Beğeni Beğeni:  0
Sayfa 5/7 İlkİlk 1234567 SonSon
61 sonuçtan 41 ile 50 arası

Konu: Dini Sözlük (A'dan Z'ye)

  1. #41

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Cüz-ün Lâyetecezzâ:
    Maddenin yapı özelliğini taşıyan en küçük parçası, atom, zerre.

    ÇÂRMÎH (Çihâr mîh):
    Dört çivi. Birbiri üzerine dikey olarak konulmuş iki tahtadan meydana gelen, suçluları îdâm etmek için kullanılan haç şeklindeki darağacı. Bu cezâya çarptırılan kişi iki yana açılmış kollarından ve bağlanmış ayaklarından çivilenerek öldürülürdü.
    Engizisyon mahkemeleri denilen papaz cemiyetleri tarafından katledilen, çarmıha gerilen ve yakılanların sayısı, beş milyon iki yüz bindir. (Harputlu İshak Efendi)
    Yahûdîlerden bir cemâat, Îsâ aleyhisselâm ve annesi hazret-i Meryem'e dil uzattılar. Îsâ aleyhisselâm bunu duyunca onlar hakkında beddûa etti. Allahü teâlâ onun bu duâsını kabûl eyledi. Hazret-i Îsâ'ya ve annesine dil uzatanları maymun ve domuza çevi rdi. Bu durumu aralarında görüşen yahûdîler hazret-i Îsâ'yı öldürmek üzere anlaştılar. Hazret-i Îsâ'yı aramaya başladılar. Îsâ aleyhisselâmın havârîlerinden biri olan Yehûda (Judas) bir kaç kuruş karşılığı, Îsâ aleyhisselâmın yerini onlara haber verdi. Îsâ aleyhisselâmı yakalamak için yahûdîler ile berâber eve girince, Allahü teâlâ Yehûda'yı Îsâ aleyhisselâma benzetti. Yahûdîler onu Îsâ aleyhisselâm diye yakaladılar. Çarmıha gererek asıp öldürdüler. Îsâ aleyhisselâm ise, Allahü teâlâ tarafından göğe kaldırıldı. (Senâullah Dehlevî, Ebû Hayyân Endülûsî, Ahmed Sâvî)
    Hıristiyanlar, Îsâ aleyhisselâmın çarmıha gerilip orada öldüğüne, fakat sonra diriltilip göğe çıktığına inanırlar. Müslümanlar ise, Îsâ aleyhisselâmın çarmıha gerilmediğine, doğrudan göğe kaldırıldığına inanırlar. Bu husus, Kur'ân-ı kerîmin Nisâ sûre si 157-158. âyet-i kerîmelerinde bildirilmiştir. (Enver Şah Keşmîrî)

    ÇEŞTİYYE:
    Evliyânın büyüklerinden Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin tasavvuftaki yolu.
    Çeştiyye yolunun büyüğü Muînüddîn-i Çeştî hazretleri buyurdu ki: Kurtuluş, sâlihlerin, büyüklerin sohbetindedir. Bir kimse her ne kadar kötü de olsa, büyüklerin sohbetinde bulunmak onu kurtarır ve yükseltir. Sâlihlerin sohbetine devâm eden kimse iyi bir kişi ise, kısa zamanda olgunlaşıp, yükselir. (Hediyye bin Abdürrahim Çeşti)

    ÇIHÂR YÂR-I GÜZÎN:
    Peygamber efendimizin dört seçkin ve büyük halîfesi: Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali.
    Allahü teâlâ, hiçbir peygamberine vermediği kerâmetleri (üstünlükleri) bana verdi. Kıyâmette en önce kabirden ben kalkarım. Allahü teâlâ, dört halîfeni (Çıhâr-yâr-ı güzîni) çağır buyurur. Onlar kimlerdir yâ Rabbi? derim. Ebû Bekr'dir buyurur. Yer yarılıp Ebû Bekr, herkesten önce kabirden çıkar. Sonra Ömer, sonra Osman, sonra Ali kalkar. (Hadîs-i şerîf-Menâkıb-ı Çıhâr-Yâr-ı Güzîn).

    ÇİLE:
    Dervişlerin, nefislerini terbiye ederek tasavvuf yolunda ilerliyebilmek için kırk gün tenhâ bir yerde riyâzet (nefsin istemediği şeyler) ve ibâdetle meşgul olmaları.
    Hak teâlâ, hepimizi her an kendinin esiri olmak şerefine kavuştursun. Hakîkî kurtuluş O'na esîr olmak, tutulmaktır. Ondan başka bir şey düşünmemek, hâtıra bir şey getirmemek, büyüklerimizin yolunda, pek kolay hâsıl olmaktadır. Hatta bu yolun büyükler inden bir kaçı kırk gün çile çekmiş, kırk gün sonra, hâtırlarına dünyâ düşünceleri gelmez olmuştur. (İmâm-ı Rabbânî) Behâiyye, ne güzel ¤¤¤ürücüdür! Yolcuları gizlice yerine ¤¤¤ürür. Sözlerin tadı sâliklerin kalbinden Halvette çile çekmek fikrini süpürür
    (Molla Câmi)
    Ahrâriyye büyükleri, zamanlarında bulunmayan, halvet yâni yalnız başına kalmak, kırk gün bir yere kapanıp çile çıkarmak yerine, insanlar arasında, kalbini Allah ile bulundurmak seâdetine kavuşmuşlardır. (İmâm-ı Rabbânî)
    Câhil sûfiler, zikre, fikre sarılıp, farzları ve sünnetleri yapmakta gevşek davranıyorlar. Kırk gün çile çekmeyi ve riyâzetler yapmayı beğeniyor, Cum'a namazına ve cemâate gitmiyorlar. Halbuki bir farz namazı cemâat ile kılmak onların binlerle, kırk günlük çilelerinden daha faydalıdır. (İmâm-ı Rabbânî)

    ÇİLEHÂNE:
    Çile yapılan yer. (Bkz. Çile)
    Açlıkla ve insanlardan kaçarak çilehânede yalnız yaşamakla nefislerini temizleyenlerin, fakat Hak teâlâya yaklaşmayanların firâsetleri, cisimleri, maddeleri keşfetmek, mahlûkların gayblerini haber vermektir. Bunlar yalnız mahlûklardan haber verir. Çü nkü Hak teâlâ ile aralarında perde vardır. (İmâm-ı Rabbânî)

    ÇÛN Ü ÇİRÂ:
    "Nasıl ve niçin" mânâsına farsça bir terim.

  2. #42

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Dini Sözlük D

    DÂBBET-ÜL-ERD:
    Kıyâmetin büyük alâmetlerinden. Kıyâmetin kopmasına yakın çıkacak olan bir hayvan.
    Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
    İnsanlara vâd olunan öldükten sonra dirilmek ve azâb olunmak yaklaşınca, biz onlara yerden Dâbbe'yi (Dâbbet-ül-erd'i) çıkarırız. (Neml sûresi: 82)
    Dâbbet-ül-erd çıktığında gökleri bir duman kaplayıp bütün insanlara gelip canlarını yakacak, herkes bunun acısından duâ edip; "Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz" diyeceklerdir. (Yûsuf Nebhânî) Dâbbet-ül-erd çıkar sonra Mekke'de Safâ altından, Dağ kadar bir hayvandır, ayırır iyiyi fenâdan.
    (M.Sıddîk bin Saîd)

    DAĞLAMA:
    Kızdırılmış mâdenle vücûdun bir yerini yakma.
    Efsûn yapan ve ateş ile dağlayan kimse, Allahü teâlâya tevekkül etmemiş (güvenmemiş, O'ndan yüz çevirmiş) olur. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
    Tevekkül edenler, falcılık, efsûn ve dağlamak ile hastalığı tedâvî etmez. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
    Dağlamanın faydası kesin değildir. Çünkü tehlikeli yaralara sebeb olabilir. Üstelik dağlama ile elde edilecek fayda, başka ilâçlarla da te'min edilebilir. Bu bakımdan dağlamak uygun değildir. (İmâm-ı Gazâlî)

    DAHK (Dıhk):
    Gülmek, kendi işiteceği kadar gülmek.
    Dahkı azaltınız. Zîrâ çok dahk kalbi öldürür. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
    Namazda kahkaha ile gülmek namazı ve abdesti bozar. Tebessüm, namazı da abdesti de bozmaz. Dahk, yalnız namazı bozar. (İbrâhim Halebî)

    DAHVE-İ KÜBRÂ:
    Kaba kuşluk. Oruç müddetinin yarısı, öğleden bir saat evvelki vakit.
    Hanefî mezhebinde Ramazan orucu, nâfile oruç ve belli olan adak orucuna niyet etme zamânı, bir gün evvel güneşin batmasından başlayarak, ertesi gün dahve vaktine kadardır. (Muhammed Hâdimî)

    DAHVE-İ SUGRA:
    Güneşin bulutsuz havada bakamayacak kadar parladığı vakit. İşrâk vakti. (Bkz. İşrâk Vakti)

    DÂİRE-İ HİNDİYYE:
    Namaz vakitlerinin tesbitinde kullanılan ve güneş gören düz bir yere çizilen dâire veya bu şekle uygun olarak yapılan âlet.
    Dâire-i Hindiyye'nin ortasına, yarıçapı uzunluğunda mikyâs denilen düz bir çubuk dikilir. Tam dik olması için çubuğun tepesi dâirenin üç değişik noktasından aynı uzaklıkta olmalıdır. (Abdülhak Sücâdil)

    DALÂLET:
    Sapıklık, yoldan çıkma. Peygamber efendimizin ve Eshâbının bildirdiği doğru yoldan ayrılma, sapma.
    Allahü teâlâdan korkunuz! Sözümü iyi dinleyiniz ve itâat ediniz. Ben öldükten sonra gelecekler, çok ayrılıklar göreceklerdir. O zaman benim ve halîfelerimin yolumuza sarılınız. Dinde yeni ortaya çıkan şeylerden kaçınınız. Çünkü bu yeni şeylerin hepsi bid'attir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, doğru yoldan ayrılmaktır. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd, İbn-i Mâce)
    Ümmetim dalâlet üzerinde icmâ' etmez (birleşmez). (Hadîs-i şerîf-Beyhekî)
    Sözlerin en iyisi, Allahü teâlânın kitâbıdır. Yolların en iyisi, Muhammed'in (aleyhisselâm) gösterdiği yoldur. İşlerin en kötüsü bu yolda yapılan değişikliklerdir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir, sapıklıktır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
    Eshâb-ı kirâm Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) işitip öğrendiklerini gençlere bildirdiler. Zamanla insanların kalbleri karardı. Hele bâzıları, yeni müslüman olanlar, Kur'ân-ı kerîmden kendi noksan akılları ve kısa görüşleri ile mânâ çık armağa kalkıştılar. Peygamber efendimizin bildirdiklerine uymayan şeyler anladılar. İslâm düşmanları da bu bölünmeyi, parçalanmayı körükledi, böylece yetmiş iki türlü dalâlet ve sapıklık yolu meydana geldi. (Kutbuddîn İznikî)

  3. #43

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    DÂLLE:
    Âdet hâlinin kaç gün olduğunu unutan veya kaç gün olduğunu bilip ayın başında mı, ortasında mı, sonunda mı olduğunu kestiremeyen kadın.
    İslâmiyet'te her kadının; hayız (âdet), lohusalık ve temizlik günlerini, bunların sayısını, zamânını bilmesi lâzımdır. Dâlle din husûsundaki gevşekliği ve ilgisizliği sebebiyle âhirette mes'ûl olacak, azâbı pek büyük olacaktır. (İbn-i Âbidîn)

    DANYAL ALEYHİSSELÂM:
    İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Mûsâ aleyhisselâmın dîninin hükümlerini insanlara tebliğ etti (duyurdu).
    İsrâiloğulları, Mûsâ aleyhisselâmdan sonra kendilerine gönderilen peygamberleri dinlemeyip isyân edince, Allahü teâlâ onlara zâlimleri musallat etti. Çeşitli belâlar gönderdi. Düşmanları tarafından yurtları işgâl edildi. Bir kısmı esir edilip bir kıs mı da öldürüldü. Âsurlu hükümdârı Buhtunnasar'ın orduları Kudüs'e girip ele geçirdiler. İsrâiloğullarınd an pek çok kimseyi öldürdüler. Esir aldıkları yetmiş bin ¤¤¤¤¤¤ da yanlarında ¤¤¤ürdüler. Bu esir çocuklar arasında bulunan Danyal aleyhisselâmı Buhtunnasar sarayına aldı. Danyal aleyhisselâm onun sarayında büyüdü. Mecûsî (ateşperest) olan Buhtunnasar, Danyal aleyhisselâmın kendi dinlerinden olmadığını anlayarak yanından uzaklaştırdı ve hapse attırdı. Buhtunnasar'ın gördüğü bir rüyâyı tâbir ettiği için hapisten çıkarıldı. Buhtunnasar, ona memleketin işlerini havâle etti. Çıkardığı fermanla ona saygı gösterilmesini emr etti. Buhtunnasar'ın adamları onu kıskandılar ve işten uzaklaştırılmasını istediler. İleri gelen adamlarının dediklerine a ldanan Buhtunnasar, Danyal aleyhisselâmı kendi dîninden olmadığı için ateşe attırdı. Fakat Danyal aleyhisselâm Allahü teâlânın yardımıyla yanmadı. Daha sonra, Buhtunnasar'a yâhut Buhtunnasar'ın resmine secde etmediği için, içinde arslanların bulunduğu bir kuyuya atıldı. Fakat Allahü teâlânın koruması ile arslanlar ona hiç dokunmadı ve atıldığı kuyudan sağ sâlim kurtuldu. Buhtunnasar'ın ölümünden sonra, Üzeyr aleyhisselâm ile birlikte Kudüs'e geldi. Kendisine peygamberlik verildi. İnsanlara Mûsâ aleyhisselâmın dînini teblîğ etti. Bir müddet sonra, Ehvaz yakınında bulunan Sûs şehrinde vefât etti. (Nişâncızâde Mehmed Efendi, Taberî)

    DÂR-UL-UKBÂ:
    Dünyâda iken yapılan işlerin karşılığının görüleceği yer. Âhiret. Hani annen baban nerde, bu dünyâ kimseye kalmaz. Gelenler hep sefer eyler, muhakkak dâr-ul-ukbâya Yüzün dön, ilticâ eyle (sığın), Cenâb-ı zât-ı Mevlâya.
    (M. Sıddîk bin Saîd)

    DÂR-UT-TEKLÎF:
    Kulların Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekle mükellef, sorumlu tutulduğu yer. Dünyâ.
    Âhiret, dâr-ül-cezâdır, dâr-üt-teklîf değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

    DÂR-ÜL-BEKÂ:
    Ahiret, sonsuz kalınacak yer.
    Resûlullah efendimiz kamerî sene hesâbı ile altmış üç, şemsî sene hesâbı ile altmış bir yaşında, dâr-ül-fenâdan (dünyâdan) dâr-ül-bekâya intikâl etti. Vefât ettiği odaya defnedildi. (M. Sıddîk bin Saîd)

    DÂR-ÜL-CELÂL:
    Sekiz Cennet'in birincisidir.
    Dâr-ül-Celâl beyaz incidendir. Kapısının üzerinde Kelime-i tevhîd, yâni Lâ ilâhe illallah yazılıdır. ( Erzurumlu İbrâhim Hakkı)

    DÂR-ÜL-CEZÂ:
    Dünyâda iken yapılan işlerin karşılığının görüldüğü yer. Âhiret, öbür dünyâ.
    Âhiret, dâr-ül-cezâdır. Dâr-üt-teklîf (iş yapılacak yer) değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

    DÂR-ÜL-FENÂ:
    Geçici âlem, dünyâ.
    Mü'minler ölmezler. Ancak dâr-ül-fenâdan dâr-ül-bekâya geçerler. (İmâm-ı Gazâli) Göz yumup dâr-ül-fenâdan baş açık, çıplak endâm, Can atıp dâr-ül-bekâyaeyledi azm-i kirâm.
    (Beykozlu Muhammed Efendi)

    DÂR-ÜL-GURÛR:
    İnsanın gönlünü cezbeden, çeken fakat ele geçtiğinde faydalanamadan kaybolup giden yer. Dünyâ.

    DÂR-ÜL-HARB:
    İslâm ahkâmının (kânunlarının) tatbik edilmediği yer.
    Dâr-ül-harbde îmâna gelen kimse, farzı, haramı işitince o anda farzları yapması, haramlardan kaçınması lâzım olur. (İbn-i Âbidîn)
    Dâr-ül-harbde, İslâm'ın vekârını, şerefini korumak ve fitneden sakınmak müslümanlara vâcibdir. (Muhammed Bağdâdî)
    Düşman ordusu kuvvetli ise, sulh yapmak, mal vermekle bile câiz olur. Mürtedler (dinden dönenler) kuvvetli olup şehirleri alırlar ve oraları Dâr-ül-harb olursa, hükümetin zarûret hâlinde onlarla da sulh yapması câiz olur. (İbn-i Âbidîn)

  4. #44

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    DÂR-ÜL-İSLÂM:
    İslâm memleketi. İslâm ahkâmının (kânunlarının) tatbik edildiği yer.
    Düşmandan alınan ganîmet, Dâr-ül-İslâm'a getirilince askerin hakkı olur. Fakat taksîm edilmeden (bölüşmeden) önce mülk olmaz. (İbn-i Âbidîn)
    Dâr-ül-harbde (kâfir ülkesinde) îmâna gelenin Dâr-ül-İslâm'a hicret etmesi vâcib olur. (İbn-i Âbidîn)
    Dâr-ül-İslâm'da yaşayan kâfirler ve başka memleketlerden gelen kâfir turistler, kâfir tüccarlar, muâmelâtta müslümanlarla aynı hak ve hürriyetlere sâhiptirler. (Muhammed Hâdimî)

    DÂR-ÜL-KARÂR:
    Sekiz Cennet'in sekizincisi.

    DÂR-ÜS-SELÂM:
    Sekiz Cennet'ten üçüncüsü.
    Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
    Allahü teâlâ, Dâr-üs-selâma çağırır ve kimi dilerse onu doğru yola iletir. (Yûnus sûresi: 25)

    DA'VET (Dâvet):
    1. Hak dîne çağırmak.
    Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
    Ey Muhammed! Rabbininin yoluna hikmetle, güzel öğütlerle dâvet et. Onlarla en güzel şekilde tartış. (Nahl sûresi: 125)
    Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Allahü teâlâdan kendisine gelen emirleri insanlara açıklamak ve onları îmâna dâvetle emredildi. Dâvetini üç yıl gizli yaptı. Üç yıl sonra ilâhî emir üzerine, Allahü teâlânın emirlerini açık açık bildirmeye, kav mine İslâmiyet'i anlatmaya başladı. (Abdülhak Dehlevî, İbn-ül-Esîr)
    Allahü teâlâ, kullarına acıdığı için, Peygamberler aleyhimüsselâm gönderdi. Eğer bu büyük insanlar gönderilmeseydi, yolunu şaşıran insanlara, O'nu ve sıfatlarını kim bildirirdi? Beğendiklerini, beğenmediklerinden kim ayırabilirdi? İnsan aklı, noksan olduğu için o büyüklerin dâvet nûru ile aydınlanmadıkça bunları bilemez ve ayıramazdı. Anlayışımız tam olmadığı için, bu büyüklerin izinde gitmedikçe, bunları anlamakta şaşırır ve aldanırız. Evet akıl, doğruyu eğriden ayırmaya yarayan bir âlettir. Fakat o büyüklerin dâveti ile, haber vermeleri ile tamam olmaktadır. (İmâm-ı Rabbânî)
    2. İkrâm etmek için çağırma çağırılma.
    Müslümanın müslüman üzerinde beş hakkı vardır: Selâmına cevâb vermek, hastasını ziyâret etmek, cenâzesinde bulunmak, dâvetine gitmek ve aksırıp elhamdülillah deyince, yerhamükallah diyerek cevap vermek. (Hadîs-i şerîf-Buhârî, Müslim)
    Riyâ, gösteriş ve övünmek için yapılan dâvetlere gitmek câiz değildir. (Muhammed Hâdimî, İmâm-ı Gazâlî)
    Mü'minin dâvetine gitmek sünnet olduğu hâlde haram bulunan dâvete gitmemeli, haramdan, mekrûhtan sakınmak için sünneti terk etmelidir. (Abdülganî Nablüsî-Muhammed Rebhâmî)

    Dâvet Makâmı:
    Vilâyet (evliyâlık) makâmının üstünde, peygamberlere mahsus bir makâm.
    Peygamberlerin izinde bulunanların en üstünlerine de dâvet makâmından bir pay ayırırlar. Yûsuf sûresinin; "Ey sevgili Peygamberim! Onlara de ki, benim yolum budur. Sizi gafletten uyandırarak, Allahü teâlâya dâvet ediyorum. Ben ve benim izimde bulunanlar çağırıcıyız" meâlindeki yüz sekizinci âyeti bunu göstermektedir. (İmâm-ı Rabbânî)

  5. #45

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    DÂVÛD ALEYHİSSELÂM:
    Kur'ân-ı kerîmde adı geçen ve İsrâiloğullarına gönderilen peygamberlerden. Hem peygamber, hem sultân yâni hükümdâr idi. Soyu Yâkûb aleyhisselâmın Yehûda adlı oğluna ulaşır. Süleymân aleyhisselâmın babasıdır. Kudüs'te doğdu. Orada yaşadı ve orada vefâ t etti.
    Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
    Dâvûd'a Zebûr'u verdik. (İsrâ sûresi: 55)
    İnsanın yediklerinin en hayırlısı, iyisi, bileği ile kazanıp yediğidir. Allahü teâlânın peygamberi Dâvûd (aleyhisselâm) , elinin emeği ile kazanıp yerdi. (Hadîs-i şerîf-Buhârî)
    Allahü teâlâ Mûsâ aleyhisselâmdan sonra, İsrâiloğullarına bir çok peygamber gönderdi. Bu peygamberler insanları Tevrât'ın hükümleriyle amel etmeye dâvet etti. Fakat zaman geçtikçe azgınlaşan İsrâiloğulları, Tevrât'ın hükümlerini değiştirdiler, peygam berlerini dinlemediler ve ahlâkları tamâmen bozuldu. Allahü teâlâ Amâlika kavmi hükümdârı Câlût'u onların başına belâ olarak gönderdi. Câlût İsrâiloğullarını vatanlarından sürüp çıkardı. Daha sonra, Tâlût isimli bir hükümdâr gelerek memleket işlerini ve orduyu düzene koydu. Câlût'un üzerine yürüdü. Tâlût'un ordusunda bulunan ve henüz genç yaşta olan Dâvûd aleyhisselâm Câlût'u öldürdü. Tâlût'un ölümünden sonra, İsrâiloğullarını n hükümdârı oldu. Bir müddet sonraAllahü teâlâ onu İsrâiloğullarına peygamber olarak gönderdi. Kendisine İbrânî dilinde olan Zebûr kitâbı verildi. Hem peygamber, hem sultan yâni hükümdâr idi.
    İnsanları Allahü teâlânın dînine dâvet etti ve adâletle hükmetti. Kudüs'te Mescid-i Aksâ adı ile Kur'ân-ı kerîmde bildirilen büyük bir mescidin inşâsını başlattı. Mescidin yapılıp bitirilmesi işini oğlu Süleymân aleyhisselâma vasiyyet ederek, yüz yaş ında âhirete göçtü.
    Allahü teâlâ dağları, taşları, kuşları onun emrine vermişti. Yanık sesiyle Zebûr'u okumaya başladığı zaman, kuşlar havâdan ağaçlara iner, hep birlikte, okunan Zebûr'u tekrar ederlerdi.
    Allahü teâlâ Dâvûd aleyhisselâma, demiri ateşe sokmadan ve dövmeden istediği şekli verebilme mûcizesi vermişdi. Demirden zırh yapar elinin emeğiyle geçinir, devlet hazînesinden bir şey almazdı. Yırtıcı hayvanlar, hazret-i Dâvûd'un huzûruna gelip, ona tam bir bağlılıkla hizmet ederlerdi. Dâvûd aleyhisselâm her işinde Allahü teâlânın rızâsını gözetir, çok ağlar, çok ibâdet ederdi. Bir gün oruç tutar, bir gün iftâr ederdi. Gecenin ancak üçte bir kısmında uyur, geri kalan vakitlerini ibâdet ile geçirirdi. (Nişancızâde Muhammed Efendi, Taberî)

    DÂYİN:
    Borç veren, alacaklı. (Bkz. Borç)

    DECCÂL:
    Kıyâmetin büyük alâmetlerinden biri. Kıyâmete yakın çıkacağı bildirilen ve Îsâ aleyhisselâm ile hazret-i Mehdî tarafından öldürülecek olan zâlim.
    Geçmiş peygamberler, şaşı, kör, yalancı olan Deccâl'in büyük fitne ve belâ olduğunu haber verip, ümmetlerini, onun şerrinden, zarârından korkuttular. (Hadîs-i şerîf-Huccetullahi Alel Âlemîn)
    Deccâl'in, Mekke ve Medîne hâriç ayak basmadığı hiç bir memleket yoktur. (Hadîs-i şerîf-Huccetullahi Alel Âlemîn)
    Deccâl, peygamber olduğunu iddiâ edecek, herkesin îmânını bozmaya uğraşacak ve kendisine inanmayanlara zarar verecektir. Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdî'nin yardımcıları olacak ve Îsâ aleyhisselâm bunun zamânında gökten inecek ve Deccâl ile harb ederken hazret-i Mehdî onunla berâber olacaktır. (Yûsuf bin İsmâil Nebhânî)

    DEDİKODU:
    Bir müslümanın veya zımmînin (İslâm devletinin idâresi altında bulunan müslüman olmayan vatandaşın) ayıbını, onu kötülemek için arkasından söylemek. (Bkz. Gıybet)
    Sözün kısası şudur ki, dedikodu sözlere inanılacak, dostluk bunlara göre olacaksa, söz taşıyanların ellerinden kurtuluş olamaz. Bunun için de sağlam dostluk kurulamaz. Dedikodulara kulak vermeyiniz ve geçmişleri unutunuz! Böylece dostluk yıkılmasın, eski sıkıntılar aradan kalksın. (İmâm-ı Rabbânî)

    DEFN:
    Cenâzenin yıkanıp kefenlendikten ve namazı kılındıktan sonra kabre konularak üzerinin toprakla örtülmesi.
    Definden sonra cemâat dağılırken ölü bunların ayak sesini işitir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
    Ölüyü defnetmek, cenâze namazı kılmak gibi ibâdettir. (İbn-i Âbidîn)
    Meyyiti (ölüyü), sâlihlere ve evliyâya (Allahü teâlânın sevdiği kullarının kabirlerine) yakın defnetmelidir. Rutûbetli yerlere defnetmek iyi değildir. (Tahtâvî)

    DEHR:
    Zaman, devir. Âlemin (varlıkların) varlığının başlangıcından son bulmasına kadar olan bütün zaman.

  6. #46

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Dehr Sûresi:
    Kur'ân-ı kerîmin yetmiş altıncı sûresi. İnsan sûresi ve Hel'etâ da denir.
    Dehr sûresi, Medîne-i münevverede nâzil olmuştur (inmiştir). Mekke-i mükerremede nâzil olduğunu söyliyenler de vardır. Otuz bir âyet-i kerîmedir. Birinci âyet-i kerîmede geçen Dehr kelimesi sûreye isim olmuştur.
    Sûrede; insanların ilk yaratılışı, kâfirlerin (inanmayanların) karşılaşacakları acı ve pek çetin azâblar, Allahü teâlânın sevdiği mü'min kulların ise kavuşacakları büyük nîmetler anlatılır. (Râzî, Kurtubî)
    Dehr sûresindeki âyet-i kerîmelerde meâlen buyruldu ki:
    Hakîkat biz, insanı (erkek ve dişi sularının) karışımından (meydana gelen) bir nutfeden yarattık. (Üzerine mükellefiyet yükleyerek) onu imtihan ediyoruz. Bu sebeble onu işitici, görücü yaptık. Gerçek biz ona (peygamber göndermek sûretiyle, doğru) yolu gösterdik. İster şükreden (mü'min) olsun, ister nankörlük eden (kâfir) . (Âyet: 2,3)
    Kim Hel'etâ sûresini okursa, Allahü teâlâ ona Cennet'i ihsân eder. (Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-Tenzîl)

    DEHRÎ:
    Allahü teâlâya ve âhirete inanmayıp, dehr (zaman) sonsuzdur ve dünyânın başlangıcı ve sonu yoktur, böyle gelmiş böyle gider diyen dinsiz, ateist. (Bkz. Ateist)

    DELÂLET:
    1. İşâret etmek, göstermek. Doğru yolu gösterme.
    Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
    Ey îmân edenler! Sizi acı bir azâbdan kurtaracak bir ticâreti göstereyim mi? Allahü teâlâ ve Resûlüne îmân edin, inanın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşın. Eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır. (Saf sûresi: 10-11)
    Hayra delâlet eden, hayrı yapan gibidir. (Hadîs-i şerîf-Keşfül-Hafâ)
    2. Bir lafzın (sözün) bir mânâyı (anlamı) ifâde etmesi, göstermesi.
    Dînî bilgilerin delîlleri (kaynakları) dörttür: Birincisi sübûtu (varlığı) ve delâleti kat'î (kesin) olanlar. Açık anlaşılan âyetler ve tevâtür, söz birliği ile bildirilmiş açıkça anlaşılan hadîsler böyledir. İkincisi, sübûtu kat'î olup, delâleti zan nî olanlar (kesin olmayanlar). Mânâsı açıkça anlaşılmayan âyetler böyledir. Üçüncüsü, sübûtu zannî, delâleti kat'î olanlar. Tek Sahâbînin (Peygamber efendimizin arkadaşının) bildirdiği açık ve anlaşılır hadîsler böyledir. Dördüncüsü, sübûtu da delâleti de zannîdir. Tek Sahâbînin bildirdiği açıkça anlaşılmayan hadîsler böyledir. Birincisi farz ile haramları, ikincisi ve üçüncüsü vâcib ile tahrîmen mekrûhu (harama yakın mekrûhu), dördüncüsü sünnet ile müstehâbı bildirir. (Molla Hüsrev-Serahsî-Hâdimî)

    Delâlet-i Nass:
    Nassın delâleti. Nass'da (Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfte) zikredilen şeyin hükmünün, müşterek (ortak) illet sebebiyle zikredilmeyen şey hakkında da sâbit olduğuna delâlet etmesi. Bâzı âlimler delâlet-i nass'a, kıyâs-ı celî(açık kıyâs) demişlerdir.
    "Ana-babana öf (bile) deme" meâlindeki İsrâ sûresi yirmi üçüncü âyet-i kerîmesi, açıkça ana-babaya öf demenin haramlığını delâlet-i nass ile bildirmektedir. Öf demenin haram oluşunun illeti (sebebi), eziyet vermektir. Bu illet, ana-babayı dövmede ve sövmede fazlasıyle bulunduğundan, âyette açıkça bildirilmeyen ana-babayı dövmenin, onlara sövmenin de haramlığı ile hükmolunmuştur. (İbn-i Melek, Serâhsî)

    DELİ:
    Aklı olmayan. (Bkz. Cünûn)

    DELÎL:
    1. Kendisi bilinince başkası bilinen şey.
    Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
    Rabbinin sun'una (işine) bir bakmadın mı? Gölgeyi nasıl uzatıp yaymıştır. O, eğer dileseydi, onu elbet sâkin kılardı. Sonra biz güneşi ona bir delîl yapmışızdır. (Çünkü güneş olmasaydı, gölge bulunmazdı. Nur olmasaydı, zulmet bilinmezdi. Zîrâ her şey zıddıyla bilinir.) (Furkan sûresi: 45)
    2. Din bilgilerinin elde edildiği kaynak, vesîka. (Bkz. Edille-i Şer'iyye)
    Din bilgilerinin elde edildiği delîller dörttür: Bunlar; Kitâb (Kur'ân-ı kerîm), sünnet, icmâ ve kıyâstır. (Abdülganî Nablüsî)
    Delîl, bir şeyin haram olması için aranır. Helâl olması için delîl aranmaz. (İbn-i Âbidîn)

  7. #47

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Delîl-i Aslî:
    Din bilgilerinin kaynakları olan Kitâb, sünnet, icmâ ve kıyâstan her biri. Aslî delîl.

    Delîl-i Fer'î:
    Aslî delîllere bağlı ve onlardan elde edilen ikinci derecede delîller. İstihsân, İstishâb, İstislâh, Örf ve âdet, Sahâbî (Peygamber efendimizin arkadaşlarının) kavli (sözü), fer'î delîllerden bâzısıdır. (Bkz. İlgili Maddeler)
    Müctehid (dînî kaynaklardan, delîllerden hüküm çıkarabilen) bir âlim, bir mes'elenin hükmünü aslî delîllerde açıkça bulamazsa, fer'î delîllere mürâcât eder. (Molla Hüsrev, Serâhsî)

    Delîl-i Kat'î:
    Mânâsı açıkça anlaşılan âyet-i kerîme ve tevâtürle bildirilmiş olan hadîs-i şerîf. Bunlar, farzlar ile haramları bildirirler. Kesin delil.
    Namazı inkâr eden kâfir olur, îmânı gider. Çünkü namazın farz oluşu, delîl-i kat'î ile sâbittir, bildirilmiştir. (İbn-i Âbidîn)

    Delîl-i Şer'î:
    Dînî bilgilerin elde edildiği delîl, kaynak. ( Bkz. Edille-i Şer'iyye)
    Müctehîd (din ilimlerinde söz sâhibi) olmayanların sözleri, delîl-i şer'î olmaz. (Hâdimî)

    Delîl-i Zannî:
    Mânâsı açıkça anlaşılmayan, tek bir mânâya, delâlet etmeyen âyet-i kerîme ve tek bir Sahâbî tarafından bildirilen, mânâsı açık hadîs-i şerîf.
    Delîl-i zannî vâcib ile tahrîmen mekruhu (harama yakın mekruhu) bildirir. Tek Sahâbînin bildirdiği mânâsı açıkça anlaşılmayan hadîs-i şerîfler ise, müstehâbları bildirir. Müstehâbları yapan sevâb kazanır, yapmayan günâhkâr olmaz, sevâbından mahrûm ka lır. (Serâhsî)

    DELK:
    Oğmak.
    Abdestte ve gusülde, yıkanan yerleri oğmak.
    Delk, Hanefî mezhebinde abdestin sünnetlerindendir . (İbrâhim Halebî)
    Mâlikî mezhebinde abdeste ve gusle başlarken niyet etmek, abdestte ve gusülde her uzvu delk ve muvâlât (uzuvları aralıksız yıkamak) ve gusülde saçı hilâllemek, parmakları saçların arasına sokup ıslatmak farzdır. (Abdurrahmân Cezîrî)

    DELLÂL:
    Alıcı ile satıcı arasında vâsıta (aracı) olan ücretli kimse, komisyoncu.
    Dellâl, mal sâhibinin izni ile malı kendi sattığı zaman, komisyon ücretini mal sâhibinden alır. Müşteriden bir şey isteyemez. Eğer dellâl, mal sâhibi ile müşteri arasında aracılık yapıp, malı mal sâhibi satarsa, dellâl ücretini, âdete göre; mal sâhib i veya müşteri yâhut da her ikisi ortaklaşa verirler. (İbn-i Âbidîn)
    Dellâl, işçi gibidir. Bunlar iş karşılığı değil, elindeki malı satarsa ücret alır. (İbn-i Âbidîn)

    DENDÂN-I SEÂDET:
    Peygamber efendimizin Uhud muhârebesinde şehîd olan, kırılan mübârek dişinin bir parçası.
    Dendân-ı seâdet, Osmanlı pâdişâhlarından Sultan Mehmed Reşâd tarafından yaptırılan kıymetli taşlarla süslü altın bir muhâfazada Topkapı Sarayında saklanmaktadır. (Osmanlı Târihi Ansiklopedisi)

    DEREZÎLER:
    Anuştekin ed-Derezî adlı bir bâtınî dâî (propagandacı) tarafından ortaya çıkarılan bozuk yol. Bunlar; Bâtıniyyeden ayrılarak ortaya çıkan, Fâtımî hükümdârı Hâkim bi-emrillah'ın ilâh olduğuna ve onun vezîri Hamza'nın imamlığına inanırlar. Kelimenin do ğrusu Derezî olup, yanlış olarak Dürzü denilmektedir.
    Derezîler müslüman adını taşır. Fakat îmânları bozuktur. Ruhların bir bedenden bir bedene geçtiğine inanırlar. Şaraba, alkollü içkilere ve zinâya helâl derler. Öldükten sonra dirilmeğe, namaza, oruca, hacca inanmazlar. Ulûhiyyet yâni tanrılık insanda n insana geçer derler. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem hakkında çirkin şeyler söylerler. İnanışları bozuk olduğu için, şehâdet kelimesini söylemekle müslüman sayılmazlar. İslâmiyet'e uymayan inanışlarından vazgeçmedikçe müslüman olmazlar. B unlar kitablı ve kitabsız kâfirlerden daha zararlıdırlar. (İbn-i Âbidîn)

  8. #48

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    DERGÂH:
    1. Makam, kapı girişi, eşik. Tasavvuf mektebi. Tasavvufta yetişmiş ve yetiştirebilen evliyâ zâtlar tarafından, talebelere, tasavvuf, İslâm ahlâkı ve diğer dînî ilimlerin ve zamânın fen ilimlerinin okutulduğu yer. (Bkz. Tekke)
    2. Cenâb-ı Hakk'ın rahmet kapısı.
    Yâ Rabbî! Yüz bin günah işledim ise de, bu kara yüzüm ile, yüce dergâhına sığınıyorum. Senden affımı diliyorum. (Abdurrahman Sâmi Paşa)
    Bir şehid dahî budur ki yüzünü Hak dergâhına tutup, Ey benim ma'budum! Ne ki, ömrüm olsa, bir şeye ümid bağlamadım. Ancak sana bağladım. Ve dahî kimseye boyun eğmedim. Dünyâya ve din düşmanlarına aldanmadım. Yâ Rabbî! Senden ümidim budur ki bütün ümm et-i Muhammedi afv ve mağfiret edesin diye duâ ede. Bu dahî şehiddir. (Kutbüddîn İznikî)

    DERVÎŞ:
    Allahü teâlâdan başka şeyleri kalbinden çıkarıp bütün âzâsıyla İslâm dîninin emir ve yasaklarına uyan, dünyâ malına gönül bağlamayan kimse.
    Dervişlik, yalnız bir yere çekilip oturmak, gökte uçmak, dağda ve mağarada bulunmak değildir. Dervişlik, gönlü mâsivâdan yâni Allahü teâlâdan başka her şeyden çevirmektir. ( Ubeydullah-ı Ahrâr)
    Derviş dünyâ ve âhirette mes'ûddur. Dervişten dünyâda sultan vergi almaz. Âhirette de Allahü teâlâ hesap sormaz. (Ebû Bekr Verrâk) Dervişlik didükleri hırkayıla tâc değül, Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtâç değül.
    (Yûnus Emre)

    DEVR:
    Bir şeyi elden ele aktarma. Vefât eden bir müslümanın sağlığında kılamadığı namaz, tutamadığı oruç ve veremediği zekât gibi borçlardan kurtulması için birkaç fakirin kendilerine ölünün vasî veya velîsi tarafından verilen fidyeyi alıp, gönül rızâsıyla tekrar geri vermek sûretiyle yapılan muâmele. (Bkz. İskât ve Devir)
    Namaz, oruç, zekât, kurban, sadaka-ı fıtır, adak, kul ve hayvan hakları için devir yapılır. Yemin ve oruç keffâretleri için devir yapılmaz. Her keffâret için, bizzat fakire mal, para verilir.

    DEYN:
    Borç, hazır ve mevcûd olmayan mal.
    1. Hazır olmayıp, ayrı olarak bulunduğu yeri bildirilmeyen her türlü mal ile hazır ise de ayrı olarak gösterilmeyen kıyemî (çarşıda benzeri bulunmayan, bulunsa da fiyatları farklı olan) mal.
    Her satışta söz kesilirken iki maldan her biri ya ayn (hazır, mevcût, belli) veya deyn olur. Bir satışta mebî'in (satılan malın) ve semenin (bedelin) söz kesilme sırasında ikisi de deyn olurlarsa, ayrılmadan önce kabz edilseler (teslim olunsalar) de bey' (satış) sahîh (geçerli) olmaz. Akd (sözleşme) bâtıl (hükümsüz, geçersiz) olur. Sarf satışı bundan müstesnâdır. (Bkz. Sarf Satışı) (Ali Haydar Efendi)
    2. Zekât verecek kimsenin elinde, yanında olmayıp başkasında bulunan zekât malı.
    Deyn olan malın zekâtı deyn olarak verilemez. Ayn olarak vermek lâzımdır. Yâni, başkasında bulunan malının zekâtını hazır olan malından vermek lâzımdır. Hazır malı yoksa, başkasındaki malından zekât miktârı istenir. Teslim alınıp, fakîre verilir. (İbn-i Âbidîn)

    Deyn-i Kavî:
    Ödünç verilen zekât malı ve zekât malının satışı karşılığı alınacak olan semen (bedel).
    Deyn-i kavî, zekâtta nisâb hesâbına katılır. Alınacak paranın veya bunun ile yanında bulunanın toplamının nisâbı üzerinden bir sene geçince, eline geçen her miktârın kırkta birini hemen vermek farz olur. İki sene sonra eline geçenin iki yıllık, üç se ne sonra eline geçenin üç yıllık zekâtını verir. Meselâ, üç yüz dirhem alacağı olan, üç sene sonra, iki yüz dirhem alırsa, üç yıl için beşer dirhemden, on beş dirhem zekât verir. Almadan önce zekâtını vermesi lâzım olmaz. Kirâcı, mal sâhibinin izni ile, kirâ karşılığı tâmir yaparsa, bu masrafı mal sâhibine ödünç vermiş olur. (Redd-ül-Muhtâr)

  9. #49

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Deyn-i Mütevassıt:
    Ticâret malı olmayan zekât hayvanları ile köle, ev, yiyecek, içecek gibi ihtiyâç maddelerinin satışları karşılığı ve binâların kirâ alacakları.
    Deyn-i mütevassıt, nisâb hesâbına katılır. Bir sene sonra, eline nisâb miktârı veya daha çok geçince, her sene ele geçenin kırkta biri hemen verilir. (İbn-i Âbidîn)

    Deyn-i Zaîf:
    Mîrâs ve mehr malları.
    Deyn-i zaîf, nisâb hesâbına katılır. Nisâb miktârı malı teslim aldıktan bir yıl sonra yalnız o yılın zekâtı verilir. Elinde nisâb miktârı mal da varsa, deynden aldığını, buna katıp, elindekinin bir yılı tamam olunca, aldığının zekâtını da birlikte ve rir. Bunun için ayrıca bir yıl beklemez. Deyn-i kavî ve mutavassıttadan sene geçmeden önce ele geçirdiğini aynı şekilde kendisinde bulunan nisâba katarak zekâtlarını birlikte verir. İki imâma, İmâm-ı Ebû Yûsuf ile İmâm-ı Muhammed'e göre, her alacak, nisâb miktârı ise, alınan miktâr az ise de, bir yıl geçmişse zekâtı verilir. (İbn-i Âbidîn)

    DEYYÂN (Ed-Deyyân):
    Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Kıyâmet günü, herkesin dünyâda iken yaptıklarının hesâbını ve hakkını en iyi bilen ve veren.
    Ben azîm-üş-şân (şânı büyük, çok yüce) herkese mücâzât eden (karşılığını veren) deyyânım. (Hadîs-i kudsî-Sahîh-i Buhârî)
    Ben azîm-üş-şân (şânı büyük, çok yüce), melik-i deyyânım. Benim verdiğim rızkı yiyip de, bana ortak koşanlar ve bana değil de putlara ibâdet edenler nerededirler? O kimseler benim verdiğim rızık ile kuvvetlenip de bana âsî olurlar (karşı gelirler). Cebbâr (zorba kimseler) ve zâlimler (zulm edenler) nerededirler? Kibirlenen (büyüklük taslayanlar) ve öğünenler nerededirler? (Hadîs-i kudsî-Dürret-ül-Fâhire)

    DEYYÛS:
    Hanımının nâmussuzluğuna, ahlâksızlığına aldırış etmeyen, göz yuman kimse.
    Cennet, deyyûsa haramdır. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir)
    Üç kişi Cennet'e hiç girmeyecektir: Birincisi deyyûs, ikincisi, kendisini erkeklere benzeten kadınlar. Üçüncüsü, içki içmeye devâm edenler. (Hadîs-i şerîf-Zevâcir) Hayâsızlık pek çoğalır, deyyûs lara kalır meydan İnsanların en alçağı, Moskova'da okur ferman
    (M. Sıddîk bin Saîd)

    DİN:
    Allahü teâlânın insanları dünyâ ve âhirette râhat, huzûr ve seâdete (mutluluğa) kavuşturmak için peygamberleri vâsıtasıyla bildirdiği yol, emirler ve yasaklar.
    Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
    Doğrusu Allah indinde (katında) makbûl olan din İslâm'dır. Kendilerine kitâb verilenler (hıristiyanlar ve yahûdîler) kendilerine ilim geldikten (İslâm dînini bildikten) sonra aralarındaki çekememezlik, kin ve düşmanlıktan dolayı (onun hakkında) ihtilâfa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah, hesâbı pek çabuk görendir. (Âl-i İmrân sûresi: 19)
    ... Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim (dîninizin hükümlerini tamamladım), üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve din olarak da İslâm dînini (verip ondan) hoşnut oldum... (Mâide sûresi: 3)
    Size gönderdiğim İslâm dîninden râzıyım (yâni bu dîni kabûl edenlerden, bu dînin emir ve yasaklarına tâbî olanlardan râzı olurum. Onları severim). Bu dinde olmak ancak cömerdlikle ve iyi huylu olmakla tamam olur. Dîninizin tamam olduğunu her gün bu ikisi ile belli ediniz. (Hadîs-i kudsî-Taberânî)
    Muhammed aleyhisselâm bütün insanlara ve cinnîlere gönderilmiş hak peygamberdir. Dîninin hükmü kıyâmete kadar devâm edecektir. Dîni, evvel gelen ve geçen peygamberlerin dinlerinin bâzı hükümlerini nesh etmiş, hükmünü kaldırmıştır. (Süleymân bin Cezâ)
    Allahü teâlânın bildirdiği her din, iki kısımdır. Îtikâd (inanılacak hususlar) ve amel (yapılması ve kaçınılması gereken hususlar). Bunlardan îtikâd her dinde aynıdır. Îtikâd, dînin aslı ve temelidir. Din ağacının gövdesidir. Amel (iş) ise, ağacın da lları yaprakları gibidir. (Ahmed Fârûkî)
    Allahü teâlâ, ilk peygamber Âdem aleyhisselâmdan beri, her bin senede bir peygamber vâsıtası ile insanlara bir din göndermiştir. Bu peygamberlere Resûl denir. Her asırda, en temiz bir insanı peygamber yaparak, bunlar ile dinleri kuvvetlendirmiştir. R esûllere tâbi olan bu peygamberlere Nebî denir. Din işlerinde âlimlerin sözleri mûteberdir. (Abdülhakîm Arvâsî)

  10. #50

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Dinde Bid'at:
    Peygamber efendimiz ve O'nun dört halîfesi zamânında olmayıp, dinde sonradan ortaya çıkarılan bozuk inanışlar, sevap kazanmak niyetiyle yapılan ibâdetler. Dinde yapılan her türlü değişiklikler, yenilikler ve reformlar. (Bkz. Bid'at)

    DÎNÂR:
    Bir miskal (4.8 gram) ağırlığındaki altın para.
    Bir kimsenin infak edeceği (harcayacağı) en fazîletli dînâr, çoluğuna-¤¤¤¤¤¤na infâk ettiği (harcadığı) dînâr ile Allah yolunda hayvanına infâk ettiği dînâr, bir de yine Allah yolunda arkadaşlarına sarfettiği dînârdır. (Hadîs-i şerîf-Müslim)
    Allah yolunda infâk ettiğin bir dînâr, köle azâdı için infâk ettiğin bir dînâr, bir fakire sadaka olarak verdiğin bir dînâr, âilene sarfettiğin bir dînâr vardır. Bunlardan sevâbı çok olanı âilene sarfettiğindir. (Hadîs-i şerîf-Müslim)

    DİNSİZ:
    Hiç bir dîne inanmıyan, ateist. (Bkz. Ateist)
    Bir babanın, evlâdını Cehennem ateşinden koruması, dünyâ ateşinden korumasından daha mühimdir. Cehennem ateşinden korumak da, îmânı ve farzları ve harâmları öğretmekle, ibâdete alıştırmakla dinsiz ve ahlâksız arkadaşlardan korumakla olur. Bütün dinsi zliklerin ve fenâlıkların (kötülüklerin) başı, kötü arkadaştır. (İmâm-ı Gazâlî)

    DİRÂYET:
    Zekâ, bilgi, idâre kâbiliyeti.

    Dirâyet Tefsîri:
    Resûlullah'tan sallallahü aleyhi ve sellem gelen rivâyetler (açıklamalar) esas alınarak, Kur'ân-ı kerîmin lisan bilgilerine ve zamanın fen bilgilerine, aklî ilimlere göre yapılan açıklaması. Bu tefsîre ma'kul, re'y tefsîri ve te'vîl de denir.
    Dirâyet tefsîrlerinin doğruluğu, nakle uygunluğu ile anlaşılır. Tefsîr âlimleri, nakle uygun te'villeri de tefsîr olarak kabûl etmişlerdir. Nakle uymayan Dirâyet tefsîrleri, tefsîr değil, yazanın şahsî düşüncesi olur. Nitekim hadîs-i şerîfte; "Kur'ân'ı kendi görüşü ile açıklayan hatâ etmiştir" buyruldu. Bunun içindir ki, Kur'ân-ı kerîmde mânâsı açık olmayan âyet-i kerîmelerden yalnız akla güvenip, yanlış te'viller yapılarak yanlış mânâlar çıkarılması netîcesinde yetmiş iki dalâlet (bozuk) fırka ortaya çıktı. (Abdülhakîm Arvâsî)

    DİRHEM:
    İslâmiyet'ten önce ve sonra kullanılan değişik ağırlıktaki gümüş paralar.
    Bir dirhem fâiz (almak ve vermek) otuz zinâdan daha günâhtır. (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
    On dirhemlik elbisenin, bir dirhemi haram olsa, o elbise ile kılınan namazlar kabûl olmaz (namaz borcundan kurtulur fakat sevâb kazanmaz) . (Hadîs-i şerîf-Kimyây-ı Seâdet)
    Dirhem kelimesi necâset bahsinde ayrı, zekât bahsinde ayrı mânâ ifâde etmektedir. Necâsette bir miskal ile (4,8 gr.) ağırlık kasd edilirken, zekâtta tamâmen şer'î dirhem (3,365 gr.) ağırlık ifâde etmektedir. Örfî dirhem bundan daha az (3,20 gr.) ağır lıkta idi. (İbn-i Âbidîn)
    Deride, elbisede, namaz kılınan yerde dirhem miktârı veya daha çok kaba necâset yok ise, namaz sahîh olur ise de, dirhem miktârı bulunursa, tahrîmen mekrûh olur ve yıkamak vâcib olur. Dirhemden çok ise yıkamak farzdır. (İbn-i Âbidîn)

    Dirhem-i Şer'î:
    Peygamber efendimiz zamânında kullanılan (3,36) üç gram ve otuz altı santigram ağırlığındaki gümüş para.

    Dirhem-i Urfî (Dirhem-i Örfî):
    Bir memlekette kullanılması âdet olan veya hükûmetlerin kabûl ettikleri belli ağırlıktaki dirhem.
    Dirhem-i şer'îden hafîf olan dirhem-i urfîlerle zekât hesâb etmek câiz değildir. 3.365 gram ağırlığında olan dirhem-i şer'î ile hesap yapmak lâzımdır. (İbn-i Âbidîn)

Sayfa 5/7 İlkİlk 1234567 SonSon

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanıcı var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •