Teşekkur Teşekkur:  0
Beğeni Beğeni:  0
Sayfa 3/4 İlkİlk 1234 SonSon
34 sonuçtan 21 ile 30 arası

Konu: E - Kitap Arşivi

  1. #21

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    — Duyduğuma göre milyarlarca ısık senesi boyunda mesafeler varmıs boslukta...
    — Bunları sana kim öğretti?
    — Dergilerde okudum. Okumayı severim.
    — Ne olmus peki?..
    — Milyarlarca ısık senesinin ulastıramadığı noktayı insan bazan bir anda da tutabiliyor, değil
    mi?
    — Anlamıyorum Hatçe, yorma bu meselelerle kafanı?. Hatçe, basını saçlarının dalgası üzerinde
    Naci'ye çevirdi:
    — Anlamayacak ne var?.. Sizi ilk görüsümle bugün arası karsılasmalarımız belki 24 saati
    doldurmaz. Bir ân demek değil mi? Bakın siz, bir ân içinde neler olabiliyor?
    Doktorlar, Hatçe'ye kan verilmesini tavsiye ettiler. Naci, Profesöre sordu:
    — Ben verebilir miyim?
    — Elbette; yalnız bu masum kız üzerinde bu kadar titizliğe niçin lüzum duyuyorsunuz?.. Kimden
    ve nereden olsa buluruz. Farketmez.
    — Farkeder doktor, lütfen ricamı kabul ediniz!
    — Pekâlâ!.. Kanınızı muayene etsinler ve hemen baslayalım...
    — Kan vermekten acaba sifa umulabilir mi?
    — Biraz zaman kazanmaktan baska bir sey umulamaz. Naci, en büyük merhameti, vahsi bir
    hissizlik maskesi
    altı71
    Ah, aklımızla hissimiz arasındaki, milyarlarca ısık senesini asan mesafe!..
    Büyük baba yine karyolasına ilismis, yas dolu gözlerle torununa bakıyor... Hatçe hep aynı
    vaziyette, gözleri tavana dikili... Sağ kob> açık, birtakım lâstiklerle bağlı... Siskin bir damar
    noktasına, iri bir iğne saplı... Bas ucundaki iskemlede Naci, sol kolu açık ve iğneli... Kan verisi
    kontrol eden hemsire ve hastabakıcı...
    Hatçe öyle bir hal içinde ki, kimsenin gidis ve gelisindeki cereyan sesini duymadığı kan, adeta onda
    bir selâle mûsikisi... Bu bir visal hâli midir? Belki de onun ötesinde bir sey...-'
    Hemsire:
    — Simdilik bu kadar...
    Dedi ve âletlerini toplayıp gitti. Hatçe'nin gözleri yumulu...
    Husmen Ağa, hademelerin mescid diye kullandığı yere gitmek üzere odadan çıktı.
    Hatçe, gözlerini açmadan mırıldandı:
    — Rüyamda öbür dünyayı gördüm. Cennetteymisim... Erkeğim de sizmissiniz...
    — Naci Bey, su hastalık ve ates ne garip bir hail.. Sanki parmaklarımla görüyor, gözlerimle
    kokluyor, kulaklarımla tadıyorum. Size böyle ulasıyorum.
    — Naci Bey, sizi hiç seven oldu mu, sevebildiler mi, sevmek nedir anlayabildiler mi?
    nda göstermekle vazifeli tıbbın bu kahredici, çaresiz karsısında ürperdi.

    72
    J- SĐZ ^ ük düsünüzden beri hiç uğramadanız köye belki bir kere daha gelir, beni çesme bas.nda
    değil de mezarımda ziyaret ederiniz. Naci ne güzel anneniz var...
    — Naci Bey, ben Allah'ı seviyorum. O kadar korkuttukları Allah'ı... Doğru... Sevgi korkulu sey...
    Ben korkudan titreye titre ye Allah'ı seviyorum..
    Hastalığın bir çocuk ermisliğine yükselttiği Hatçe, birdenbire Naci'nin gözünde her sey oldu. Sandı
    ki, bir o kadar küçümsediği ve değersiz bir hatıra resmi gibi bir ke-naraattığı bu köy kızı, bir anda
    içini doldurmus ve ruh sarayının muayede salonunda ne kadar yağlı boya resim ve mermerden
    heykel varsa hepsini birden kaldırtmıstır.
    Đsi gücü hastaneye tasınmak, kan vermekte devam etmek ve ölüm döseğinde bile her ânı yeni,
    hiçbir tekrarı olmayan bu kıza dalıp kalmak...
    Husmen Ağa bu garip kenetlesmeye ne mâna veriyor, belli değil, ama her halde Hatçe'nin kara
    sevda üstü bir tutulusla Naci'ye bağlandığını seziyor ve sadece susuyor, katlanıyor ve bir yol
    düsünemiyor.
    Annenin Hatçe'yi ziyareti sırasında bir gün, karsı karsıya koridora çekildiler.
    Anne, Husmen Ağa'ya dedi ki:
    — Hissettirmek istediğinizi çok iyi anlıyorum. Kıza verilecek son ilâç, Naci'nin kanı değil, elidir.
    Evlendirelim onları burada ve Allah'ın huzurunda... Bakalım ne olur?
    — Naci Bey buna ne der?
    73
    Bir çocuk, kendisini çağıran annesine ne derse onu
    der.
    Naci'nin dostu sevimli imam hastaneye geldi. Hademelerden, namazında ve niyazında iki sahit
    buldular ve kızın bas ucunda toplandılar.
    Naci'den sonra Hatçe'ye suâl:
    — Allah'ın huzurunda Naci Bey'i kocalığa kabul ediyor musun?
    Billurların hıçkırığı:
    — Evet...
    Bütün sartlar yerine getirildi ve hepsinin gözü yaslı, kan-kocayı yalnız bıraktılar...
    Naci, sımsıkı avucunda tuttuğu Hatçe'nin ellerine bakıyor. Bu, füdisinden yontulmus gibi ince ve
    mevzun parmaklı ellerde teslim olurken teslim almayı bilen bir ahenk var.
    Hatçe, her hecenin üzerinde duraklayarak konusuyor:
    —: Ellerimi daha sık, daha sık!.. Yasadığımı, hayatta olduğumu, senin olduğumu anlayayım... Ben
    kendimin değil, seninim!.. Bana «Naci Bey» deme, «Naci» de, diyorsun!. Bunu söyleyemem...
    «Bey» diyerek uzaklasamam, «Naci» diyerek de yaklasmıs olamam... Seni adının ötesinde
    buluyorum.
    — Ellerin çok sıcak... Atesin yükseldi galiba...
    — Faikında mıyım ki?.. Seninle rüyam arasında bocalıyorum. Hanginize dalacağımı bilemiyorum.
    Mermer bir düzlük üzerinde mermer merdivenler görüyorum. Sağa sola kıvrılan, iç içe, büklüm
    büklüm yükselen merdivenler... Yukarıda ayrı bir düzlükte, saray girisine benzer bir kapıya yol
    arayan merdivenler... Kıvrım kıvrım, büklüm büklüm... Kapının bulunduğu düzlükte, hangi
    tavandan sarktığı belirsiz bir avize var... Renk renk billur saçaklarla bir saray avizesi... Ben bu
    merdivenlerden ağır ağır çıkıyorum
    74
    ve hor çıkısımda avizenin küpelerinden müthis sesler geliyor. Sırtımda, bembeyaz, uzun etekli bir
    gelin elbisesi... Sağ elimle eteğimi tutuyor ve çıkıyor, çıkıyorum. Billur küpelerin sarkısı
    adımlarıma tempo tutuyor, beni bir kanat gibi yukarıya çekiyor. Sakın kefenim olmasın, bu telli
    pullu elbise?.. Elimi sık, daha sık... Beni bırakma!.. Öyle tut ki elimden, beni ölüm çekip
    alamasın...
    Hatçe'nin hastaneye yatısıftdan beri haftayı askın bir zaman geçmistir. Hastanede herkes, doktoru,
    hemsiresi, bu altun sarısı bir ısık huzmesi altında yavas yavas eriyen, I minyatür çizgili genç kızla
    ilgili... '
    — Ne oldu?
    — Nasü?
    — Kurtulabilir mi?
    Ve Naci ile ölüm döseğinde evlenisi, hastanede dillere destan... Husmen Ağa hemen hiç lâf
    etmiyor. Namaz kılıyor ve Kur'ân okuyor. Tevekkül heykeli... Naci günün birkaç saatini, yatağa
    bitisik tahta iskemlede geçiriyor ve her gelisi kızın yüzünde sabahı ısıldatırken, her gidisi geceyi
    karartıyor. Anne de hemen her gün orada... Ama dayanamıyor ve koridorda Husmen Ağa ile
    dertlesmeyi tercih ediyor.
    El eleler...
    Naci doğrulmak istedi.
    — Kalkma, nereye gidiyorsun?
    — Anneme bir sey söyleyeceğim.
    — Söyleme!
    —. Bir ân için koridora çıkmaya da mı izin yok?
    75
    — Yok!.. -
    — Bir ân, bir ân... Hemen gelirim. Hatçe'nin çığlıklı sesi:
    — Hayır, hayır! Gitme! Bir ân bile ayrılma yanımdan.. Naci oturdu:
    — Ama biraz sonra vakit gelecek... Ayrılacağız... Evime gideceğim.
    — Ayrılmayız! Bize aynlık vakti yok!..
    Naci kös:ke döndü, odasına geçti, etajerdeki kitapla-nna hazin hazin baktı, sonra masanın büyük
    çekmecesini çekip koca bir dosya hâlinde yarısına kadar hazırlamıs olduğu doçentlik tezini çıkardı.
    Dosyanın üzerinde su baslık:
    «Ruhcu ve maddeci yönlerden Batı felsefesi»... Alt satır:
    «Batı tefekkürünün çıkmazı»...
    Odanın bir kösesinde bir çini soba... Tatlı tatlı yanıyor. Hatırına tasavvuf kahramanlarından
    birisinin sözü geldi:
    — Yas odunlar gibi haykıra haykıra yanma!.. Kuru odunlann eriyisine denk, tatlı ve sessiz
    kavrul!..
    Eserini kaptığı gibi sobanın içine attı. Ve kâğıtların hı-sırdaya hısırdaya yanısını ve büküle büküle
    kömür olusunu seyretti.
    Ve düsündü:
    — Batı karbon olmaya mahkûm bir dünya.,.
    Kıs... Kar yağıyor...
    Belmâ Avrupa'ya gitmis, Mine ve arkadasları da «eylem» dedikleri hareketlere karısmıslardır. Dis
    gıcırtısı kadınla beyin uru disi, artık Naci'nin gözünde, suları çekilmis ve diplerindeki süprüntüleri
    meydana vurmus birer kuru havuz...
    76
    Hastaneye giderken yolda Ressam Âbid'e rastladı:
    — Sakal mi koy veriyorsun Abid, nedir bu halin?
    — Mine öyle istedi.
    — Güveyilik sartı mı bu?
    — Biz ona inanmısız bir kere... Ne isterse yapanz. Hem...
    — Hem?..
    — Ortalık birbirine giriyor, yeni bir toplum yapısına doğru gidiyoruz. Sen hâlâ (bireysel)
    düsünüsler içinde çürümeye devam ediyorsun!
    — Çürüyen neymis?
    — Eskiler...
    — Sen de yenisin, öyle mi?.. Ayol, aynanın karsısına geçip su her gün eskittiğin suratına
    bakacağın gün ne zaman gelecek?..
    t- Biz simdi, kadınlı erkekli kocaman bir gençlik ordusu çapındayız. Aynaya bakmaya bile vaktimiz
    yok...
    — Đste bütün felâketiniz de oradan geliyor ya!.. Kadınlarınız eylem değil, yeni bir tekallüs,
    kıvranma cinneti, erkekleriniz de bir nevi harem ağası sehveti içinde...
    Hastaneye vardı. Kapıda ve içeride gençli, ihtiyarlı, I erkekli, kadınlı bir kalabalık...
    — Ne var, ne oluyor?
    — Üniversite gençlerinden bir takım yaralıları getirmisler... Onların yakınlan...

  2. #22

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Sahibi belirsiz bir ses:
    — Ne olacak bu milletin hali? Ana, baba, hükümet ne gün sesini duyuracak bu gençlere?..
    Dilimizi, dinimizi, ekmeğimizi bize kaybettiren nedir? Bir adı olsa gerek... Adını koyunuz!
    Biri cevap verdi:
    — Baba böyle bağırma!.. Burası hastane, hükümet ka-Pisı değil!..
    77
    Koridorda onu Husmen Ağa karsıladı. Eli ayağı titriyor:
    — Bu aksama ya çıkar, ya çıkmaz.
    — Ne diyorsun? Husmen Ağa boğuluyor:
    — Gelinlik telleri ısmarladı. Getirdiler. Bunları tabutumun bas tarafına taksınlar, dedi.
    Hatçe, Naci'yi görür görmez kıpırdadı. Saçları basından kopmak, kaçmak ister gibi birbirine
    girmis... Yüzü uçuk, uçuk... Sanki gitmis de yerine gölgesini bırakmıs...
    Gözler; içinde altun tozundan bir harman savrulan gözler... Hatçe'ye yalnız onlar sadık...
    Naci iskemlesine ilisti:
    — Nasılsın Hatçe?
    Rengine mor beyazın üsüstüğü dudaklar kıpırdadı.
    — Đyiyim, çok iyiyim... Daha iyisi olmayacak kadar iyi.. Naci'nin karsısındaki pencerede kardan
    yastıklar...
    Gözleri orada...
    Kız, Naci'ye bakmadan gözlerini diktiği istikameti sezdi:
    — Kar ne güzel, değil mi?.. O kalkmadan ben kalkmıs olacağım.
    Cevap yok...
    Hatçe göz kapaklan inik:
    — Yani cenazem... Kar rengi bir örtüyle gireceğim tabutuma...
    Naci ses çıkarmadan ayağa kalktı. Kızın çok uzaklardan gelen sesi:
    — Nereye gidiyorsun?
    — Buradayım!
    Naci ayaklarının ucuna basarak kapıya doğru ilerledi. Dısarıda bekleyen Husmen Ağa'ya «gel»
    isareti verdi. Kapıda kala kaldılar. Hatçe müthis bir enerji sarfederek
    basını kaldırmak ister gibi bir hareket yapıyor. Kaldıramadı. Serili olduğu yatağa büsbütün
    serildi. Hatçe, sanki bir dağın arkasından sesleniyor:
    — Bırakma beni Naci, geliyorlar!.. Naci çığlığını tutamadı:
    — Hatçe!.. — Efendim?.. Bir ân durdu:
    — Allah'ım!..
    Ve... Ötesi hep ve...
    Mezarlık dönüsü, köyde, bildiğimiz konağın bildiğimiz odasında Husmen Ağa'yla bas basalar... Acı
    bir rüzgâr esiyor ve kar savruluyor.
    Sedirin üzerinde, sırtı arkalığa dayalı büyükçe bir tas bebek...
    Husmen Ağa, bebeği gösteriyor:
    — Bu onun bebeğiydi. Sekiz-on yıl önce benden istemisti. Sehirden getirmistim. Bu yasma kadar
    onunla oynamaktan vaz geçmedi. Đsini bitirir bitirmez bebeğiyle düsüp kalkmaktan baska bir sey
    bilmezdi. Ona yatak yapar, yorgan uydurur, gömlekler, duvaklar biçerdi. Beni bu yasımda
    bebeğiyle bırakıp gitti.
    Đhtiyar katılırcasına ağlıyor.
    — O bebeği bana verir misin?
    — Hatçe'nin her seyi senin, oğlum!. Al, sen de onu götür!
    — Alıp götüreceğim bir sey yok.. Ömür boyu beraberiz.
    — Kitaplarımı da sana hediye ediyorum. Madem artık tasavvufa daldın, bu kitaplardan
    faydalanabilirsin... Hele el yazması bir tanesi var ki, Allah ve Resulünün ki 78
    taplanndan sonra dinin en büyük eseri... Dinin, birbirine bağlı, birbirini tamamlayıcı olarak iç ve dıs
    hikmetlerini hiç birinden zerre feda etmeksizin bir kapta toplayan kitap. . Đkinci Bin'in Yenileyicisi
    Đmâm-ı Rabbani Hazretlerinin «Mektûbât»ı,..
    — Çok tesekkür ederim.
    — Onu defalarca oku, her kelimesini ilik gibi em ve mânaların atesinde yan ki, ben sana tesekkür
    edeyim... Eski harfleri de öğreniyor musun?
    — Basladım, bir kaç aydır devam ediyorum.
    — Ya namaz?
    — Ona da döner dönmez baslayacağım.
    __ Basla oğlum, basla!.. Mümkün olsa da ben de yeniden baslasam... Her defa senin yasına dönüp
    seksenine kadar kılsam ve her defa yeniden baslasam... Belki usûlünü bile bilmiyorsun, değil mi,
    namazın?
    — Tam bilmiyorum.
    Husmen Ağa abdest ve namazı en ince noktalarına kadar Naci'ye not ettirdi. Sonra okuttu ve ezbere
    tekrarlattı.
    Hatçe'nin hizmet etmediği bir sini üzerinde yemeklerini yediler.
    Camiden yatsı ezanı...
    — Simdi, dedi Husmen Ağa; camie gider ve yatsıyı kılarız. îmam arkasında nasıl kılınacağını da öğrenirsin.
    Çıktılar. Cami meydanının ilerisinde hayal meyal görünen çesme... Basında, elinde desti, hayal
    meyal Hatçe... Masal kızı... Konusuyorlar:
    — Đsterseniz askerlere söyleyeyim de çesmeyi bosaltsınlar...
    — Ziyanı yok, beklerim...
    28 yıllık hayatının ilk namazını kılıyor. Simdiye kadar uzaktan seyrettiği denizin artık içinde...
    Đmam, sabit bir makamla okuyor ve o, Husmen Ağa'dan öğrendiği gibi yalnız okunusa kulak ve
    gönül bağlayarak dinliyor. Bu
    80.
    arada bazı anladığı kelimelerden tüten mâna buğusu, kelimeleri cümlelestirmeden ve bir dıs
    mânaya bağlamadan, Naci'ye meçhullerin meçhulleri üzerinde her istikameti kurcalayan ufuklar
    açıyor. Ve yine bu arada istemeden içine su his, düsüyor:
    — Kur'ân'ı mânasını bilmeden okuyanların haline dil uzatanlar ne ahmaktır. Kur'ân'daki dıs
    mâna, kelimesi kelimesine bilinse bile onu bilememenin, bilmek mümkün olmadığının bilinci
    içinde okumak ve dinlemek lâzım... Anlayıp ne olacak sanki?.. Anlamıs olmak tesellisi içinde
    anlamak da kaybolup gidecek... Ne mutlu hiçbir sey anlamadan Kur'ânı bazı delâlet pınltılariyle su
    gibi tas tas basından dökenlere...
    Ve hemen, bu sırların sırrı noktasında veli'nin kamçı saklamasına benzer ölçüsü hatırına geliyor:
    — «Anlamak lâzım değil; inanmak lâzımdır.» Camiden çıktılar. Sedire dayalı tas bebeğin iki yanın
    da oturdular.
    Husmen Ağa sordu:
    — Nasıl hissediyorsun kendini?
    — Nur yağmuru altındayım.
    — Aman, bırak, üstüne yağsın! Saçaklara sığınayım deme!
    — Siz bana ilk temasımızdan beri içimdeki gizli çıbanı patlatmakta vesile oldunuz. Torununuz da
    kimsenin öğre-temeyeceğini öğretti. Öylesine öğretti ki, sonunda onu kaybetmem gerekli oldu.
    Beni, çektiği hasret dağının yokusunda yalnız bırakıp gitti.
    Gözlerinde damlalar mukavemet seddini tasırıyor. Husmen Ağa, Naci'ye en tatlı bir merhamet
    toniyle dedi:
    — Ağlama yavrum, göz yaslarını dondur! Ben yapamadığımı, erisemediğim gücü senden
    istiyorum. Bak sana üç-bes kelimelik bir velî hikâyesi anlatayım: Ömründe bir

  3. #23

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    81
    kere bile gülümsediği görülmemis acı yüzlü bir veli'nin, üstüne titrediği, öksürse ağlayacak gibi
    olduğu bir evlâdı var... Evladı uzaklarda... Birdenbire öldüğü haberini alı-yor ve ömründe ilk defa,
    belki de son, tebessüm ediyor.
    — O kuvvet nerede, ben neredeyim? -— Çalıs, kazan!..
    — Siz köyde mi kalacaksınız?
    — Nereye gidebilirim?.. Kızımın ve torunumun mezarlarını sırtlayıp yollara düsebilir miyim?
    Yolun düserse sen de uğra bu köye!..
    Husmen Ağa'dan aldığı kitaplarla tas bebeği, köskte çalısma odasındaki masasına yığdı. Sonra tas
    bebeği alıp etajerin tepesine asılı, çerçevesi sedefli büyük aynanın karsısına oturttu. Bebeğin yarım
    profili aynaya ve öbür tarafı
    dısarıya doğru...
    Ve aynada kendisini seyretmeye koyuldu. Đnsan... Yüzünü bile tam görebilmekten âciz mahlûk...
    öyle ya-, aynada sağ sola ve sol da sa£a geçtiğine- göre, gördüğü tam kendisi mi? Ancak birbirimizi
    görebiliyor, yahut gördüğümüzü sanıyoruz. Bir eksiğin daha büyük eksiği de aynada tecelli ediyor.
    Aynada, yaiıut bütün mü-cellâ satıhlarda... Demek kendimizden bile gizlenmisiz...
    Eyvah, eyvah!.. Akrebin kıskacı fikirler yine mi üzerine üsüsüyor?.. Belmâ'dan koptuğu ve
    Hatçe'yle hallesü-ği günlerde baska duyguların peçelediği bu fikirler simdi, deniz çekilisinden
    sonra gelen kabarıslar gibi baskına mı kalkıyor? Artık kendisine bir köseye çekilip bu fikirlerin
    pöstekisini saymak mı düsecek?..
    Ya sobaya attığı doçentlik tezi ne olacak? öylece katacak mı, yoksa yerini bir baskası ini alacak?
    Meselâ:
    -Đslâm tasavvufu ve insanlığın beklediği nizam...'
    82
    Evet, evet... Gecesini gündüzüne katıp bunu yazacak... Günlük faaliyet seli içinde bir çöp gibi
    suursuz, gidip gelecek ve baska hiçbir seyin iradesini tasımayacak...
    Aynaya derin derin bakıp, içinden geçen her kelimenin çizgilerini orada görürcesine fikretti:
    — Ya Rakîb!.. Ey isimleri arasında beni en çarpan ad olarak «Rakib» ismini gördüğüm Allah...
    Neyi karıstırsam, neyi eselesem altından «Rakib» ismin çıkıyor. Elimizi yakmaması için gaflet
    masasıyla tuttuğumuz her seyin üstünde ve altında sen, dibine vardırmak istediğimiz her hasretin
    içinde ve dısında sen varsın!.. Bir ismin de «Karib»... Yakın... Yakın olan Sensin!.. Her sey uzak,
    her sey uzak... Ve bütün yakınlıklar, uzaklık...
    Hiçbir harita, tasavvuf kahramanlarının çizdiği ruh topografyası derecesinde emin olamaz.
    Kur'ân'm: «Ruh Allah'ın bir emridir ve insanlar ondan çok az sey bilecektir» haberini verdiği varlık,
    onların elinde ve dilinde, bütün girintileri ve çıkıntıları, dolambaçları ve düzlükleri, mağaraları ve
    dehlizleriyle göz önünde... Onların ruh üzerinde verdiği «bilinmez» hükmü, basta değil, nihayette
    ve nice bilgiden sonra vardıkları merhale...
    Allah'ın: .
    — «Emaneti dağlara ve taslara teklif ettik; çekindiler ve almadılar... Đnsan ki, zalûm ve cehûldür,
    kabul etti.»
    Dediği ruh...
    Ruh ve zıt kutbu nefs... Biri ak, öbürü kara iki erimis maden gibi kalb potasına dökülüyor ve orada
    bir karısım billûrlastırarak kalbin hakikatini daire içine alıyor.
    Naci artık eski harfleri söker, hattâ onlarla yazar hâle gelmistir. Dostu, sevimli imam, artık arada
    bir gördüğü ve
    bazı suallerine cevap aldığı uzak bir vasıtadan ibaret... Kendi kendine yol alabiliyor artık...
    Tasavvufa kaynak Allah'ın Sevgilisi hayat iksirini iki koldan veriyor: Hazret-i Ebû Bekir ve Hazreti
    Ali kolları... Emanet bu iki kol üzerinde, avuçtan avuca devredilmis ve tek zerresi
    kaybedilmeksizin asırlar boyu devam etmistir. Hele Ebû Bekir kolunun hakiküerindeki, emanetten
    tek zerreyi kaybetmemek titizliği belirtilebilir gibi değil... Bu kolun büyüklerinden biri nefsine
    söyle hitap diyor:
    — «Sen ayağı yanmıs bir köpeksin ki, san kafilesinin arkasından üç ayakla sekmektesin!»
    Đnanıyor ki, büyük san böyle bir köpek olabilmektedir.
    Aynı yolun büyük üstü bir büyüğü de, kendisinden niçin az keramet görüldüğü sualine, en
    muhtesem kerametten daha muhtesem su cevabı veriyor:
    — «Bunca vebal altında ayakta durabilmemizden büyük keramet mi olur?»
    Aynı büyüğün ıssız kırlarda ve at sırtında aksam vakti müridiyle beraber giderken müridin kalbine
    korku düsmesi üzerine, onu batmayan bir günes altında yürüten ve menzillerine varır varmaz koyu
    karanlığa bırakan kerameti üzerinde yorumu:
    — «Bunlar tarikatın oyunlarıdır; gaye bu değil...»
    Gaye Allah...
    Baslangıçta Mansûr (Hallâc) a kapılandı. Onun, seriati en nâzik yerinden yaralayıcı «Hak benim!»
    sözünü de fazla kurcalamaya davranmaksızm tehlikeli bulmaya yanasmadı. Hattâ ana yol
    üzerindeki bazı büyüklerden do buna benzer sözler fıskırdığını görmedi değil... Fakat kısa zamanda
    büyük edebi ele geçirdi ve meselenin çözümlenmesini yine büyüklerden öğrendi:
    — Bu hal manevî -sekr» sarhosluk halidir ve askm is-
    84
    tilâsiyle aklın elden gitmesi neticesinde meydana gelir. Eğer Mansûr, ana yolun büyüklerinden en
    hakir bir müride rastlasaydı bu sözü etmezdi. Cüneyd de bu sırn söyle çözen
    — Biz yolun sırlarını izbelerde, mağaralarda gizli gizli konusurduk; Mansûr onları meydana
    vurdu.
    Bütün incelik aynadaki hayal ile zatın aynı olmadığını kavrayabilmekte ve muazzam bir fikir
    inzibatı içinde aklın paymrkoruyabilmekte... Bu ve buna benzer sözler akılla söylendi mi küfür
    olur.
    Askların askı ve o günesi eritecek hararetin muazzam bir akıl inzibatı içinde korunması... îste «Ne
    akılla olur, ne de akılsız» ölçüsündeki sır!..
    Ya bu inzibatın ismi nedir?
    Seriat...
    Seriat O'nun, O var diye her seyin var olduğu O'nun dısı, tasavvuf ise içidir.
    Bir saray düsünün... Bulutların üstünde, duvarları zümrütten ve çatısı yakuttan bir saray...
    Pencerelerinde, içeride binbir âvizeli bir ziyafet salonunu ihtar eden ısıklar... Đste O'nun ruhâniyet
    âbidesi olan bu sarayın dıs mimarîsi seriat, içi de tasavvuf; ve ne dıs içten ayrılabilir ve ne iç
    dıstan...
    Üniversitede birkaç profesör arasında...
    Biri:
    — Duyduğumuza göre garip bir doçentlik tezi hazıriı-yormussunuz. Seriatle iç içe Đslâm
    tasavvufuna ait bir tez. Ve ona büyük bir eser çapında hazırlık yapıyorm ussunuz. Ne zamandan
    beri seriatçi oldunuz?
    — Yunus Emre'nin «Balların balını buldum» dediği tasavvufa el attığım günden beri...
    85
    — Seriate mi, tasavvufa mı, hangisine tutunuyorsunuz?
    — Đki elimle tutunduğum dal birdir. Öbür profesör:
    — Hırsızlık edenlerin kolunu kesen seriati çağımıza nasıl uydurabilirsiniz?
    — Hırsızlık cemiyetin kolunu kesmektir. Cemiyetin kolunu keseni kolsuz bırakmaksa toplumu
    kurtarmak... Seriat, hırsızlık sürsün ve boyuna kol kesilsin diye emretmez. hırsızlık kalksın ve kol
    kesilmesin saadetini getirir. Yani hastalık iyi olsun... Neden vücudu kurtarmak için kol kesen
    cerrahı suçlamıyoruz?
    — Adaletsiz bir cemiyette hırsızlık kesilemez ki, bu kadar acı bir cezaya katlanılabilsin?..
    — Gerçek adaletin sartlan da seriatte... Buna rağmen suç isleyenlere verilecek ceza da bir tedavi...
    Baska bir profesör:
    — Siz bu fikirlerinizle çağ dısı kalmaya mahkûmsunuz. Yazık, ne kadar da istidatlı bir gençsiniz!
    Kıymayın kendinize!..
    — Çağ dısı olmak için önce çağ nedir, onu anlamak", pesinden bütün ületleriyle çağımızı bilmek
    lâzımdır. Çağ bir takvim isi değildir. Asıl, doğum sancısı çekenlere «çağ dısı» mührünü basanlardır
    ki, çağ dısıdır. Kendi kendilerine yetemeyen, çağların gebe kaldığı yavruları göremeyenler, onların
    yüz çizgilerini heceleyemeyenler... islâmiyet lâv gibi fıskırdığı devirde çağının neresindeydi,
    üstünde mi, altında mı, içinde mi, dısımda mı?.. Çağ dediğiniz, onu açanın, geçmisi kapatanın ve
    geleceğe hükmedenindir.
    — Đyi ya, kendi kendinizi ele veriyorsunuz! Asrımızda Đslâmiyet kapatılmıs değil midir?
    — Belki onu anlayamayanların, kaba nefslerine indirenlerin ve hayata yanlıs tatbik edenlerin
    islâmiyeti... Đslâmiyet-değil...
    83
    Kendi hocası, orta yerde çabalayan ve yönü belli olmayan esersiz profesör de lafa karıstı:
    — Bak sana, yakında doçentim olacak asistanıma söyleyeyim; bugün Türkiye'de solcu sınıf
    dısında milliyetçi zümrenin birlik olduğu gerçek sudur: Allah'a ve Resulüne evet, seriate hayır!..
    Naci, acı acı güldü:
    — Aman hocam, böyle bir görüs, günesi kabul edip de ısığını inkâra kalkısmak gibi bir abes olur.
    Gülüstüler ve isi tatlıya bağlamak istediler. ;
    Biri yine duramadı:
    — Namaz da kılıyor musun?
    — intizamla...
    — Paris'te tahsildeyken de kılıyor muydunuz?
    — Yazık ki, hayır!..
    — Siz bize Paris hatıralarınızdan bahsedin de bu çetrefil bahisten kurtulalım...
    — Bahsetmeye değmez, hocam... Tanzimattan beri yolu açılan Avrupa'da, Batılıların marifetini
    devsirmek için gönderilip kabuk üstünde dört dönen böcekler gibi sürdüğümüz hayatın ne değeri
    olabilir?.. Kendi kendimizi büsbütün kaybetmek, Batıya da bir türlü uzanamamaktan ba^ ka?..
    Herhalde oradaki hususî hayatımı merak etmiyorsu nuz.
    — Ben size oradaki fikrî ve ruhi hayatınızı sordum Sanat, edebiyat ve kültür hayatı...
    — Batı kendisine yeni bir çağ arıyor. Sanatiyle, ede-biyatiyle, fikriyatiyle yetmezliğin hafakanına
    tutulmus bulunuyor. Onun bu en mahrem çizgisini görmeyen sahte inkılâpçılar kendi özlerinin
    koruyucularına «çağ dısı» teshisini konduruyorlar. Batı, maddeyi fethetmekte kendi kesiflerinin
    makinesine kolunu kaptırmıstır. Simdi ona tahakküm etmenin ruhi müeyyidesi pesinde... O bu
    halin-
    87
    deyken bizim onu her sey sanmakta devam etmemiz, Batıyı bir erismistik içinde görmemiz, her gün
    biraz daha ona özenmemiz ve kendimizden tiksinmemiz, felâketlerin felâketi!., tste bir kaç
    kelimeyle Bati; ve iste, basta üniversitemiz, bütün müesseselerimizle bizi.. .
    — Demek doçentliğine istekli olduğunuz üniversitemizi de beğenmiyorsunuz!
    — Talebesinin hocasına, hocasının da talebesine inanmadığı ve gençlik buhranının bundan
    doğduğu bir üniversiteyi nasıl beğenebilirim?..
    — Ya medrese?..
    — O, vecd ve ask devrinde zaman ve mekânına hâkim tam bir disiplin ocağıydı. Yobazlara
    yataklık etmeye basladığı çığırlarda bile disiplininden bir sey kaybetmedi. Fakat günümüzün
    ilericilik ve solculuk yobazları elinde her sey tersine döndü ve medrese ilim ocağının her sartına
    malik bir sembol halinde tarihe göçtü, gitti. Medreseyi, ruhunu sımsıkı muhafaza ederek ıslah
    etmek gerekti. Ayniyle yeniçeri ocağında olduğu gibi... Bizse onları yıkmak ve yerine ne
    koyacağımızı sasırmakla kaldık.
    — Ayol siz bizim asistanımız gibi değil, profesörümüz gibi konusuyorsunuz!
    — Ne münasebet efendim; soruyorsunuz, ben de söylüyorum.
    — Anne ısrar etme! Ben kolay kolay evlenemem artık...
    — Buna mecbursun Naci; hayatına bir düzen verebilmen için bir evin, bir de kadının olmak
    lâzım...
    — Evim var ya...
    — Kadınsız ev bos kafestir.
    — Kiminle anne, nasıl, nerede, ne zaman?..
    — Sununla, bununla V>mr?vie değil... Sana uygun düsecek, sana ve evine bakacak, eli var, dili
    yok-bir. kadın..
    — Kadın bir çamasır makinesi midir ki, gidip de uygununu bulayım ve satın alayım?..
    — Sana böylesi lâzım... Ondan sonra kendini rahatça isine verebilirsin.
    — Kim bulabilir böylesini?.. Mobilyacıya model verir gibi kapı kapı gezip aramam mı gerekiyor?
    — Ben bulurum, gerekirse kapı kapı ben dolasırım.
    — Bırak anne bu gayretleri, isi oluruna bırak!. Ve gömüldü kitaplarına...
    Husmen Ağa'dan aldığı kitaplardan birinin iç sahife-sinde ne görsün?.. Yeni harflerle bir yazı:
    «Bu kitaptan bazı parçalan bana dedem okudu. Zevkten eridim. Kadın ermislere ait bu kitap...
    Seyyidetünnefi-se isimli kadın ermis, bitisiğinde oturan bir hristiyan ailenin ricası üzerine,
    evlerinde felçli ve yatağından kıpırdayamaz halde bir genç kızı, bir-iki saat için beklemeğe gidiyor.
    Aile bu müddet içinde mühim bir is için sokağa çıkmaya mecbur... Hâsta kız o kadar güzel ki,
    kadın ermis dayanamıyor ve Allah'ım bu kızı iyi et, diye dua ediyor. Ailesi döndüğü zaman görüyor
    ki, kızları, müslüman veli-yenin dizleri üstündedir ve iyi olmustur. Anasını ve babasını görünce
    üzerlerine kosuyor. Ağlıyorlar ve müslüman oluyorlar. Ah, keske ben de bu kadın ermisin
    zamanında yasasaydım da onun hizmetçisi olsaydım.»
    Naci düzgünce bir el yazısı ve cümlelestirmeyle Hatçe1 nin kaleminden çıkma bu notu görünce asıl
    ağlayan, dakikalarca ağlayan kendisi oldu. Ve kitabı bastan basa okudu.
    Duhter-i Kâab isimli veliye... Kölesine âsık... Oda ona.. Ne türlü?.. Anlatılamaz. Bir gün sabrı
    tükenen güzel delikanlı, güzellikte kendisinden ileride Duhter-i Kâab'm önüne dikiliyor.
    Söylenebilecek hiçbir sözü yok... Yalnız
    88
    ileriden ellerini uzatmakla kalıyor... Kadınsa ayakta ve dim dik:
    — Ben diyor; efendim.g^im ve ona cezbeliyim. Bu halimi senin üzerine sıçrattım ki, bana tutu'asın
    ve sen de onu bulasın...
    Ve bir siir okuyor:
    «Gerçek aska bir oyunla geçtim
    Zehirden sifaya geç, kemend onun elinde...
    Naci muammasını bu kadın ermisin dilinde çözülmüs buldu.
    Bir de sevginin hedefini bile bile bu hedef uğrunda birbirine tutulmanın sırrı:
    Bir velînin cariyesi Selime...
    — Seni azad edeyim!.
    — Đstemem!
    — Nikâh edeyim, zevcem ol!
    — Đstemem!
    — Sebep?
    — Bir ân bile senden ayrılmak istemem! Zevcen elmam için beni azad edeceğin bir anlık
    nâmahremliğe bile tahammülüm yok!
    Kendisini o veliye benzetemese de, Hatçe'yi, Selime'ye benzetir gibi oldu. ,
    .
    Ya Sırrı (Sakati)nin müridesi diye anılan büyük kadın?.. Ona oğlunun bir dere kenarındaki bir
    değirmende oynarken suya düsüp boğulduğunu haber veriyorlar.
    — Olamaz, diyor; Allah bunu bana etmez! Çocuğunun boğulduğu noktaya gidiyor.
    — Gösterin bana, diyor; çocuğum hangi noktada sulara gömüldü.
    Gösteriyorlar.
    Kaynayan sulara doğru haykırıyor:
    — Mehmed, oğlum!
    Sulardan ses geliyor: :— Efendim, anne!..
    Büyük kadın sulara atılıyor ve minicik yavruyu sag (salim çıkarıyor.
    Cüneyd'e soruyorlar.-
    — Ne dersin Sırri'nin müridesine?
    — Allah'a karsı iyi zannını bozmamanın ve ihlâs ile jmid etmenin mükâfatı...
    Acaba o da Hatçe'nin mezarı karsısına geçip hitap edebilir miydi?
    — Hatçe, sevgilim!
    Ve mezardan ses gelebilir miydi:
    — Efendim, Naci!
    Ama neredeydi kendisinde o ihlâs, o derece?.
    Annesi Naci'ye arka arkaya birkaç genç kız gösterdi. Hepsi de iyi ve muhafazakâr ailelerin temiz
    kızları... Ama hepsi de çıt-kırıldım ve özenti mahcup soyundan...
    Bir gün annesine fena halde çıkıstı: .
    — Bırak anne, benim yakamı bu evlenme isinde!., ps-tüne düsmeyelim ve nasibi kollayalım...
    Doçentlik "tezi üzerinde boğulurcasma çırpmıyor...
    Bir sabah gazetelerde büyük bir solcu hareketine ait bir haber gördü. Haberin ortasında Mine'nin de
    kocaman bir resmi... Bir yaralama hâdisesinde yakalananlardan Mine isimli bir milyoner kızı,
    vak'ayı ,kendi tertiplediğini ve arkadaslarından hiçbirinin alâkası bulunmadığını ifade etmis...
    Tutuklanmıs ve cezaevine gönderilmis...
    Fazla sasırmadı. Mine'den her sey beklenebilirdi.
    Haberi üniversitede okuduğu gün kapısı vuruldu. Đçeriye, göğüslerine yafta asılsa bile belirtmekten
    âciz kalacağı sekilde polis oldukları asikâr iki sivil memur girdi.
    — Felsefe asistanı Naci Bey sizsiniz, değil mi?
    — Evet!..
    90
    — Savcılığa kadar gitmemiz icab ediyor.
    — Sebep?
    — Biz onu bilemeyiz. Sadece davet ve refakat emrini aldık.
    Savcı Yardımcısı, Naci'ye yer gösterdi:
    — Bayan Mine'nin evinde ve Ressam Abid'in atölyesinde yapılan aramalarda bazı suikast
    tesebbüslerine hedef tuttukları insanlara ait bir liste ele geçirildi. Bu listenin basında sizin isminiz
    var. Đsminizin yanında da parantez içinde su kayıt: «Bizimle düsüp kalkmalarında bir türlü yola
    getiremediğimiz bu adam, ileride dâvamıza en kuvvetli darbeyi indirebilir. Mutlaka temizlenmesi
    lâzımdır.» Kendileriyle düsüp kalkmıs olmanız ne demektir ve bu hususta bildikleriniz nelerdir?
    — Ben Mine ve grubu ile temaslarımda, onların bohem hayatı içinde birtakım heveskâr taslaklan
    olmalarından baska bir sey görebilmis değilim. Her hangi bir fiili tesebbüsle alâkalarına dair de
    hiçbir müsahedem yok...
    — Ya sizi niçin öldürmek isterler?
    — Bu sualin cevabını Mine verebilir. Zaten mucip sebebini ismimin yanına kaydetmis...
    —- Onlarla düsüp kalktığınız zamanlarda bu niyetlerine ait hiçbir ize rastlamadınız mı?
    — Rastlamadım. Tenkitlerime daima tahammül gösterdiler ve isi alaydan ileriye
    vardırmadılar. Mine'nin böyle bir harekette rol almak ihtimalini de bugüne kadar hayal bile
    edemezdim. Bu kızın cinnete kadar varan ruh sar'asmı yakından bilirdim ama bu kadarını
    bekleyemezdim.
    — Peki, dedi savcı; gerekirse mahkemede sahitlik edersiniz.
    Naci, hapishaneye Mine'yi görmeye gitti. Naci'yi avukat odasına aldılar ve kızı getirdiler. Mine
    tutuklu haliyle, her zamanki ihmalci giyiminden
    92
    daha bosverici... Solcuların kullanmaya pek meraklı olduğu kelimeyi patlattı:
    — Merhaba!..
    — Merhaba Mine!..
    — Ne o?.. Beni görmek için tutuklanmamı mı bekliyordun?
    — Bu da galiba kendini aratman için yeni bir numara...,
    — Ne numarası be!.. Bu kadar pahalı numara mı olur? Burada da mı felsefe?
    — Geç!.. Ben seni tutuklayan rejim ölçüsüne senin ka-fandaki rejim derecesinde inanmadığım için
    ziyaretine geldim. Seni mazlum gördüğüm için değil, asıl seni tutuklayan zihniyeti zalim bulduğum
    için...
    — Ya senin rejimin olsa bize ne yapardın?
    — Zahmetsizce asardım!
    — Biz de sana aynı seyi yaparız, ama eskinin son gü-I cünü sende gördüğümüzü inkâr etmeyiz.
    Hiçbir seye inan-I mayanlarla, senin gibi, devrini yitirmis bir seye inanan-j lar arasındaki farka
    hürmet ederiz.
    Naci, hapishanede bile yiğit bir küstahlık tavrından 'vazgeçmeyen Mine'yi tepeden tırnağa süzdü.-
    — Seni görmeye gelmemin bir sebebi de su-. Senin, öldürülmek: üzere sıraya koyduğun insanlar
    arasında beni en basta gösteren bir liste bulunmus, doğru mu?..
    — Böyle bir liste olduğu doğru... Ama nasıl bulmuslar, haberim yok... Her halde beni
    tutukladıklarından sonra aramıs olmalılar evimi...
    — Nasıl izah edersin bunu... Gerçekten öldürecek miydin beni?
    — Evet!
    — Niçin?.. Fikirde birbirimize zıt olduğumuz için mi? Baslarımızı aynı fikir yastığına
    koyamadığımız için mi?
    — Evet, baslarımızı aynı yastığa koyamadığımız için...
    93
    — Ben fikir yastığı dedim.
    — Ben de sadece yastık diyoruml
    Mine öyle bir tavır içindedir ki, nerede ve ne vaziyette olduğunun bile farkında değil...
    Naci atılıp kapıyı açtı ve orada bekleyen gardiyana seslendi:
    — Konusmamız bitti; hanımı koğusuna götürebilirsiniz! ,
    Mine arkasından lâf yetistiriyor:
    — Seni yasatmayacağım, Naci!
    Su komünistlerin sahtelik temeli üzerine bazan yine sahte tarafından ne fedakârlıklara, ne
    samimîliklere ulasabildiklerini görüyor da'insanın hayretten çatlayacağı geliyor. Dâva ahlâkı, vazife
    sevki, fedakârlık ruhu, gözükarahk seciyesi gibi faziletler olanca kaynağını ve hakikatini îslâm-da
    bulurken, bütün bu kıymetlerin, marka müslümanlan-na veda etmesi ve komünistlerde karar
    kılması izah kabul eder mi hiç?
    Naci bu halin de izahını buldu:
    — Bu tecelli de îslâmiyetin sanına ayn bir delildir. Đslâmiyet evvelâ inanmayı, sonra da bu inanç
    etrafında ebediyen yeni ve sağlam bir ruh ve ahlâk yapısına malik olmayı emreder. Bu yapı
    porsuyup çökmeye baslayınca da iman gıdasını alamaz ve ölü bir markadan ibaret kalır. Asırlardan
    beri süren nice tesirler altında, somaki • mermerden mantarlasmıs çürük tahtaya döndürülen eski
    yapı, bütün ruhî kıymetlerin düğüm noktası vecd ve ask kaybedilince, iste böyle bedava tarafından
    komüniste geçiyor ve karsısına gerçek vecd ve askın, onu bir hamlede ezip külünü havada
    savuracak yığını çıkaramıyor. Çünkü bu is-lâmi yığın açık konusalım, ismine devrim dedikleri
    belli-baslı bir devreden beri köküne kibrit suyu dökülmüs olarak yekpâreliğinden uzaklastırılmıs,
    onun yerine «devrimci, uygarcı, ilerici» diye bir nesil türetilmek istenmis, o da doğmadan ölmüs,
    «devrim» dediklerinin «devrilme» olduğunu laboratuar kesinliğiyle göstermis ve ortalık, biri tam
    teskilâtlı ve radarlarla dısarıdan idareli, öbürü de tüm bassız ve disiplinsiz, ama iyi niyetli ve
    istidatlı, Türk ruh kökünün davacısı gerçek bir topluluğa kalmıstır. Netice hükmü sudur ki,
    komünist, inandığı bâtılın mücerred inanma kuvvetiyle akın ve baskınlarını yürütürken, karsısında
    hiçbir seye inanmayanların seddini daima kolaylıkla yıkacak ve bu dâva, gerçek iman ve onun
    aynlmaz ruh vasıflarını tasıyıcı yepyeni bir nesil tarafından Jtelepçelenme-dikçe
    durdurulamayacaktır.
    Naci böyle düsünürken, atesten çizgilerle bir velînin su ölçüsü gözlerinde pırıldadı:
    — «înan da, istersen bir odun parçasına inanl» Halbuki inanmanın kime ve neye olduğu belli...
    Yalanı bile kudret doğuran iman... Evet; inanmayı, inanmanın mutlak merkezine, zıt sekilde
    kullanıp sonra da onun ahlâkını taklid eden ve kendi inanısına uydurmaya yeltenen komünist,
    kendisini çağ içi farzedici hiçbir seye inanmayanlara nisbet edilecek olursa, tarla faresiyle lâğım
    faresi arasındaki farkı belirtir.
    Hatırına Lenin'in bir sözü geldi:
    Lenin tarafından acı bir tenkide uğrayan bir komiser, «Bu benim hususi hayatıma ait bir noktadır,»
    diye karsılık verince, liderinden su mukabeleyi görür.-
    — «Bir komünistin hususî hayatı yoktur!»
    însan hayatında bâtıl ve dalâletlerin en büyüğünü devletlestiren bu adam, farkında olmadan, tam
    zıddı olduğu bir din icabının insan ve hayat görüsünü heykellestir-mektedir.
    Asıl bir müslümanın hususi hayatı yoktur. O, aksamın belirli bir saatinde kepenklerini indiren bir
    dükkâncı gibi
    95
    muayyen bir zaman çerçevesi içinde değil, her ân ve her mekânda müslüman ve mesuldür. Kenefte
    ve uykuda bile...
    Bakın, neler ve ne kıymetler köklerinden koparılıp nerelere ve hangi dâvalara kaydırılıyor da kendi
    öz imanının nisbet ölçüleriyle beyni zonklayan biri, meydan yerine dikilip incelikleri dile
    getiremiyor.
    Mahkemeye de çağırıldı ve kelimelerinin tek tek zapta geçirilmesi ricasiyle su ifadeyi verdi: "
    — Bu kızı tanırım. Solculuk taslayan hemen bütün kızlar gibi, yapmadığını ve yapamayacağını
    yapmıs görünmenin ve bu islerde her fedakârlığa katlanmanın, zorla samimi olmaya çalısmanın,
    dibi kazınacak olursa samimiyetsizliği meydana çıkacak hastalıklı gayreti, daha doğrusu sehveti
    içindedir. Muhakeme edildiği suikast isinde itirafta bulunmasını hâdisenin kendi eseri olduğuna
    dair bir hüccet kabul edemem. Tedkik ve takdiri mahkemeye aittir. Basta benim ismim bulunmak
    üzere tertiplediği listeye gelince, bunu gülünç bulduğumu belirtmek" isterim. Đhtilâl kültürünün en
    basitine malik bulunanlar da kestirir ki, böyle tertipler kâğıt üzerine dökülmez ve yüreklerde gizli
    kalır. Böyle bir vesikayı ele geçiren polis ve savcının da «Evreka! — Buldum» nesesine
    kapılmasını yine ciddiyetten uzak görürüm. Hâdiseler gösteriyor ki, dramatik neticelerine rağmen
    her sey komik bir zemin üzerinde cereyan ediyor. Ve garip bir romantizm, basını almıs gidiyor ve
    mukabelesini göremiyor. Belki de mukabelesini gösterememekteki bu acz halidir ki, isi komiklestiriyor.
    Ama güldüren bir dram ye ağlatan bir komiklik... Bir felsefeci ve ruhiyatçı olarak ve Mine'yi
    yakından tanıyan bir fert sıfatıyle görüsüm bundan ibarettir. «Görüsünüz nedir?» suâline muhatap
    olmasaydım, bu mevzu ve sadet dısı mütalâalara huzurunuzda yer vermeyi doğru bulmazdım.
    Mahkemenizin sanık bayana «Siz bir komünist misiniz?» suâline, «Tepemden tırnağıma kadar
    komü-
    96
    nistim!» demesini de aynı hakikatsiz romantizm içinde gördüğümü de ilâve ederim.
    Mahkeme reisi, Mine'ye sordu:
    — Sahidin ifadesine karsı söylemek istediğiniz bir sey var mı?
    — Beni, islediğim ve benimsediğim suça lâyık bile görmeyen bu gericinin, hakkımda verdiği
    beraet karannı reddediyorum!..
    Dinleyiciler arasında gülüsmeler...
    Naci'nin mizacında her türlü «dır!» ve «tır!», nefretle kovulması gereken birer yobaz narası...
    O «Allah vardır!» ve «Peygamber haktır»dan ve bunlara bağlı icaplardan baska hiçbir mevzuda
    «dır!» ve «tır!» nidalarına yer vermek istemez. Her hangi bir (doktrin)in çabucak çatlatılabilecek
    kalıbında donmaya razı olmaz ve meçhule hürmeti en soylu bir usul haysiyetiyle korumak dâvasını
    güder. Halbuki «dır!» ve «tır!» hükmü, kaçınılması gerektiği kadar, aranılması ve bulunması da
    lâzım bir zaruret...
    Öyleyse?.. Mutlak arayıcılığında hakikat çilesi askına bu hükme yerinde vücut verebilmenin
    çetinliğine erebil-meli... Gerçek idrak çilekeslerinin siâri; aslî «dır!» ve «tır!» yüzü suyu hürmetine
    uydurma «dır!» ve «tır!»lardan kaçınmaktır.
    Bir mısraı Kâinatın Efendisi tarafından anılıp «hadîs» ' olmak serefine eren, dünyanın en mesut
    sairi Lebîd, bu sırrı ne güzel çözer ve Peygamber muradına kavusturur.
    Hadis meali:
    — «Söz odur ki, Lebid söylemistir: Allah'tan baska her sey bâtıl...»
    Simdi bir sürü Türkçe ve Frenkçe kitap arasında tezini hazırlarken kaygısı su: Hakkı yüceltir ve
    bâtılı batırırken, hakikatin sert bir nefesle bile yırtılacak incecik ka-
    97
    natlanm zedelememek, ulastığı ve erdiği noktalardaysa en canhıras tebliğ ve iddia tavrını muhafaza
    edebilmek... Yani «dır!» ve «tır!»in yerini emniyet ve sıhhatle bulmak... Defterinin kapağına özene
    bezene yazdı: •Đslâm Tasavvufu ve insanlığın beklediği nizam»...
    Ve günlerce içinden heceleyerek öyle bir kanava çizdi ki, orda; meçhullere saygısının en titizini,
    hakikate ermis olmanın da en iddialısını billûrlastırdığına inandı.
    Herbiri üçer bölümlü 11 fasıllık ve tam kitaplastırılsa belki 33 ciltlik kanava:
    1 — Batı, isi maddecilikte bitirmistir!
    Batının doğusu (ilk müessirleriyle meçhul Yunan harikası)...
    Batının olusu (Yunan aklı, Roma nizamı, Hristiyanlık ahlâkı formülü)...
    Batının erisi (dağınık, saskın, düğümlü, kilitli madde marifeti)...
    2 — Đsevilik soluğu safiyetini sürdürememistir!-Eriyen Roma (ruhun erittiği madde heyulası)...
    Donduran Kilise (ruh soluğunu çürüten hezeyan otoritesi)...
    Kilitleyen Skolâstik ve apıstıran mistik (zorlama akıl ve uydurma sırrîlik)...
    3 — Rönesans, akün, çürütülmüs ruhtan intikam almasıdır!
    Madde fâtihliği (esya-ve hâdiseleri mesnetlestirmek-sizin zaptetme davranısı)...
    Maddeci estetik (tabiat meftunluğu, plâstik idrak, dıs süs zevki)...
    Akıl çıkmazı (nefsini ve gayesini geçmiste arayıs kuru akla bağlanıs)...
    4 __Madde üstü dayanaksız madde kesifleri oyuncak
    seviyesini asamaz!
    Makine, ve âlet (açlıktan ağlayan ruh ve çocuğunu doyu-ramaz oyuncak)...
    Müsbet bilgiler (var olusun hesabını veremez satıh ustalığı)...
    Felsefe ve metafizik (din ve ahlâk getiremez ve ancak birbirinin yanlısını çıkarmaya yarar fasit
    daire)...

  4. #24

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    5 — Zulüm, dalâlet ve felâket sistemleri Kapitalizma ve Liberalizma (cemiyetin hakkını çalar)...
    Sosyalizma ve komünizma (ferdin hakkım çalar)... Materyalizma ve pozitivizma (ruhun hakkını
    çalar)...
    6 — Büyük buhran ve bosuna çırpınıs
    19. Asırdan bu yana (makina putu önünde kendi öz eserine mahkûm insanlık)...
    Demokrasi ve bası bos hürriyet (gerçeği tekte bulmak yerine çokta aramak ve iyiyi tekeffül
    edememeksizin ancak kötüye mâni olmak ve keyfiyetin hakkını kemmiyete çaldırmak
    kombinezonu)...
    Ruhi müeyyide humması (akılcılar müflis, ruhçular âciz, bazı ırkçı otorite tecrübeleri neticesiz
    muallâkta istinat arama gayreti)...
    7 --Ruhun vatanı Doğu .
    Peygamber yollan ve menzilleri (Irak, Suriye, Mısır, Hicaz dairesi ve iki dünya arasında iklim ve
    coğrafya yerine iç yapı farikası)...
    Bâtıl ve hak oluslariyle Doğunun macerası (Çin, Hind, Arap, Fars, Yahudi, Türk)...
    Doğuda son aslî renk (bütün eksikliklerin tamamlayıcısı Đslâm)...
    8 — Đslâm insanlığa rahmet müjdesi
    Peygamberlik sarayının zahir cephesi seriat (mutlak
    mizan.ve disiplin-ordusu olmayan sultan düsünülemez)...
    Ebediyet nizamı (ruh ve maddeye tam hakkını getiren ve dünyada içtimâi ve iktisâdi kaç nizam
    varsa hepsinin de arayıp bulamadığı cevheri, öz bünyesinde saklayan îlâhi mimarî)...
    Her sey îslâmda (hakiki ahlâk, üstün merhamet, sahici adalet, teslim olmanın getirdiği gerçek
    hürriyet ve madde marifetlerine mesnetli hâkimiyet, muhtesem denge)...
    9 — Yükseltici, alçaltıcı ve yıkıcı devreleriyle Türk'ün elinde Đslâm
    Yükseltici devre (vecd ve ask. zaman ve mekânında dünya fâtihliği)...
    Alçaltıcı devre (ham yobaz ve kaba softa-nefsânî kısır böcekleri)...
    Yıkıcı devre (silindir sapkalı maymunlar çığırı bugünkü Đslâm âlemi)...
    10 — Tasavvuf, Đslânun ruhu ve derinlik buudu Peygamberlik sarayının bâtın dairesi tasavvuf
    (sonradan kopya ve yama isi değil, asli kumas)...
    insanın gerçek memuriyeti (mutlak, ve sabit bir vâ-hid etrafında namütenahi arayıcılık, her dem
    yenilik, ölümsüzlük ve ebedi sevk sim - Allah'a erenlerin erdirdiği cemiyet)...
    Ezel ve ebed bilançosu (nereden geliyorum, nereye gidiyorum, niçin varım, ne yapmalı ve ne
    olmalıyım?)...
    11 —- Đnsanlığın beklediği yeni nizam
    Doğu ve Batı dünyaları arasında mahsub sırrı (birinde ruhla dizginlenmesi gereken akıl, öbüründe
    akılla payandalanması lâ-zım ruh)...
    Đslâmda Islâmı arayıp bulmak sartı (reformcular, dıstan payandacüar, her türlü çirkinlestirici,
    kabalastırıcı ve posalastıncılar)...
    Đslâm birliği ve büyük fikir aksiyonu (kılınçla fatih-liğin sartları kaybolmustur, simdi is keyfiyette
    gerçeğe erisip kemmiyette birlesmek ve insanlığa kapı açmakta)...
    Fasılları ve bölümleriyle bile içinde neler düsünüldüğü ve söylenildiğini belli edici, doçentlik tezi
    bu.eser, Naci'yi nefes alıp vermeyekadar tasarruf ededursun...
    Bir sabah, namaz vakti annesi kapısına geldi:
    — Uyuyor musun diye baktım, evlâdım!
    — Hayır anne, yazıyorum!
    (Tez)ine malzeme olarak karıstırdığı kitaplardan bambaska bir dünya devsirdi. Ve eserinin dünyaya
    açılan ka-- pisini unutur gibi oldu. Đçinde fıkırdadığı kaynar suda fikrin soğukkanlı iklimi eriyip
    gidiyor ve yasamak dururken tarif etmek diye bir sey kalmıyordu. Ama bu dünyayı o âleme
    bağlamak için hissiz fikre el atmaya mecburdu.
    Öyle bir âlemdi ki bu, içinde hiçbir madde ve fizik zoru yoktu. Nehirler tersine akabiliyor, yer
    çekimi göğe doğru yön değistirebiliyor, zaman olduğu yerde donabir*ror, mekân tavla zarı kadar
    küçülebiliycrdu.
    Bu âlemin dünya nizamına bakısı da, fildisi kaldırımlarında nur heykeli insanların gidip geldiği
    (metropolis-medineHerde, kimsenin kimseyle itisip kakısmadığı ideal cemiyetten haber veriyordu.
    — Hiç ölmeyecek gibi dünya, hemen ölecek gibi ahi-ret...»
    Đki dünya arası bundan daha muhtesem bir asma köprü kurulabilir miydi?.. Tasavvuf, dünyayı
    miskin ve acizce bırakmayı değil, tam tasarruf altına aldıktan sonra zengin ve kudretli olarak
    gözden düsürmeyi emrediyordu. Bundan daha sahane bir muvazene düsünülebilir miydi?
    Tasavvufun cemiyete tatbikindeki bütün sır su noktadaydı:
    Allah'da fâni olmak gayesinin, mürsidde fâni olmakla baslayan ilk basamağı, cemiyette,
    kalabalıkların, idrak çilesi çeken üstün insanlarda fâni olması seklinde bir basamağa yol açabilirdi.
    Đkinci basamak ve onun yepyeni bir
    101
    idare ve devlet nizamı... Böyle bir idare sekline de «münevverler aristokrasisi- ismi verilebilir; bu
    idarede ferd ve sınıf hakları, o sahıs ve sınıflardan ziyade fikir çilekeslerine ısmarlanabilirdi. Günün
    bas derdi, Bâtılın istibda-diyle hürriyetin suistimali arasında gezen muvazenesizlik, ancak
    dıslarından değil de içlerinden, yani vicdanlarından kilitli ellerde düzelebilirdi. Bu da, tasavvufun,
    sır idrakinin, ezelde kanunlasmıs ve ebedle müjdelenmis eseri olurdu. Ve Đslama yepyeni bir
    davranısla öz revsini verecek olan bu dünya görüsü herhangi bir sahsın malı değil, Allah Resulünün
    getirdiği nizam yumağından çekilmis bir iplik yerine geçer ve nefsine hiçbir istiklâl ve benlik
    tanımazdı.
    Her sey (tez) inde olduğu gibi, Đslâmı Đslâmda arayıp bulmak, insanlığa tek model olarak tanıtmak
    ve miskal miktarı zam ve tarh kabul etmemek hikmetinde toplanıyordu.
    Dünya çapında heykeltras (Roden)e, heykellerini nasıl yaptığı, yaparken ne düsündüğü ve hangi
    ölçüye bağlandığı sorulur.
    Cevap-.
    — Ben heykelimi yaparken, onu mermer içine gömülü hazır bir vücut gibi hayal ederim. Çekicim
    onun surasına burasına geldikçe dururum. Adetâ mermerde gizli heykelin üzerindeki moloz
    tabakasını soyanm ve eserimi meydana çıkarırım.
    (Roden)in bu tarifinde üstün idrak metodu vecd anlayısında toplanıyor ve bildiğini, anladığını
    sanmaya karsı gerçek bilme ve anlamayı kabuktan içerilerde arama ve inandıktan sonra bulma
    cehdine yol veriyor.
    îste tüm mesele; nur topu Đslâmı asırlar boyunca üzerine yığılan küf, pas ve moloz tabakalarından
    sıyırıp ortaya
    koyma dâvası!.. Ve onun aslında dısarıdan hiçbir seye muhtaç olmadığını kestirme suuru...
    Đnsanoğlunu satıh üzeri buluslarla bunca sımartan ve yolunu bulduğu hissini veren müsbet bilgilerin
    vecde ve sonsuzluk istiyakına bağlanmasındaki sır, tasavvufta...
    Veli: .
    — «Bir ilmin yanlısı onun son asamasında belli olur.» Bunun yanında, hiçbir merhalede
    duraklâmaksızın
    hakikati arama cehdi yine tasavvufta...
    Resul:
    — Yârabbi, esyanın hakikatini bana olduğu gibi göster!» '
    Tekâmül, devamlı tekâmül, hiç bir olusta mıhlanıp kalmamak ve her ân yenilenmek hamlesi...
    Resuller Resulü:
    «— Bir günü bir gününe es geçen aldanmıstır.»
    Asılmak üzere darağacının dibine getirilen birkaç veli sıraya sokulunca hepsi birden diretir:
    — Aman, önce beni asm!
    — Niçin bir ân evvel ölmeye can atıyorsunuz?
    — Arkadaslarımız her ân yücelmekte ve yenilenmekte olduğu için onlara vakit kazandırmak
    istiyoruz.
    Ask, herseyin bası ve sonu ask...
    Minberde asktan konusurken nereden geldiği meçhul bir kusun eline konduğu ve gagasını çarpıp
    boğazından gelen incecik bir kan ipliğiyle öldüğü veli:
    — Aska ait kelimelerin cemada ve hayvana bile tesiri vardır. Yalnız gafil insana tesir etmez.
    Yunus'un: «Gel gör beni ask neyledi!» tasvirindeki "bastan ayağa yaralı» idrak acısı çeken
    kahramanların cemiyeti... Bu cemiyette hangi hak, sahibini bulmaz ve hangi s'nıf hak yiyiciliğine
    kalkısabilir?
    Elinde ve kocaman bir tomar halinde sona erdirdiği (tez), masasından kalktı, aynaya yanastı ve
    kendisini seyretti. Hatçe'nin bebeği de aynadan, dısarıdaki onu seyrediyordu.
    Doçentlik tezini bastırdı ve henüz yayına çıkarmadan üniversite jüri azasına bir bir dağıttı. Güzel
    baskılı ?0 formalık bir cild içinde 320 sayfa... Jüri kararına kadar beklemek üzere ne basına, ne de
    kimseye su sızdırmadı.
    Kulağına geldiğine göre (tez) münasebetiyle profesörler arasında hararetli bir çekisme... Saheser,
    büyük fikir hamlesi, haysiyetli bir davranıs diyenlerden-, özenti, yeltenis, deli saçması teshisini
    konduranlara kadar türlü kıymet hükümleri...
    Đlk karar su oldu:
    — Jüri huzuruna davet edilsin, itirazlara cevap versin ve dâvasını savunsun!..
    Jüri reisi:
    — (Tez)iniz dünya çapında iddialı... Böyle bir (tez) ya ilim ve fikir dünyasını sarsacak kadar
    ulvî, yahut «devr-i dâim» makinesi kâsifliğine yorulacak derecede" süfli telâkki edilmeye
    mahkûmdur ve seri malı bir asistanın muayyen bir tetkike dayanan basit çalısmasından ayrı bir
    seydir. (Tez)inizin kabulü ona dünya çapında bir kıymet verildiği mânasına gelmezken, reddi ters
    mânaya, yani ilmi ve fikri hiçbir kıymet tasımadığı teshisine gelebilir. Bu bakımdan jüriyi zor
    durumda bırakmıs olduğunuz muhakkak... Niçin boyunuza göre yorgan biçmiyor da, onbasılık
    rütbesinden maresallik derecesine göz dikiyorsunuz ve bizden doçentlik üstü bir tayin
    çıkartmamızı istiyorsunuz? Her neyse, (tez) üzerinde galip görüs, sizin, büyük bir modernlik
    iddiası içinde, eskimis, posalasmıs fikirleri müdafaa eden bir gerici, tutucu olduğunuzdur. Ne
    dersiniz?
    — Suallerinize mümkün olduğu kadar kısa cevap vermek isterim. Cevap eserin içindedir. îddialı
    olmaya, iddialıyım; sizden dileğim de bana dünya çapında bir sehadet-nâme vermeniz değil, sadece
    doçentliğe lâyık görülmektir. Gerici ve tutucu olduğuma gelince, bu teshis bir keyfiyet ölçüsüne
    bağlanmadan verilen hissi bir hükümdür. Bir daire muhiti üzerinde her nokta istikametine göre
    öbürünün gerisinde ve ilerisinde olabilir. Bazan da öndeki nokta, ar-kadakinin 360 derece gerisine
    geçebilir. Đs mücerred keyfiyette...
    Profesörler, kursaklarında sakladıkları pesin karara göre idam mahkûmunu seyreden hâkimler
    edasında... Reis devam etti:
    — Haydi diyelim ki; Batı dünyasının buhranım tahlil, fikir ve mezhep karmasasını tesbit isinde
    muvaffaksınız; fakat terkibinizde öne sürdüğünüz ahlâk ve nizam olarak Đslâm tasavvufunu
    gösterirken, tasavvufun bir nizam göstermediğini niçin takdir etmez ve bu ihtiyacı zoraki tarafından
    seriatte aradığınızı nasıl göremezsiniz?
    — Bana bu barısmazlığı isnat ederken asıl siz, sayın profesörler, (tez) imin en ince noktası olarak
    seriatle tasavvufu birbirinin zahir ve bâtını gördüğümü ve aralarında hiçbir ayrılık ve aykırılık
    kabul etmediğimi, bunun da isbatı olmasa bile tesbitini sayfalarla yaptığımı niçin takdir buyurmaz,
    meseleyi pesin hükümlerle sakata çıkarmaya bakar ve mücerred keyfiyet murakabesine geçit
    vermezsiniz?
    — Bu tepeden bakan hâkini tavrınızı değistiriniz!
    — Mademki iddiam büyük; tavrımın da mahkûm tavrı olamıyacağım kabul buyurursunuz!
    Bir profesörün reise bir seyler fısıldaması üzerine sual baska bir yöne çevrildi:
    — Pekâlâ, mücerred keyfiyetle seriati bir kıymet hükmüne bağlayınız!
    104
    105
    — Kitabımda titizce demetlemeye çalıstığım bu meseleler meselesi, naziklerin naziği bir nitelik
    belirtir. Seriat, ferdi sımsıkı kusatarak onun cemiyetini mimârilesti-rir. Tasavvuf ise cemiyete
    kapısını açık tutarak ferd olgunluğunun nakıslarını getirir. Seriatte, ferdden çıkarak cemiyeti,
    tasavvufta da cemiyetten gelerek ferdi bulursunuz, îste tam bir vahdet ve yekpârelik... Bakın ikisi
    de birbirini nasıl görür; misalini vereyim: En büyük velilerden biri kırlarda dolasırken içine «hatar»
    dedikleri yakıcı bir süphe düsüyor. «Seriat bilgrsi hakikat ilmine zıddır!» diye... Büyük veli daha bu
    vehmi içinden kovmadan semavi bir ses isitiyor: «Seriate aykırı her ölçü yanlıs, sapıklık ve
    küfürdür!» Bir veli de söyle diyor: «Seriatle teyidli olma-' yan hakikat, merdud, hakikatle teyidli
    olmayan seriatse muhaldir»... Bu görüs, insanda, teslim olduktan sonra tesekkül eden temel
    mizandır. Bu mizandan sonra, bütün is ye hareketlerimizin mizanı olarak karsımıza yine seriat
    çıkar. Đtikadlar, ibadetler, muameleler, cezalar, iç hikmetlerin dıs isaretleri, sifreleri hâlinde
    seriatte tecelli eder. . Denilebilir ki, seriat, ebedî hayat ve gerçek varlık sahiline varabilmek için yol
    gösteren fenerler gibidir; ve sonsuzluk kasasını açan sifre rakamları mahiyetindedir.
    Profesörler, Naci'nin bakıs aynasında ne kadar küçüldüklerini sezercesine bir bükülüs içindeler.,.
    Biri bir sey yakalamıs olmanın telâsiyle atıldı-. — Seriati yüceltirken gayet hileli bir (diyalektik)
    kullandınız. Önce teslim olmaktan bahsettiniz; hesap sonra... Halbuki hesap önce, teslimiyet
    sonradır. Teslim olmayan için akıl payı ve idrak borcu neyse onu ele almalıydınız! Mantığınız isi
    elçabukluğuna getirmek gibi bir sey oluyor. Naci yüzü acı çizgilerle burusuk:
    — Zaten su akla pay, idrake borç meselesi halledilmeden halli mümkün hiçbir hâdise yoktur. Ulvi
    mahkûmiyet,
    106
    yani teslimiyet öyle bir sırdır ki, her türlü hâkimiyet ve hürriyet ondan sonra gelir. Seriat insan
    aklını evvelâ zapt, sonra iade eder; iade edince de, uru ameliyatla alınmıs bir beyin gibi selim akıl
    zuhura gelir. Bu nükteyi yine akılla anlayabilmek için de onu, Đmâm-ı Gazâlî'de olduğu gibi,
    kopacak derecede germek, son merhalesine erdirmek lâzımdır. Batı'nın cins kafaları da bu zirveye
    kadar tırmanmıs, fakat nasipleri olmadığı için tutunamamıslardır. Böyle olunca is, basit bir kadastro
    memuru plan ve nefsten aldığı emre göre ölçüp biçen aklı baska bir idrak fakültesiyle değistirmeye
    kalıyor ve Peygamberlik makamının anayasası seriati, her hareketin, her hamlenin, her isin ve her
    olusun biricik mizanı kabul etmek zaruret haline geliyor. «Niçin?» suali böylece
    cevaplandırıldıktan sonradır ki, «nasıl?» baslar ve madde madde seriat emirlerinin yüceliği
    üzerinde takdir ve hesap, selim akla havale edilmis olur.
    Naci dakikalarca devam etti.
    Profesör diretti:
    — Meselâ dört kadın, meselâ kadını çuval içine sokmak, meselâ her yeni seye «bid'at» damgasını
    basmak, meselâ o haram, bu haram, su haram...
    — Seriatte emirler ve yasaklar, Kitaptan ve Sünnet'ten gelen en keskin çizgilerle elmas bir mensur
    içinde pırıl pırıl gösterilmistir. Onu, seriatte olmayan hükümlerle içinden karartanlar ise dısından
    parçalamaya kalkısanlar derecesinde ve belki daha fazla suçludur. «Ham yobaz ve kaba softa» yi
    iste böyle çerçevelemek lâzımdır.
    — Bu nokta üzerinde durunuz ve yobazı tarif etmeye devam ediniz!
    — Bu bahiste ne kadar isterseniz devam edebilirim ve misal verebilirim. Yobazda eksik olan,
    vecd, ask, meçhule hürmet, nefsinden süphe, nefsini muhasebe faziletidir.
    107
    Onun kabalığı amele bağlılığından değil, âmeli nefsine indirisinden ve incisi düsmüs istiridye
    kabuklan haline getirmesinden gelir. Yobaz, yolunda olduğunu sandığı Kâinatın Efendisini
    «Müjdeleyiniz, soğutmayınız; sevindiriniz, korkutmayınız; güzellestiriniz, çirkinlestirmeyiniz!»
    seklinde özlestirilmesi mümkün fermanına rağmen sapık yoldan takip etmis ve en büyük felâket
    olarak, tersinden ibaret küfür yobazlarına, Đslâmı kendisinde zannettirmek gibi bir hedef vermistir.
    Fırsatı doğmusken belirtmeliyim ki, bizde devrim dedikleri hareketler, gerçek Đslâm inkılabı
    olacağı ve yobazlığı tasfiye edip nur heykelini heykeltrasın mermer kitlesi içinden çıkaracağı
    yerde, bizzat din ve imanı tasfiye yolunda gitmistir. Bir gün hakikî bir inkılaba zemin açılacak
    olursa, her» iki kutbun yobazlarını bir arada temize havale etmek ve köklerine kibrit suyu dökmek
    gerekecektir.
    — Politikaya kaçıyorsunuz. îlim ve fikirden uzaklasmayın!
    — Đlim ve fikrin tâ merkezindeyim. «Ben insanı esya ve hâdiseleri teshir etmesi için kendime
    halife olarak- yarattım» mealindeki âyet ve «Yârabbi, bana esya ve hâdiseleri olduğu gibi göster!»
    seklindeki hadis ortada durur ken, mutlak hakikate bağlı insan kafasının ebedî arayıcı-lığına kilit
    vuran böyle bir yobaz nesli kendisini hiç Islama nisbet edebilir mi?.. Bu incelik asırlardan beri kestirilememis
    ve portresini çizdiğimiz bu tipe karsı harekete geçilememistir. Basımıza ne gelmisse
    yobazın nefsinde kalıplasan çürük (tez) e karsı ondan daha çürük bir (anti tezHe davranıldığı için
    gelmistir.
    Naci yine dakikalarca konustu.
    — Size bir tablo takdim edeyim... Ruhlarının dıslarına aksi halinde iki tip... Dünün «seriat hilesi»
    faturacısı, öcü ve umacı tulûatçısı, Mevlid ve cenaze tüccarı; elifi görse direk sanır, nefesi marsık
    kokar, gözleri kuru, dili
    sapırtılı, alnı dar, disleri kazma, din yobazım bir tarafa koyun; öbür tarafa da bugünün, sımarık
    giyimli, küstah yeleli, bos alınlı, gözleri hakaretle bakar, nefesi ispirto kokar, onbası kültürlü, çanak
    yalamakta usta, beyni beton, kalbi pıhtı, devrim softasını oturtun!.. Birbirlerinden farkları moda
    icabından baska bir sey değildir.
    Karsılasmanın Naci'yi konusturmaktan ve (tez) inin kefesine yeni dirhemler attırmaktan baska bir
    seye yaramadığını kestiren profesörler kararlarını bir hafta içinde açıklamak üzere toplantıya son
    verdiler.
    Naci salondan çıkarken bir profesörün, baska bir profesöre, eseri hakkında bir söz söylediğini isitti:
    — Duygu ve siir olmaya belki; ama fikir ve ilim olmaya hayır!..
    Naci, üniversiteden çıkarken, yüksek Sesle kendi kendisine hitap edercesine düsünüyor:
    — Bunlar, dissizlerin ağrı çekmemesi gibi, idrak acısına yabancı, ne biçim insanlar?.. Üstelik, kara
    cübbeler içinde ilim kürsülerine kurulmus, rahatça oturuyorlar. Ulvi disiplin diye tarif ettiğim
    seriati anlamamaları söyle dursun, mücerret disiplinden tiksindiklerini farkedemi-yorlar.
    Kılıçlarını çekmis, selâm vaziyetinde iki saf asker arasından geçen muhtesem bir hükümdarın,
    saray, divanhane, üniforma, tavır ve sekil halinde belirttiği muazzam disipline ihtiyaç ne kelime,
    istidat bile göstermiyorlar. Kendi kendilerini hesaba çekemiyorlar, Allah ve Resulünden süphe
    edebiliyorlar da kendi nefslerinden süpheye düsemiyorlar. Bunların göğüslerine su azametli hadîsi
    yaftalayıp asmak lâzım:
    «Hesaba çekilmeden nefslerinizi hesaba çekiniz!»...
    Aksam namazı vakti, dostu sevimli imamın mescidinde... Bir kenara çekilmis, mescide girenleri
    seyrediyorlar... Hemen hepsi ayak takımı... Kimi kasketinin önlu&ünü ar-
    108
    109
    kaya çevirmis, kimi basaçık, kimi takkeli... Kimi de yamalı ve yırtık pırtık çoraplı... Bunlar Allah
    Sevgilisinin «Size koca-karılann imanı gerek* buyurduğu teslimiyet örnekleri... Ama teslim olmak
    için bu halde mi bulunmak lâzım?..
    — Hayır, diyor kendi kendisine Naci; teslim olmak için akıl dağının en yüksek tepesinde, yahut
    eteklerinde olmak lâzım... Veyahut doğrudan doğruya Đlâhi hidayet... Ancak, iki kutup arası, ne
    teslim olmaya yanasır, ne fikrin zirve noktasına ulasır, kravatlı ve ilk veya son okul diplomalı
    sınıftır ki, inkarcılar kampı halinde... Mesele iste bu gizli gerçeği yüreklere naksedebilmektedir ve
    camilerde, imamın arkasında, bir hamalla maresali, bir potin boyasıcıy-le atom âlimini yanyana
    görebilmekte...
    Naci düsünüyor ki, bunların, simdiki cemaat örneklerinin jüri karsısında tahlilini yaptığı ham yobaz
    ve kaba softa tipiyle ilgileri yoktur. Bunlar sadece ham ve kabalara kolayca inanabilecekler,
    kapılabilecekler...
    Ham softanın estetik düsüklüğü bunlara da aksediyor ve meydana gönül burkucu bir levha çıkıyor.
    Zahir ehlinin, bâtın marifetine de ermis olarak-baska türlü olamaz- en büyüklerinden Đmâm-ı Âzam
    Hazretleri, niçin güzel ve gösterisli elbiseler giyindiğini soran ve böylece koca içtihat sahibini
    ayıplamak ister gibi davranan birine, bir âyetle cevap vermisti:
    «Rabbinin sana verdiği nimetleri dile getir!» Estetik, güzellik ölçüsü... Buna belli baslı ölçüler
    çerçevesinde riâyet etmeyen, îslâmı bozandır. Hristiyanlık — gerçek isevîlik değil— bâtılı
    güzellestirmeye bakarken, bizim hakkı çirkinlestirmeye davranmamız müslümanlık mıdır? Bir gün
    Peygamber Mescidinde ağır bir hava hissettikleri için mübarek Sahabilerine «Bugün yıkanabilirdiniz!
    » buyuran Allah'ın Sevgilisi böyle mi anlasılacaktır?
    110
    O, Allah'ın Sevgilisi ki, bir gün, bir sokaktan geçerken, önlerine çıkan kirli bir manzara karsısında
    oldukları yerde kala kalmıslar ve ancak Sahabîler kosusup kirlilikleri kaldırdıktan sonradır ki
    geçebilmislerdir.
    — «Dünyanızdan bana üç sey sevdirildi: Kadın, güzel kokular ve gözümün nuru namaz...»
    Buyruğundan tüten estetik ve zarafet tâ Arsa kadar uzayan bir sütun... Hele namazın ne olduğuna,
    nasıl k'. lınması gerektiğine ait hikmet bu hadiste bir anahtar...
    Mukaddes hadisin kadına ait noktasında, içine müthis bir yangın hissi ve muamma bulanımı
    düstüğünü sezdi. Allah'a erdirme yolunda kadının rolünü ve ona hem uzak ve hem yakın
    kalmaktaki hikmeti, sırların sahibine havale etti. Fakat namaz üzerinde, bir esya dersi karsısındayrriıscasına
    müsahedeli bir kıyas yapmaktan kendini alamadı. Bu muydu, Resuller Resulünün
    «gözümün nuru» buyurduğu namaz?.. Peygamber Evinin bas temsilcisi Haz-ret-i Ali'nin, vücuduna
    saplanan oku «Namaza durayım da öyle çıkarın!» diye isaretlediği namaz bu muydu?..
    Bu değildi; ama onu ancak bu kadariyle yapabilen masumlar, onbası kültürlü sözde aydınlara
    nisbetle öylesine sâf, berrak mazur kisilerdi ki, onlardan tiksinmenin öbür tarafa verilmis bir avans
    ve nefsinin bir oyunu olabileceği korkusiyle dudakları kıpırdadı:
    — Allah'ım, her seye rağmen beni bunlarla hasret! Dostu, sevimli imam sordu:
    — Dua mı ediyordunuz?
    — Evet, Allah'ın beni, kır çiçeği kokulu bu mahcup adamlarla hasretmesi ve kötü kokulu
    mağrurlardan uzak tutması için dua ediyordum.
    Ve hadîsten devsirdiği hisleri anlattı. Đs güzel koku maddesine gelince:
    — Kokuda, dedi; ne çarpıcı bir sahsiyet yatıyor! Seslerin, çizgilerin, renklerin, hacim nisbetlerinin
    güzel sanatları var da kokuların neden yok?.. Onlar da belki iyileri ve kötüleriyle (orkestral) bir
    tertip içinde sahneye çı-kartılabilirdi. Ve mücerret sanatların belki en tesirlisi olabilirdi. Kardan
    beyaz ve imbik suyundan temiz eski müs-lüman evinin, annede namaz tülbendinden haber verici
    ruh kokusu... Ve yanında, betonarme küfür gökdelenlerinin her pisliği isyan ettirecek kadar ağır
    mâna kokusu... Misk gibi toprak kokusu, mestedici deniz kokusu, türlü nebat-larlyle kır kokusu,
    çitilenmis çamasır kokusu ve isimleri bile insanı vuran ve kaçıran nice pis koku... Koku, koku,
    müthis tecelli!..
    Evet, kokuların en iğrenci, küfür kokusu... Böyleleri-nin girdiği deniz bile les kokar. Ve içe isleyici,
    bütün fezayı doldurucu, yeryüzünde göklerden güzel koku süzen ne varsa hepsinin birden damarına
    isleyici iman kokusu... Böylelerinin yıkadığı hela bile misk kokuludur. Herseyin bir kokusu var, her
    seyin... Hele hele maddede değil, yine mânada kadın kokusu... Batı maymunlarının ilmiliğine
    inanacağı Lâtince bir tabirle (Odora di Femina) dedikleri kadın kokusu...
    Bu koku, nebat, hayvan ve insan, her canlıyı çevresinde dolastırıyor ve etrafında pervanelestiriyor.
    Su, göz alabildiğine uzayan ilkbahar çimenliği üzerinde asil kafasını ufuklara çevirmis, burun
    delikleri körük gibi açılıp kapanarak koku almaya çalısan cins aygıra bakın!.. Nasıl da tanıyor
    Odora di Femina'yı... Gevrek gevrek kisniyor. Bu billurdan kisneyiste sevk ve hazza batmıs, ne
    mahzun ve ıstıraplı bir edâ gömülü...
    (Odora di Femina)... Naci bu kokuyu almamak, duymamak, dünyada kadın diye bir mahlûk
    bulunduğunu unutmak istiyor ama, ne mümkün!.. .
    O da biliyor ki, kadm, bir yaniyle batıncı ve kaybettirici olduğu kadar öbür yaniyle yükseltici ve
    erdiricidir.
    112
    tste tasavvufun kadına bakısı da böyle... Melekiyette en üstün Peygamber Hazret-i tsa ile,
    beseriyette en üstün, yani üstünlerin üstünü Son Resul arasındaki fark da bu noktada...
    — Teziniz, ilim harici siyasi görüslere yer verdiği ve çağ dısı dinî hükümlere bas eğdiği için
    ittifakla reddedilmistir! Mucip sebepleriyle verilen karar tarafınıza yazılı olarak bildirilecektir.
    Jüri reisinin bu sözlerine Naci'nin mukabelesi kuruca «tesekkür ederim» demekten ibaret oldu.
    Reis:
    — Fakat jüri, eserde sağlam bir fikir mimarisi bulunduğuna dikkat etmemis değildir. Sizin gibi bir
    istidadı çağdas düsünce plânında yepyeni eserlerle görmek ister ve bunu gördüğü anda size
    profesörlük yolunu açmakla mutluluk duyacağını belirtir.
    — Tesekkür ederim.
    Naci üniversiteden çıkıp doğru, eserinin basılı ve depolanmıs bulunduğu matbaaya gitti.
    — Kitabın üzerine bir bandaj bastırıp ilistirmek istiyorum. Bir zorluğu var mı?
    — Hiçbir zorluğu yok... Yazınız! Bandajın üzerini, basalım ve mücellide yapıstırtalım... Halka
    seklinde bir bandaj da olabilir.
    Naci yazdı:
    «Doçentlik tezi olarak yazılan bu eser, üniversite jürisi tarafından ilim harici siyasî görüslere yer
    verdiği ve çağ dısı hükümlere bas eğdiği iddiasiyle reddedilmistir.»
    Naci, kâğıdı matbaacıya uzattı:
    — Halka seklinde bandaj en iyisi... Gözü çeksin... Hattâ kırmızı basılsın.,.
    — Pek güzel...
    113
    Eserini birçok kitapçıya eliyle teslim etti ve camekân-larda sergilenmesini rica etti. Gazeteleri de
    tek tek dolusarak, sahiplerine, muharrirlerine, yazı isleri müdürlerine
    imzasiyle sundu.
    Çıt yok... Ne bir ses, ne bir hareket.... Đstanbul'un bir kenar semtinde bir kedi fare doğursa onu 5
    sütun üzerine veren, böylece okuyucularının meselesizliğini isleyen bazı gazeteler, bir fikir
    hadisesini nasıl büyütebilirlerdi? Bazıları da dünya görüslerine tam aykırı böyle bir eser karsısında
    tabii evvelâ görmemezlikten gelecekler, is patlak verip meydan yerine dökülünce de aleyhte
    yaygarayı basacaklardır.
    Aldırmıyor ve sabırla bekliyor.
    Mahkeme Mine'yi tahliye etti. Tutuklananlardan biri reisden söz istedi ve acı acı haykırdı:
    — Mine'nin bizimle hiçbir fiili hareket alâkası yoktur. O yalnız dâvamızın destekleyicisidir ve onun
    fikri plânda ocağını isletmekten baska bir sey düsünmez. Hâdiseden sonra yapılan baskında bizimle
    beraber ele geçip suçu üzerine alması da bu kızın tehlikeleri zorla benimsemek ve yapmadığını
    yapmıs görünmek karakterinden baska türlü yorumlanamaz. Onun kesin emri üzerine simdiye
    kadar sesimizi çıkaramadık. Fakat artık tahammülümüz kalmadı. Đddiamızı elle tutulur sekilde ispat
    etmeye hazırız.
    — Neymis o ispat?
    — Küçük bir teyp bandı... Mine'nin hâdiseden bir gün evvel Ressam Abid'in atölyesinde bize ettiği
    ihtar... Kafi olarak bizi bu cinayeti islemekten yasaklaması... Ve «eğer bu isi yaparsanız, ben
    yaptım deyip kendimi teslim edeceğim, ona göre davranın!» demesi... Ve daha neler?...
    Kendisinin teype alındığından haberi yoktur. Emin bir elde
    saklı tuttuğumuz teyp kaseti, verdiğimiz talimat üzerine, taahhütlü olarak Savcılık Makamına
    gönderilmistir. Mahkeme huzurunda dinlenmesini ve gereken kararın verilmesini dileriz.
    Reis, Savcıya sordu:
    — Böyle bir kaset geldi mi makamınıza?
    — Evet efendim!
    — Kaç gün oldu geleli?
    — Dün geldi efendim! ;
    — Dinlediniz mi?
    — Vakit olmadı. Hem de neye ait bulunduğu belli edilmeden gönderilmis bir teyp kasetinin bu
    dâva ile ilgisi hatıra gelemezdi. Olsa bile iltifata değmezdi.
    Mahkeme durusmaya yarım saat ara veriyor. Savcılık voliyle bir teyp ve kaset getirtiliyor ve
    dinleniyor.
    Vaziyet; ayniyle haberi veren tutuklunun bildirdiği gibidir. Hususiyle su cümle:
    — Size bu isi kesinlikle yasak ediyorum! Yoksa bana suçu üzerime almak borcunu yüklemis
    olursunuz!
    Mütalâası sorulan Savcı:
    — Bu belki bir hile... Teyp sonradan doldurulmus olabilir!
    Đhbarcı yerinden fırladı-.
    — Yani islenmesini istemediği suçu üzerine alan Mine, sonradan caydı da bu bandı hapishanede
    mi doldurdu? Komik!..
    Mine de ayakta...
    — Benim bu sözleri söylemis olmam, sadece hareketi yersiz ve zamansız bulmamdandır. Esasta
    kötü gördüğüm için değil... Gayemizin düsmanları, yerinde ve zamanında elbette öldürülecektir!
    Ara karar:
    — Bayan Mine'nin tahliyesine ve muhakemesinin tutuksuz olarak devamına...
    115
    114
    Mine'nin tahliye edilis sekli basında müthis yankılar doğurdu. Hususiyle (sansasyon) cu gazeteler
    Mine'nin davranısını sadece merak gıcıklayın bir hâdise diye gösterirken, sözde solcular, ise
    kahramanlık rengi vermeye kadar gittiler. Hem basta suçu üzerine alanı, hem de sonra gerçeği
    söyleyeniyle iki kahraman...
    Naci, masasında bir sürü gazete, mansetlerine ibret ve hayretle bakıyor ve kelimesi kelimesine
    içinden geçiriyor:
    — Bir zamanlar Ali Kemâl'in «lâhna yaprakları» diye
    isimlendirdiği, su, soyları malûm gazeteler ne acaip seyler!. Hakka bağlı halk vicdanının erkek,
    kendilerinin de disi olmaları ve o vicdanın asısiyle çocuk doğurmaları gerekirken... Evet,
    böyleyken, kendilerini koç ve halkı disi koyun rolünde görmelerine ve cins değistirerek nikah
    kaçkını Avrupalılasma veledleri sıfatiyle piç çocuklar yetistirmelerine ne buyurulur?.. Bunlar, hak
    maskesi altında haktan baska ne varsa hepsine birden tutkun ve halkı hak uğrunda asılama yerine
    haksızlıklarını halka sırınga etmekte ve ektikleri tohumları tarla tarla verimlendirmekte usta...
    Renklerine de bakın!.. Büyük kısmı mor, su mide bulandırıcı her rengin karısımı, çıban rengi...
    Gayesiz ve mezhepsiz hava-cıva basını... Bir kısmı da koyu kızıl veya açık psmbe... Pembe
    renkte, kızılın olduğu gibi görünmesine karsılık, öyle görünmeye razı olmadan sırasına göre su
    veya bu renge doğru (ton) değistirmenin istidadı da yasar. Ya karantina rengi, samimiyetsiz ve
    mesrepsiz, sarı benizli parti gazeteleri... Bir de Đslama bağlılık iddiasında, her türlü Đslâm vecd ve
    hikmetine uzak, dârülâce-zelik, uçuk ve soluk yesiller... «Üstü kaval, altı s'shane» muvazaacı
    Tanzimat efendilerinin «Batıda var da bizde niye yok?» gibilerden baslattığı ve sonra Ermenisi,
    Yahu-disi, dönmesi, filânı ve falanı, azınlıkların eline kaptırdığı «matbuat» hazretleri, 100 küsur
    yıllık hayatı içinde hiçbir
    116
    defa sâf Türk ve Anadolu eline geçmemis, «Bâb-ı âli» isimli fikir yankesiciliği ve sürüm
    hokkabazlığı tezgâhını devirememis ve halka, onun maJırem vicdanını tercüme edip sunamamıstır.
    Bu inkılâp çapında tercümanlık isini bir Anadolu çocuğu bir gün yerine getirse gerek... Bunları
    düsünen Naci hükmünü söyle bağladı: — îste mor, kızıl ve pembe basının M.ne hâdisesine verdiği
    kıymet!.. Halbuki ellerinde benim (tez) meselem var... Üniversitece reddedilen «Đslâm Tasavvufu
    ve Đnsanlığın Beklediği Nizam»... Renkleri uçuk ve sayfaları soluk yesiller de dahil, hiçbir
    gazeteden müspet veya menfi bir tepki geldiği yok... Eser değerli veya değersiz, ayrı mesele...
    Fakat bunlar o sapıklık soyundan adamlar ki, Türk'ün ruh köküne bağlı bir davranıs gördüler mi,
    onu, ya korkunç bir sessizlik külü altında gömerler, yahut zayıf bir tarafını yakalamaları sartiyle,
    öksürüğü hoparlöre bağlayacak derecede ortalığı samataya boğarlar... Hele Türk'ün ruh köküne
    bağlı bu davranıs zorla göze görünmeye ve ne vesileyle olursa olsun, duman çıkarmaya baslayınca,
    hep birden arslan kesilirler ve ağız birliğiyle çığlığı basarlar... Eski Roma falanjları gibi kol kola
    kenetli oldukları birlik ve beraberlik yalnız Đslama, yani Türk'ün ruh köküne karsıdır.
    Ayniyle Naci'nin düsündüğü gibi oldu. Kitabı birkaç hafta içinde tükendi. Haydi, ikinci baskı ve
    haydi Mine'-nin yakından ilgili olduğu bir sol dergide kendisine karsı müthis bir kampanya...
    Dergin i o kapağında Naci'nin kocaman resmi... Eser mevzuunda bazı profesörlerle anketler ve
    yaylım ates... Ve ne baslıklar, çerçeve içi ne yaygaralar: «Müslümanlık iddia eden Naci'yi iç
    yüziyle teshir ediyoruz!»
    «Naci'nin solcularla basbasa sürdürdüğü bohem hayatı...»
    «Altun saçlı köy kızı ve takma kirpikli Dülsine...» «Naci'nin eserinde temel diyalektik marksisttiri.»
    — Naci, hayal ettiği ideal cemiyetin menfi hedefleri olarak ağır sekilde suçladığı rejimler
    bakımından komü-nizmaya yaklasmıstır. Mezhebi bir nevi Đslâm komünizma-sı diye
    isimlendirilebilir. Bu tezadı da komüni'znia kabul etmez!» '
    «Davasını güttüğü îslâmiyeti kendisi gibi anlayan hiçbir müslüman gösterilemez!»
    • «Naci, müslümanlığa mal edilmesi imkânsız birtakım mistik ve çetrefil hayalleri îslâmm hakikati
    gibi göstererek hû çekmekten ve boyun kırmaktan baska marifetleri olmayan müslümanları
    sömürmek ve Mehdilik taslamak yolundadır.»
    «Eseri reddeden jüri, ilk defa, memleketimizde gericiliğe yol kalmadığını üniversite duvarında
    afislemistir.»
    «Naci'nin asistanlıktan atılması ve kitabının savcılıkça takibe uğratılması gerekir.»
    55 yıllık süresinin ilk 17 yılı devrimci ve ilerici, sonraki 5 yılı Nazi ve fasist, daha sonraki 15 senesi
    demokrat ve liberal ve en sonraki 18 senesi sosyalist ve komünist olmak üzere tam 4 renk
    değistiren ve bu renkler boyunca yalnız îslâm düsmanlığında sabit kalan kızıl gazete... Bu gazete
    hemen kampanyaya katıldı, yazıları ayniyle sütunlarına geçirdi ve basında alevleri kolayca
    bastınlamaz bir yangındır basladı:
    — Vay, sen misin, devrimleri kötüleyen, «süper mür-sit»lik taslayan, yeni bir «nizam-ı âlem»
    getirmek iddiasıyla eskiyi hortlatmaya çalısan, filân, falan, gerici!
    Naci, anlatılmaz bir vicdan öğürtüsü içinde, ilk is olarak birkaç satırla üniversiteye istifasını dayadı:
    — (Tez) imi gerici ve çağ dısı bulan üniversitenizden, asıl ben, onu tas devri kadar geri ve
    topyekûn zaman ve mekân dısı bulduğum için istifa ediyorum.

  5. #25

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Ve bu mektubun fotokopilerini bütün basma dağıttı. Kızıl gazete fotokopiyi basmadı ve istifadan
    bahse bile lüzum görmedi. Fakat (sansasyon) esnafı mor ve pembe renkliler onu bas sayfalarına
    geçirdiler ve halkın «vay canına, neler oluyor!» damarına hitap etmeyi kârlı buldular.
    Simdi herkesin ağzında, bağırsaklı bir düdük gibi gidip gelen bir dedikodu teranesi:
    — Đslâm Tasavvufu ve Đnsanlığın Beklediği Nizam... O da nesi?.. .
    Tabii, marka müslümanları merak dairesinin dısında... Hiçbir seyden haberleri yok...
    Naci, Babıâli'de bir büro tutmus ve faaliyetini artık kitap yayınlarına dökmek istemistir. Kapısı
    vuruldu:
    — Buyurun!
    Đçeriye, soyulmus patates suratlı, favorili, damdan düsme tavırlı, elinde büyükçe bir çanta, bir adam
    girdi:
    — Ben dünyanın en yüksek tirajına sahip bir Amerim kan dergisinin muhabiriyim. Sizinle bir
    röportaj yapmak istiyorum.
    — Derginiz ne bakımdan benimle alâkalanıyor?
    — Yakın ve Ortadoğu'ya ait siyasî, içtimaî, iktisadi büyük bir röportaj dizisi üzerindeyim.
    Seyahatimi Arap dünyası, Đran, Pakistan ve Hindistan'a kadar uzatacağım. Bu arada basınınızdan,
    geçirdiğiniz üniversite maceranızı ve yayınladığınız iddialı eseri öğrendim. Doğu âleminde neler
    olup bittiği ve ne gibi ruhî hareketler kaynastığı, bizim için tarafsız bir gözle müsahede altına
    alınmaya değer. Bu bakımdan sizi rahatsız ettim.
    — Buyurun, oturun! Amerikalı muhabir oturdu.
    118
    119
    Naci, adama dikkatle bakıyor. Hatırına (Oskar Vayld)-ın bir cümlesi geldi:
    « — Filân adam o kadar siliktir ki, onu bir daha hatırlamamak için bir kere görmek yeter.»
    Amerikalı umumiyetle budur; ve Avrupalıya, hususiyle Lâtinlere nispetle bir mesrep eksikliği,
    mizaç donukluğu içindedir. Büyük dâvalarla ilgisi de sadece zahir plânında, o dâvanın doğurduğu
    maddi hareket çerçevesinde...
    Amerikalı sordu:
    — Beni dikkatle süzüyorsunuz!.. Size güvensizlik mi telkin ediyorum?..
    — Hayır, hayır!.. Sahsınızda tipik Amerikalıyı buldum da1 bir ân seyrine daldım.
    — Neymis, nasılmıs tipik Amerikalı?..
    — Kafası ve cemiyet nizamiyle liberal ve (anti materyalist), ruhu ve hayatiyle de (materyalist)...
    Buna mukabil Rus tipi, kafası ve cemiyet nizamiyle materyalist, ruhu ve hayatiyle ise (mistik)...
    Birbirine zıt gibi görünen bu iki tipi kendi tezat kutuplarına irca ettiniz mi, meydana aynı sey
    çıkıyor. Ve aralarındaki çatısma bu ayniyet içindeki zıddiyetten doğuyor. Ağacın tohumiyle yemisi
    arasındaki tezat ve bu tezadın doğurduğu ters oluslar bakımından ayniyet...
    Amerikalının hissiz çehresi gülümsedi:
    — Siz böyle her basit seye (metafizik) siir gözüyle mi bakarsınız?
    — Benim de mizacım, bu...
    — Her seye rağmen çok (enteresting)... Kelimelerini-Ein hiçbirini kaçırmamak için onları teybe
    almalıyım...
    Amerikalı çantasını açıp içinden küçük bir teyp çıkardı. Bir de fotoğraf makinesi... Ve dedi:
    — Ya öbür Avrupalı büyük milletler?.. Fransızı, Đngi-lizi, Almanı, Đtalyanı?..
    — Onlar, dedi Naci; ruhda Batı inkırazının ıstırabını duyan, yasayan, iniltilerini açığa vuran, her
    tarafın (tez) ve (antitez)lerini murakabe ehliyetinde toplumlar... Batı medeniyetinin Rus'ta ve
    Amerikalıda tecelli edici iki mahut azmanı dısında, ıstırap ve nefs muhasebesi melekesini
    kaybetmemis gerçek temsilcisi onlar...
    Ve Amerikalı, eli kâh teypte, kâh fotoğrafta, Naci'yi saatlerce dinledi ve dudaklarında buruk
    lezzetlere mahsus eksi bir bükülüs, çıktı, gitti.
    Giderken de sunları söylemeyi ihmal etmedi: — Ben fikirlerinizden bir sey anlamıyorum ama, çok
    (enteresting), çok (enteresting)... Ancak bu 'kadarını anlıyorum.
    Naci, elleri sakaklarında, Hatçe'nin bebeğine doğru, düsünüyor.
    Kadın nedir? . Her seyden önce, gaye mi, vasıta mı?..
    Süphesiz ki, gaye sanıldığı ân vaadettiği hiçbir $ey3 veremeyen, vasıtalığını da kaybeden esrarlı
    yaratık...
    Öyleyse vasıta...
    Nasıl bir vasıta?.. Neye vasıta?..
    îçi ılık su dolu lâstikten bir heykel mi, güzelliği besteleyen soylu çizgiler /cinde billurdan bir iksir
    sisesi mi?.. Hayır!
    Evinin isini göron ve zaman zaman kuluçkaya yatan, Jâf edici, makine seklinde bir fayda aleti mi?
    Yine hayır!..
    Öyleyse nedir, nedir?..
    Erkeğin nefs aynası mı?.. Erkekteki fâtihlik cehdinin zafer takları altında geçit resmini
    değerlendirmekle vazifeli mizan tablosu mu?
    120
    121
    Hayır, hayırl Nedir, nedir? Naci, kadın evliyadan birine ait su menkıbeyi aynen
    okuyor:
    «— Devrinin büyüklerinden birine, kendisine varmak
    istediğini bildirdi. O büyük (ben kemâl yolunda uğrasmaktayım. Evlenmek himmetimi kesebilir)
    diye cevap verdi ve su karsılığı aldı-. (Ben o yolda senden daha mesgulüm. Seninle evlenmek
    isteyisim herhangi bir maksada bağlı de- , ğü... Çok mal ve mülk sahibi olduğum için onların
    srna geçmesini, muhtaçlara dağıtılmasını istiyor, bir de senin vasıtanla arifler ve saîihleri tanımak
    diliyorum!) Bu karsılık üzerine kadın ve erkek velî, evlendiler. Bir müddet sonra da o büyüğe öyle
    bir hal geldi ki, üç kadın daha aldı. Zevcesi hakkında sözü: (Bana en nefis yemekleri yedi-rir, en
    güzel elbiseleri giydirir ve geceleri beni en hos kokularla ıtırlandırarak (haydi git zevcelerinin
    yanına!)
    derdi.»
    Menkıbedeki kadın ermis, muhakkak ki, nefsinin ve kadının ne olduğunu bilen ve ona göre
    kendisini yenmeyi ve erkeğe yol açmayı anlayan biri...
    (Odore di Femina)nm ötesindeki mâna... Bu sır, Kâinatın Efendisinde tecellisini bulur ve kadın
    bağlılığı içinde kadını asma hududuna varır. Öyle bir sır ki, kadını kaba sehvet plânında görenlere,
    hele Hristiyanlık zühdü taslayanlara anlatılabümesi muhal gibi bir sey... Ama bu sırra kendi
    nefsiyle de âsinâ veya bu âsinâ-hğa kendi öz nefsini de katmıs kadını nerede bulmalı?..
    Hayır! Bu arama da olamaz! Olsa olsa bu sırdan zerrece pay almıs bir erkeğin kadınla tam bir
    hasrünesr içinde, yanak yanağa Allah'ı düsündürücü bir ahenk kurmaya bakması gerekebilir. Hem
    de kadın tarafından fazla de-rialiğe inilmeden, akılla kurcalanmadan ve fazla bir sey
    bilinmeden... Đsin estetiği bu noktada ve kadın-erkek sar-mas-dolasmda her seyi duyguya
    ısmarlamakta...
    Hatçe, o da kendisi de bilmeden, tam aradığı kadındı; fakat «sana hasretten baska nasip yok!»
    dercesine kanatlanıp uçtu.
    Belmâ, suni oyunlar ve yapmacıklı büyü tertipleriyle onu çıldırtacak kadar tesirli oldu; ve nihayet
    her seyi bir çıkmazda bırakıp Avrupalarda cümbüsüne devam etmeye gitti.
    Mine mi?.. Onu tersine çevirmek mümkün olsa, belki kucak açabileceği kadından bir koku
    verebilir. Yahut tersine çevrilen Mine'de hiçbir cazibe Kalmaz. Kâğıt yakılıp karbon olduktan sonra
    bir daha kârıda döndürülemez.
    Gerisi, ters istikametlerde yol alan iki trenin bir istasyonda 3-5 dakikalık rastlasması gibilerden bas
    vurmalar... Ve hep mahrumluk, kadında kadından yoksunluk misalleri...
    Đster Batılı, ister Doğulu, okur-yazar dedikleri yanın yamalak insanlar (Don Juan) tipini kadın
    toprağında bir fâtih, mutlu bir kolleksiyoncu zannederler. Ne yanlıs!.. (Don Juan), kemmiyet
    zenginliği içinde kadından yana fakirliğin, bulamayısın, eremeyisin ve elleri bos kalısın
    (melânkolik) örneğidir. Ve Batı edebiyatının, asıl müessiri görmeksizin varabildiği son hassasiyet
    ufkunu çizer. Bu ufuk, sair Fuzûlî'nin «Leylâ ile Mecnun»unda, «Leylâ'yı ararken Mevlâ'yı bulma»
    seklinde asırlarca önce asılmıstır. Đnsan kadınını ne kadar sevmelidir ki, nihayet onu asacak ve
    Leylâ'yı Mevlâ ile,değistirecek hâle gelsin... Ve ondan sonra, hem de kadınla elele büyük rejime
    istidat kazansın...
    Bir kadın istiyor... Bir kadın ki, erkeği kelimelerden 'iğrenmeye basladığı ân susmayı bilsin... Bir
    kadın istiyor... Bir kadın ki, erkeğinin sahsiyetini manto gibi giysin ve
    123
    Đ22
    sihirleri ürkütmemek, cazibe mevcelerini darıltmamak hünerinden (estetik) bir idrakle anlayısı
    olsun... Bir kadın istiyor... Bir kadın ki, erkek zekâsını kat kat asan bir içgüdü sayesinde her ân
    yenilenmek, asla tükenmemek gibi bir sanat tılsımı içinde, insana sah damarından daha yakın
    Allah'a yol verebilsin... Ve bütün bunları hiçbir uka- . lâlığa yeltenmeksizin sihirbazca yerine
    getirebilsin... Daima mahkûm olduğu noktaları kollayabilsin ve x> nokta göründü mü hemen
    silinmeyi, kılçık taraflarını gizlemeyi kestirebilsin...
    Hani o kadm?..
    Naci, dâvasının sosyal plânda kavgasını sürdürürken kendi iç olusunu gölgelediği ve isi, sönük
    kömürler halinde kabuk kelimelere döktüğü hissine düsmektedir. Halbuki o bizzat yasamak istiyor
    ve yasatmak gayretinin, za-ruriliğine rağmen öz yasamayı engellediğini seziyor. Ah, cemiyet
    plânına sürerken ferdî tekâmül çerçevesinde bizi köstekleyen ve duraklamaya zorlayan gizli nefs
    sâikleri!.. Oldurmaya çalısmanın bizzat olmaktan alıkoyan nefs hilesi... Fertle cemiyet arasındaki
    uçurum...
    Tasavvuf bu sırrı da çözmüstür. Evvelâ halktan uzaklasmak, Hakta erimek, pesinden bu hal ile
    halka dönmek, olduktan sonra oldurmaya yönelmek vardır. Bunlardan birincisi «terk», ikincisi
    de «terk-üt-terk», terketmeyi terk-etmektir. En büyük dereceyi ihtar eden ikinci basamağa
    birincisine ayak atmadan nasıl çıkılabilir? Bereket versin ki, o, bu dâvayı günlük hayat kadrosunun
    cüce mikyasları içinde temessüle çalısıyor, fakat içinden de «nefsinle uğras!» diye bir ses
    gelmesine mâni olamıyor..
    Amerikalının röportajı, milyonlarca basan bir dergide bir bomba patlayısı halinde yayınlanmıs ve
    Avrupa ba-
    124
    sınına da sıçramıstır. Hattâ bir habere göre «fslâm Tasavvufu ve Đnsanlığın Beklediği Nizarr»,
    meshur bir sarkiyatçı tarafından Garp diline tercüme edilmek üzere ele alınmıstır. Ama bu mevzuda
    henüz Naci'ye basvurulduğu ve ondan izin istenildiği yok...
    Türk basıpında mor ve pembe renkliler haberi kısık seslerle vermekte, kızıllarsa ates püskürmekte...
    Hele Mi-ne'nin dergisi...
    Söyle bir baslık:
    «Kapitalist dünya, simdi taklitçisi bir ülkenin müte-iekkir taslağından medet mi umuyor?»
    Buna karsılık muallâkta bir gazetenin, eseri gerici bulan jüri reisine suali:
    — Burada red ve çağ dısı kabul edilen bir eserin, Batıda topladığı alâkaya ne dersiniz?
    Ve aldığı cevap:
    — Sadece hayret etmekteyiz! Đçinde yasadığımız çağın temsilcileri biz miyiz, onlar mı?.
    Onlardan öğrendiğimiz çağı, simdi onların mı inkâr ettiğine sahit olacağız? Yoksa Batı fikir âlemi
    bizi yarı yolda bırakıp baska bir istikamete mi sapacak?..
    Naci bu cevaba güldü:
    — Ne tuhaf, diye mırıldand,!; simdi de Doğunun bu müflis kafaları Batının kendilerine ihanet
    ettiği, önce kendine inandırıp sonra kendinden caydığı iddiasına kadar gidebilirler. Farkında
    değiller ki, çağ, iste efendilerinin yasadığı, bu, kendi kendilerine yetemez hâle gelmenin
    buhranlı demidir. Çağ budur; ve burada çağdan bahsedenler, karaya vurup kokan balıklar misali
    bastan basa çağ dısıdır. Denizin kumsala attığı kokmus palamutlar...
    Artık Naci, eseri etrafındaki hâdiselerden sonra meshur bir insan... Babıâli kaldırımlarından inip
    çıkarken, bazı gençlerin birbirini dürterek fısıldadıklarına sahit oluyor:
    — Đste «Đslâm Tasavvufu» eserinin yazan!., Kitabı Batı dillerine çevriliyormus...
    Söhret... Đnsanların o kadar arzuladığı sey, meğer ne belâ imis... Onun Peygamber dilinde «âfet»
    olarak gösterilmis olması da ne ince hikmet... Đste iç olusla dısta görünüs arasındaki birbirine
    musallat iki kutup!..
    Bir gün sahte dâhiler yokusu Babıâli'den inerken, kitabını en fazla satan Acem, yolunu kesti:
    — Naci Bey, haftanın belirli bir gününde dükkânımızı sereflendirip okuyucularınızın alacağı
    kitapları imzalamak istemez misiniz? Çok istek var, lütfen kabul edin! Gençlik sizi çok tutuyor.
    '
    Naci su cevabı verdi:
    — Kitabımın sürümü için, Yahudi dehâsı kokan böyle bir bulusa razı olamam... Ama, eserimle
    alâkalanıcı gençleri de tanımak isterim. Onlara haftanın belirli bir gününde, imza bahsini
    etmeksizin dükkânınızda bulunacağımı söyleyebilirsiniz... Dükkânınız büyük ve böyle bir
    toplantıya elverisli...
    — Gazetelerde ilân edeyim mi bu kabul gününü?..
    — Asla!.. Sizden haber alan gelir.
    Acem kitapçının dükkânında Naci'nin okuyuculariyle haftalık toplantısı kısa zamanda bir akademi
    havasına kavustu. Bu arada isinin çok iyi gitmesinden bahtiyar Acem, büyük dükkânının tezgâh
    arkası kısmını bosaltarak 40-50 kisiyi oturtabilecek bir meydan açtı. Üstelik bir de bedava
    ikramlara mahsus olarak bir köseye çay ocağı yerlestir-, meyi uygun buldu.
    (Sansasyon) gazeteleri fırsatı kaçınr mı?.. Toplantılar türlü dedi-kodularla basına aksetmeye kadar
    vardı.
    Bir gündü. Masasında oturan Naci'nin karsısında birkaç halka insan... Hepsi de genç... Ayakta
    kalanlar da bir hayli... Temiz, aydınlık, hayran; ve sinsi, alaycı, dis bileyici yüzler bir arada...
    Kimseye ruhunun kimlik kartı sorulmadığı için, gelis, sokaklar kadar serbest...
    — (Tez)inizde öne sürdüğünüz nizam gerçeklesecek olsa kadının vaziyeti ve cemiyette mevkii
    ne olacak? Kadın, yalnız iki göz deliği bulunan bir çuval içine girip evinin zindanında çürümeye mi
    bırakılacak?
    Bu sözü söyleyen, solumturak edalı bir genç kızdır ve ayakta, sanki bir dershane havası içinde
    konusmaktadır.
    Naci cevap verdi:
    — Lütfen oturunuz ve yerinizden dilediğiniz gibi konusunuz! Kitapçımız, bu toplantıları
    tertiplerken bana bir masa, okuyucularıma da bir takım sıralar göstermekle, ister istemez yerimize
    bir sınıf havası verdi. Halbuki ben, bu rastlasmayı daha mahrem bir zeminde ve daha.kısık bir
    kadro içinde sürdürmek isterdim. Okuyucu, muharririn gözünde, bir hayalet gibi omuz basından
    bakan, ona bütün süphelerini ihtar eden, âdeta ondan bir parça gibi kopup karsısına dikilen
    korkunç bir seydir. Bazan da onun iç dünyasına tamamiyle yabancı, ona yalnızlığını haykırıcı
    bir varlık... Bu bakımdan her ideal gibi «iste vardım!» samlmaması, hattâ kaçılması gereken
    binbir baslı bir heyula... Bir Fransız sairi onu «Riyakâr okuyucu, benim benzerim, benim
    kardesim!» diye tasvir eder. Nasıl, bir cemiyette hiçbir fert cemiyetin kendisi değilse ve cemiyet,
    nasıl, tek tek fertlerin ötesinde kalan bir seyse, okuyucu da tek tek ele alınacak örnekleriyle
    mücerret okuyucuyu modellestiremez.
    Arkadan bir kadın sesi duyuldu:
    — Siz, sorulana cevap değil, vaaz veriyorsunuz!..
    Naci, gözleriyle bu sesin sahibini aradıysa da bulamadı. Kafalar sesin geldiği tarafa dönünce de
    açılan bosluktan sesin sahibini gördü: 'Mine...
    — Siz burada ne arıyorsunuz?
    — Ben de bir okuyucunuzum ve geldim!
    — Size karsılık vermeden, evvelâ suale cevap vereyim... îslâmiyette kadın, erkeğin bütün
    hassasiyet ve ceh-dini mihraklastıran bir remzdir. O olmasa zürriyet olmaz gibi kuru bir madde
    ölçüsü bir tarafa, o olmasa erkek ve erkeklik olmaz. Đslâmiyet kadını örter ve Hristiyanlık açarken,
    hakikatte biri onu mefkûrelestirmekte, öbürü de bayağılastırmaktadır. Nitekim Hristiyanlığın ruh
    rejiminde kadından kesilmek, Îslâmiyette ise ona doymak vardır. Kadından kesilmenin bâtıl
    dini, ahlâk ve hassasiyetini asıladığı cemiyette kadını kasaplık bir et yığını gibi çengele asmak
    tezadına düserken, Đslâmiyet kadına gerçek mahiyeti veren hak din olarak onu örter, böylece kadına
    gerçek değerini vermis olur ve arada tezat diye bir sey bırakmaz. Fakat bu nükteden, incelikten kim
    anlar?.. Kadının cemiyet vitrininde görünmesi de mânası bakımından elbette sart, fakat aynı
    mânanın ölçülestirdiği bir kanuna bağlı... Bu ne çarsaftır, ne de yalnız iki göz deliği bulunan bir
    çuval... Saadet Devrinin kadınına dikkat edenler kanun dairesini hemen görürler. Kanun, kadının,
    gösterilebilir ve gösterilemez yerlerini açıkça sınırlamıstır. Bu vaziyette kadın, tam bir sınır
    riâyeti içinde dünyanın en ziynetli, en zevkli, en güzel kıyafetiyle cemiyet meydanında boy
    gösterebilir. Yoksa asırlar boyu, örtünme emrini çuvala girme seklinde yorumlayan ham yobaz
    ve kaba softa elinde kadın, Islâmî mânasını da kaybeder ve âlemde en büyük incelik, en galiz
    kabalık olarak meydana çıkar. Evet, gelelim simdi size Mine Hanım!.. Simdi sizinle hesaplasalım!..
    Mine ayağa kalktı:
    — Sohbetiniz bitsin de hesaplasalım!..
    Salondakiler kalktı, hayret dolu gözlerle Naci ve Mine'yi süzerek salonu bosalttılar. Mine:
    — Hakkında verdiğim karan yerine getirmede*! seninle basbasa bir konusma yapmak
    ihtiyacındayım.
    — Neymis o karar? , .
    — Tam icra edileceği ân göreceksin!
    — Öyleyse konusmak neye?,., Đcra et! —- Önce konusmalıyım...
    — Bu konusma, kararında bir değisiklik mi yapabilir?.
    — Belki!..
    — Buyurun, konusalım!..
    — Burada olmaz. Đzbe bir yerde ve basbasa.... Hep karsılıklı çarpısmalarla geçmis olsa da, eski bir
    tanısıklık ve bir kadın ricasını kırmamak diye erkekçe, bir duygu tasıyorsan içinde, kabul edersin!
    — Kabul!.. Ne zaman, nerede?..
    — Arabam dısanda bekliyor. Hemen simdi, dilediğin tenha bir lokalde... Meselâ Boğaz'da...
    Naci gözleriyle Mine-nin suratını adamakıllı taradı.
    Ne tuhaf!
    Hiç de alıstığı Mine değildi bu... Korku bilmez bir irade heykeli...
    Çıktılar..
    Boğazda, denize karsı, içinde esnemekti bir iki garsondan baska kimse bulunmayan bir lokaldeler...
    Mine, uzaktaki garsona haykırdı:
    —.Garson, bir rakı daha!..
    Naci kaslarını çattı:
    — Yeter artık içtiğin!.. Burada kal!
    — — Hiçbir sey olduğu yerde kalamazl Sonuna kadar gideceğim!
    — Konusacağımız seyleri hep savsaklıyorsun! Neymis bakalım konusacakların?..
    — Hiç!
    — Hiç için mi beni getirdin buralara?..
    —r Hiç veya her sey!..
    — Sende eskiden görmediğim seyler farkediyorum.
    Adetâ romantiklesiyorsun!..
    — Sayenizde...
    Naci patlamak üzere:
    — Ne" istiyorsun benden Mine?.. Mine en keskin toniyle:
    — Seni istiyorum!
    — Sen insana b türlü abanan cinstensin ki, tutmak Đstediğini kaçırmaktan baska bir sey gelmez
    elinden...
    — Bunun Đçin mi kaçıyorsun benden?.. Beni bir nezle mendili olmaya bile lâyık görmüyorsun!
    — Sen, erkek ve'kadın arasında çekicilik sırrına kı-yan, tek ye dikenli bir mizaç üzerinde direnen
    bir yaratılıs üstündesin!.. Hırs...'Seni çıldırtacak kadar atesli bir. hırsa kapılabilirsin, fakat
    sevemezsin! Kendini sevdirmenin de sanatına yabancısın! Onun için, güzel bulus doğrusu, nezle
    mendili olmaktan, ileriye geçemezsin! Akıl zahmetleri içinde kıvrandığın halde dehâ üstü
    kadınlık sezisinden haberin yok!. Disiliğini hatırladığın her ân kendi kendinin erkeği yine sen
    oluyorsun ve bir türlü kadınlıkta karar kılamıyorsun! Hünsâ bir ruh mu tasıyorsun, ne?..
    Mine bir defada rakısını devirdi ve yanakları sıcaklığını hissettirecek gibi kızarmıs, masa örtüsünü
    tırmıkladı:
    — Söyle, söyle!.. Bana kadınlık sırlarını öğret!..
    — Ne öğretecekmisim?.. Senin tabirinle vaaz vermemi istemiyorsun her halde?..
    — Söyle,diyorum, söyle!..
    — Bir erkek alâkalı olduğu kadına, kadınlık sımnı öğretmeye- kalktı mı, cazibeyi bozmus olur.
    Erkeklikten çıkar ve hoca yerine geçer. Alâkalı olmadığına da ukalâlık
    130
    etmekten zevk almaz. Reçete tavsiyecisi olmak istemez. Bu sırlar* sezisle yakalanır, akılla
    kovalanmaz.
    Mine haykırıyor: .
    — Garson, rakı!
    — Hayır! Daha fazla içmene izin vermiyorum- Otomobilini kullanamayacak haldesin! .
    — Sen de içsene hatırım için bir kadeh... Basın dönerse belki aklın basına gelir.
    — Biliyorsun ki, ben içmem! Basım dönerse aklım bir daha basıma gelmez!
    Mine dislerini gıcırdattı:
    — Softa!!!
    — Softalık buysa, ondan büyük fazilet tanımıyorum!
    — Ben sana bir sey söyleyeyim mi, Naci; ben seni bu kafanla yasatmamaya kararlıyım^
    — Yaaa? Demek .kararın bu!
    — Evet, kararım buL Ya benim olursun, ya benimle ölürsün!..
    Naci güldü:
    -— Bir sey düsünürüz! Haydi simdi çıkalım buradan!.
    Mine, gözleri volkan:
    — Bir de benimle alaya kalkıyorsun, öyle mi?.. , Naci ayağa kalktı:
    — Alay etmek elimden gelmezi Haydi, kalk, gidelim!..
    — Yoksa sana yaptıklarımdan kin nü besliyorsun bana?..
    -1— Hiç de kusuruna bakmadım. Herkes tabiatını icra eder bu dünyada... Sen de kendinden
    bekleneni yaptın!
    Mine de kalktı. Sendeliyor. Naci ona yardım etmeye lüzum görmedi. Sadece masa üzerindeki
    çantasını uzattı:'
    — Bu çantada ne var böyle?.. Ağır bir sey var gibi gefdi bana...
    — Tabanca var!..
    131
    — Beni- onunla rai öldüreceksin?
    — Đnanmıyorsun, öyle mi?..
    — Niçin inanmayayım.?.. Sen her aklına geleni yapabilirsin!.
    — Görüsürüz!
    Rıhtıma inen merdivenler... Mine yıkılmaması için kolundan tutan Naci'nin omuzuna basını
    dayamıs-.
    — Yine soruyorum; Bana gelecek misin?
    — Gelemem Mine, bu bahsi kapatalım ve bir d&ba karsılasmamaya bakalım!..
    — Ben. seni bırakmam ^;... Nereye gitsen, ne yapsaaarkandan
    gelirim.
    — Arkandan gelirim, diyorsun; izinden gelirim diyeraiyorsun?
    — Bana sen lâzımsın; çizdiğin avanaklar yolu değil...
    —• Kendisi avanak olmayan bir insanın çizdiği yol, hiç avanaklar yolu olabilir mi?
    — Pekâlâ olabilir!
    —.Nasıl?
    — Avanakları sömürme yolu... Sen öyle bir sahtekârsın ki, en basta' beni. sömürüyorsun!..
    Beni kendi kendimle boğusmaya sürüyorsun!..
    Naci, ağır ağır indiği tas merdivenin son basamaklarında bir ân durdu. Hatırına Beimâ gelmisti.
    Mine'nin «beni kendi kendimle boğusmaya sürüyorsun!» derken Naci'ye hatırlattığı büyücü kadin...
    Onun bütün marifeti, yüzüne karsı da haykırdığı gibi, Naci'yi parçalamak ve kendi kendisiyle ceoge
    tutusturmak blmustu. Simdi onun yerine kendisi geçiyor, Mine de Naci ile yer değistiriyordu: Bu
    durumda Mine'ye hak mı vermeliydi? Ama onun bir suçu yoktu; Mine'ye hiçbir sey vaadetmemisti
    kî... •. Mine kekeledi:
    — Neye durdun? Ne düsünüyorsun?
    — Hiç!..
    132
    Ve (basamakları bitirip, rıhtıma çıktılar. Mine'nin otomobili giris kapısının 'yanı basında, yaya
    kaldırımında...
    — Mine, fena halde sendeliyorsun!.. Otomobilini kullanabilecek inisin?..
    — Kullanırım herhalde...
    — Süpheliyim...
    — Korkuyorsan sen baska bir vasıtayla git!
    — Seni bu halinle tek basına bırakamam! Otomobile girdiler..
    Direksiyonda Mine ve yanında Naci... Rumeli Hîsan'nın önünden geçip Karaköy'e doğru sahil
    boyunca kıvrım kıvrım akıyorlar.
    — Mine dikkat et, zikzaklıyorsun! .
    —- Aldırma!.. .
    Öndeki arabaya çarpmamak içîh Mine'nin ani olarak yaptığı fren Naci'yi zıplattı. Mine'nin tabancalı
    çantası da yere düstü. Naci eğilip çantayı aldı ve Mine ile kendi arasına yerlestirdi.
    Mine ona bakmıyor:
    — El sürme o çantaya!.. Đçinde tabanca var dedik ya...
    — Varsa, var ne olacak?..
    — Pek de lüzum kalmadı ya; olsun, o yine^ çantamda yabancı eller değmeden uyusun... Sen
    ölümlerden ölüm beğenmeye bak!.. Kursun mu, bıçak mı, ip mi-, su mu?.
    — Đsi palavraya, santaja döküyorsun," yeter artık!..
    — Palavra ha, santaj ha!.. Sen beni, korkuttuğu seyi yapamıyacak bir sahtekâr sanıyorsun, öyle
    mi?.. Bak su önümüzdeki, dirseğe!.. Görüyor musun?.. 40-50 metre mesafe var, yok...
    Naci sinirli:
    — Gördüm, ne olmus!..
    — Onu da simdi görürsün!...

  6. #26

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    — Haydi oradan hokkabaz!
    133
    Mine'nift yüzü bir kaya... Sonuna kadar gaza basan ayağı... Otomobil çıkıs yapan bir yans atı gibi
    fırlamıs ve dirseğin üzerindeki korkuluk parmaklığını devirerek denize uçmustur.
    Korna sesleri, üstüste yığılan otomobiller, kosusanlar,
    haykıranlar, çığlık basanlar...
    Naci'ye telefon çalıyormus gibi geldi.
    Gözleri kapalı, sağ elini uzattt ve telefon ahizesini çekip kulağına götürdüğünü sandı.
    Uğultu... Sanki tâ derinlerde bir dere akıyor.
    Kendisi sarp bir dağın tepesinde; ve derinlerde, derinlerde, bir uçurumun girdaplastığı noktada bir
    uğultu... Çocuk ağlamaları, kadın çığlıkları, imdat çağaları, tek tek belli olmaksızın sarmas-dolas...
    Bir ses, bir ses... Uzak, bitik, yanık, t&dı mı tatlı bir ses... Sanki yıldızların ötesinden geliyor:
    — Beni istemiyor musun?
    Tasa üflense onu eritecek bir kadın sesi:
    — Beni istemiyor musun?
    «Beni istemiyorsan isteyebilecek ne kalır?» mânasına, yalvarırken ferman eden bir ses:
    — Beni istemiyor musun?
    Çırpındı:
    — Anne!
    — Ne var oğlum; bir sey mi gördün rüyada?
    — Anne, anne!
    — Oğlum!
    — Ben yasıyor muyum, dünyada mıyım, senin yanında
    mıyım? Tut elimi, sık!
    Annesi iki eliyle oğlunun elini avuçladı.
    134
    Naci, hâlâ gözleri yumulu:
    — Yoksa hep beraber öldük de buraya tıpatıp es ba»-ka bir dünyada mıyız?
    — ölmedin oğlum, Allah seni korudu-. Naci gözlerini açtı.
    Denize uçan otomobilde Mine, çarpma tesiriyle hemen ölmüs, Naci de basından ağır yaralı, sığlıkta
    dikili kalan arabadan çıkarılıp kurtarılmıstır.
    Ve iste hastanede... Bas ucunda annesi
    — Neredeyiz?
    — Hastanedeyiz, oğluml
    — Kaç gündür buradayım?
    — Üçüncü günü... Çok sükür, ayılabildin! Deminden beri gözlerini açıp kapıyordun...
    — Bayılmadım ki ayılayyn... Hep pençelestim. Bu dünyadan yalnız seni hissediyordum yanımda...
    — Bir saniye bile ayrılmadım basından..
    — Anne!
    — Oğlum!
    — Ne güzel sey annelik!.. Hele senin gibisi;.: Benim, basımda bekleyecek hiç kimsem yok....
    Hiç!..
    Naci gözlerini açtı ve yatağından doğrulmaya davrandı. Annesi atıldı:
    — Aman kıpırdama! Doktorlar, kendine tam gelse de yatmakta devam etsin, dediler.
    — Doktorlar der! Biraz kıpırdayayım ki, hayatta olduğu arılayayım... Demek kurtuldum, öyle mi?..
    — Sükürler olsun...
    — Mine'ye ne olmus?.. .
    —: Hiç haberim yok... Ben hep seninle uğrastım. — Demek ölmüs Mine...
    — Bilmiyorum!
    — Bilmiyorum denildi mi, iyi biliyorum mânasına ge-
    135
    — Yine kafanı isletmeye basladın. Gözlerini yum ve hiçbir sey düsünme!.,
    — Nerede o saadet benim gibilere, anne?
    Kapı vuruldu. Đçeriye iki asistan doktor girdi. Naci'yi açılmıs görünce gülümsediler. Basındaki
    sargıyı açıp baktılar:
    — Atlattınızl Bundan sonra da bir ihtilât olmaz sanırız. Birkaç günlük bir kontroldan sonra, Hoca,
    herhalde sizi evinizde tedaviye bırakabilir.
    — Artık doğrulabilir miyim, yatağımdan kalkabilir miyim?
    — Ufak tefek hareketler yapılabilir.
    — Gazete okuyabilir miyim?
    — Bir mahzuru yok... Ama' kafanızı çalıstırmasanız daha iyi olur. Bu (trauma) dan sonra ruhi
    halinizin ne olacağı belli olmaz. Her halde birkaç hafta geçmeli..;
    — Hâdisenin basma nasıl geçtiğini merak ediyorum. Asistanlardan biri, Naci'ye, annesini isaret
    etti:
    — Hanımefendi gazeteleri her gün aldırttılar. Size gösterebilirler. .
    . .
    Asistanlar, Naci'nin yanında birkaç dakika oturdular. Biri sordu: .
    — Ne oldu bir Batı diline tercüme edileceğinden bahsedilen eseriniz?..
    — Benden birkaç ay önce müsaadesini almıslardı. O gün bu gün, alâkalandığım yok...
    — Böyle bir sey olursa memleket için büyük zafer... Asıl mühim olanı Batı dünyasının kendi
    (antitez) ine aid, kendine zıt bir eseri benimsemesi... Bu, solcuların zor âk j propaganda sistemiyle
    islettikleri siyasi tezgahların isine benzemez. . . , -
    . — Ben de bunun için kabul ettim ya tekliflerini... Batı umumi efkârının, her türlü hasis maksat
    dısında hasbi alâkasınr çeksin diye...
    136
    — Sizi fazla konusturmayalım... Sözler zahmetle çt- kıyor ağzınızdan...
    Doktorlar çıktıkt-vı sonra, Naci, yatağından doğruldu ve bacaklarını sarkıtı:
    — Çok sükür, anne, vücudumun baska yerlerine bir seyler Olmamıs... .
    — Sonsuz sükürler... Ne o, yatağından kalkmak niyetinde misin?
    — Evet, su senin yatağının yanındaki iskemleye oturup gazeteleri gözden geçirmek istiyorum.
    — Ne yapacaksın, Naci, bos yere sinirlerini bozacaksın!
    '— Demek sinir bozucu seyler yazılmıs... Nereye koydun gazeteleri?
    — Siltenin altında... . .
    Ve çıkarıp üç günlük gazeteleri verdi. Mine'nin dergisi de aralarında...
    Büyük 'baslıklarla kaza haberi... Her biri ayrı dille hâdiseyi büyük baslıklar halinde veriyor:
    «Eseri üniversitece reddedilen meshur asistan — Bo-ğaz'da müthis bir otomobil kazası — Naci,
    fikirlerine zıt bir kızın sürdüğü otomobilde denize uçtu — Kız, geçenlerde mahkemece tahliye
    edilen Mine •«— Kız öldü, Naci ise koma halinde hastanede — Kazanın sekli garip ve süpheli
    görülüyor — Otomobilde1 kızın çantasında tabanca ve ko-münist faaliyetlerine ait bazı vesikalar
    bulundu — Savcı-îık ifade almak için Naci'nin kornadan çıkmasını bekliyor — Memlekette
    hâdise olan eserin, Batı diline tercüme edildiği haberi de bugün alındı...» Ve Mine'nin dergisi:
    «Bu, Naci'nin Hatçe isimli bir köy kızından sonra ölü-' .öle havale ettiği ikinci kadındır ve'her iki
    ölüm sekli üze-rinde de derinlesmek lâzımdır. Otomobili Mine kullari
    hesaba katmadan kullanmıs olsa bile, son anda Naci'nin direksiyona yapısıp korkuluğa sürmüs
    olması ihtimali büyüktür. Mine'ye âsık Naci, fikir hıncından ziyade karsılık görmemis olmanın
    öfkesiyle bu cinayeti islemis olabiliri..-
    Hiç sasırmadı Naci... Bir hadiseyi bu kadar ters-yüz etmek, onun eski bir tabiriyle Galata Kulesini
    bostan kuyusu diye göstermek, ancak bir çesit Babıâli esnafına yaratabilirdi. Evvelâ haber ve
    hakikat namusu... Elinden gazeteleri attı:
    — Anne, dedi; simdi de savcılara mı hesap vereceğiz?
    — Ne yaparsın; ortada, akıl, ahlâk diye bir sey kalmadı ki... Sen kurtuldun ya, ona bak!.. Hem dün
    sabah savcılıktan gelip seni sordular. Doktorlar halini anlattı, gittiler. Her halde yarın gelirler.
    Çekinecek bir seyin yok ki,-senin...
    O aksam Naci, öbür insanların, uykusuyla uyuyabildi. Ama sabaha kadar, o esrarlı, anlatılamayacak
    kadar tatlı ve belirtilemeyecek kadar acı ses kulağından gitmedi:
    — Beni istemiyor musun?
    Sabahın ilk is saatlerinde, karsısında doktor va savcı yardımcısı...
    Bilirkisiler beyaniyle otomobili sürenin yanında oturan kisi hem direksiyona hâkim olma, hem de
    gaza basmak fiilini bir arada çok zor-becerebileceğine ve zaten di-reksiyondakini ölüme atıp
    kendisini kurtarmak diye bir |: garantisi olmadığına göre vaziyet açıktı. Gittikleri lokalin
    garsonları da Mine'nin çok sinirli olduğunu ve Naci'ye de-,
    «seni öldüreceğim!» dediğini duymuslardı. Savcı yardımcısı sordu:
    — Öncesinden beri her sey, Mine'nin sizi ümitsiz bir : askla sevdiğini gösteriyor. Buna ne
    dersiniz?
    — Kimsenin, kimsenin vicdanını kurcalamaya hakkı • olmadığını söylerim. Bu kız,
    aramızdaki fikir ayrılığının
    delice öfkesini yasıyordu ve beni yeren yazılan da hep bu hınç noktasından idare ediyordu.
    Bilemem, bu noktada nefrete çalan ask mı, aska çalan nefret mi hâkim? Baska bir izah takdiminde
    mazurum.
    Sava yardımcısı ayrıldı; doktor, Naci'nin taburcu edilmek ricasını kabul etti, Naci de kolunda
    annesi, ilâç kokulu koridorlardan geçip evine yollandı.
    Kulağında, Mine'den mi, Hatçe'den mi, yoksa ötelerde bir perde arkasından mı geldiği belirsiz ses:
    — Beni istemiyor musun?
    Köskünün bahçesinde büyük ve yaslı bir ağaç var... Tam da çalısma odasının Boğaz'a bakan
    penceresi önünde... Sık sık uzandığı ve kıvrandıncı düsüncelere daldığı divan da ağaca karsı...
    Sekillerin dili, bu ağaçta olduğu kadar hiçbir lisanda çarpıcı olamaz. Đri bir gövde üzerinde yamru
    yumru bükülüslerle kalın dallara, derken daha az kalın, sonra ince, oradan da ipince ve nihayet
    inceden ince yaprak dallarına ayrılan esrarlı mimarî ağaç... Son incelik de yaprakların üstünde aynı
    dağılıs ve toplanısı haritalastıran, «tek» etrafındaki sonsuz dağılıs ve toplanısı plânlastıran kıl gibi
    çizgilerde...
    Ağaç, vahdet musikisinin ne muazzam sekil senfonisi... Birkaç gün, fazla gidip gelmeden, fazla
    okuyup yazmadan, sadece istirahat öğüdünü alan Naci, bu divanda o ağaca bakarak düsünüyor,
    istirahat öğüdünü almıstır ama «düsünmeyeceksin!» emrini vermeye ne kimse, ne de kendisi
    muktedir...
    Evet, ağaç, du.rgun havalarda dallarının sabit ve mahzun kıvrımlariyle istikametler âleminin
    sonsuzluğunu için için mırıldanırken, rüzgâr esince bu kıvrılıslardaki hareketi, bütün aletleriyle
    haykıran bir orkestra... Saçlarını yolar, çığlık basarcasına bir seyier arıyor.
    Ebedi bir kavusma cehdi içinde gidip ge,Jen,. düğümle-
    130
    138
    inen, çözülen, bulur gibi olan, bir ân duran, sonra geri dönen, tekrar hamle eden, pesinden çekilen,
    hareketsizliğe gömülen, içinden düsünceye geçen, mezarlardan fırlamıs iskelet kolları ve elleri
    halinde her biri bir yönde donup kalan dallar... '
    Düsünüyor:
    — Bos konusuyoruz, bos!.. Bütün bir ömür içinde söylediğimiz bir milyon kere bir milyon lâf,
    arayıp da bulamadığımız tek cümle için... Arayıp da bulamadığımız, arayıp da bulur gibi
    olduğumuz, bulur gibi olup da yine elden kaçırdığımız, elden kaçırıp da tekrar bulur gibi
    olduğumuz, tekrar bulur gibi olup da artık aramaya .lüzum görmediğimiz tek cümle için... O
    cümle.nedir, o cümle?.. Ben o cümleyi bilmiyorum... Fakat bütün mevcutlarla beraber, bütün
    cümlelerin, içinde eridiği ve yok olduğu tek bir kelime biliyorum. Her ân söyleyip de hiçbir ân
    hakikatine yaklasamadığımız ve yaklasamayacağımız tek kelime-. «Allah»...
    Ve:
    — Gerisi bos, bombos konusmaktan, bir hastalıklı dır-dırdan baska nedir ki?... Keske ben «Allah»
    kelimesinden baska, ağzından tek söz çıkmayan bir dilsiz olsaydım. Meselâ su ağaç...
    Ve ağaç konusuyor:
    — Allah'ım; sana büyük derken, kafamın büyüklük üstündeki bilgi ve kavrayısının, utançtan
    yokluğa can attığını duyuyorum. Ey büyüklüğün yaratıcısı Allahım!.. Sana «Yok!» diyenleri bir
    tarafa bırak; «Var!» diyenier bile beni incitiyor. Zira varlık zatiyle ve her seyiyle senin kulun ve
    oyuncağın... Sen o kadar varsın ki, sana «Var!» demek, seni kuluna ve oyuncağına tasdik
    ettirmek gibi geliyor bana... Ah, imanın öyle bir derecesini seziyorum ki, o derecede, konusmak
    yok mu, konusmak, p bile küfür... Đste ben bü yüzden dilsizim...
    140
    Gözlerini yumdu ve ağacı dinlemekte devam etti:
    Dilsizlikte bir bedahet ifadesi vardır. Her seyi bedahetle bilir, akılla ararız. Bedahet duygumuz
    olmasaydı, akıl tek. seyi anlayamazdı. Bedahet öyle bîr his ki, akıl» ona köle diye verilmistir. Ve
    bizim akıldan beklediğimiz selâ-hiyet onda... Bedahet, peygamberlik makamının aslî ve mutlak
    sahibince buyurulduğu gibi «kalbte bir nur»dur ve" izah üstü bir sey... Bedahet «besbelli»
    hükmüdür ve Allah» . açılan geçidin parolası...
    Ve içinde milyarların banndığı bir (metropolis) in seh-rayin ısıkla'rmdan daha parlak bir pertev
    saçan bir Hadisi hatırladı: . .
    — «Yarâbbî, basımda bir nur, sağımda bir' nur, solumda bir nur, önümde bir nur, ardımda bir nur
    yarat.
    ve......» /
    Kâinatın Efendisini bir nur harmanı içinde seyrediyor.
    O harmanın içine bir toz zerresi gibi düsüp kıvılcım haline gelse... Ve savruldu.
    Birden, içinde bir yıkıntı oldu.
    Yerinde, baska bir adam...
    Her yöne bir parmak ucu uzatarak istikametleri kurcalayan ihtiyar ağaç, ona tasavvufta «hatarh&
    tarat» ismini verdikleri, kalbe yıldırım gibi birdenbire ve davetsiz inen, imana ters, menfi his ve
    fikirlerin en yakıcısını, en inciticisini ilham etti:
    Süphe...
    Varlık mı, yokluk mu?
    Isırdığı yerin sancısı hiçbir iskenceyle belirülemez, o, yıldız yıldız fezayı yutmaya çabalayan
    korkunç ağız;.. Süphe...
    Göklerin perdesinde, beyaz üstüne siyah, koskocaman bir yazı gibi .okuyor-
    — Bu kadar parmak ucunun yön verdiği yollardan hangisi «doğru»yu kefalet altına alabilir? Her
    seyden önce tek basına -doğru» diye bir sey var mıdır? Bu kadar dağılan, parçalanan, bölünen, -
    doğru», nihayet «hiç»den baska nerede düğümlenebilir? Halbuki ağaçta düğüm yeri de belli... Ama
    gövdeye bakınca dallara tutunmak, dallara takılınca da gövdeye ve onun yeni bastan dağıldığı
    köklere inebilmek imkansızlasıyor. Bu kadar mı?.. Süphe mevzuu bu kadar mı? Sana okuttukları
    tarihe inanıyor musun? Ya insanlar el ve dil birliği etti de seni kandırmak için birtakım masallar
    uydurduysa... Farzet ki, sahilsiz bir deryada'bir gemiye kaptanlık etmektesin... Önündeki haritaya
    inanıyor musun? Ya varmak üzere burnunu çevirdiğin liman mevcut değilse... Devam edeyim mi?
    Silkindi; nereye götüreceği belli bu fikirleri bir hamlede silip süpürdü. Bu defa sekil değisti.
    Eskiden -akrebin kıskacı» diye nitelediği, düsünce maskeli, istifham edalı ve uysal tavırlı bu
    fikirler, simdi boğa güresçisinin üzerine sipsivri boynuzlariyle yüklenen ağzı köpüklü bir canavar...
    Kovuldukça, geriye döndürüldükçe daha azgın hücumlara girisen bir ejder..;
    Naci'ye ille sunları söyletecek:
    — Yoksa ötelere ait her sey benim hayalimde, dısar-_da---.vücudu olmayan birtakım vehim
    çakıntılarından nu
    ibaret?..
    Nefretle bağırdı:
    — Hayır, asla, hâsâ!..
    •Simdi «hatarat» istifham kılığını atmıs, emir nidasiyle fermanlasmıstır:
    — Bos, bos!.. Bosuna gelin güveyi oluyorsun! Yok, yok!
    Naci, tasavvuf yoliyle, bütün sırrın kendi özünde, içinde olduğunu bilen, fakat mutlak hakikatin dıs
    murtesem-lerini seriatte bulan ve içle dıs arası muhtesem muvazene?-yi iki halkalı bir jimnastik ipi
    halinde ellerinde tutan ulvi anlayıs mektebinin talebesidir; ve biliyor ki, kalbe istenme-
    142
    den inen böyle -hatarat- bir an için vicdanına yerlesse netice-ebedi helak, küfür..."
    Kalbine çekirge bulutu halinde üsüsen «hatarat.1 bütün güciyle dağıttı, kovdu ve hemen imdadına
    yetisen fi-' kir ve bilgilerin geçit resmine daldı:
    Bir gün sahabiler, Allahın Resulüne, ruhlarına musallat bu gibi tepeden inme duygulardan
    bahsediyorlar... Ve ezici kalb burkuntulan içinde kıvrandıklarını söylüyorlar...
    Kâinatın Efendisi, bütün fezayı nura boğucu bir tebessümle gülümsüyor:
    — «Bu haller imanın kemâlindendir.»
    Boyunlarını Allanın Sevgilisine teslim etmis olmanın
    saadet kadrosu, bu can kurtarıcı iksiri içer içmez ferahlı-
    , yor ve bir anda saadet derecesini idrak noktasına geliyor.
    Yokluk bosluğunda helezonlar çizen süphe yılanı, ne gün anlayacaktır ki, yokluk vardır, o da bir
    «var»dır; ve her var gibi Allanın bir yaratığıdır. Yalınız «var» vardır, yokluk kendi basına yoktur.-
    sonsuzluk boyu var olan da Allah...
    Bütün bu hikmetlerin, mizan terazisi ise seriat... Ona tütunmadın mı, gittin, var olan yokluğa
    gittin...
    En büyük velilerden biri, sahradan geçerken, içinde yine bu cinsten bir fısıltı yükseliyor.-
    — Seriat ilmi, hakikat bilgisine aykırıdır.
    Büyük veli, basına bir yıldırım inmiscesine sarsılıyor. Ama Đlâhi hitap imdadına yetisiyor.-
    — Bil ki, seriate aykın her sey küfürdür ve onun doğrulaması dısında hiçbir gerçek yoktur.
    Đste baslıca metodu «süphe» olan akıl, böylece bulmanın değil, kaçırmanın; ve gözü kapalı, ipliği
    iğne deliğine geçirmeye çalısmanın âleti...
    143
    Kitaplarına daldı ve «hatarat» mikrobunun ya seytan, ya nefsten geldiğine dair mânevi tababet
    hükmünü gördü. Reçetesini de ruhuna naksetti:
    — Aldırmayacaksın, bos vereceksin, güleceksin!.. Fakat bir taraftan da kalbe yerlesmesine engel
    olmak Đçin onları nefyetmeyi, defetmeyi de ihmal etmeyeceksin 1.. Ve bileceksin ki, «hatar*lar def
    edildikçe ricat eder gibi yapıp daha kuvvetle hücum eder. Aldırmamakla kovmak arası, onlara
    karsılık vereceksin!..
    AlĐah, Allah!.. Bu ne müthis imtihan!.. Đnsana sayılar boyunca ismini tekrar ettiren bir mahkeme
    huzurunda bulunur gibi her ân imanını tazelemeye muhtaç olmanın hali... Bütün pıü'minler bu hal
    içinde mi?.. Ne münasebet!., îmanm ucuz, çok ucuz; pahalı, çok pahalı nice çesitleri var!..
    Mademki «hatarat» bıçağını kalbe her saplayısında acıların en dayanılmazını veriyor, demek
    bulunduğu mev-: ki, acı duyduğu seye en uzak nokta... Öyleyse sevkle, zevkle doğrulabilir ve gökte
    en uzak yıldızlardan bile duyulacak bir sesle «Allah!» diye haykırabilir. •
    Hâlâ gözleri • ağaçta, dâvayı su noktada perçinledi:
    Süphe, müthis bir sey!.. Hem ebedî hayatın, hem de sonsuz helakin vasıtası... Allah'tan baska
    herseyden süphe... Gördüğün, isittiğin, kokladığm, tattığın, dokunduğun her seyden süphe...
    Emniyet hissini aldığın her seyden süphe... Sen misin, süphe âleti olmakla övünen biçâre akıl?..
    Bizzat kendinden süphs edebilecek misin?.. Đste o vakit kurtuldun ve haysiyetine, kıymetine
    kavustun demektir. Bütün varlıklardan süphe mikyasmca Allah'ın varlığından emin olmak...
    Süphenin yaratılıp hikmetli de'bu olsa gerek...
    Tam içi Đlahi sevinçle dolarken bir taarruz daha geldi: " ,— Sen. bir hilekâr, bir lâf hokkabazısın!..
    Bütün ispat/ vasıtalarını kır, yak, dök; sonra da bu usulle iman edile-
    144
    mez olanı isbat ettiğin rahatına kavus!.. Yağma yokl Ya buna cevabın ne?.. Yüksek sesle:
    — Cevabım ne mi? Hemen vereyim de gör
    Dedi, kalktı, seccadesini serdi ve ellerini kulaklarına kaldırdı:
    — Allahü ekber...
    Bası secdeye vannca bir daha kaldıramayacağını sandı. Nasıl, yanmıs bir parmak soğuk suya
    sokulunca bir ân için acısını duymazsa o da basının secde yerinde rahatladığını hisseder gibi oldu.
    Su var ki, yanmıs bir parmağın soğuk suda bir ân için bulduğu rahatlık, parmak sudan çekilince,
    acıyı misillerle büyütmüs olarak geri getirecektir. Çare yok, çekecek ve dayanacak... Ve namazdan
    sonra o türlü ağlamaya basladı ki, her zerresi eriyip aktı sanki... Ellerini kaldırdı:
    — Allahım; bu, içime dolan hislerin beni bir noktada kıstırması ve yenmesi ihtimali varsa, secdede
    tam ismini dile getirdiğim su ân canımı al ve dünya hayatıma son ver!. Masasına geçti; birkaç
    dakika, elleri sakaklarında kala kaldı. Gözü not .defterine ilisti. Bazı fikir ilhamlarını kaydettiği
    mahcup deftercik... Açtı, yazmaya koyuldu:
    -Ya beni telkinin altına al, ya benim telkinim altına gir! Herhalde münakasadan, itisip çekismeden
    bir hayr bekleme'.
    •Eğer hakikati ikiye, üçe, ona, yüze bölmek mümkün olsaydı, iki, üç, on ve yüz kisi arasında iane
    töplarcasma hakikat tahsildarlığına çakılabilirdi.*
    145
    «Hakikat birdir ve daima bir kisidedir, O bir kisi, bin kiside aranmaz, bin kisi kendini o bir kiside
    bulur.»
    «Eskiden beri bazı ukalâlar, (hakikat simseği, fikirlerin çarpısmasından doğar), derler. Halbuki
    fikirlerin çarpısmasından,çok defa müthis bir toz kalkar ve bu toz perdesi arkasında hakikat, bir
    zıplayısta geyik gibi kaçar, gider.»
    «Bir'e inan, bir kisiye bağlan ve gergin ipliklerden daha doğru bir yola düs ve kargasalıktan kurtulU
    •Allah birdir ve en büyük peygamberi bir...»
    Ve yazmaya devam etti:
    «Bir Đslâm büyüğü, baska bir Đslâm büyüğüne (ben Allah'ın varlığını binbir delille isbat eden
    adamım), diye haber yolladı ve gerçek büyükten su cevabı aldı: (Demek ki, senin, Allah'ın
    varlığından binbir süphen varmıs!..) cevap budur!»
    «Bir Đslâm büyüğü, diyor ki: (Allah zuhurunun siddetinden gaiptir)... Đnsanoğlunun bu güne kadar
    çekebildiği söz ve fikir oku, ilâhi hikmete,doğru, bundan daha ileri ve yüksek bir stratosfere
    varamadı.»
    «Đnsanoğlu! Ben o kadar inanıyorum ki, isbat denilen
    140
    her seyi hakir görüyor ve kaybediyorum. Đnsanoğlu I Isba-tımız yok; yalnız imanımız var: Allah...
    Đnanıyorsan gel!»
    «Allah, delil büyüdükçe süpheyi de büyüten ahmak aklın belâsını versinî (Anlamak yok, inanmak
    var!) Böyle, diyor veli... Ben ona asıkunl..»
    «Bir ilim vardır ki, her sey unutulduğu, ortada hiçbir sey kalmadığı zaman baslar.»
    -Bir ilim vardır ki, suur fotoğrafının filmi ısık görüp bozulduğu, ruha ne kadar yanlıs birikmisse
    hepsinin üa-tüne yokluk düstüğü zaman ısıldar.»
    • Bir ilim vardır ki, ismi bilntemek, görmemek, anlamamak, tanımamaktır. Ey ilim ezbercisi, iste
    ilim budur!»
    «Birbirinin yanlısını çıkarmaya memur tekerlemelere nasıl ilim diyorsun? Mağrur ilimlerin
    sefaletini görmüyor musun? Đnsanı secdeye kapandıracak mutlak hakikatin vecd ilmini merak
    etmiyor musun?..»
    Kalemi, basını almıs gidiyor:
    «Bahtiyarlık... Bahtiyarlığın en büyüğü, insan için. Allah'ın mahlûku olduğunu bilmekten gelen
    zevk... O, hiçbir seyle kayıtlı olmaksızın, sırf kendi ulûhiyet saniyle bütün mahlûklarına ne kadar
    rahimdir! Anne, Allah'ın hilkat sırriyle evladına bu kadar sefkatli olursa, ya Allah, mahlûkuna nasıl
    olur?.. Bunu düsünmekten büyük saadet mi var?..» .
    «Hakikat... Kederin hakikati Allah'tan uzaklık, safâ-nın hakikati Allah'a yakınlık... Varlığın
    hakikati Allah'ta yok olmak, askın da hakikati Allah'ı sevmek...»
    «Anlamak mı?,. Yine mi o?.. Su anladım tesellisiyle gölgelere hacim kondurup ölçe biço gidenlere
    ve Allanın her zerreye naksettiği büyük sır pırıltısını görmeyenlere nisbet, en adi hayvan ne kadar
    âlidir. Böyleleri için Kur'-an'daki (Hayvandan asağı) tavsifinden iste bir hikmet zerresi!..*
    «Ve kader... Allah serti her bakımdan hür ve muhtar yarattı ve sonra buna rağmen sımsıkı kusattı.
    Đnsan ancak köleyi kusatabilir, fakat hür ve muhtar olanı kusa-tabilendir ki, Allah'tır.»
    «Ey akıl; seni o kaaai &^.. .1, âlemde hiçbir madde bu kadar uzayamaz ve incelemezdi. Eğer o
    kopmadıy-sa, Allah muhafaza etti de ondan... Her sey sır...» "
    «Hale bak! Lügatlarda (sır) kelimesi var da buna rağmen Allah'ı anlamayanlar var...»
    148
    «Sır olmasaydı sanat olur muydu hiç?.. Sanat Allah'a sır köprüsünden giden fener alayı...»
    «Akıl, esrarı sıyırmak ister. Sıyırdıkça esrar daha ziyade kesafet bağlar. Bugün müspet bilgiler bu
    noktaya kadar gelmistir.»
    «Her.sey anlamakta, yani anlasılamayanı anlasılamaz olarak anlamakta... AH ahi anlamak iste
    bu...»
    •Seriat, dıs görünüsündeki billur gibi vuzuhuna rağmen, içiyle bütün, bir esrar hazinesi...»
    «Garp (mistik) leri esrarı bâtıl ve suni taraflariyle avladılar ve sonunda avlandılar. Gerçek esrar
    anlayısı Is-lâmda...» >
    «Güzellik esrardır. Ve onun içindir ki, güzel, peçe altındadır.»
    «Allah'a esrar yolundan bağlanınız!»
    «Ham softada esrar idraki yoktur.»
    «Bütün tasavvuf esrardır.»
    149
    «Đhata edilen her sey, ihata edenin esrar dairesi içindedir.-
    «Her sey Allah tarafından ihata edilmistir...» '
    «Đnsan ruhunu, hayranlık, vecd ve aska sokan, esrar,,.»
    «Esrarı anlamak,» anlayamamayı anlamaktır! Ne güzel anlayıs!..»
    Ve kalemi masaya fırlattı:
    — Olmaz, olmaz! Kelimelerle olmuyor!
    Ve ağladı, ağladı.
    ' '
    Birtakım cemiyet meseleleri ve kavgaları içinde "unutur gibi olduğu eski hastalığı, simdi, bire bin,
    tepmisti. Büyük huzur ve sükûnu ne okuduklarından devsirebüiyor, ne de eserinde gösterebildiğine
    inanıyordu. Mutlaka kelimelerin üstüne çıkması, dâvasını yasaması lâzımdı. Yangını kartpostalda
    seyretmek değil, alevinde yanrr.ak gerek... Bunun için de ona lâf yetistirecek yerde, kezzap gibi
    mermerleri oyucu gözlerini dikecek bir erdirici lâzımdı.
    Bütün yollar tıkalı ve kapılar kapalı...
    Ne yapsın?..
    Annesine:
    — Bana birkaç gün için izin ver, dedi; Đstanbul'dan
    ayrılacağım!
    150
    — Nereye gideceksin?
    — Köye... Husmen Ağanın yanına...
    — Fona olmaz... Orada belki kendinden uzaklasabi-Jırsin!
    Cevap vermedi ve ta içinden burkulduğunu hissetti. Đki ayağı üzerinde kendini tasıdığına göre
    kendinden nasıl kurtulabilirdi?..
    Ve gitti.
    — Husmen Ağa, ben, öyle lâfla mafla değil, bir bakısta ayağımı topraktan kesecek erdiriciyi
    bulamazsam ne olurum, bilir misin?
    — Ne olursun?
    — Beynimin her atomiyle çatlar, kül olurum. Artık o hale geldim.
    — Arama hırsını, telâsını da yenecek, boynunu bükecek ve tevekkülle bekleyeceksin!
    —i Burada da mı hırs çıkıyor karsıma?
    — Hor yerde o çıkar. Zamanını bekleyeceksin! Husmen Ağa 'yerinden kalkıp bir kitap açtl ve
    okudu.-
    «Kılıç nasıl nazik ve yumusak maddeleri kesemezse, zaman da kendi akısı içinde hâdiselere karsı
    husunet ve mukavemet göstermiyerek riza ve tevekkülle mukabele edenlere bir sey yapamaz.»
    Sonra Naci'ye baktı: •
    — Allahin bu ân için senden esirgediğini zorlamayacaksın! Nasip ise senin haberin olmadan
    beklediğin erdirici karsına çıkar.
    — Sen bu muhtesem tevekkül ve itminana bir mürside varmaksızın mı ulastın?..
    — Elbette bir mürside vardım.
    — Nerede o?..
    Husmen Ağa'nln gözleri dolu dolu:
    — Hatçe'min yattığı toprakta...
    151
    Naci yerinden fırladı:
    — Kuzum, acı bana!.. Ne yapayım?.. Gerçek bir mürsidin toprağına kapanıp canım çıkıncaya
    kadar o vaziyette mi kalayım? Her. halde sende erdiricinden aldığın bir pay vardır. Đmdat et!
    Husmen Ağa son derece temkinli:
    — Hayır, dedi; bende o soluktan hiçbir pay yok... Esiğini bekleyen ve bütün emirlerine boyun eğen
    bir köpek olmak rütbesinden baska...
    — Ne tevekkül, ne bağlılık!..
    — Sana verdiğim Đmâm-ı Rabbani Hazretlerini okumadın mı? Mürsid elindeki müridi söyle tarif
    eder: «ölü yıkayıcısı elinde mevta gibi ne tarafa döndürülürse dönen ve gık demeyen...»
    Naci haykırdı:
    — Göster bana ölü yıkayıcısı o elleri de hemen teslim olayım!..
    — Onu kimse kimseye gösteremez. Yalnız Allah dile-
    .diğine gösterir.
    Naci içini döktü-
    — «Hatarat» dedikleri vehimler içinde kavruluyorum I Bu vehimler sade esyanın sırrını
    kucaklama davranısına karsı harekete geçmiyor; tam imana vardıktan sonra bana onda da musallat
    oluyor. Đmanımı kaybetmek korku-siyle o hale geliyorum ki, kafamı bir mengene Đçine sokup
    kırmalarını, pestil etmelerini isteyeceğim geliyor.
    — Bunlar hep imanın bastırdığı nefsten gelen seyler... Mesut ol, sevin!.. Bu sesleri duymayanlar
    ilâhî esrardan uzak düsenlerdir. Nefs bunun için yaratılmıstır. Tek usûl de o canavar atın
    sırtına binebilmekte ve dizginlerini kullanabilmekte... Aklı onun eline verdin mi, yandın!
    Husmen Ağa doğruldu ve adetâ bir arslan gibi hamle etti:
    .
    — Sen söyle bana!.. Nefsinin ve seytanın oyunlarına
    152
    hangi hadde kadar karsı durabilirsin? Senin nefse ve seytana karsı koyma sınırın nereye kadar
    uzanabilir?
    Naci büküldü. Yumruklarını sıktı ve Husmen Ağaya uzattı:
    — Zamanı bir kordelâ gibi üzerinden akıtan esrarlı makarayı tutup onu dileklerine göre
    döndürebilirler mi? Mesafeyi sayıların sonunu ve dibini bulurcasına sınırlayıp -Her ^ey burada
    bitiyor; varlık da yokluk da bu kadar!» diyebilirler mi? Ölüyü bir sihirbaz değneğiyle
    kaldırabilirler, ruhu tecrübe kobayları halinde tesrih masalarına yatırabilirler mi? Bunlar «muhal»in
    ta kendisi ya; farzedin ki, yapabilirler; ben yine müslümanım ve «doğru» yu müslümanlıkta
    bilenim.
    Husmen Ağa hayran:
    — Tebrik ederim evlâdım! Đste iman budur! Nefsini ve seytanı bir mahkeme reisi gibi sanık
    sandalyesine oturtmaya bak!.. Kelepçelerini çözdürme ve seninle yer değistirmelerine imkân
    bırakma!.. Evet, evet; seytanı ismiyle ve cismiyle tani; bütün hilelerini önceden bil, her bas
    vurusunda tokatla, tasla, nihayet bıktır, usandır! Suna da dikkat et ki, seni kötülüğe götürmekten
    ümidini kesti mi seytan, bu defa iyilikte ölçüyü kaçırtacak ve sırtına ibadette bile takınmaz yükler
    bindirecektir. Ruhun, riayet emriyle, seytanın esaret teklifleri arasındaki farkı ayırt edecek kıvama
    ersin!..
    — Sen bir mürsidsin, Husmen Ağa...
    — Ben bir mürid bile değilim, Naci Bey...
    O gece Husmen'Ağa ile uzun uzun haltestiler... Sabah namazından sonra mezarlık... Hatçe'nin, bas
    tarafına sefil bir tahta parçası çakılı bir künbetten ibaret kabri.. Husmen Ağa «Yâsîn» okuyor; Naci
    mezarın ayak ucuna çömelmis, gözleri tahta parçasında... Künbedin toprağı sanki bin .elekten
    geçirilmis... Sâf ve yumusacık... Topra-
    153
    ğın altında bir basın, dısarıda kalmıs, iki tarafa ayrılmıs ve dikkatle taranmıs saçları... Bir üflenso,
    sanki gelinlik elbisesiyle Hatçe çıkacak meydana...
    Naci bakıyor. Kar üstüne dökülü kaynar su gibi isle-yicl gözlerini mezara dikmis, bakıyor. Hatçe
    tabutu içinde... Saçlarının ve gözlerinin altun rengi buğusu içinde, tek lekesi ve kırısığı olmayan bir
    yüz... Ve dudaklarında o eski acı tebessüm...
    Hatçe'nin sesini, o ince, tatlı, yalvarıstan güç alan mıknatıslı sesini duyuyor:
    — Beni istemiyor musun? Avaz avaz bağıracağı geliyor:
    — Seni istiyoruml Yalnız seni! At üstündeki Kara mantoyu da yanına uzanayım!..
    Yine muhali toslama vaziyetine düsmüstür. Yine aklın iskence masasına yatırıldığı ve «söyle!»
    emrini aldığı noktada...
    Husmen Ağa duasını ederken, Naci ayağa kalktı ve ancak «boğuluyorum!- diyebildi.
    Okuduklarından ve Husmen Ağadan dinlediklerinden .sonra, nefsine ve seytana karsı, sirklerdeki
    hayvan terbiyecilerinin usulüne benzer bir tavır takınmaya davrandı
    Bir kitapta, müridlere düsen çile mevzuunda «Hata-rut rnurakabesd» diye bir bahse rastlamıstı.
    Murakabe nasıl olur?

  7. #27

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    urakabe eden, murakabe ettiğini teftisi altına alır da öyle eder. Halbuki o, murakabe etmeye
    memur bulunduğunun murakabesi altında... Nefs ve seytanı murakabe edebilmek için kendisinin
    zaptedilmez bir siperde tutunması ve onları, hiçbir telkinlerine matlup olmadan muayyen
    Dır mesafede tutması lâzım... Bu da, «hatarat-in dofedilmesinde baslıca usul olarak evvelâ
    aldırmamak, kendine mal etmemek, sonra da onları kovmak, tepelemekle mümkün... Dayak
    yediğine, sözünü benimsemediği sürece yumrukları altında ezildiğine nasıl dayak atabilir, yumruk
    indirebilir?..
    — Yapacağım! Nefsimi ve seytanı kıskıvrak bağlayıp karsıma oturtacağım! Haklarından
    geleceğimi
    Dedi Naci ve erenlerden birinin su ölçüsünü hatırladı:
    — «Ayağımı yere basacağım»; de ve bas!
    Köskün çalısma odasında aynaya bakıyor. Suratından hiç de memnun değil... Alnı ve göz kenarları
    çizgi dolu... Üzerinden pulluk geçmis bir tarla... Hatçe'nin bebeği de kendisine bakıyor. ve
    dudaklarını büzüyor. Acınıyor mu yoksa Naci'nin haline?,.
    Arkasında, görünmeyen biri sigara dumarum üflüyor-mus gibi bir bulut... Bulutta siyaha kaçan bir
    renk ve kıvrım kıvrım helezonlar... Bir raks cümbüsü içinde helezonlar bir surat çizmeye doğru
    büklümlesiyor.
    Gerçek mi, yoksa bu da mı bir vehim?..
    Olanca soğukkanlılığını takındı. Kendisini hiçbir tesire kaptırmadığını, iç telkinlerden bosalttığını
    ve gayet yavan bir madde göziyle baktığını kabul etti.
    Evet, arkasından bir duman geliyor. Bu duman her ân insan seklinde heykellesmeye çabalayıp
    sonra çözülüyor ve tekrar düğümlenmeye baslıyor.
    Gözü kendisine bakan bebekte, bağırmadan duramadı:
    — Ne var, kim var orada?..
    Uzaktan mı, yakından, mı belli değil, ses geldi:
    — Ben!..
    — Sen kimsin?
    — Davetlin!
    — Ben kimseyi davet etmedim.
    155
    — Ettin! Karsına geçirip tartaklamak üzere davet ettiğin beni..
    — Yani?..
    '— Artık adımı sen koy, ister seytan de, ister nefs...
    Doğru mu; yoksa bu da içinden tüten bir hayalin dısarıda billûrlasmıs görünmesi mi?..
    Đçiyle dısı arasında tam bir kontrol kurmaya çalısarak
    bekledi.
    Hiçbir sey yok...
    Bu hale ruh doktorlarının (halüsinasyon), hayal görme dediklerini biliyordu. Ama o, hayalinin
    duman iplikleriy-le kuriılu asma köprüsü üstünde yol almaya kalkmayacak kadar gerçeklik
    duygusuna sahipti. Eakat mânada ve hakikatte seytan ve nefs ile arasındaki (diyalog) o hale varmıs,
    onları kendi dısında görüp hesaba çekmek iradesine öyle sarılmıstı ki, seytana «Su.koltuğa otur da
    hesaplasalım!» diyebilecek hale gelmisti.
    Masasına geçti ve yanındaki bos koltuğa hitap etti:
    — Hazır mısın, konusabilir miyiz?
    Sonra tavrını sertlestirdi. Đçinin mi, dısının mı salon^ nunda yer gösterdiğini farketmeksizin emir
    verdi:
    — Otur su koltuğa bakalım!..
    Đnce, ya çok genç, ya çok ihtiyar bir ses:
    — Oturayım....
    Deminki koyu renkli duman, (balerin) kivnmlariyle Naci'nin gösterdiği koltukta tütmeye basladı.
    Boyuna kıvrılıyor, bükülüyor, kapanıyor, açılıyor, fakat sabit bir çehre takınamıyor, kendisini
    donduramıyor. Bir aralık köpek kafasına, derken (Satir) suratına, pesinden deli bir ressamın çizdiği
    zebani çizgilerine .bürünmekte...
    — Ses ver!
    — Sor. vereyim!
    — Benden ne istiyorsun?
    156
    '— Ruhunu istiyorum! Allah'a bağladığın ruhunul
    — Her ân tepemde, beynime çivi üstüne çivi çakıyorsun da yine bir sey basaramıyorsun!..
    Bıkmadın mı hâlâ, usanmadın mı?
    Duman; bir el seklini aldı. Tırnaklan kol boyu uzamıs, üstü damar damar, kara kuru bir el...
    —Bırakır mıyım hiç?.. Senin ipekten beynini bu tırnaklarla çizip yırtmadan, sökük sökük
    paralamadan seni bırakır mıyım hiç?..
    — Senden Allah'a sığınırım. Ruhuma ne üflesen Al-lah'a havale ederim. Ne telkin etsen tersini
    yaparım.
    — Tersini yaparsın?.. Böylelikle benden kurtulacağını mı sanırsın?.. Ya seni kesiksiz, katıksız bir
    ibadete zor-larsam?.. Uykulanna, yiyip içmelerine kadar her seyi bırakıp secde yerinde mıhlı
    kalmaya davet edersem?.. Sana en masum renk, en makbul çizgiye göz atmayı bile haram
    edersem?.. Kadın, isim, makam, ana, evlât, hiçbir istek bırakmazsam?.. Sırtına, kaya altında ezilmis
    bir kedi yavrusu gibi, tasıyamayacağın ne kadar yük varsa bindirir-sem?..
    — Yine Allah'a havale ederim. Allah'ın kudretini düsün!..
    — Kudret bende, galebe bende..,
    — Galib Allah... ' '
    — Peki, niçin seni serrimden kurtarması için sığındığın Allah bende serri mahvetmiyor?
    — Büyüklüğünden... Ser belli olsun diye...
    —. Yani hayr görünsün diye... Demek ben de hayra hizmet ediyorum.
    — Asla!.. Đki zıt arasında hem bitisik zannettirecek kadar yakınlık, hem de sonsuzluk boyu
    uzaklık vardır. Sen bu ebedi uzaklığın, timsalisin! Allah'ın kudretine de ayrıca delilsin! Bunu
    anlayabilseydin...
    — Emir gelince insana secde ederdim, öyle mi?..
    __ Öyle!.. Gurura kapılmazdın! Allah'ın bu hikmetten
    ötürü sana verdiği izindeki kudret tecellisi önünde yokluğa kaçardın! Đnsanoğluna musallat
    olmazdın. Benim de yakamı bırakırdın!
    Kol boyu uzun tırnaklı, damar damar, kara kuru el Naci'ye uzandı:
    — Nefsin benim ellerimde... Ruhun da Allah'ın... Kurtulus yok sana benim elimden... Đyi
    bak ellerime...
    Tırnaklar bir anda parmaklara kadar indi ve meydana, hiçbir heykeltrasın yontamayacağı, fildisi
    tenli ve bir nağme kadar vezinli bir el çıktı.
    Naci, içinden bağırdı:
    — Belmâ'nın elleri!..
    — Evet, onun elleri!.. Kıydığın iki kadından sonra sana kıymak için sıra bekleyen eller... Seni iki
    parçaya ayırıp da bir parçan,a öbürünü yediren eller... Đstersen o kadar' tutkun olduğun ayaklarımı
    da göstereyim...
    — Alçak seytan!.. Çoktan kabuk bağlamıs ve kapanmıs bu eski yarama dokunma!.. Onun senin
    emrinde ve senin reçetelerinle imbiklerden renk renk büyü süzen bir sihirbaz olduğunu
    biliyordum. Ama artık unuttum onu, yendim!...
    — Yalan söylüyorsun!.. Unutmadın, üzerini külledin! Hafif bir rüzgâr esip de küller savrulunca
    atesin nasıl fıskıracağını göreceksin!..
    — Onu yendim diyorum sana! . .
    — Yenemedin!.. Sadece geriye " döndünl Yenebilmen için ona hâkim olman, nakıslı bir halı gibi
    üzerinde yürüyebilmen lâzımdı. Yapamadın! Ve ates hattından kaçtın! Hain bir asker gibi...
    — Farzet ki, kaçtım. Vebadan, koleradan kaçar gibi kaçtım. Nihayet uzaklasabildim ya...
    — Ama içinde o hep yas adı ve yasıyor. Simdi boyun eğ bana; o ipek halıyı ayaklarının altına
    serecek, seni büyük fâtihliğe erdirecek tılsımı öğreteyim...
    Naci bir anda toparlandı. Đçinden kahkahah:
    — Bosuna zahmet!...Ben büyük fethin ve fâtihliğin ne demek olduğunu öğrendim.
    — Aptal!.. Üstünde yere kapandığın yün seccadeyi ,bir tarafa at da erkek ökçelerinle ipek halıları
    çiğnemeye bak!
    Naci, «Yasin» sûresinden Ademoğlunun seytana tapmamasını, onun insana düsman olduğunu
    bildiren âyeti okuyup koltuğa ve sonra kalbine doğru üfledi.
    Koltuk bombos...
    Hatçe'nin bebeği, aynadan Naci'ye tebessüm ediyor.
    Hami çocuklar muziplik olsun diye birbirinin, yahut büyüklerin arkasına kâğıttan bir kuyruk
    ilistirirler ya... Sonra da kuyruk taktıklarının hiçbir seyi farketmeyisleri karsısında kıs kıs gülerler...
    Bu, gafletin çocuk ruhiyatında uyandırdığı gülünçlük hissinden gelir. Bütün komiklikler de asağı
    yukarı aynı duyguya dayalıdır. Ceketinin yakasını düzeltmeyi unutan, yeleğini bir ilik farkıyle
    düğmeleyen, yediği yemekten çenesinde bir parçacık kalan insanlara güleriz. Niçin?.. Gaflette
    oldukları için... Hele bu is pabuçlarını ters giymeye kadar varan bir mübalâğa derecesine vardı mı,
    yapanın aklından süpho etmeye kadar gideriz.
    Bunlar is ve hâdiselere hâkim olmak bakımından kaba idrâk plânının satıh üstü görüntüleri... Ya
    büyük idrâk, deri altı duygu, ulvi mânalar! zaptetme borcu önünde manzaramız?.. Gaflet denizinde
    dibi ölçülmez ve hemen bütün insanlığın boğulduğu nokta...
    Bakınız; kılığı kıyafeti yerinde, ense kulak dimdik,, tavır ve edası her seye mucırn olduğunu
    haykıran bir insan1. * Đçindp mesut göründüğü sığlığa karsı derinliklerden öylesine yoksundur ki,
    kesesinde kaç para bulunduğundan habersiz bir köylünün bir kaya parçası üzerine oturup
    yüreğinden geçirdiği «Allah» nidası önünde katmerli gafilin ta kendisidir.
    Yunus Emre'nin «Mahrum olmaz Allah diyen» mısra-ındaki idrâk fezası karsısında tavla zarı kadar
    küçük dünyalarının saraylarında hüküm sürdüklerini sanan insancıklar... En büyük fizik âliminden,
    en cesur feza pilotuna, tutturduğu bilançoyu gururla imzalayan muhasebeciden, hakikat kelebeğini
    cümlelerinin kepçesi içinde avladığını zanneden muharrire kadar...
    Su marangoza da bakın!.. Birtakım tahtaları kesip biçecek kafasındaki sekle göre kutuya benzer bir
    seyler yapıyor. •
    — Nedir o yaptığın?
    — Tabut...
    . — Kendin için mi yapıyorsun?
    — Ne münasebet!.. Ismarladılar, yapıyorum.
    — Peki, yarın senin için de baska bir marangozun bu isi yapacağını düsünmüyor musun?
    — Düsünmüsüm ne çıkar?.. Bu tabuta girecek olan ölü bunu düsünmüs müdür ki, ben de
    düsüneyim?..
    Ve bu son cevap, tabut çakanların verebileceği en doğru karsılık...
    Gaflet... Allah'dan gaflet... Bunun ezasını hisseder gibi olduğu anda, Naci atesin «nâr-ı beyza»
    dedikleri en soylu mertebesine ulasıyor ve öylesine yanmaya baslıyor ki, Allah'a, aynı gafletten
    kendisine de bir paycık vermesini istemeyedek cür'et gösteriyor. Zira kanatlar arasında denge cart...
    Tevekkeli, tesbihi hızlı hızlı çeken bir veli, «Tesbihte ne arıyorsun?» sualine -gafleti arıyorum!»
    diye cevap vermemis... Tevekkeli, her zerresine bir dağ yüklü Allah dostu, halini söyle anlatmamıs:
    — Biri gelse de karsımda türlü saklabaplıklarla beni bir lahza oyalasa ve kendimden bir dem
    uzaklastırsa ona Hakkın, dünya, ve âhiret her nimeti vermesi için dua eder dim. '
    Burada, dünyadaki gafletle, dünyadan gaflet arasında bir ters-yüz çıkıyor meydana... Dünyadaki
    gaflet n« kadar korkunçsa, dünyadan gaflet de o kadar yakıcı oluyor-, ve büyük erisin tek miyarı,
    her ân Hak ile olup halk ile görûnmekjteki sanlı muvazene âbidelesiyor. Dünyaya ve isine hâkim
    görünüp de Allah'dan gafil olanların felâketi yanında, böylece, ân geliyor ki, ruhlarını ilâhi ask
    okuna hedef tutanların gözünde gaflet, hastanın su istemesi gibi bir nimet oluyor. ..
    Bir de kaba gafletin en koyusu içinde katranlanmıs baç* ka yaratılıslar var... Onlar, inanısları ve
    davranıslariyle, ibadetleri ve dualariyle dünya gafillerinin dısında oldukları halde gaflet kuyusunun
    en dip noktasındalar...
    Böylelerini teshiste, tarikat yolunun en büyük kutuplarından Sah*ı Naksibend Hazretleri raporunu
    vermistir: Huzurlarında güya cosup «Allah!» diye feryadı basan'
    biri için:
    — Su adamı buradan götürün, buyuruyorlar; meclisimizde gafillerin yeri yoktur.
    Naci, Boğaziçi vapurunun güvertesinde sulara bakıp bunları düsünürken, kulağına bir horultu sesi
    geldi. Sisman bir adam, oturduğu yerde uyuyor, uyanıklar da gülümseyerek ona bakıyorlardı. Ama
    uyanıklar, uyuyandan daha derin bir uyku içindeydiler. Nitekim adam, vapur Üsküdar iskelesinden
    kalkarken duyduğu seslerden birdenbire kalkıp merdivene can attı. Öbürleriyse inecekleri
    161
    iskelenin bilgi emniyeti içinde kaskatı, mağrur mağrur bakmıyorlar.
    Oturduğu yerin vapur iskelesinde denize uzanmıs fakir bir kahvehane vardı. Deniz üstünde, cumba
    seklinde denize çıkmıs, tek odah bir ahsap yalı çıkıntısını andıran bir mekân...
    Naci vapur beklerken bu kahvehanede çay içer,-vapur yolcularını bosaltıp yenilerini alırken de
    yerinden kalkıp rahatça yetisirdi.
    Kahvehanenin sahibi, daima iskelet tebessümiyle sırıtan, sanki geceleri mezarına dönüp de
    sabahlan izinli çıkan, zayıf mı zayıf suratlı, sessiz ve nümayissiz bir yan ölü... Çay ocağından
    kafasını uzatıp tavla ve kâğıt oynayan müsterilerine bakar, biri bir sey isteyince de ayaklarını
    sürüye sürüye istediğini getirir ve hiç konusmaz.
    Naci, bu adama bayılır, onu konusturmak ister, ama ne sorsa «çok sükür», «Allah bilir», «hep
    öyle»den baska cevap alamazdı.
    Bir sabah, yine hafakanlar içinde evinden fırlayıp kahvehaneye düsen Naci, orasını bombos,
    sahibini de, üstüne bir boru yerlestirilmis mangaldaki kömürleri yelpazelerken gördü. Hasırlı bir
    alçak sandalyeye oturmus, çay ocağının atesini yakmaya çalısıyor; bir yandan, da, sessiz vs
    nümayissiz, ağlıyor. Đskelet suratında iki taraflı gözyası çizgileri...
    — Hayırlı sabahlar kahvecibası!..
    — Hayırlı sabahlar cennetlik!..
    «Cennetlik» ismini Naci'ye yakıstıran kahvecibasıdır.
    — Ne var, ağlıyor musun?
    — Ağlıyorum zahir...
    — Neden?..
    162
    ' - - Günahlarımı düsünmekten...
    — Senin ne günahın olabilir ki?.. Günde bes on kurus kazanıp kötürüm çocuğuna bakıyor,
    kahvehanenle evin arasında, hep yere bakarak gidip geliyorsun...
    — Sen onu bana sor!
    — Soruyorum, söyle!..
    —. Ne söyleyeyim... Söyleyemem ki...
    — Sen günahlarım bilmez inisin?
    — Allah biliyor.
    Bu kısacık konusma içinde, kahvecinin yelpazelediği atesten bir kıvılcım, fırlayıp Naci'nin kalbine
    düstü ve orada parlamaya hazır bir kav yığını buldu. Bu, nebat hayatı içinde teslimiyet örneği
    ihtiyara musallat günah vehmi ya kendisine uğrayacak, olsa hali neye varırdı? Uğradı.
    Yolda, is yerinde, evinde simdi de hep günahı düsünüyor. Hele yatağında ve uykuyu avlamaya
    çalıstığı vakitlerde... Çocukluğundan beri hayatını hesaba çekiyor ve günahlarının dökümünü
    yapmaya çalısıyor. Muazzam bir Peygamber emri:
    «— Hesaba çekilmeden nefslerinizi hesaba çekinizi» Ve artık isi din ölçüleri dısına tasırıp,
    acılarının sebe bi olan günahları masum çağlarda büe aramaya kalkısıyor.
    8-10 yaslarında var, yoktu. Bahçede bir kertenkele tutup bir kutuya koymus ve anneannesi namazda
    tam secdeye varacağı zaman kertenkeleyi önüne almıs, kadıncağızın ödünü, patlatmıstı.
    Deliklerden gizli yeden dikiz etmekten kendisini alamazdı. Mahallenin lıkır gocuklarını nasıl
    dövdüğünü ve bir gün bunlardan bir öksüze bir elma sekeri uzatıp sonra onu nasıl kaptığını ve
    öksüzü ağlattığını hatırlıyor...
    Ya büyüyünce?.. Herkc-si ve arkadaslarını hor gören,
    163
    her seye öfkelenen, ağzıyle fındık, kırmak yerine kalp kırmaktan baska bir sey bilmeyen b,ir
    delikanlılık baslangıcı... Ya sonra?.. Güya olgun genç çağındaki hali?.. Büiün dünya aptal ve yalnız
    kendisi akıllıdır. Nasıl olmustur da 20 asırlık tarih ve insanlık, kendisinin dünyada bulunma ' dığı
    devirlerde güdülebilmis, idare edilebilmistir?
    Bu mecnun fikrî suurlastirmıs olmasa bile, geçirdiği soklara gelinceye kadar her tavır ye
    hareketinden tüten mâna budur.
    Đçki mi, sefahat mı, vur patlasuvçal oynasın mı, adî kötülükler mi; o taraklarda bezi yoktur; fakat ya
    kadın?.. Belmâ onun burnunu kırıncaya kadar, gururunun kubbesi altında benliğine mesale
    tutturmaktan, sehrâyın yaptır-, maktan baska vazifeye lâyık görmediği ve her defasında tiksintisini
    yasadığı kadın?..
    Bu halin ismi gurur mu?.. Đste Đlâhî güce dokunan, günah aminlerinin annesi en büyük günah...
    Bu defa da öyle bir duyguya kapılmıstır ki, Afrika ormanlarında bir kaplan bir geyiği narçalasa,
    parçalayan sanki kendisidir.
    Nasıl çözecek bu yeni düğümü?..
    Yine tasavvuf ona anahtarı veriyor:
    «O günah ki, insanı küçültür ve sığınmaya zorlar,. kibir ve azamet taslayan ibadetten daha
    hayırlıdır..
    Bak sen simdi, is değisti; isin içine gurur karısınca, nadim günah, mağrur ibadetin üstüne çıktı.
    Zıt kutuplar arasındaki kavusma .noktası...
    Seyh-i Ekber:.
    «— Zıtlar birbirine o kadar yakındır ki, bir kere bu-lusabilseler bir daha ayrılmazlar...»
    Hal böyle olunca günah ölçüsüne de bir had tanımak gerekiyor ve günahsızlık iddiası, günahların
    günaha ola-
    104
    rak meydana çıkıyor. Çünkü bu noktada Allah'ın rahmetinden müstağni kalmak gibi muazzamların
    muazzamı bir günah, bir felâket doğmakta... Bu noktayı da Allah'ın Sevgilisi, kâinatın her noktası
    gibi hakikat gergefine islemislerdir:
    Bir gün muazzez sahabilerinin meclisine âni olarak giriyorlar ve bağlılarını acı bir çehre içinde
    buluyorlar. Ne konustuklarını, niçin ıstıraplı bir yüz tasıdıklarını soruyorlar.
    — Günahı, günahımızı konusuyor ve bu bakımdan acı duyuyoruz, ey Allanın Resulü!
    Allahın Resulü buyuruyorlar:
    «— Allah dilerse hepinizi helak eder, bana yeni sa-habiler yaratır, onlar günah isler ve affedilirler.»
    Veli:
    «— Hiçbir günah, günaha hor bakmaktan büyük olmaz.»
    Ama bu demek değil ki, günah islensin; günahtan korkmak da, demek değildir ki, Allah'ın
    rahmetinden uzak düsülsün...
    Her sey, had, ahenk, kıvam ve muvazene meselesi... Hususiyle, apaydın ortada duran ölçüler
    üzerinde kılı kırk yararcasına vehimlere kapılmak ve zavallı aklı, içinden çıkamayacağı bir taharri
    memurluğuna sürmek, sırlara en büyük ihanet...
    Büyük sahabi Muâz Hazretleri, en büyük Resulün büyük hayata geçislerden sonra sahabiler ve
    tabilerle bir arada... Bir çekismedir gidiyor:
    — Allah'ın Resulü, namazdan sonra sağ taraflarından mı kalkarlardı, sol taraflarından mı?..
    Mesele, bu... Herkes ayrı ayrı gördüğünü veya isitti ğini hesaba çekiyor, fakat meseleye kesin bir
    çözüm getiremiyor.
    Muâz Hazretleri hiçbir sey söylemeden, gülümsiyerek, sonuna kadar dinliyor ve nihayet bütün
    ihtisamiyle ölçüyü âbideiestiriyor:
    — Ben gözlerimle gördüm ve takip ettim. Hem sağlarından kalkarlardı, hem de sollarından...
    Seytana p&y çıkarmayınız!
    Rahmet kapısını açan, günah mı?.. Evet, ama usûl değil... Rahmet kapısını açık tutan, ibadet mi?..
    Evet, ama cepte keklik değil... Allah'tan hem ümidini kesmek küfür, hem de emin olmak, kendisini
    emniyette bilmek...
    Naci bunları düsünerek yatağında kıvranırken hatırına, peygamberlerden sonra insanların en
    büyüğü Haz-ret-i Ebubekr'in duası geldi:
    «—Rabbim, sen kâmil kudretsin; hesap ve azap gününde benim cüssemi o kadar büyüt ki,
    cehennemi yalnız ben doldurayım ve baska bir kuluna orada yer kalmasın!..»
    Bir de Islâmda merhamet duygusunun eksik olduğundan bahsederler, öyle mi?..
    Günah, Allah'tan uzak kalmanın eseridir ve sırrı fazla kurcalanacak olursa, yeni ve büsbütün ağır
    bir günaha yol açabilir.
    Evet, Naci Bey, uykunu gaflet ormanında nadir bir gt-yik gibi ararken bil ki, zaten günahsızlık
    insan için muhaldir. Đnsan bizzat günahdır ve dıslariyle ibadette ve sevapta görünen niceleri,
    içleriyle hiçbir günahkârın düse-meyeceği çukurlarda çırpınmaktadırlar. Ve yine zaten insana öyle
    bir derece verilmistir ki, o derecede, bilinen hurda günahlar bir tarafa, suya, toprağa, göğe, günese
    dalmak bile günahtın Kendinde olmak günah... Ötesi var mı?..
    Sevgili Allah'dır; ve sevgili tasarruf edince iste böyle eder.
    Büyük bir edep yanlısı yüzünden kendisini ipe çektiren Hallac-ı Mansur'u düsünüyor:
    Darağacında sözü:
    — Ben bütün bunların niçin basıma geldiğini biliyorum, ama ayak takımına söylemem. Ben sadık
    âsıkım, hâlimden sikâyet edemem!
    Mansur bir gün Bağdad'ın bir sokağından geçerken. bir evin penceresinde güzel bir kız görmüs ve
    gözlerini bir ûn kızın üzerinden çekememistir.
    Günah içinde günahtan kaygı derecesini hayal edin!
    Ya sen, Naci Bey, ne kadar ağlamalısın günahlarına ki, isi gücü kötürüm kızını beslemek için
    toprağa baka baka dükkânıyla evi arasmda mekik dokumak olan kah-vecibasmın ayak tozuna
    erisebîlesin...
    Ve uyudu.
    Yahut bayıldı.
    Uyandığı zaman kendisini son derece hafif ve sevinçli hissetti.
    Rahmet... Bütün bir gece, onu yumusacık bir rahmet kanadı yelpazelemisti.
    Köskten, hafif alacalık zamanı çıktı, iskele yanındaki camie girdi, sabah namazını kahvecibasiyle
    yan yana kıldı ve çayını, yalı bozması kahvehanede içti.
    — Bak ne diyor, büyük evliyalardan biri, Kahveciba-si; diyor ki: «Allah'ım, beni sıkma, yoksa ne
    kadar merhametli olduğunu açığa vururum, sana tapacak tek kisi bulamazsın!..»
    — Tövbe, tövbe, estağfirullah...
    — Seni incitmesin bu söz, Kahvecibası!.. Onu ancak naz makamına yükseltilmis bir veli
    söyleyebilir, sen, ben değü...
    — Estağfirullah...
    — Söyle, yaradandan büyük yaratık olabilir mi hiç?-
    — Estağfirûllah, estağfirullah...
    — Öyleyse mahlûkun merhamet duygusu nasıl hâU-kini asabilir? Düsün, Allah ne kadar
    merhametli?..
    — Ama kahrı da büyük...
    — Öyle... Đkinci bin devresinin yenileyicisi diyor ki: «Allah bana rahmetiyle tecelli etti;
    rahmetten baska bir sey göremedim. Kahriyle tecelli etti, kahrından baska bir sey görmedim.» Öyle
    de «Rahmetim gazabımı astı» buyuran yine Allah... Onun kahrı da ayrı bir rahmet... Rahmet,
    basında ve sonunda sahili olmayan bir deniz... Onu dalgalandıran da dua... Gel seninle dua edelim...
    Kimsecikler yokken kahvehanede, dua edelim... Âç ellerini, ben dua edeyim, sen «âmin!» de!..
    Kahveci ellerini açtı. Naci de beraber:
    — Her seyden evvel bize dua nasib et, bizi duadan . kesme Allah'ım!.. Duadan ve gözyasından...
    Aldığı derin nefesle kahvecinin göğsü kabardı:
    — Amin, âmin!,.
    Naci bir ân ellerini indirdi:
    Đsrail oğullarından biri Allah'a hitap etmis: «Ne günahlar isledim, ne sapıklıklar yaptım, beni
    cezalandırmadın!» Allah onu peygamberine vahyetmis: «Git de ona de ki, ben kendisine en büyük
    cezayı verdim, ama farkında değil; ondan duayı ve gözyasını kestim!»...
    — Allah, Allah... ( Naci yine ellerini kaldırdı:
    — Duayı kabul eden, dilekleri veren, vermeyi murad edince el açtıran, ancak sevdiği kuluna dua
    ettiren, sevmediklerinin elini ve dilini bağlayan ve kendisine yönelmekten alıkoyan Allahım!.. Bizi
    affet!
    — Âmin...
    — Seni unuttuğumuz zamanlardan, andığımızı sanıp
    168
    da kelimelerin kabuğunda kaldığımız demlerden, af dilek-lerimizdeki mürailiklerden, nefslerimize
    biçtiğimiz sonu gelmez mühletlerden, suratımızı, evimizi, malımızı, varlığımızı kendimizin bilmek
    vehminden ve daha nelerden, nelerden ötürü bizi affet!..
    Böyle bir duaya ömrünce sahit olmamıs ihtiyar kahveci en derin anlayıs duygusuyla sesini
    yükseltti:
    — Amin, Amin t..
    Simdi Naci, ellerini indirmis, kahveciye hitap ederek kendi kendisiyle konusuyor:
    — Allah kelâmındaki hikmetlerin en büyüklerinden biri «Her sey Allah'ın vechinde, yüzünde,
    helakte» âyeti... Fakat bunu sözle ve cümlelerle, sözün ve cümlenin dıs yüzünden anlamak ne
    mümkünl.. Bu yakıcı idrak sade Al-lahın nadir kullarına nasip... Yalnız bu âyet, Kur'ân'm Allah
    kel&mı ve Resulünün hak olduğunu isbata yeter.
    Yine ellerini kaldırdı:
    — Allahım, vücudumuza ve nefsimize güvenmek, kendimizi vücut sahibi bilmek suçundan bizi
    affet!..
    Kahvecibası bu son duaya «âmin- deyip diyemeyeceğini kestiremedi. Sadece:
    — Cennetlik, sen Allah'ın sevgili kullarındansın! Diyebildi ve kalktı, çay ocağına doğru yürüdü.
    Đlk vapur, kıyıda apartmanvâri maskara kâğir villalar ve artık itile itile birer kenarda boynunu
    bükmüs, ahsap yalılar önünden salınarak geliyor.
    Naci günlerdir uğramadığı kitabevine ayak basınca, yardımcısı kendisine masasını isaret etti:
    — Okumanız gereken bir sürü mektup... Bir tanesi herhalde çok mühim... Elçilikten geldi. Kavas
    marifetiyle, elden... Đmzamı alıp verdiler. Sonra da, telefon ettiler. Acele cevap bekliyorlar.
    .

  8. #28

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Naci, üzerinde tuğravâri hasmetli bir arma tasıyan mektubu okudu ve yardımcısına döndü:
    — Kitabım Avrupada büyük alâka doğurmus... Hakkımda müsbet tarafından bir sürü de tedkik ve
    tenkid ya-. zısı çıkmıs... En ciddi dergi ve gazetelerde... Bu yayınlardan da ayrıca birer nüshayı
    paketleyip göndermisler... Geldi mi böyle bir paket...
    — Evet, evet... Paketi yanınızdaki etajere koydum.
    — Netice su-. Beni «Milletlerarası Felsefe Cemiyeti», bir konferans vermek üzere sefarethane
    vasıtasiyle merkezlerine davet ediyor. Đmza: Kültür ateseliği...
    — Mükemmeli.. Tezinizi burada çağ dısı bulanlar, çağ merkezindeki alâkayı görüp utansınlar!..
    Fikriniz ne?.. Kabul edecek misiniz?..
    — Seve, Seve... Henüz basına aksetmis değil herhalde
    bu hâdise...
    — Ben görmedim. Ama nasıl olsa akseder. Siz bildirmeseniz
    elçilik haber verir.
    Yardımcısının dediği gibi oldu. Elçilik Naci'den kabul cevabını alınca daveti bütün basma bildirdi.
    Mor gazeteler .alaylı sivelerle büyük mansetler attı, pembeler mühimse-memezlikten geldi, sarılar
    kekeledi, kızıîlarsa telâslandı.
    Yaygarayı bastılar:
    — Vay, süper mürsid simdi de tutucu liberal ve kapi-
    . talist ülkeleri mi hedef alıyor?..
    Mine'nin sesini devam ettiren dergi:
    — Don Kisot'a simdi de Avrupa yolu mu düstü? Yoksa bu isi, dünyanın en büyük hazinelerine
    sahip Papalık mı tertipliyor?.. Gaye, Naci'ye mânevi tebaa değistirmek, onun müslümanlık âdına
    istiflediği hayalleri hiristiyanlığa devrettirmek mi?..
    Kapısında her renkten bir sürü muhabir... *
    170
    Soran sorana:
    — Konferansınızı hazırladınız mı?
    — Hayır!.. Ama benim ne konusacağım eserimden
    belli...
    — Teziniz sadece Đslâmiyet mi?..
    — Đslâmiyet ve onun projektörleriyle baktığım bütün
    dünya...
    — Size Avrupada kalmak ye üniversitelerinde öğretim görevliliği yapmak teklif edilse kabul
    eder misiniz?..
    — Sanmam! Bu, ne islerine gelir, ne de benim çalısmalarımın gayesine hizmet eder. Ben
    mücadelemi, üniversitesinin eserimi reddettiği, halkının da bağrına bastığı memleketimde
    sürdürmek isterim.
    — Ne zaman hareket ediyorsunuz?
    — Elçüik henüz bir tarih vermedi. Kabulüm, yerine bildirilecek ve tesbit edilen zaman ve mekân
    bana haber verilecek...
    Yakınlarını dolastı. \
    Husmen Ağa:
    — Kabul ettiğin için seni tebrik ederim. Mutlaka gitmeli ve içli dıslı bir fetih hamlesine
    girismeHsin! Keske Hatçe sağ olsaydı da. bu günleri görseydi.
    Dostu sevimli imam:
    — Allah yolunuzu açık, tesirinizi keskin eylesin... In-saallah Đslama asrımızın beklediği büyük
    hizmeti edersiniz...
    Đskele kahvehanesinin konusmak bilmeyen sahibi:
    — Ne bileyim!.. Cennet yolu, zahir tuttuğun yol... Ve nihayet annesi:
    — Allah, seni iki cihan aziz etsin... Havaalanında, muayene memurları göğsünün hizasında
    tutmaya-çalıstığı çantasına bakıp sordular:
    — Çantanızda ne var?..
    171
    Birkaç çamasır, bir - iki bos defter ve Kur'ân-ı Kerim...
    Onuncu kattaki otel odasının küçük terasından, gece vakti büyük kenti seyrediyor.
    Alabildiğine ısık... Gök görünmüyor... Gök, içinde pembe bir keten helvası savrulan bir harman
    yeri... Yer mi, gök mü, belli değil... Burası, -Isık Sehri» diye tanınan. Batının baslıca sanat ve kültür
    merkezi... Otomobiller birbirine bitisik ates böcekleri gibi süzülüp gitmekte, caddeler birer felâket
    seli halinde iki ayağı üzerinde akabilen boğulmus insanları sürüklemekte, vitrinler renk renk, bir
    yanan, bir sönen alarm isareti levhalarla büyük sehrin büyük gafletini, «Isık Sehri»nin aydınlatılmıs
    dipsiz karanlığını ilân etmekte...
    — Batı budur, diye düsündü Naci; gaflet ve gururun ısıklı ve sırmalı mantosunda teselli arayan
    muhtesem bedbahtlık panayırı...
    Onu davetlisi olduğu cemiyetin bir temsilcisi hava meydanında karsılamıs ve ertesi günü öğleden
    sonra alıp merkeze götürmek üzere oteline indirmisti. Eline de bir sehir rehberi vermis ve sehir
    haritasında noktaladığı camii göstermisti:
    —< Her halde önce onu ziyaret edersiniz! Bu sehirde Suriyeli, Mısırlı, Cezairli, Tunuslu, Faslı, pek
    çok müslüman vardır. Umarım ki, konferansınızı kaçırmazlar...
    Naci gülümseyerek, bu sehirde yasayan müslümanla-rın, vereceği konferanstan bir sey
    anlamayacakları ve zahmet etmeye lüzum görmeyecekleri hakkındaki pesin kanaatini gizledi ve
    karsılayıcısına tesekkür etmekle yetindi.
    Sehirde merak ettiği hiçbir sey yoktu. Gündüzleri ayak üstü', geceleri de sırt üstü veya yüzü koyun
    uyanıklık tak-
    172
    lidi yapan sehrin, kendisini indirdikleri en satafatlı otelinde herkes giyinirken o soyundu,
    lâmbalarını söndürdü ve * yattı. Mevlânâ'yı hatırladı:
    «Sarayda uyku... Sultanlar habersiz...» «Zindanda uyku... Mahkûmlar habersiz...»
    Sabahleyin uyanınca tavan, bası üzerinde nerede olduğunu kestirinceye kadar birkaç kere döndü.
    Cezairli Arap üslûbundaki cami, sehrin merkezi muhitlerinden birinde büyük bir saha isgal ediyor.
    Kesisen iki yolun köse noktasından iki yol boyunca büyük bir kısla gibi kanatlarını yaymıs... Orta.
    yerde merdivenlerle çıkılan ana giris kapısı ve uçlarda kule biçimli, sükût .bestekârı minareler...
    Naci yarım saatlik bir dikkat payı sonunda kavradı ki, bu cami, siyasî'bir göstermelik rolüne
    memur... Sömürgeci Batı kültür merkezinin, müslümanlara, hem de sehrin en değerli yerinde
    stadyum çapında hediye ettiği bu bina, «içinde istediğiniz gibi oyalanın!» gibilerden verilmis bir
    ivazdır; ve gayesi, müslümanları ruhiyle serbest bırakmıs görünüp maddesiyle zaptetmek-..: Ve
    serbest bırakmıs göründüğü o ruhu bir kavanoz içinde dondurup Batı asısiyle fesada uğratmak...
    Hem de bu fesat isiyle vazifeli sözde müslüman, Batı simsarı modern güdücüleri gayet iyi seçmek
    ve teskilâtlandırmak...
    Nitekim camii bir kıskaç içinde zaptetmi§ ve zindan-lastırmıs olan büyük sehrin havası oraya her
    delikten girerken, oradan sehre yayılan hiçbir hava yok...
    Camiin dip kösesindeki lokantamsı yere girince ne görsün?.. Masalarda, kömür karası saçlı, esmer
    güzeli, uzun kirpikli ve derin gözlü Cezair kızları, kendilerini incecik bellerinden kavramıs
    Avrupalı delikanlılarla sarmas-dolas kaynasmakta... Üzerinde beyaz bir ay:yıldız sırıtan kırmızı
    fesli garsonlar da masalarına içki yetistirmekte...
    173
    Bir kösede ve hayretler içinde kahvesini içerken bu kızlardan biri yavuklusuyla beraber ayağa
    kalktı; ve örtülü müslüman kadınının, daha ilerisi mevcut olmayan zıd-dmı gösterici apaçık haliyle
    mabedin arka avlusu vaziye-tindeki meydancığa doğru uçup gitti.
    Naci oteline giderken yolda gördüğü, kimi beyaz har-mânili ve kukuleteli, kimi fesli tiplere bakıp
    mırıldandı:
    — Ey Đslâmlık, ne hale düsmüs bulunuyorsun!.. Ben de buraya, senin topyekûn insanlıkça beklenen
    kurtarıcı rejim olduğunu savunmaya gelmis bulunuyorum!..
    Avrupalı madde hesaplarını gayet iyi bilir ve tesirlerinin manivela dehâsını daima yerinde kullanır.
    Naci'yi otelinden aldılar ve «Milletlerarası Felsefe Ce-miyeti»nin muhtesem bir bulvar üzerindeki
    merkezine götürdüler.
    Çay masası etrafıftdalar... 20-30 kisilik bir halka... Kadınlı erkekli, gençli, ihtiyarlı... Bir bakısta, bu
    halkanın," düsünenlerden, yahut düsündüğünü sananlardan olustuğu belli... Hususiyle genç ve orta
    yaslı kadınlar arasında, hiçbir fikir ve sanat hâdisesini, tiyatro, resim sergisi, konser, konferans gibi
    toplantı vesilelerini kaçırmamakla tanınr mıs çehreler... Erkeklerde de ağır baslı görünmek
    gayretinde profesörler, lâübâli sanatkârlar, ticaret kokusu almıs editörler, hüküm kesmeye gelen
    münekkitler vesaire...
    Cemiyetin reisi Naci'yi kalabalığa takdim etti:
    — Dilimizo çevrilen ve fikir muhitlerimizde hayli yankılar uyandıran «Đslâm Tasavvufu ve
    Đnsanlığın Beklediği Nizam» isimli eser malûm... Bu mevzuda bir konferans vermek üzere
    sehrimize davet ettiğimiz genç müellifi size takdim ederim.
    Alkıs... .
    174
    — Belirttiği fikir cehdine göre olgun yasta tahmin ektiğimiz müellif, görüyorsunuz ki, delikanlı
    denilecek kadar genç... Memleketinde olgun yaslı üniversite profesörlerinin reddettiği (tez) bizde
    alâkaya lâyık görülmekle iki anlayıs arası garip bir tezat doğmus oluyor. Bu tezat ise bizim,
    eserdeki cesaretli iddialan kabule hazır olduğumuzu değil, ©nları sadece merak ettirici
    gördüğümüzü ve haysiyetli fikir cehdine kulak vermekten çekinmediğimizi gösterir. Bu bakımdan
    bu genç adamın fikir cehdini simdiden tebrik eder ve yarın aksam salonumuzda vereceği konferansı
    alâkayla beklediğimizi belirtiriz...
    Bir alkıs daha... Davetliler Naci'den de birkaç kelime beklercesine alkıslarını ona çevirdiler. Naci
    konustu:.
    — Tesekkür ederim. Muhterem profesörün takdiminde azizlestirdiği fikir cehdini, kendi dısımda,
    cins kafalara mahsus bir siar bildiğimi kaydetmek isterim. Batılı ilim ve tefekkür adamının en
    büyük imtiyazlarından biri de, iste, hakikate ermek uğrunda fikre tanıdığı bu haktır. Ne yazık ki, bu
    hak. Batı taklitçisi ülkelerde mevcut değildir. Yarın aksamki konferansımda, Doğu ve Batı, bütün
    bir insanlık muhasebesini titizlikle yapmaya çalısacağımı vaadeder-ken, dünyalarımız arasında
    ne derin fark uçurumları bulunduğunu, bu uçurumların doldurulamaz olduğunu bilmekteyim. Beni
    de, iddialarıma istidatlı olduğunuzdan değil, sırf ruhunuzdaki arayıcılık hummasından, profesörün
    dediği gibi, Cegzotik) bir merak ve garabet duygusu- yüzünden davet ettiğinizi ayrıca
    bilmekteyim. Ümit ederim ki, bu Batılı merak ve tecessüs duygusu, dâvamı, muhasebe ve
    murakabeye lâyık görücü bir takdir hükmüne varsın... Tekrar tesekkür ederim. .
    Kadınlannki daha coskun olmak üzere, Naci'yi gayet sevimli bulduklarını gösteren yeni bir alkıs...
    175
    Çaylar dağılırken, kadınların sayısı daha baskın, Naci'nin etrafında bir çevrelenme... Suallerden,
    spranların cinsiyeti anlasılabilecek tecessüs davranısları:
    — Kaç yasındasınız?
    — Lehçe ve sive farkı olmaksızın bu kadar güzel kullandığınız frenkçeyi nasıl öğrenebildiniz?
    — Batı edebiyat ve fikriyatında ön plânda gördüğünüz
    kimlerdir?
    — Üzerinizdeki kesimi harikulade elbiseyi Türkiye'de
    mi yaptırdınız?
    — Evinizde bir harem dairesi var mı? .
    — Avrupalı bir turist, kartpostalhk manzaralar dısında iç hayatınıza nüfuz etmek imkânını bulabilir
    mi?..
    — Demokrasi Türkiye'de tutmus mudur? Ve nihayet su sual:
    — Devrimleriniz içten bir olus neticesinde mi meydana gelmistir, çıkartma kâğıdı seklinde dıstan
    bir yapıstırmayla mı?.. - '
    Naci, bu çoğu aptal ve hemen hepsi satıhçi sualleri nükteli karsılıklarla cevaplandırırken, omuzünda
    takdim; ci profesörün elini hissetti:
    — Burada memleketinizin kadınlık dehâ ve zerafetini Batılılara tas çıkartacak biçimde temsil eden
    bir hanımefendi var... Sizi kendilerine takdim edeyim...
    Naci basmj çevirir çevirmez profesörün yanında, çarpıcı bir giyim ve zerafet edası içinde-Belmâ'yı
    gördü:
    — Nasılsınız Naci Bey? . ,
    — Rastlasacağımızı hiç ummazdım.
    Felsefe Cemiyetinin ancak birkaç yüz kisi alabilecek konforlu salonu mümtaz sınıfa mahsus bir
    kalabalıkla dolu... Sağda ve solda, ayakta kalmıs erkekler de görülüyor. Belmâ en önde ve
    Cemiyetin reisi profesörün sağında..,
    176
    Gelenler, hususî davetiye sahipleri, belli baslı makam ve sahsiyet belirtici kimseler Ve aileleri...
    Naci kürsüde...
    Dinleyicilerine tesekkür ettikten sonra lâfa söyle basladı:
    — Size, bir serçe yumurtasından kartal çıkartmaya davranmak gibi garip gelecek bir dâva
    üzerindeyim... Memleketinden kovulup dısarıda soylu bir idrak ailesi arayan bu dâva, öylesine
    öksüzdür ki, onu öz yurdumda ve hattâ devrim dolandırıcılarının çürüttüğü Đslâm
    memleketlerinde savunmaktansa burunları halkalı ve beyinleri fokurdamaktı medeniler dünyasında
    müdafaa etmek daha ümit vericidir. Bu ülkeler, ceplerinde kaybettikleri günesi Batının- solgun
    ampullerinde ararken, siz, artık söndüğünü gördüğünüz bu ampuller önünde günesi kabul etmeye
    onlardan fazla istidatlısınız. Müthis bir alkıs' koptu. Naci durmadan devam etti:
    — Yâni bu 'dâvayı anlasılır kılmaktaki ihtimal payı, ' Çatı yanlısına hem de yanlıs tarafından
    kapılanmıs, geri diye andıkları ülkeler aydınlarına nisbetle, öz yanlısını hissedici diyarların
    beyin sancısı çeken münevverlerinde daha fazladır. Bu bakımdan mücerret Batı münevverleri
    tipini, huzurunuzda mânasına asla ortak çıkmaksızın, sadece beyin sancısı.çekmenin haysiyetiyle
    selâmlarım. , Ve bu giristen sonra Naci, gece 8'den ll'e kadar konustu.
    Eski Yunan ve Roma'dan Hıristiyanlığa kadar birinci, Hristiyanlık ve Ortaçağdan (Rönesans)a
    kadar ikinci, (Rönesans) tan Fransız Đnkılâbına ve makine kesiflerine kadar üçüncü, liberalizma ve
    demokrasi devresinden bütün zaaf ve foyaları meydana vurucu Cihan harpleri sonuna kadar
    dördüncü olarak hendesî bir sarahatle 4 çığır içinde ele alınabilecek Batı dünyasının tahlili...
    Hüküm: Bu dünya, olanca dıs süsü ve madde marifetine rağmen iflâsların en acıklısı içinde
    perisandır. Ve basıbos hürriyet illetine karsı yeni bir nizam arayıcı bir sahlanıs mahiyetindeki ruhcü
    fasizma ile, isi ruhu iptal etmekte ve her seyi kaba bir taksim muamelesine dökmekte bitiren
    maddeci komünizma ona. tesellisini verememistir. Đnanıslar arası hak ve bâtıl kutuplar, üstün bir
    mizan üssünde mahsup sırrına erdirilememis, köle makina öz efendisini burnundan kıstırıp esir
    almıs, Batı tefekkürü hafa-kanlı bir bunalım safhasına ayak basmıstır.' Ruh kanunları ve esyanın
    künhünü arama çabası da kırık; ve her sey iktisadî müessire bağlı... Bir taraftan mülkiyet hakkının
    emek hakkına tecavüzü, bir taraftan da emek hakkının mülkiyet hakkına saldırısı... Cemiyet hakkını
    çalan fertle, fert hakkını araklayan cemiyet arası, sonu gelmez boğusma ve muvazene noktasını
    kaçırma... Dünyaya niçin ve ne yapmaya gelindiğinin ve nereye, ne olmaya gidildiğinin hesabını
    verememek aczi... ' .
    Naci uzun uzun bu tabloyu çizdi ve son hükmü bastırdı:
    — Her sey îslâmda... Đslâm ise bugün Batı dünyasının esiri kuru kalabalıklarda ve onların
    temsilcisi kurgulu oyuncak devrimbaz güdücülerde değil, kendi sâf, mücerret ve münezzeh
    plânında... Bugüne değin Batıda ruhi, içtimai ve iktisadî kaç sistem gelmis geçmisse birbirlerinde
    doğru olarak buldukları yanlıkların asıl hakikati Đslâmda, yanlıs olarak inandıkları doğruların da
    esas keyfiyeti yine Đslâmda... Yâni hem sıhhat kaidesi, hem sifa tedbiri Đslâmda...
    Her seyden evvel Đslâm olmasaydı, Kâinatın Efendisi gelmeseydi, hâdiselerin akıs mantığına göre
    ne olurdu? Naci bu noktada ayniyle sunları söyledi: '
    — Ne mi olurdu? Geriye doğru ilerleyelim-. Đslâm medeniyeti temellendirilmis, Bağdad .sitesi
    kurulmus - ve en eski Yunan metinleri Arapçaya çevrilmis olmasaydı, ilk (hümanistler) barbar
    akınlarında yok edilen bu metinleri buiamıyacak ve (Rönesans) olmayacaktı. Đslâm tefekkür ve din
    adamları olmasaydı, nice mücerret mefhum ve mâna Batıya intikal etmeyecek, esya ve hâdiseleri
    tasarruf (Kur'ân emri) suuru doğmayacak, yüksek riyaziye, tababet, kimya, heyet ilimleri ve daha
    neler neler meydana gelmeyecekti. Peygamberler (ki hepsi mukaddes Đslâm sancağını O'na
    tasımıslardır) o,lmasaydı, insanoğlu • büyük düsünceyi bulamayacak, tekerleği bile
    kesfedemeyecek ve hâlâ Tas Devrini sürdürüp gidecekti. Kâinatın' Efendisi olmasaydı, kâinat
    olmayacaktı.
    O sırada arka koltuklardan bir ses geldi;
    — Allahü ekber!
    Bu ses camii idare eden derneğin davetli güdücülerin-den...
    Naci tsoplantıdakilerden af dileyerek ve izin isteyerek onlara hitap etti:
    — Gönül isterdi ki, siz değil, Avrupalı muhataplarım, o mukaddes kelimeyi anlayarak dile
    getirsinler... Sehre hiçbir mâna üfleyemeden onun karanlık mânasına menfez vaziyetindeki
    câmiinizi gördükten sonra bir kere daha anladım ki, Đslâm inkılâbı yepyeni bir nesle muhtaçdır ve
    sizin o nesilde payınız yoktur.
    Naci'nin bu acı iğnelemesi tebessümle karsılandı. Naci'nin tek tek ele aldığı meseleler:
    — Đslâmda vicdanilik esası ve «Dinde ikrah yoktur!» fermanı... -
    — îslâmın «adalet Hakkı yerine koymaktır» ölçüsiyîe bütün hayatı ve her is subesini kusatıcı...
    — Đslâmda fert, hak bahsinde evvelâ içinden, sonra dısından kelepçeli; ve korku yalnız
    Allah'tan...
    — Đslâmda hürriyet, Hakka- bağlılık vahidi etrafında, inananları zedelememek sartiyle hudutsuz
    ve sonsuz...
    179
    — Đslâmda devlet, en büyük (otorite) ve metbûluğu, en küçük tâbiliğin her ân teftis ve
    murakabesine arzedici nizam... Hakçı olarak halkçı ve halkçı olarak hakçı... tste gerçek
    demokrasi!..
    — Đslâmda kadın, kıymeti bilinen ve belirtilen her sey gibi, mahfaza içinde bir mücevher...
    — tslâmda hak, fikrin... Ayrıca imtiyazlı hiçbir sınıf ve makam yok... Din simsarlığı yok,
    rahiplik yok, Allah adına hüküm kesici hiçbir selâhiyet yok...
    — Đslâmda ahlâk, ulvi «niçih?»in merkezinden çekilmis, bütün tavr ve hareketlerdeki «nasıl?»lan
    halkalayân bir daire...
    — Đslâmda tasavvuf, dinin derinliğine üçüncü buudu ve peygamber bâtını halinde, dünya ve
    ötesinin tam hesabını veren, fert ve cemiyeti ebediyet sevkine ulastıran ve insana ölümsüzlük
    mükellefliğini yükleyen ilâhî mües-sise...
    Ve iste, eserine ve kaba akla mağlûp olmaktan doğan Batı buhranının aradığı büyük ruh
    müeyyidesi!.. Đslâm!..
    Naci bu 9 madde etrafında 3 saat konustu. (Metropo-lis)in fikir ve ilim adamları onu, kasları çatık
    ve donuk bir hayranlıkla dinlediler ve göstermeye alısık olmadıkları jir heyecan içinde alkısladılar

  9. #29

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Naci, alkıslara basiyle karsılık verirken, Belmâ'nın yerinden fırladığını ve kimseye bir sey
    söylemeden salon kapısının yolunu tuttuğunu gördü. Hiç aldırmadı; hattâ sevindi bile... Konferans
    sonunda ona ne tavır alabilirdi ki?.. Belmâ kaçmakla, onun isini kolaylastırmıs oluyordu.
    Profesörün tesekkür konusmasından sonra kürsüden indi, etrafını alan birkaç kisi arasında bir
    gazetecinin:
    — Burada kalıp Sarkiyat Fakültesinde bir vazife kabul etmek istemez misiniz?
    Sualine: .
    — Hayır, diye cevap verdi; asistanlığı bile bana çok
    180
    gören memleketimde mücadeleme devam etmek isterim. Naci'ye .sokulan sık. ve güzel bir kadın da
    sordu:
    — Đslâmda mahfaza içinde bir mücevher diye bahsettiğiniz kadından, erkeğe dört taneye kadar
    müsaade edilmesini nasıl savunabilirsiniz?
    — Muhterem madam, bu bir emir değil, müsaadedir; ve öyle sartlara bağlıdır ki, emrettiği* adaleti
    yerine getirebilmeye bu asırda kimsenin cesaret gösterememesi gerek... Buna karsılık sizin
    erkeklerinizin resmilikte tek kadın, hususîlikte de dilediğince ve elinden geldiğince metres sahibi
    olmak hakkını kendisinde görmesine ne buyru-lur?..
    «Milletlerarası Felsefe Cemiyeti» Reisi profesör, kadının imdadına yetisti:
    — Muhterem konferansçımız, her halde sizin kadar güzehni bulduğu yerde ikincisini
    düsünemez! .
    Naci, gece yansına, Avrupa (Metropolis)inin duvar arkası hayata geçtiği saate doğru, derisi pırıltılı
    kocaman bir yılan gibi büklümlesen bir cadde üstünde ve tek basına oteline gidiyor. Sehri bir kere
    daha ve derinden teneffüs etmek için yaya gitmeyi tercih etmistir.
    Bir kabarenin önünden geçerken, boz rengi üniformalı kapıcı kasketini çıkararak Naci'ye içeriye
    doğru yol vermek Đstedi. Naci aldırmayarak yürüdü. Birkaç adım ileride bir kadın ve elinde
    yanmamıs bir sigara:
    — Bir kibritiniz var mı, genç adam?..
    Bu beylik fahise dâvetine, cebinden çakmağını çıkarıp yakmakla cevap verdi ve arkasından «Bu da
    ne alık soyundan!» diye hayretle mırıldanan kadma dönüp bakmaya lüzum görmedi.
    . Otelde gececi memur anahtar tablosunda onunkini bulamadı:
    — Her halde üstünde kalmıs olmalı... Đyi geceler,efendim!
    Asansörü idare eden çocuk sırıtıyor.
    TSlaçi sordu:
    — Ne gülüyorsun, bir sey mi var?..
    — Bahsisimi verirseniz söylerim.
    Naci çocuğa okkalı bir bahsis toka ettL Çocukta tesekkürden baska karsılık yok... , — Hani
    söyleyecektin?
    — Gecenizin iyi geçmesini dilerim. Kapısı kilitsiz... Açtı ve girdi.
    Garip bir koku, odanın havasında... Sun'i kokulardan ziyade, ten kokusu, nefes kokusu gibi bir
    sey... Anahtar da yatağının üstüne atılmıs... Etrafına bakınmaya kalmadı; banyo tarafından, dus
    süzgecinden fıskıran keskin bir su sesi... Hayretle kostu ve banyonun kapısını açtı: Belmâ!..
    Anadan doğma çıplak...
    Gülüyor:
    — Kapat kapıyı, beni böyle görmen günah...
    Dehsetle haykırdı Naci:
    — Ne arıyorsun burada?
    — Sana geldim! Nihayet sana geldim!
    — Geç kaldın!
    Naci kapıyı kapatıp kendisini bir koltuğa bıraktı. Müthis!.. Ne yapabilir?
    Banyonun kapısı açıldı; ve her zamanki sokak veya salon kılığından daha kapalı biçimde bir
    bornoza bürülü,
    Belmâ...
    Naci'nin karsısındaki koltuğa çöktü:
    — Ben senin bu kadar mutaassıp bir müslüman oldu^-ğunu bilmiyordum. Benden sonra m,ı böyle
    oldun?
    —-Ben asağıdaki salona iniyorum. Lütfen giyinin ve oraya gelin!.. Konusacağınız bir sey varsa
    orada görüselim... •
    Belmâ bir ân, göğsünü fâsedercesine bir hareketi» doğruldu ve pesinden örtündü: (
    — Hayır! Burada konusacağız! Artık sen benim gözümde, yeni moda softalığına rağmen bir
    kahramansın!.. Hattâ «Safak gemisi» numarasından baslayarak... Ama o zaman senin yan çizisin
    bana dokunmadı. Nasıl olsa, tekrar ocağıma düser, dize gelir, diye düsündüm. Sen uzak kalınca da
    aldırmadım ve Avrupa programımı bozmadım. Fakat daima bir yankı gibi içimde uğuldadın.
    Simdi bu gece. yankının geldiği dağın patladığı, devrildiği gece.;. Artık seninim! Boğuluyorum,
    anlatamıyorum!. Naci adetâ mahcup:
    — Vaktiyle size hitap vederken çektiğim kelime sıkıntısı simdi size mi geçti? ,
    — Evet; simdiye kadar hiçbir erkeğe söyliyemediğim, hiç birinin bana söyletemediği tek
    kelimeyle, seviyorum
    seni!
    — Rica ederim; eski sanatınızı, *boyuna ufkun arkasına kaçarak gösterdiğin büyü sanatını
    bozmayın!
    Belmâ üzerinden bornozu attı:
    — .Bir sen, bir siz... O nasıl konusma?.. Bana,sen, sen, .
    de ve gel diye seslen!..
    — Üzerime yürüme ve cevap ver!.. Yoksa Đstanbul'da, evimde, karsıma çıkan seytan sen
    olmayasın?..
    — Benim çizgilerime bürünebiliyorsa' seytan daha ne
    ister?.-.
    Naci ayağa kalktı ve bir iskemle üzerine atılmıs, Belmâ'run
    elbiselerini- gösterdi:
    — Giyininiz ve âsıklarınızın her halde kapısında nöbet beklediği (garsonyer)inize kosunuz! Siz
    benim bir devremde erisilmez, elle tutulmaz bir.tasvirdiniz; simdi burusuk bir kâğıtsınızı
    Okunabilecek tek harfiniz kalmamıs lekeli bir kâğıt... . -
    — Ben asağıya iniyor ve sizi giyinmeye bırakıyorum.
    183
    .182
    Naci, üzerine doğru gelmeye davranan Belmâ'nın fildisi rengi ellerini havada bırakan sert bir
    hareketle kapıya yürüdü, çıktı, asağıya indi ve otel memuruna söyle dedi:
    — Ben çıkıyorum. Soran olursa bu gece otele dönmeyeceğimi söylersiniz. Anahtan getirirler.
    Ve hayatında ilk defa kendini kahramanlığa yaklasmıs hissedercesine göğsü kabarık, caddelere
    düstü. Büyük caddeden ara ve dar sokaklara saptı. Yürüdü, yürüdü. Kapısında boyası dökük
    harflerle (Hotel) yazılı, köhne bir binanın önünde durdu. Kapı kilitsizdi, girdi. Arkasından gelenleri
    haber vermek üzere tepeye asılmıs bir çanın çaldığını duydu. Bir kat yukarıya çıktı. Uyuyakaldığı
    iskemlesinden esneyerek doğrulan otelci...
    — Odanız var mı?
    — Var...
    — Lütfen veriniz!
    — Parası pesin....
    — Hay hay!..
    Ve serseri yatağı, yahut issizler hanına benzeyen bu otelin hapishane gardiyanı kılıklı isçisi,
    cebinden- siskin bir cüzdan çıkanp istenen parayı bahsisiyle ödeyen, esrarlı geceyansı müsterisine
    saskın saskın baktı. Karsısında, hali ve giyimi son derece ciddi, yüksek tabakadan olduğu besbelli
    bir genç... Ama yüzü bozuk ve çizgileri ıs- • tıraplı... Böyle bir adam, böyle bir otele nereden ve
    nasıl düsebilir?
    Otelciler umumiyetle insan sarrafıdır.
    — Her halde bir maceradan geliyor ve evine gitmek istemiyor; belki de izini saklamak
    niyetinde...
    Diye düsündü ve sormaktan kendini alamadı: . .,
    — Bu aksam kadında mı kaybettiniz, kumarda mı? Naci gülümsedi:
    — Đkisinde de" dostum, ikisinde de...
    184
    Đçinde akarsu bile bulunmayan, yalnız suratı 'çarpık bir konsolun üstüne porselen bir ibrikle bir
    leğen konulmus olan, ibriğin arkasında küflü bir ayna sırıtan, battaniyesi yan açık, yatağının
    çarsaflan haftalardır değistirilmemis görünen sefil oda...
    Naci, oda kapısını iyice kilitledikten ve üstelik bir kenardaki kırık ve tahta iskemleyi kapıya siper
    yaptıktan sonra marazi bir haz içinde:
    — Ne güzel, diye düsündü; tam da bana ve su andaki halime göre bir oda...
    Tiksintisinden soyunamadı, yalnız ayakkabılarını çıkarabildi ve battaniye üzerinde sızmayı tecrübe
    etti.
    O, ıstırap çekmek ve nail olduğu her seyin nefret faturasını ödemek için yaratılmıstır. Davetlisi.
    olduğu -Isık Sehri»nin en lüks ve (15. Lûi) stilinde esya döseli dairesinden kaçıp bu odaya
    düsmesini baska türlü yorumlaya-maz.
    Suratı çarpık konsola ilisti gözü... Çekmecelerinden . bir tanesinin bir ucu' içeriye batık, bir ucu da
    dısarıya fırlak... Kapatılırken ters sıkıstınlmıs... Tuhaf bir merakla kalktı, "çekmecenin açık
    kösesinden baktı. Đçinde bir yarım fırancala... Yemeye davrananın dislerini belli edecek sekilde
    ısınlmıs,.. Çekip aldı. Betonlasmıs... Belki aylardır bu çekmecenin içinde... Đstırabın ekmeği... Var
    mısın dislemeye?..
    «Isık Sehri»nin Türk isçilerinden bir grup, lüks otelde onu ziyarete geldi: Bu yılgın, oturacağı yeri
    bilmez, .âdeta boslukta yer tutmaktan mahcup insanlan muhtesem salonun bir kösesinde çevreledi.
    Đlk suali su oldu:
    — Siz buraya niçin geldiğinizi biliyor musunuz?
    — Tabii, dediler; vatanımızda issiz olduğumuz, geçimimizi sağlamamız, • Türkiye'deki
    .yakınlarımızı geçindirebilmemiz için...
    — Hayır, diye cevap verdi Naci; bunlar sizin ferdî ve dıs sebepleriniz... Hepinizi birden kusatan
    içtimai sebep baska... Siz buraya, Türkiye'de insan gücünü değerlendirme kudreti diye bir sey
    kalmadığı için geldiniz!. Asgarî insan zekâsının ham beygir kuvveti halindeki verimini satmaya
    geldiniz. Arabacı, kilometrekare basına sizden çok daha yoğun olan Avrupalı-, sizse beygir...
    Düsünün onlar-da insan gücünü kıymetlendirme dehâsı ne halde ve biz- . de ne vaziyette?..
    — Yani gelmemeli miydik?..
    — Hayır, mutlaka gelmeliydiniz ve bu faciayı.sezmeye, doğru bir suur kazanmaya bakmalıydınız!
    Daha doğrusu, memleketinizdeki sartlar sizi göndermemeliydi. Hilkat nizamında hiçbir canlinın
    tüketimi ondan beklenecek üretimi asamaz olduğuna, -bu bakımdan bir mikrop bile daha zararlı
    mikropları yiyerek bir (artı) belirttiğine göre, insan gücünü hazin bir (eksi) ye götürmüs bir
    ülkeden, sizin vatan içi istihsalciliğe bağlayacak hangi inanıs ve olusu bekleyebilirsiniz?

    Grup içinde, akıl hocası tavriyle oturan yaslıca biri atıldı:
    — Bunlar bizim akıl erdirebileceğimiz meseleler de-gü.. Orduda askere «harp var, yürü!»
    derler, o da yürür. Er, kumandanından hesap soramaz.
    Naci tebessümlü"
    — Sizin vaziyetinizde kumandan yok, aksine kumandansızhk var... Sizi bu yürüyüse zorlayan
    kumandan, Türkiye'nin sartları... Er, kumandanından hesap isteyemez ama cenge sürüldüğü
    tarafı mutlaka bilir ve sebebini benimser..'.
    ' -- Biz burada sade kendimize değil, memleketimize de
    186
    bakmak, onu da kalkındırmaya zorlamak gibi bir durumda bulunuyoruz. Sağmal ineğiz sanki...
    — tsin büyük facia cephesi de bu ya!.. Siz, istihsal yollarını ve enerjisini tıkamıs, yitirmis,
    bütün dengeleri altüst bir diyarın sun'i üreticileri olarak, içerideki akameti büsbütün azdırmaya
    memur bulunuyorsunuz. Hem de dedim ya, asgari insan zekâsını bile kullanmayı bilen ve faydaya
    dönüstüren, (3) kazanmayacağı yere asla (1) vermeyecek olan. ülkel«r yüzü suyu hürmetine...
    Geçelim bu derinliğine fikirlerden de manzarayı genisliğine, dıs yüzünden görelim... Ben
    Đstanbul'dan uçağa binip buranın havaalanında indiğim zaman, tek çatı altında kocaman bir sehre
    benzeyen terminal binasının pırıl pırıl ve gıcır gıcır, koridorlarında yol alırken, kapısı açık bir
    tuvalet gördüm... Đçinde lavaboyu oğmakla mesgul, yaslı bir adam... Bir bakısta bunun Türk
    olduğunu kestirdim- ve Türk olup olmadığını sordum. Nereden olduğu, sualime de «Nereden
    olduğumu unuttum bile... Gurbetteyim, o kadar!» cevabım verdi.
    Đsçi temsilcilerinin bakısları bulanırken, Naci ilâve etti:
    -
    — Anadolu çocuğu, hakikatte ve öz vatanından tam birbuc.uk asırdan beri gurbette...
    .
    Bir ses yükseldi:
    —• Peki ne yapmamızı istiyorsunuz? Bize düsen nedir?
    Buna cevap veriniz.!
    —• Istırap çekmeyi, kol ve bel ağrısı biçiminde değil, kafa çilesi halinde ıstırap çekmeyi öğreniniz!
    Yüzde doksanınızı kuklalastıran ve cambazhanesinde oynatan bu felâketler diyarında, yüzde
    onunuzla vatan daüssılası çekmeye bakınız! O daüssılayı da yüzde onunuzun binde biriyle olsun,
    bugünkü vatana değil, rüyasını gördüğünüz gerçek vatana bağlayınız!
    Otel tesrifatçılarından birinin, Naci'ye, «Milletlerarası
    187
    Felsefe Cemiyeti»nden, kendisini havaalanına götürmek üzere gelenler olduğunu haber vermesi
    üzerine Türk isçileriyle konusma bu noktada kesildi. Naci, -Bu da ne garip, ne rahatsız adam!»
    gibilerden bakıslar önünde, onlara:
    — Affedersiniz, sizi rahatsız ettim!
    Demekten baska bir veda sözü bulamadı.
    Davet edildiği kültür merkezinin fikir organları, Naci'ye sütunlar ayırırken, kendi basınında çıt
    yok... Zaten bu âdetleridir; menfi tarafından kabartacaklarsa bir öksürük duysalar hoparlörlere
    bağlayacak, yahut müsbete benzer bir sey gördüler mi, üzerine sükût külü dökeceklerdir. Yalnız
    kızıl gazete, su kadarcık olsun bahsedebildi: — Naci hakkında Batı fikir gazeteleri sadece (orijinal)
    tabirini kullanıyor. Bu kelime çok defa «yarı deli» mânasına kullanılır. Yarı deliye, üniversitemiz
    cevabını vermistir. Naci, köske kapağı atıp annesinin ellerine kapanınca, kendisini kus tüyü bir
    huzur içinde hissetti. Çarpık çekmecesinde ıstırap ekmeğini gördüğü otelden kurtulması için
    lüks bir otele geçmesi değil, evine dönmesi gerekmis... Odasına girdi, Hatçe'nin bebeğini oksadı
    ve seytanı oturttuğu koltuğa bakıp Belmâ'yı hatırladı: i
    — «Isık Sehri» nde kaldın, değil mi? Hiç ayrılma o pırıltılı karanlık deposundan...
    Ve köye kadar uzanıp Husmen Ağa'yı birkaç gün misafir etmek üzere Đstanbul'a getirdi.
    Dostu sevimli imam, Husmen Ağa ve Naci, iskele kah-vesindeler... Müsterilerle oturmak hiç âdeti
    değilken, kah-vecibası da aralarında... Dostu sevimli imam, Naci'nin, Avrupa'ya gitmeden ricası
    üzerine Hatçe'ye ithaflı bir hatim indirmis, Naci de duasında bulunması için Husmen Ağa'yı davet
    etmistir.
    — Duada ben de bulunabilir miyim? -
    188
    Diye sordu kahveci ve «elbette, çok memnun oluruz!»
    cevabını aldı.
    Seyahatine ait Naci'den intibalar dinledikten sonra
    kalktılar ve köske yollandılar.
    Naci'nin çalısma odası... Kur'ân'ın son kısmı okunu- . yor. Dostu sevimli imamın, çekingen,
    mûsikisiz, hasyet do-, lu ve isleyici öyle bir sesi var ki, Naci, altından mekânın, üstünden de
    zamanın çekilip kaldırıldığını sanmakta... Ve kelime kelime dıs mânasını kalbine naksettiği sûrenin
    seccadesinde göğe yükselmekte... Âyet'âyet: «Senin daralan göğsünü açıp genisletmedik mi?» "
    «Ve yükünü kaldırmadık mı?» «Sırtına büyük ağırlıklar yüklemistik.» x «Ve sanını yükselttik.»
    «Süphesiz zorlukla beraber kolaylık vardır.» «Gerçekten zorluk kolaylıkla beraberdir.» «Đsini
    bitirince ilerisine geç!» «Rabbine yönel!..» •
    Keske bu kadarını da anlamasaydı. Ümmi kahveciba-sı gibi, anladığını sanmadan anlamanın sırrına
    ererdi o
    vakit...
    Kahveciye göz attı. Zayıf yüzü tel gibi uzamıs, gözlerinden gözyası telleri uzanıyor. Husmen Ağa
    bir mezar tası... Sessiz ve kapalı...
    Hatim bitti. Dua basladı, eller kalktı. Hatçe'nin, kolları yarı kalkık bebeği de mi duada, ne?..
    Dua dilemektir. Dilemek verebilenden olur. Verebilen Allah... Sartsız ve kayıtsız veren... Öyleyse
    dua Allahm, onu her kayıttan münezzeh bilerek ulûhiyetine el açmak... Böyle bir basvurus hiç
    geriye döner mi?.. Elverir ki, sen dilemeyi bilsen!.. Bu biliste hiçbir had yok... Elverir ki, sen had
    içinde dilemeyi bilsen!.. Dilemek samimîlestikçe kabulü imkânı artar. Elverir ki, sen samimilikte
    dilemeyi bilesin!.. Dilemekte ihlâs sahibiysen, ölünün dirilmesini de isteyebilirsin! Düsün, ölüyü
    dirilten ve kameri ikiye bölen peygamberlerin ihlâs derecesini!.. O mucizeleri, o ihlâs ile beraber
    onlara veren de Allah... Ama dur; burada da asılması güç bir dönemeç var... Allah'ın yarattığı
    «olur» ve «olmaz»lar âleminde en küçük edep hatası insanda ihlâs diye bir sey bırakmaz ve dua
    kabul edilmez. Bu kılı kırk yancı inceliği fark edebiliyor musun?.. Öyleyse dileklerinde de edepli ol
    ve «Allahım Hatçe'yi dirilt vq bana ver!» yerine «Ona rahmet et!»' diye yalvar!.. îhlâs eksikliği
    korkusuna bak ki sen, velî, ellerini kaldırmıs, Allaha hitap ediyor:
    — Yarabbj, bugüne kadar senden ne kadar istiğfar ettimse simdi istiğfarlanmdan istiğfar ederim.
    Naci, içinden geçenleri okumus olmaları korkusiyle misafirlerine yol gösterdi.
    —. Hatçecik rızkını aldı. Biz de içeriye, geçelim ve yemeğimizi yiyelim.
    Rüyasında Hatçe... Çesme basında onu ilk gördüğü günün haliyle... Çesmeden halat kalınlığında.
    elmas pırıltılı bir su akıyor ve Hatçe testisini dolduruyor.
    — Dolmadı mı testin, Hatçe?
    — Benim testim dolmaz. Suyu içer, ne kadar su gelse alır, dolmaz.
    — Ama ben susuzum; içim yanıyor.
    — Dağ dağ dolas, bir pınar bul!.. Ama dikkat et, suyu bulanık olmasın! .
    Yatağından sıçradı. Bu rüya, vakıalar âleminin en emin haberinden daha sağlam...
    Hatçe "rahmete ermis, Naci'ye de' ermenin yolunu gösteriyor.
    Dağ dağ gezip bulacağı pınar da, çoktandır kapı kapı
    190
    dolasıp aradığı üstün erdirici... Suyu bulanık olmayan pi nar...
    Nasıl bulsun?.. Camilerde mi, sokaklarda mı, ahsap evlerde mi, mezarlıklarda mı, nerede arasın?..
    Saate baktı. Günesin doğmasına yarım saat var... Ab-dest aldı, sabah namazını kıldı ve ellerini açtı:
    — Allahım, ben aramakla bulamam-, sen gösterirseh. buldurursun!
    Kapıda bir tıkırtı...
    Bitisik odada yatan Husmen Ağa, Naci'nin kalktığını duymus, kapısını vuruyor. Naci duasını
    bitirince kalktı, kapıyı açtı, Husmen Ağa'yı içeriye aldı.
    •— Hayrola Husmen Ağa, namaza mı kalktın?
    — Senden önce kalkmıs ve kılmıstım. Kur'ân okuyordum. Ayak sesini duyunca geldim. Duanı da
    isittim.
    — Ne olacak benim halim Husmen Ağa?.. /
    — Đyi olacak... Vakit geldi gibi geliyor bana...
    — Nereden anlıyorsun? .
    — Bir rüya gördüm. Hatçe'yi... Köyde, bildiğin çesme basında testisini doldururken... Sen de
    yanmdaydın! Susuz olduğunu, içinin yandığını söyledin. O da sana dağlarda berrak bir pinar
    bulmanı tenbih etti.
    Naci çığlığı bastı: .
    — Ben de, ben de aynı rüyayı gördüm. Nerede o pınar, Husmen Ağa?..
    — Belki de burnunun dibinde...
    — Sende bir sır var... Zaten ötedenberi gözümde es-raHı bir adamsın... Yoksa sen misin o pınar?..
    — Söylemistim ya; ben o pınarın suyunu döktüğü yerde birikintiye düsmüs bir çöp olabilsem ne
    saadet!..
    — Otur, Husmen Ağa, su koltuğa otur! Konusalım... Konustular.
    Naci sordu:
    — Erdirici nasıl olur, dıstan görünüsü nasıldır?
    — Gayet sakin, sevimli, telâssız, güler yüzlü...
    — Ben devam edeyim: Bu dünyada gezdirdiği cesedin hiçbir zerresinden gafil değilken- onu
    görmeyen, nebat ve hayvan hayatından üzerinde hiçbir alâmet tasımayan, yerken yediği, içerken
    içtiği belli olmayan, hiçbir öfke ve arzu belirtmeyen, hiçbir sözü kesmeyen ve hiçbir seyi izahta
    fazla gayrete düsmeyen, üstünde oturduğu som madeni etekleriyle gizleyen... Baskumandan
    karsısında bir yaver gibi her ân tetikte ve her ân huzurda bir hal...
    Husmen Ağa heyecanlandı:
    — Gözünle görmüs gibi anlatıyorsun! Nereden öğren-, din bunları?..
    — Kitaplardan... Ama bana nakiller değil, kaskatı vakıalar lâzım... Elimle tutmalı, gözümle
    görmeliyim. Yasamalıyım...
    — Artık yasamaya baslayacağın noktaya kadar gelmissin... Allah yardımcın olsun...
    — Husmen Ağa, sen artık benim ebedi kayınbabam-sın! Bana aramanın usûlüne dair son bir sey
    söyle!..
    — Cami, cami gez! Köse bucak dolas!.. Hududu da tasırma!.. Her seyi nasibe bırak!..
    — Pekâlâ Husmen Ağa; dediğini yapacağım... Her gün Đstanbul'a inecek ve her namazı baska
    camide kılmaya çalısacağım. .
    Çaylarını malûm yerde içtikten sonra ilk vapura atlayıp Đstanbul'a geçtiler.
    Bir iki iskele sonra Naci, sahile çok yakm mesafeden -Belmâ'nın yalısını gördü. Her defa
    görmemek için basını ters tarafa çevirdiği yalıya, simdi dikkatle ve bos gözlerle bakabildi.
    Pancurlar ve rıhtım kapısı açılmıs, hizmetçiler temizlik yapmakta... Naci, bunca yalı arasında bir
    tanesi diye bakabildiği yalıyı uzun üzün süzerek dudaklarını kıpırdattı:
    — Simdi anlıyorum ki, kurtulmusum...
    192
    Husmen Âğa sordu:
    — Neden kurtulmus olduğunu sorabilir miyim?
    î— Galiba kendimden... Haklarını helâl et, Husmen Ağa, belki bir daha görüsemeyiz.
    Cami cami geziyor.
    Türbe türbe dolasıyor. .
    Sokak sokak sürtüyor.
    Gökdelen özentisi betonarme binalara bitisik, kaburga kemikleri fırlamıs, pencerelerinde kızıl
    biberler asılı ahsap evlere bakıyor." ;
    Suyu elmas gibi pırıltılı o pınar çehreyi bulmak için...
    Kimi görse bos, kimi dinlese hiç; kime tutunsa yok...
    Hayâlinde Mevlâna Hâlid misâli:
    /'Mürsid aramak için yola çıkar. Mekke'ye kadar uzanır. Yüzü Allah'ın Evi'ne doğru, vecd içinde
    bakarken, bir de görür ki, adamın biri arkasını Kabe'ye vermis, onu seyrediyor. Dakikalarca böyle...
    Nihayet dayanamaz:
    — Behey insan, der-, Allah'ın Evi dururken, ona sırt çevirmis, yüzüme bakıyorsun!.. Đstediğin ne
    benden?
    — Đstediğim, bana bu suali sorman...
    — Soruyorum!
    — Doğru yoldasın! Yürü! Mevlâna Hâlid "Hazretleri ürperir: —Yoksa irsad edicim sen misin?
    — Hayır, senin irsad edicin'Hindistan'da, Dehlev sehrinde... Ben ancak bir kılavuzum-.
    Dere tepe düz, aylarca yol... Hindistan, Dehlev... Açılan dergâh kapısı ve ilk hitap:
    .-— Safa geldin! Seni bekliyorduk!
    Ve ilk emir:
    Ve gık demeden emre itaat... Aylarca süren vazife ve bu isi yaparken kalbinde seytani bir fısıltı:
    193
    — Sen "bunca iknin ve derecenle birtakım miskin dervislerin ayak yolunu temizlemeye memur
    edilecek adam mısın?
    Seytana cevap:
    — Evet; gerekirse sakalımla bile temizlerim! Mürsidi, onu çesmeden su tasırken penceresinden
    seyretmekte ve tenekeleri meleklerin tasıdığını görmekte...
    — Haydi, simdi atma bin, git ve gönül kalelerini fethet!
    Halbuki mürsidinden hususî bir talim bile görmemis, bas basa bir sohbetine bile ermemistir. Sadece
    göze ve kulağa hitap etmeyen feyz cereyanının neticesi ve Đhlasın mükâfatı...
    Đhlâs ha?..
    Nefsini övmekten korkmasa «Var mı, ihlâsta benim gibi adam?» diye meydan akuyacak ve o
    kapının ayak yolu temizleyiciliğini en serefli vazife bilecek,'ama bir bulsa o kapıyı...
    . Lâf değil, nazar istiyor; akıl değil,, is istiyor; davet değil, zor istiyor.
    Dostu, sevimli imamla mescidin bir kösesinde halle-sirlerken, içeriye düsük, fakat temiz kılıklı,
    gözleri halıya mıhlı bir adam girdi. Halbuki yatsıya daha hayli var.,. Bir kenara çekilip iki dizi
    üzerine çöktü.
    Đmam, Naci'ye» arkasına düsen adamı isaret etti:
    :— Seninki!..
    Naci dönüp baktı:
    — Evet, benimki... '
    Bu, çok kimsenin, hallerini bilmedikleri garip insanlara yakıstırdıkları sıfatla bir meczup... Allah
    tarafından çekilmis, cezbedilmis mânasına gelen bu tabiri, akıldan sakat muvazenesizler için
    kullanmaktaki gaflet ve sefaletten incinen Naci, seyrek geldiği bu mescidde, seyrek rastladığı
    meczubu görünce adetâ sevindi ve ona seslendi:
    194
    — Hafız! Yanımıza gelsene!..
    Hafız isimli meczup, gözleri hep yere doğru, yanlarına geldi ve aynı vaziyette oturdu.
    Sanki gözlerinden bir ölüm ısığı fıskırıyor da, naza-nnı birine çevirse onu öldüreceğini saniyormus
    gibi bir mahcupluk içinde...
    Naci: .
    — Hafız, diye takıldı;' nasıl, küpünde yağmur suyu tükendi mi?
    -- Yağmur tükenmez. Rahmet kesilmez. ,— Niçin baska sularla abdest almıyorsun?
    — Yağmur yerden gelmiyor da ondan...
    _ Ne yiyip içiyorsun? Zayıf düsmekten korkmuyor musun?
    — Mezardaki kurtlara fazla mal götürmek istemiyorum. Birkaç dilim kuru ekmek neme yetmez!
    — Sana yardım eden yok mu?..
    — Var, ama kabul eden kim? •
    — Bugüne kadar bir benden mi para kabul, ettin?
    — Senden para almak hosuma gidiyor.
    Naci ellerini ceketinin dıs ceplerine sokup, göstermeden içinde ne olduğunu arastırdı.
    — Mademki bir benden para kabul etmek gibi bir lütuf ta bulunuyorsun, al, ceket cebimden 100
    lira çıktı.
    Hafız, yosun rengi gözlerini Naci'ye dikti ve parmağıyla1 isaret etti:
    — Yetmezi.Su sağ cebindeki üç buçuk lirayı da yer! Naci, elini iç cebine akarak cüzdanını almaya
    davrandı:
    — Hayır, ben. o üçbuçuk lirayı istiyorum,
    Naci elini sağ cebine atıp bozuk paraları çıkardı ve baktı.
    Müthis!..
    195
    Tam üçbuçuk lira... Kendisi habersiz, fakat meczup
    biliyor.
    Kalbini de Naci'nin böyle mi okuyordu meczup?.. . Yatsıyı, Hafızla yan yana kılan Naci, bu cilve
    karsısında saskın...
    ~ Açık keramet...
    Namaz bitti. Eller duaya açılır açılmaz, - Hafız yerinden kalktı ve kapıya doğru yürüdü.
    Naci de arkasından... Sokağa çıktılar. Arkasına bakmaya ihtimal olmayan Hafız, on yirmi adım
    ileride ve gözleri hep yerde, yürüyor.
    Dolambaçlı yollardan geçiyorlar. Birbirine yaslanmıs yaralılar gibi ayakta durmaya çalısan,
    girintili, çıkıntılı ahsap evlerin yılankavi sokaklarından... Karanlık... .Sokak baslarında sadece
    «Burada bir ısık var!» demekle vazifeli fenerler... Evlerde de «Burada canlılar var!» ihtarında cılız
    ısıklar...
    Hafız, arkasiyle alâkasız, yürüdü, yürüdü, o sokaktan çıktı, bu sokağa girdi ve nihayet bir evin
    kapısında durdu. Evin daracık kapısı tokmaklı... Çıngırağı veya elektrik düğmesi bile yok... Naci
    sokuluyor.
    Hafız tokmağı birkaç kere kaldırıp indirdi. Kapıda küçük bir kız... Hafız sordu:
    — Annen nasıl?
    Küçük kız, bir tanıdık edasiyle konusan bu esrarlı adamı yadırgamadı:
    — Biraz, açıldı, atesi de düstü. Canı çorba istiyor.
    — Yapacak kimse yok mu?
    — Var. ama......
    Hafız cebinden deminki 100 lirayı çıkarttı ve uzattı:
    — Al bunu da annene bir çorba hazırla! Küçük kız, parmaklarında para, kekeledi:
    — Siz kimsiniz?
    196
    — Bir müslüman...
    — Sizi Allah gönderdi.
    — Her seyi o gönderir.
    Demek 100 lira hasta annenin, üçbuçuk lira da Hâfız'ın kısmeti...
    Ve yürüdü Hafız... Surlardan . çıktı. Mezarlıklarda
    durdu. Dua etti. '
    Eyüp sırtlarından asağıya doğru iniyor ve Naci onun hiçbir hareketini kaçırmıyor.
    Defterdar, derken Eyüp...
    Cami meydanından sağa saptı. Birkaç adım "ileride, solda, tepeye tırmanan basamaklar... Đki tarafı
    mezar...
    Hafız yine okudu, üfledi çıktı, çıktı ve genis kapılı bir
    duvar önünde durdu.
    Kapının esiğinde yüzü Naci'ye doğru, oturdu. Karanlığa rağmen Naci, yakalanmıs olmaktan ürkek;
    bir mezar tasının arkasına saklanmak istercesine bir harekette...
    Hâfız'ın. sesi: . . .
    — Gel de su esikte biraz dinlenelim! Bak, karanlıktan, pırıltılı Haliç ve Beyoğlu ne güzel
    görünüyor!
    Bu zamana kadar gördüğü ve tanıdığı kadariyle Hafız, simdi baska bir adam... Hareketli, iradeli,
    girisken:
    — Su esik var ya, su oturduğumuz esik?
    — Evet?..
    — Đste buradan içeriye girmeye, girdikten .sonra da hep içeriye, içerilerin içerisine dalmaya bak!
    — Hafız, sen Hızır mısın yoksa?..
    — Her gördüğünü Hızır bil!.. Haydi, dal kapıdan geriye!..
    — Ya beni böyle geç vakit içeride görürlerse ne derler?.
    "— Safa geldin, seni bekliyorduk, derler.
    ----Sen de beraber gelsene!..
    --Olamaz, benim iznim bu esiğe kadar....
    197
    — Beni bırakıp dönecek misin? '
    —• Belli olmaz.
    Kapı, hafif bir itisle açıldı. Đçeride bahçemsi, avlumsu •bir yer... Ortada bir sadırvan... Solda bir
    mescid ve bitisiğinde bir evcik...
    • Kapıyı gene bir adam açtı ve hiçbir hayret ve dikkat
    edası göstermeden Naciye hitap etti:
    — Buyurun! Safa geldiniz!
    Gıcır gıcır bir tülbent temizliğinde tahta dösemeli bir sofacık... Bir basamakla çıkılan bu sofacığın
    önünde, küçük, beton bir zemin...
    Naci hiçbir sey söylemeden bu beton zemin üzerinde
    ayakkabılarını çıkardı.
    Kendisine, derin, dipsiz derin bir gülümsemeyle bakan aydınlık yüzlü gerice döndü:
    — Tamam mı efendim?
    Öyle bir hal içindeydi ki, dudakları kıpırdamayan gençten su ihtarın geldiğini sandı-.
    — Ayakkabılarınızdan sonra bir sey çıkarmayı unut
    Tunuz.
    — Nedir o?
    -- Basınız!
    Ve konusmaya devam etti:
    -- ben sapka giymiyorum ki...
    -- Sapkanızı değil, kafanızı isaret ediyorum!
    — Kafamı mı?.. Kafasız ne yaparım sonra?
    — Size öyle bir kafa verirler ki, eskisini çöp tenekesine atmaktan baska yapacak bir seyiniz
    kalmaz.
    Genç adam, aydınlık aydınlık gülümsüyor.
    Onu küçük bir odaya aldı.
    Bir sedir... Ve üzerinde kapkara gözlü, bembeyaz sakallı bir insan...
    Naci görmeye çalısıyor, fakat göremiyor.
    Sanki ayakları topraktan kesilmis ve madde âlemiyle bes hassesi arasında temas kalmamıstır.
    Kendisini bîr endam aynasında görüyor ve o aynada birini kovalamak istiyor. Fakat mümkün mü?..
    Aynanın içinde yol almak, mesafeler güya aynıyken, kabil mi?..
    Evet; sedirin üzerinde bir insan... Đnsan olmaya insan... Kırpık beyaz bıyıklı ve uzun sakallı bir
    insan... Naci baska bir sey bilmiyor. Bu insan oturduğu yerde büyüyor, bası tavana değiyor ve
    Naci'yi kucağına almıs, göğe yükseliyor. Nur çağlayanı gökler... Yedi gök birbiri üstünde yedi'
    tekerlek... Birbirine ters istikamette dönüyor, nağmelerin en dokunaklısını örüyor, seslerin sırını
    çözüyor, meçhuller muadelesinin nisbetlerini dokuyor. Konusan yok, bir . mûsiki selâlesi halinde
    çağlayan mânalar var: .
    — Yalan, bu dünya, yalan... Aynadaki yalan...
    — Yalan ama, bir gerçeğin yalanı...
    Aynada gördüğün her sey o da, hiçbiri o değil...
    — Gerçeği olmayan yalan olabilir mi?.. Doğru olmalı ki, yalan, kendisine sahte bir vücut bulsun...
    — Doğrusu olmayan yalan olamaz. «Var»ın arkasından «hiç» gelemez.
    — Sen aynada yol almaya ne bakıyorsun!.. Devir o yol vermez sahtekârı da, ardında gizlediği
    gerçeğe ulas!
    — O, yakınlığı haber vermek için yaratılmıs mücellâ uzaklık..
    — Dünya, her avizesine bir günes yerlestirilse, bir kibrit bası nura denk olamaz.
    199
    — Simdi, haydi git, o yalana dön, sırtını aynalara ver ve onların, içinde yol almaya kalkanlara
    haykır: Baslarınızı aynaya çarpmayınız; Alnınızdan yaralanırsınız!
    — Senin isin bu; aynaya tutulanlara yol göstermek... Yoksa sen neredesin, Mevlâna Halide verilen
    ayak yolu temizleme isindeki büyüklük nerede?
    Gel, bize gel, basın sıkıstıkça bize gel!..
    Var olmak istiyorsan Allah'da yok ol!
    Naci. bastığı yerden habersiz, çıkarken bir ara elini basına götürdü, kafası yerindeydi. Bir ses
    duydu, içinden gelen:
    — Bosuna arama, bulamazsın!
    Dıs kapının esiğinde Hâfız'a rastladı. Beraberce yokusun merdivenlerinden iniyorlar. Hafız gökte,
    simsek gibi bir çakmayı gösterdi: -
    — Gördün mü?
    — Evet... Bu düsen, göktası olmasın?..
    — Hayır, bu inen, nur...
    Elinde Hatçe'nin bebeği, masasına kapanmıs katıla katıla ağlıyor.
    — Naci, beni istemiyor musun?
    — Hayır Hatçe, ben seni yaradanı, Allah'ı istiyorum!
    -SONNecip
    Fazıl Kısakürek _ Aynadaki Yalan

  10. #30

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Aziz Nesin _ Anıtı Dikilen Sinek
    ANITI DİKİLEN SİNEK
    ANITI DİKİLEN SİNEK
    Sinekler arasındaki bu olay, o büyük kentin, yüksek yapıların çok sıkışık bulunduğu bir bölgesinde geçti. Orada çok katlı bir konut vardı. Bu konutun en alt katı, çok az güneş alan bir evdi. Bu evin yarısı, yerden aşağıdaydı, toprağa gömülüydü. Dar sokağın iki gecesinde çok yüksek yapılar, bu bodrumdaki eve güneş ışınlarının girmesini engellerdi. Bu yüzden o eve sabah aydınlığı geç gelir, ama akşam karanlığı erkenden basardı.
    O bodrum katındaki evde üç kişilik bir aile otururdu: Anne, baba ve oğul. Anneyle baba, ikisi de işde çalışıyordu. Oğul, ortaokula yeni başlamıştı.
    Anlatacağımız olayın geçtiği gün, o akşam saatinde, anne de, baba da daha işlerinden dönmemişlerdi. Oğul da okuldan gelip ders çalışmış, yorulmuştu.
    Çalıştığı ders kitabını masa üstünde açık bırakıp, annesiyle babası eve dönünceye dek oyun oynamak için dışarı çıkmıştı. Evde insan yoktu, ama karasinekler vardı.
    Günün o akşam saatinde dışarısı aydınlık, evin içiyse yarı karanlıktı. Bilindiği gibi karasinekler karanlıkta uçamazlar. Hava aydınlanıncaya yada bir ışık yanıncaya dek oldukları yerde kalırlar. Evin içi yarı karanlık olduğu için, içerdeki sinekler de uçuşmuyorlardı. Yalnız bir genç karasinek vardı, o durmadan dışardaki aydınlığa çıkmak için uçuyor, ama pencere camına çarpıp kalıyordu. Ama yine de camın öte yanına geçmek için çaba harcıyordu. Cama çarptıkça hiç yılmıyordu. İstenci güçlü bir sinekti. Uçup uçup pencere camına çarpıyor, camın üzerinde dolaşıyor, oralarını inceliyor, nasıl dışarı çıkıp aydınlığa kavuşabileceğini araştırıyordu.
    Öteki sinekler, yaşlı, bilgili, deneyimleri de zengin sineklerdi. Uçup uçup boyuna cama çarpan genç sineğe,
    — Boşuna uğraşma, çıkamazsın... dediler. Genç sinek,
    — Ama ben, bu karanlık yerde hapsolup kalamam. Baksanıza, öteleri aydınlık. Ben de aydınlığa gitmek istiyorum... dedi.
    Bir yaşlı sinek dedi ki:
    — İkide bir çarptığın şeyin ne olduğunu anlaya-madın mı hâlâ? Ona cam denir. Cam, saydamdır. Bir yanından öte yanı görünür. Bir yanından öte yanı göründüğü için de, senin gibi genç sinekler onu yok sanır, boyuna çarparlar.
    Genç sinek, yaşlı sineklere şu yanıtı verdi:
    — Eskiden camın ne olduğunu bilmiyordum. Ama başımı vura vura, kanatlarımı çarpa çarpa, camın ne olduğunu ben de öğrendim.
    Bunu söyledikten sonra, yarı karanlık odanın içinde, havada bikaç daire çizip hız aldı ve birden ok gibi uçup yine pencere camına çarptı.
    Yaşlı sineklerden biri ona şöyle dedi:
    — Camın ne olduğunu biliyorsun, ne diye boyuna cama çarpıp duruyorsun? Nasıl olsa camı delip çıkamazsın. Boş yere kendini bitireceksin.
    Başka sinekler de , o genç sineğe, camı delemeye-ceğini anlatmaya çalıştılar:
    — Kendine yazık ediyorsun... Çarpıp durma, bir yerin sakatlanacak. Gel, sen de bizim gibi, şuralarda beğendiğin bir yere kon, orda dinlen sabah olana dek.
    Genç sinek, yine,
    — Ben, dışarısı aydınlıkken bu karanlıkta kalamam... dedi.
    Bir yaşlı sinek de,
    — Nasıl olsa geceleyin her yer kararınca karanlıkta kalacaksın... dedi.
    Genç sinek de,
    — Evet ama, her yer kararınca başka umarımız kalmaz, dedi, oysa şimdi dışarısı aydınlık.
    Bunu söyledikten sonra belki yüzüncü kez hızla cama çarptı.
    Yaşlı sineklerden o zamana dek hiç konuşmaya katılmamış olan biri, genç sineğe,
    — Sana acıyorum, dedi, camın öte yanma geçemeyeceğini bile bile, ne diye kendini cama çarpıp duruyorsun?
    O atak, genç sinek,
    — Ama umudum var, dedi, benimkisi bir umut... Dışarısı aydınlık kaldıkça bende bu umut sönmez.
    — Ama camın ötesine geçemezsin. Bu olanaksız.
    — Biliyorum, geçilmez... Ama ya bir yolunu bulup geçersem...
    Çok sinirlenen bir yaşlı sinek,
    — Geçilmez, aptal! diye bağırdı. Genç sinek,
    — Öyleyse ışık nasıl geçiyor camdan? diye sordu. O yaşlı sinek,
    — Sersem, sen bir sineksin, ışık değilsin ki... Yoksa kendini ışık mı sanıyorsun, budala! diye bağırdı.
    Başka birçok bilmiş sinek de,
    — Işık camdan geçer ama, ses geçmez... dedi. Genç sinek yine direndi:
    — Varsın olsun... Ben yine de aydınlığa gitmeyi deneyeceğim.
    Bunu havada söyledikten sonra, cama öyle hızla çarptı ki, çarpmanın etkisiyle pencerenin alt pervazına düştü. Orada incecik ayaklarıyla, gövdesine masaj yaparak, kanatlarını düzelterek, kendisini tedavi etti.
    Sonra uçtu, uçtu, yine hızla cama çarptı.
    Bir yaşlı sinek,
    — Son kez sana söylüyorum, dedi, dışarı çıkamazsın. Boşuboşuna kendini zedeleme, incitme...
    Genç sinek,
    — Sanki siz, aydınlığa çıkmak için uğraşmıyorsunuz da ne yapıyorsunuz? Hiç... Konduğunuz yerlerde pinekleyip duruyorsunuz. Ben sizin gibi pinekleyeceğime, hiç olmazsa bir çıkış aramak için umutla çırpmıyorum. Pineklemekten çok daha iyidir benim
    10
    yaptığım. Karışmayın bana...
    Yaşlı sinekler, bu dikbaşlı, söz anlamaz genç sineğe öğüt vermekten vazgeçtiler. Çünkü, ne söyleseler anlamayacaktı bu kalın kafalı sinek... Onlardan kimisi, bu genç sineğin aptal, kimisi de deli olduğunu-nu düşünüyordu. Varsın başını çarpıp dursundu sert cama... Nasıl olsa biraz sonra dışarısı da kararacak, konduğu yerde sabah aydınlığını bekleyecekti uçmak için...
    Genç, atak ve umutlu sinek, durmadan camın ötesindeki aydınlığa varmanın bir yolunu aramaktaydı. Hiç yılmıyor, umutsuzluğa kapılmıyordu. Bir ara, bu evin çocuğunun az önce ders çalıştığı masaya kondu. Çocuğun ders çalıştığı kitabı açık duruyordu. Genç sinek, her şeyi öğrenmeye çok meraklı olduğu için, okumasını öğrenmişti. Açık duran sayfayı okumaya başladı. Kitabın o sayfasında ışık anlatılıyor, ışık üstüne bilgi veriliyordu. Ama bu bilgi, oldukça eğlenceli anlatılıyordu. Örneğin şöyle bir bölüm vardı o sayfada:
    «Bir kedinin kuyruğuna teneke bağlansa, kedi kuyruğuna bağlı tenekenin gürültüsünden korkarak, o gürültüden kurtulmak için hızla koşup kaçmaya başlar. Böyle bir kedinin, çarptığı pencere camını kırmadan camın öte yanına geçmesi için ne yapması gerekir?»
    O sayfada bu sorunun yanıtı da vardı. Şöyleydi:
    «Kedi, hızla koşa koşa, hızı, ışık hızına ulaşırsa, o zaman camı kırmadan, camın öte yanma geçebilir. Çünkü, ışık saniyede üçyüzbin kilometre hızla gittiğinden, camın bir yanından öte yanına geçebilir. Ama bir kedinin, camı kırmadan, çarptığı camın öte yanma
    .1 . 1 .'
    II
    geçmesi olanaksızdır. Çünkü kedi, ışık kadar hızlı koşamaz. Bu, bir varsayımdır.»
    Genç sinek, bu ilginç bilgiyi öğrenince çok sevindi. Demek, ışık hızı kadar hızlı uçabilirse, camın öte yanına geçebilecekti. Bu kez bu denemeye girişti.
    Uçuş hızını artırabilmek için, gerilere, ta karşı duvara gidiyor, ordan hız alarak uçuyor, kendini cama vuruyordu. Camın öte yanına geçemeyince, hızının yetmediğini anlıyordu. Bu kez daha da hızlı çarpıyordu. Bu hızlı çarpışı çok denedi. Bir uçuşunda, o denli çok hız almıştı ve o denli sert çarpmıştı ki, camın üstünde yamyassı kalmıştı. Bütün gövdesi ezilmiş, derisi parçalanıp delinmişti. Kanları saçılmıştı camın üstüne. Genç sinek, sonunda ölmüştü işte...
    Odadaki sinekler, genç sineğin ölüsünün çevresinde toplandılar. Ağlamaya başladılar. O güne dek, pek çok sineğin öldüğünü görmüşler, ama hiçbirine bu genç sineğe olduğu kadar üzülmemişler, hiçbiri için gözyaşı dökmemişlerdi. Bu genç sinek başkaydı.
    Sinekler, genç sineğin ölüsü başında nutuklar çekmeye başladılar. Özet olarak şöyle diyorlardı:
    — O, sineklerin öncüsüdür, hepimiz için çıkış yolu arıyordu.
    — O, bir umut simgesiydi. Hepimize umut aşılıyordu.
    — Ne büyük özveri! Bizler için canını verdi...
    — En olanaksızı bile, olanaklı kılmak için öldü.
    — Seni hiçbir zaman unutmayacağız...
    — Sen, biz sineklerin tarihine altın sayfaya geçeceksin ve senin savaşımın tarihe altın harflerle yazılacak.
    Sinekler ağlıyorlar, genç sineğin ölüsü başında
    12
    saygı duruşunda duruyorlardı.
    Ordaki sineklerin en yaşlısı ve en bilgilisi,
    — Bu kahraman sineğin cam üstündeki ölüsü, onun bir anıtı olarak burda kalsın. Çünkü o, aydınlığa çıkmak için canını verdi... dedi.
    Başka bir sinek de, camdaki sinek ölüsünün anıt olarak kalmasını çok beğendi, çünkü az sonra sinek yapıştığı camda kuruyup kalacak ve güzel bir anıt olacaktı.
    En yaşlı sinek,
    — O burda sonsuza dek yaşayacak, onu sinekler hiçbir zaman unutmayacaklar... dedi.
    Dışarısı da artık kararmıştı, gece olmuştu. Bu yüzden sinekler oldukları yerde kaldılar. Biraz sonra, işinden dönen anne, odaya girdi. Odanın lambasını yaktı. Sonra pencerenin perdesini kapamaya gidince, camdaki sinek ölüsünü gördü. Bir temizlik beziyle orasını sildi. Camda sineğin ölüsü de kalmamıştı.
    Yaşlı sinek haklıydı. Genç sineğin anıtı sonsuza dek kalmıştı. Çünkü, sonsuz denilen şey de, yaratıklara göre sınırlıdır. Kelebek için sonsuz üç saatse, insan için otuzbin yıldır, bir sinek içinse olsun olsun da birkaç saat olsun...
    Anıtı dikilen genç sinek, sineklerin tarihine bir kahraman olarak geçti. Ama kimi sinekler de onun, olanaksızı deneme yüzünden öldüğü için, bir aptal, yada deli olduğunu hâlâ söylemektedirler.
    Hangisi doğruydu? Buna sinekler kendileri, anlayışlarına göre karar verdiler. Bugün hâlâ, camlara çarpıp öte yandaki aydınlığa ulaşmak için çaba harcayan, bu uğurda canveren sinekler de vardır, bunun aptallık olduğunu düşünüp kondukları o karanlık
    13
    yerde pinekleyen sinekler de vardır. Hangisinin yolunu seçmek gerektiğini, her sinek kendisi bilir. Ama şu da bir gerçek ki, sineklerin tarihi, karanlıkta pineklediği için hiçbir sineğin anıtının dikilmiş olduğunu yazmamaktadır.
    BİRBİRLERİNİ KISKANAN TAŞITLAR
    Bu olay büyük bir kentte geçti. O kentin çok büyük bir garı vardı. O garda birçok demiryolu birleşiyordu. Durmadan gara tirenler gelir, gardan tirenler kalkardı.
    Gar, deniz kıyısına yakındı. Deniz kıyısında vapur iskelesi vardı.
    Garla iskele arasındaki geniş alanda, otobüslerin, troleybüslerin, tramvayların, otomobillerin, kamyonların ayrı ayrı durakları vardı. Orda hemen hemen her tür taşıt ve binit bulunuyordu. Birbirlerine yakın olduğu için tanışıyorlardı. Aralarında konuşurlardı. Otobüs durağına gelen otobüslerle, taksi durağındaki otomobiller çok iyi arkadaştılar. Bigün otobüslerden biri, bir otomobile şöyle dedi:
    — Şu tirenlerin işi ne denli kolay... Hem kolay,
    15
    hem de rahat. Tekerlekleri, rayların üzerinde kayarak dönüyor. Hep aynı yoldan gidip geliyorlar. Hiçbir zaman yollarını değiştirmezler. Yaşamları izlence içinde geçiyor. Daha yola çıkmadan, hangi yoldan gidip döneceklerini bilirler. Ne güzel değil mi?
    Bu sözlerinden, otobüsün tireni kıskandığı belli oluyordu. Otomobil, tireni otobüsten de çok kıskanıyordu.
    — Çok doğru, dedi, tirenler şanslı taşıtlar... Bizim gibi değil, Hele benim ne zaman, nereye gideceğim hiç belli olmaz. Bu düzensiz yaşamdan bıktım.
    İncecik bir ses araya girdi. O ince ses, otobüse şöyle diyordu:
    — Sayın otobüs, niçin yakındığınızı anlamıyorum. Hiç olmasza belli bir tarifeye göre kalkıyorsunuz, o tarifeye göre belli yollardan gidip geliyorsunuz, belirli duraklarda duruyorsunuz. Ama benim hangi yollardan gideceğim, ne zaman gidip ne zaman, nerede duracağım hiç belli olmaz; üstüme binenin isteğine bağlı...
    Bu incecik ses, durağa bırakılmış bir bisikletten geliyordu. Belli ki bisiklet de, tarifesi var diye otobüsü kıskanmaktaydı.
    Bu kez kalın bir ses girdi araya. O kalın ses, otobüse şöyle dedi:
    — Çok doğru söylüyor bisiklet. Benim de hiçbir zaman tarifem olmadı. Bu düzensiz yaşam çekilmiyor. Şoför, beni istediği zaman sürer, istediği yoldan götürür, istediği yerde durdurur.
    Bu kalın ses, duraktaki bir kamyondan geliyordu. Kamyonun da, otobüsü kıskandığı belliydi. Kamyon
    16
    şöyle ekledi:
    — Ne güzel şeydir tarifesi olmak... Tarifesi olanlar bizim acımızı anlayamazlar. Bütün yaşamımda hiç tarifem olmadı. Bundan sonra olacağı da yok...
    Bisiklet, o incecik sesiyle,
    — Bir tarifem olmasını hep özlemişimdir. Belli zamanda kalkmak, belli zamanlarda belirli yerlere gitmek belirli yollardan... Ne güzel şey düzenli bir yaşam...
    Otomobil de, ince sesli bisikletle, kalın sesli kamyonu doğruladı:
    — Otobüsler bizlere göre çok iyi bir yaşam sürüyorlar. Ne mutlu otobüslere... Tarife, düzen demektir. Benim hiçbir zaman düzenli bir yaşamım olmadı. Gece yarılan, hatta sabaha karşı bile şoför beni çalıştırır, sürer. Oysa otobüslerin yaşamı bir izlence içinde geçer.
    Otomobilin de, bisiklet ve kamyon gibi, tarifesi var diye otobüsü kıskandığı belliydi. Otobüs, bu üçüne şu yanıtı verdi:
    — Evet, belediyenin yaptığı tarifeye göre yaşadığım doğrudur. Ama hep aynı yoldan gidip gelsem bile, şoför beni, yolun bir o yanına, bir bu yanına sürebilir. Sonra yol tıkanınca, beni tarife dışı bir yerde durdurabilir. Oysa tirenler öyle mi? Tirenin tekerlekleri, rayların üzerindedir. Raydan bir santim bile ayrılmadan yaşamını sürdürür. Sonra durağa gidinceye dek hiçbir yerde durmaz.
    Otobüsün de tireni kıskandığı anlaşılıyordu. Bu sözlerine karşı otomobil, otobüse şöyle dedi:
    — Olsun, hiç olmazsa senin bir tarifen var yine... Bizim o da yok ya...
    17
    Otobüs de şöyle dedi:
    — Yaşamımda hiçbir zaman tiren gibi düzenli olamadım, hiç olmazsa troleybüsler gibi olsaydım... Tirenler nasıl raylarından ayrılamazlarsa, troleybüsler de, elektrik akımı aldıkları elektrik telinden ayrılmazlar. Belli yoldan gidip geldikleri, elektrik telinden ayrılmadıkları, düzenli yaşadıkları için, troleybüsler kimbilir ne mutludurlar...
    Sert bir ses,
    — Yanılıyorsun... dedi.
    Bu ses, duraktaki bir troleybüsten geliyordu. Şöyle diyordu onlara:
    — Tarife dediğiniz şey, çok cansıkıcıdır. Elektrik telinden kıl payı ayrılamazsın. Otobüsün de tarifesi var ama, hiç olmazsa yolun bir sağ, bir sol yanına gidebilir. Yol tıkanınca gelişigüzel yerde durabilir. Oysa benim hiçbir özgürlüğüm yok. Tarifeyle yaşamayı siz güzel bişey sanıyorsunuz. İzlenceymiş! Yerin dibine batsın izlence... Hangi saatte, nerde olacağını, nerelerde duracağını bitirmişsin... Bir gün, iki gün değil ki bu, bütün yaşam boyu çekilmiyor. Hiç olmazsa, aylık, yıllık izin verselerdi de, bağlı olduğum telden kurtulup ben de istediğim zaman, istediğim yerlerde gönlümce gezebilseydim, tıpkı otomobil gibi, bisiklet, kamyon gibi... Hiç özgürlüğüm yok benim...
    Bu sözlerinden troleybüsün de otomobili, bisikleti, kamyonu, hatta otobüsü bile kıskandığı anlaşılıyordu.
    Heceleri uzata uzata konuşan biri söze karıştı. Bu, gardaki bir tirendi. Konuşurken heceleri, vagonlarının sayısına göre uzatıyordu. Oradakilere şöyle dedi:
    18
    — Troleybüs doğru söylüyor. Belli zamanlarda hep belirli işleri yapmanın ne denli cansıkıcı olduğunu kimse biz tirenler kadar bilemez. Yaşamaktan bıktım. Tekerleklerimle bağlı olduğum şu raylardan biraz olsun ayrılıp, çayırlara, dağlara, uzak ovalara gitmek, oralarda neler olduğunu gezip görmek isterim... Oralarını merak ediyorum. Ama hiçbir özgürlüğüm yok, rayların belirlediği yollardan başka yere gidemem ve tarifenin belirlediği zamandan başka zamanlarda hiçbir istediğimi yapamam... Özgürlüğümü kazanabilmek için canımı vermeye bile razıyım. Troleybüsün de tarifesi var, o da elektrik teline bağlı ama, yine de benden iyi onun
    durumu. Hiç olmazsa, elektrik telinin sağına soluna birazcık da olsa açılabilir. Ama ben tekerleklerimi, bir santim bile raylardan ayıramam.
    Tirenin, salt otomobili, kamyonu, bisikleti, otobüsü değil, troleybüsü bile kıskandığı bu sözlerinden apaçık belli oluyordu.
    Gıcırtılı bir ses konuşmaya katıldı. Bu, duraktaki bir tramvaydı. Tekerleklerinin raylarda çıkardığı o gıcırtılı sesiyle, tirene şöyle dedi:
    — Baştan sona doğru söylüyorsunuz. Ama sayın tiren, bana göre siz, yine de çok şanslı sayılırsınız. Benden çok daha özgürsünüz. Ben de sizin gibi, tekerleklerimi raydan bir santim bile ayıramam. Belli bir tarifeye göre yaşamak zorundayım. İşte bu cansıkıcı yaşama, kimileri düzen diyorlar. Özgürlük olmayınca ben ne yapayım düzeni... Ben de sizin gibi, rayların döşeli olduğu yolların dışında neler olduğunu çok merak ediyorum. Başımı alıp kentin içine dalmak, pazar yerlerini, sokakları gezmek istiyorum. Ama olanaksız.
    19
    Tiren,
    — Sizi çok iyi anlıyorum. Ama neden ben sizden çok daha şanslı oluyor muşum, açıklar mısınız? dedi.
    Tramvay o gıcırtılı sesiyle yanıt verdi:
    — Siz kendi yaşamınızdan boş yere yakınıyorsunuz. Çünkü siz hiç olmazsa, kentlerden kentlere uzun yollar boyunca gidebiliyorsunuz. Ya ben? Kentin belli durakları arasında yaşamak zorundayım. Hergün kısa aralıklı aynı duraklar arasında git-gel... Ne cansıkıcı bir yaşam... İnanın, zaman zaman, ne olursa olsun deyip, raylarımdan çıkıp kentin içine yürümek istiyorum.
    Bu sözlerinden anlaşıldığına göre tramvay, hem otomobili, bisikleti, kamyonu, otobüsü, hem de tireni kıskanıyordu.
    İskeleye yanaşmış olan vapurun düdüğü öttü. Otobüs,
    — En şanslı taşıt, vapurlar... dedi. Tiren,
    — Niçin? diye sordu. Otobüs,
    — Çünkü, dedi, vapurların yaşamı hem düzenli, hem de özgürlükleri var. Belli bir tarifeye göre gidip geldiklerine göre, yaşamları bir izlence içinde geçiyor. Denizde oldukları için de özgürlükleri var.
    Kamyon,
    — Doğru, dedi, deniz yumuşacık bişey... Oysa bizim tabanımızda sert yer var. Vapurlar, yumuşacık ve kaygan suyun içinde istedikleri gibi devinebilirler...
    Bu konuşmalarından, kara taşıtlarının vapurları kıskandıkları ortaya çıkmıştı.
    İskeledeki vapur, onlara şu yanıtı verdi:
    20
    — Hepiniz yanılıyorsunuz. Sizin bastığınız yer sert, sizler sağlam bir yere basıyorsunuz. Ne güvenli bişeydir sağlam yere basmak. Hiçbir zaman, tekerleklerinizin altındaki yerin oynamayacağını, kımıldamayacağını biliyorsunuz. Oysa ben öyle miyim?.. Ben suyun üstünde duruyorum. Su, güvenceli değil. Durmadan oynar, kımıldar, devinir, dalgalanır ve hep beni sallar... Kimileyin de çalkalaya çalkalaya canımı çıkarır. Ne denli şanslı olduğunuzu hiç bilmiyorsunuz siz...
    Vapurun, bütün kara taşıtlarını kıskandığı anlaşılıyordu.
    O sırada, gökten gelen bir gürültü duyuldu. Bu bir uçaktı. Uçak tam üstlerinden geçmekteydi.
    Tiren,
    — En iyisi uçak olmakmış, dedi, ne şanslı bir binit... Alabildiğine özgür...
    Kamyon,
    — Evet, dedi, alabildiğine özgür, üstelik tarifesi de var. Yani hem özgür, hem düzenli yaşıyor...
    Kara ve deniz taşıtlarının, uçağı kıskandıkları anlaşılıyordu. Onların konuşmalarını duyan uçak, yukardan şöyle seslendi:
    — Çok yanılıyorsunuz. Evet, deniz oynaktır, kaypaktır, ama ne de olsa yine de havadan çok daha güvencelidir. Bir vapur, denizde çalışmadan da durabilir, batmaz. Oysa ben motorlarım çalışmadan, havada duramam. Bu güvencesiz yaşamdan bıktım. Zaman zaman, yerde, tekerleklerim üstünde koşmak, havaalanından kente varmak, oralarını görmek isterim. Bütün yaşamım boyunca her şeyi yukardan, kuşbakışı görüyorum. Hiçbişeyi yanından göremedim. Ah, bir
    21
    otobüs, yada bir kamyon olsaydım... Bir bisiklet bile olmaya razıydım... Günün birinde, havaalanından alıp başımı gideceğim; yapacağım bu deliliği... Havada uçmak, özgürlük mü sanıyorsunuz? Ben de tarifelere uygun uçmak zorundayım; hem de fırtınalara göğüs gererek...
    Anlaşılan uçak, hem kara, hem de deniz taşıt ve binitlerini kıskanıyordu. Taşıtlar ve binitler içinde birbirlerini kıskanmayan yoktu. Kimi düzenli bir yaşam, izlence istiyordu. Kimisi tarifelerin baskısından bıkmış, özgürlük istiyordu. Kimisi güvence arıyordu. Kimisi de, merak ettiği yerlere gidebilmek isteğin-deydi. Uçak, her şeye kuşbakışı bakmaktan bıkmıştı.
    Kısacası, tramvay otobüsü, otobüs tireni, tiren kamyonu, kamyon troleybüsü, troleybüs vapuru, vapur uçağı, yani hepsi birbirini kıskanmaktaydı.
    Bütün bu taşıtlar ve binitler, istekleri gerçekleşemediği için öyle bunaldılar ki, günün birinde özledikleri yaşama kavuşmak için karar verdiler. Tiren, rayından çıkıp merak ettiği başka yerlere gidecekti. Bisikletle otomobil, tramvay raylarına tekerleklerini oturtup düzenli yaşayacaklardı. Kamyon, tirenin raylarından gitmek istiyordu. Tramvay, sert yere basmaktan bıkmış, denizde özgür olacaktı. Vapur, güvenceli bir yaşam için artık karada gitmek istiyordu. Uçak, havaalanına inince, bir otobüs gibi alıp başını gidecek, kentin içine dalacaktı...
    Bütün bu taşıtlar ve binitler, yaşamları boyu özledikleri bu isteklerini gerçekleştirmeye giriştiler. Sonuç ne oldu? Raylarından çıkıp uzakları görmek isteyen tiren hemen devrildi. Uçak, alıp başını gidince, kanatları duvarlara çarptığı için bozuldu. Bisiklet,
    22
    tramvay rayına tekerleklerini oturtmak isteyen kamyonun altında kaldı. Karada güvence arayan vapur, kuma oturdu, burnu bir kayaya çarptı. Tramvay, raylarından çıkmaya kalmadan devrildi. Elektrik telinden ayrılan troleybüs, yürümeye gücü olmadığı için olduğu yerde kala kaldı. Otomobil, uçak gibi uçmak için bikaç kez zıpladıysa da, bir ağaca toslamaktan başka bişey yapamadı. Vapur gibi hem tarifeli, hem özgür olmak isteyen otobüs, kendini rıhtımdan aşağı denize attıysa da, hemen sulara gömüldüğü için yüzemedi.
    Taşıtların ve binitlerin hiçbiri, kendilerinden başka bişey olamadılar. Bu olaydan sonra taşıt ve binit tarihçileri, tarih kitaplarına şunu yazdılar:
    «Hangi taşıt ve binit, kendisinden başka bir taşıt ve binit olmaya özenirse, kendisi olarak bile kalamayacağı için, hiçbişey olamaz.»
    BÜYÜK KOYUN İMPARATORLUĞU
    Tarihin bir döneminde, kurtlara av alanı kalmamıştı. Çünkü, hayvanların kralı sayılan aslan, kaplan, pars yb. gibi güçlü ve yırtıcı hayvanlar, dünyanın av alanlarını kendi aralarında bölüşmüşlerdi. Kurtlara, avlanacakları alan bırakmamışlardı. Her ne denli kurtlar da yırtıcı hayvanlarsa da, aslan, kaplan, pars denli güçlü değildiler. Buyüzden kurtlar, aslanların, kaplanların egemen oldukları alanlara giremiyor, oralarda avlanamıyorlardı. Böyle olunca da geçim sıkıntısı çekiyor, aç bile kalıyorlardı. Kurtların, bu sıkıntılı durumlarına bir umar bulmaları gerekiyordu. Bunun için de kurtlar büyük bir kurultay düzenlediler. Bu kurultayda, nasıl bir umar bulacakları konusunda, aralarında konuşup görüştüler, tartıştılar. Sonunda, kendi bilginlerine danışmaya karar verdiler. Yaşlı bir
    24
    kurt bilgin, kurtların kurultayına gelerek şöyle konuştu:
    — Çok sevgili kurt kardeşlerim, eştürlerim! Aslan, kaplan ve benzeri hayvanlar sömürgecidirler. Bu büyük sömürgeciler, dünyanının en verimli yaşam alanlarını kendilerine ayırmışlardır. Dünyaya egemen olmuşlardır. Biz kurtlara yer bırakmamışlardır. Bizler de yaşam alanı istiyoruz. Ama boş yaşam alanı kalmamıştır. Oysa biz kurtlar da yırtıcı güçlü, üstelik de akıllıyız.
    Yaşlı kurt bilgin, sözünün burasında birazcık durdu. Oksürerek sesini ayarladıktan sonra şu öneride bulundu:
    — Değerli kurt kardeşlerim, sevgili türdeşlerim! Hep birden «Kurtlar, hepsinden üstündür!» diye bağırmamızı öneriyorum.
    Bu öneriyi, kurultaydaki kurtlar benimsediler. Yalnız o gün değil, o günden sonra da her zaman, her yerde üç kez üstüste ve hep bir ağızdan şöyle bağırmaya başladılar:
    «Kurtlar, kurtlar, hepsinden üstün!
    Kurtlar, kurtlar, hepsinden üstün!
    Kurtlar, kurtlar, hepsinden üstün!»
    Bu söz, kurt toplumunda bir savsöz oldu.
    Yaşlı kurt bilgin, sonra konuşmasını şöyle sürdürdü:
    — Bizim de sömürgelerimiz olmalıdır. Bunun için önerim şudur: Koyunları «Büyük Koyun İmparatorluğu» kurmaya kandıralım. Koyunlar, Büyük Koyun İmparatorluğu kurmak için bir alanda toplanınca, o alanı çevirir, koyunları kuşatırız. Karnımız acıktıkça, doyuncaya dek koyunları yeriz.
    25
    I
    Bu öneri, kurtlar kurultayında benimsendi. Bunun üzerine, bu öneriyi gerçekleştirmek için, kurt bilginlerden bir kurul toplandı. Bu kurulda, önerinin nasıl uygulanacağı görüşüldü.
    Bir kurt bilgin şöyle dedi:
    — Her şeyden önce, onları rahatça yiyebilmemiz için, koyunları bir araya toplamamız gerekir.
    Başka bir kurt bilgin de,
    — Çok doğru, dedi, bütün canlılar gibi, koyunlar da ancak bir tehlike karşısında kalınca bir araya gelir, toplanırlar. Bunun için, bir tehlike uydurmalıyız. Koyunları, tehlikede olduklarına inandırmalıyız. Örneğin bu tehlike Galapintop olabilir... dedi.
    Dinleyen kurtlar, Galapintop tehlikesinin ne olduğunu sordular.
    Kurt bilgin, böyle bişeyin olmadığını, uydurduğunu, söyledi. Gerçekte var olmayan bir tehlike, var olan tehlikeden çok daha korkunç olarak anlatılabilir-di. Çünkü, var olan bişey az yada çok bilinir, ama var olmayan bişey bilinmez.
    Kurtlar, koyunlara Galapintop tehlikesi karşısında olduklarını anlatacaklardı. Bu amansız tehlikeye karşı, kurtların her zaman, her yerde koyunları destekleyeceklerini açıklayacaklardı.
    Bu öneri oybirliğiyle benimsendi. Sonra başka bir kurt bilgin şöyle konuştu:
    — Koyunları birleştirmek, bir araya toplamak için, büyük bir tehlike karşısında olduklarını onlara anlatarak koyunları kandırmak çok yerindedir. Ancak yeterli değildir. Ayrıca onları çok büyük amaçlı bir ülküye inandırmak gerekir. Bu ülkü, hiçbir zaman gerçekleşemeyecek uzak bir hayal, tatlı bir düş olmalı-
    26
    dır.
    Bunları söyleyen kurda, öbür kurtlar sordular:
    — Nasıl bir ülkü aşılamalıyız koyunlara ki, gerçekleştireceklerini sanarak o hayalin arkasından sürü sürü gitsinler?
    Bilgin kurt bu soruyu şöyle yanıtladı:
    — Onlara «Büyük Koyun İmparatorluğu» gerektiğini anlatırız. Bu ülkünün adı «Koyunculuk» ülküsü olur.
    Bu kurulda alınan karardan sonra, bu kararların uygulanmasına geçildi. Kurtlar, koyunlar arasından en çıkarcıları, en bencilleri ve en aptalları bulmuşlardı. Onları, kendilerine yandaş yapmışlardı. Kurt yanlısı olan koyunlara, rüşvet olarak, en güzel otlakları, geniş çayırları gösteriyorlardı. İşte böylece koyunlar arasında «Koyunculuk» akımı yayılmaya başladı. Koyunculuk akımının kitapları yazılıyordu. O kitapta şöyle şeyler yazılıydı: «Biz koyunlar, bütün öbür hayvanlardan üstünüz. Aslanın, kaplanın tüylerinden bile iplik yapılmazken, bizim tüylerimizden iplik yapılır. Hatta bizim dışkımız bile yararlıdır, gübre olarak kullanılır. Ama aslanın, kaplanın dışkısı, bu güzel dünyayı pisletmekten başka neye yarar? Biz koyunlar üstünüz. Öyleyse bir Büyük Koyun İmparatorluğu kurmalıyız. Bu Büyük Koyun Imparatorluğu'nu kurmak için de koyunculuk ülküsü odağında birleşmeliyiz. Düşmanımıza karşı birlik olmalıyız. Kahrolsun Galapintop... Büyük Koyun İmparatorluğu kuracağız. Bütün ormanlar, geniş çayırlar, sonsuz çimenler biz koyunların olacak. Galapintop'un başını ezeceğiz.»
    Kurtlar, bu düşüncelerinde koyunları destekliyor, onlara yardım ediyorlardı. Bu yardım ve destekleme
    27
    I
    karşısında kimi koyunlar şöyle düşünmeye başlamışlardı: «Biz, kurtları ne denli yanlış tanıyormuşuz... Oysa kurtlar, ne denli iyiliksever, ne denli yardımsever hayvanlarmış. Kurtlar, bizim dostlarımızdır.»
    Kurtlar daha deneyimli, daha bilgili, hem de daha örgütçü oldukları için, koyunlara uzmanlar gönderi-yorlardı. Bu kurt uzmanlar, koyunlara öğütler veriyor, salıklarda bulunuyor, yol-yöntem gösteriyordu.
    Kurtlar, bu uzmanlarının dışında, koyunların arasına kendi casuslarını da göndermeye başlamışlardı. Bu casuslar, koyun postuna bürünmüş kurtlardı. Çok iyi eğitildikleri için, tıpkı koyun gibi meliyorlardı. Koyunlar, bu casusları kendileri gibi koyun sanmışlardı. Bu casuslar her söze «Her zamandan daha çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz bu dönemde» diye başlayarak, koyunları birliğe, bir araya toplanmaya çağırıyorlardı.
    Koyunlar arasında yayılan Büyük Koyun İmparatorluğu ülküsü, bir koyun sürüsünden öbür koyun sürülerine durmadan yayılıyordu. Bütün koyun sürü-lerindeki koyunlar, düşmanları Galapintop'a karşı birleşmek istiyor ve sınırsız çimenlerin, sonsuz çayırların, gür otlakların bulunduğu o Büyük Koyun İmpara-torluğu'nu özlüyorlardı. Bütün koyun sürüleri oraya akın edeceklerdi ve kendilerine engel olmak isteyen düşmanları Galapintop'ları yokedeceklerdi.
    Bütün koyunları bu kurt masalına inanacak denli aptal sanmak yanlış olur. Akıllı koyunlar da vardı. Bunlar, Galapintop diye bir düşman olmadığını, bu düşman tehlikesini kurtların uydurduğunu, amaçlarının uydurma bir tehlike yaratarak asıl tehlikenin kendileri olduğunu gözden gizlemek olduğunu söyle-
    28
    yerek türdeşlerini uyarmaya çalıştılar. Bu kadarla da yetinmediler. Büyük Koyun İmparatorluğu'nun boş bir hayal olduğunu da anlattılar. O hayal imparatorlukta, bol çayır, güzel çimen, gür otlak düşlerken, postun da elden gideceğini, aç kurtlara yiyecek olacaklarını açıkladılar. Bu uzakgörüşlü koyunların bu çabaları hiçbir işe yaramadı. Çünkü, düşman Galapintop'a karşı birleşmek, bir arada olmak, toplanmak, Büyük Koyun İmparatorluğu'nu kurmak düşüncesi çok yayılmıştı. Bunun tersini düşünenlere hain ve koyun düşmanı gözüyle bakılıyordu. Büyük Koyun İmparatorluğu'ndaki çayırlar, çimenler, kış soğuğunda, kar altında bile kurumuyordu. Orası bir cennetti, koyun cenneti...
    Büyük Koyun İmparatorluğu'nu kurmak için çalışmalar gittikçe hızlandı. Ve düşman Galapintop'u yenmek için koyunlardan asker birlikleri oluşturuldu. Koyunlar, artık eskisi gibi koyun koyun yürümüyor, kurt kurt yürüyorlardı. Eskisi gibi koyunca melemi-yor, kurtça ulumaya özeniyorlardı.
    Bu çalışmaların sonunda o tarihsel gün gelip çattı. Sürüden sürüye haberler ulaştı ve dünyanın her yerindeki koyun sürüleri birlik içinde olmak, düşmanları Galapintop'u yoketmek ve Büyük Koyun İmparatorluğu'nu kurmak ve orada toplanmak için yürüyüşe geçtiler. Yürüyüş çok zor geçti. Bütün koyunlar, kendilerine kurt uzmanların gösterdiği uzun ve çok geniş bir koyakta toplandılar. Burada hep bir ağızdan durmadan bağırıyorlardı:
    — Kahrolsun Galapintop...
    — Her zamandan çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz böyle bir günde...
    29
    — Büyük Koyun İmparatorluğu'nu kuracağız!
    Bütün aç kurtlar, o koyakta toplanmış olan koyunların çevresini kuşatmışlardı. Kurtlar, koyunları kolaylıkla parçalayıp, boğup yiyorlardı. Çünkü artık koyunların ne çobanları, ne de onları koruyan köpekleri vardı. Koyunlar, gerçek tehlikenin nerden geldiğini, gerçek düşmanın kim olduğunu, nasıl aldatıldıklarını anladılar ama artık iş işten geçmişti. Koyunların aptallığı yüzünden artık kurtların da bir yaşam alanı, bir sömürgesi olmuştu. Kurtların da egemen oldukları bir yaşam alanları vardı.
    Bu yalana kanmayan, bu tuzağa düşmeyen kimi akıllı koyunlar, orada burada gizlenip saklanmışlardı. Onlar, koyun türünü yeniden ürettiler. Onlar da olmasaydı, koyun denilen hayvan türü, tümüyle yok olacaktı.
    Koyunların tarihinde, burda anlatılan bu olay yazılı olduğu halde, kurtların bu kandırmaca oyunu dünyada yine de sürmektedir. Çünkü dünyada bugün de gerek koyunlar, gerek başka yaratıklar arasında, ne yazık ki, çıkarcılar, aptallar ve alçaklar, hâlâ vardır.
    EŞEK EŞEKLİĞİNİ, İNSAN DA İNSANLIĞINI YAPMALI
    Eskiden, bugünkü gibi motorlu araçlar yoktu. Otobüsler, kamyonlar da yoktu. O zamanlar taşıt olarak, öküzlerin çektiği kağnılarla, atların çektiği arabalar vardı.
    Daha da eskiden at arabaları da yoktu. O zamanlar insanlar, taşıt ve binek olarak eşek kullanırlardı. Eşekler, hem yük, hem insan taşırdı.
    İşte, eşeklerden başka taşıt ve binek olmayan o eski zamanda, bir ülkede ünlü bir eşek eğitmeni vardı. Çiftliğinde eşek üretirdi. Ürettiği eşekleri, kullanılacakları işe göre yetiştirirdi. Eşek, binek olarak kullanılacaksa, o eşeğe bineklik eğitimi verirdi. Kimi eşekleri de yük taşımak için eğitirdi. Sonra da bu eşekleri satardı. Eşek üretmekte, yetiştirmekte ve eğitmekte çok ustaydı. Buyüzden, uzman olarak her yana ünü
    31
    yayılmıştı.
    Günün birinde o ülkeye, büyük bir sirk gelmişti. Sirkin sahibi, o ülkede ünlü bir eşek eğitmeni olduğunu duydu. Eşek eğitmenine gidip şöyle dedi:
    «Benim sirkimde türlü hayvan var; aslan, kaplan, fil, ayı, maymun, köpek, daha da pekçok... Bu hayvanlar türlü gösteriler yaparlar. Yalnız aralarında eşek yok. Sirkimde eşeklerin de olmasını istiyorum. Bana sirk için bir eşek eğitir misin?»
    Eşek eğitmeni sordu:
    «Eşeğin sirkte nasıl bir gösteri yapmasını istiyorsun?»
    Sirk sahibi şöyle dedi:
    «İnsan gibi konuşan bir eşek için sana istediğin parayı veririm.»
    Eşek eğitmeni böyle bir denemeye girişeceğini söyledi. O günden sonra da, çiftliğindeki eşekler içinden en yeteneklisini seçip, ona insan gibi konuşmasını öğretmeye çalıştı. Gecesini gündüzünü bu işe verdi. Sonunda, o eşeği, insan gibi konuşturdu. Eşek, herşey konuşamıyordu ama, üç-dört sözcüklü tümceleri söyleyebiliyordu.
    Gezginci sirk, ertesi yıl, yine o kente geldi. Sirk sahibi, eşek eğitmenine gitti. Orada, konuşan eşeği görünce çok sevindi. Eşek eğitmenine istediği parayı ödeyip eşeği satın aldı.
    Konuşan eşeğin sirkteki gösterisi çok büyük ilgi gördü. Sirk, seyircilerle dolup taşıyordu. Tıpkı insan gibi konuşan eşeği, seyirciler coşkunca alkışlıyorlardı.
    Konuşan eşek o denli büyük ilgi gördü ki, sirk sahibi, eşek eğitmenine gidip daha başka konuşan eşekler almak istediğini söyledi. Bunun üzerine eşek
    32
    eğitmeni, daha başka konuşan eşekler yetiştirdi. Hem bu kez yetiştirdikleri, daha uzun tümceler de söyleye-biliyorlardı. Hatta konferans veren eşekler bile yetiştirmişti. Sirk sahibi, bu eşekleri de çok para ödeyerek satın aldı.
    Konuşan eşekler o denli büyük ilgi görmüştü ki, başka sirk sahipleri de, konuşan eşekler satın almaya başladılar. İnsanlar konuşan eşeği görmeye, onu dinlemeye bayılıyorlardı.

Sayfa 3/4 İlkİlk 1234 SonSon

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanıcı var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •