Teşekkur Teşekkur:  0
Beğeni Beğeni:  0
Sayfa 2/4 İlkİlk 1234 SonSon
34 sonuçtan 11 ile 20 arası

Konu: E - Kitap Arşivi

  1. #11

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Ve kır saçlı, sütbeyaz örtüsünün altında, gözleri bir çift sefkat ve merhamet kandili, nur yüzlü
    anneye bir göz bile atmadan merdivene doğru kostu, kendisini bir kat yukarıdaki odasına attı.
    Yatağına kapandı ve sarsıla Sarsıla ağlamaya basladı.
    Ağlamak, pek bildiği ve sık sık denediği bir sey değil... Gözyası onun ruh kuyusunun derinlerinde
    ve yukarı çekilmesi çok zor... Hele bazılarının musluk açarcasına, olur olmaz, salıverdiği yaslar
    onca çirkin... Onca her sey, herkesin ağladığı vaziyetlerde fikir dehsetinden ibarettir; dehsetse
    dondurur, ağlatmaz.
    Fakat bir yeri, bir yüksekliği var ki, gözyasının, orada fikir utanır, barınamaz ve dipsiz kuyunun
    suyu bu defa gökten yere çevrilmis bir sürahi gibi kalbe dolar.
    29
    Ah çorak kafa ve yağmurlu gönül...
    Naci bu fikirlerin hiç birine cevap verebilecek takatte değil... Katıla katıla, yorganı ısıra isıra
    ağlıyor. Son hezimeti müthis...
    Yaz aylarının ortasında, askerliğini bitireli bir ay, Belma ile tanıstığı zamandan beri de altı ay
    geçmis, madde hesaplarına göre 70 kilodan, 50'ye inik ve göz kenarları çizgilerle didik didik... Hali
    bu...
    Bu ağlayıs bütün bir mevsim su görmemis, üstü çatlaklı, böcek ölüleri ve kavruk otlarla kaplı bir
    toprağa gök gürültüleriyle karısık bir yağmur düsmesidir ve belki de sifanın ta kendisi...
    Ağladı, ağladı; ağladıkça ağlaması kamçılandı, sonra birdenbire katılıp kaldı. Ayağa kalktı, aynaya
    geçti, kanlı gözlerine ve dağınık saçlarına aldırmaksızın kapıya kostu.
    Açtı.
    Aaa!.. Annesi!..
    — Beni kapıdan mı gözlüyordun, anne?
    — Gidisini beğenmiyorum oğlum, kendine dikkat et! Annenin dehsetle açılmıs gözleri önünde
    merdivenleri ikiser ikiser atladı, sokağa fırladı. Arkasından küt diye çarptığı kapının sesi... Bu sesi
    yalnız anne duydu.
    Sokaklarda insanlar nasıl da sakin sakin gelip geçiyor, islerinin basında nasıl da dönüp
    dolasabiliyor? Hayret etti. Üstüne korsan bayrağı vâri bir iskelet kafası çizilmis ve kafanın tepesine
    «ölüm tehlikesi» yazılmıs, elektrik merkezine benzer demirden bir kulübecik gördü. Yazıyı
    kendisine yordu ve elini kaptırdığı ceryandan içinde bir ürperti duydu.
    Belmâ'nın yalısında arka bahçe... Düğmeye bastı. Uzaklarda, derinlerde bir zil sesi...-
    Kapıyı bahçıvan açtı ve onu giris kapısında beyaz ceketli emektar usak karsıladı:
    — Hanımefendi istirahatteler, Naci Bey; biz de alt katta,
    30
    gecenin dağınıklığını topluyoruz, isterseniz haber verelim...
    — Hayır! Dedi Naci ve sıçrayarak alkol ve eksi yemek kokan divanhânemsi salondan yukarıya
    atıldı.
    Belmâ'nın yatak odası kapısını sert sert vurdu.
    — Kimdir o?..
    — Benim, Belmâ... Lütfen dısarı kadar zahmet et! Tek dakika...
    Belmâ sırtında bir sabahlık, tabii zamanlardakilerden daha örtülü, kasları çatık ve yüzü
    beklenmedik bu baskının nefretiyle mühürlü, bir koltuğa çökmüs... Güzelim ayaklarını açıkta
    tutacak suurdan bile uzak... Karsısında ve ayakta, hayatında rastlamadığı ve rastlayacağını
    sanmadığı garip sekilde gözükara bir adam... Bu adam taarruz ederken bile kendi öz ciğerini
    yerinden söküp kum torbası gibi hasmının suratına atıveriyor. Ne acayip mahlûk!..
    Belmâ, yüzünde yangın, kendisini süzen Naci'ye söz hakkı tanıdı.
    Naci sözünü söyledi:
    — Niçin geldim, biliyor musun?.. Sana bir cani, bir kaatil olduğunu haykırmak için... En aziz
    mânaların kaatili... Beni bana öldürttün!

  2. #12

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Belmâ, ok yemis gibi irkildi. Öyle zerafetli ve güzeldi ki bu irkilis, Naci, oku kendi yemis gibi
    oldu. Bir an içinde, ilk defa «sen» diye hitap edebildiği Belmâ'nın ayaklarına kapanmak mı, yoksa
    onu tekmelemek mi gerektiği üzerinde sasa kaldı.
    Belmâ'nın suratında patlayan bir tokat.
    — Allaha ısmarladık! Diyebildi yalnız ve uçtu, gitti.
    32
    Eve döndüğü zaman, bir sey aramak için açtığı bavulunda tabancasını göremedi. Kendi kendisine:
    — Annem kaldırmıs olacak, dedi; zavallı anne!.. Anne, bir hayalet gibi vakarlı, yavas adımlarla
    odaya girdi ve oğlunun yatağına ilisti. Dim dik...
    — Tabancamı sen mi kaldırdın anne?
    — Ben kaldırdım!
    — Niçin kendimi öldürmeyeyim diye mi? Anne gayet iradeli:
    — Đsi, artık benim el atmamı gerektirecek hale getirdin! Onun için...
    — Bu kadar da mı kendime hâkim değilim?..
    — Sana hâkim olan olmus... Hatırlıyor musun bes yasındaki bir halini... Evimize hırsız girmisti
    de sen korkundan kucağıma atılmıs, dakikalarca titremistin... Đste o yastaki kadar bana muhtaç hale
    geldin!..
    — Anne, sus, beni öldürebilirsin!..
    — Asıl sen, iradeni kaptırdığın büyücü emredecek olsa bana kıyarsın!
    — Etme, anne!..
    Annenin gözleri dalar gibi oldu:
    — Ama annelik bu, yine sana acımaktan baska bir sey elimden gelmez. Sana bir kaç kelimelik bir
    halk masalı anlatayım: Sevgilisi âsığından annesinin ciğerini istemis: Git anneni öldür ve ciğerini
    bana getir!.. Çocuk bu isi yapmıs... Elinde annesinin ciğeri, kosarken ayağı bir yere takılmıs ve
    düsmüs... Ciğer haykırmıs: Vah evlâdım, acıdı mı bir yerin?..
    Naci gözlerine dolan sıcaklığı zaptedebilmek için dislerini sıktı.
    — Ama ben, diye devam etti anne; artık bu evin hayaleti olmaktan çıkacağım, oğlumu kurtarmak
    için ne lazımsa yapacağım!
    32
    — Ne yapabilirsin anne?.. Elinden ne gelebilir?.
    — Bir annenin elinden ne gelmez ki?..
    Naci, iki yasındayken kocası ölen, yirmibes yasında dul kalan ve yirmibes yıldır erkek yüzüne
    bakmayan ve bu köskte sessiz bir hayalet gibi gezip dolasan annesinin ne harikulade bir kadın
    olduğunu biliyordu: Varsa, yoksa, oğlu... Bu köskten baska nesi varsa, konak, mağaza, han, satmıs,
    oğlunu yetistirmeye bakmıstı. Oldukça tahsilli, fakat hepsinin üstünde müthis bir zekâ ve enerjisi
    vardı. Hattâ, Naci, bazen kendisini pek gururlandıran mücerret fikir ve hayâl kuvvetini annesinden
    aldığı kanaatindeydi.
    — Peki, su «elimden ne gelmez ki?»- dediğine bir misâl versene!.. Yerini yurdunu o kadar ustaca
    öğrendiğin Belmâ Hanımefendiye gidip de «Oğlumdan uzaklas! mı diyeceksin!
    — O kadar adilesemem; oğlumu da âdilestirememl— Seni evlendireceğim!.
    Naci o haliyle bir kahkaha atmaktan geri kalmadı:
    — Kiminle anne?.. Tanıdığın mı var?..
    — Yine senin vasıtanla uzaktan tanıdığım biriyle... Su, hikâyesini anlattığın köy dilberiyle....
    Naci'nin acı kahkahaları üst üste:
    — Ayol; o kızı ben sana sadece çekici bir tablo diye anlattım. Son derece nâdir renk ve
    çizgileriyle, garip dedesi ve tek basına çevirdiği sato vârî konağıyla bir tablo... Önünden geçip
    gittiğim ve ancak bir ân seyredebildiğim bir tablo...
    — îste sana uygun olan o! Gidip getireceğim onu... Naci yalvarıyor:
    • — Anne, yapayım deme bunu!.. Ben hastayım!.. Kocakarı ilâcı bana sökmez. Bırak ben kendi
    kendimi kurtarayım!,.

  3. #13

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    — Bana kocakarı mı diyorsun?
    — Hayırl O kıza kocakarı ilâcı diyorum. Zaten Mısır-çarsısı ilâçlarının rengi ve lezzeti tütüyor
    üzerinden...
    — Öyleyse bir eczahaneye git de, insanı bir daha kalk-mamacasına yatağa serecek bir uyku ilâcı al
    kendine!..
    Anne odadan çıktı. O da elbisesiyle uzandı yatağına...
    Uyku!.. Neredesin? Bayılmaya, içinde «yok»un bile yok olduğu bir yokluğa muhtaç...
    Đrade heykeli annesinden aldığı tesir, ona, kendisini solcu bohemlerin hayvani içgüdüler deryasına
    atmayı ilham etti. Artık ne kitap, ne fikir, ne de eseri diye düsün-' düğü ve yarısına geldiği doçentlik
    tezi üzerinde çalısma... Belmâ o eserin sahifelerini çoktan rafa kaldırtmıstır.
    Belmâ'nın bir sürü sıfırdan 2 eksik telefonuna kaç kere uzanan elini geri çekmeyi bildi. Kıyamete
    kadar yasasalar onun tarafından aranmayacağını da biliyordu.
    Bakalım sabrı ne kadar sürecek?..
    Kapandı gibi bir sey, Ressam Âbid'in atölyesine... Annesine uğrayısı, yatılı mektep talebesinin
    haftada bir evciliğinden farksız...
    Ressam Âbid'in kadınlı erkekli çevresiyle artık çarpısmıyor, onlara çatmıyor, her türlü ayrılık ve
    aykırılık içinde yasayıslarına uymaya çalısıyor, onlara alaycı bir edâ ile zaaflarını açmaktan ve
    alaylarına katlanmaktan da geri kalmıyor... Kendi kendine cezası, bu...
    Bitip tükenmek bilmez bir (Dülsine) ve «zaafran sarısı kız» alayıdır sürmekte...
    — Onları birbirlerine göstersene!..
    — Ne münasebet!
    — Hani korsan gemisine benzer yelkenli bir gemi kiralayıp bir parti vermeyi tasarlıyordun ya...
    Ver bu partiyi, hem Belmâ Hanımefendi ve çevresini, hem bizi, hem de baba kızı çağır!
    — Deli misin Mine?.. Adam hiç de kızını alıp ayak atar mı böyle -bir partiye?..
    Doğruydu; Belmâ'ya kapılısının ilk demlerinde onu apıstırmak için söyle bir hayâl kurmustu:
    Haliç taraflarında iskeletlesmis kocaman bir gemi bulacak, geminin 40-50 kisiyi rahat alabilecek
    güvertesini ve direklerini türlü panolar ve bayrak seklinde resimlerle süsleyecek, renk renk kâğıt
    fenerlerle donatacak, içinde (debos) dedikleri bütün bir «vur patlasın, çal oynasın!» âlem
    tertipleyecek, binbir gece masallarına tas çıkartıcı numaralar yaptıracak, bazı klâsik piyeslerden
    seçilmis parçaları ve karakter örneklerini en alaycı üslûplarla canlandırtacak, hissilikleri
    gülünçlestirecek, gülünçlükleri hissilestirecek ve daha ni-,ce buluslar sayesinde Belmâ ve çevresini
    apıstıracaktı. Bütün bu gösterislerin mihrakında da kendi «ben»ini, seytanî dehâsını
    heykellestirecek...
    Ama, Belmâ'ya doğru yokus asağı baslayan yol, yokus yukarıya dönünce bütün hesaplar altüst
    olmus ve bütün komiklikler trajediye çevrilmisti.
    . — Evet, Mine, dedi; geçti o mevsim, simdi kendimi koruyabilme durumundayım...
    — Hiç göründüğün yok mu ona?
    — Hiç!..
    — Daha ne kadar sabredebilirsin?
    — Bilmem...
    —• Herhalde yaktığı büyü buhurdanı karsısına geçmis, seni bekliyordur!
    Ressam Âbid, masasında ve her zamanki el desenlerine eğilmis, dudaklarında devamlı tebessümü,
    karalamalar yapıyor ve Naci ile Mine'ye kulak vermekten geri kalmıyor. Eller... Türlü bükülüsler,
    büzülüsler, açılıslar, uzanıslarla insan ruhunun en zengin ifadecisi eller... Oksayan, tırmalayan,
    kavrayan, koyuveren, yalvaran, yumruklayan, dilenen, sadaka veren, bıçağa sarılan, duaya açılan
    eller...
    35
    Abid önündeki resmi Naci'ye çevirdi:
    — Nasıl? ..
    — Harika!.. Bütün ruhu parmaklarında...

  4. #14

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    — Yalvaran eller... Boğazlayamayinca yalvarmaya geçmis eller...
    — Benim ellerim...
    — Yok canım!
    — Bilek mafsallarından öteye ondörder boğuntuyla sayısız faaliyetlere ve bu faaliyetlerin iç
    edalarını sekillendirmeye memur eller... Onlardaki esrara her zaman dikkat ettim. Senin bu el
    tutkuna da âsığım...
    — Ama ben böyle fikirlere bağlayarak yapmıyorum bu desenleri... içimden geliyor, ondan...
    — Biliyorum; senin sanatın, hasta kedilerin kırda buldukları sifalı otlar gibi bir içten gelis,
    eseri... Sen, sanatı üstünde düsünce" tasası çeken bir mizaç tasımıyorsun! Solculuğun da böyle...
    Mine, Âbid'in imdadına yetisti:
    — Yine tutmasın izah hastalığın!.. Birbirimizin akıntısında güzel güzel giderken yine
    çatısmayalım... Belmâ'nın ellerini neye benzetiyorsun? Büyücü ellerine, değil mi?. Ya benim
    ellerim?..
    — Seninkiler mi?.. Disiliğini gizlerken açığa vuran hünsâ elleri...
    Ressam Âbid, kıskıs gülüyor. O hep güler, ne söylense dinler ve hiç bir sözü ne doğrular, ne
    tersler... Kaplumbağa gibi bası dısarıdayken de kabuğunun içindedir. Kendisini belirttiği
    zamanlarda da asıl maksadı içinde kalarak kim ne tarafı gösterirse ona uymakta hususi bir ustalık
    gösterir. Ruhunu asla vermez. Arayana da buldurmaz. Herkesin suyuna giderken, yer altında hususî
    bir akıs yolu tutturduğu da inkâr edilemez.
    — Abid, sen düsünmeyi sevmezsim değil mi?
    36
    — Tanımam ki seveyim...
    — Ölümden korkmaz mısın?.
    — Düsünmem, ki korkayım...
    — Çocukların oyuncaklarını kırıp bağırsaklarını dökmesi gibi sekilleri nisbet ve âhenklerinden
    ayiklaya ayıklaya ne aradığını izah edebilir misin?
    ' :— Aradığım yok ki izahım olsun... —. Ya?..
    — Elim gittiği gibi gider. Ne düsünürüm, ne sorarım...
    — Sizi, bitki insanlar sizi!.. Hayvan olmaya bile uzaksınız! Hayvanı bile taklit edemiyorsunuz!
    Maymun taklitçileri!..
    Mine dayanamadı.-
    — Hani ya hırlasmayacaktık?.. Abid, Naci'yi müdafaa etti:
    — Bu kadarı hırlasma sayılmaz!
    Zil sesi... Ellerinde sepetler, paketler, bir grup kafadar...
    Bir curcunadır basladı. Masayı hazırlayanlar, divanlara serilenler, bir koltuğa kızlı erkekli üç kisi
    oturanlar, durmadan lâf edenler...
    Naci, bu manzarayı uzun uzun seyretti ve içinden düsündü:
    —' Bunlar nece konusuyor? Mart kedileri bile disilerine karsı bunlardan daha manalı sesler çıkarır.
    Vazgeçtik su yeni dil denilen hırıltılar zurnasından, bu insan karalamalarının bu zurnayla
    çıkarabildikleri en basit düsünce âhenginden bile eser yok'.. Fikir adına (do) ve (re) seslerinden bile
    bir nisbet kuramıyor...
    Kızlardan biri haykırdı.-
    — Konussanıza, Naci Bey! O güzel fikirlerinizi dinleyelim!
    Cevap verdi:
    — Sizin,, ye, yut, sık, iç, at, tut, kır, dök gibi tek heceli yalçın kavramlarınız karsısında fikir
    arka üstü düsüp bayılmaz da ne yapar?
    -Bunlar Türkçe değil mi?
    — Heyhat, Türkçe!.. Baska bir ses yükseldi:
    — Dilini de inkâr ediyor adam!..
    Bu ses Mine'nindir ve kösesinde, kadınsız yapayalnız oturan Naci'ye sokulmaktadır.

  5. #15

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    — Sen dili ne yapacaksın, Mine?.. Elektronik beyinle sevisip anlasmak sana yetmez mi?..
    Mine artık isyancı değil, anlasmacıdır. Elektrik serareleri fıskıran gözleriyle kadın seklinde bir
    «bilgisayar» edasına bürülü, Naci'nin yanına çöktü. O, erkeği kilitlemenin değil, açmanın ustası...
    Boğuluyor. Neye el atsa avunamıyor. Haftalar geçtiği halde Belmâ'dan en küçük bir isaret yok...
    Belmâ'nın çevresinden, o güne kadar hiç aramadığı ve uğramadığı bazı kimselere tesadüf vesileleri
    uyduruyor ama, hiçbirinde arandığına ve sorulduğuna dair bir alâmet bulamıyor.
    Sonbahar gelmek üzere... Bir müddet sonra Belmâ belki Avrupa'ya gidecek, üniversite de
    açılacak...
    Evine karsı vaziyeti düzgün... Annesiyle hiç ses etmeden cali bir ahenk içinde düsüp kalkıyor ve
    köske gidis gelisini intizamla sürdürüyor. >
    Gece... Ağustos böceklerinin her aksam biraz daha pest perdeden senfonik orkestralarını
    seslendirdiği gecelerden biri...
    Büyük yemek masasının basında... Annesi biraz önce yukarıya çıkmıs, yatsıyı beklemektedir,
    önünde bir (bloknot) ve tükenmez kalem... Tükenmeyen onun illetidir, kalem de ne demek?..
    38
    «Belmâ!. diye basladı yazmaya...
    Eyvah; derdini mektupla anlatacak hale mi düstü?.. Đs bu kerteye geldi mi, esaret gerçeklesmis
    demektir. Ve itiraf edilmis... Varsın öyle olsun, artık saklanabilecek nesi kalmıstır ki?.. Son ümidi,
    artık mektupla taarruz hamlesinde...
    Yazdı, yazdı, yazdı. Bütün gücünü, olanca inandırma dehâsını kaleminin çizgilerine yükleyerek
    Belmâ'nın ruhuna girebileceği bir menfez açmaya çabaladı.
    Acık pencereden bir vapur sesi geliyor. Son vapur olmalı... .
    Yazdı, çizdi, karaladı, kâğıdı yırtıp attı, yeniden basladı.
    Sofadaki asma saat 12'yi çalıyor. Hâlâ doyurucu bir satır yazabilmis değil...
    Vazgeçsene! Kalkıp yatağına gitsene!.. Ne mümkün!. Kaptırmısta- bir kere kendini... Akrebin
    kıskacı bu defa ta beyninden yakalamıstır onu... Fenalastığını hissetti Açık pencereye zor gidip
    derin derin nefes aldı. Bahçede sinsi yaprak hısırtılarından baska hiçbir ses yok... Yine oturdu, yine
    yazmaya koyuldu. Aman! Simdi hersey değisik... Sanki içinden ikinci bir Naci çıkmıs, onu
    uzanamayacağı ufuklara çekiyor. O yazmıyor, öbürü yazıyor. Fikirleri istiklâl ilân ediyor ve dönüp
    onu korkunç Mr gerçeğe sürüklüyor. Ruhun atom çekirdeği gibi çatladığı öyle bir nokta ki, kıl payı
    ilerisinde cinnet vardır.
    Evet; ikinci hüviyetinin ona anlattığı mefkürelestirilmis kadın o noktada tükenmistir ve
    verebileceği hiçbir sey kalmamıstır. Bu müthis hakikati kendisine öğreten öbür kendisi, sanki ayağa
    kalktı, eline bir balyoz aldı, var kuvvetiyle ense köküne indirdi:
    —- Ne arıyorsun budala?.. Aradığının ötesinde Allah var!..
    39
    Çekicin' örse inisi gibi, acısı ve sesiyle fiziğinde duyduğu balyoz onu ayağa zıplattı. Kâğıtlarını
    avuçladı, sofaya fırladı, bos kalan eliyle merdiven trabzanlarına tutundu, çıktı ve yatağına düstü.
    Gözlerini yumar yummaz gördüğü: -Besili, kuvvetli, alevden dili sarkık, bembeyaz testere disleri,
    sipsivri hançer gözlü bir köpek kendisine hırlıyor. Bütün iradesini toplayarak kendisine emretti: —
    Uyu!
    Uyumadı, bayıldı.
    Yatağından kalktığı ve esyasını yerli yerinde gördüğü dünya, eskisi değil, baska bir dünyadır.
    — Anne, deli olmaktan korkuyorum.
    — Korkma evlâdım, sen deli olmazsın! Allah sana merhamet eder.
    — Anne, beynimin patlayıp kül olmasından korkuyorum!
    — Allah'a bağlan, yalancı dünyadan geç ve korkma!..
    — Anne, çok acı çekiyorum. Her zerremi ayrı ayrı cımbızla koparsalar bu acıya denk olamaz.
    — Çektiren, sabır gücünü de verir. Sabret!
    — Anne, deli olursam beni hastahanelere bırakmaz, yanında alıkorsun, değil mi? Herhalde
    zararsız bir deli olurum. Beni bırakma, anne!
    — Hiç yanından ayrılır mıyım oğlum?
    Naci, annesinin dizlerine gömülü basını bir ân için kaldırdı, annesine baktı:
    — Allah beni affeder mi anne? Annenin elleri Naci'nin saçlarında.-
    — Eder oğlum; umarım ki, anne duasını yerde bırakmaz.
    Naci'nin bası yine annesinin dizlerine düstü. Ağlıyorlar...
    Naci artık herkese tabii adam taklidi yapıyor. Geceleri üstünü örtmeye gelen annesine de uyku
    taklidi... Yemek yerken istiha taklidi... Üniversitede aklı basında bir adam taklidi... Sanki kendi
    haline bıraksa yüzünün çizgileri bir ceviz gibi yamru-yumru büzülecekmis de görenler ıstırabını
    anlayacakmıs gibilerden onları germeye çalısması... Tebessüm, yanaklarını kezzap sürülmüscesine
    acıtan bir seydir. Gözleri dibindeki faciayı ifsa etmesin diye takma gözlerle değistirilmistir. Ellerini
    bile fazla hareket ve isaretten alıkoymus, adetâ felce uğratmıstır.
    Bu kadar mı?
    Ruhu bir tarla... Vehimlerden bu tarlaya kara bulutlar halinde çekirge hücumu... Tarlanın rengi,
    yesil basak yerine, yesil çekirge... Gözlerini kapattığı zaman da kıvrım kıvrım beyni kanıyor. Her
    fikir, bu kıvrımlar arasından akan siyah bir kan damlası...
    Ne vehimler, ne süpheleri..
    Bakın neler:
    Ya bir sabah yatağından doğrulmaya çalısırken lisânını unuttuğunu ve kafasında tek kelimeye yer
    kalmadığını farkedecek olursa?.. Ya emniyetle bastığı yer birden çöküp arzın ates merkezine kadar
    bir tünel açılacak ve onu yutacak olursa.. Ya bütün yükseklikler.çukura ve çukurlar yüksekliğe
    dönecek olursa?..
    Bütün bu fikirlerin deli saçması olduğunu bilmiyor, anlamıyor değildi. Onları bedahet hissi
    dediğimiz bir sezisle cevaplandırıyor ve frenlemeyi basarıyordu ama azabını üstünden atamıyordu.
    Hey gidi hey... Su etrafındaki kolaycı, bedavacı insanlara da bak!.. Bedahet duygularının çek-çek
    arabalarında
    41
    keyif sürerek mesafeleri asan insanlar... Bu insanlardan kime bahsedebilir halinden... Kime ve
    hangi dille anlatsın halini...
    Yoksa zaman, mekân, mazi, tarih, esya, hareket, bu dünyada ne varsa hepsi birden yalan da bütün
    insanlık kendisini aldatmak için birlik mi olmustur?..
    O noktaya varıyor ki, süphesi, gerçek diyebileceği tek sey kalmıyor. Meselâ... Ayvanın rengi sarı
    mıdır?.. Evet sarı!.. Nereden belli?.. Herkesin sarı dediğinden... Đyi ama, bu, kelimede ortak bir
    gerçek... Đnsanlar birbirinin göz bebekleri içinden bakabilirler ve kelimelerdeki ortaklıklarını tek
    fert halinde yasayabilirler mi?
    Sonsuz öksüzlük...
    Hayır, hayır, bu ıstırap dayanılır, çekilir gibi değildir. Düsünmemek için ne yapsın?.. En azından
    vücudunda bir yara açıp onun maddî acısıyla manevi acısını dindirmeye mi baksın?..
    Saçma!..
    Bu, gölgeyi gömmek için üzerine toprak dökmeye benzeyecektir. Gölge daima üste çıkacak ve
    toprak altta kalacaktır. O
    Bir gece, bir gece... Her biri aynı gecelerden bir gece... Bitisikteki köskten Kur'ân sesi geliyor.
    Birkaç gün önce o köskten bir cenaze çıkmıs ve simdi hatim için toplanılmıs bulunuluyor. Bazı
    kelimelerini anlar gibi olduğu bir âyet yıldırım gibi kalbini yaktı:
    — «Allah hiçbir nefse gücünden fazlasını yüklemez.»
    Derin bir nefes aldı. Kurtulmus muydu yoksa?.. Madem yükü bu kadar ağırdı, demek onu çekecek
    güce de sahipti. Müthis bir iftihar duygusu içinde devlesmisti sanki...
    Doktor mu?.. Ne münasebet!.. «Ruh doktoru» denilen
    42
    insanları, ne kadar anlayıslı ve sefkatli olurlarsa olsunlar, fezada en uzak yıldızın ikliminden
    bahsetmeye kalkısan müneccimlere benzetiyor. Bunların, aczlerini itiraf ve ona göre bir usûl takip
    etmedikçe hiçbir hayr ve hakikate temas sağlayamayacağına inanıyor.
    Karıstırdığı ruhi tababet kitaplarından birinde dünya çapında (otorite) tanınan birinin su sözüne
    rastlamıstı:
    — Biz hep normal olmayan insanı tarif'etmeye kalkar ve bu yönden bir tedavi sekli bulmaya
    çalısırız. Ya normal olanı tarif et deseler ne yaparız?.. O zaman, karsımıza, tas gibi, odun gibi,
    hissfz ve suursuz bir sey çıkmaz mı?
    Đste dâva bu kadar derinden ele alınmalı, metodu ona göre bulunmalı ki, ruh doktorluğu makamı
    namusuna kavussun...
    Ruh doktorları onun için kendi bildiklerinin cahili ve tohumun içindeki gizli cevheri pensle arayan
    bir kafa sahibi olduğuna göre ne yapsın?..
    Annesine sorarsanız bir hocaya gitmesi ve okunması lâzımdır:
    — Kuzum evlâdım, filan yerde nefesi keskin bir hocadan bahsediyorlar; haydi gidelim!..
    — Gidelim anne!..
    Henüz derinliğine din ölçülerini bilmeye uzak bulunduğu halde bu is ona hos görünmüyor. Heyhat
    ki, bir hocanın iprofesyonel) bir salâhiyetle manevî bir tabib edasına bürünmesini ve her basvurana
    sifa satmasını yakısıksız buluyor.
    — Gidelim anne!..
    Bir kenar semtte ahsap, kara kuru bir evin kapısını çaldılar. Kapıyı ihtiyar bir kadın açtı. Arkasında
    kuyruğunu havaya dikmis, miyavlayan bir sarı kedi... Đhtiyar kadın «buyur» etti. Bir ahsap
    merdivenden çıkıp hocanın karsısında, yer minderleri üzerinde oturdular.
    43
    — Neyiniz var evlâdım; sikâyetiniz neden?.
    Naci cevap vermedi. Anlatabileceği bir sey olsaydı, karsısındaki kır sakallı ve beyaz takkeli
    hocadan bir sifa devsirebileceğine inanırdı. Anlatılamayacak ve anlamayacak olandan ne
    beklenirdi? Hocanın her hali bu neticeyi gösteriyordu.
    Annesi atıldı:
    — Ben söyleyeyim hoca efendi; büyük sıkıntılar, bunalmalar, daralmalar, dalmalar içinde...
    Kendisini kovalayan düsünceleri üzerinden atamıyor.
    — Buna vesvese derler; yaklas oğlum yanıma!
    Hoca okudu ve çıktılar. Hocanın sorusuyla annesinin anlatısı karsısında yalnızlığının dipsizliğini
    bir kere daha ölçmüstü. Yangını resimde seyredenlerle yananlar arasındaki mesafe... Bu isin
    mutlaka bir hocası vardı ama nerede?.. Bu isin gerçek tabibi mutlaka mânalar âlemindeydi, ama
    nasıl bulmalı?..
    Köskün, ensesine balyozun indiği yemek odasında, masanın tepesinde, belki kösk satılsa
    alınamayacak kadar değerli bir avize vardı. On ikiserden iki sıra renk renk fanusun halkaladığı
    sâhâne bir avize... Fanusların altında da püskül yerinde ve küpe seklinde küçük billur parçaları...
    Kapı hızla açılır, yahut pencereden rüzgâr girecek olursa bu billur parçaları birbirine değer ve perde
    perde seslerle esrarlı bir sarkı söylerlerdi. Bu sesler Naci'ye masal musikisi gibi gelir, efsaneler
    ikliminde bir düğünden yankılar getirirdi.
    Masada aksam üzeri aynı noktada otururken açık pencereden acı bir rüzgâr esiverdi. Tokusan
    billurların bir ağızdan sarkısı... Đçine öyle ılık bir his düstü ki, gözlerini yumup uçacağı geldi. Su
    sırıltısı, harp, flüt ve daha bilmem
    44
    ne seslerinden senfoni... Bu senfoni, ruhundaki bilmeceyi sanki lif lif çözmekte, kelimelerin
    yetmediği yerde, izah ^edilmezlerin izahını vermektedir. Yedi kat göğün birbiri lüzerinde
    daireleserek dönerken çıkardığı, fakat isitebilmek liçin baska bir kulak gerektiğini ihtar ettiği
    sesler... Ses-Berin sırrı... Yedi sayısı içinde sayısıza varan ses nisbet-Berinin muazzam mimarîsi...

  6. #16

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Uçuyor, uçuyor; türlü kıvrımlarla bütün istikametleri kurcalayan mermer merdivenlerden ağır ağır
    göğe çıkıyor, ire kol kol her merdivenin birlestiği billur zemin üzerinde bu çıkısın kendisine ait
    olduğu müthis bir mânadan pırıltılar görüyor.
    Bu mâna kendisini verâların verâsına, ötelerin ötesine devretmektedir ve ilk göz plânında, eliyle
    yine öteleri isaret eden dimdik bir heykel vardır. Kadın...
    Kadın bir fikir... Her sey bir fikir; ama kadın, üstün fikrin kalıba döktüğü heykel... Onu o zannedip,
    kendisinde baslıyor ve bitiyor sandın mı, bu heykel çöküveriyor; te~ pesine bir yumruk inmis
    balçığa dönüyor ve ortada yalnız ötelerin ötesini gösteren, onun isaret parmağı kalıyor.
    Bu mânaya Naci'yi ulastıran Belmâ olmustur; ve iste içindeki yaylan ve çarkları dökülen
    oyuncaklar gibi, yüzükoyun yerde yatmaktadır.
    Ama Naci, bu fırlamıs yaylar ve yere dökülmüs çarklar üzerine kapanıp ağlamak, yırtılasıya,
    parçalanasıya ağlamak ihtiyacında... Ötelere bağlanamıyor, nefsini feda edemiyor, onu ciğerinden
    söküp atamıyor. Tevekkeli değil, Havva'nın Âdem'in kaburga kemiklerinden yaratılmıs olması... O
    kendisidir, kendinden kendisini isteyen bir seydir; istediği nasıl verilebilir? Kadın ancak muazzam
    bir ruh rejimi içinde vasıta rolü oynayabilir; gaye olunca da gökleri erkeğin üzerine yıkar. Onu,
    gayelerin gayesi yolunda
    45
    bir isaretçi olmanın ve büyük visalden gidi bir tad getirmenin sınırında nasıl tutabilmeli?..
    Tasavvufa daldı. Velilerin hayatına ve gayesine... Ama kitap üzerinde... Bu bahiste yeni harflerle
    basılı kitaplardan bir cazibe koparamadı. «Filân yerde falan mürsid var!» seklindeki tavsiyelerin
    kapılarını da tek tek çaldı. Hepsi bos... Sakal, takke, duvarlarda levhalar ve dudaklarda ezberleme
    lâflardan baska bir sey bulamadı. Bu arada cami cami gezmeyi de ihmal etmedi. Minber kenarlarına
    çöktü, rahle etrafındaki halkalara katıldı. Vaizleri dinliyor, fakat hepsinde dıs sekilden, delip içine
    geçemedikleri ve nefs-lerinde katılastırdıkları kabul bilgilerden ötesi kapalı... Herkesin veli
    olmasını bekleyemez, çoğunun sadece tebliğ plânında kalmaya mahkûm olduğunu anlardı ama,
    üstün irsad noktasına giden yolda umumi bir zerafet tavrı, sır anlayısı edası, meçhule hürmet üslûbu
    beklemek hakkıydı. Bu vasıfların isaretçiliği terbiyesinden geçmis olmanın manzarasını arıyordu
    din tâlimcilerinde... Ve sihirli bir telkin lisanı yerine, en kaba bir tebliğ ağzı bulmaktan ileriye
    geçemiyordu.
    Bir gün bir imama sordu:
    — Siz bu isi aylık karsılığında yapıyorsunuz, değil mi?
    — Evet, ne olmus? Geçinmeye mecburum!
    — Zengin olsaydınız üste para verip yapar mıydınız?
    — Bir sey söyleyemem!
    Hangi imamdır o ki, sabah namazında mescide kimsenin gelmeyeceğini bildiği halde en erken
    saatte kalkar, abdestini alır, mescidi açar, mihraba geçer ve arkasında saf saf melek, tek basına
    namazını kılar?..
    Henüz seriat bahsinde hemen hiçbir sey bilmediği halde, derinden derine seziyordu ki,
    böylelerinin baslarına
    46
    kondurdukları sarık altında, küflü disler ve karanlık kuyusu ağızlarla kesip biçtikleri hükümler,
    seriat ruhuna uzaktır; ve böyleleri, «ham yobaz ve kaba softa» tabirinin bir nevi fabrika mamulü
    standard örnekleri...
    Ne arıyordu da bulamıyordu: Vecd, ask, ihlâs...
    Yine bir camide, yine bir imama rastladı. Güzel yüzlü, tatlı bakıslı, dik durmaktan bile utanan bir
    insan...
    Konustular:
    — Ben eski dini eserleri asli harfleriyle eski kitaplardan okumak istiyorum; bilgim de yok... Ne
    yapayım?
    — Đslâm harflerini öğrenin!
    — Vakit ister... Đhtiyacım acele...
    Tatlı bakıslı imamın gözleri büsbütün tatlılastı:
    — Bir dost bulun; o okusun, siz dinleyin!
    — Bu dost siz olamaz mısınız?
    Gözlerdeki tatlılık acımtırak bir sefkat ve merhamete döndü: —
    Memnuniyetle olurum, zevkle...
    — Ya beni irsad edebilecek bir velî... Tanıdığınız biri var mı?
    Đmam, gözleri yaslı, elini Naci'nin omuzuna koydu:
    — Senin anlayacağın, iyi insanlar iyi atlara bindiler, gittiler...
    Ve hikâyesini anlattı:
    — Bir gün cins at meraklısı bir adam, cins atlarıyla meshur bir yere gidiyor. Yıllarca önce o yere
    uğramıs... Sonra söyle olmus, böyle olmus, bir daha gidememis... Tanıdıklarından kimi sorsa
    «öldü!» cevabını alıyor. Ya su ağa, ya bu ağa?.. Göçtü!.. Ya filân atm soyu, ya falan kısrağın
    dölü?.. Kurudu!.. Sonunda at meraklısına su karsılığı veriyorlar: «Senin anlayacağın, iyi insanlar,
    iyi atlara bindiler, gittiler...»
    47
    Naci, küfe dolusu bir sürü kitapla yeni dostunun mes-cid bahçesindeki evine dayandı.
    — Đyi günler, oğlum!
    — Đyi günler, anne!
    — Nasıl gidiyor sıkıntıların?
    — Dayanıyorum...
    Anne manalı manalı gülümsedi:
    — Ayol, Allah senin yoluna bir dünya güzeli çıkarmıs da farkında değilsin!
    — O da nesi?
    — Köydeki kız... Naci öfkeli:
    — Nerede gördün onu?
    — Köyünde... Köyüne kadar gidip gördüm. Hani sana bir iki gece tanıdıklardan birinde kalacağım,
    demistim ya... Đste bu arada gördüm.
    — Nasıl yaparsın bunu anne, bana danısmadan nasıl . yaparsın?
    — Annelik duygusuyla...
    — Ya ne yaptın orada?.. Ziyaretini hangi sebebe bağladın?
    — Büyük babayla konustum... Seni anlattım. Ruhi daralmalar geçirdiğini söyledim. Üzüldü. Beni
    misafir etti. Birkaç saatlik görüsmenizde senden çok hoslandığını söyledi. Keske görseydim, dedi.
    Ben sana bir sey söyleyeyim mi?.. Bu adam bir erismise benziyor.
    — Olabilir! Ama ziyaretini acaba neye yordu? Sade imdat istemeye mi?.. Đmdat her yerde tükendi
    de o köyde mi kaldı? Ya asıl maksadı anlamıssa...
    — Anlamıssa anlamıstır. Fakat ben hiçbir sey sezdirmedim. Sana danısmadan geldiğimi, senin
    anlatısın üzerine
    48
    kendisini merak ettiğimi söyledim. Sizi görmesi iyi olur. dedim.
    — Ne cevap verdi?
    — Biz buradan kolay kolay sehre inemiyoruz; buraya kadar zahmet ederlerse memnun olurum,
    dedi. Hatçe de yanımızdan hiç ayrılmadı. Bana hizmette pervane oldu.
    — O da mı bir sey sezinlemedi?
    — Hayır! Ama bana bebekken kaybettiği annesini birdenbire bulmus gibi sokuldu. Adetâ
    kanatlarımın altına girmek istedi. Bana hep anneciğim diye seslendi. Rüyalarda bile görülemez
    güzellikte, temizlikte, saflıkta o kız...
    Naci düsünceli düsünceli mırıldandı:
    — Gider miyim sanıyorsun, o köye?.. Anne keskin keskin karsılık verdi:
    — Kendine yazık etmek istemezsen gidersin!

  7. #17

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Belmâya Naci'nin düsünüp de yapamadığını, Mine, Ressam Âbid ve kumpanyası yaptılar.
    Haliç'te eski zamanın kalyonlarına benzer, hurda bir tekne buldular. Tekneyi bir haftalığına
    kiraladılar. Bir tarafa çekip, türlü resimler, panolar, bayraklar, kâğıt fenerlerle donattılar.
    Güvertesine tiyatro sahnesine benzer bir set oturttular. Setin dört yanına canavar ve cehennem
    zebanilerinden resimlerle kaplı siyah örtüler çektiler... Sini seklinde alçak masalar, yuvarlak yer
    minderleri, daracık silteler, küçücük halılar... Sabunla yıkanmıs, genis ve uzun güverte ve
    güvertenin üzerinde, kıç tarafında dümen kasası, bas tarafında da sintineye inen merdiven
    kaportası...
    Gemi, Belmâ'nın yalısı önünde, 40-50 metre açıkta demirli... Kıçında ve direğinde de beyaz zemin
    üzerine kırmızı iki levha: «Safak»... Geminin ismi.
    Vakit gecenin ilk saatleri... Renk renk fenerler, içlerinde birer mum, ısıldıyor ve her taraf mumdan
    geçilmiyor... Hıncahınç... Belmâ'nın yalıda verdiği partiden bütün figürler... Ayrıca solcu basın,
    tiyatro temsilcileri ve tanınmıs politikacılar... Daveti tertip edenler beyaz pantalonlu, çıplak ayak ve
    gemici fanilâlı... öbürleri, daha doğrusu, apıstırmaya, çenelerini düsürmeye baktıkları burjuvalar
    her zamanki kıyafetlerinde..
    Belmâ, set karsısında bir hasır koltuğa oturmus, kaygılı bir ciddiyet içinde... Etrafındaki sosyete
    zariflerini dinler gibi yapıyor... Naci ortalarda yok...
    Bir curcunadır gidiyor..-, Birbiri pesinden çingene oyunları, zeybek dansları, siir koroları ve Eski
    Yunan dilberleri seklinde giyinmis, ellerinde testiler, içki dağıtan kızlar... Herkes, kimi ayakta, kimi
    uzanmıs, kimi çomelmis: mest... Belmâ, bu numaraların arkasında gizli bir kasıt sezinler gibi
    dikkatli... Bütün eski âdetler, inanıslar, eserler ve bütün yeni oluslar, özenisler ve yeltenislerle alay
    eden numaralar üst üste birbirini kovalıyor...
    Setin iki kanatlı perdesinin içinden, vücudu gizli bir kafa çıktı:
    — Sevgili davetlilerimiz!.. Komünist ihtilâlinin en gö-zükara hareketlerinden biri olarak körfezden
    Neva Nehrine geçip toplarını Petersburg kıslık sarayına çeviren «Safak» gemisine seref verdiniz! O
    günün dibe oturacağından korkmayan, nehre giren ve kendisine yol bulan zırhlısı, memleketimizde
    iste böyle, halimizi gösteren ihtiyar bir salapurya biçiminde simgeleniyor-, toplarımız da, alay,
    hiciv, kahkaha ve b'^tün 'eskileri, bayatları, kokmusları sahnelemek... Perde açılıyor!
    Kafa içeri çekildi ve perde açıldı:
    Solda ve taht'a benzer bir koltukta duvaklı (Dülsine).. Karsısında, sağ dizi yere dayalı, sol dizi dik,
    Don Kisot... Sevgilisinin basında, kartondan pırıl pırıl bir taç... Naylondan sahte ipeklere
    boğulmus... Bilekleri birer inci dizisiyle halkalı çıplak ayaklar... Don Kisot parlak tenekeden bir
    zırh içinde, bası miğferli ve sağ elinde ucu yere değik, kartondan kılıç...
    Don Kisot, miğferinin teneke ağızlığı içinden haykırıyor:
    — Sevgili (Dülsine)m benim!.. Yalnız ayaklarına dünyanın bütün değirmenlerini kurban edeceğim,
    örnek kadın, simge kadın, ruh. Kadın! Kadın, erkeğin fâtihlik remzidir, sen de kadınlığın
    sembolüsün!.. Sen olmasaydın ben olmazdım; ben olmayınca da fâtihlik olamazdı. Ama seni bir.
    türlü fethedemiyor; kendinden geçirtip teslim alamıyorum! Kılıcımın rüzgârıyla dönen değirmen
    kanatları mızrağımla delik desik oluyor da sen nasıl yara almayabiliyorsun?.. Yoksa her defa
    kılıcımı kıran seffaf bir büyücü perdesi mi çektin önüne?..
    (Dülsine) incecik sesiyle heceledi:
    — Perdeyi del ve öl!
    — Ne yapmamı, ne olmamı istiyorsun?
    — Kendini insanlara ve bana inandırmanı istiyorum!
    — Đnsanlık bana inanıyor!
    — Sen inanan insanlığı göster bana! Don Kisot eliyle arka perdeyi gösteriyor:
    — Surada, su perdenin ardında!
    — Aç da görelim!
    Don Kisot bası o tarafa doğru:
    — Đnsanlık, gel!
    Arka perde aralığından çıkan (Sanso Pansa)... Gülünç kıyafet... Sağ elinde bir kargı, sol elinde
    merkebinin yuları... Dimdik...
    (Dülsine) pırlanta yüklü sol elini (Sanso) ya uzatmıs;
    — Bu mu insanlık?
    51
    Don Kisot hararetli:
    — Bu benim Sanso'm! Bütün insanlık Sanso'lardan
    ibarettir.
    Belmâ:
    — Elinde bir yular tasıyor! Don Kisot:
    — Merkebinin yuları! Onun da Sanso'su, merkebi... Belmâ:
    — Ya bana gelince?.. Don Kisot:
    — Sana gelince, örümcek ağından daha ince bir yularla erkeği bağlayan ve bütün iktidarlardan
    düsüren tılsım kâynatıcısı kadın...
    Belmâ, kollarını iki yana açmıs:
    — Beni fethet sevgilim].. Ama kelimelerle değil, kılıcınla... Ne duruyorsun?
    Don Kisot atılır, ayağa kalkar, Belmâ'nın kolları arasından kılıcını saplar. Kılıç iki parça...
    Ağzından bir «ah!» çıkan Belmâ'nın bası göğsüne düsük... Don Kisot deli bakıslarla elindeki güdük
    kabzayı seyrediyor.
    Kahkaha, alkıs ve birden sessizlik... Sahnede aynı poz..
    Kalabalıktan bir ses.-
    — Naci!
    Don Kisot sahneden:
    — Efendim?
    Müthis bir kahkaha tufanı ve alkıs... Kalabalıktan aynı ses:
    — Neredesin? Don Kisot:
    — Buradayım, görmüyor musun?.. '
    Naci, kıç tarafındaki dümen kasasının arkasından çıkmıs, ağır baslı, sahneye doğru yürüyor. Don
    Kisot hayret ve dehsette...
    52
    Naci, parmağıyla gösterdiği Don Kisot'a:
    — Söyle, sen mi Naci'sin, ben mi Don Kisot'um? Ani ve müthis sükût... Herkes donmus...
    Naci (Dülsine)ye dönük:
    — Ya siz kimsiniz, geçmis zaman bakiresi?.. Belmâ isveli bir heyecan içinde...
    — Ben mi?.. îyi ki sordunuz! Ben de kendi'kendisini damla damla vermenin sanatkarı Belmâ
    Hanımefendiyim!
    (Sok) tesiri... Belmâ ayakta... Naci ile.karsj karsıya... Bütün gözler üzerlerinde... Belmâ sesini
    yükseltti:
    — Bütün bunları siz mi tertiplediniz Naci Bey?
    — Ben tertiplemedim, Hanımefendi! Đkimizi ve ikimizin ardında hepimizi tefe koymak isteyen
    solcu devrimbazlar tertipledi.
    — Skandal!.. Cevap veriniz bu rezalete!
    — Vereyim)
    Naci, daima soğukkanlı, yürür, bas taraftaki kaporta-' dan sintineye iner. Asabi fısıltılar ve sesler:
    — Bu kadarı olmaz! Doğrusu rezalet! Çıkıp gitsek iyi olur!
    Perdesi kapanık setin önünde Mine... Tacını ve duvağını atmıs, davetlilere bağırıyor.
    — Hayır, gitmeyiniz! Daha çok sey göreceksiniz! Dayanmayı biliniz! Bu bir tenkit, bir tahlil...
    Liberal ve medenî geçinenlerin buna tahammül etmesi gerekir. Neva Nehrine girip komünizma
    toplarını san; ya çeviren -Safak» zırhlısına kartondan silâhlarla kafiye yapmak istedik. Siir kadar
    masum bir davranıs, bu!. Gerisini Don Kisot söylesin!

  8. #18

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Kapalı perdeye döndü ve bağırdı.-— Gel bakalım Don Kisot cenapları!
    53
    Perdeden, sağ: elinde kırık kabza, sol elinde miğferi Don Kisot çıktı. O da Ressam Âbid:
    — Ne yaptım da «Naci!» diye bağırılınca «efendim!» diye kendimi isimlendirdim!.. Böyledir
    zaten, çürümüs cemiyetlerde isim vermedikçe, parmakla göstermedikçe ferdi bulamazsın! Bizim
    idealimizdeyse, fert mevcut olmadığı için, Naci'nin dediği gibi, isim yerine sayı, numara geçse daha
    uygun olur. (Birey) !er bir makinenin dislileri, pistonları, kolları gibi, toplum bütünü içinde öz
    hüviyetiyle yok olmalıdır. Đste biz, sahsiyetçi Naci Beyin güya bize karsı fikirlerini simdi ona
    karsı.kullanmak istedik. «Eskinin cemiyete ters (1) sayılı erkeğiyle (1) sayılı kadınını
    numaralamayı düsündük. Sayıya, numaraya kızılır mı hiç?. Bir karikatür çizelim dedik...
    Karikatüre sinirlenilir mi?.
    Bas taraftan bir çığlık koptu:
    — Gemi su alıyor! Batıyoruz!
    Ve sintine kapağını açmıs, yukarıya çıkan Naci, gayet sakin, setin kenarına geldi, Mine ve Ressam
    Âbid'e döndü:
    -— Doğru! Safağınız batıyor! Toplumunuz su alıyor! Bireylerinizi kurtarmaya bakın!
    »Safak» yana eğilmekte... Ambara dolan su sesleri... Naci, ne yapacağını sasırmıs kalabalığa
    seslendi:
    — Merak etmeyin, boğulmazsınız! Etrafınız seyirci sandallarıyla dolu...
    Bir telâs, bir kosusma, bir çırpınma... Don Kisot sahnenin önünde, tenekeden zırhını çıkarmaya
    çalısıyor. Mine avaz avaz bağırıyor:
    — Bir mayo yok mu, çocuklar, bir mayo!..
    Naci, gayet vakarlı ve gülümsemeli, manzarayı seyrediyor.
    Belmâ, arkasından Naci'ye yaklastı ve elini omuzuna attı:
    — Naci, sen gerçek bir fâtihsin! Her seyi affediyorum!
    54
    Naci hızla geriye döndü:
    Su Mine, çeliskiler kumkuması bir kız... Halbuki kendisine sorarsanız, en düsmanı olduğu sey
    insandaki tezatlar... Karakterini bu kızın, sabit bir vahide bağlamaya gelmez. Beyin uru gibi
    kafasındaki sabit vâhid, komünizma, müstesna... Üst ve alt yapılar meselesi...
    Zengin bir fabrikatörün dizginleri sonuna kadar bos bırakmıs kızı... Amerikan Kolejlerinde
    okumus, pesinden tek basına Amerika'ya gitmis, dilediği hayatı sürmüs, nihayet memleketine
    dönmüs, Ressam Abid'in atölyesinde bir solculuk tekkesi kurmus, kadın ve erkek, seçtiklerini bu
    tekkede toplamıs, teke tavırlı bir disi keçi... Elinde veya dilinde bir kamçı, insanları, sirk
    hayvanları gibi idare eder. Kumpanyasının masraflarını o çeker. Evlenmeye yanasmaz:
    — Kimse kimsenin nefesine bir geceden fazla dayatamaz! Der.
    — Đçimden ne geliyorsa onu yapmalıyım! "Felsefesini güder.
    Okumustur da... Batı felsefesini (Sokrates)ten (Berg-son)a kadar kabataslak bilir. (Marks)a saygılı,
    (Lenin)e âsıktır. Onun cavlak kafasını, Tatar suratını ve keçi sakalını son derece çekici bulur.
    Evet, erkekte sakala karsı derin bir zaafı vardır. Çocukluğunu geçirdiği Heybeliada'nın papaz
    mektebinde okuyan genç ve sakallı papazlara, daha o günlerden bayıldığını söyler.
    65
    Su ölçü ağzından düsmez:
    — Ben hiçbir seyin «Ne?», -Neden?», «Niçin?» olduğunu düsünmem!.. Ben «Nasıl?»lara
    bakarım, «Nasıllara...
    Ve bu hikmetine bir hikmet daha eklemeye kalkar:
    — Ben (metafizik) ten iğrenirim. Benim kafamda sadece (fizik) olus vardır. Elektriğin ne
    olduğundan bana ne?.. Ben onu ampul içinde zaptedip kullanıyorum ya, yeter!
    Kendisine ters düsünenlerden, her seyi madde üstü bir sâike bağlama mizacında Naci'dir ki, onun
    boynuzlu teke ruhunu toslamakta ve her defa tartaklamakta mahirdir. Ressam Âbid vasıtasıyla
    tanıdığı bu adam, iki "bulusmaz arasındaki hasret çekiciliği halinde Mine'nin alâkasını gıcıklamakta
    ve bütün hırsına hedef tutmaktadır. Mine, Naci'ye fena halde tutkundur. Çirkindir demistik; ama
    Naci'ye de sorarsanız kabul eder ki, bu çirkinlik içinde gerçek tekeye hitap edici bir seylere malik...
    Çirkinin güzeli diyelim...
    Belki düpedüz güzel olsaydı, ondaki bütün bu ruhi edalardan hiçbiri meydana gelmezdi. Suyunu
    koyuveren bir musluğa mantar tıkamıs gibi, ruhuna bir seyler tıkadığı ve sızmasına engel olduğu
    belli...
    «Safak» gemisi (sok) undan aldığı tesir, Naci'ye, adetâ yaradı. Belmâ'yı mağlûp etmenin yolunu
    açmıs gibiydi. Kendisini akrebin kıskacı fikirlerinden bir ân için uzak hissetti. Rezaletin hesabını
    sormak için atölyeye kosmayı da tenezzül saydı.
    Bu defa da basına hiç beklemediği bir sey gelmez mi? Mine, yapayalnız, köskün kapısında...
    — Seninle konusmaya geldim.
    — Gel bakalım!..
    Billurların sarkısını söyleyen avizenin altında, büyük yemek masasına geçtiler.
    Mine'nin hali bir tuhaf... Hiçbir yapmacık yok tavırlarında... Hattâ gizli bir keder buğusu tütüyor
    üzerinden...
    — intikamını tam aldığına göre herhalde içinde bir öfke tasımıyorsun, bana karsı...
    — Öfke, duygularımı anlatamaz. Sefalet hissi duydum. Gülünçlestirmeye kalkıstıklarından daha
    gülünç bir insan olarak sana acıyorum. Seni adam etmek ümidini de yitirdim. Kendini ne zaman
    göreceksin?.. Kendini görmeyen, aramayan, bir takım zanlar içinde kemiklesen, donan
    mizaçlardan tiksiniyorum!..
    Mine doğruldu:
    — Naci, evine kadar geldim! Cesaret ve tabiiliğimi anla!.. Birbirimize tam açılalım, ister misin?
    — Açılalım!..
    — Ben o «Safak» gemisi numarasını niçin yaptım, biliyor musun?
    — Çok iyi biliyorum! Beni, ilgili olduğum kadını ve içinde yasadığım toplumu aklınızca kepaze
    etmek için...
    — Olabilir! Fakat bunlar hep bahane!..'
    — Ya?..
    Mine ellerini uzattı ve masa üzerinde Naci'nin koyuvermis olduğu ellerini kavradı.-' — Seni
    kıskandığım için...
    — Ne zamandan beri kadın olmaya basladın?.. Naci kuru ve hâkim.
    Mine patlıyor:
    — Seni sevdiğimi anlamıyor musun?..
    — Sen kendinden baska kimseyi sevemezsin!
    — Beni değil, Belmâ'yı tarif ediyorsun!..
    — Doğrudur; biz, hepimiz, kendimizden baskasını sevemiyoruz! Baskasında sevdiğimiz yine
    kendimiz...
    — Hayır, ben seni seviyorum!
    — Seni sevmemi istemeden sevebilir misin?..
    — En nazik andayız!.. Mistiklesme yinel Seni istiyorum, anla!.. Gözümle gördüğüm, elimle
    değdiğim, kulağımla isittiğim seni!..
    — Bütün bu görmelerden, değmelerden, isitmelerden hiçbirine güvenim kalmadı.
    — Öyleyse ne lüzum var göze, ele, kulağa?.
    — Yetersizlikleri göstermek için lâzım onlar... Bu öyle bir sır ki, senin gibilere anlatılamaz.
    — Sen bana yine onlarla gel
    — Gelemem, Mine, ufkun ötesine tutulmus bulunuyorum! Kadını her bulduğum yerde
    kaybediyorum!
    Mine masadan kalktı. Elleri bir sey parçalamak ister gibi...
    Naci, kısık kısık devam etti:
    — Mademki bu sırları sana açabiliyorum; demek seni kadın yerine alamıyorum! Đzahın olmadığı
    yerde bulusamıyoruz seninle... Büyü tutmuyor!
    — Belmâ ile tutuyor ama...
    — Buna evet demeye mecburum!
    — Eksiğim ne, söyle!..
    — Eksiğin teslim olmayı bilmemen...
    — Görüyorsun ki, her seyimle teslimim!
    — O senin teslim ettiğin seyler, göze, ele, kulağa ve daha bilmem nelere hitap eden tarafların...
    Kadınlık ruhun nerede?..
    — Belmâ ile farkım bu mu?..
    -— Sevdiğini söylerken erkeği tarafından çökertilmek isteyen bir disi arslan bile olamıyorsun!..
    Avını yere yıkmak ve kanını emmek isteyen erkekle disi arası bir sırtlan, ancak... Arkadas kalalım,
    Mine!.. Elektrik cereyanını birbirinin zıddı olmakta bulan iki arkadas...
    Mine fısıldadı:
    — Yazık ediyorsun Naci!..
    Naci kalktı,, yemek odasının kapısını açtı ve esikten dısarıya doğru haykırdı:
    — Anne, gel! Sana son derece garibine gidecek bir zamane kızını takdim edeceğim!
    Mine dondu, anne ağır ağır içeriye girdi. Mine'nin, canını disine takarak giristiği baskın suya
    düsmüstü.
    Ölüm döseğinde bir hasta... Bas ucunda Kur'ân okunan, gitmek üzere bir hasta... Teslimiyet ânında
    mânaları bilinmez kelimelerin, mânaları bilinenlerle beraber bir rüzgâr, bir buğu, bir ahenk halinde
    sonsuzluğa pencere açan tesiri...
    Dostu sevimli imam kendisine tasavvuf kitaplarından sahifeler okur ve izahlar yaparken, Naci,
    böyle bir tesir altındadır.
    Hissediyor ki, bir tarafı can çekisir ve ölürken, her tarafına bedel baska bir tarafı canlanmakta,
    dirilmektedir. Bir kitabın basında simsek çizgileriyle yazılmıs gibi su ?iris cümlesine muhatap oldu:
    «Allah kâinatı insan için, insanı da kendisi için yarattı.»
    Kâinatın dibini bulmus olmak gibi bir seydi bu... Her (tez)in bir (antitez), her çıkısın bir inis, her
    düzlüğün bir yokusla iç içe olduğu bu âlemde, ezelle ebed arası sapmaz ve kırılmaz hakikat, iste bu
    cümlenin kemendi içinde avlanmıstı.
    însanın Allah'a ve kâinata karsı memuriyeti...
    Mânaları derinlestirdikçe derinlestirdi. Bu, hem mutlak hakikati kelime ve îbareye sığdırabilmekte
    en mahrem nokta, hem de insana vazifesini göstermekte en muhtesem bildiri...
    58
    Bu alemde insan bir yandan kâinatın esrarını arar ve tasarrufuna cehdederken, öbür yandan, kendi
    esrarına dönecek, vücut hikmetinin yönünü bulacak...
    Dostu sevimli imam ona dedi ki:
    — Bu bahiste bir «hadis-i kudsi* bakın, ne kadar aydınlatıcıdır; «Ben insanın en büyük sırrıyım;
    ve insan benim en büyük sırrım...»
    Sır idrâki...
    Đnsanlıkça sistemlestirilecek tek usûl...
    — «Allah ötelerin ötesinde, onun da ötesinde, onun da ötesinde...»
    — «Kendinden kurtul ve ol!» Olmak, iste bütün mesele!.. Nasıl?..
    Yûnus'un -Rengine boyandığını ve artık solmayacağını, askına tutulduğunu ve artık ölmeyeceğinibildirdiği
    Mutlak Zât... Ona nasıl varılır?
    Dünyayı bırakarak mı?..
    Her ân açlığını hissederek nefse cebirle bıraktırılan, yemek, bırakılmıs olmaz.
    Bu sırrı da bir kadın veli çözüyor:
    Kapısını çalıp dünyada hiç gözü kalmadığını söyleyen müctehid çapında bir din âlimine:
    — Senin, diyor; dünyadan bu sikâyetin de dünyaya bağlı kalmaktır.

  9. #19

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Öyleyse dünya, çizili bir kâğıt gibi sepete atılacak bir sey değil, sahip olunduğu halde kıymetten
    düsürülecek bir nesne... Öyle bir nesne ki, sen ona malik olacaksın, o sana değil...
    ,SüIeyman Peygamber dünyaya mâlikti, fakat dünya ona mâlik değildi.
    Yine bir velî sözü:
    — «Allah'a mâlik olan neden mahrumdur; Allah'tan mahrum olan neye mâliktir?...»
    60
    Aman Allahım!..
    O halde hersey unutmakta, bilmemekte, silinmekte karar kılıyor.
    Đste bunun da üstün kanunu, „— «Kendinde olmamak iman, kendinde olmak küfür..»
    Ve her ân biraz daha koyulasan bir inançla içine sindiriyor ki, bu dünyadan sonsuzluk esyasını
    tasıyan ve her seyin hesabını getiren tek bir kervan gelip geçmistir: Tasavvuf kahramanları, veliler
    kervanı...
    <_Tasavvuf yolunda bu yolun kahramanları acaba ne diyor:
    — «Tasavvuf, Allah'ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir.»
    — «Tasavvuf, uzaklığın kederinden sonra yakınlığın safasıdır.»
    — «Tasavvuf, dıs dünyadan sevgi alakasını kesip o alâkayı Allah'a bağlamaktır.»
    — «Tasavvuf, yakıcı yıldırımdır.»
    — «Tasavvuf, beserî sıfatlardan çıkıp melekî sıfatlara ermek ve Đlâhi ahlâk ile sıfatlanmak halidir.»
    Bütün bu tariflerin sahipleri hiçbir teleferikle çıkılamaz tepelerde, rasâd mevkilerine göre rapor
    veren ve aynı izah edilmezi dile getiren büyükler... Su var ki, bütün izah edilmezler, yani sırlar, bir
    tarafıyla ve kelimelerin alabildiği kadarıyla olsun, çözümlenmek zorundadır, Yine tasavvuf
    ölçüsüyle:
    — «Bu is ne akılla olur, ne de akılsız...»
    Veli'nin «yakınlığın safası» diye belirttiği Sonsuz sevk,
    I ebediyet nes'esi, varlık nisatı, varolma sevinci ne devlet!..
    I Devletlerin devleti...
    (Paskal) in manastıra kapanmadan bir buhran gecesinde:
    — Joie, joie! (sevk, ulvî nes'e)
    61
    Diye haykırısında bu nisattan akisler vardır. Ama kaynak o değil; öyleyse gerçek nisat da o değil...
    Đlâhî nisat elbette küçük dünya sevinçlerini yeyip tüketecektir.
    Bakın su Đbrahim Edhem'e; bu nisat uğrunda neleri feda eder?.. Bakın Mansur'a; boynunu cellâda
    dünyanın en güzel edâsiyle nasıl teslim eder:
    , — Ask namazının abdesti kanla alınır.
    Bakın Đseviliğin gerçeklik devrinde mütaazzım Romalı, asîl, suallere nasıl cevap verir?
    — Sen kimsin?
    — Ben bir Đseviyim!
    — Adın ne? ,
    — Ben bir îseviyim!
    — Roma vatandası değil misin? . '
    — Ben bir îsevîyim!
    Ve kâfirlerce esir alman genç Sahabi'ye, cellâdın kılıcı yanında bir teklif:
    — Seni bıraksak da O'nu yakalayıp basını kessek, sen de gün ısığından, çoluk çocuğundan
    hayatından olma-san!.. Ne dersin?..
    Đlâhî nisat ile dolu Sahabi'deki tebessüm bütün fezayı kaplayıcıdır:
    — Değil O'nun basının kesilmesi, ayağına bir diken batmasındansa ben gün ısığından, çoluk
    çocuğumdan, hayatımdan olmayı tercih ederim.
    Ve kesildikten sonra aynı tebessümle günesi ısıldatan bas...
    Bu nisata karsılık bir de ayrılık ıstırabı, olus çilesi...
    Veli tesbihini hızlı hızlı çekiyor...
    Soruyorlar:
    — Tesbihte ne arıyorsun? -) — Gafleti arıyorum!
    62
    Veli ellerini yükseklikler âlemine kaldırmıs, yalvarıyor.-
    — Allah'ım, afiyet istiyorum. Sıhhat, sağlık... Hitap geliyor:
    — Sen bilmiyor musun ki, bu yolda olanlara âfijwt yoktur!
    Ve yatsı namazından sonra mescidin kapısında bastonuna dayanmıs, boynunu eğmis ve kendinden
    geçmis 'gördükleri veliyi, safak vakti camie gelirken yine aynı vaziyette bulan insanlar..
    Bu soydan insanlardan biri, basıka bir velîye sorar:
    — Su ermisliğin halini bana anlatsana!
    —= Bunu sana anlatabilmek için git de bir ömür kepekle karısık toprak yemeye çalıs!
    — Istırap, çile...
    Batının büyük mustaripleri, hakikat dağına tırmanıs yolunda Đslâm velilerine nisbetle çıkmaz
    sokağın cüce piyonlarıdır. Istırap felsefesine, hafakan hikmetine kadar ulasırlar da yine yolda
    kalırlar ve büyük olusu bulmaya yakın, büsbütün kaybederler. Dönüp dolasıp yine akılda kalırlar ve
    aklı akılla yenecek seviyeye tırmanamazlar. Tırnaklan kan içinde, tutundukları kayalardan, aklın
    bütün cicili, bicili oyuncaklanyla beraber düserler.
    Akılla baslayıp sonunda aklı tüketen Đmâm-ı Gazali çapında bir fikir çilekesi gösterilebilir mi
    Batıda?. .
    Aklı gere gere kopacak hale getiren, gözü aylarca uyku ve midesi gıda kabul etmez hale gelen,
    sonunda aklı devsirip çöp tenekesine atan koca Đmâm söyle dedi:
    ^ — Gördüm ki, akılla hiçbir yere varılmaz ve her sey akim ötesindeki peygamberlik tavrına teslim
    olmaktan ibaret; böyle yaptım, Resulün ruh feyzine hüründüm ve kurtuldum.
    Đmâm-ı Gazali'nin zahir ilimlerinde en yüksek dereceye erdikten sonra tasavvufa geçisi böyle...
    Ya tasavvufun baslangıcı nasıl?..
    Đçinde sükûtun yılan ıslığı çaldığı karanlık mağarada bir emir:
    — Diz çök, gözlerini yum ve kalbinden Allanın ismini geçir, durmadan geçir!
    Emri veren Kâinatın Efendisi, alan da O'nun en büyük doğrulayıcısı Ebû Bekir...
    Tasavvuf, O var diye âlemlerin yaratıldığı ilk ve son peygamberin, en büyük dostuna bâtınının,
    içinin ve bütün iç yüzlerin emânet edilmesiyle böyle basladı.
    Dostu sevimli imam, dıs bilgiler plânında bir teypten. ileriye geçemese de Naci'ye kıymetlerin
    kıymeti yönünden ödenmesi imkânsız bir rehber olmustu. Bundan ötesi, kapısına kadar getirildiği
    hazinenin içine girebilmek:
    — Açıl Susam, açıl.'..
    Bakalım, bu sifreyi kullanabilecek, Kırk Haramilerin gizlediği günes rengi altunları devsirebilecek
    mi?
    Üniversitede masası basında... Yanında kimse yok... Đçeriye bir hademe girdi:
    — Eir adam sizi görmek istiyor. — Nasıl bir adam?
    — Hoca kılıklı bir adam...
    — Buyursun...
    içeriye Husmen Ağa girdi. Naci yerinden fırladı. Kucaklastılar, öpüştüler.
    — Hayrola Husmen Ağa, hangi rüzgâr seni attı buralara?
    — Bizim kız hastalandı. Ne olduğunu bilemedik.
    — Nesi var?'
    — Mecalsizlik... Ayakta' duramaz oldu. Sonra da vücudunda bir yere çarpmıs gibi morartılar,
    çürükler peydahlanmaya basladı. Gelip geçici atesler...
    — Vah, vah!..
    — Bir zaman geçer diye oyalandık. Geçmedi, arttı. Sehre götürün, iyi bir doktora gösterin
    dediler.
    64
    — Ne yaptın?
    — Getirdim. '
    — Simdi yanında mı?
    — Benimle geldi ama yanımda değil...
    — Ya nerede?
    — Sizin köskte.., Annenizin yanında... Hayret!..
    — Ben köskten erken çıktım. Ne vakit geldiniz ki?..
    — Öğleye doğru...
    — En güzel isi yapmıssınız!.. Kıza üzüldüm. Đnsaallah ) ciddi bir seyi yoktur.
    — Allah bilir.
    — Onu iyi bir doktora gösterir, tedavi ettiririz. Benim |çok sevdiğim bir profesör var... Senin de
    çok seveceğin bir
    ioktor... Koyu dindar...
    — Ne zaman olabilir?
    — Dur, bir telefon edeyim!
    Naci telefona atıldı. Doktorla konustular.
    — Yarın saat 10'da hastanede bizi bekleyecek... Hep beraber gideriz.
    — Bu iyiliğini unutamam.
    — Asıl ben senin iyiliğini unutamam.
    — Ne iyilik ettim ki?..
    — Onu da Allah bilir.
    — Annene hayran oldum. Eski müslüman kadınının son örneği... Ona seni beklediğimizi söyledim
    ama gelme-din. Çok bekledik seni...
    -— Gelemedim Husmen Ağa... Ne özür göstereyim bilmem ki...
    — Özür göstermeye mecbur değilsin. Dünya hali nedir bilirim. Bir dal üzerinde serçeleri
    avladıkları yapıskan ökseler gibi bir sey...
    Köske beraber gittiler. Kapıyı Hatçe açtı. Ne. de neseli, uçan!.. Naci'nin hayreti git gide köpüre
    dursun...
    Hatçe coskun sevinç hail içinde solgun... Ve büsbütün güzel...
    Yemek odasına geçtiler. Anne, sağına Hatçe'yi, soluna Naci'yi ve karsısına Husmen Ağa'yı oturttu.
    — Yemekleri kızım yaptı, dedi; çok beğeneceksiniz. Sonra Husmen Ağa'ya baktı:
    — Torununuz ne de hamarat ve cana yakın,.. Yemeklere el sürdürtmedi bana... Tebrik ederim.
    Hatçe mahcup, Husmen Ağa sessiz, oda los... Anne:
    •— Naci, dedi; su elektrik düğmesini bir kere daha çevir de avizenin bütün ampulleri yansın... Isık
    zayıf... Hatçe basını kaldırmıs avizeye bakıyor. Isık selâlesi... Hatçe konustu:
    — Ne güzel avize!.. Hele su sarkan küpeleri?.. Naci cevap verdi:
    — Onlar sarkı da söyler.
    — Sahi mi?.. Olabilir mi?
    — Aman ne güzel, ne güzel!.. Cennetten mi geliyor bu sesler?..
    Naci bu benzetisten çarpıldı. Baska hiçbir tarif bu sesleri anlatamazdı. Mahut buhran gecesinin
    ardından kesfettiği, o güne kadar da dikkat bile edemediği bu 6esler, Hatçe'nin saffetli kalbinde
    hemen yankısını buluvermiçti.
    Husmen Ağa torununa seslendi:
    — Yarın seni Naci Bey'le doktora götüreceğiz...
    — Benim doktorluk bir seyim yok...
    — Sen öyie zannedersin! Ya ne oldu kıpırdayamayacals kadar halsiz düsmelerin?
    — Arada bir tutuyor, sonra geçer gibi oluyor.
    — Ya simdi?..

  10. #20

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    — Hiçbir rahatsızlığım yok gibi geliyor bana... Ve Naci'ye bakıp gözlerinin içiyle gülümsedi.
    66
    Naci o gece, yatağında uykuyu ararken hep Hatçe'yle uğrasmaktadır. Đlk mektebini köyde bitirmis,
    büyük sehirle fotoğraflardan baska hiçbir teması olmamıs, orta mektep talebesine benzer bir kılıkla
    Đstanbul'a inmis ilkbaharının Tik ayında bu genç kız, olanca basitliği içinde gitgide muammalasıyor
    gözünde... Zaten Naci basitlerden çok korkar. Uydurma ve yakıstırma giriftlerin mahrum olduğu
    sırrı çok defa basitlerde görür.
    Çok defa sırt çevirdiğimiz basitlerin dilsiz tarafından ne karmasık mahiyetler tasıdığını sonradan
    farkederiz.
    Hatçe de böyle oluyor. Ona ilk rastlayısı, aldığı intiba, bir resim sergisindeki tablo gibi yakında bile
    uzak kalısı, Belmâ kasırgası içinde benliğinin ormanında ağaçlar kökünden sokulurken kıza bir
    kuru yaprak kadar olsun dikkat etmeyisi, pesinden annesinin kendisine danısmadan köyü
    boylaması, Hatçe'yi gözüne kestirisi, Husmen Ağa ile can-ciğer olusu ve iste simdi onun hastalanıp
    dedesinin kolunda sehre gelisi ve kendilerine misafir olusu... Bunlar hep irâdesinin davetli olmadığı
    bir masal dünyasına çekildiğini ve bir gün Hatçe üzerinde derin bir murakabeye memur
    bulunduğunu ihtar ediyor. Hatçe bir hayranlık tebessümüdür. Mine bir dis gıcırtısı... Belmâ ise
    beyin uru...
    Beyin urundan kurtulmak için dis gıcırtısına pabuç bırakmamak safhasında, simdi, mâna, renk ve
    lezzetini Mısırçarsısı baharatına benzettiği, kadınlık fenninin her subesinde acemi ve ibtidâi bir köy
    kızıyla mı uğrasacaktır? — Adam sen de, diye geçirdi içinden; hâdiselerin akısı ve bazı nisbetlerin
    geçit resmi yardım ediyor bu kıza... Bakalım hangi noktaya varacak bu çizgi?..
    Sabahleyin mesud tavırlı annenin bahçe kapısına kadar uğurlamasıyla, Naci, Hatçe ve dedesi
    Boğaziçi vapu-
    67
    rundalar... Hatçe, dudaklarında aynı hayranlık tebessümü, boğazı, yalıları ve iskelelerde gidip galen insanları seyrediyor.
    — Đstanbul'u nasıl buldun Hatçe?
    Hatçe manzaralardan gözünü koparıp Naci'yo çevirdi:
    — Anlatamiyacağım kadar güzel...
    — Ne tarafları güzel?..
    — Denizi, gökleri, camileri, evleri...
    Naci uzaklarda yüksek bir binayı gösterdi:
    — Su gökdelen dedikleri nasıl sey?..
    — Onlar canavara benziyor. Đstanbul'u yemeğe gelmisler.
    Naci ve Husmen Ağa gülüstüler. Üç saatten beri hastanedeler...
    Hususî odasında profesör bir takım tahlil raporlarına bakıyor. Karsısında Hatçe, Naci ve Husmen
    Ağa...
    Profesör gözlüğünü çıkarıp Husmen Ağa'ya döndü:
    — Torununuzun hemen yatması gerekiyor. Husmen Ağa üzgün...
    — Fakat hastaneye yatmasını gerektiren bir hali görünmüyor kızm!..
    — Siz onu anlayamazsınız! Hem de derhal yatması lâzım...
    Husmen Ağa, kıza sordu:
    — Ne dersin kızım? Hatçe bir saffet timsâli:
    — Ne yapalım, yatalım... Ama ayn bir oda olsun... Profesör atıldı:
    — Elbette ayn ve hususi bir oda... Merak etme kızım!.. Dede kaygılı:
    — Doktor Bey, hastalığı neymis kızin?
    — Biz onu ayrıca Naci Beyle görüsürüz. O size anlatır. Ben hemen emrini vereyim de odanıza
    çıkın!.. Siz de isterseniz büyük babası sıfatıyla hastanın odasında kalabilirsiniz. Ayrı bir karyola
    ilave ederler. Biz Naci Bey'le buradayız.
    Emir verildi. Dede ve torun bir hemsire refakatinde çıktılar
    Profesör ve Naci göz göze... Duvar saatinin tık.'rtiiari... Ne anlatmaya cesaret eden var, ne
    sormaya...
    — Naci Bey, dedi profesör; vaziyet kötü...
    — Ne gibi?
    — Su melek gibi, çoctık denilecek kadar genç kız, ölüme mahkûm...
    Naci zıpladı:
    — Ne diyorsunuz doktor?. .
    — Hastalığı (lösemi)... Kan kanseri... (Akut), yâni had soyundan... Bir haftadan bir iki aya
    kadar yasayabi-
    , lir, yahut yasayamaz. Allah bilir. Biz elimizden geleni ya-
    [pacağız. Fakat ümid yok... Vaziyeti kendisine ve dedesine asla hissettirmemek lâzım...
    — Hiç mi ümit yok, hiç mi?..
    — Allah'tan ümit kesilmez derler, doğrudur; fakat Allah'ın bu illeti verdiği hastalardan simdiye
    kadar hiç biri kurtulmamıstır.
    Husmen Ağa, hasta odasının koridorunda Naci'ye sordu:
    — Neymis oğlum, kızın derdi?
    — Mühim değil Husmen Ağa, kan zaafı... Đyi olur in-saallah...
    Husmen Ağa, dik dik Naci'ye baktı. Beyaz sakalına düsen bir damla göz yası...
    Naci doğru annesine kostu ve anlattı.
    Kadın perisan:
    — Vah evlâdım, vah!.. Ona da, sana da çok yazık!.. Tam bulduğun gün kaybediyorsun!.. Đlâhi
    kader...
    Annenin yanağında, sıza sıza inen bir damla göz yası..
    Hatçe'nin altun sarısı saçları, yastığın üzerinde dalga-dalga... Bası bu dalgalar içinde su'yüzüne
    çıkmıs gibi... Solgun, artık iyice solgun... Altları morarmıs, yine altun pırıltıları saçan gözleriyle
    tavana bakıyor. Bas ucunda bir iskemlede Naci... Karsısındaki karyolada oturmus, torununa bakan
    Husmen Ağa... Koridordan ayak sesleri ve öteberi tasıyan lâstik tekerlekli araba gıcırtıları geliyor.
    Hatçe gözleri hep tavana mıhlı:
    — Büyük baba! ,
    — Efendim, yavrum?
    — Ben ölecek miyim?
    — Hepimiz öleceğiz, yavrum...
    — Sen de mi öleceksin?
    — Elbette yavrum!
    — Ya Naci Bey? .
    " Buna Naci cevap verdi:
    ; —Tabii öleceğim,'belki de senden önce...
    — Aman, demeyin, demeyin!
    Husmen Ağa, kalktı ve zorla adım atmaya çalısarak, koridora sızdı.
    — Büyük babam dısarıya mı çıktı?
    — Evet Hatçe...
    — Ne ince insandır o!.. Halden anlar.
    — Evet Hatçe...
    — Siz benden önce ölürseniz, ben o vakit ölmüs olu rum.
    Naci, yatağa kapanıp boğula boğula ağlamamak için dislerini birbirine gömdü
    70
    — Naci Bey?.. •- Söyle Hatçe...
    — Zaman nedir?.
    — Bunları düsünme; zaman sırrım çözebilen kimse ^gelmedi dünyaya...

Sayfa 2/4 İlkİlk 1234 SonSon

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanıcı var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •