Teşekkur Teşekkur:  0
Beğeni Beğeni:  0
Sayfa 1/4 1234 SonSon
34 sonuçtan 1 ile 10 arası

Konu: E - Kitap Arşivi

  1. #1

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Muhahaha E - Kitap Arşivi

    Necip Fazil Kisakurek
    Necip Fazıl Kısakürek - Aynadaki Yalan
    Sapsal bir biçim, bos veren bir edâ... Güya kendinden habersiz ve yapmacıktan uzak... Ama sahte,
    sahte üstü sahte... Her çizgisi, her hareketi, ortada görünmez bir rejisör elinden çıkma... Hani su
    (blucin) dedikleri, balıkçı pantolonu vârî, Moskof ve Amerikan melezi sıkı kılıf var ya?.. Su, dizden
    yukarı ön tarafının rengi kasten uçurulmus ihtilâlci pantolon?.. Darlığı ve bazı noktalardaki
    uçukluğu yüzünden vücudu kapamaya değil de hayal ötesi açmaya, çıplaklıktan daha ileri
    yorumlamaya yarayan kılıf?.. Öyle uygun ki, solcu kızın mizacına!.. Ve... Ve mahsus bakımsız
    saçlardan, boyasız dudaklara, en basit mimiklerden en hurda muaseret tavırlarına kadar her
    hareketin ölçüsünü kaydeden bir lûgaritma tatbikçiliği... Sunu demek ister: «Ben kendimle,
    ferdiyetimle mesgul değilim! Nefsimden habersizim ve olduğum gibiyim. Yahut: «Günes altında
    toprağa uzanmıs, kıçını yalayan bir köpek kadar tabiiyim!»... Ne alçak samimiyet hilesi!..
    Lûgaritma icabı... Bütün dâva, güzellik ve disilik büyüleri pesinde gezmekten baska tasası olmayan
    zavallı burjuva kızının tersi olabilmek... Bu ters olusun bastan basa hesaplı üslûp ocağını kurmak...
    Ne o?.. Ne bakıyorsunuz saskın kellelerinizle suratıma?.. Günümüzün solcu bakireleri iste bunlar!..
    Su Mine hanıma da bakın!.. Hem bacaklarının dizden yukarı kısmını alabildiğine açar, hem de
    üzerine bir takım mürekkep lekeleri, toz toprak sürülmesine aldırmaz. Bu, vücudunun güven
    noktalarını görmemek midir, inadına göstermek midir?.. Evet, Emine'den dönme Mine! Sen yok
    musun sen......
    Naci, cümlesini tamamlayamadı. Mine, manikürsüz parmaklarıyla önündeki tabağı kaptığı gibi
    Naci'nin tabağı üzerine fırlattı. Sangırtı... Kadehlerde dalgalanmalar...
    Mine feryadı bastı:
    — Sus be, filozof taslağı ukalâ, lâf hokkabazı gerici!. Masanın ayrıca iki kız ve üç erkeğinde
    kahkahalar... Naci mahcup:
    — Yoksa portrenizi iyi çizemedim mi, Mine hanım?
    — Simdi çizersin!
    Mine yerinden fırlayan bir yay... Elinde bardak dolusu susuz rakı... Bir çekiste bitirdi. Gözleri
    kıvılcım kıvılcım:
    — Đyi bak da çizmeye çalıs!..
    Ve kosarcasına salonun dip tarafındaki koyu renkli naylon perdeden içeriye daldı.
    Atölyesinde toplandıkları Ressam Âbid, arkasından bağırıyor:
    — Ne yapıyorsun deli kız?.. Mine'nin perde gerisinden sesi:
    — Naci beye biçim göstereceğim! Söndürün lâmbanızı!
    Masanın erkeklerinden biri atılıp elektrik düğmesini çevirdi... Koyu karanlık... Dısarıdan korna
    sesleri geliyor. Birinin çektiği sigaranın ates noktası...
    Vay!.. Perdenin arkasında bir ısık patlaması... Projektör yanmıs gibi... Kafalar, kadınlı erkekli,
    perdeye dönük... Perdede bir karaltı... Mine... Hızla soyunuyor. Denizde boğulmak üzere birini
    kurtarmak için soyunan bir insan bile öteberisini bu kadar çabuk üzeninden çıkarıp atamaz. îs-te
    perdede anadan doğma bir vücut silueti... Ellerini havaya kaldırmıs, omuzları arkaya doğru, beli
    bükük, göğsü önde, dizleri ileride ve topukları geride... Kıvrılıyor, kıvranıyor.
    Acıklı bir kadın sesi çınladı:
    — Nereye Naci Bey?
    Ve perdedeki karaltı donar, kafalar kapıya dönerken
    devam eden ses:
    -— Karanlıkta yılan gibi süzülüp kaçtı!
    Sabahın ilk vazife saatinde Alay kumandanından aldığı emir:
    — Siz hemen yanınıza iki er alıp jiple yola çıkarsınız!
    Birbuçuk-iki saat sonra oradasınız! Alay öğleden sonra hareket edecek... Gece vaktinden önce
    varamaz. Nahiye Müdürünü, mektep müdürünü, köy muhtarını, esrafını görürsünüz. Geceyi orada
    geçireceğinize göre askere barınacak yer bulsunlar.*. Artık mektep mi olur, köy odası gibi bir yer
    mi, kahvehane mi, bos bir ev mi, bilmem... Mırın kırın edebilirler. Becerikli olmanız lâzım...
    Solunda onbası soför, arkasında iki er, jiple gidiyor. Meslekten subayların diliyle (potas)
    kılığındadır; yedek asteğmen... Askerliğini bitirmesine bir ay yar... Bu arada en ağır isler de
    karargâhda kendisine veriliyor. O ne anlar Đstanbul'a 70-80 kilometre bir köye gidip de arkadan
    gelecek birliğe yer hazırlamaktan...
    Köye vardı. Klâsik köylerden biri... Bir minare, küçük bir meydan, çesme ve ikiser katlı bir kaç
    sisko binanın etrafında tek katlı, kerpiç üzerine kireç badanalı evcikler...
    Nahiye müdürü:
    — Vallahi teğmenim, bizim bu nahiye merkezinde birkaç yüz kisilik kıtayı barındırabilecek
    yerimiz yok!..
    Mektep müdürü:
    — Đste mektep; tek katlı, iki büyük, bir küçük oda; dam altı!.. 40-50 kisiden fazlasını almaz.
    Muhtar:
    — Bizim burada, köy odası, bos bir konak, ambar, depo gibi bir sey aramayın!..
    Köyün biricik kahvehanesindeki peykelerde ise, sardalye balığı gibi üst üste dizseniz yine 40-50
    jnsandan fazlasını yatıramazsınız.
    Kahvehaneden çıkarken düşündü:
    — Alay kumandanı gelsin de bu isin çaresine baksın.. Gözleri erlerini aradı. Jipi çesme basına
    çekmisler, kaynayan suyunu değistiriyorlar... Yürüdü.
    Çesme basında, elinde desti, erlerin su almayı bitirmelerini gözleyen bir kız...
    O da nesi?.. Bu ne çarpıcı görünüs!.. Göz ucuyla, yarı gülümsemeli kendisini süzüyor. Đçine düsen
    alaylı his, masallardaki, sevgilisini görür görmez yığılıp bayılan sehzadeyle, sehzadesinin ardından
    yatağa düsen sırma saçlı kız... Karsılıklı yıldırım çarpması... Ama ne bayıldığı var, ne de ayıldığı...
    Kıza"da bir sey olduğu yok... Son derece sahsiyetli, yarı gülümsemeli bir yüz... O da gülümsemeye
    çalıstı ve kıza yaklastı.
    Örgüsü beline kadar inen, koyu altun sarısı saçlar... Açık kumral, parlak, örneksiz bir renk tonu...
    Gözleri da saçlarına denk... Açık bir alın, vezinli bir burun, kendinden kıpkırmızı, hafifçe kaim,
    kaçak bir istihza bükümüyle kavisli dudaklar... Çıplak ayak bileklerinde soylu çizgilerin en incesi...
    Kapalıca, kavuniçi rengi bir entariden giyimi içinde, öğretilemez ve öğrenilemez bir vakar
    ihtisamı... Yoksa masallardan kaçırılmıs ve bu köye hapsedilmis bir sultan mı bu?..
    Tuhaf sey!.. Bu manzaradan karanfil, tarçın, zaafran, öd ağacı, günlük karısımı, içinde türlü renkler
    ve kokular tüten bir Mısırçarsısı havası çarptı yüzüne... Ve aynı karısımın tadı...
    Elinde olmayarak sordu:
    — Erler sizi bekletiyor!.. Bosaltsınlar mı çesmeyi?. Son derece hususi bir ses dokusu:
    — Ziyanı yok efendim, beklerim,
    — Siz buralı mısınız?
    — Evet...
    — Đstanbulu gördünüz mü?
    — Hiç gitmedim. Götüren olmadı.
    — Adınız?
    — Hatçe...
    Uzaktan, Nahiye müdürüyle yan yana, yarı hoca, yarı ağa tipli bir adam geliyor. Ak sakallı, bası
    siyah külâhlı. uzun pardesülü biri... Selâmlastılar.
    — Size, köyümüzün esrafından Hüsmen Ağayı takdim edeyim, dedi Nahiye müdürü; köyümüzün
    hem. ağası, hem de ilim sahibi akıl hocası... Aradığınız yer meselesini ancak o çözümleyebilir.
    Ağa:
    — Alayınız geceyi burada geçirecekmis... Erlere yer bulmak hemen hemen imkânsız... Benim
    suracıkta bir evim var... Köyün en büyük evi... Orada bes on subayı misafir edebilirim ama,
    gerisini nerede konuklayabiliriz, bilemem... Evim suracıkta, buyurun gidelim!..
    Nahiye müdürü:
    — Husmen Ağanın konağı derler; büyük bir ev... Köye hatırlı biri geldi mi, orada kalır.
    Naci, çesme basından ayrılırken Husmen Ağanın Hat-çe'ye gözleriyle sert bir tokat attığını
    farketmekten geri kalmadı.
    Yürüdüler.
    Husmen Ağanın konağı da masallardaki mekânlardan biri...
    Kale kapısı gibi, kocaman somun kafalariyle tahkimath bir kapı... Ayak üstü birkaç yüz kisiyi
    rahatça alabilecek
    10
    bombos bir avlu... Ahsap, genis, çifte merdiven... Merdivenin bitiminde yan yana bir sürü terlik...
    Naci'nin, postallarını çıkarıp terlik giymesi zor oldu.
    — Söyle buyurun!
    Misk gibi müslüman kokan, sanki sabunla çitilenmis cılk tahtalar üzerinden geçip, avlunun yarısı
    kadar, fakat genis bir apartman dairesinden daha büyük bir odaya girdiler. Odanın derinliğine ve
    genisliğine üç çizgisi üzerinde, nal seklinde, halılarla kaplı bir sedir çerçevesi... Patiska perdeli
    pencereler ve kapı tarafında rafları eski mesin cildli kitaplarla dolu bir etajer... Birbirlerine uzak
    oturdular.
    Husmen Ağa kalın tabakasını çıkarmıs, sigara sarıyor. Naci merak ve dikkatle etrafına ve
    etajerdeki kitaplara bakmakta...
    Elini, etajerin üzerindeki bir levhaya uzatıp sordu:
    — Su levhada ne yazılı?
    — «Mûtû kable entemûtû»...
    — Ne demek?
    — «Ölmeden ölünüz!»
    — Müthis!..
    — Siz bu harfleri bilmiyorsunuz değil mi?
    — Ne bilelim!.. Günümüzde 60 yasından küçük olanlar da bilmez.
    Husmen Ağa sigarasını yakıp derin derin çekti:
    — Öyle!.. Anaları, babaları, oğullarından, torunlarından kopardılar.
    Bu söz Naci'yi ürpertti. Ruhunun, dile getiremediği çözümünü getirdi sanki...
    — Siz bir köy ağasına benzemiyorsunuz! Okumus, düsünmüs, bilmis bir haliniz var... Yolunuz,
    isiniz ne sizin?
    Sefkatli bir tebessüm:
    — Seksenindeyim... Medresede okudum. Dünya Harbine, pesinden Đstiklâl Savasına katıldım.
    Okudum, hep okudum. Sehirlerde bunaldım. Nihayet dededen kalma toprağıma sığınıp bu köyde
    sonumu beklemekten gayri bir is bulamadım, yol tutamadım. Yeter mi?
    --Çok bile...
    -- Ya siz?
    — Đstanbulluyum. Üniversitede asistanım. Askerliğimi yapıyorum.
    — Ne okutuyorsunuz?
    — Hocamız felsefe profesörü...

  2. #2

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Felsefe ha!.. Göğü zıpkınlamak isi... Keske isiniz toprağı bellemek olsaydı!
    Naci, Husmen Ağa karsısında dilini yutmus gibi... Bası göğsüne doğru:
    — Ben de aynı düsüncedeyim. Felsefeyi dünyada kaç fikir yanlısı var, görmek için okudum.
    Göstermek için da okutacağım.
    — Ya «doğru?...» «Doğru»yu bulabildiniz mi? Husmen Ağa burgulu gözlerle Naci'ye baktı. Kapı
    aralanıyor. Evvelâ tepsi tasıyan iki kol... Sonra bir kız...
    Çesme basındaki kız değil mi?.. Hatçe... Naci sarsıldı. Yoksa masal dünyasına mı kayıyor?
    —- Torunum, dedi Husmen Ağa-, anasını ve babasını kaybetti. Simdi büyük babasına o bakıyor.
    Koca evde bir o, bir ben...
    Sonra dönüp kıza seslendi:
    — Kahveyi suracığa koy, Hatice; ve git, yemek hazırla'.
    Hatçe, bas örtüsünü daha sıkı bağlamıs, ayaklarında simsiyah kaim çorap, zaafran ve tarçın karısığı
    bir renk lezzeti veren, gözleri için için gülüyor. Dudaklarında aynı tebessüm...
    Hatçe tepsiyi Naci'nin yanına bırakıp çıktı.
    Husmen Ağa dalgın-.
    — Bu zamanda kız evlât sahibi olmak büyük belâ... Eve kapatamazsın, heybeye tutamazsın,
    sokağa bırakamazsın,
    11
    dısarının havasını alma, diyemezsin! Çaremiz ne, bilmem ki...
    Naci düsünüyor:
    — Bu ne garip adam, böyle!.. Ne sehirde rastlanır, ne köyde bulunur soydan...
    Ve sesini çıkardı-.

  3. #3

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    — Size bu kısa tesadüfüm bana çok tesir etti. Sizi rahat sartlar altında tekrar görmek isterdim.
    — Kolayı var... Askerliğiniz bittikten sonra köyümüzü görmeye gelirsiniz. Uzun uzun, derin derin
    hallesiriz.
    Ve saatini çıkarıp baktı:
    — Öğle ezanına pek az kalmıs... Camide olmalıyım. Dönünce yemeğimizi yer ve biraz daha
    görüsürüz. Rahatınıza bakın!.. Alay herhalde aksamdan önce gelmez.
    Selâm verip çıktı.
    Naci yalnız... Etajere kadar uzandı. Karıstırıyor... Çoğu el yazması eski kitaplar... Kendi kendisine
    söylendi:
    — Ne de güzel kâğıtları var!.. Üzerlerinde inci dizisi kelimeler...
    Bir duygu: Bu kelimeleri çözebilseydi aradığını bulurdu. Derken, sahifeleri altun yaldızlı çerçeveler
    ve yesilli, kırmızılı, mavili menevislerle süslü bir kitabı alıp pencereye karsı sedire yaslandı. Çifte
    pencerenin tepelerinde sanki renklerini kitaptaki nakıslardan alıyormus gibi, kırmızı, yesil, mavi,
    turuncu, bir sıra, dört köse cam... Gerisinde esrarlı bir âlem saklıyor bu camlar...
    Ressam Âbid'in atölyesindeki geceden ve sabahı jip yolculuğundan bitik...
    Elinde kitap, dalar gibi oldu.
    Hayalinde, yan yana Mine ve Hatçe.,. Madeni sahte ve hâlis iki madalyon... Üstelik Mine,
    boynundan yukarısıyla
    12
    çirkince... Olamadığı kadını sol fikirler etrafında erkek edasiyle arıyor. îsmini koydu: Erkek disi...
    Bir kaç dakika önce gördüğü, siir gibi içtiği, çarpıldığı Hatçe ise renk ve çizgilerinin ruhunu ne de
    güzel, ne de tabiî, heykelles-tiriyor... Katıksız, süt beyaz, gerçekten nefsinden habersiz bakire...
    Birden, ensesine bir balyoz inmiseesine en korktuğu hayâl çıktı karsısına...
    Asıl öbürü...
    Öbürü de mi var?..
    Asıl o var...
    Hem de öylesine var ki, Naci'nin gözünde tüm kadını silecek ve kadınlık anlayısını yalnız kendisine
    bağlayacak derecede... Sun'inin sun'isi, disilik ahmaklığını dehâ çapına ulastırmıs olduğu halde...

  4. #4

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    O, Naci'nin göz bebeğinde, baktığı her yere akseden bir lekedir ve eğer Naci su bu isle
    uğrasabiliyor, su bu muhakemeyi yürütebiliyorsa, sabit fikirden daha musallat bu hayali
    kovabilmek içindir.
    Güya kovdu, gözlerini yumdu ve sızdı.
    — Kalkın teğmenim, alay geldi! Öyle derin bir uykuya dalmıstınız ki, sizi uyandıramadım.
    Husmen Ağa gülerek'Naci'ye bakıyor. Camlarda alaca karanlık... Renkli camlar kör... Dısarıda
    motor homurtuları...
    Fırladı, Husmen Ağa da pesinden... Meydan yerinde alayın öncü vasıtaları... Bir yandan da sökün
    ediyorlar... Kumandan:
    — Ne yaptınız?
    — Hiçbir sey yapamadım efendim, erlere göre yer yok. Ama yanımda gördüğünüz ağa, subaylara
    evini bırakıyor.
    — Çok beceriksizsiniz! Camii de düsünemediniz mi?
    — Düsünemedim efendim!
    13
    — Kabahatlisiniz! Simdi hemen camiye kosun! Halıların üzerine motorların branda bezlerini
    yayın! Erleri orada istif edin! Siz de cezalı olarak sabaha kadar nöbetçisiniz!
    — Peki efendim!
    Đs yarım saatte bitti. Erler branda bezleri üzerinde kuru yemeklerini yediler, sonra üst üste kıvrılıp
    uykuya daldılar. Sanki bir anda «uykuya dal!» kumandası almıs gibi bir kendinden geçis...
    Naci, elinde ince bir değnek, yere yatar yatmaz uyuyuveren bu Anadolu çocuklarına bakıyor. Ne de
    rahatça kaybedis kendi kendilerini... O. büyük yorgunluklar sonunda bayılmalar ve çökmeler bir
    tarafa, her gece, uykuyu, korkunç bir ormanda seyrek bir av pesinde gezercesine arar ve yolunu
    öyle canavarlar keser ki, avını bir türlü bulamaz.
    Camiin iç kapısından çıktı, iç avlu... Solda bir kaç basamakla inilen bodrumsu bir yer... îçerde mum
    yanıyor. Basamaklardan indi.
    Müthis!..
    Burası tabutluk... Yan yana bir kaç tabuttada postallarını baslarının altına almıs, uyuyan erler...
    Bunlar, onbası, çavus cinsinden becerikliler, açıkgözlerdir ve hususî kamara imtiyaziyle tabutlara
    yerlesmislerdir.
    Ürperdi. Ne hissizlik!.. Her biri bilmem kaç ölünün yağım emmis, kokusunu yutmus tabutlara nasıl
    girilir ve uykunun rahatı nasıl orada aranır!
    Elindeki değneği tabutlara indirip imtiyazlıları uyandırdı ve haykırdı:
    — Haydi içeriye, camiin içine!.. Tabutlarda yatmayı içiniz nasıl götürüyor?..
    Erler, ayak bileklerinden ilikli uzun donlanyla kalktılar, oyunları bozulmus insanların somurtusu
    içinde, ellerinde öteberileri, cemaat tarafına geçtiler.
    Arkalarından uzun uzun baktı. Bir er, uzakta, minberin yanı basında, rahleye eğilmis, çok hafif
    ısığa rağmen Kur'ân okuyor.
    Hiç ses çıkarmadı. Elinde değneği, cami bahçesinin alçak duvarına, musalla tası karsısına çöktü.
    — «Ölmeden ölünüz!»
    Yoksa su tabuttakiler miydi ölmeden ölenler?.
    — Ne münasebet, diye geçirdi içinden; onlar ölü doğanlar, yasamadan ölenler...
    Ölüm... Ondan büyük (problem) tanımıyor... Batı edebiyatının cins kafaları içinde (Sekspir),
    (Paskal), (Tolstoy), (Moris Materling) gibilerin, bu karanlık kuyuya, yukarıda, günes gören yerdeki
    çıkrığa bağlı bir kovayla inip epey derinlere daldıklarını görüyor ama, bosuna zahmet... Bunlar,
    bellibaslı bir derinlikte, çıkrıktakilere imdat isareti verip kendilerini yukarıya çektirmekten baska
    bir sey yapamıyorlar... Hep akılla gidiyorlar. Akıl, kendi kendisini patlatmaktan baska hangi güce
    sahiptir ki?..
    Onca, ölüme ait hiçbir söz, mezarlık kapılarında gördüğü su-'ihtar kadar manâlı olamaz:
    — «Bütün nefsler ölümü tadacaktır!»

  5. #5

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Bir gün solculuk çılgını Mine, ona sormustu:
    — Söylesene kuzum, senin yasamak dediğin nedir.? Biliyordu ki, o kafada olanlara göre hayat,
    yatmak, kalkmak, yemek, içmek, görmek, tutmak, koklamak, çiftlesmek, pençelesmek melekeleri
    gibi zorlamaya yanasmaz, ötesini kabul etmez içgüdüler toplamından ibarettir. Fikir diye bildikleri
    tek sey de, biricik hakikat fert hakkını cemiyet isimli yalana kaptırmaktan ibaret... Halbuki ölen,
    fert ve tek gerçek fertte... Yoksa ferdin binbir aynadaki hayaline nasıl vücut tanınabilir? Asıl ölene
    hakkını veriniz!
    15
    Mine'ye söyle demisti:
    — Yasamanın mânasını mı soruyorsun?.. Sana göre bir cevap vereyim: Her isde ölümü unutmak
    faaliyetinden baska bir sey değil... Evet, size göre yasamak bu!..
    — Demek bir baska yasamak da var?..
    — Bir sey ki, bir seyin olmamasiyle vardır, o sey gerçekten var mıdır?
    — Sen kafa çelmelemekten baska hüneri olmayan bir (paradoks) ustasısın! O kokmus beynini ne
    zaman tazeleyeceksin?.. Git de bu fikirlerle Belmâ hanımefendiyi avlamaya bak!..
    Ve kafasına yine bir tabak yemisti. Böyle yasamak... Sonrası?.. Sonrası, içinde «sonrası?» sualine
    bile yer olmayan bir tükenis, bitis, silinis... Đplik gerilince üstündeki büklümün uçup gitmesi, yok
    olması... Yok da ne demek?.. O bir «var» almak gerek... Tam yokta yok da yoktur. Öyleyse «yok»
    bir «var» m var ettiği var... Bir «var» ki, yalnız o var, gerisi yok, yok da yok... Yok da o «var»ın
    icadı...
    Gecenin bu saatinde, karsısında cami, önünde musalla tası, yine.eski nöbeti tutuyor. Öyle bir nöbet
    ki, hiçbir termometre, atesini ölçemez ve hiçbir göz onun madde üstündeki kıvrımlarını tesbit
    edemez. Naci, her defasında aklı tükenis noktasına sıçratan bu fikirlere «akrebin kıskacı» ismini vermistir.
    Akrebin kıskacı, bu fikirleri kovayım derken, gözünün önüne yine öbürünün hayali çöktü. — Ya
    ölürse o?.. Ne yaparım?..
    Bu vehim onu yaktı. Kalktı, yürüdü, gitti, geldi, çesmede yüzüne su serpti, meydan yerindeki
    motorlu vasıtaların ve ağırlıkların nöbetçi erlerini gözden geçirdi, köpek seslerini dinledi, tekrar
    camiye döndü, erlerin horultularına karısık gecenin nabzını saydı.
    16
    Ufuklarda ilk beyazlık...
    Caminin dıs avlusunda birdenbire yırtıcı düdük sesleri... Erler uyanıyor; sadırvana doğru geliyorlar.
    Emir.-
    — Herkes kıtasının basına!.. Cami bosaltılacak! Müezzin, Naci'yi selâmlayıp içeriye daldı.
    Husmen Ağa geliyor. Naci'yi iki eliyle tutup kucaklayıcı bir hareket yaptı:
    — Yazık, size evimde rahat bir gece geçirtemedim.
    — Ziyanı yok... En büyük rahat, rahatsızlığa alısmaktır.
    — Gidiyorsunuz!.. Yine gelir misiniz?.. Naci etrafına bakındı. Sanki Hatçe orada olabilirmis gibi...
    Boğaz'da yalı deyince hatıra Belmâ Hanunefendininki gelir. Abdülaziz devrinden... Bilmem ne
    paçanın torunu Belmâ Hanımefendi bu yalıyı, üstü gümüs telkari çizgiler ve yakut, zümrüt
    renkleriyle süslü bir Avrupa pastası haline getirmeyi bilmistir.
    Babası sefir, pesinden kocası da sefir... Ama ayrılmıslar... Hayatı Avrupalarda geçmis... Simdi de
    yaz boyunca kalmak üzere Đstanbul'da, yalısında... Etrafında, ecnebi diplomatlardan, büyük
    tanınmıs sairlerden, romancılardan, politikacılardan, is adamlarından bir halka...
    Naci'den 10-12 yas kadar, büyük... Kırkına doğru...
    Olanca çilesi, sabahtan öbür günün sabahına kadar genç ve güzel görünmenin (prosede) dedikleri
    tertipleri, reçeteleri üzerinde çabalamak... Üçe taksimli 24 saatin iki bölümünde, tek basına, güzel
    görünme ve çekicilik kazanma laboratuarına kapanırken, bir bölümünde de vitrine çıkar, elâleme
    görünür. Belmâ Hanımefendi, bir isçinin 8
    17

  6. #6

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    saat çalısmak mecburiyetine, tersinden mukabil olarak günde 8 saat yasar. Geriye kalan 18 saatin
    verimi iste o 8 saat içindir.
    (Oskar Vayldhn (Leydi Sfenks) isimli hikâyesinde, esrarlı görünmek için arada bir sosyeteden
    kaçıp Londra'nın hücra bir kösesinde tuttuğu odaya çekilen kadına benzetemezsiniz onu... Oradaki
    (Leydi) basit bir kalpazandır; kendisini hayallerde büyütmeye bakar. Belmâ Hanımefendi ise
    suniliğini tabiiliğe erdirici bir maharetle kendi kendisini imâl ve sergileme gayretinde... Ve doğrusu
    iyi sergiler.
    Öğle yemeğinden sonra iki saat kadar uyur. Maksadı, o saate kadar yasadığı basit hayat
    sartlarının tortusunu üzerinden atmak, küfünü silmekve geç vakitlere kadar sürecek (estetik)
    hayata geçmektir. Naci ile alâkası ne?.. Ne mi? Onu iflâsa götürmüs olması... • ' îste Naci'nin
    «Ölürse ne yaparım?» diye düsündüğü büyücü kadın Belmâ Hanımefendi...
    O kadınlar arasında «bir»... Hiç «öbürü» diye anılabilir mi?
    Naci, bütün sahteliklerinin farkında olduğu, hile tertiplerini tek tek heceleyebildiği halde ona
    tutulmustur.
    Bir sanat sergisinde Ressam Âbid, oau Belmâ Hanımefendiye söyle takdim etmisti:
    — Sizegenç ve hummalı neslin henüz eserini vermemis, fakat en istidatlı örneğini tanıtayım...
    Üniversitede felsefe asistanı... Yakında doçent olacak...
    Ve (marksist) bir siveyle Belmâ Hanımefendiyi de söyle çerçevelemisti:
    — Salonlarında eski ile yeniye çöpçatanlık eden, (avan gard) sanatın koruyucusu, eskinin son
    yenisi...
    Hemen bütün solcuların illeti, bu ezberleme, bu basmakalıp giristeki bayağılığı sezmisti Belmâ
    Hanım:
    — Devam edin, devam edin! Cümlenizi bitirin!..
    — Eğer güzellik kapital olsaydı, eziciliği önünde hepimizin teslim olmayı kabul edeceğimiz
    prenses zarafet...
    Naci, bu tekerlemeyi alkıslamadan duramamıs, Belmâ Hanımefendi de maskeli bir istihza ile
    gülümsemisti. Yenilik adına bütün nisbetlerin mafsallarını koparan, gözleri küpe diye kulaklara
    takan, elleri yerine topuklariyla sakak kemiklerini kavrayan resimler önünden geçit resmi
    yapmıslar, çay masasına yanasmıslardı.
    Belmâ Hanımefendinin gözleri hep Naci'nin üzerinde:
    — Konusmuyorsunuz?
    — Arada bir tutulurum; kelimelere güvenim kalmaz.
    — Ne güzel!.. Âbid Bey henüz eserinizi vermediğinizi söyledi, ne zaman'vereceksiniz?
    — Simdilik bir not defterinden baska sermayem yok... Bulduğumu sanmaktan ziyade, umduğumu
    aramaktayım...
    — Türk edebiyatında gelmis ve gelenler üzerinde tercih ettiğiniz var mı?..
    — Olsaydı bulmus olurdum.
    O anda Abid'in uzandığı çay fincanını alan Belmâ Hanımefendi ikisine birden duyurmustu:
    — Âbid Bey, arkadasınız çok enteresan.., Bu günlerde sizi beraberce yalıya beklerim. Telefon
    numarasını-biliyorsunuz, değil mi? ,
    — Nasıl unuturum Hanımefendi?.. Unutmamanın formülünü veren siz değil misiniz? Semt
    numarası, önünde 4 sıfır, iki eksik... Meselâ 99, 99, 98 yerine 100 binden iki eksik...
    Naci bu formülcülük gayretine o günden dikkat etmisti
    18
    Belmâ Hanımefendinin, farkında değilmis gibi davrandığı, fakat solcu estetik ölçüsünün aksine, bu
    farkında olmayısı usta bir kıvam içinde idare ettiği ve gözlerin içine sokmayı bildiği en güzel yeri ayaklarıdır.
    «Buseden pabuç giydirdim o nermîn payına»
    Mısraının sahibi Yahya Kemâl, herhalde bu ayakları rüyasında görmüs olmalı... Đnce, uzun,
    ahenkli, tırnakları hafif pedikürlü güvercin ayaklar, insana, Belmâ Hanımefendiyi cinlerin
    doğurduğu hissini verebilir..

  7. #7

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Gerisi ayaklarını yalanlamayan bir yapı... Fakat en çarpıcı, en vurucu
    tarafı, bütün uzuvlarını gayet soğukkanlı, ağır baslı bir disilik heybeti içinde idare edici edaları... En
    sert küstahlık ve hâkimiyet tavrı altında o kadar narin ve hafiftir ki, Sair Fuzûli'nin visale ermek
    için dilediği zaifliği vaadedebılir.
    «Öyle zaif ki! tenimi firkatinde kim Vaslına mümkün ola götürmek sabâ benî»
    Soyundan geldiği asabi cümle farikasından ötürü daima bas ağrısı çeker. Üzülmesinde,
    sevinmesinde, içinin her burkulusunda, kendisini, ruhunu her kaptırısında... Daha doğrusu
    kaptırısında değil de kaptırır gibi olusunda... Çünkü o kendisini asla kaptırmaz, kaptırır gibi olunca
    da hemen toparlanır ve siperine sığınır.
    O, saadetini erkeğine mahkûm olmak yerine hâkim olmakta bulmus kadın tipinin son modeli... Ve
    hayat onun için bu hâkimiyet sultasının zafer taklan ve sehrâyinler meydanı...
    Naci bu kadınla karsılasır karsılasmaz gözlerinde okuduğu «bana gel!» cazibesine kapıldı ve
    kendisince dünya çapında bir mücadeleyi kabul etti. Bakalım kim kime ve ne ölçüde hâkim
    olacak?.. Hâkimiyet asıl Naci'nin idealidir.
    20
    Dünyada harplerin en incesi, en grifti, strateji ve taktikte büyük kurmay dehâsına en muhtaç olanı,
    kadınla erkek arasındaki gizli savas... Bu savasın suurunu Naci'ye asılayan da Belmâ
    Hanımefendi... Kadın bir ufuk gibi kaçmayı, yaklasıldıkça uzaklasmayı, ama adım bacında
    vaadetmeyi, derken vaadini geri almayı, pesinden tekrar caymıs görünmeyi bilen, erkek de civa
    damlası misali parmaklarından kaçıcı bu yaratığı bayıltıp durdurmayı ve parmağına yapıştırmayı becerebilen.
    Hep bu kanunların çilesi altında geçen bütün bir mevsim... Henüz galip ve mağlûp belirsiz... Ama
    Naci. için için, iflâsa gittiği kanaatinde...
    Naci kafasıyla özlediği, fakat ruhuyla her defa alt üst ettiği kurmay ölçülerini boyuna imdadına
    çağırıyor. Ama hiçbir zaman neticesini alamıyor.
    Basını elleri arasına almıs, karsılıklı kıymetleri söyle sıralıyor:
    Gençlik... Kuvvet kendisinde...
    Servet... Onda...
    Zekâ... Güya kendisinde...
    Sezis... Onda...
    Nefs hâkimiyeti... Yalnız onda...
    Gizleme sanatı... Sadece onda...
    Her noktadan hücum ve taarruz gücü... Kendisinde diyelim...
    Açıkları yakalamak ve zaafları sömürmek hüneri: Mutlaka onda...
    Kültür ve dünya görüsü... Kendisinde olmus, ne çıkar?
    Her seyi ayaklarının altına serdiği içgüdü tavrı... Onda, onda, hep onda...
    Bilançonun ana kıymet hükmü sudur: Naci hezimette, Belmâ ise muzaffer... O, Naci'yi kendi
    kendisiyle ihtilâfa
    21
    sokmayı ve ikiye bölmeyi ve bir parçasını öbürüne yedirmeyi basaran kadın... Olanca (risk),
    kendini varıs, hedef gösteris, yara alıs, yani gerçekte kuvvet ve ulviyet Naci'de... Belmâ'ya kala
    kala, onun da haberli olmadığı son derece sanatlı bir süfliyet; ve âcizlerin âcizıyken güçlülerin
    güçlüsü halinde bir sömürme melekesi kalıyor. Nasıl da belli seytanın kızı olduğu...
    Naci'nin Mine'ye (paradoks) hissini verici konusmaları, Belmâ'ya yüzlerce merkebin sütüyle
    doldurulmus bir havuzda banyo yapan Kleopatra zevkini tattırmaktadır. Zavallı Naci, hiçbir
    madde zoruyla zaptedüsmez bu kadını, kafasından, ruhundan fethetme gayreti içindedir, ve pekâlâ
    farketmektedir ki, çabaları bosuna... Disilikten hiçbir pay sahibi olmadığı için metoduna
    samimiyetsizlik sokamayan, tam erkekliğini de kendisini dizginlemekle gösteremeyen Naci,
    Belmâ ile oynadığı satrançta, onun bütün piyonlarım son çizgide vezir olmaktan ahkoyamamakta,
    kendisi de yine kendi gözünde, bir köseye sıkıstırılmıs, mat olma vaziyetine getirilmiş
    bulunmakta..

  8. #8

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Satrançtaki bütün «beynel»ler ve «açmaz»lar Belmâ'nın elinde; sairce «gambi’ler ve
    kombinezonlar pesinde kosup dâ müdafaaya hiçbir değer vermemek va boyuna tas kaybetmek zaafı
    da Naci'de... O yalnız kafasına güveniyor, Belmâ'yı kafasından kusatmaya çabalıyor, fakat süsten
    ibaret hayranlıktan baska bir sey devsiremiyor. Yani Belmâ'yı, ayaklarının altında, tepe tepe
    arsınlayabileceği nakıslı bir halıya çeviremiyor. Asıl Belmâ’nın gayreti, Naci'yi böyle bir halıya
    çevirmek... Bas bası konusmalarında, Belmâ, bas ağrısına karısık öyle haller geçirmektedir ki,
    gören onu fiziğini istilâ edici bir vecd içinde sanabilir. Halbuki hücumlar hep (metafizik) yoldan
    gelmekte ve bu yoldan gidildikçe fizik boğulma sıkıntısına düsmekte ve sahneden kaçmaktadır.
    Bu ne garip açmaz!
    Bir gün yalının bahçe kapısına kadar onu uğurlayan Belmâ'nın su sözünü nasıl unutabilir:
    — Mademki bir hafta sonra gelebileceksiniz; bana gider ayak öyle bir sey söyleyin ki, onunla bir
    hafta yasayabileyim...
    — Ya ben bu bir haftayı nasıl yasayabileceğim; düsünüyor musunuz?
    Ressam Âbid'ln solcu bohemlerle dolu atölyesi olsun, Husmen Ağa'nın konağı olsun, Mine olsun,
    Hatçe olsun; Naci, kâfurûdan yontulma, ince uzun büyücü parmaklarla çizilmis bir yuvarlak içinde,
    her seye ve herkese alâkasızdır; ve kesilmek bilmez bir kulak çınlaması halinde, nereye gitse ve ne
    söylese Belmâ'yı beraberinde tasımaktadır. Ve Đste mahut köye, ruhunda kemiklesen bu musallat fikirle gitmistir.
    Köyden döner dönmez atölyeye kostu. Mine bu atölyenin, duvara çizilmis bir dekor motifi gibi
    sökülmez ve yerinden kımıldatılmaz arması...
    Evvelâ (konfor) lu bir yatak bulmak için tabutta yatanları, sonra zaafran, tarçın renkli ve lezzetli
    Hatçe'yi anlattı. Anlatısa bayıldılar.
    Mine fırsatı kaçırmadı:
    — Ya (Dülsine) ne oluyor?
    (Dülsine) Don Kisot'un sevgilisi ve Mine'nin Belmâ'ya yakıstırdığı isim...
    — Ben Don Kisot olmaktan çıkmadıkça (Dülsine) kalbimden çıkmaz.
    — Hayret ediyorum; sen hem kendini görebiliyor, hem de gördüğünden dönemiyorsun!..
    — Sen benim yarı kadarım olsan da arada bir kendini görebilsen daha ne istersin!..
    23
    — Ne var bu kadında kuzum?
    — Kendini damla damla vermeyi bilmek ve testiyi asla bosaltmamak sanatı...
    — Bos ver! Benim anladığım yemek, tepsiyle önüme konulanıdır.
    — Đste ruhcu ve maddeci farkı!.. Mine disi bir kaplan gibi atıldı:
    — Sana yalvarırım, yine felsefe kuyuları açmaya çalısma!.. Vaz geç su izah etme, tarif etme
    hastalığından!.. Hani bazen çok renkli ve hareketli konusmaların olmasa, sen, her görüldüğün yerde
    suratına kapıların kapatılacağı sıkıcı adam olursun!
    Âbid sırıttı:
    — O izah etmeden duramaz.
    — Sen de Abid, Mine'yi tekrarlamadan duramazsın... Benim izah hastalığım, (doğru, ben bir izah
    hastasıyım!) izah edilemezlerin izahını asamaz. Sizinkiyse, her seyi izalı etmis sanmanın kof
    diyalektiği ve basıbos ruh haleti...
    Mine yine atıldı:
    — Hâlâ izah, be!.. Bırakın bu safsataları!.. Sen, Naci, izahla Belmâ'dan ne koparabildin, söyler
    misin?..
    — Kafasını kopardım!
    — Hayır, kafanı kaptırdın!
    __ Doğru söylüyorsun Mine!.. Senin ağzından, bir yanlısın ağzından doğruyu dinlemek ne acıklı!..
    Mine, babayani bir tavırla tek ayağını altına alarak oturduğu divanda arkasına doğru eğildi:
    — Sen bırak kendilerini damla damla verenleri de testiyi dopdolu sunanlara bak!..
    Ressam Abid bu sözden bir sey sezmis olmalı ki, usulca oradan çıkıp kayboldu.

  9. #9

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    24
    Belmâ Hanımefendinin yalısında bir parti... Ressam Abid ve Mine de davetlilerden.., Büyük sair,
    meshur romancı, ünlü profesör, kurt politikacı vesaire... Divanhaneye benzer büyük salonda
    kadınlı, erkekli gruplar... Naci, yapısık bir tavırla Belmâ'nın yanında... Etraflarında, Mine, Abid ve
    çeneleri düsmüs, Naci'yi dinleyen bir kaç toy delikanlı ve kız...
    — Ne uydurma bir dünyada yasıyoruz! Su ileride gördüğünüz ünlü profesör benim kürsü sefimdir
    ve tek formalık orijinal eseri yoktur. Suradan buradan, hem de yanlıslariyle beraber aktarır,
    aktardığı kitapların «düzeltme» sahifelerine bakmak zahmetine bile katlanmaz. Böyleyken
    mevcutların en iyisi olmak sıfatını kaybetmez.
    Profesöre dönen baslar ve gülümsemeler...
    — Ya elindeki viski bardağını hususi bir zerafet edasıyla tutmaya çalısan meshur romancı?..
    Romanın nereden baslayıp nereye gittiğine dair bir fikri, içinde mesele, beyin sancısı, ruh hafakanı
    çöreklenen tek satırı var mıdır? Genç kızları ve kenar mahalleli Pembe hanımları ağlatsın, yeter!..
    Büyük sairi görüyor musunuz?.. Bakın, pastasını nasıl sapırdata sapırdata yutuyor! O gerçekten
    usta bir kartpostalcıdır. Yediği pastadaki gibi, krema, has buğdaylı gıda yerine krema imal eder.
    Bağlı olduğu maziyi de yalnız bu tarafiyle anlar. Devam edeyim mi?
    Belmâ mırıldandı:
    — Siz benim dekorumu kötülüyorsunuz, Naci Bey; siz de bu dekordansınız! Baskalarını
    düsürmekle yükselemezsiniz!
    Mine, tam yerini bulmus, fırsatı kaçırır mı hiç:
    — Devam etsin Hanımefendi; bakın, daha ne renkli karakterler var salonda...
    Naci duramaz; o, yasadığı dünyada her seyin tahripçisidir:
    — Evet, kurt politikacı!.. Fransız sefiriyle konusurken
    25
    yüzünün cephesiyle değil de, profiliyle konusuyor. Cepheden yüzü görünmeyen, yalnız iki profil
    tasıyan bu tip, profilinin biri gülerken öbürüyle ağlar. Demin bir sırdasına söyle fısıldadığını
    isittim: «Eğer listenin basında gösterilmeyecek olursam yeni bir parti kuracağım!» O, pansiyon
    odaları seklinde vicdan kiralayıcısıdır.
    Mine mesut:
    — Burjuvaların dünyasını ne güzel çiziyorsun!..
    — Ama, dedi Naci; onların dünyası çıkartma kâğıdıysa sizinki de sinek kâğıdı...
    Belmâ'nın sesi acı:
    — Bu dünyanın içinde bir de beni tarif etseniz, Naci Bey!..
    Beîmâ'ya döndü; hissiliğini alaycı bir hürmetle peçelemek gayretinde bir tavır takındı:
    —- Siz mi' siz belâ kadar güzelliğinizle bütün belâları unutturabilirsiniz!..
    - Beğenmedim, Naci Bey, espriniz bazen pek yavan kaçıyor, zoraki oluyor âdeta... Allaha
    ısmarladık!
    Ve Mine kahkahayı basarken, Belmâ, kus gibi uçarak" ilerideki bir gruba katıldı.
    Mine durur mu:
    — (Dülsine)yi apıstırmak için harcadığın bütün emek-ter ters netice verdi, yeniksin Naci Bey!..
    ~ Ben her zaman yeniğim!.
    Mine'yi kahreden ve nefretle karısık Naci'ye bağlayan da onun bu tarafı, okunu baskalarına atarken
    ona bir kavis vermeyi, kendi ciğerine çevirmeyi bilen (mistik) mizacı... Ve bu arada, hiçbir kadının
    affetmeyeceği sekilde Mine'yi görmeyisi, ona seffaf bir cisim gibi bakısı... Mine onun nazarında
    yalnız arkasındaki manzarayı gösteren bir cam...
    Belmâ, ileride, tek gözlüklü, genç Fransız diplomatlyle konusmakta ve diplomat lâf ettikçe gevrek
    kahkahalar atmaktadır.
    Diplomatın koluna girdi; sahane merdivenlerden yukarı kata çıkmaya basladılar. Bu hareketi
    yaparken gözlerini kendisine mıhlayan Naci'ye bir nazar atmayacak kadar usta Belmâ Hanımefendi,
    arkasındaki mahkûm âsıktan ve kuvvetinden emin...

  10. #10

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Ne yapsın Naci; arkalarından gitsin mi, gitmesin mi?. O da karsılık diye Mine ve yanındaki toy
    kızlarla cümbüse mi koyulsun?.. Öyle bir tenezzülsüzlük duygusu içindedir ki, bütün mecali
    kesiktir.
    Ressam Âbid:
    — Ne muhtesem yalı, diye söylendi; biz iktidara gelirsek bu yalıyı çocuk sarayı yaparız.
    — Yani piçhâne!.. Simdiden piçhâne yahu!.. Dedi Naci ve büyük giris kapısına doğru yürüdü.
    Sağlık müzeleri... Balmumundan (mask)lar seklinde karhalı, çıbanlı, urlu, cerahatli suratların
    sergilendiği yerler... Patlıyasıya sis dudaklar, gömülesiye çukura kaçmıs gözler...
    Böyle bir müzenin iki tarafı felâket tablolariyle dolu koridorunda geçiyor hayatı...
    Bir bastan bir basa karikatür... Tabii karikatür değil, dehset karikatürleri, cehennem resimleri...
    Zoraki nisbet bozma ve mantık yıkma marifetinden ibaret modern resmin hiçbir örneği, su,
    aralarında yasadığımız, ciddi ve tabii ifadeli insanlar derecesinde acıklı bir gülünçlük
    heykellestiremez.
    Gülüncüz, gülünç! Hem gülünç olurken, hem de baskasını gülünç bulurken...
    27
    Naci kendini tüm gülünç buluyor... Bir sözün veya bir hareketin zafer ânında gülünçlüğünü
    sezemiyor da, is bir hezimete, kırıklığa döndü mü, bütün yaptıkları ve ettikleri, karsısına bir
    karikatür albümü halinde dikiliyor.
    Kuvvetli kadının ikiye böldüğü ve kendi kendisiyle ihtilâfa düsürdüğü erkek böyle mi olur?..
    Öyleyse, Naci de zekâsının incili ve sırmalı, göz kamastırıcı kaftanı içinde, setresinin altına
    kâğıttan kuyruk takılmıs bir budala... Asıl gülünç, o...
    Belmâ'yı fethetme yolunda basvurduğu her tedbir gülünç... Trastan sonra basını çapraz aynalarda
    cepheden, yandan ve enseden inceleyisi, rengini ve seklini pek beğendiği ağzının konusurken nasıl
    hareket ettiğini muayene edisi, saçlarını perçemleyisi, yüz çizgilerini görmeye çabalayısı hep
    gülünç... Sade gülünç mü?.. Sefilleri de var... Bir davette, salonda kimse yokken iskarpinlerini
    pantolonunun baldır kısmma sürterek parlatmakta ve burnunu karıstırmakta mahzur görmeyen bir
    insan, kendi kendine sefil görünmeye baslayınca ıstırabı nice olur?., iğreniyor kendi kendinden... O
    bir fatih değil, (Don Kisottur; Belmâ da Mine'nin bulusuyla (Dülsine)...
    O bir idrak muzafferidir, fakat madde ve harekette felçli...
    Yeni nesillerin «içgüdü» diye isimlendirerek sığır gütme seviyesine indirdikleri bedava
    «insiyak’lar, onda her defa düsünülüp de bulunması gereken bir suur... Herkesin kolayı, onun
    zorudur ve onu bu hale getiren süphesiz Belmâ... Ama kendi kuvvetiyle değil, onu ona çarptıran
    Naci'nin kuvvetiyle... Onun gücünü kullanarak...
    Bu kadın, Naci'nin erkekliğini bile kilitlemistir. Kendisini o kadar istetmistir ki, verilemez ve
    alınamaz hâle getirmistir.
    28
    Belmâ'nın partisinden doğru evine kaçtı. ihtiyar annesiyle yine Boğaz tarafında oturduğu ahsap
    köske... Uzaktan ezan sesi geliyor. Ama o da tabii değil... Hoparlörden... Hattateypten verilip
    verilmediği süpheli... Sabah olurken Allah'ı hatırlamanın saatinde bu mu davet ediciden beklenen ses
    Sokak kapısının merdivenlerinden ayak uçlarına basarak çıktı.
    Onu anahtar deliğinden bir gözleyen mi var?.. Esiğe basmasıyla sokak kapısının açılması bir oldu.
    Annesi... Sabah namazına kalkmıg ve bir anne dahâsiyle oğlunun esiğe ayak bastığını sezmistir.
    Düsündü:
    — Samimilik yalnız annede...
    — Nasılsın oğlum?
    — Đyiyim Anne!..
    — Yatmadan biraz kahvaltı etmek istemez misin?..
    — Hayır anne-, iyi geceler!.
    — Đyi günler diyecektin!..

Sayfa 1/4 1234 SonSon

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanıcı var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •