelikle atkuyruğu olmak üzere hindiba, civanperçemi, ısırganotu ve huş ağacı yaprağı çayları başarıyla kullanılabilir. Yeşil mercimek kaynama suyu veya çorbası da ödemlerin çözülmesinde yardımcı olabilir.

    Böbrek taşları

    Mineral kalıntılardan oluşan böbrek taşlarının veya böbrek kumunun oluşumu şifalı bitkilerin de yardımıyla önlenebilir. Böbrek taşları ve kumu, oxalit asit tuzlarından, ürik asit, fosfat veya aminoasitler ve sistein(kükürt kaynağı) bileşiminden oluşabilirler. Taşların bileşim biçimi saptanabildiğinde, tüketilen besin maddeleri bu amaçla programlanabilir. Ama bu pek mümkün olmadığı için, genellikle bilinen önerilere uyulmaya çalışılır. Besin maddeleri mümkün olduğunca az asit içerikli olmalıdır. Oxalit asit oranı yüksek olan besinlerden(örneğin ıspanak) uzak durulmalıdır. Bünyesi taş oluşturmaya yatkın olanların, sistemin gereğince yıkanabilmesi için bolca su içmeleri gerekir. Bunun anlamı, günde en az 3 litre suyun içilmesidir; terleme arttığında içilen su miktarının da arttırılması gerekir.

    Böbrek taşlarının şifalı bitkilerle tedavisinde, taş oluşumunu önleyici (Lithagoga) niteliklere sahip olan ve oluşmuş olan taşları ve kumu çözerek dışkılanmalarını sağlayan, ayrıca olası birikimleri önleyen ilaçların kullanımı gerekir. İdrar arttırıcı ilaçlar da böbreklerden geçen sıvının arttırılması yoluyla, kalıntıların dışkılanabilmesine yardımcı olurlar. Taş oluşumunu önleyen ilaçlar da zaten genellikle idrar arttırıcı özelliğe sahiptirler. Sinirliot(yaprak ve tohum), havuç, koyunotu(Agrimonia eupatoria), ısırganotu, kara turp, huş ağacı yaprağı, taş anasonu(Pimpinella saxifraga), kayışkıran kökü (Ononis spinoza), dulavratotu kökü, kuşekmeği bu amaçla kullanılabilir.

    -Kuşburnu, ardıç kozalağı, hindiba(kök ve yaprak) ve atkuyruğu, ince kıyılır ve eşit oranda karıştırılır. Bir yemek kaşığı dolusu bitki, bir litre suda 4-5 saat bekletildikten sonra kısaca kaynatılır ve 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Yemeklerden yarım saat önce olmak üzere, günde 3 bardak içilir.

    -Kara turp rendelenir ve akşamdan şaraba yatırılır. Sabah aç karnına 1-2 bardak içilir.

    -Kısa aralıklarla sürekli olarak ıhlamur çayı içildiğinde, bezelye iriliğinde taşlar bile düşürülebilir. Ama bitki kaynatılmaz, haşlanarak demlenir!

    -Böbrek taşı ve kumuna karşı, sıcak atkuyruğu tam banyosu yapılırken, arka arkaya atkuyruğu çayı içilir ve basınçlı bir biçimde boşaltabilmek için, idrar elden geldiğince tutulur. Basınçlı idrarla birlikte genellikle taş ve kum da dışkılanır. Ama önceden, taşların idrar yollarından geçebilecek boyutta olup olmadığı bir uzman tarafından saptanmalıdır.

    -Kayışkıran kökü(Ononis spinoza) çayı özellikle önerilir. İdrar arttırıcı ve taş düşürücü özellikleri ile eski çağlardan beri başarıyla kullanılır. Çok ince kıyılmış bir tatlı kaşığı dolusu bitki kökü, bir bardak soğuk suda 8-10 saat bekletilir, 1-2 dakika kaynatılır ve süzülür. Yemeklerden yarım saat önce 1 bardak olmak üzere, günde 3-4 bardak içilebilir. Hiçbir yan etkisi yoktur.

    -Magnezyum alımının arttırılması doğru olacaktır. Böylece büyük bir olasılıkla, yeni taş oluşumu önlenmiş olur. Meyve ve sebzede bol miktarda magnezyum vardır. Bazı maden sularında da yüksek oranda magnezyum bulunabilir. Araştırınız!

    Tüm bu önlemlerden olumlu bir sonuç alınamadığında, ameliyatı ciddi biçimde düşünmek gerekecektir.

    Böbrek ağrısı (Kolik)

    Yerinden oynayan küçük bir taşın idrar yoluna ulaşarak idrar akışını engellemesi sonucunda oluşan dayanılması zor ağrılardır. Kediotu kökü, mayıs papatyası, kekik, atkuyruğu gibi bitkilerin çayı ve oturma banyoları rahatlatıcıdır, ama ancak ağrıya yol açan neden ortadan kaldırıldıktan sonra ağrılar sona erebilir.

    İstemsiz idrar dışkılama (İnkontinens)

    İdrar kaçırma olarak da adlandırılan bu durum, bir dizi psikolojik veya fiziksel nedenden kaynaklanabilir. Eğer herhangi bir organik bozukluk veya hastalık söz konusu değilse, bu rahatsızlık şifalı bitkilerle kontrol altına alınabilir. İdrar kesesi kaslarında güçsüzlük veya genel bir kas ve/veya sinir güçsüzlüğü söz konusu olduğunda da şifalı bitki tedavisinden yararlanılabilir. Aşağıdaki bitki karışımı bu konuda yardımcı olacaktır: Atkuyruğu 2 ölçü, koyunotu 1 ölçü, sarı kantaron 1 ölçü, civanperçemi 1 ölçü, mayıs papatyası 1 ölçü.

    Bitkiler çok ince kıyılır, ölçülür ve iyice karıştırılır. Yarım veya bir tatlı kaşığı bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, üstü kapalı olarak 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 3-4 bardak taze demlenmiş çay, aç karnına veya öğün aralarında, soğutulmadan içilir.

    Çocukların uykuda idrar kaçırmaları genellikle psikolojik nedenlerden kaynaklanır. Sarı kantaron çayı günde 2-3 bardak içildiğinde bu rahatsızlık büyük bir olasılıkla ortadan kalkar. Aksi halde bir doktora başvurulması doğru olur.



    Enfeksiyonlar

    Öteki sistemlerde olduğu gibi, cinsel sistemde de enfeksiyonlar oluşur. Sistem dışa açıldığı için, dışsal temaslar nedeniyle de ayrıca bir enfeksiyon olasılığı söz konusudur. Bu açıdan, kulak-burun-boğaz sistemiyle benzerlikleri vardır, çünkü her iki durumda da mukoza tabakası enfeksiyonlara açıktır. Bir vajinal enfeksiyonu tedavi edebilmek için, tüm bedeni destekleyebilen ve temizleyebilen ilaçların kullanılması gerekir. Vajinal yıkamalar veya lokal tedaviler ancak belirtilerin bir süre için yok olmalarını sağlayabilir.

    Etkili bir tedavide mikrop kırıcı, lenf sistemini temizleyici bir bitki karışımının kullanılması gerekir. İltihaplı dokuların iyileştirilebilmesi için ayrıca dokuyu sıkıştırıcı/büzüştürücü ilaçlardan da yararlanılmalıdır. Tüm bunların yanı sıra, genel sağlık durumu da göz önüne alınarak, uygun bitkilerin yardımıyla bedenin güçlendirilmesine çalışılmalıdır. Kesinlikle ihmal edilmemesi gereken vajinal enfeksiyonlar, doğum kontrol hapı kullanımı sırasında veya bırakılmasından kısa süre sonra ortaya çıkabilir, çünkü hormon dengesindeki sapmalar, vajinal bölgede önemli bir ekolojik denge değişikliğine yol açar.

    Civanperçemi 2 ölçü, altınbaşak 1 ölçü, turnagagası 1 ölçü, mayıs papatyası 2 ölçü, yoğurtotu 1 ölçü, ceviz yaprağı 1 ölçü, adaçayı 1 ölçü olmak üzere, bitkiler çok ince kıyılır, ölçülür ve iyice karıştırılır. Bir tatlı kaşığı dolusu bitki, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, üstü kapalı olarak 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 3-4 bardak taze demlenmiş çay, aç karnına veya öğün aralarında, soğutulmadan içilir.

    Yine bu ölçülere göre hazırlanan çayla vajinal yıkamalar veya oturma banyoları günde 1-3 kere uygulanabilir. Bu tedavi, belirtiler sona erdikten sonra da 3-4 gün sürdürülmelidir. Vajinal yıkamalarda yoğurt da kullanılabilir. Bu tedavi, doğal vajina bakteri florasını yeniden oluşturur ve oluşan yeni ekolojik denge sayesinde rahatsızlık kısa sürede sona erer. Bu tedavi, öncelikle antibiyotik kullanımı sonrası için önerilir. Doğal olarak bu tür rahatsızlıklarda, enfeksiyonlara karşı uygulanan genel tedavi yöntemleri de geçerlidir. Ayrıca, bol mineral ve vitamin içerikli besinlerin tüketilmesi gerekir. C Vitamininin ise antibiyotik tedavisi sırasında ihmal edilmemesi doğru olur. Son olarak, mümkün olduğunca bol miktarda çiğ sarmısak yiyebilmeye çalışılmalıdır.

    Şifalı bitkiler ve cinsellik

    Dünya kültürlerinin hemen hepsinde cinsel isteği arttırdığı ve iktidarsızlığa karşı etkili olduğu söylenen bazı bitkilerden söz edilir. Afrodizyak olarak tanımlanan bu bitkilerin cinsel isteği doğrudan etkiledikleri şimdilik bir tartışma konusu. Bence, doğrudan etki yapabilen bir bitki yok. Ama beden bütünsellik açısından ele alındığında, cinsel isteğin şifalı bitkilerle arttırılması mümkün olabilir. Beden eğer diri ve esnekse, kişi ruhsal açıdan dengeli ve sakinse, bu durum cinselliğe olumlu yansıyacaktır. Aynı biçimde, gerginlikleri giderici ve duyguları düzenleyici etki yapan şifalı bitkiler dolaylı olarak cinsel isteği arttırabilirler. Ginseng kökü, hayıt meyvesi(tohumu) ve ülkemizde tanınmayan, Lat. Sabal serrulata ve damiana(Turnera aphrodiziaka) adlı bitkiler, üreme organları üzerinde, özellikle de erkek üreme organı üzerindeki olumlu etkileriyle tanınırlar.

    Ginseng, genelde bedeni güçlendirici, dengeleyici özelliği ile tanınır. Damla veya draje biçiminde kullanılması doğru olur, ama güvenilir bir firmanın üretimi olmasına dikkat edilmelidir. Kullanım tarifnamesindeki dozajlara uyulmalıdır, ama dozaj yükseltilebilir de, çünkü bilinen hiçbir yan etkisi yoktur. Ancak uzun süreli kullanım sonucunda etkisi görülebilir, kısa süreli kullanımlarda etki görülmez.

    Hayıt meyvesi(tohumu), üreme organlarını güçlendirici hipofiz bezinin işleyişini, özellikle progesteron düzeyi açısından normalleştirir. Afrodizyak ve antiafrodizyak olarak bilinir; yani, bedenin ihtiyacına göre görev yapar. Kadınlardaki hormonal dengesizliklere karşı da başarıyla kullanılabilir.

    Yarım tatlı kaşığı tohum havanda hafifçe ezildikten sonra, orta boy bir su bardağı dolusu kaynar suyla haşlanır, üstü kapalı olarak 10 dakika demlendikten sonra süzülür. Günde 3 bardak taze demlenmiş çay, aç karnına veya öğün aralarında, soğutulmadan içilir.

    Hayıt tohumu tentürünün kullanımı daha basittir. Bilimsel adı Agnus castus olan tentürden, günde 3-4 kere, 20-25 damla, yarım kahve fincanı suya eklenerek alınır.

    Preparatlar: Agnolyt, Auroplatin, Mastodyon N, Mulimen, Oestrolut.

    Sabal serrulata(Latince), Saegepalme(Almanca), Saw Palmetto(İng.) Bitki ülkemizde yetişmez ve tanınmaz.

    Bitki tentürü: Sabal serrulata D1, iktidarsızlığa karşı, günde 3-4 kere, 20-25 damla, yarım kahve fincanı suya eklenerek alınır. Bilinen bir yan etkisi yoktur. Batı ülkeleri eczanelerinden temin edilebilir.

    Damiana(Turnera aphrodiziaca), Maya Kızılderililerinin geleneksel afrodizyak bitkisidir(bitkinin Latince adından da anlaşılabileceği gibi). Cinsel gücü arttırıcı etkisi açısından bilimsel bir araştırma konusu olmamıştır. Ayrıca, güçlendirici, uyarıcı, depresyona karşı, ağrılı adet görmeye ve buna bağlı baş ağrılarına karşı da kullanılabilir.

    Bitki tentürü: Damiana D1, günde 4-5 kere, 30-35 damla, yarım kahve fincanı suya eklenerek alınır. Batı ülkeleri eczanelerinden temin edilebilir. Bilinen hiçbir yan etkisi yoktur.

    Stres ve gerginlikten kaynaklanan cinsel problemlere karşı yeşil yulaf, kediotu kökü veya ıhlamur yardımcı olabilir.

    Genel sağlık durumu açısından sorunlar varsa eğir kökü, centiyane, pelinotu gibi acı madde droglarının kullanımı yardımcı olabilir.

    Eski şifalı bitki kitaplarında, kadında aşırı cinsel isteğe(nymphomania) ve erkekte masturbasyon alışkanlığına karşı kullanılabilecek bitkilerden de söz edilir. Cinsel isteğin gerçekten de azaltılması gerekiyorsa, kediotu kökü, şerbetçiotu, passiflora gibi ilaçlara başvurulabilir.

Sayfa 8/28 İlkİlk 123456789101112131415161718 ... SonSon

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanıcı var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •