Ve kır saçlı, sütbeyaz örtüsünün altında, gözleri bir çift sefkat ve merhamet kandili, nur yüzlü
anneye bir göz bile atmadan merdivene doğru kostu, kendisini bir kat yukarıdaki odasına attı.
Yatağına kapandı ve sarsıla Sarsıla ağlamaya basladı.
Ağlamak, pek bildiği ve sık sık denediği bir sey değil... Gözyası onun ruh kuyusunun derinlerinde
ve yukarı çekilmesi çok zor... Hele bazılarının musluk açarcasına, olur olmaz, salıverdiği yaslar
onca çirkin... Onca her sey, herkesin ağladığı vaziyetlerde fikir dehsetinden ibarettir; dehsetse
dondurur, ağlatmaz.
Fakat bir yeri, bir yüksekliği var ki, gözyasının, orada fikir utanır, barınamaz ve dipsiz kuyunun
suyu bu defa gökten yere çevrilmis bir sürahi gibi kalbe dolar.
29
Ah çorak kafa ve yağmurlu gönül...
Naci bu fikirlerin hiç birine cevap verebilecek takatte değil... Katıla katıla, yorganı ısıra isıra
ağlıyor. Son hezimeti müthis...
Yaz aylarının ortasında, askerliğini bitireli bir ay, Belma ile tanıstığı zamandan beri de altı ay
geçmis, madde hesaplarına göre 70 kilodan, 50'ye inik ve göz kenarları çizgilerle didik didik... Hali
bu...
Bu ağlayıs bütün bir mevsim su görmemis, üstü çatlaklı, böcek ölüleri ve kavruk otlarla kaplı bir
toprağa gök gürültüleriyle karısık bir yağmur düsmesidir ve belki de sifanın ta kendisi...
Ağladı, ağladı; ağladıkça ağlaması kamçılandı, sonra birdenbire katılıp kaldı. Ayağa kalktı, aynaya
geçti, kanlı gözlerine ve dağınık saçlarına aldırmaksızın kapıya kostu.
Açtı.
Aaa!.. Annesi!..
— Beni kapıdan mı gözlüyordun, anne?
— Gidisini beğenmiyorum oğlum, kendine dikkat et! Annenin dehsetle açılmıs gözleri önünde
merdivenleri ikiser ikiser atladı, sokağa fırladı. Arkasından küt diye çarptığı kapının sesi... Bu sesi
yalnız anne duydu.
Sokaklarda insanlar nasıl da sakin sakin gelip geçiyor, islerinin basında nasıl da dönüp
dolasabiliyor? Hayret etti. Üstüne korsan bayrağı vâri bir iskelet kafası çizilmis ve kafanın tepesine
«ölüm tehlikesi» yazılmıs, elektrik merkezine benzer demirden bir kulübecik gördü. Yazıyı
kendisine yordu ve elini kaptırdığı ceryandan içinde bir ürperti duydu.
Belmâ'nın yalısında arka bahçe... Düğmeye bastı. Uzaklarda, derinlerde bir zil sesi...-
Kapıyı bahçıvan açtı ve onu giris kapısında beyaz ceketli emektar usak karsıladı:
— Hanımefendi istirahatteler, Naci Bey; biz de alt katta,
30
gecenin dağınıklığını topluyoruz, isterseniz haber verelim...
— Hayır! Dedi Naci ve sıçrayarak alkol ve eksi yemek kokan divanhânemsi salondan yukarıya
atıldı.
Belmâ'nın yatak odası kapısını sert sert vurdu.
— Kimdir o?..
— Benim, Belmâ... Lütfen dısarı kadar zahmet et! Tek dakika...
Belmâ sırtında bir sabahlık, tabii zamanlardakilerden daha örtülü, kasları çatık ve yüzü
beklenmedik bu baskının nefretiyle mühürlü, bir koltuğa çökmüs... Güzelim ayaklarını açıkta
tutacak suurdan bile uzak... Karsısında ve ayakta, hayatında rastlamadığı ve rastlayacağını
sanmadığı garip sekilde gözükara bir adam... Bu adam taarruz ederken bile kendi öz ciğerini
yerinden söküp kum torbası gibi hasmının suratına atıveriyor. Ne acayip mahlûk!..
Belmâ, yüzünde yangın, kendisini süzen Naci'ye söz hakkı tanıdı.
Naci sözünü söyledi:
— Niçin geldim, biliyor musun?.. Sana bir cani, bir kaatil olduğunu haykırmak için... En aziz
mânaların kaatili... Beni bana öldürttün!
Yer imleri