REKLAM

Teşekkur Teşekkur:  0
Beğeni Beğeni:  0
3 sonuçtan 1 ile 3 arası

Konu: Îmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe

Hybrid View

önceki Mesaj önceki Mesaj   sonraki Mesaj sonraki Mesaj
  1. #1

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart Îmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe

    Îmâm-ı A'zâm Ebû Hanîfe(Rahmetullahi Aleyh)

    Tâbiînden. İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden. Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zûtâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı A'zam lakabıyla meşhûr olmuştur. Kûfe'de doğduğu için Kûfî nisbesiyle bilinir. 699 (H.80) senesinde Kûfe'de doğdu, 767 (H.150) senesinde Bağdât'ta vefât etti. KabriBağdât'ta olup, ziyâret yeridir.

    Aslen İran'ın ileri gelenlerinden bir zâtın neslinden olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin dedesi Zûtâ müslüman olup, hazret-i Ali'ye ikrâmlarda bulundu. Onun sohbetinde bulundu. Babası Sâbit de hazret-iAli ile görüşüp sohbetinde bulundu.Hazret-i Ali Sâbit'e ve onun neslinden gelecek kimselere hayır duâda bulundu.

    Asîl, ilim sâhibi, sâlih ve kıymetli bir zâtın oğlu olan İmâm-ı A'zam'ın çocukluğu doğum yeri olan Kûfe'de geçti. Âilesinden üstün bir terbiye alarak küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Arab lisanının sarf, nahiv, şiir ve edebiyâtını öğrenmeye başladı. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Vâsıle bin Eskâ, Sehl bin Sâide ve Ebü't-Tufeyl Âmir bin Vâsile'yi (radıyallahü anhüm) görerek onların sohbetlerinde bulundu. Bu zâtlardan hadîs-i şerîf dinledi.

    Enes bin Mâlik hazretlerinin sohbetinde bulunmasını şöyle anlattı: "Küçük yaşlarda babamla berâber bir âlimin meclisinde bulundum. Meclisin orta yerinde oturan âlim zât şöyle diyordu: "Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem işittim, buyurdu ki: "Kardeşinin başına gelen bir musîbetten dolayı sevinme! Allahü teâlânın ona âfiyet verip, seni o musîbete mübtelâ kılması mümkündür." Ben; "Bu zât kimdir?" diye sordum. "Resûlullah'ın hizmetiyle şereflenen Enes bin Mâlik'tir." diye cevap verdiler."

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin doğup büyüdüğü Kûfe şehri o devrin önemli ilim merkezlerindendi. Kûfe'de pekçok Eshâb-ı kirâm yaşadı. Ayrıca çeşitli dinlere ve sapık inanışlara mensûb insanlar da Kûfe'yi kendilerine merkez seçmişlerdi.

    Îtikâdı bozuk olan Şiî, Mûtezilî ve Hâricîler de Kûfe'de yaşıyorlardı. Eshâb-ı kirâmla görüşüp, onlardan Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini öğrenip nakleden Tâbiîn'in büyükleri de Kûfe'de bulunuyorlardı. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları böyle bir muhitte geçen İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, önce babası gibi ticâretle meşgûl olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclislerine giderek onları dinledi, ilimlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması için gayret eden âlimlerin sapık ve bozuk fırka mensuplarıyla olan mücâdele ve münâzaralarını dinledi. Daha henüz ilim tahsîline başlamadığı halde sapık fırka mensuplarıyla münâzaralarda bulundu. Katıldığı münâzaralardaki iknâ kâbiliyeti ve üstün başarıları zamânının büyük âlimlerinin dikkatini çekti. Bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe bir gün zamanın âlimlerinden Şa' bî'nin yanından geçiyordu.Şa'bî hazretleri onu yanına çağırıp; "Nereye devâm ediyorsun?" diye sordu. O da; "Çarşıya, pazara devâm ediyorum." dedi. Şa'bî hazretleri; "Hayır, maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devâm ediyorsun?" buyurdu. İmâm-ı A'zam; "Hiçbirinin dersinde devamlı bulunmuyorum." dedi. Şa'bî hazretleri sözlerine devâm ederek; "İlim ile uğraşmayı ve âlimlerle görüşmeyi sakın ihmâl etme. Ben senin zekî, akıllı ve kâbiliyetli bir genç olduğunu görüyorum." buyurdu. Şa'bî hazretlerinin sözlerinin tesirinde kalan İmâm-ı A'zam, çarşıyı pazarı bırakıp ilim yoluna yöneldi. Kûfe'deki âlimlerin ders halkalarına devâm etmeye başladı. Şa'bî'nin ilim meclisine devâm edip kelâm ilmi (îmân ve îtikâd ilmi) ile münâzara ilmini tahsil etti. Kısa zamanda bu ilimlerde ilerleyip parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı.

    Kelâm ilmini öğrenip yüksek dereceye ulaştıktan sonra Hammâd bin Ebî Süleymân'ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmini tahsîle başladı.

    Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: "Bu, Allahü teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O'na dâimâ hamdolsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimler ve fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin emirlerini yerine getirmek, ibâdet etmek de fıkıhı bilmekle oluyor. Dünyâ ve âhiret onunla kâim... İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir." İmâm-ı A'zam, fıkıh ilmini Hammâd bin Ebî Süleymân'dan öğrendi. Onun derslerini tâkib ederken huzûrunda gâyet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu'mân'dan başka kimse oturmayacak buyururdu.

    İmâm-ı A'zam, kelâm, münâzara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile başladıktan sonra, îtikâdî meselelerde insanları doğru yoldan ayıran sapık fırkalarla mücâdele etti. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra'ya da defâlarca gidip, dehrî denilen inkârcılarla, Şîa, Kaderiye ve diğer bozuk fırkalara mensup kimselerle uzun münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet îtikâdını yaydı.

    İmâm-ı A'zam'ın Hammâd bin Ebî Süleymân'dan ilim tahsîl ettiği sıralardaydı. O zamanki Bizans'ın hâkim olduğu Anadolu tarafından bir dehrî yâni dünyânın kadîm olduğunu ve bu dünyânın bir yaratıcısı olmadığını iddiâ eden bir kimse, İslâm diyârına geldi. Anlattığı birçok aklî delillerle dünyânın bir yaratıcısı olmadığını söyleyip Allahü teâlânın varlığını inkâr etti. İslâmiyeti tam olarak bilmeyen bâzı müslümanlar onun hîlelerine aldanıp İslâmiyetten ayrılmaya başladı. Dehrî, İslâm âlimleriyle münâzara etmek istediğini bildirerek meydan okudu. İmâm-ı A'zam hazretlerinin hocası, dehrî ile münâzara edip onun bozuk fikirlerini çürütmek için karar verdi. Ancak eğer yenilirsem İslâm dînine büyük zarar hâsıl olup fesâdı bütün dünyâya yayılacak diye de endişe ediyordu. Hammâd bin Ebî Süleymân bu düşüncelerle yatağına uzanıp uyuduğu zaman rüyâsında bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağacın bütün dallarını yediğini ve o ağacın yalnız gövdesinin kaldığını, o anda ağacın içinden bir arslan yavrusunun çıkıp o hınzırı parça parça ettiğini gördü.

    Sabah olunca genç talebesi Nûmân bin Sâbit, hocası Hammâd'ın rahmetullahi aleyh huzûruna girdi. Hammâd bin Ebî Süleymân müslümanları îmândan uzaklaştırmaya çalışan dehrîden ve gördüğü rüyâdan bahsetti. Nûmân bin Sâbit hocasının gerek dehrî sebebiyle, gerekse gördüğü rüyâ sebebiyle üzüntülü ve endişeli olduğunu gördü. Hocasına üzüntüsünün sebebini sordu. Hocası her şeyi anlattı. Genç yaşta olan Ebû Hanîfe hocasına; "Elhamdülillâhi teâlâ. Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehrîdir. Ağaç da ilim ağacıdır. Dalları o dehrînin hile ve tuzaklarına kapılan müslümanlardır. Ağacın gövdesi sizsiniz. O arslan yavrusu da benim. Allahü teâlânın yardımı ile ben onu yenerim." dedi.

    Hammâd bin Ebî Süleymân ve İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe münâzara için insanların toplandıkları meydana gittiler. Dehrî her zamanki gibi kürsüye çıkıp karşısına birisinin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek kadar genç olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe onun karşısına çıktı. Dehrî İmâm-ı A'zam'ı görünce hakâret etmeye başladı. İmâm-ı A'zam; "Hakâreti bırak söyleyeceğini söyle de görüşelim." dedi. Dehrî, İmâm'ın cesâret ve aceleciliğini görünce hayret ederek, ona şöyle dedi: "Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür?" İmâm-ı A'zam şöyle cevap verdi:

    "Sayıları bilir misin?" Dehrî; "Evet." deyince, İmâm-ı A'zam; "Birden önce hangi sayı vardır?" dedi. Dehrî; "Birden önce bir şey yoktur." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam buyurdu ki: "Mecâzî olan bir yâni bir sayısı sözünden önce bir şey olmayınca, hakîkî bir olandan önce nasıl bir şey olabilir?" Bu söz üzerine dehrî başka sorular sormaya başladı. Aralarında şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: "Hakîkî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt yönlerinden bir yerde bulunur?" Ebû Hanîfe; "Mumu yakınca, ışığı hangi taraftadır?" diye sordu. Dehrî; "Mumun ışığı her tarafta aynıdır." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam; "Mecâzî olan bir nûrun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve ebedî olup, eni boyu olmayan, göklerin ve yerlerin nûru olanın hâli nasıl olur?" buyurdu. Dehrî cevap veremedi.

    Dehrî yine dedi ki: "Her var olanın muhakkak bir yeri vardır. O'nun yeri neresidir?" İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe biraz süt getirtip; "Bu sütte yağ var mıdır?" buyurdu. Dehrî; "Evet vardır." dedi. Ebû Hanîfe; "Yağ bu sütün neresindedir?" diye sorunca, dehrî; "Hiçbir yerine mahsûs değildir?" dedi. İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri; "Yok olanın bir hâli böyle olursa, göklerin ve yerlerin yaratıcısı dâimî ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın?" buyurdu. Dehrî yine cevap veremedi.

    Dehrî son olarak; "Şimdi O ne iş yapmakla meşgûldür?" diye sordu. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki: "Sen bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim. Şimdi sen oradan bir kerecik inip benim yerime gel, ben kürsüye çıkayım ve oradan cevap vereyim." dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; "Allahü teâlâ senin gibi bir müşebbihi yâni Allahü teâlâyı diğer varlıklara benzeten kimseyi kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni Allahü teâlâyı her bakımdan tek ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O'nun işi budur." buyurdu ve Rahmân sûresinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Kendi sorduğu sorulara verilen cevaplar karşısında susan ve âciz kalan dehrî, İmâm-ı A'zam'a kendine soracağı soruların sorulmasına tahammül edemeyerek, söyleyecek söz bulamadı.

    İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri,Hammâd bin Ebî Süleymân'ın derslerine yirmi sekiz yıl devâm edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sıralarda fıkıhta tanınıp meşhûr oldu. Bu hususta şöyle demiştir: "Ben ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla berâber bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devâm ettim." Hocası Hammâd'ın dersine devâm ettiği sırada sık sık Hicaz'a gidip Mekke ve Medîne'de çoğuTâbiînden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadîs rivâyeti dinler ve fıkıh müzâkereleri yapardı. İmâm-ı A'zam'ın hocalarından en meşhûru, fıkıh ilminde hocası olan Hammâd bin Ebî Süleymân'dır.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe'de tahsîl ettiği hocalarından bâzıları şunlardır:

    Âmir bin Şerâhil eş-Şa'bî, Süleymân bin Mihrân el-A'meş, Ebû İshak es-Sebîî, Hâkim bin Uteybe, Mansûr bin Mu'temir et-Teymî

    Kûfe dışında diğer ilim merkezlerine de giden İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri bâzan bir sene süren seyâhatlerinde Mekke ve Medîne'ye gitti. Bu beldelerin meşhûr âlimleriyle görüşüp onlardan ilim öğrendi. Elli beş defâ hac yaptı.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe dışındaki diğer şehirlerde ilim öğrendiği hocalarından bâzıları da şu zâtlardır:

    Tâbiîn büyüklerindenAmr bin Dînâr el-Cümahî, Ebû Zübeyr Muhammed, İbn-i Şihâb ez-Zührî, hazret-i Ebû Bekr'in torunu Kâsım bin Muhammed, Medîne'nin meşhûr âlimlerinden Hişâm bin Urve ve Yahyâ bin Saîd el-Ensârî, Basra'daki en meşhûr âlimlerden Eyyûb bin Keysân es-Sahtiyânî, Katâde bin Diâme, Bekr bin Abdullah Müzenî.

    AyrıcaPeygamber efendimizin sallallahü aleyhi ve sellem torunlarından Zeyd bin Ali'den ve Muhammed Bâkır'dan da ilim ve mârifet öğrenen İmâm-ı A'zam'a, Muhammed Bâkır hazretleri buyurdu ki: "Ceddimin şerîatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin.Allahü teâlâ yardımcın olacak."

    Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Abbâs'ın ilmini Mekke fakîhi Atâ bin Ebî Rebâh ve İkrime'den, hazret-i Ömer ve onun oğlu Abdullah'tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer'in âzâdlısı Nâfî'den öğrendi. Böylece, Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Mes'ûd ve hazret-i Ali'den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tâbiînden öğrendi. İlimde hiç kimseye nasîb olmayan yüksek bir dereceye ulaştı.

    Tasavvuf ilmini de Silsile-i aliyye denilen evliyânın büyüklerinden olan Câfer-i Sâdık'tan öğrendi. Onunla sohbet edip feyiz alarak tasavvufta yüksek makâma ulaştı.

    Zâhirî ve mânevî ilimlerde zamânının en büyük âlimi olanİmâm-ı A'zam bir gün Halîfe Mansûr'un yanına girdi. Orada bulunan Îsâ bin Mûsâ, Mansûr'a; "Bugün dünyânın en büyük âlimi bu zâttır." dedi. Halîfe Mansûr; "Ey Nûmân, bu ilmi kimden aldın?" diye sorunca; "Hazret-i Ömer'den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ömer'den, hazret-i Ali'den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ali'den, Abdullah bin Mes'ûd'dan ilim alanlar vâsıtasıyla da Abdullah bin Mes'ûd'dan aldım." cevâbını verdi. Bunun üzerine Halîfe Mansûr; "Sen işini gâyet sağlam tutmuşsun, ilmi asıl menbaından almışsın." dedi. İmâm-ı A'zam başta Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere, dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp, zamânında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler hattâ hıristiyanlar bile onu hep medhetmiş, övmüştür.

    İmâm-ı A'zam'ın hocasıHammâd bin Ebî Süleymân vefât edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri, onun yerini dolduracak âlimin, ancak İmâm-ı A'zam'ın olduğunu görerek, ısrârla hocasının yerine geçmesini istediler. "İlmin ölmesini istemem." buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammâd bin Ebî Süleymân'ın yerine müftî oldu ve talebe yetiştirmeğe başladı.

    İmâm-ı A'zam, hocası Hammâd'ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevâzuu, takvâsı, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dînî meselelerde insanların karşılaştıkları zorluklara çare bulan tek mürâcaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, İran, Hind, Yemen ve Arabistan'ın her tarafından gruplar hâlinde gelen talebeler, fetvâ isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.

    İmâm-ı A'zamın meclisinde halk tarafından sorulan suâllerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzâkere yapılırdı. Her gün sabah namazını, câmide kılıp öğleye kadar sorulan suâlleri cevaplandırır, fetvâ verirdi. Öğleden önce kaylûle yapıp, bir miktâr uyuyup, öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar câmiye gelip sabaha kadar ibâdet ederdi. Sorulan suâllere cevap vermeden önce, mesele açık olarak müzâkere edilir, talebeleri suâli cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzâkeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvâyı bizzat söylemek sûretiyle ve anlaşılır ifâdelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kâideleri hâline gelmiştir.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin başta gelen talebeleri; İmâm-ı Ebû Yûsuf ismiyle meşhûr olanYâkûb binİbrâhim, Muhammed Şeybânî, Züfer bin Huzeyl, Hasan bin Ziyâd, oğlu Hammâd, Abdullah bin Mübârek, Veki' bin Cerrâh, Ebû Amr Hafs bin Gıyâs, Yahyâ bin Zekeriyyâ, Dâvûd-i Tâî, Esad bin Amr, Âfiyet bin Yezid el-Advî, Kâsım bin Ma'an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi yüzlerce âlimlerdir.

    İmâm-ı A'zam ticâretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu.Bir defâsında onun ders usûlünü ve talebelerini görmek için bir ilim heyeti Kûfe'ye gelmişti. Aralarında Tâbiînin büyüklerinin de bulunduğu bu heyet, onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmıştır. İmâm-ı A'zam talebelerine; "Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz." buyururdu.

    Gerek ilim meclisine gerek sohbetlerine uzaktan yakından gelen pekçok kimse ondan ilim ve mârifet tahsîl ettiler. Sohbetleri sırasında insanların müşküllerini cevaplandırdığı gibi gönüllerini ferahlatan nasîhatlerde bulundu. Bir sohbeti sırasında, müminleri sevmekle ilgili olarak buyurdu ki:

    Allah bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve aslâ kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne sakladıklarını bilemeyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.

    Talebesi Yûsuf bin Hâlid es-Semtî bir vazifeye tâyin edilip, Basra'ya giderken, Ebû Hanîfe ona şu tavsiyelerde bulunmuştur: "Basra'ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyâret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun, ilim sâhiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiç bir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiç bir şeye ülfet etme!..

    Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescidde etrafını sarıp aranızda bâzı meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin aksini iddiâ ederlerse onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiğin cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler...

    Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret. Bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bâzan onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devamı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muâmele et, müsâmaha göster, hiç bir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri gibi davran."

    Haram ve şüphelilerden şiddetle sakınan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri helal lokma husûsunda buyurdu ki:

    "Dînin alış-veriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibâdetlerin sevâbını bulamaz. Zahmetleri boşa gider, azâba yakalanır ve çok pişman olur."

    İmâm-ı A'zam'ın yaşadığı devir, Emevîler ve Abbâsîler zamânına isâbet etmektedir. Ömrünün elli iki yılını Emevîler, on sekiz yılını da Abbâsîler devrinde geçirdi.Emevî Devletinin son bulup, Abbâsî Devletinin kuruluşuna ve bu arada vukû bulan çeşitli hâdiselere şâhid oldu. Bütün hâdiseler içerisinde İmâm-ı A'zam, bir taraftan dîni öğrendi ve öğretti, diğer taraftan da, Ehl-i sünnet îtikâdında olan insanları, îmândan ayırmaya çalışan sapık ve bozuk fırkalarda olanlarla mücâdele etti. Bu fırkaların herbiri ile yaptığı münâzaralarda onları kesin delillerle susturuyordu.

    Emevîlerin son zamanlarında Emevî vâlisi, İmâm-ı A'zam'a devlet idâresinde bir vazife vermek istedi ve bu hususta zorladı. Fakat İmâm-ı A'zam bâzı sebeplerden dolayı kabûl edemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine hapsedilerek işkence yapıldı. Daha sonra serbest bırakılınca, 747 (H.130) yılında Mekke'ye gidip orada altı yıl kadar kaldı. Mekke'de de talebelere ders ve fetvâ vererek ilmî mütâlaalar yaptı. Abbâsîlerin bir devlet hâline gelip kuvvetlenmesinden sonra Kûfe'ye döndü. Buradaki derslerine ömrünün son yıllarına kadar devam etti. Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri, o zaman çok genişlemiş olan İslâm dünyâsının her tarafına yayıldılar. Müftîlik, müderrislik, kâdılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yaptılar. Böylece Peygamber efendimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saâdete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.

    Emevîler devrinde bâzı baskı ve işkenceler gören İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, Abbâsîler devrinin ilk zamanlarında ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devâm etti. Abbâsî Devleti içinde de karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmâm-ı A'zam hazretleri bu karışıklıklara rağmen ders verme işini devâm ettirdi. 762 (H.145) senesinde meydana gelen hâdiselerden sonra Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mansûr onuKûfe'den Bağdât'a getirtti. "Mansûr haklı olarak halîfedir, diye herkese bildir." dedi. Buna karşılık temyiz mahkemesi reisliğini verdi. Çok zorladı. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri çok takvâ sâhibi olup, dünyâ makamlarına kıymet vermediğinden kabûl buyurmadı. Mansûr onu habsettirdi. Her gün otuz değnek vurdurdu. İmâm-ı A'zam'ın mübârek ayaklarından kan aktı. Halîfe Mansûr bir ara pişman olup otuz bin akçe gönderdi ise de kabûl buyurmadı. Tekrar hapsedip her gün on değnek fazla vurdurdu. On birinci günü halkın hücûmundan korkulup zorla sırt üstü yatırıldı. Ağzına zehirli şerbet döküldü. 767 (H.150) senesinde şehîd edildi. Vefât ettiği anda secdeye kapandı. Vefât haberi duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve göz yaşıyla karşılandı. Cenâzesini Bağdât kâdısı Hasan bin Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: "Allahü teâlâ sana rahmet eylesin!Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakihimiz sendin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz sendin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sendin!" Cenâzesinin kaldırılacağı sırada Bağdât halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenâze namazını kılanlar elli bin kişiden fazla idi. Gelenler çok kalabalık olduğundan cenâze namazı ikindiye kadar kılındı. Altı defâ cenâze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammâd kıldırdı. Bağdât'ta, Hayzeran kabristânının doğusunda defnedildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona duâ ettiler. Vefâtına çok üzüldüler. İmâm-ı Şâfiî'nin hocasının hocası İbn-i Cerîhe vefât ettiğini duyunca istirca âyetini (İnnâ lillah...) okuyup, "Yâni ilim gitti deseniz ya!" buyurdu. Büyük âlimlerden Şu'be'ye vefât haberi ulaşınca, o da; "İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar." dedi. Vefâtından sonra çok kimseler onu rüyâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, şânının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki: "Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyâret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyâcım olunca iki rekât namaz kılıp, Ebû Hanîfe'nin kabrine gelerek onun yanındaAllahü teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabûl olup isteklerime kavuşuyorum."

    "Yüz elli senesinde dünyânın zîneti gider." hadîs-i şerîfinin de, İmâm-ı A'zam için olduğunu İslâm âlimleri bildirmiştir. Çünkü o târihte İmâm-ı A'zam gibi bir büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah'ın vezirlerinden Ebû Sa'd-i Harezmî, İmâm-ı A'zam'ın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Sonra Osmanlı pâdişâhları bu türbeyi defâlarca tâmir ettirdi.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri ulûm-ı âliyye denilen yüksek din ilimlerinde en üstün derecede âlim idi. Kelâm ilminde ve îtikâd bilgilerinde Ehl-i sünnetin reisidir. Tefsîr ilminde müfessirlerin başı, üstâdı derecesindeydi. Hadîs ilminde ise büyük bir muhaddis ve derin ilim sâhibiydi.

    İmâm-ı Şâfiî hazretleri; "Fıkıh ilminde mütehassıs olmak isteyen, Ebû Hanîfe'nin kitaplarını okusun." buyururdu. Abdullah bin Mübârek de; "Fıkıh ilminde Ebû Hanîfe gibi mütehassıs birini görmedim." buyurdu.

    Büyük âlim Mis'ar, Ebû Hanîfe'nin karşısında diz çökerek, bilmediklerini sorar öğrenirdi. "Bin âlimden ders aldım. Fakat, Ebû Hanîfe'yi görmeseydim, Yunan felsefesinin bataklığına kayacaktım." demiştir. Ebû Yûsuf buyuruyor ki: "Hadîs ilminde Ebû Hanîfe gibi derin bilgi sâhibi birini görmedim. Hadîs-i şerîfleri açıklamakta onun gibi bir âlim yoktur." Büyük âlim ve müctehid Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki: "Bizler, Ebû Hanîfe'nin yanında, doğan kuşu yanındaki serçeler gibiydik, Ebû Hanîfe, âlimlerin önderidir."

    Âli bin Âsım diyor ki: "Ebû Hanîfe'nin ilmi, zamânındaki âlimlerin ilimlerinin toplamı ile ölçülse, Ebû Hanîfe'nin ilmi fazla gelir."

    Büyük hadîs âlimi A'meş, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'den birçok mesele sordu. İmâm-ı A'zam, suâllerinin herbiri için hadîs-i şerîfler okuyarak cevap verdi. A'meş, İmâm-ı A'zam'ın hadîs ilmindeki derin bilgisini görünce, "Ey fıkıh âlimleri! Sizler mütehassıs tabîb, biz hadîs âlimleri ise, eczâcı gibiyiz! Hadîsleri ve bunları rivâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin mânâlarını siz anlarsınız!" dedi. "Ubeydullah bin Amr, büyük hadîs âlimi A'meş'in yanındaydı. Birisi gelip, birşey sordu. A'meş bunun cevâbını düşünmeğe başladı. O esnâda, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe geldi. A'meş, bu suâli İmâm'a sorup cevâbını istedi. İmâm-ıA'zam hemen geniş cevap verdi. A'meş, bu cevâba hayran olup, yâ İmâm! Bunu hangi hadîsden çıkardın dedi. İmâm-ı A'zam, bir hadîs-i şerîf okuyup, bundan çıkardım. Bunu senden işitmiştim dedi. İmâm-ı Buhârî, üç yüz bin hadîs ezberlemişti. Bunlardan yalnız on iki bin kadarını kitaplarına yazdı. Çünkü; "Benim söylemediğimi hadîs olarak bildiren, Cehennem'de çok acı azap görecektir." hadîs-i şerîfinin dehşetinden çok korkardı.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin verâ ve takvâsı daha çok olduğundan, hadîs nakledebilmesi için çok ağır şartlar koymuştu. Ancak bu şartların bulunduğu hadîs-i şerîfi naklederdi."

    İmâm-ı A'zam, İslâmiyeti; îmân, amel ve ahlâk esasları olarak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, müslümanları çeşitli fitne ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslâm dînini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrâna uğratmış, önce îtikâdda birlik ve berâberliği sağlamış; ibâdetlerde, günlük işlerdeAllahü teâlânın rızâsına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Böylece, ikinci hicrî asrın müceddidi (dînin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır.

    Hadîs-i şerîfte; "Îmân Süreyya yıldızına çıksa, Fârisoğullarından biri elbette alıp getirir." buyruldu. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîfin İmâm-ı A'zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhârî ve Müslim'de bildirilen bir hadîs-i şerîfte; "İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan müslümanlardır (Yâni Eshâb-ı kirâmdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yâni Tâbiîndir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir... (yâni Tebe-i tâbiîndir)" buyruldu. İmâm-ı A'zam da, bu hadîs-i şerîfle müjdelenen tâbiînden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrât-ül-Hisan, Mevdû'ât-ül Ulûm ve Dürrül-Muhtâr'da yazılı hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: "Âdem (aleyhisselâm) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu'mân, künyesi Ebû Hanîfe'dir. O, ümmetimin ışığıdır."

    "Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebû Hanîfe ile öğünürüm. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur."

    "Ümmetimden biri, şerîatimi canlandırır. Bid'atleri öldürür. Adı Nu'mân bin Sâbit'tir."

    "Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamânının en yükseğidir."

    Hazret-i Ali de; "Size bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, bir çok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helâk olacaktır. Nitekim, râfizîler de, Ebû Bekir ve Ömer için helâk olacaklardır." buyurdu.

    İmâm-ı A'zam'ın zamânında ve sonraki asırlarda yaşayan İslâm âlimleri hep onu medhetmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübârek anlatır: "Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik'in yanına geldiğinde İmâm-ı Mâlik ayağa kalkıp hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere; "Bu zâtı tanıyor musunuz? Bu zât, Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbit'tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese isbât eder." dedi. Sonra Süfyân-ı Sevrî yanına geldi. Onu, Ebû Hanîfe'nin oturduğu yerden biraz daha aşağıya oturttu, çıktıktan sonra onun fıkıh âlimi olduğunu anlattı."Yine Abdullah ibni Mübârek der ki: Hasan bin Ammâre'yi Ebû Hanîfe ile birlikte gördüm. Ebû Hanîfe'ye şöyle diyordu: "Allahü teâlâya yemîn ederim ki fıkıhta senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevab birini görmedim. Elbette sen fıkıhta söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyenler sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir."

    İshâk bin Ebû Fedâ'dan nakl olunur: "İmâm-ı Mâlik'i gördüm. İmâm-ı A'zam'la el ele tutup berâber yürürlerdi. Câmiye gelince kendisi durup önce İmâm-ı A'zam'ın girmesini beklerdi." demiştir. Hakîkate varmış evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî; "Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı." buyurmuştur.

    İmâm-ı Şâfiî: "Ben Ebû Hanîfe'den daha büyük fıkıh âlimi bilmem, fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin." buyurmuştur. Ahmed ibni Hanbel: "İmâm-ı A'zam verâ, zühd ve îsâr (cömertlik) sâhibi idi. Âhiret isteğinin çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi." buyurmuştur. İmâm-ı Mâlik'e, İmâm-ı A'zam' dan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medh ediyorsunuz?" dediklerinde: "Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukâyese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler diye hep methederim." buyurmuştur. İmâm-ı Gazâlî: "Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuvvetli zühd sâhibiydi. Mârifeti tam bir ârifdi. Takvâ sâhibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Dâimâ Allahü teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi" buyurmuştur. Yahyâ Muâz-ı Râzi anlatır: "Peygamber efendimizi rüyâda gördüm ve yâ Resûlallah, seni nerede arayayım dedim. Cevâbında: Beni,Ebû Hanîfe'nin ilminde ara, buyurdu." İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurur ki: "İmâm-ı A'zam abdestin edeplerinden bir edebi terkettiği için kırk senelik namazını kazâ etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sâhibi, sünnete umakta ictihâd ve istinbatta, şer'î delillerden hüküm çıkarmakta öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı A'zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâmın sözünü kendi reyine takdim ederdi." İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mebde' ve Meâd risâlesinde de şöyle buyurur: "Büyük İmâm Ebû Hanîfe'nin yüksek derecesinden takdir edilemeyen şânından ne yazayım. Müctehidlerin en verâ sâhibiydi. En müttekîsi o idi. Şâfiî'den de, Mâlik'den de, İbn-i Hanbel'den de her bakımdan üstün idi."

    Yine İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) ve Muhammed Pârisâ (rahmetullahi aleyh) buyurdular ki: "Îsâ aleyhisselâm gibi ulülazm bir peygamber gökten inip İslâm dîni ile amel edince ve ictihâd buyurunca, ictihâdı İmâm-ı A'zam'ın (rahmetullahi aleyh) ictihâdına uygun olacaktır. Bu da İmâm-ı A'zam'ın büyüklüğünü, ictihâdının doğruluğunu gösteren en büyük şâhittir."

    Son asrın, zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki: "İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir Geylânî gibi büyük evliyâ idiler. Fakat âlimler kendi aralarında taksim-i a'mel eylemişlerdir. Yâni herbiri zamanında neyi bildirmek icâb ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı A'zam zamânında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanîfe nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı, Câfer-i Sâdık hazretlerinin huzûrunda iki sene bulunup öyle feyiz, nur ve vâridât-ı ilâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini; "O iki sene olmasaydı Nu'mân helâk olurdu." sözü ile anlatabildiler. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Câfer-i Sâdık'dan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son makâmına kavuşmuştur. Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadîs-i şerîfte: "Âlimler peygamberlerin vârisleridir" buyruldu. Vâris, her hususta verâset sâhibi olduğundan zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemâlde idi."

    İslâm âlimleri, İmâm-ı A'zam'ı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve velîleri de bu ağacın dallarına benzetmişler, o'nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâlâta (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.

    İslâm dünyâsında ilimleri ilk defâ tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini (Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs vs.) isimleri altında ayırarak bu ilimlere âit kâideleri o tesbit etmiştir. Böylece onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine âit kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslâm dînine bid'atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti.

    İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünyâ ve âhiret saâdetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmâm-ı A'zam'ın zamânında ve daha sonra yetişen mezheb imâmları, İslâm âlimleri, evliyânın büyükleri tarafından da tâzim ve şükranla yâdedilmiştir, "Ehl-i sünnetin reisi", "İmâm-ı A'zam= En büyük imâm" adıyla anılmıştır.

    İmâm-ı A'zam, Allahü teâlânın rızâsından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlarına herhangi bir siyâsi düşünce ve güç, nefsânî arzu ve menfaat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar aslâ girmemiştir.

    İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe nefsine tam hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle aslâ uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslâm âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlâk-ı hamîde (yüksek İslâm ahlâkı) ile her hâlükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muârızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükûnetle davranır, aslâ heyecan ve telâşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firâset sâhibiydi. Bu hâliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.

    Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhâkemesi, muhabbeti ve câzibesi ile, karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bâzı meseleleri, derin bir mütâlaadan sonra, böyle olmayanları ise ânında ve olayın açık misâlleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muârızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak iknâ ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur.

    Hâsılı İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, İslâmiyetin müslümanlardan doğru bir îtikâd (Ehl-i sünnet îtikâdı), doğru bir amel ve güzel bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.

    İmâm-ı A'zam ayrıca ticâret yapardı. Onun kanâatkârlığı, cömertliği, emânete riâyeti ve takvâsı ticâret muâmelelerinde de dâimâ kendini göstermiştir. Tâcirler ona hayret ederler ve ticârette onu Ebû Bekir'e benzetirlerdi. Ticâreti, ortakları ile beraber yapar, her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar, ayrıca onlara para dağıtarak, tevâzu ile; "Bunları ihtiyâcınız olan yere sarf edin ve Allah'a hamdedin. Çünkü verdiğim bu mal hakîkatte benim değildir, sizin nasîbiniz olarak Allahü teâlânın ihsân ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir." buyururdu. Böylece ilim ehlini, maddî bakımdan başkalarına minnettâr bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cumâ günü anasının, babasının rûhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi.Kalabalık dağılınca; "Şu seccâdenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır." buyurdu. Orada bin akçe vardı.

    Bir defâsında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi mâliyeti fiyatına sat dedi. Dört dirhem ver, onu al deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; "Ben, ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?" dedi. "Hayır, bunda alay yok." deyip elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi. Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riâyet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, İmâm-ı A'zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır daha fazla eder deyip, bu işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.

    İmâm-ı A'zam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı. Elli beş defa hac yaptı, son haccında Kâbe-i muazzama içine girip burada iki rekat namaz kıldı. Namazda bütün Kur'ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağlayarak; "Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım. Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla!" diyerek duâ etti. O anda; "Ey Ebû Hanîfe, sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyâmete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret ettim." diye bir ses işitildi. Her gün ve her gece Kur'ân-ı kerîmi bir kere sonuna kadar okur, hatmederdi.

    Komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A'zam, "Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu." deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam vâliye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. Teşrifinizin sebebi nedir? dedi. O da hâdiseyi anlatınca, vâli: "Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kâfi idi." dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A'zam o gence; "Bak biz seni unutmuyoruz." diyerek, bir kese de akçe (para) verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmâm-ı A'zam'ın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti.

    Vâsıt şehrinde fazîletli bir zât vardı, ismi (Nu'mân'ın kölesi) idi. İsminin niçin böyle olduğu sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: "Annem öldüğü zaman ben karnında canlı olup henüz doğmamışım. Annemin cenâzesi yıkanırken, benim anne karnında canlı olduğumu anlamışlar ve durumu İmâm-ı A'zam'a, yâni Nu'mân bin Sâbit'e bildirmişler, o da hemen kadının karnının sol tarafını yarın, çocuk oradadır, çıkarın demiştir. Doktor dediği gibi yapıp beni ölen anemin karnından çıkarmış, ben bunun için kendimi onun âzâtlı kölesi kabûl eder, ona dâimâ duâ ederim."

    İmâm-ı A'zam'ı çekemiyen biri, o'nu ve talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir ziyâfete dâvet etti. İmâm-ı A'zam bu dâveti kabûl edip talebelerine ben ne yaparsam siz de onu yapın, diye tenbih etti. Oraya vardıklarında dâvet eden adam buyurun yemeğe deyince, İmâm-ı A'zam ellerini yıkamak için nehire gitti, talebeleri de onu takib ettiler ve hocalarının bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemeklerden yiyip zehirlendiğini görerek, yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar ve böylece bir sünnete, yâni yemekten önce el yıkamaya uymanın bereketine kavuştular. Bunu gören dâvet sâhibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu sevenler arasına katıldı.

    İmâm-ı A'zam, bir gece rüyâsında Peygamberimizin kabrini açmış, mübârek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalâde rüyâsını Tâbiînin büyüklerinden İbn-i Sîrîn'e anlattı. İbn-i Sîrîn; "Bu rüyânın sâhibi sen değilsin, bunun sâhibi Ebû Hanîfe olsa gerek." dedi. (Ebû Hanîfe benim!) deyince, İbn-i Sîrîn, sırtını aç göreyim dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir "ben" gördü ve (Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında; "Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir ben bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dînini onunla kuvvetlendirir, ihyâ eder." buyurdu) dedi.

    Bir gece yatsı namazını cemâatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mescidde iken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezânına kadar konuşup, diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girmiştir.

    İmâm-ı A'zam'ın büyüklüğünü çekemeyenler, onun Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesini bırakıp sâdece kendi aklıyla ve kıyas yoluyla hareket ettiği dedikodusunu yayıyorlardı. Söylenenler Peygamber efendimizin torunlarından Muhammed Bâkır hazretlerinin kulağına ulaştı. Seyyid Muhammed Bâkır hazretleri İmâm-ı A'zam'la görüştüğü zaman ona buyurdu ki: Sen, ceddim Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) dînini kıyasla değiştiriyormuşsun? deyince, İmâm-ı A'zam: Allah korusun, böyle şey nasıl olur? Lâyık olduğunuz makâma oturunuz benim size hürmetim var dedi. Bunun üzerine, Muhammed Bâkır oturunca, İmâm-ı A'zam da onun önüne diz çöktü ve aralarında şu konuşma geçti. İmâm-ı A'zam şöyle dedi: "Size üç suâlim var, cevap lütfediniz?" Kadın mı daha zayıftır, erkek mi? diye sordu. O da, kadın daha zayıf dedi. Kadının mirâsda hissesi kaç? Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır, deyince; Bu, ceddin Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kavli değil mi? Eğer ben bozmuş olsaydım, erkeğin hissesini bir, kadınınkini iki yapardım. Fakat ben kıyas yapmıyorum, nassla (âyet ve hadîs ile) amel ediyorum.

    İkincisi: Namaz mı daha fazîletli, yoksa oruç mu? Namaz daha fazîletli, diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim, kadın hayızdan temizlendikten sonra, namazını kazâ etmesini söylerdim. Orucu kazâ ettirmezdim.Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapmıyorum.

    Üçüncüsü: Bevil mi daha pis, yoksa meni mi? Bevil daha pisdir diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest alınmasını bildirirdim. Fakat ben hadîse aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resûlullah efendimizin dînini değiştirmekten Allahü teâlâya sığınırım. Böyle şeyden beniAllah korusun dedi. Nass (Kitapdan ve sünnetden delil) olan yerde kıyas yapmadığını, delili bulunmayan meseleleri, delili bulunan meselelere benzeterek kıyas yaptığını söyleyince, Muhammed Bâkır onu kucaklayıp alnından öptü.

    İmâm-ı A'zam'ın eserleri çok olup zamânımıza kadar gelenleri on tânedir. Aslında akâid ve fıkıh ilimlerinde rivâyet edilen bütün meseleler onun eseridir. Bunlardan fıkıh bilgileri, Ebû Yûsuf'un rivâyeti ile ve bilhassa İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin toplayıp yazdığı Zâhirür-rivâye denilen kitaplarla nakledilmiştir.

    1) Risâle-i Reddi Havâriç ve ReddiKaderiyye, 2) El-Fıkh-ul-Ekber, 3) El-Fıkh-ül-Ebsât, 4) Er-Risâle Osman-ı Bustî, 5) Kitâb-ül-Âlim vel-Müteallim, 6) Vasiyyet-Nûkirrû,7) Kasîde-i Nu'mâniyye, 8) Ma'rifet-ül-Mezâhib, 9) El-Asl, 10) El-Müsned-ül-İmâm-ı A'zam li Ebî Hanîfe.



    BUNU SENİN VE BÜTÜN MÜSLÜMANLARIN İYİLİĞİ İÇİN YAPIYORUM

    Talebelerinin önde gelenlerinden İmâm-ı Ebû Yûsuf'a şu vasiyette bulundu:

    "Ey Yâkûb (Ebû Yûsuf)! Sultana saygı göster. Makam ve mevkıine hürmet et. İlmî bir mesele için seni çağırmadığı zaman yanına gitmekten kaçın. Çünkü ona gidip gelmeyi çoğaltırsan, îtibâr etmez olur.

    Sultanın dostları ve tarafları ile buluşma. Etrâfındakilerden uzaklaşırsan, şerefin ve merteben yerinde kalır. Halk önünde konuşma, yalnız sorduklarına cevap ver. Halk ve tüccar arasında da dînî ve zarurî bilgiye âid olmayan sözlerden kaçın. Zîrâ onlar, kötü zanda bulunabilirler ve yaklaşmanı kendilerinden rüşvet almana atfederler.

    Hanımının yanında yabancı kadınlardan konuşma. Sen başka kadınlardan bahsedince, o da kendinde yabancı erkeklerden söz etmek hakkını bulur.

    Her halde Allahü teâlâdan kork, kötülüklerden korun. Emânetlere riâyet et. Küçük-büyük, zengin-fakir herkese iyilik ve nasîhatta bulun. Hiç kimseyi küçük görme. Vakarlı ol ve herkese değer ver. Ziyâretine gelenleri iyi karşıla.Meselelerine cevap ver. Eğer o, meselenin ehli ise ilim ile meşgûl olur, değilse sana muhabbet ve sevgi besler.

    Hoca ve üstâdlarına hürmet et, onlara dil uzatma. İnsanlardan dâimâ çekin. Allah için gizli hâlinde ne isen, açık durumda da öyle ol.

    Çok gülme. Zîrâ çok gülmek kalbini öldürür. Vakarlı bir şekilde yürü. Acele acele ve salına salına yürüme, işlerinde aceleci olma. Konuşurken yüksek konuşma, bağırıp çağırma. Dâimâ kendin için sükûn ve sükûtu tercih et.

    Nefsini her zaman murâkabe edip gözet ve kontrol et. Ölümü hatırından çıkarma. Hocaların ve kendisinden ilim aldığın zâtlar için Allahü teâlâdan af ve mağfiret dile. Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm et. Kabirleri, büyük zâtları ve mübârek yerleri çokça ziyâret et.

    Hayvânî zevklerine ve nefsinin arzûlarına düşkün kimselerle düşüp kalkma. Yalnız dîne dâvet yolunda böyleleriyle birlikte bulunmakta bir mahzur yoktur. Oyun ve eğlence yerleri ile söğülüp sayılan yerlere gitme. Ezan okununca câmiye gitmeye hazırlan.

    Seninle bir hususta istişâre etmek, danışmak isteyen kimseyi dinle. Seni Allahü teâlâya yaklaştıracağını bildiğin şeyleri ona söyle. Bu tavsiyemi de kabûl eyle. Çünkü bundan dünyâ ve âhirette istifâde edeceksin.

    Cimrilikten sakın. Zîrâ herkes cimrilere buğzeder. Onları sevmez. Aç gözlülük ve yalancılıktan sakın. Güzel huylu ol. İnsanları incitmekten kaçın. Her zaman her yerde temiz elbise giy. Dünyâya rağbeti ve hırsını azaltarak nefsini temizle. Dünyâ sevgisini içinden at. Kalbin temiz olsun.

    Yolda giderken sağa sola bakma. Dâimâ önüne bakarak yürü. Münâzara âdâbını bilmeyen ve iddiâlarını delilleriyle isbât edemeyen kimselerle söze girişmekten kaçın. Mevki ve makam peşinde koşan, halk arasındaki meselelere dalan ve bu sûretle kendilerine şöhret ve menfaat sağlamak isteyenlerin sözlerine ve aralarına karışma. Çünkü onlar bu hususta seni haklı bilseler de, sözlerine önem vermezler. Şarlatanlıkları ile seni susturmak ve utandırmak isterler. Bir cemâat içinde bulunduğun zaman seni saygı ile öne geçirmedikçe kendiliğinden ileri safa geçme. Aynı şekilde muâmele görmeden de mihrâba geçip imâm olma.

    Zâlim sultan ve âmirlerin yanında bulunma. Belki onlar yanında, doğru ve helâl olmayan bir iş yaparlar da onları men edemezsin. Senin sustuğunu gören insanlar onların söz ve hareketlerinden o işin hak ve doğru olduğunu sanırlar.

    İlim meclislerinde hiddet ve şiddet göstermekten sakın. Beni de hayırlı duâdan unutma. Bu nasîhatımı kabûl et. Onu ancak sana, senin ve bütün müslümanların iyiliği için yapıyorum."



    SAĞIR, KÖR, DİLSİZ VE TOPAL HANIM!

    İmâm-ı A'zam'ın babası Sâbit, daha bekar iken temiz ahlâklı, takvâ ve verâ sâhibiydi. Zühdü, salahı ve ilmi pekçoktu. Yüzünde bir nur vardı. Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Elmayı alıp, abdestten sonra elinde olmayarak dişledi. Fakat tükrüğünde kan gördü. Kendi kendine; "Şimdiye kadar bana böyle bir hal olmamıştı. Buna sebep ısırdığım elma olmalı." dedi ve buna pişman oldu. Elma sâhibini bulup helallaşmak için dere boyunca gitti. Nihâyet ısırdığı elmanın ağacını buldu. Ağacın sâhibini aradı. Onun cömerd ve ihsân sâhibi biri olduğunu öğrendi. Oradakiler; "Çok cömert ve ihsân sâhibidir. Elma ağacındaki bütün elmaları alsan, alma demez. Bir tane elmadan ne çıkar." dediler. Sâbit aramalardan sonra, bahçenin sâhibini buldu ve; "Ya elmanın parasını al, yahut helâl et." dedi. Bahçe sâhibi onun haramlardan ve şüphelilerden sakınma husûsundaki gayretini görüp, hareketinin doğru olup olmadığını kontrol etmek istedi. Sâbit'e; "Helâl etmem için ne vereceksin?" diye sordu. Sâbit; "Altın istersen altın, gümüş istersen gümüş." dedi. Bahçe sâhibi; "Ben altın, gümüş istemem. Kıyâmet gününde senden dâvâcı olmamamı istiyorsan, bir teklifim var. Onu kabûl edersen hakkımı helâl ederim." dedi. Sâbit; "Teklifin nedir?" diye sordu. Bahçe sâhibi; "Benim bir kızım var; gözleri görmez, kulakları duymaz, dili söylemez, ayakları yürümez. Bunu sana nikâh etmek istiyorum. Kabûl edersen elmayı sana helâl ederim. Yoksa, yarın kıyâmet günü Allahü teâlânın huzûrunda seni mahcûb ederim." dedi. Sâbit kendi kendine; "Ey dîninde sâbit olan Sâbit! Kıyâmette tehlike ve sıkıntılara mâruz kalmaktansa buna dünyâda katlanmak daha iyidir." deyip kabûl etti. Bahçe sâhibi, teklifinin kabûl edildiğini görünce, böyle bir kimseye kızını vereceği için çok sevindi. Nikâhı yapıldı. Gece olunca Sâbit üzüntü ile nikâhlısının bulunduğu odaya girdi. Orada, gâyet süslü, güzel, sağlam, görür, işitir, konuşur, yürür bir hanımla karşılaştı. Hanım efendi kalkıp Sâbit'i karşıladı. Saygı dolu ifâdelerle konuştu. Sâbit kendi kendine; "Yâ Rabbî! Bu ne iştir. Hayal mi yoksa rüyâ mı?" dedi. Hanımın kendi nikâhlısı olduğundan şüphelenip odadan geri çıkmak istedi. Hanımı; "Niye çıkıyorsun ey Allahü teâlânın sevgili kulu? Senin helâlin benim!" dedi. Sâbit ona; "Baban seni bana kötüledi. Kördür, sağırdır, dilsizdir, kötürümdür." diye târif etti. Sen ise ne güzel yürüyorsun ve ne iyi konuşuyorsun. Niçin böyle söyledi. Şaştım doğrusu. Muhakkak bunda bir hikmet vardır." dedi. Nikâhlısı kız; "Bu bir sırdır, izin ver açıklayayım. Babamın sözünde yalan yoktur. Dînini kayıran ve seven bir insandır. Seneler oluyor bu evden dışarı çıkmış değilim. Şimdiye kadar hiçbir yabancı, yüzümü görmedi. Ben de bir yabancı yüz görmedim. Bu sebeple gözlerim harama kördür. Kulağım bir yabancı sözü duymamış ve günâh işlememiştir. Bunun için günâha karşı sağırdır. Ayaklarım günah yerlerine gitmez, bunun için kötürümüm. Dilimden hiç kötü söz, günâha sebeb olan bir kelime çıkmadı. Onun için dilsizim. Babamın sözlerindeki hikmet budur." dedi.

    Bu sözleri duyan Sâbit bin Zûtâ Allahü teâlâya şükretti ve; "Yâ Rabbî! Sen her şeye gücü yetensin." dedi. Haramlardan ve şüphelilerden sakınma ve iffet esasları üzerine kurulan bu evlilikten; ilim, irfân ve takvâ sâhibi olacak olan Nûmân isminde bir çocuk dünyâya geldi.



    ALLAH'A ŞÜKRETMEK

    İmâm-ı A'zam hazretleri, Allahü teâlâdan çok korkardı. Bu hususta şöyle buyurmuştur:

    "Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiç bir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya fecî bir kazâ veya belâya uğrarsa, gizli veya âşikâr; "Yâ Rabbî, bana bu belâyı neden verdin?" diye şikâyetçi olmaz. Bilâkis hastalığa, belâya ve kazâya rağmen, Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.

    Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murâkabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır.



    KAPTANSIZ GEMİ OLUR MU?

    Bir defâsında dünyâya kadîm, yâni dünyânın bir yaratıcısı yoktur diyen dehrîlerden bir grup, İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe'yi öldürmek üzere geldiler. Bu topluluk, İmâm-ı A'zam'la bir konuda münâkaşa edelim ve onu yenip öyle öldürelim dediler. Ebû Hanîfe'nin yanına gelince onlara; "İçerisinde ağır ve çok kıymetli yük yükletilmiş, engin dalgalı bir denizde kaptansız bir geminin bulunmasına ne dersiniz?" diye sordu. O topluluk; "Böyle şey olur mu?" dediler. Ebû Hanîfe; "Her mevsim, hattâ her gün, şekli, hâli, işleri değişen, her gün bir başka şekilde görünen intizâmı akıllara hayret veren bu dünyânın hâkim bir yaratıcısı ve çok tedbirli bir sâhibi olmadığına nasıl hükmedersiniz?" buyurdu. Gelenler, aldıkları iknâ edici cevap karşısında düşündüklerine ve yaptıklarına pişman olup, tövbe ettiler. Dünyâyı Allahü teâlânın yarattığına inandılar ve kılıçlarını kınlarına sokup oradan ayrıldılar.



    O PARAYI SANA HEDİYE ETMİŞTİM

    İmâm-ı A'zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp, neden yolunu değiştirdiğini sordu. Adam cevâbında, size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım dedi. İmâm-ı A'zam; "Sübhânallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helâl et!" dedi. Bir defâsında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tenbih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmâm-ı A'zam durumu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı. Çünkü o elbisenin parası da bütün elbiselerin parasına karışmıştı. Müşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verirdi.



    ÂLİMLERİN KANI ZEHİRDİR

    İmâm-ı A'zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücûdunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri akrebi öldürmek isteyince; "Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadîs-i şerîfte; "Âlimlerin kanı zehirdir." buyrulan âlimlere dâhil miyim?" dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.
    Konu estate tarafından (14-01-2006 Saat 21:22 ) değiştirilmiştir.

  2. #2

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    İmam-ı a’zam Ebu Hanife (Rahmetullahi Aleyh)


    Ehl-i sünnetin reisidir. Fıkıh bilgilerini, Ehl-i sünnet itikadını topladı. Yüzlerce talebesine öğretip, kitaplara geçirilmesine sebep oldu. Müslümanlar tarafından kağıt imali bunun zamanında başladı.



    Derin ilmi, keskin zekası, aklı, zühdü, takvası, hilmi, salahı ve cömertliği yüzlerce kitaplara yazılıp anlatılmıştır. Talebesi pek çok olup, büyük müctehidler, âlimler yetiştirdi. Ehl-i sünnetin yüzde sekseni Hanefi mezhebindedir.



    Asıl adı Numan’dır. 80 (m. 699) senesinde Kufe’de doğup, 150 [m.767]’de Bağdat’ta şehid edildi.



    Babasının adı, Sabit’tir. Acemistan’ın (İran’ın) ileri gelenlerinden bir zatın soyundan olup, Faris oğullarındandır. Dedesi Zuta, İslam dinini kabul etmiş ve Hz. Ali’ye ikramda bulunmuştu. İlim sahibi salih ve kıymetli bir zat olan babası Sabit, Hz. Ali ile görüşmüş, kendisi, evladı ve zürriyeti için duasını almıştır.



    İmam-ı a’zam, Kufe’de doğup büyüdü ve orada yetişti. Ailesinden çok üstün bir terbiye ve din bilgisi aldı. Küçük yaşta Kur’an-ı kerimi ezberledi ve Arapçanın o zaman tasnif edilmekte olan sarf, nahv, şiir ve edebiyatını öğrendi. Gençliğinin ilk yıllarında Eshab-ı kiramdan Enes bin Malik’i, Abdullah bin Ebi Evfa’yı, Vasile bin Eska’ı, Sehl bin Saide’yi ve hicri 102’de en son Mekke’de vefat eden Ebu’t-Tufeyl Amir bin Vasile’yi görmüştür. Bunlardan hadis dinlemiştir.



    O zaman Kufe, Irak’ın büyük şehirlerinden ve önemli ilim merkezlerindendi. Eski medeniyetlerin yatağı olan Irak’ta değişik dinlere ve sapık itikadlara mensup çeşitli kavimler yaşıyordu. Ayrıca itikadı bozuk olan Şia ve Mutezile burada ortaya çıkmış, çölde Hariciler türemişti. Diğer taraftan Eshab-ı kiramla görüşüp onlardan Ehl-i sünnet itikadını ve din bilgilerini nakleden Tabiinin büyükleri de orada bulunuyordu. Burada hükümet güçlerini ele geçirmek isteyen fırkalar arasında da çetin bir mücadele sürüp gidiyordu. İmam-ı a’zam böyle bir muhitte, ilk gençlik yıllarında babası gibi önce ticaretle meşgul olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclisine gidip onları dinliyordu.



    Bu âlimler kargaşalıkları ve fitneleri ortadan kaldırmak için Ehl-i sünnet itikadını yayıyorlar ve sapık fırkalarla mücadele edip onların bozuk fikirlerini çürütüyorlardı. Kufe genellikle bu tip münazaralara sahne oluyor, hatta bu münazaralar meclislerden, çarşıya pazara taşıyordu. Henüz çok genç yaşta olan imam-ı a’zam da, ailesinden ve gittiği ilim meclislerinden aldığı din bilgileriyle bazen münazaralara katılıyor ve onun üstün kabiliyeti, keskin zekası, derin anlayışı ve çabuk kavrayışlılığı yüzünden okunuyordu. Daha ilme başlamadığı halde sapık fırkalara mensup olanlarla yaptığı münazaralarındaki ikna kabiliyeti ve üstün başarıları, zamanın büyük âlimlerinin dikkatini çekmişti. Onun bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler. O da bu tavsiyelere uyarak ilim öğrenmeye başladı.



    İlim öğrenmeye başlayışını kendisi şöyle anlatır:

    “Bir gün zamanın âlimlerinden Şabi’nin yanından geçiyordum, beni çağırdı ve bana; “Nereye devam ediyorsun?” dedi. Ben de; “Çarşıya, pazara!” dedim. “Maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devam ediyorsun?” dedi. “Hiçbirinin dersinde devamlı bulunamıyorum” dedim. “İlim ile uğraşmayı ve âlimler ile görüşmeyi sakın ihmal etme! Ben senin zeki, akıllı ve kabiliyetli bir genç olduğunu görüyorum” dedi. Onun bu sözü bende iyi bir tesir bıraktı. Çarşıyı, pazarı bırakıp, ilim yolunu tuttum. Allahü teâlânın yardımı ile Şabi’nin sözünün bana çok faydası oldu.”



    İmam-ı Şabi’nin tavsiyesinden sonra ilme sarılıp, ders halkalarına devam etmeye başladı. İmam-ı a’zam önce kelam ilmini, iman ve itikadı ve münazara bilgilerini Şabi’den öğrendi. Kısa zamanda bu ilimlerde parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı. Daha sonra Hammad bin Ebi Süleyman’ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmine başladı. Onun derslerini takip ederken huzurunda gayet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzakere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Numan’dan başka kimse oturmayacak derdi.



    İmam-ı a’zamın hocası Hammad, fıkıh ilmini İbrahim Nehai’den, bu da Alkame’den, Alkame de Abdullah bin Mesud’dan, bu da Peygamberimizden öğrenmiştir. Hammad’ın derslerine yirmi sekiz yıl devam edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sırada fıkıhta tanınıp meşhur oldu.



    Hocası Hammad’ın dersine devam ettiği sırada sık sık Hicaz’a gidip Mekke ve Medine’de çoğu Tabiinden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadis rivayeti dinler ve fıkıh müzakereleri yapardı. Ehl-i beytten Zeyd bin Ali’den, Muhammed Bakır’dan ilim öğrendi. Muhammed Bakır ona bakıp; “Ceddimin şeriatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin. Allahü teâlâ yardımcın olacak!” buyurmuştur.

    Tasavvuf bilgilerini Muhammed Bakır, ondan sonra da Silsile-i aliyyenin büyüklerinden olan Cafer-i Sadık hazretlerinden öğrendi. Yüksek makamlara kavuştu. Eshab-ı kiramdan İbni Abbas’ın ilmini, Mekke fakihi Ata bin Ebi Rebah’tan ve İkrime’den, Hz. Ömer ve onun oğlu Abdullah’tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer’in azatlısı Nafi’den öğrendi. Böylece, Eshab-ı kiramdan İbni Mesud ve Hz.Ali’den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tabiinden öğrendi.



    (İlmi kimden aldın?) diye sorulunca da, şu cevabı vermişti:

    “Hz. Ömer’den ilim alanlar vasıtasıyla Hz. Ömer’den; Hz. Ali’den ilim alanlar vasıtasıyla Hz. Ali’den; Abdullah bin Mesud’dan ilim alanlar vasıtasıyla da Abdullah bin Mesud’dan aldım.”



    İmam-ı a’zam, başta Eshab-ı kiramın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp zamanında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler onu hep methetmiş, övmüştür.



    İmam-ı a’zamın hocası Hammad bin Ebi Süleyman vefat edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri onun yerini dolduracak âlimin, ancak imam-ı a’zamın olduğunu görerek, ısrarla hocasının yerine geçmesini istediler. “İlmin ölmesini istemem!” buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammad’ın yerine müftü oldu ve talebe yetiştirmeye başladı.



    İmam-ı a’zam, hocası Hammad’ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevazuu, takvası, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dini meselelerde insanların bütün müşkillerini çözen yegane müracaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, Faris diyarı (İran), Hind, Yemen ve Arabistan’ın her tarafından kitleler halinde gelen talebeler, fetva isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.



    İmam-ı a’zamın meclisinde halk tarafından sorulan suallerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzakere yapılırdı. Her gün sabah namazını, camide kılıp öğleye kadar sorulan sualleri cevaplandırır, fetva verirdi. Öğleden önce kaylule [öğle vakti bir miktar uyuma] yapıp, öğle namazından sonra yatsıya kadar talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar camiye gelip sabaha kadar ibadet ederdi. Sorulan suallere cevap vermeden önce, mesele aleni (açık) olarak müzakere edilir, talebeleri suali cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzakeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvayı bizzat söylemek suretiyle ve anlaşılır ifadelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kaideleri haline gelmiştir. Dini bir mesele cevaplandırılıp halledilince şükür için tekbir getirirlerdi. Bu esnada Kufe mescidi tekbir sadalarıyla inlerdi.



    Talebelerine verdiği muntazam dersleri ise çok mükemmel bir usul ile yürütürdü. Bir taraftan fıkhın eski hadiselere ait bilinen hükümleri takrir edilir (anlatılır) ve müzakere yapılır, diğer taraftan yeni hadiselere ait hükümler bulunurdu. Geçmiş ve yaşanmakta olan hadiselerin hükümleri takrir edilirken, bunlara benzeyen veya aynı cinsten olup da gelecekte vuku bulabilecek hadiselere ait hükümler de araştırılıp bulunurdu. Dolayısıyla imam-ı a’zamın derslerinde geçmiş ve yaşanmakta olan halin meselelerinden başka, geleceğe ait meselelere geçilmiş ve fıkhın külli (genel) kaideleri tespit edilmiştir.



    İmam-ı a’zam hazretlerinin ders halkasında çözülen fiili ve nazari fıkhi meselelerin sayısı altıyüzbini aşmıştır. Bunların içinde, fıkıh ilminin anlaşılmasına yarayan sarf, nahv ve hesaba (fen ilimlerine) ait öyle ince meseleler de vardır ki, onların meydana çıkarılması ve çözülmesinde Arap dilinin ve cebir ilminin mütehassısları dahi aciz kalmışlar, hayranlıklarını ifade etmişlerdir. Çözülen fıkhi meseleler cinslerine göre kısımlara (kitaplara), kısımlar da çeşitlerine göre bab ve fasıllara ayrılmıştır. Başta taharet bahsiyle ibadetler, münakehat, muamelat, hudud (had cezaları), ukubat, sulh, cihad ve devletler hukuku, feraiz, yani miras hukuku olmak üzere sıralanarak fıkıh düzenlenmiştir.



    Böylece imam-ı a’zam, fıkıh ilmini ilk defa kollara ayırıp her branşın bilgilerini ayrı ayrı toplamış, usuller koymuş, Feraiz ve Şurut kitaplarını yazmıştır. Ayrıca Eshab-ı kiramın, Peygamberimizden naklen bildirdiği iman, itikad bilgilerini de toplayıp yüzlerce talebesine bildirdi. İlmi Kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetiştirdi. İmam-ı Matüridi ondan gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Yetiştirdiği talebelerin sayısı dört bine ulaşmış olup, bunlardan yedi yüz otuzu ilimde iyice yükselmiş, içlerinden kırk kadarı ictihad derecesine çıkmıştır. Bazı müellifler onun derslerinde yetişen talebelerinin isim ve künyelerini, mensup oldukları şehirlerini tespit edip, yazmışlardır.



    İmam-ı a’zam ticaretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu. Onun ders usulünü ve talebelerini görmek için gelen, aralarında Tabiinin büyüklerinin de bulunduğu ilmi bir heyet onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmışlardır. Talebelerine; “Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz” buyururdu.



    Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri o zaman çok genişlemiş olan İslam dünyasının her tarafına yayılarak müftilik, müderrislik, kadılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yapmak suretiyle Peygamberimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet itikadını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saadete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.


    Başta gelen talebeleri; İmam-ı Ebu Yusuf ismiyle meşhur Yakub bin İbrahim, Muhammed Şeybani, Züfer bin Hüzeyl, Hasan bin Ziyad, oğlu Hammad, Davud-i Tai, Esad bin Amr, Afiyat bin Yezid el-Advi, Kasım bin Ma’an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi yüzlerce âlimlerdir.


    İmam-ı a’zam hazretleri, fıkhı; Leh ve aleyhte olanı bilmek, tanımak diye tarif etmiştir. Bu tarife göre fıkhı tespit etmek için, Edille-i şeriyyeye başvururdu. Bunlar Kitap, yani Kur’an-ı kerim, Sünnet (Peygamber efendimizin sözleri, fiilleri ve takrirleri), İcma-ı Ümmet (Eshab-ı kiramın bir mesele hakkındaki sözbirliği) ve Kıyas-ı Fukaha (hükmü verilmiş meselelere benzeterek bir başka meseleyi hükme bağlamak)dır.



    İmam-ı a’zam herhangi bir fıkıh mevzuunun işlenmesi veya fetvasının takrir edilmesi, yahut da cevabı bulunmak üzere mevzu (konu) edildiğinde, sırasıyla bu dört kaynağa baş vururdu. Önce Kur’an-ı kerime bakar, hükmü aranan meselenin işaret yoluyla, iktiza yoluyla, ibare yoluyla veya delalet yoluyla cevabı varsa meseleyi ona göre çözerdi. Meselenin halli için Kur’an-ı kerimde delil bulunmazsa Sünnete, burada da bulamazsa İcma-ı Ümmete bakardı. Bu kaynaklarda bulursa meseleyi çözerdi, hükmünü bildirirdi. Şayet sırasıyla bu üç kaynakta bulamazsa, o zaman Kıyasa başvurur ve meseleyi çözerdi.



    İşte imam-ı a’zam Ebu Hanife; en mükemmel usullerle yaptığı uzun çalışmaları ve ictihadı neticesinde çözdüğü ve tedvin ettiği fıkıh (hukuk) bilgileri ile Müslümanların ibadetlerinde ve diğer işlerinde İslamiyet’e doğru bir şekilde uymak için takip edecekleri bir yolu gösterdi ve bu yola “Hanefi Mezhebi” denildi.



    İmam-ı Şafii şöyle buyurmuştur:

    “Bütün Müslümanlar imam-ı a’zamın ev halkı, çoluk çocuğu gibidir.” (Yani, bir adam çoluk çocuğunun nafakasını kazandığı gibi imam-ı a’zam da insanların işlerinde muhtaç oldukları din bilgilerini meydana çıkarmayı kendi üzerine almış, herkesi kolaylığa ve rahata kavuşturup güç bir işten kurtarmıştır.)



    Ömrü boyunca sapıklarla da mücadele etti
    İmam-ı a’zam, ömrü boyunca, insanları, imandan ayırmaya çalışan ve kendilerine “Dehriyyun” denilen dinsizlerle ve sapık fırkalarla mücadele etti. Bunların başında ibni Sebeciler, Hariciler ve Mürcie, Mutezile, Cebriyye gibi fırkalar gelmekteydi. Bu fırkaların her biri ile yaptığı münazaralarda onları kesin delillerle susturuyordu. Hatta ders verdiği sırada bile, ellerinde kılıçlarıyla yanına girip münazara edenler, aldıkları ikna edici cevaplar karşısında, ya doğru yola giriyorlar veya verecek cevap bulamayınca perişan bir halde çekip gidiyorlardı.



    İmam-ı a’zam, Allahü teâlânın rızasından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslamiyet’i dosdoğru şekliyle bildirir, taviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvalarına herhangi bir siyasi düşünce ve güç, nefsani arzu ve menfaat, şahsi dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar asla girmemiştir.



    Lüzumsuz şeylerle asla uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslam âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlak-ı hamide (yüksek İslam ahlakı) ile her halükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muarızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükunetle davranır, asla heyecan ve telaşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firaset sahibiydi. Bu haliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.



    Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekası, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhakemesi, muhabbeti ve cazibesi ile karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bazı meseleleri, derin bir mütalaadan sonra, böyle olmayanları ise anında ve olayın açık misalleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muarızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak ikna ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur. Aşağıda bunlardan birkaçını bildireceğiz.



    Hasılı imam-ı a’zam Ebu Hanife, İslamiyet’in, Müslümanlardan doğru bir itikad (Ehl-i sünnet itikadı), doğru bir amel ve güzel bir ahlak istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefatından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.



    İmam-ı a’zam, İslam dinine yaptığı bütün bu hizmetleriyle İslamiyet’i iman, amel ve ahlak esasları olarak bir bütün halinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, Müslümanları çeşitli fitneler ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslam dinini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrana uğratmış, önce itikadda birlik ve beraberliği sağlamış; ibadetlerde, günlük işlerde Allahü teâlânın rızasına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tespit etmiştir. Böylece, ikinci hicri asrın müceddidi (dinin yeniden yayıcısı) unvanını almıştır.



    Buhari ve Müslim’deki bir hadis-i şerifte; “İman, Süreyya yıldızına çıksa, Faris oğullarından biri elbette alıp getirir” buyuruldu. İslam âlimleri, bu hadis-i şerifin imam-ı a’zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhari ve Müslim’de bildirilen bir hadis-i şerifte; “İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan Müslümanlardır (yani Eshab-ı kiramdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yani Tabiindir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir (yani Tebe-i tabiindir)” buyuruldu. İmam-ı a’zam da, bu hadis-i şerifle müjdelenen Tabiinden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrat-ul-Hisan, Mevduat-ül-Ulum ve Dürr-ül-Muhtar da yazılı olan hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:



    (Âdem (aleyhisselam) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Numan, künyesi Ebu Hanife’dir. O, ümmetimin ışığıdır.)



    (Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebu Hanife ile öğünüyorum. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur.)



    (Ümmetimden biri, şeriatimi canlandırır. Bid’atleri öldürür. Adı Numan bin Sabit’tir.)



    (Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebu Hanife zamanının en yükseğidir.)



    Hz. Ali de; “Size bu Kufe şehrinde bulunan, Ebu Hanife adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Ahir zamanda, birçok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helak olacaktır” buyurdu.



    İmam-ı a’zamın zamanında ve sonraki asırlarda yaşayan İslam âlimleri hep onu methetmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir.



    Abdullah ibni Mübarek anlatır:

    İmam-ı a’zam Ebu Hanife, imam-ı Malik’in yanına geldiğinde imam-ı Malik ayağa kalkıp ona hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere: “Bu zatı tanıyor musunuz? Bu zat, Ebu Hanife Numan bin Sabit’tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese, ispat eder” dedi.



    Veki' der ki:

    “Allahü teâlâya yemin ederim ki, Hazret-i İmam çok emin idi. Yine Allahü teâlâya yemin ederim ki Allahü teâlâ onun kalbine azamet ve celaleti ile tecelli eylemişti, Allahü teâlânın rızasını her şeye tercih ederdi.”



    Ebu Ahvas der ki :

    “Eğer kendisine üç güne kadar öleceği bildirilse, yapmakta olduğu amelden, ibadetten daha fazlasını yapması imkansızdı, çünkü her zaman yapılabilecek ibadetin çoğunu yapardı.”



    Bekir İbni Maruf der ki:

    “Bu ümmetin içinde sireti, Ebu Hanife'den güzel olan bir kimse görmedim.”

    (Siret, ahlak ve kalb güzelliği demektir.)



    Hasen İbni Salih der ki:

    “Ebu Hanife, kuvvetli vera sahibi ve haramlardan çok uzak idi. Şüpheli olur diye, helallerin fazlasından kaçınırdı. Kendini ve ilmini koruma hususundan daha kuvvetli âlim görmedim. Vefatına kadar ömrü mücadele ile geçti.”



    Yezid ibni Harun der ki:

    “Bin âlimin huzurunda bulunup hepsinden ilim topladım. Bunların içinde, vera sahibi ve dilini çok koruyan Ebu Hanife’den başkasını görmedim.”



    Hafas der ki:

    “Otuz sene Ebu Hanifenin sohbetinde bulundum. Aleni yapmadığı bir şeyi, gizli de yaptığını görmedim. Şüphelendiği bir şey, malının hepsi bile olsa yanında saklamaz, elinden çıkarırdı.”



    Harun Reşid, Ebu Yusuf'a Hazret-i İmamın ahlakını sordu. Ebu Yusuf şöyle anlattı:

    (Haramdan nefret eder, çok sakınırdı. Dinde bilmediği şeyi söylemezdi. Allahü teâlâya itaat ve ibadet etmeyi ve ona isyan etmemeyi çok severdi. Dünyayı sevenlerden, dünyaya düşkün olanlardan uzak idi. Az konuşur, çok düşünürdü. Eğer bir soru sorulsa ve cevabını bilse, söyler ve daima doğruyu söylerdi. Eğer bunun gayrisi bir mesele olsa, hak üzere kıyas edip, ona tâbi olur, bunda dinini çok kayırırdı. İlim ve malını Allah yolunda dağıtırdı. İnsanlardan hiç kimseye ihtiyacı yoktu, O yalnız Allahü teâlânın rahmetine kavuşmayı ve rızasını kazanmayı düşünürdü. Hiç kimseye tamah etmez. Gıybet etmekten çok uzak idi. Bir kimseyi hayırdan, iyilikten başka şey ile anmazdı.)

    Harun Reşid, bunları dinledikten sonra dedi ki: (Bu saydıkların salihlerin, evliyanın ahlakıdır.)



    Hafız Muhammed ibni Meymun der ki:

    “Ebu Hanife’nin zamanında ondan arif ve fakih yoktu. Yemin ederim ki, onun mübarek ağzından bir söz duymaya yüz bin dinar (altın) veririm.”



    İbni Üyeyne;

    “Onun eşini ve benzerini gözüm görmedi, fıkıh bilgisi Kufe’de Ebu Hanife’nin talebesindedir” demiştir.



    Davud-i Tai’nin yanında Ebu Hanife hazretlerinden konuşuldu. Buyurdu ki: “O bir yıldızdır. Karanlıkta kalanlar onunla yol bulur, hidayete kavuşur.”



    Hafız Abdülaziz ibni Revvad der ki:

    “Ebu Hanife’yi seven, Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebindedir. Ona buğz eden, kötüleyen bid’at sahibidir. Ebu Hanife bizimle insanlar arasında miyardır (ölçüdür). Onu sevenin, ona yüzünü dönenin Ehl-i sünnet olduğunu; buğz edenin bid’at sahibi olduğunu anlarız.”



    İbrahim bin Muaviye-i Darir der ki:

    “Ebu Hanife’yi sevmek sünnetin tamamındandır. Ebu Hanife adaleti gözetir, insafla konuşur, ilmin yollarını insanlara beyan eder ve herkesin müşkillerini çözerdi.”



    Hakikate varmış evliyanın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsteri;

    “Eğer Musa ve İsa aleyhimesselamın kavimlerinde Ebu Hanife hazretleri gibi âlimler bulunsaydı, bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı” buyurmuştur.



    İmam-ı Şafii; “Ben imam-ı a’zam Ebu Hanife’den daha büyük fıkıh âlimi bilmem. Fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin” buyurmuştur.



    İmam Ahmed ibni Hanbel; “İmam-ı a’zam, vera (haramlara düşme korkusuyla şüphelilerden sakınan) ve zühd (dünyaya düşkün olmayan), isar (cömertlik) sahibiydi. Ahirete olan arzusunun çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi” buyurmuştur.



    İmam-ı Malik’e; “İmam-ı a’zamdan bahsederken onu diğerlerinden daha çok methediyorsunuz?” dediklerinde; “Evet öyledir. Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukayese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona dua etsinler, diye hep methederim” buyurmuştur.



    İmam-ı Gazali; “İmam-ı a’zam Ebu Hanife çok ibadet ederdi. Kuvvetli zühd sahibiydi. Marifeti tam bir arif idi. Takva sahibi olup, Allahü teâlâdan çok korkardı. Daima Allahü teâlânın rızasında bulunmayı isterdi” buyurmuştur.



    Yahya bin Muaz-ı Razi anlatır:

    Peygamber efendimizi rüyada gördüm ve; “Ya Resulallah, seni nerede arayayım?” dedim. Cevabında; “Beni, Ebu Hanife’nin ilminde ara” buyurdu.



    İmam-ı Rabbani hazretleri buyurur ki:

    “İmam-ı a’zam, abdestin edeplerinden bir edebi terk ettiği için kırk senelik namazını kaza etmiştir. Ebu Hanife takva sahibi, sünnete uymakta ictihad ve istinbatta (şer’i delillerden hüküm çıkarmakta) öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan acizdirler. İmam-ı a’zam, hadis-i şerifleri ve Eshab-ı kiramın sözünü kendi reyine (ictihadına tercih) ederdi.”



    İmam-ı Rabbani hazretleri Mebde ve Mead risalesinde de şöyle buyurur:

    “Derecesinin yüksekliğini ve kıymetini anlatmaktan aciz olduğumuz o büyük imamın şânından ne yazayım! Müctehidlerin en vera sahibiydi. En müttekisi (Allah’tan korkarak haramdan çok sakınanı) o idi. Şafii’den de, Malik’ten de, İbni Hanbel’den de her bakımdan üstündü.”



    Yine İmam-ı Rabbani ve Muhammed Parisa hazretleri buyurdular ki:

    “İsa aleyhisselam gibi ülülazm bir peygamber gökten inip İslam diniyle amel edince ve ictihad buyurunca, ictihadı imam-ı a’zamın ictihadına uygun olacaktır. Bu da imam-ı a’zamın büyüklüğünü, ictihadının doğruluğunu gösteren en büyük şahittir.”



    Feridüddin-i Attar hazretleri imam-ı a’zamı şöyle anlatır;

    “Şeriatın ve milletin ışığı, din ve devletin mumu, hakikatler menbaı, manevi cevherler ve ince bilgiler denizi, ârif, âlim, sofi, cihanın imamı, methi bütün dillerde dolaşan, her mil*letin makbulü olanı ben nasıl anlatabilirim? Onun riyazet ve mücahedeleri, onun halvet ve müşahedelerinin sonu yoktur. Firasette, siya*sette, akıllılıkta ve zekilikte bir tane idi. Mü*rüvvet ve fütüvvette bir hilkat garibesi idi. Cihanın kerimi, zamanın en cömerdi, devri*nin efdali ve vaktinin en âlimi idi. En yüksek derece ve eşsiz mertebede idi. Hazret-i İmamı-ı Ebu Hanife Kufi'nin şemaili, vasıfları Tevrat' ta, yazılı idi.”

    (Riyazet nefsin istediklerini yapmamak*tır, Mücahede ise nefsin istemediklerini yapmaktır.)



    Son asrın, zahir ve batın (kalb) ilimlerinde kamil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mahir, büyük âlim Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri buyurdu ki:

    “İmam-ı a’zam, imam-ı Yusuf ve imam-ı Muhammed de, Seyyid Abdülkadir Geylani gibi büyük evliya idiler. Fakat âlimler kendi aralarında iş bölümü yapmışlardır. Yani herbiri zamanında neyi bildirmek icap ettiyse onu bildirmişlerdir. İmam-ı a’zam zamanında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebu Hanife nübüvvet ve vilayet yollarının kendisinde toplandığı, Cafer-i Sadık hazretlerinin huzurunda iki sene bulunup öyle feyz, nur ve varidat-ı ilahiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifadesini; “O iki sene olmasaydı, Numan helak olurdu!” sözü ile anlatabildiler. Silsile-i aliyyenin en büyük halkasından olan Cafer-i Sadık’tan tasavvufu alıp, vilayetin (evliyalığın) en son makamına kavuşmuştur. Çünkü Ebu Hanife, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadis-i şerifte; “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyuruldu. Vâris, her hususta veraset sahibi olduğundan, zahiri ve bâtıni ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemaldeydi.”



    İslam âlimleri, imam-ı a’zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, Onun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemalata (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.



    İslam dünyasında ilimleri ilk defa tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini kelam, fıkıh, tefsir, hadis, vs. isimleri altında ayırarak bu ilimlere ait kaideleri tespit etti. Böylece Onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine ait kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslam dinine bid’atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti. İmam-ı a’zamdan önce İslamiyet’in ilk yıllarında ilimlerin tasnifi yolunda herhangi bir çalışmaya ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü ilk asırlarda yaşayan salih ve temiz Müslümanların ilimleri başta din bilgileri olmak üzere son derece berrak ve mükemmeldi.



    İlk yıllarda ilimlerin kağıda geçirilmiş bir tasnif tablosu bulunmamakla beraber, İslam âlimlerinin sözlerinde, eserlerinde ve Müslümanların günlük hayatlarında kendiliğinden vücut bulmuş ve yaşanmakta olan bir ehemmiyet sırası vardı. En mühim olan iman (itikad), ibadet ve ahlak bilgileriydi. Bu bilgilere Yunan felsefesi, Hıristiyanlık, Yahudilik, Hint inançları, Mecusilik ve benzeri bozuk yolların İslamiyet’i içten yıkmak isteyen art niyetli kimseler veya din bilgisi az olanlar tarafından karıştırılmak tehlikesi baş gösterince, yüksek din bilgilerini tasnif ederek kitaplara geçirmek bir mecburiyet halini aldı. İmam-ı a’zam hazretleri bu çok mühim vazifeyi mükemmel bir şekilde yerine getirerek, o asırda tartışmaları yapılan ve din bilgisi az olan Müslümanlar arasında yayılmasına çalışılan Rafizi, Mutezile, Mücessime, Cebriyye, Kaderiyye ve benzeri gibi sapık fırkaların bozukluklarını göstererek, hem onlara cevaplar vermiş ve hem de kendisinden sonraki asırlarda gelen Müslümanların İslamiyet’i her bakımdan doğru, berrak haliyle öğrenmelerini ve böylece inanmalarını temin etmiştir. İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünya ve ahiret saadetini doğrudan doğruya ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, imam-ı a’zamın zamanında ve daha sonra yetişen mezhep imamları, İslam âlimleri, evliyanın büyükleri tarafından da tazim ve şükranla yâd edilmiş, bu büyük imam, “Ehl-i sünnetin reisi”, “İmam-ı a’zam” (en büyük imam) adıyla anılmıştır. (Radıyallahü teâlâ anh)



    Takvası ve menkıbeleri


    İmam-ı a’zamın babası
    Şemseddin-i Sivasi'nin Menakıh-i İmam-ı a’zam isimli eserinde şöyle yazılıdır:

    İmam-ı a’zamın babası Sabit (rahmetullahi aleyh) küçük yaştan beri ahlakı temiz, takva ve vera sahibi idi. Yüzü gayet nurlu olup züh*dü, salahı ve ilmi pek çok idi.



    Bir gün bir dere kenarında abdest alıyordu. Suda bir elma gördü. Abdestten sonra suda çürüyüp gidecek olan bu elmayı alıp yedi. Fakat tükrüğünde kan gördü. Şimdiye kadar böyle bir hâl görmediği için tükrükteki kanın bu elma*dan ileri geldiğini tahmin etti. Yediğine pişman oldu. Elmanın sahibini bulup helalleşmek için dere boyunca gitti. Nihayet yediği elmaya benzeyen bir meyve bahçesi gördü. Sahibini sordu. Bu zatın gayet cömert ve ihsan sahibi olduğunu, hatta ağaçta bulunan bütün elmaları toplayıp götürülse yine bir şey demeyeceğini, bir elmanın ne ehemmiyeti olacağını söylediler. Buna rağmen elmanın sahibini buldu, meseleyi an*lattı, ya parasını almasını veya helal etmesini istedi.



    Bahçe sahibi gencin bu halini görünce takva ve verasının doğru olup olmadığını öğ*renmek için şöyle dedi:

    - Yediğin elmam için ne vereceksin?

    - Altın gümüş neyim olsa veririm.

    - Ben altın gümüş istemem ama, eğer kı*yamette senden davacı olmamı istemezsen bir teklifim var, onu kabul etmen gerekir.

    - Teklifin nedir?

    - Yapacaksan söyliyeyim...

    - Şeriata uygunsa yapabilirim.

    - Kör, sağır, dilsiz ve kötürüm bir kızım var, bununla evlenmeye razı olursan o zaman elmayı sana helal edebili*rim.



    Sabit hazretleri ahirete kul hakkıyla gitmemek için bu teklifi kabul etti. Düğün hazırlığı yapıldı. Sabit hazretlerinin ilk gece odaya girmesiyle çıkması bir oldu. Hemen kayınpederine koşup, (Efendim, bir yanlışlık var galiba, içeride sizin bahsettiğiniz vasıflarda bir kız yok, tam tersi!) Kayınpederi tebessüm ederek, (Evladım o benim kızımdır, senin de helalindir. Ben sana kör dediysem, o hiç haram görmemiştir. Sağır dediysem, o hiç haram duymamıştır. Dilsiz dediysem, o hiç haram konuşmamıştır. Kötürüm dediysem, o hiç harama gitmemiştir. Var git helalinin yanına, Allahü teâlâ mübarek ve mesut etsin.)

    İşte bu evlilikten, yani böyle ana babadan imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri dünyaya geldi.



    1’den önce hangi sayı vardır?
    Görmediğine inanmayan, Allah’ı inkâr eden zeki bir dehri [ateist] vardı. Hıristiyan papazları bu dehriye cevap veremeyince, sana ancak İslam âlimleri cevap verebilir derler, onu Kufe’ye gönderirler. Kufe’ye gelip, dünyada bana cevap verebilecek bir âlim bulamadım der. Herkese meydan okur.



    İmam-ı a’zamın hocası Hammad-ı Kufi hazretleri (hele önce bizim çocuklarla tartış, gerekirse âlimlerle görüşürsün) der, onun karşısına Numan bin Sabit isimli bir genci [imam-ı a’zam Ebu Hanife’yi] çıkarır. Dehri, çocuk denilecek yaştaki bir gençle tartışmayı gururuna yediremez. Kürsüyü yumruklamaya başlar, “Hani nerede, o meşhur âlimleriniz” der.



    Genç Numan, onu gururundan vurmaya çalışıp, “Ne o der, demek benden korkmaya başladın?” Dehri bu söze tahammül edemeyerek ilk sorusunu sorar:

    - Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmaması mümkün mü?

    - Elbette mümkündür.



    - İmkansız bu. Nasıl olur?

    - Rakamlar, sayılar var değil mi?



    - Var elbette.

    - Peki 1 den önce hangi sayı var?



    - Herhangi bir sayı yoktur.

    - Mecazi 1’in önünde bir şey yoksa, hakiki 1’in önünde ne olabilir?



    - Peki hakiki 1 dediğin varlığın yönü ne tarafadır?

    - Önce şunu söyleyelim. O mekandan ve yönlerden münezzehtir. Yani yaratıkların hiçbirisi hiçbir bakımdan yaratana benzemez. Benzetilen her şeyden münezzehtir. Ama yaratıklardan tek yönde olmayanlar olur.



    - Mesela ne vardır?

    - Mumun ışığı tek yönde değildir.



    - Yaratıcı varsa görünmesi gerekmez mi?

    - Var olduğu halde görünmeyen şeyler olabilir.



    - Var olan şey nasıl görülmez?

    - O halde aklın ve canın varsa göster.



    - Evet ikisi de görülmez. Ama yürüyüp gezmem canımın ve aklımın olduğun gösterir. Tanrının varlığını gösteren böyle bir şey var mıdır?

    - Kâinatın yoktan yaratılması Onun var olduğunu göstermez mi?



    - Peki O, şu anda ne yapmaktadır?

    - Sen bütün soruları kürsüden sordun. Biraz da ben kürsüden cevap vereyim.



    - Peki geç kürsüye.

    İmam-ı a’zam olacak bu genç, kürsüye çıkıp, “Allahü teâlâ şu anda, senin gibi imansız bir dehriyi kürsüden indiriyor ve benim gibi bir mümini kürsüye çıkarıyor” der ve ardından (O halde Rabbinizin hangi nimetini inkâr edebilirsiniz?) mealindeki âyet-i kerimeyi okur. Kalabalık hep bir ağızdan Allahü ekber diyerek tekbir getirirler. Bu arada dehri çoktan sıvışıp gitmiştir.



    Mutezile, Cebriyeci ve ateist

    İmam-ı a'zam hazretlerine bir ateist, bir mutezile, bir de cebriyeci üç kimse gelir. Ateist sorar:

    (Allah varsa, var olan görülür. Varsa ispat et.)

    Akılcı olan mutezile sorar:

    (Cehennemde ateş var. Şeytan ateşten yaratılmıştır. Şeytana ceza vermek mümkün mü?)

    Cebriyeci de sorar:

    (Sen irade-i cüziyye var diyorsun. Her şeyin hâlıkı Allah iken insan ne yapabilir ki?)



    İmam-ı a'zam hazretleri, yerden 3 avuç nemli toprağı top gibi yapıp, her topu birine atar.

    Üçü de, durumu kadıya şikayet eder. Kadı niye çamur topu attığını sorar.



    İmam-ı a'zam hazretleri der ki:

    Bunlar bana soru sordu ben de cevap verdim. Ateist, Allah varsa, var olan şeyin görünmesi gerekir demişti. Toprak başımı acıttı dedi, madem ağrı var, ağrıyı göstermesi lazımdır. Ağrıyı bile göremeyen Allah’ı nasıl görebilir ki? Ateist akılsızdır, aklı varsa göstermesi gerekir. Ruh da akıl gibi görünmez, ama yaptıklarından anlaşılır. Kâinatın var olması da onun bir yaratıcısının olması gerektiğini gösterir.

    Mutezile olan ise, topraktan yaratılmış olduğu halde, çamur toptan etkilendi. Toprak topraktan etkilendiğine göre ateş de ateşten etkilenir. Demir testeresi demiri kestiği gibi, ateş de ateşi yakar.

    Cebriyeci ise, (Allah her işi zorla yaptırır) diyordu. O zaman o toprağı Allah attı, bu beni niye şikayet ediyor? Kendi kendini yalanlamış oluyor.



    Ustasız yapılan kayık

    Hz. İmamın böyle kısa cevaplar verdiği çoktur. Mesela bir ateistle saat onda buluşup münazara etmek üzere anlaşırlar. Hz. İmam kasten toplantıya bir saat kadar geç gelir. Gecikince, ateist, (Bakın imamınız korktu gelemiyor) der, gelince de niye geç kaldın diye sorarlar. O da, (Kayık yoktu. Irmaktan geçemedim, bir de baktım ki, ağaçtan kopan dallar kendiliğinden bir kayık oluverdi, ben de binip geldim, ondan geciktim) der.



    Ateist, gülmeye başlar, (Gördünüz mü nasıl yalan söylüyor, hiç kendiliğinden, bir ustası olmadan kayık yapılır mı?) der. Hz. İmam hemen taşı gediğine koyup:

    (Bre ateist, bir kayık bile ustasız kendiliğinden olamazsa, bu koca kâinat kendiliğinden nasıl var olur?) diyerek ateistle münazara bile etmeden galip gelir.



    Sayıların sonu olmaz

    Yine bir ateist, (Allah var ise, başlangıcı olmadığı gibi, sonsuz da olamaz, yani Allah ezeli ve ebedi değildir) der. Hazret-i İmam, (Birden önce sayı var mı) der. O da yok der. (Birden itibaren sayıları sonuna kadar say bakalım) der. O da, epey saydıktan sonra, bırakır. Hz. İmam, (Devam et, sonuna kadar say) der. Ateist, (Milyon, milyar, trilyon, katrilyon…. Bunun sonu olmaz) deyince, Hz. İmam, (Sayıların bile başlangıcı ve sonu olmadığına göre, kâinatı yoktan yaratan ezeli ve ebedi olmaz mı) der.



    Onu Hz. Ebu Bekir’e benzetirlerdi
    İmam-ı a’zam ticaret yapardı. Onun kanaatkârlığı, cömertliği, emanete riayeti ve takvası ticaret muamelelerinde de daima kendini göstermiştir. Tacirler ona hayret ederler ve ticarette onu Hz. Ebu Bekir’e benzetirlerdi. Ticareti ortakları ile beraber yapar ve her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar ve ayrıca onlara para dağıtarak, tevazu ile şöyle buyururdu: “Bunları ihtiyacınız olan yere sarf edin ve Allah’a hamd edin. Çünkü verdiğim bu mal hakikatte benim değildir, sizin nasibiniz olarak Allahü teâlânın ihsan ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir.” Böylece ilim ehlini, maddi bakımdan başkalarına minnettar bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cuma günü anasının, babasının ruhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi. Kalabalık dağılınca o kimseye; “Şu seccadenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır” buyurdu. Orada bin akçe vardı.



    Buyurdu ki :

    “Kırk seneden fazla oluyor ki, dört bin akçeye malikim. Bundan fazla param olunca, dağıtırım. Daha fazla para bulundurmayışımın sebebi, Hz. Ali’nin şu sözüdür: (Dört bin ve ondan aşağı akçe nafakadır.) Eğer halife ve valilere müracaat etmek ve onlardan bir şey istemek korkusu olmasa, bir akçe bile yanımda bulundurmaz*dım.”



    İmam-ı a’zam bir gün yolda giderken onu gören bir adam, yüzünü ondan saklayıp başka bir yola saptı. Hemen o adamı çağırıp; “Neden yolunu değiştirdin?” diye sordu. Adam cevabında; “Size on bin akçe borcum var. Uzun zaman oldu ödeyemedim ve çok sıkıldım, utandım” dedi. İmam-ı a’zam; “Sübhanallah, ben o parayı sana hediye etmiştim. Beni görüp sıkıldığın ve utandığın için hakkını helal et!” dedi.



    Bir defasında ortağına, sattığı mallar içinde kusurlu bir elbise olduğunu söyleyip, bunu satarken özrünü göstermesini tembih etti. Fakat ortağı bu elbiseyi satarken elbisenin kusurunu söylemeyi unuttu. Satın alan kimseyi de tanımıyordu. İmam-ı a’zam bunu öğrenince o mallardan alınan doksan bin akçeyi sadaka olarak dağıttı.



    Müşteri fakir veya ahbabından olursa onlardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verirdi. Bir defasında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi maliyeti fiyatına sat, dedi. Dört dirhem ver, onu al, deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; “Ben, ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?” dedi. “Hayır, bunda alay yok” deyip elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi.



    Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riayet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, imam-ı a’zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır, dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır daha fazla eder, deyip, bu işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.



    Yedi sene koyun eti yemedi!

    Kufe şehrinin köylerini haydutlar basıp koyunları çalmışlardı. İmam-ı a’zam bu çalınan koyunlar şehre getirilip satılır düşüncesiyle, “koyunun en fazla yedi sene yaşadığını” bildiği için, yedi sene koyun eti yemedi. Geceleri namaz kılar, ağlamasını ve inlemesini yakınları işitirdi. Esed bin Amr der ki: “Ebu Hanife'nin ağlamasını geceleri komşular duyar ve ona acırlardı.”



    Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir

    İmam-ı a’zam, bir gece rüyasında Peygamberimizin kabrini açmış, mübarek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalade rüyasını Tabiinin büyüklerinden İbni Sirin’e gidip anlattı. İbni Sirin; “Bu rüyanın sahibi sen değilsin, bunun sahibi Ebu Hanife olsa gerek” dedi. “Ebu Hanife benim!” deyince, İbni Sirin; “Sırtını aç göreyim” dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir “ben” gördü ve; “Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında; (Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir “ben” bulunan biri gelir. Allahü teâlâ dinini onunla kuvvetlendirir, ihya eder) buyurdu” dedi.



    Âlimlerin kanı zehirlidir!

    İmam-ı a’zam talebeleri arasında bulunduğu bir sırada vücudunu bir akrep soktu ve yere düştü. Talebeleri bu akrebi öldürmek isteyince; “Onu öldürmeyiniz, kendimi onunla tecrübe etmek istiyorum, bakalım haklarında hadis-i şerifte, “Âlimlerin kanı zehirlidir” buyurulan âlimlere dahil miyim?” dedi. Talebeleri akrebe baktılar, kıvrandı, büzüldü ve hemen öldü.



    Sabah ezanına kadar
    Bir gece yatsı namazını cemaatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mescitte iken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezanına kadar konuşup diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girmiştir.



    Annemin emrine muhalefet etmem
    İmam-ı a’zam, oğlu Hammad ile beraber teravih için Ömer bin Zerr’in mescidine giderlerdi. Bu gittikleri mesafe yaklaşık 6 km idi. Bir defasında imam-ı a’zamın annesi, bir meseleyi öğrenmek istedi ve oğluna dedi ki, “Git bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sor!” İmam-ı a’zam gidip bu meseleyi Ömer bin Zerr’e sordu. Ömer; “Sen bu meseleyi benden daha iyi bilirsin” deyince, “Ben annemin emrine muhalefet etmem” dedi. Ömer bin Zerr; “Bu meselenin cevabı nedir?” diye sordu. İmam-ı a’zam meselenin cevabını söyleyince, Ömer bin Zerr de; “Öyle ise git, annene böyle söylediğimi bildir” dedi.



    O, burada fıstık yemesini öğreniyor
    Ali bin Ca’de, Ebu Yusuf’un şöyle dediğini nakleder:

    Babam öldüğü zaman ben küçüktüm. Annem sanat öğrenmem için beni bir terzinin yanına verdi. Ben terziyi bırakıp imam-ı a’zamın ilim meclisine devam ettim. Uzun bir zaman geçmişti. Annem hocama gelip; “Bu çocuğun senden başka üstadı yok mudur? Ona kendim bakıyorum, o bir yetimdir” dedi. Hocam buyurdu ki: “Sen onu kendi haline bırak! O, burada tereyağı, fıstık, badem ezmesi yemesini öğreniyor.” Bunun üzerine annem dönüp gitti. Ben ise daima hocamın yanında bulunur, hizmetinden ve meclisinden ayrılmazdım. Böylece Allahü teâlâ bana ilimden çok şeyler nasip eyledi. Daha sonra bana kadılık vazifesi verdiler. Bir gün Abbasi halifesi Harun Reşid ile sofrada oturuyordum. Sofraya tereyağı, fıstık ve badem ezmesi getirdiler. Harun Reşid bana; “Bundan ye, her zaman bize böyle yemek vermezler” dedi. Ben güldüm. “Niçin gülüyorsun?” dedi. Ben de imam-ı a’zamla ilgili olan o hadiseyi anlattım. Harun Reşid bunun üzerine; “Gerçekten ilim insanı yükseltir. İnsanların baş gözüyle göremediklerini o kalb gözüyle görürdü” dedi ve hocama rahmetle dua etti.



    Fetva vermeye kalkan bu kadarını nasıl bilmez!

    Daha ilmini tamamlamamış talebelerinden birisi, kendinde bir salahiyet görüp bir meclis kurdu. Fıkıh öğretmeye baş*ladı. Bu haber Hazret-i İmama gidince huzurundakilerden birisine bunun meclisi*ne gidip ona şöyle söylemesini emretti:

    “(Bir kimse elbisesini temizleyiciye verse, birkaç gün sonra gelip elbisesini istese temiz*leyici inkâr etse, daha sonra tekrar gelip elbi*sesini istese temizleyici de elbisesini temiz ola*rak ona verse ücret alabilir mi?” Eğer alır der*se hata ettin dersin. Ücret almaz derse yine hata ettin dersin.)



    Bu zat meseleyi gidip o talebeye anlatıp soruyu sordu:

    - Temizleyicinin ücret almaya hakkı var mı?

    - Evet ücret alır.

    - Hata ettin, öyle değildir.

    - Hayır ücret alamaz.

    - Yine hata ettin, öyle değildir.



    Bunun üzerine, fetva vermeye kalkışan o talebe, Hazret-i İmamın huzuruna gitti. Hazret-i İmam onun gel*diğini görünce şöyle konuşmaya başladı :

    - Seni buraya elbiseyi temizleme meselesi mi gönderdi?

    - Evet...

    - Sübhanallah, insanlara fetva vermeye kal*kan ve Allahü teâlânın dininde söz söylemek için kendisine meclis kuran kimse ücret bah*sinden bu kadarını nasıl bilmez?

    - Bunun cevabı nasıldır?

    - Eğer temizleyici elbiseyi gasp ettikten sonra temizlediyse ücret verilmez. Çünkü ken*disi için temizlemiş demektir. Yok gasp etmeden önce temizlemişse ücret vermesi lazımdır. Çünkü onu sahibi için temizlemiştir.



    Üç gümüş karışsa, ikisi kaybolsa
    Abdullah İbni Mübarek Hazret-i İmama sordu :

    - Bir kimsenin iki gümüşü, başka biri*nin bir gümüşü ile karışsa, sonra ikisini kaybetse, hangileri olduğunu da bilmese ne yap*ması lazımdır?

    - Kalan bir gümüş üçe taksim edilir. Üç*te biri bir gümüşü olanın, üçte ikisi de iki gü*müşü olanındır.



    Bize göre mi, size göre mi?

    Bir rafizi Hazret-i İmama gelip şöyle bir soru sordu:

    - İnsanların en kuvvetlisi kimdir?

    - Bize göre Hz. Ali'dir, size göre ise Hz. Ebu Bekir’dir. (Radıyallahü anhüma)

    - Nasıl olur?

    - Çünkü Hz. Ali hilafetin Ebu Bekri Sıddıkın hakkı olduğunu bildi, kabul edip ona teslim eyledi. Size göre ise Ebu Bekri Sıddık Hz. Ali'den hilafeti zorla aldı. Fa*kat Hz. Ali bir şey yapamadı.

    Rafizi bu söz karşısında şaşırıp kaldı.



    Eğer kıyas ederek söyleseydim
    İmam-ı azamın hadislere önem vermeyip kıyasla amel ettiği söyleniyor. Bunda asla doğruluk payı yoktur. Bu konudaki menkıbelerden birisi şöyledir:

    Hz. Ali'nin torunu Muhammed bin Hasan hazretleri, imam-ı azam hazretlerine gelip dedi ki:

    - Ceddimin Hadis-i şeriflerine kıyas ile muhalefet ettiğinizi duydum. Onun için geldim.

    - Bundan Allahü teâlâya sığınırım.



    Sonra Hazret-i İmam dizleri üzerine oturup edeple sor*du :

    - Efendim, erkek mi zayıftır, kadın mı?

    - Kadın, daha zayıf yaratılışlıdır.



    - Dinimize göre kadının hissesi ne kadardır?

    - Erkeğin yarısı kadardır.



    - Bakın, eğer kıyas ile söyleseydim, bu hükmün tersini söylerdim. Kadın zayıf olduğu için ona iki, erkeğe bir hisse verilmeli derdim. Sizin söylediğiniz gibi bildirdiğime göre, bu durum, hadis-i şeriflere sıkı sıkıya bağlı olduğumu göstermez mi?

    - Evet hadis-i şerife aykırılık yok.



    Hazret-i İmam tekrar sordu:

    - Namaz mı efdaldir, oruç mu?

    - Elbette namaz efdaldir.



    - Eğer kıyas ederek söyleseydim, hayzlı kadına ramazan orucunu değil, namazını kaza etmesini bildirirdim. Bu da hadis-i şeriflere bağlılığımı göstermez mi?

    - Evet bunda da hadis-i şeriflere aykırılık yok.



    - Size bir soru daha sorayım. İdrar mı necistir, meni mi?

    - Elbette idrar necistir.



    - Eğer kıyas ederek söyleseydim, meni çıkınca değil, idrar çıkınca gusletmeyi söylerdim. Hadis-i şerife aykırı şey söylemekten Allahü teâlâya sığınırım. Ben Peygamber aleyhisselamın söz*lerine kıymet veriyorum, onları açıklıyorum, başka bir şey yapmıyorum.



    Bu konuşma üzerine Muhammed bin Ha*san hazretleri, İmam-ı a'zam Ebu Hanife'nin kendisine yanlış tanıtıl*dığını anlayarak kalkıp onun alnın*dan öptü. Bu olayda gösteriyor ki, âlimi ancak âlim anlar.



    İmam-ı a'zam hazretlerinin her sözü, her işi, Kur'an-ı kerim ve hadis-i şerifler ile idi.
    Bir kimse, dört mezhep imamının sözlerini, kıskanmadan ve inat etmeden, insaf ile incelerse, herbirinin, gökteki yıldızlar gibi olduklarını görür.



    İmam-ı a'zam hazretleri buyurdu ki:

    Nass [yani âyet, hadis] olan yerde kıyas yapılmaz. Biz, zaruret olmadıkça kıyas yapmayız. Bir sual karşısında kalınca, önce Kur'an-ı kerimde ararız. Bulamazsak, hadis-i şeriflerde ararız. Yine bulamazsak, Eshab-ı kiramın herhangi birinin sözlerinde ararız. Bu sualin cevabını bunlarda da bulamazsak, kıyas yaparak cevabını buluruz.



    İmam-ı a'zam hazretleri hiçbir yerde bulamadığı bir bilgi için, kendi kıyas ettikten sonra, Hz. Ebu Bekrin sözünü işitirse, kendi reyini bırakıp, O söze uygun cevap verirdi. Bütün Eshab-ı kiram için de böyle yapardı.



    Numan’ın kölesi

    Büyüklerden birisi anlatır: Vasıt şehrinde faziletli bir zat vardı. İsmi Numan'ın kölesi idi. Bu zatı bulup isminin niçin böyle olduğu*nu sordum:

    - Sen o yüksek imamın nasıl kölesi, azadlısı oldun?

    - Annem bana hamile iken doğuma yakın ölmüş. Yıkayıcılar, annemi yıkarlarken karnındaki çocuğun canlı olduğunu anlamışlar, durumu Hazret-i İmama anlatmışlar, o da he*men karnını sol taraftan yarın, çocuğu çıka*rın demiş. Doktor, aynı yerden karnını yarıp beni çıkarmış. Bunun için onun azadlısıyım, ona daima dua ederim.



    İnsan büyük günah işlemekle kâfir olmaz

    İmam-ı Ebu Yusuf anlatır:

    Ebu Hanife hazretlerinin zamanında Harici mezhebinde olanlar çoktu. Harici mezhebinde olanlar, [vehhabiler gibi] şöyle düşünürlerdi: (İnsan büyük günah işlemekle kâfir olur.)



    İslamiyet’te büyük tefrikaya sebep olan bu sözü Ebu Hanife hazretleri kabul etmez, bir kimsenin günah işlemekle dinden çıkmayacağını, sadece haram işlemiş olacağını, bunun ise azabı gerek*tireceğini, Ehl-i sünnet vel cemaat mezhebinin böyle olduğunu bildirerek Haricilerin sözlerine karşı uyanık olunmasını emrederdi.



    Hariciler, Hazret-i İmamın, Harici mezhebinin bozuk olduğunu anlattığını duyunca galeyana geldiler. İçlerinden kırk tane eşkıya şöyle bir karar aldılar: (Ebu Hanife'ye gider, onunla konuşuruz, mezhebinden ve sözlerinden dönerse ne ala, dönmezse başını gövdesinden ayırırız.)



    Biz Hazret-i İmamın kalbleri ihya eden sözlerini dinliyorduk. Kılıçları omuzlarında asılı bir sürü sapık izin almadan içeri girdi. Hazret-i İmamı öldürmek istiyorlardı. Dediler ki:

    - Sana iki sualimiz var, bize cevap ver. Bizim istediğimize uygun cevap verirsen kur*tulursun. Mezhebimize aykırı cevap verirsen kaçamazsın, seni burada öldürürüz.



    Hazret-i imam onların bu haline aldırmayıp buyurdu :

    - İnsaf ile mi, yoksa isyan ve inat ile mi konuşacağız?

    - Her işte insaflı olmak, doğru söze kar*şı kalblerin saf olması gerektir, dediler.



    - O halde kılıçlarınızı kınlarına soku*nuz, böyle yalın kılıç durmanız insafla bağdaşmaz.

    Gelenler yine inat ve isyanla konuştu*lar:

    - Kılıçlar kınlarına girmez, kana boyanmak niyetiyle gelmiştir.

    - Hasbünallah, soracaklarınızı sorun. Konuşalım.



    - Bir kimse şarap içip sarhoş olarak öl*se, bir kadın da zina edip doğurduğu çocuğu öldürse, kendisi de nifas hali bitmeden ölse, bu iki facirin hallerinin ne olduğunu, namazlarının kılınıp kılınmayacağını bize anlat.

    - Önce siz insafla şu sorularıma cevap verin. Onlar Yahudi, mecusi veya hıristiyan mıdır?

    - Hiç birisi değildir.



    - Ya hangi dindendir?

    - La ilahe illallah Muhammedün resulullah derler, Peygamber aleyhisselamın Allahü teâlâdan getirdiklerini kabul ederlerdi, fakat bu büyük günaha duçar oldular.



    - Onların hallerini ve hasletlerini saydı*nız. Bu üç şey iman mıdır, küfür müdür, in*safla konuşup doğrusunu da siz söyleyin.

    - Bu üç haslet imandır.



    - Evet dediğiniz gibidir. Şimdi söyleyin bakalım, bu hasletler imanın nesidir, yarısı mı, üçte biri mi veya hepsi midir?

    - Bu üç şey imanın tamamıdır. İman ancak bunlara denir.



    - Mademki imanlı olduklarına kendiniz şehadet ediyorsunuz, o halde onlardan ne istiyorsunuz?



    Hariciler kendi sözleriyle böylece mağlup oldular, hepsi de kılıçlarını kınlarına koyup bozuk mezheplerini bırakıp ehli sünnet oldular.



    Fatihasız namaz olmaz!

    İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin, (Cemaatle namaz kılarken, imama uyanlar, Fatiha ve zamm-ı sure okumaz) dediğini duyanlardan on kişi, Hazret-i imamın huzuruna gelip derler ki:

    - İmamın okumasını kafi görüp, cemaate Kur’an okutmadığını işittik. Halbuki, Fatihasız namaz olmaz. Elimizde bunu ispat eden kuvvetli deliller vardır. Hakkın ortaya çıkması için tartışmaya geldik.

    Hazret-i imam der ki:

    - Ben bir kişi, siz on kişisiniz, hepinizle aynı anda nasıl tartışayım?

    - Nasıl tartışmak istiyorsunuz?



    - İçinizden en bilgili, âlim olanı seçin, onunla konuşayım. O, kendi ile birlikte hepinizin adına konuşsun.

    - Teklifiniz uygun...



    - O beni yenerse, hepiniz beni yenmiş olacaksınız, ben onu yenersem, hepiniz yenilmiş olacaksınız. Kabul mü?

    - Peki kabul ettik.



    - Tartışmayı ben kazandım.

    - Nasıl olur, daha başlamadık bile...



    - Siz, seçtiğiniz âlimin hepinizin adına konuşmasını kabul etmediniz mi?

    - Evet...



    - Ben de, sizin kabul ettiğinizi kabul ediyor, aynı şeyi söylüyorum. Herkesin tâbi olduğu imam, kendi adına ve ona uyup, imam kabul edenler adına Kur’an-ı kerim okur, cemaat okumaz. Siz nasıl bir kişiye güvenmişseniz ben de imama güvendim. Anlaşamadığımız bir nokta kaldı mı?

    - Evet anlaştık.



    Oğlumun öğrendiğini az görme!

    Oğlu Hammad, Fatiha suresini sonuna kadar öğrenince, Hazret-i İmam oğlunun hocasına beş yüz akça hediye etti. [Başka bir rivayette bin gümüş hediye etti.]

    Oğlunun hocası dedi ki:

    - Ne yaptım ki bana bu kadar para gönderdi? Hazret-i İmam onun yanına gidip buyurdu ki:

    - Sana az hediye ettiğim için özür dilerim. Oğlumun öğrendiğini az görme! Allahü teâlâya yemin ederim ki, yanımda bundan başka param olsaydı, Kur'an-ı kerime tazim için hepsini sana verirdim.



    Dua ile anmaktan başka

    Hazret-i İmama sordular :

    - Alkame mi efdaldir, yoksa Esved mi?

    - Onları dua ve istiğfar ile anmaktan başka hiç bir şeye kudretim yok ki, hangisinin büyük olduğunu nasıl söyleyeyim?



    Hocasına saygısı

    İmam-ı a’zam hazretleri buyurdu ki:

    (Aramızda yedi sokak olmasına rağmen Üstadım Hammad'ın evine doğru ayaklarımı bir kere uzatmış değilim.)

    Yine buyurdu ki:

    (Üstadım Hammad vefat ettiğinden beri, her namazımda onun için, annem babam için, kendilerinden ilim öğrendiklerim için, kendilerine ilim öğrettiklerim için istiğfar ettim. Hiç bir namazda unutmuş değilim.)



    Kıymetli söz ve nasihatlerinden bazıları:



    “Din ilminde konuşan kimse, Allahü teâlânın kendisine: «Benim dinimde sen nasıl fetva verdin, nasıl söz söyledin?» sualini sormayacağını zannediyorsa, kendisine ve dinine gevşeklik etmiş olur.”



    “Şaşarım şu kimselere ki, zanla konuşurlar ve onunla amel ederler!”



    “Dinin alışveriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibadetlerin sevabını bulamaz. Zahmetleri boşa gider ve azaba yakalanır ve çok pişman olur.”



    “Bir kimse fıkıh bilmez, fıkhın kıymetini ve fıkıh âlimlerinin değerini bilmezse, böyle âlimlerle oturmak [kitaplarını okumak, fıkıh öğrenmek] kendisine ağır gelir.”



    “Günah işlemeyi zillet; günahı terk etmeyi mürüvvet gördüm ve bildim.”



    “Bir kimsenin ilmi, kendisini Allahü teâlânın yasaklarından men etmiyorsa, o kimse büyük tehlikededir.”



    “Allah bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve asla kırıcı olmamamızı, kalblerinde ne sakladıklarını bilemiyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.”



    “Allahü teâlâ, kendisine şükür ismini vermiştir. Çünkü Allahü teâlâ, iyiliği mükafatlandırır. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”



    “Kulların birbirlerine karşı işledikleri suçlar, kendileri için bir zulümden ibarettir.”



    “İnsan, her şeye şifa veren tek varlığın Allahü teâlâ olduğuna inanır; bununla beraber derdine deva olması için ilaç kullanır. Çünkü ilaç bir sebeptir. Şifasını verecek olan ise Allahü teâlâdır.”



    “Mümin, Allahü teâlâdan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmaz. Şiddetli bir hastalığa yakalanır veya feci bir kaza veya belaya uğrarsa, gizli veya aşikâr; “Ya Rabbi, bana bu belayı neden verdin?” diye şikayetçi olmaz. Bilakis hastalığa, belaya ve kazaya rağmen Allahü teâlâyı zikir ve şükreder.”



    “Mümin, Allahü teâlânın kendisini devamlı murakabe ettiğini bilir. Kimsenin bulunmadığı bir yerde veya herkesin yanında olsun, mutlaka Allahü teâlânın onu kontrol ettiğine inanır. Krallar ve sözde büyük adamlar ise, ne gizli ve ne de aşikâr bir yerde herhangi bir şahsı murakabe edemezler.”



    “Eshab-ı kiramdan bize gelen, bildirilen her şeyin başımızın üstünde yeri vardır.”



    Talebesi Yusuf bin Halid es-Semti bir vazifeye tayin edilip Basra’ya giderken Hazret-i İmam ona şu vasiyetlerde bulunmuştur:



    “Basra’ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyaret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikramda bulun, ilim sahiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fasıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiçbir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peyda etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiçbir şeye ülfet etme!



    Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescitte senin etrafını sarıp aranızda bazı meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin hilafını iddia ederlerse onlara hemen muhalefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin değerini, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de! Onlar, verdiğin cevabı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler.”



    Seni ziyarete gelenlere ilimden bir şey öğret ki, bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umumi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bazen onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zira dostluk, ilme devamı sağlar. Bazen de onlara yemek ikram et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme. Halka yumuşak muamele et, müsamaha göster, hiçbir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri imişsin gibi davran.”



    İmam-ı a’zam hazretlerinin bir talebesine yaptığı vasiyetlerden bazıları da şöyledir:

    “Konuşurken yüksek sesle konuşma. Hiç bir işinde acele etme, teenni ile hareket et. Acele şeytandır.



    Susmayı âdet edin. Her ayda birkaç gün oruç tut. Nefsini hesaba çek, ilmi muhafaza et. Böylece amelinden iki cihanda faydalan. Dünya nimetine ve sağlığına güvenme. Bu nimetlerin hepsinden sorguya çekileceksin. Sakın ölümü hatırından çıkarma. Kur’an-ı kerim okumaya devam et.



    Kötü kimseyi; kötülüğü ile anma, bir iyiliğini bul, onu söyle. Eğer kötülüğü din hakkında ise, bid’at ise onu insanlara söyle ve ona uymaktan onları koru.



    Bid’at ehlinden uzak dur. Küfür ehli ile zaruretsiz konuşma, mümkünse onları İslam’a davet et, değilse, onlarla görüşme [diyaloga girme]. Anneni, babanı, üstadını hayır duadan unutma. Ezan okununca, hazır ol, herkesten önce mescide gel.



    Komşudan gördüğün ayıpları, emanet bil; sakla, kimsenin sırrını kimseye söyleme. Seninle istişare edene doğruyu söyle. Cimrilikten sakın. Tamahkâr olan mürüvvetsiz olur. Her işte mürüvveti gözet. İhtiyacın olsa da, kimseden bir şey isteme. Dünya ehline rağbet etme. Kabirleri ziyaret et.



    Yolda giderken sağına soluna bakma, önüne bak. Bahşiş verilen yerlerde herkesten daha çok ver.

    Bir cemaat içinde iken, onlar teklif etmeden imam olma. Kadınların, kızların, gençlerin toplandıkları yerlere gitme. Fısk, çalgı, müzik ve diğer haram bulunan eğlence yerlerine girme.



    İlim meclisinde sakın kızma. İnanılması zor olan hikayeleri anlatma. Bu nasihatimizi, canı gönülden kabul et. Bunlarla dünya ve ahiretini süsle. Zira bunlar senin ve herkesin iyiliği içindir. Bu yolda git ve herkese de tavsiye et .”



    Vefatı
    İmam-ı a’zam bütün zorlamalara rağmen hükümet ve siyaset işlerine asla karışmadı. İkinci Abbasi halifesi Ebu Cafer Mensur zalim idi. Bu yüzden İmam-ı a’zamı hapsettirip işkence yaptırdı. Her gün vurulacak sopa adedini arttırdı. Sopa adedi yüz olduğu gün, İmam yıkıldı. Yatarken ağzına zehir akıttılar, şehid oldu.



    Büyük âlimlerden Şu’beye vefat haberi ulaşınca; “İlim ışığı söndü, ebediyen onun gibisini bulamazlar” dedi. Vefatından sonra çok kimseler onu rüyasında görerek ve kabrini ziyaret ederek, onun şânının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmam-ı Şafii buyurdu ki:

    “Ebu Hanife ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyaret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyacım olunca iki rekat namaz kılıp, Ebu Hanife’nin kabrine gelerek onun yanında Allahü teâlâya dua ediyorum ve duam hemen kabul olup isteklerime kavuşurum.”



    “Yüz elli senesinde dünyanın ziyneti gider” hadis-i şerifinin, imam-ı a’zam için olduğunu İslam âlimleri bildirmiştir. Çünkü o tarihte imam-ı a’zam gibi bir büyük vefat etmemişti. Mezhebi, İslam âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah’ın vezirlerinden Ebu Sa’d-i Harezmi imam-ı a’zamın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Daha sonra Osmanlı padişahları bu türbeyi defalarca tamir ettirdi.



    Eserleri:

    İmam-ı a’zamın eserleri pek çok olup zamanımıza kadar ulaşmış olanları başlıca on tanedir. Aslında akaid ve fıkıh ilimlerinde rivayet edilen bütün meseleler onun eseridir.



    1- Risale-i Redd-i Havaric ve Redd-i Kaderiyye: İmam-ı a’zamın usul-i dinde ilk yazdığı eserdir.



    2- El-Fıkh-ul-Ekber: Akaide dairdir. Bu eserin birçok şerhi yapılmış olup, başlıcaları şunlardır: El-Kavlül-Fasl; Muhyiddin bin Behaeddin tarafından yapılan şerhidir. Bu kitap Hakikat Kitabevi tarafından ofset yoluyla basılmıştır. Pezdevi, Ebu’l Münteha ve imam-ı Matüridi tarafından yapılan şerhleri de meşhurdur.



    3- El-Fıkh-ül-Ebsat: İmam-ı a’zam bu eserinde istita’at (insan gücü) hayır ve şer, kaza ve kader meselelerini açıklamaktadır.



    4- Er-Risale li Osman Büsti: Eserde iman, küfür, irca ve va’id meseleleri açıklanmıştır.



    5- Kitab-ül-Âlim vel-Müteallim: Bu eserde muhtelif meseleler hakkında Ehl-i sünnet itikadını bildirmek için tertiplenmiş soru ve cevaplar vardır.



    6- Vasiyyet-i Nukirru: Eserde Ehl-i sünnet vel-cemaatin hususiyetleri anlatılmakta, akaid ve farzların hudutları açıklanmaktadır. Bu vasiyetten başka oğlu Hammad’a ve talebesi Ebu Yusuf’a yaptığı vasiyet olmak üzere on beş kadar vasiyetnamesi vardır.



    7- Kaside-i Numaniyye

    8- El-Asl

    9- El-Müsned-lil-İmam-ı a’zam Ebi Hanife
    Konu estate tarafından (14-01-2006 Saat 21:20 ) değiştirilmiştir.

  3. #3

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    paylaşım için teşekkürler

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanıcı var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •