Teşekkur Teşekkur:  0
Beğeni Beğeni:  0
Sayfa 3/3 İlkİlk 123
29 sonuçtan 21 ile 29 arası

Konu: ^^Peygamberlerimizin Biyografileri^^

  1. #21

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Hz. YÛNUS (a.s)




    Adı Kur'ân'da geçen peygamberlerden biri.
    Soyu, Bünyamin vasıtasıyla Ya'kûb (a.s)'a ve onun vasıtasıyla de İbrâhim (a.s)'a dayanmaktadır. Bazı alimlerin naklettiğine göre, İsa (a.s) annesinin adıyla İsa b. Meryem diye anıldığı gibi, Yûnus (a.s) da annesinin adıyla Yûnus b. Matta diye anılmaktadır. (İbn Sa'd, Tabakatü'l-Kübra, Beyrut 1957, I, 55). Buhârî'nin verdiği bilgiye göre ise, bu görüş yanlıştır. Aslında Matta, Yûnus (a.s)'ın annesinin değil, babasının adıdır. Yani Yûnus (a.s), Yûnûs b. Matta diye anılınca, babasının adıyla anılmış olur (ez-Zebîdî, Sahihi Buhârî Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi ve Şerhî, trc: Kamil Miras, Ankara, 1971, IX, 152).

    Yûnus (a.s)'ın Ya'kub (a.s)'ın torunlarından olduğu, Kur'ân'da şöyle haber veriliştir:

    "Nûh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Nitekim İbrâhim'e, İsmail'e, İshâk'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harûn'a, Süleyman'a da vahyetmiş ve Davud'a da Zebûr'u vermiştik" (en-Nisâ, 4/163).

    Bu âyette ifâde edildiği gibi İsâ (a.s), Eyyûb (a.s), Harun (a.s) ve Süleyman (a.s)'da Yunus (a.s) ile aynı soydan, Yakub (a.s)'ın torunlarındandırlar.

    Yûnus (a.s)'ın nüfusu yüz bini aşkın bir şehrin halkına uyarıcı ve tevhide çağrıcı bir peygamber olarak gönderildiği, Kur'ân'da şöyle geçmektedir:

    "Ve onu yüz bin insana, ya da daha fazla olanlara peygamber gönderdik" (es-Saffat, 37/147).

    O'nun peygamber olarak gönderildiği bu yerin Ninova şehri olduğu nakledilmiştir. Ninova şehri, Dicle nehrinin kıyısında, şimdiki Musul'un yerinde bulunmaktaydı. Bu beldenin insanları küfrün içinde bulunuyorlardı ve putlara tapmakta idiler. Yûnus (a.s) onları küfürden ve putperestlikten nehyetmek bir de onlara, küfürlerinden dolayı tevbe etmelerini, Yüce Allah'ın varlığına ve birbirine inanmalarını emretmek üzere gönderilmişti (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire, t.y., V, 126; et-Taberî, Tarih, Mısır 1326, II, 42).

    Yûnus (a.s)'ın adı, Kur'ân'ın çeşitli yerlerinde geçmekle berâber, Kur'ân'daki sûrelerden birine isim olarak verilmiştir. Kur'an'ın onuncu sûresinin adı, Yûnus sûresidir.

    Yûnus (a.s) milletini otuz üç yıl Allah'a imân etmeye, küfürden kurtulmaya davet etti, tebliğde bulundu ve peygamberlik vazifesini yerine getirdi. Ancak sadece iki kişi ona imân etti (İbn Esir, el-Kâmil, Beyrut 1965, I, 360; Sahihi Buhâri ve Tecridi Sarih Tercümesi, IX, 152).

    Milletinin bu şekilde küfürde direnmesi ve imâna gelmemesi, Yûnus (a.s)'ın zoruna gitti. Yüce Allah onun bu kızgınlığını ve bunun neticesinde milletini terketmeye kalkışmasını şöyle haber vermiştir:

    "Zünnûn (Yûnus)'a gelince, o, öf keli bir halde geçip gitmişti. Bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihâyet karanlıklar içinde; "Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!" diye niyaz etti." (el-Enbiyâ, 21/87).

    Bu âyette Yûnus (a.s)'dan Zünnûn diye bahsedilmiştir. Zünnûn, balık sahibi demektir. Kur'ân'ın başka bir yerinde de, Yûnus (a.s) bu lakabla anılmıştır:

    "Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi (Yunus) gibi olma. Hani, o dertli dertli Rabbine niyaz etmişti" (el-Kalem, 68/48).

    Hem bu âyette hem de yukarıdaki âyette Yûnus (a.s)'ın sabretmemesine, Allah'ın emri olmadan milletini terketmeye kalkışmasına işâret edilmiştir. Onun bu hali üzerine, Yüce Allah şöyle buyurmuştu:

    "O halde, peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sen de sabret" (el-Ahkâf, 46/35).

    Allah'ın müsaadesi olmadan Yûnus (a.s)'ın ayrılmaya kalkışması, iyi netice vermemişti. Ninova'dan ayrılmak için bir gemiye binmişti. Geminin batmaya yüz tutması üzerine, hafiflemesi için yolculardan birinin suya atılması gerekti. Kimin suya atılacağını tesbit için kur'a çekildi ve kur'a Yûnus (a.s)'a isâbet etti. Bu durum kur'ân'da şöyle haber verilmiştir:

    "Gemide onlarla karşılıklı Kur'a çektiler de yenilenlerden oldu" (es-Saffat, 37/141).

    İşin daha acısı, Yûnus (a.s) denize atıldıktan sonra bir balık onu yutmuştu. Yüce Allah Kur'ân'da onun bu durumunu şöyle haber vermiştir:

    "Yûnus, (Rabbinden izinsiz olarak kavminden ayrıldığı için) kendisi kötülüklerken, onu bir balık yuttu" (es-Saffat, 37/142).

    Burada Yûnus (a.s) hatasını anlamış ve nefsini kınamaya başlamıştı. Balığın karnındaki karanlıklarda:

    "Senden başka ilâh yoktur. Sen eksikliklerden uzaksın, yücesin. Ben zalimlerden oldum!" (el-Enbiyâ, 21/87) diye dua etmeye ve Allah'a yalvarmaya başladı. Bu şekilde imân ve inançla Allah'a sığınması neticesinde, Yüce Allah onu affetmişti (el-Maverdî, en-Nuketu ve'l-Uyûnu, Beyrut 1992, III, 465 vd). Yûnus (a.s)'ın duasının kabul edildiği ve Allah tarafından bağışlandığı, Kur'ân'da şöyle dile getirilmiştir:

    "Biz de onun duasını kabul ettik ve onu tasadan kurtardık. İşte biz, insanları böyle kurtarırız" (el-Enbiyâ, 21/88).

    "Eğer tesbih edenlerden olmasaydı, (insanların) yeniden diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı" (es-Saffat, 37/143, 144).

    Gücü her şeye yeten Yüce Allah, balığın karnındaki Yûnus (a.s)'ı öldürmedi. Bir süre sonra balık onu ağzı ile sahile bırakmıştı. Onun kurtuluş ve daha sonraki hafi, Kur'ân'da şöyle haber verilmiştir:

    "(Ama balığın karnında bizi andı, tesbih etti), biz de onu hasta bir halde ağaçsız, boş bir yere attık ve üzerine (gölge yapması için) kabak türünden bir ağaç bitirdik" (es-Saffat, 37/145, 146).

    Yûnus (a.s)'ın Allah tarafından affedilmesi ve büyük bir tehlikeden kurtarılması, Kur'ân'ın başka bir yerinde dile getirilmiştir:

    "Sen Rabb'inin hükmüne sabret, balık sahibi (Yûnus) gibi olma. Hani o, sıkıntıdan yutkunarak (Allah'a) seslenmişti. Eğer Rabb'inden ona bir nimet yetişmeseydi, yerilerek çıplak bir yere atılırdı. Fakat (böyle olmadı), Rabb'i onun duasını kabul etti de onu salihlerden kıldı" (el-Kalem, 68/8, 49, 50).

    Yûnus (a.s)'ı bu sıkıntılardan kurtaran Yüce Allah, onun milletine de neticede hidâyeti nasib etti. Onlar da sonunda Allah'a imân edip tevhid'e sarıldılar. Onların tevbe edip hakka dönüşlerini ifâde eden âyetin meâli şöyledir:

    "İnandılar, biz de onları bir süreye kadar geçindirdik" (es-Saffat, 37/148).

    Yûnus (a.s)'ın milletinin bu şekilde tevbe etmeleri, küfürden dönüp Allah'a inanmaları, Allah tarafından övülmüş, methedilmiştir:

    "Keşke (azabı gördükten sonra) inanıp da, inanması kendisine fayda veren bir memleket olsaydı! (Azabı gördükten sonra inanmak, hiç bir memlekete yarar sağlamamıştır). Yalnız Yûnus'un kavmi, (azab henüz inmeden önce) inanınca, dünya hayatında onlardan re*****k azabını kaldırmış ve onları bir süre daha yaşatmıştık" (Yûnus, 10/98).

    Yûnus (a.s)'ın faziletli bir insan olduğu, Yüce Allah tarafından şöyle haber verilmiştir:

    "İsmâil, el-Yesa', Yunus ve Lut'a da (yol gösterdik). Hepsi iyilerden idiler" (el-En'âm, 6/86).

    Hz. Muhammed (s.a.v) de onu şöyle övmüştür:

    "Her kim ben Yûnus b. Mattâ'dan hayırlıyım derse, yalan söylemiştir" (Buhârî, Tefsiru süre 6, 4).

    Yûnus (a.s) da, diğer peygamberler gibi, insanları küfrün şerrinden nehyetmiş ve Allah'a imân etmeye davet etmiştir. İnanan insanlar için, onun hayatından alınacak çeşitli ibretler vardır.

  2. #22

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Hz. ZEKERİYYA (a.s)



    Kur'ân'da adı gelen peygamberlerden biri. Soyu Dâvud (a.s)'a dayanmaktadır. Kur'ân'da anılan duâlarından (Meryem, 16/6) anlaşıldığına göre, soyu daha sonra Yâkub (a.s)'a varmaktadır (el-Kurtubî, Ahkâmu'l-Kur'ân, Kahire 1967, XI, 82; er-Razî, Mefâtihu'l-Gayb, Mısır 1937, V, 769).
    Zekeriyya (a.s) İsrâiloğullarının peygamberi olduğu gibi, aynı zamanda onların bilgini, reisi ve müşaviri yani danışmanı idi (es-Sa'l-ebî, el-Arais, 1951, 372).

    Onun hakkında çeşitli âyet ve hadisler vardır. Ebû Hureyre'nin naklettiğine göre, Hz. Muhammed (s.a.s);" "Zekeriyya (a.s) marangoz idi"(Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, Mısır, 1954, II, 405) diyerek O'nun elinin emeği ile geçinen bir sanat ehli olduğunu haber vermiştir.

    Zekeriyya (a.s)'ın hanımı İsa (a.s)'ın annesi Meryem'in teyzesi İşâ idi. Zekeriyya (a.s) da, Meryem'e bakmakla meşgul oluyordu. O'na Beyt-i Makdis'te bir yer yapmıştı. O'nun odasına her girdiğinde, yanında kış mevsiminde yaz meyvesini ve yaz mevsiminde de kış meyvesini buluyordu. Zekeriyya (a.s), "Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?" diye sorunca, Meryem, "Allah tarafındandır." diye cevap veriyordu (el-Kurtubî, Ahkâmu'/-Kur'ân, IV, 69 vd).

    Zekeriyya (a.s) Hz. Meryem'in yanında böyle yaz mevsiminde kış meyvesini ve kış mevsiminde de yaz meyvesini görünce, Meryem'e bu nimetleri veren, buna gücü yeten yüce Allah, eşimin yaşı geldiği halde, bize hayırlı bir evlat verebilir şeklinde düşündü ve hayırlı bir evladın olması için Allah'a gizlice şöyle dua etti:

    "Rabbim! Gerçekten kemiklerim zayıfladı, saçlarım ağardı, Rabbim!.Sana yalvarmaktan dolayı herhangi bir şeyden mahrum kalmadım. Doğrusu, benden sonra yerime geçecek yakınlarımın iyi hareket etmeyeceklerinden korkuyorum. Karım da kısırdır. Katından bana bir oğul bağışla ki, bana ve Yâkub oğullarına mirasçı olsun! Rabbim! O'nun, senin rızanı kazanmasını da sağla!" (Meryem,19/4,5,6)

    "Ya Rabbi! Bana kendi katından temiz bir soy bahşet!" (Âlu İmrân, 3/38)

    "Rabbim! Beni tek başıma bırakma! Sen varislerin en hayırlısısın" (el-Enbiyâ, 21/89).

    Gücü her şeye yeten Yüce Allah, Zekeriyya (a.s)'ın duâsını kabul etti ve O'na bir erkek evlad vereceğini müjdeledi:

    "Ey Zekeriyya! Sana Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik" (Meryem, 19/7).

    "Mihrabda namaz kılmaya durduğu sırada, hemen melekler ona şöyle seslendi: "Haberin olsun! Allah sana Yahya adlı çocuğu müjdeliyor. O, Allah'tan gelen bir kelimeyi (İsâ'yı) tasdik edecek, milletinin efendisi olacak, nefsine hakim bulunacak ve salihlerden bir peygamber olacaktır" (Âlu İmrân, 3/39).

    Zekeriyya (a.s), Allah'ın verdiği bu müjdeye şaştı, hayret etti. Çünkü kendisi de hanımı da hayli yaşlı idiler. "Rabbim! Karım kısır, ben de son derece kocamışken nasıl oğlum olabilir?" (Meryem, 19/8) diyerek, bu ilginç müjde karşısında hayretini dile getirdi.

    Yüce Allah ona şöyle cevap verdi:

    "Rabbin böyle buyurdu. Çünkü bu bana kolaydır. Nitekim sen yokken, daha önce seni yaratmıştım" (Meryem, 19/9).

    Kur'ân'ın başka bir yerinde bu durum şöyle haber verilmiştir:

    "Zekeriyya'nın duasını kabul edip kendisine Yahya yı bahşetmiş, eşini de doğum yapacak hale getirmiştik. Doğrusu onlar iyi işlerde yarışıyorlar, korkarak ve umarak bize yalvarıyorlardı. Bize karşı gönülden saygı duyuyorlardı" (el-Enbiya, 21/90).

    Yüce Allah'ın bu güzel müjdesine son derece sevinen Zekeriyya (a.s)

    "Rabbim! Öyle ise bana bir alamet var, dedi" (Meryem, 19/10). Allah ona şu cevabı verdi:

    "Alâmetin; üç gün, işaretten başka şekilde insanlarla konuşmamandır. Rabbını çok an, akşam sabah hamdet!" (Âlu İmrân, 3/41).

    Gün oldu, Zekeriyya (a.s)'ın nutku tutuldu. Mihrabdan çıktı ve milletine: "Sabah-akşam Allah'ı tesbih edin! diye işârette bulundu" (Meryem, 19/11).

    Zamanı gelince, Zekeriyya (a.s)'ın oğlu Yahya (a.s) dünyaya geldi.

    Yukarıda görüldüğü gibi, Zekeriyya (a.s) ile ilgili olarak zikredilen âyetlerin çoğu, dua mahiyetindedir. O, çok dua eden, Allah'ın emir ve yasaklarına riayet ederek tam bir teslimiyet içinde yaşayan Yüce bir peygamberdi. Allah: "Zekeriyyâ, Yahyâ, İsa ve İlyas'a da (yol göstermiştik). Hepsi iyilerden (idi)ler" (el-En'âm, 6/85) diyerek onu şahit peygamberlerle birlikte anmıştır.

    Zekeriyya (a.s) bu şekilde ömrünü ibâdetle geçirdi. Daima insanları Yüce Allah'a inanmaya ve O'nun yolunda yürümeye cağırdı. fakat azmış olan, küfre dalan ve önünü görmeyecek kadar gözü dönenler, onu şehid ettiler (Taberî, et-Tarih, Mısır 1326, II, 16; Ahmet Cevdet Paşa, Kısus-r Enbiyâ, İstanbul 1966, I, 41).

  3. #23

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Hz. YAHYA (a.s)


    Kur'an'da adı geçen peygamberlerden biri. Yüce Allah tarafından, Kur'an'da: "Ey Zekeriyya! Sana Yahya isminde bir oğlanı müjdeliyoruz. Bu adı daha önce kimseye vermemiştik" (Meryem, 19/7) ayeti ile haber verildiğine göre; Yahya (a.s.), Zekeriya (a.s)'ın oğlu idi. Kendisine Yahya adı da, Allah tarafından verilmişti.
    Yahya (a.s)'nın yüzü güzel, kaşları çatık, saçları seyrek, burnu uzun, sesi ince ve parmakları kısa idi. O, İsâ (a.s)'dan altı ay önce dünyaya gelmişti. Yani Isâ (a.s)'dan altı ay büyüktü. Dolayısıyla, Musa (a.s)'nın şeraitiyle amel eden peygamberlerin sonuncusuydu.

    Daha küçük yaşta iken, kendisine hikmet verilmişti. Yaşıtı olan çocuklar kendisine: "Ey Yahya! Bizimle gel, oynayalım" dedikleri zaman:

    "Ben, oyun için yaratılmadım" derdi (es-Sa'lebî, el-Arais, Mısır 1951, 375 vd.).

    Onun küçüklüğünden itibaren böyle temiz, saygılı ve ibâdet ehli olduğu, Kur'an'da şöyle haber verilmiştir:

    "(Ona çocukluğunda): Ey Yahyâ! Kitabı, kuvvetle tut! (dedik). Henüz çocuk iken, ona, hikmet'i verdik (Tevrat'ı öğrettik). Tarafımızdan (ona) bir kalb yumuşaklığı ve (günahlardan) temizlik (verdik). O, çok muttaki idi. Anasına ve babasına itaatlı idi, bir serkeş ve asi değildi. Dünyaya getirildiği günde, öleceği gün de, diri olarak (kabrinden) kaldırılacağı gün de, ona, selâm olsun!" (Meryem, 19/12, 13, 14, 15).

    Bu ayetlerde görüldüğü gibi Yüce Allah, Yahya (a.s)'nın çeşitli güzel vasıflarını haber vermiş ve onu selamla anmıştır. Bu, onun doğduğunda, vefat ettiğinde ve ahiret gününde Allah'ın himâyesinde bulunduğunu ifâde etmektedir. Her insanın başına geleceği kesin olan bu üç yalnızlık ve korku günlerinde Allah'ın selâm ve esenliği içinde olmak, ne büyük bir bahtiyarlıktır. Bu üç durumda Allah'ın himayesinde bulunmak, bir nevi devamlı bir şekilde Allah'ın himayesinde bulunmak demektir (Muhammed Ali es-Sabûnî, Safvetu't-Tefâsîr, İstanbul 1987, II, 213).

    Yahya (a.s) Allah'ın emrettiği gibi kitabı kuvvetle tuttu. Önce Tevrat'a ve daha sonra İncil'e uygun hareket etti. Bu mukaddes kitapların hükümlerinin milleti tarafından yaşanması için çalıştı. Hz. Muhammed (s.a.v) onun bu mücâdelesi hakkında şöyle buyurdu:

    "Yüce Allah, Zekeriyya (a.s)'nın oğlu Yahya (a.s) ya, hem kendisi amel etmek, hem de amel etmeleri için İsrail oğullarına emretmek üzere, beş kelime emretmişti. Kendisi bu hususta biraz ağır ve yavaş davranınca, İsâ (a.s) ona:

    -Sen, hem kendin amel etmek hem de amel etmelerini İsrâil oğullarına emretmek üzere, beş kelime ile emrolunmuştun. Bunu İsrail oğullarına ya sen tebliğ edersin, ya da ben tebliğ ederim, deyince, Yahya (a.s):

    -Ey kardeşim! Sen bu vazifeyi yerine getirmekte beni geçersen, ben azaba uğramamdan veyâ yere batırılmamdan korkarım, dedi ve hemen İsrâil oğullarını Beytü'l-Makdis'te topladı. Beytü'l-Makdis, İsrail oğulları ile doldu. Yahya (a.s) yüksek bir yere oturarak Allah'a hamd ve senada bulunduktan sonra şöyle dedi:

    -Yüce Allah, bana, hem kendim amel edeyim, hem de amel etmenizi size emredeyim diye beş kelime emretti. Onların ilki, Allah'a hiç bir şeyi Şerik koşmaksızın, O'na ibâdet etmenizdir. Bunun misâli, öz malı olan altın veya gümüşle bir köle satın alıp çalıştıran bir adama benzer ki, köle çalışmasının kazancını, efendisinden başkasına ödüyordur. Hanginiz, kölesinin böyle davranmasına sevinir, razı olur? Hiç kuşkusuz, sizi yüce Allah yarattı ve rızkınızı vermektedir. Öyle ise Allah'â, hiç bir şeyi şerik koşmaksızın, ibâdet ediniz.

    Allah namaz kılmanızı size emretti. Namaza durduğunuzda, yüzünüzü sağa sola çevirmeyiniz. Şüphe yok ki Yüce Allah, kulu, yüzünü başka tarafa çevirmedikçe, hep ona yöneliktir.

    Allah size oruc'u emretti. Bunun misâli, yanında misk kesesi olduğu halde, bir topluluk içinde bulunan ve hepsi ondaki misk kokusunu duyan bir kimseye benzer. Hiç şüphesiz oruçlunun ağzının kokusu, Allah'ın katında misk kokusundan daha güzeldir.

    Allah size sadakayı emretti. Bunun misâli, düşmanın esir edip elini boynuna bağladıkları ve boynunu vurmak üzere yaklaştırdıkları bir kimseye benzer ki o, "canımı elinizden kurtarmak için size bir fidye, kurtulmalık versem, olmaz mı?" diyerek kendisini onlardan kurtarıncaya kadar, az çok kurtulmalık akçesi öder durur.

    Allah size Allah'ı çok zikretmenizi, anmanızı da emretti. Bunun misâli, düşmanın süratle kendisini takib ettiği bir kimseye benzer ki, sağlam bir kaleye gelip onun içine sığınmıştır. İ,îte kul da, Allah'ı zikir ile meşgul oldukça, şeytandan böyle korunur" (et-Tirmizî, es-Sünen, el-Emsâl, 3; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, IV, 202).

    Bu hadiste görüldüğü gibi tevhid inancı, namaz, oruç, zekât ve zikir gibi ibâdetler, yalnız Hz. Muhammed (s.a.v)'in ümmetine mahsus ibâdetler değildir. Daha önceki peygamberlerin de ümmetlerine emrettiği ibâdetlerdir.

    Yahya (a.s)'da, babası Zekeriyya (a.s) gibi milleti tarafından şehid edildi (Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971, I, 421).

  4. #24

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Hz. İSA (a.s)


    Kur'an-ı Kerîm'de adı geçen ve İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden. Hz. İsa (a.s) batılı tarihçilere göre miladi yıldan dört veya beş sene kadar önce doğmuştur.
    Yine batılı tarihçilere göre Hz. İsa (a.s) Romalıların elinde bulunan Yahudiye'de Romalılardan Tiberius iktidarı döneminde otuz yaşlarına doğru peygamberliğini insanlara bildirdi. Önce Celile'de sonra Kudüs'te insanları hak dine davet etti. Yahudilerin dinini ikmal onların dine kattıklarını düzeltmek için gönderilen Hz. İsa (a.s) kendisine indirilen İncil adlı kutsal kitapta bunu şöyle anlatır: "Ben yok etmeğe değil, tamamlamaya geldim." Hz. İsa (a.s), yahudilerin tahrif ettiği Eski Ahid'i onların anlayışından kurtarmaya, Hz. Musa (a.s)'ın getirdiği akideyi yerleştirmeye ve yahudilere daha önce bildirilen zahmetli bazı ilahi kanunları hafifletmeye çalıştı.

    Memleketi Celile'de Genaseret gölü kıyısında ilk vaaz ve tebliğlerini bildiren Hz. İsa daha sonra Kudüs'e gitti. Yahudiler Hz. İsa'yı, dönemin Romalı Kudüs valisi Pontus Pilatus'a şikayet ettiler. Havarilerin içinde Yahuda isimli birisi Hz. İsa'ya ihanet etti ve Hristiyanların inancına göre Hz. İsa çarmıha gerilerek öldürüldü. Kur'an-ı Kerîm'de ise hadise şöyle anlatılmaktadır: "Halbuki onlar İsa'yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı" (en-Nisa, 4/156). Rivayete göre Hz. İsa'ya ihanet eden Yahuda, Romalılar tarafından isa (a.s.) zannedilerek asılmıştır.

    İsa (a.s); orta boylu, kırmızıya çalar beyaz benizli, dağınık, düz saçlı idi. Saçını uzatır, omuzları arasına salardı. Geniş göğüslü, küçük yüzlü çok benli idi: Sırtına yün elbise, ayağına ağaç kabuğundan yapılmış sandal giyer, çoğu zaman da yalınayak yürürdü.

    Kendisinin geceleri varıp barınacağı bir evi, ev eşyası ve zevcesi yoktu. Hiç bir şeyi yarın için biriktirip saklamazdı. İsa (a.s) dünyadan yüz çevirir, ahireti özler, Allah'a ibadete koyulurdu. Yeryüzünde nerede güneş batarsa orada konaklar iki ayağının üzerinde namaza durur; gece namaz gündüz de oruç ile günlerini geçirirdi (M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, II. 334, 335). İsa (a.s) göğe kaldırıldığı zaman, yün bir kaftan, bit çift mesti, bir de deri dağarcıktan başka bir şey bırakmamıştı (Abdurrezzak, Musannef, XI, 309).

    Kur'an-ı Kerîm'e göre Hz. İsa (a.s)'ın annesi Hz. Meryem'dir. Meryem (a.s), yine Kur'an'da ismi geçen dört seçkin aileden biri olan İmrân ailesinden idi. Hz. Meryem, Zekeriya (a.s)'ın koruması ve gözetim altındaydı. Meryem, Beytü'l-Makdis'te, doğu tarafta özel bir bölmeye yerleştirilmişti. Zekeriya (a.s), Meryem'in yanına geldikçe orada, rızkını ve yiyeceğini hazır görürdü. Hz. Meryem, Beytü'l Makdis'te zikirle, ibadetle hayatını geçiriyordu. İşte bu sırada Allah, ona bir beşer sûretiyle Cebrail'i gönderdi. bu durum, Kur'an-ı Kerim'de şu şekilde anlatılır: "Meryem dedi ki; ben senden Rahman'a sığınırım. Eğer O'ndan korkuyorsan bana dokunma! O da, ben, temiz bir oğlan bağışlamak için Rabbının sana gönderdiği elçiden başkası değilim, dedi. Meryem; bana bir insan temas etmemişken, ben kötü kadın olmadığım halde nasıl oğlum olabilir? dedi. Cebrail, bu böyledir; çünkü Rabbın, "bu bana kolaydır, onu insanlar için bir mucize ve katımızdan da bir rahmet kılacağız," diyor, dedi. İş olup bitti. Böylece Meryem, İsa'ya gebe kalarak bir köseye çekildi. Doğum sancıları başladı ve başına gelen bu hadiseden dolayı çok üzülerek, keşke bundan önce ölseydim de unutulup gitseydim, dedi" (Meryem, 19/1 8-23).

    Cebrail, Meryem (a.s)'e, babasız doğuracağı çocuğun özelliklerini ve mücadelesini haber vermiş, Meryem'i teselli etmiş ve ayrılıp gitmişti. Hz. Meryem'in kendisini Allah'a ibadete verdiğini ve onun tertemiz bir kadın olduğunu bilenler de bilmeyenler de bu duruma hayret etmiş ve doğumun bu şekilde nasıl olabileceği tartışmasına girmişlerdi. Hz. Meryem ise olayı, çocuğa sormalarını işaret etmişti. Fakat "Onlar, biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz? dediler. Çocuk, ben şüphesiz Allah'ın kuluyum. Bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım, beni mübarek kıldı. Yaşadığım sürece namaz kılmamı ve zekât vermemi, anneme iyi davranmamı emretti. Beni bedbaht bir zorba kılmadı. Doğduğum gün de, öleceğim gün de, dirileceğim gün de, bana selâm olsun, dedi" (Meryem, 19/23-33).

    İsa (a.s)'ın babasız olarak mucizevî bir şekilde doğuşu, Allah'ın dilemesinden ibaretti. Hatta Allah katında, oluş itibariyle Adem (a.s) ile İsa (a.s) arasında fark yoktu. Nitekim ayet-i kerimede, durum şu şekilde izah edilir: "Gerçekten İsa'nın babasız dünyaya geliş hâli de Allah katında Adem'in hâli gibidir. Allah, Âdem'i topraktan yarattı, sonra da ona ol dedi; o da hemen (insan) oluverdi" (Âlu İmrân, 3/59).

    İsa (a.s) otuz yaşında iken peygamberlik görevi aldığında, hemen İsrailoğullarına durumu bildirdi. İsa (a.s)'nın çağrısına kulak tıkayan ve ellerindeki Tevrat'ı tahrif edip pek çok değişiklikler yapan İsrailoğulları, Hz. İsa (a.s)'a inanmadılar. Ayrıca Allah, Hz. İsa'nın risâletini destekleyen mucizelerde gösteriyordu. Kur'an-ı Kerim'de zikri geçen mucizeleri şunlardır: İsa (a.s) nın, çamurdan kuş biçiminde bir heykel yapması ve onu üfleyince kuş olup uçması, ölüleri diriltmesi; anadan doğma körleri ve alaca hastalığına tutulmuş olanları tedavi etmesi; gökten sofra indirmesi (el-Mâide, 5/110-115); Havarîlerin ve diğer arkadaşlarının evlerinde ne yediklerini ve neler sakladıklarını söyleyerek gaybdan haber vermesi (Âlu İmrân, 3/49).

    İsrailoğulları, İsa (a.s.)'ı ve ona tâbi olanları durdurmak için pek çok yol denediler; sonunda Hz. İsa'yı öldürmeğe karar verdiler. Ancak Allah, onların planlarını etkisiz hâle getirdi. Yahudiler, İsa (a.s.)'a benzeyen birini yakalayıp astılar ve "Meryem oğlu İsa Mesih'i öldürdük" dediler (en-Nisâ, 4/157). Öte yandan Kur'an-ı Kerîm, asıl durumu şu şekilde açıklar: "Halbuki onlar İsa'yı öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı. Ayrılığa düştükleri şeyde, doğrusu şüphededirler. Onların bu öldürme olayına ait bir bilgileri yoktur. Ancak kuru bir zan peşindedirler. Kesin olarak onu öldürmediler, bilakis Allah, onu kendi katına yükseltti. Allah güçlüdür, hâkimdir" (en-Nisâ, 4/157-158).

    İsa (a.s) ayette de belirtildiği gibi, öldürülmeden göğe yükseltilmiştir. Mezarı dünyada değildir. Ayrıca Mi'rac'da, peygamberimiz kendisini görmüştür. Hz. İsa, göğe yükselmeden önce, havârîlerine ve tüm insanlığa şu müjdeyi vermişti: "Ey İsrailoğulları! Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan, Tevrat'ı doğrulayan ve benden sonra gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah'ın size gönderilmiş bir peygamberiyim" (es-Saf, 61/6).

    Hz. İsa (a.s) göğe çekildiği sıralarda kendisine inananların sayısı çok azdı. Daha sonra bir ara Hz. İsa'nın getirdiği inancı kabul edenler çoğaldı ise de, sonunda Hristiyanlar da İsrailoğulları gibi yoldan çıktı ve pek çok yanlışlıklara saptılar. Bugün, Hıristiyanların sahip oldukları teslis inancı, İsa (a.s)'nın göğe yükseltilmesinden hemen sonra ortaya çıkmıştır.

    İsa (a.s)'ın annesi Hz. Meryem Hz. İsa'nın göğe çekilmesinden sonra altı sene kadar daha yaşamış ve ölmüştür (Hakim, Müstedrek, II, 596).

    Hz. İsa (a.s)'a dört büyük ilâhi kitaptan biri olan İncil verilmiştir. Kur'an-ı Kerîm'de İncil'in Hz. İsa'ya verilişi ile ilgili şu bilgiler vardı: "Arkalarından da izlerince Meryem oğlu İsa'yı Tevrat'ın bir tasdikçisi olarak gönderdik; ona da bir hidâyet, bir nur bulunan İncil'i, ondan evvelki Tevrat'ın bir tasdikçisi ve sakınanlara bir hidâyet ve öğüt olmak üzere verdik" (el-Mâide, 5/11). Ancak bu İncil de Tevrat gibi tahrifata uğramış: tır. Bununla birlikte Allah Teâlâ tarafından son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirilen Kur'an-ı Kerîm, Zebur, Tevrat ve İncil'in hükümlerini ve geçerliliklerini ortadan kaldırmıştır. Hz. İsâ İslâm âlimlerinin çoğunluğuna göre cisim ve ruhuyla göğe yükseltilmiştir. Kıyamet vaktine yakın yeryüzüne inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve İslâm şeriatıyla hükmedecektir (bk. Buhârî, Buyu', 102).

    Hz. İsa bedeniyle göğe yükseltildiğinden, Kur'an-ı Kerim'de bildirilen "ölümden evvel" (en-Nisa, 4/159) ve "öleceğim güne ve diri olarak ba's edileceğim güne" (et-Tevbe, 9/34) mealindeki ayetler Hz. İsa'nın nüzûlünden sonraki ölümünü anlatır. Hz. İsa gökten Arz-ı Mukaddes'e inecek, elinde bir kargı olacak; Afik denilen bir yerde ortaya çıkacak ve Kargı ile Deccâl'ı öldürecek ve sabah namazında Kudüs'e gelecektir. İmam kendi yerini ona vermek isteyecek fakat o İmâm'ın gerisinde Hz. Peygamber (s.a.s)'ın şeriatına uygun olarak namazını kılacaktır. Sonra domuzu öldürecek ve haçı kıracak, sinagoglar ve kiliseleri yıkacak ve kendisine iman etmeyen bütün hristiyanlarla savaşacaktır.

    Hz. İsa nüzûlünden sonra kırk sene daha yaşayacak, öldüğünde müslümanlar namazını kılacak ve İslâm dinine uygun olarak gömülecektir.

  5. #25

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Hz. MUHAMMED (s.a.s)


    Hak din olan İslâm'ın son peygamberi (Hicretten önce 53-H.11/571-632).
    Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği:

    İnsanlığı hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini sağlamak üzere Allah Teâlâ tarafından gönderilen peygamberlerin sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle kabul edildiğine göre 20 Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi günü Mekke'de doğdu. İslâm tarihi kaynakları, Hz. Peygamber'in nesebi ta Hz. Adem'e kadar sıralanan Şecere tabloları ile belirlemişlerdir. Bu kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atası olan Adnan'a kadar ittifak edilmiş, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde bazı farklılıklar ortaya çıkmıştır. Ama O'nun Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail soyundan olduğunda şüphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar Rasûlullah'ın şeceresi şöylece sıralanır: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. En-Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizâr b. Me'add b. Adnan.

    Hz. Peygamber'in doğumundan iki ay kadar önce babası Abdullah, ticarî bir seferden dönüşünde Yesrib (Medine)'de vefat etmişti. Annesi Amine, Kureyş Kabilesinin kollarından Benû Zühre'nin reisi Vehb b. Abdümenaf'ın kız idi. O sıralarda Mekke eşrafı, çocuklarını çölde bir süt anneye vererek emzirme âdetine sahip oldukları için Hz. Peygamber, kendi annesi Amine tarafından ancak bir kaç kez emzirilmiş, süt anneye verilinceye kadar da amcası Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe, O'na süt annelik yapmıştı. Daha sonra Mekke'ye komşu çöllerde yaşayan Hevâzin kabilesinin kollarından Benû Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb, uzun süre Hz. Peygamber'e süt emzirmiştir. Mekke eşrafı tarafından Mekke'nin ağır ve sıcak havası çocukların gelişimine ve sağlıklarına zararlı görülüyor; ayrıca hac münasebetiyle her kesimden insanla temas halinde bulunan Mekke'de arap dili, yabancı tesirler altında kalabildiğinden, fesahat ve belâğata önem veren Mekkeliler çocuklarının dili öğrendikleri ilk yıllarının Arapçanın saf ve bozulmamış şekliyle ve olanca fesahat ve belâgatıyla arı duru konuşulduğu badiyelerde geçmesini gerekli görüyorlardı. Bu bakımdan Araplar arasında fasih Arapçaları ile ün yapmış Benû Sa'd kabilesi arasında yaklaşık ilk iki buçuk yılını geçiren Hz. Peygamber, ileride üstleneceği ilâhî risâlet görevi için hem bedenen, hem de ruhen burada hazırlanmış oluyordu. Hz. Peygamber'in kırk yaşından itibâren yürüttüğü İslâm'a davet vazifesi, kabul etmek gerekir ki, aslında meşakkatli, yorucu, bir takım sıkıntıları olan mukaddes bir vazifedir. İşte bu yorucu ve meşakkatli görevi lâyıkıyla yerine getirebilmek için sağlam ve sıhhatli bir bünyeye sahip olmak gerekiyordu. Hz. Peygamber, böylelikle çocukluğunun ilk yıllarında Mekke'nin boğucu sıcak ve sıtmalı havasından uzaklaşmış, suyu ve havası güzel bâdiyede sağlıklı bir şekilde gelişme imkânını bulmuş oluyordu. Diğer taraftan güzel konuşmanın kitleler üzerindeki etkisi malumdur. İleride muhtelif insan kitlelerine muhâtap olacak bir peygamberin şüphesiz iyi bir dil bilgisine sahip olması ve dili, davasının uğrunda en iyi şekilde kullanması gerekiyordu. İşte bu yönlerden Hz. Peygamber henüz çocukluğundan itibâren davet faâliyeti için hazırlanıyordu. Yalnız kendisi henüz o sıralarda ileride peygamber olacağı konusunda hiç bir bilgiye sahip olmadığından, bu hazırlanma O'nun bizzat iradesi ile ve bilerek olmayıp, Cenâb-ı Hakk'ın yönlendirmesi, kontrol ve murâkabe altında tutması şeklinde cereyan ediyordu. Peygamber Efendimizin süt annesi Halime'nin yanında iken vukû bulan "Göğsünün yarılması" (Şerhu's-Sadr veya Şakku's-Sadr) olayını da yine davete hazırlık olarak değerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in göğsü, görevli iki melek tarafından yarılmış, kalbi çıkarılarak Şeytanın ve nefsin tasallut ve saptırmasından arındırılmış ve Zemzem'le yıkanarak tekrar yerine konulmuştur. Böylece Hz. Peygamber, rûhen davete hazırlanmış oluyordu.

    Şerhu's-sadr olayından sonra süt anne halime tarafından Mekke'ye getirilerek öz annesi Amine ve dedesi Abdülmuttalib'e teslim edilen Hz. Muhammed, altı yaşına kadar annesi Amine'nin yanında kaldı. Bu sıralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanına alarak Medine'deki akrabalarını ziyarete gitmişti. Bu vesile ile, altı yıl kadar önce Medine'de ölen eşinin kabrini de ziyaret etmiş olacaktı. Bir ay süren bir misafirlikten sonra Mekke'ye dönerken henüz Medine'den pek fazla uzaklaşmadan Ebvâ denilen köyde Âmine aniden rahatsızlandı ve vefat etti; oraya da defnedildi. Artık hem yetim, hem de öksüz kalan çocuğu bu yolculukta kendilerine refakat eden dadı Ümmü Eymen Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Yaşlı dede, kalben büyük bir muhabbet beslediği bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki yıl bağrına bastı. Abdülmuttalib'in temsil ettiği Hâşimoğullarının Mekke'deki itibârı ile Abdülmuttalib'in şahsî özellik, kabiliyet ve ahlâki faziletleri ve özellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal Zemzem suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup çıkarmış olması, onun Mekke'de kendisine son derece saygı duyulan, sözüne itibâr ve itâat edilen bir reis hâline gelmesini sağlamıştı. Abdülmuttalib, Kâbe duvarına bitişik olarak sırf kendisine mahsus serilen minderde ve Mekke idare meclisi hüviyetini taşıyan Dâru'n-Nedve'de Mekke halkının çeşitli problemlerini dinler ve çözüm yolları arardı. Dedesi Abdülmuttalib'in yanından hiç ayrılmayan küçük Muhammed, Dâru'n-Nedve'de yapılan idareye ve çeşitli problemlere ait müzâkerelerde de dedesinin yanında bulunuyor ve daha o yaşlarından itibaren zulmün hâkim olduğu Mekke toplumunda ortaya çıkan problemleri, insanların dinî, idârî, iktisadî, ilmî, ictimâî yönlerden nasıl bir bataklığın içinde bulunduklarını yakından görüp idrâk ediyordu.

    Hz. Peygamber sekiz yaşına geldiği zaman Abdülmuttalib aaaaen iki yaşına erişmişti ve yaşlı bünye, uğradığı hastalıklara tahammül edemeyerek bu dünyadan ayrıldı. Abdülmuttalib vefatından önce sevgili torununu oğulları arasında, Hz. Muhammed'in babası Abdullah'la ana-baba bir kardeş olan Ebû Talib'e teslim etmişti. Artık Hz. Muhammed sekiz yaşından yirmibeş yaşına kadar amcası Ebu Talib'in yanında kalmıştır.

    Gelecekte peygamber olacağı hakkında ne kendisinin ne de çevresinin kesin bir bilgisi olmadığından, tâbiîdir ki Hz. Peygamber'in bu devrelerdeki hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ancak sadece Hz. Peygamber'i değil, aynı zamanda diğer Mekkelileri de ilgilendiren bazı olaylarda Hz. Peygamber'in aldığı yer ve oynadığı rol, kaynaklarımızda tespit edilmiştir. Bu devreye ait mevcut bilgiler arasında şüphesiz önemli olanlarından birisi, Hz. Peygamber'in Râhib Bahîrâ ile karşılaşması meselesidir. Hz. Peygamber on iki yaşlarında iken amcası Ebû Tâlib ile birlikte Şam'a doğru yol alan ticarî bir kervana katılmış ve kafile Şam yakınlarında Busrâ adlı bir mevkide mola verdiği zaman buradaki manastırda bulunan Bahirâ adlı râhib, İslâm kaynaklarına göre Hz. Peygamber'deki özelliklere bakarak O'nun ileride çıkması beklenilen son peygamber olabileceği kanâatine varmıştı. Müsteşrikler bu olayı kendi yanlı bakış açıları ile ele alarak İslâm'ın doğuşunda Hristiyan rûhiyâtının etkileri olduğunu, Râhib Bahîrâ'nın dinî telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in bu dinî şuuru geliştirerek ileride İslâm'ı ortaya attığını iddia ederlerse de, İslâmiyet'in temelini oluşturan tevhid akidesi ile Hristiyanlığın temeli olan teslis * inancının aslâ bağdaşamaz bir karakterde oluşu, İslâm'ın Hristiyanlık'da mevcut teslis düşüncesini şirk olarak kabul etmesi, bu iddiânın ne derece asılsız ve gülünç olduğunun en açık delillerindendir (geniş bilgi için bkz. Bahîrâ maddesi).

    Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardından daha sonraki yıllarda diğer amcaları ile birlikte Mekke. dışına yapılan bazı ticari seferlere katılmış, muhtelif bölgelerde yaşayan insanların farklılık arzeden dinleri, örf ve âdetleri, hal ve vaziyetleri hakkında bilgi sahibi olmuştur. Peygamber Efendimizin daha sonraları İslâm'ı tebliğ ederken bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduğuna göre cereyan eden bu olayları da O'nun peygamberliğe ilmen hazırlanması olarak değerlendirmek gerekir.

    Cenâb-ı Hakk'ın kontrol ve murâkabesi, müstakbel peygamberi rûhen de davete hazırlıyor ve cahiliye döneminin her türlü şirk ve sapıklığından, kötülük ve ahlâksızlığından uzak tutuyordu. Mekkelilerin dinî bir âyini ve bayramı olan Büvâne'ye çocukluk yıllarında amca ve halalarının zorlamaları ile götürülen Hz. Muhammed, âdet üzere diğer akrabalarının yaptığı şekilde burada hazır bulundurulan bir puta tapmak içiri sıraya girdiğinde, henüz kendisine sıra gelmeden ilâhi bir ikaz ile puta tapmaktan alıkonulmuş ve olayın haşyeti içerisinde Hz. Peygamber kısa bir baygınlık geçirmişti. Bu olaydan sonra artık akrabaları O'na putlara tapmak için her hangi bir ısrarda bulunmadılar. Tabîidir ki Peygamber Efendimiz çocukluk yıllarından itibâren hayatı boyunca aslâ hiç bir puta tapmadığı gibi, onlar adına kurban kesmemiş, putlar adına kesilen hayvanların etini yememiş, onlar adına yemin etmemiş, hatta onların adını dahi ağzına almaktan hoşlanmadığını belirtmişti.

    Geçim sıkıntısı çeken amcası Ebû Tâlib'e yardımcı olmak için gençlik yıllarında Mekkelilere ücretle çobanlık yapan Hz. Muhammed, çobanlığı sırasında Mekke'nin dağdağalı, debdebeli, şirkin hâkim olduğu havasından uzaklaşarak tabiatla karşı karşıya gelmiş, bu anlarda muhakeme ve idrâk gücü gelişerek herşeyin yaratıcısı olan Cenab-ı Allah'ın varlığı ve birliğini, O'na eşler koşmanın sapıklık olduğunu iyice kavramış, karşılaştığı bir takım sıkıntı ve meşakkatler O'nu rûhen olgunlaştırmıştı. Çobanlık yaptığı günlerden birisinde sürüsünü bir çoban arkadaşına emanet ederek Mekke'de tertiplenen gece eğlencelerini seyretmek için kırdan şehire inen Hz. Peygamber, eğlence yerine gelip oturur oturmaz Cenâb-ı Hakk'ın kendisine verdiği bir uyku ile, içkilerin içildiği, oyunların oynandığı, ahlâksızlıkların yapıldığı bu işret âlemini seyretmekten dahi alıkonulmuştu. Bir başka sefer yine böyle bir eğlenceyi seyretme arzusu aynı şekilde engellenmiş; artık bir daha da Hz. Peygamber böyle bir şeye teşebbüs etmemiş, istek de duymamıştı.

    Hz. Peygamber yirmi yaşlarında iken Mekkeliler ile Hevâzin kabilesi arasında Ficâr Harbi vukû buldu. Aslında savaşabilecek bir yaşta ve güçte olmasına rağmen Hz. Peygamber bu harpte sadece savaş alanının gerisine düşen okları toplayıp amcalarına vermekle yetinmişti. Böylece genellikle cephe gerisinde bulunmasına rağmen bu olayın O'nda harp taktik ve teknikleri, sevk ve komuta gibi konularda tecrübeler oluşturduğu bir gerçektir. Peygamberliğinden sonra dahi hatırladığı zaman bir üye olarak katılmaktan şeref ve iftihar duyduğunu açıkça belirttiği Hılfü'l-Fudûl ise hemen bu savaştan sonra gerçekleşmişti. Bu vesile ile Hz. Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanımış, câhiliye toplumunda güçlünün güçsüzü nasıl ezdiğini, güç ve kuvvet karşısında zâlimlerin nasıl eriyip titrediğini örnekleriyle görmüştü.

    Yirmibeş yaşında bizzat kendisinin idare ettiği bir ticaret kervanı Hz. Muhammed'i Hz. Hatice ile karşılaştırdı ve aralarında gerçekleşen evlilik, Hz. Muhammed'in amcası Ebû Tâlib'in yanından ayrılıp yeni bir aile yuvası kurmasını sağladı. Hz. Peygamber'in bu evlilik dolayısıyla Hz. Hatice'den altı çocuğu olmuştu. Bunlardan dördü kız olup Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsüm ve Fâtıma adlarını almışlardı. Bunların dördü de babalarının peygamberliğine erişmişler ve O'na iman ederek hicret etmişlerdir. Oğulları ise Kasım ve Abdullah adını taşıyordu. Hz. Peygamber'in ilk oğlunun adı Kasım olduğu için kendisine Ebû'l-Kâsım künyesi verilmişti. Bazı kaynaklar bunlardan başka Hz. Peygamber'in Tayyib ve Tâhir adında iki oğlu daha olduğunu zikrederken, diğer bazı kaynaklar bu son iki ismin Abdullah'ın lâkabı olduğunu belirtmişlerdir. Hicretten sonra doğan oğlu İbrahim ise Mısırlı câriye Mâriye'dendir. Hz. Peygamber'in bütün erkek çocukları henüz küçük yaşlarda vefat etmişlerdi.

    Hz. Hatice ile evliliğinden sonra Peygamber Efendimiz ailenin geçimini ticaret yoluyla sağlamaya çalışmış, bazan ortaklık yoluyla, bazan müstakil olarak ticaret yapmıştı Hz. Muhammed, bu ticarî muamelelerindeki dürüstlüğü, doğru sözlülüğü, ahde vefası, âdil ve âlicenâb davranışları, herkes hakkında iyimser davranıp elinden gelen iyilik ve yardımı yapması, yoksulun, muhtacın elinden tutması, yakınlarına ve akrabalarına karşı gösterdiği ilgi, ahlâkî olgunluk ve rûhî üstünlükleri ile derhal temâyüz etmiş, çevrede herkesin güvenip itibar ettiği, sayıp sevdiği bir kişi hâline gelmişti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine "el-Emîn = güvenilir kişi" lâkabını vermişlerdi.

    Hz. Peygamber'in otuz beş yaşında iken meydana gelen Kâbe tâmiri olayı ve bu olay sırasında el-Haceru'l-Esved'in* yerine konması meselesinde Mekke sülâleleri arasında çıkan ve kanlı bir çatışmaya dönüşme temâyülü gösteren anlaşmazlığı herkesi memnun edecek bir tarzda ve âdil bir şekilde çözmesi, O'na duyulan güveni daha da artırmıştı.

    Allah'ın mukaddes evi Kâbe'nin tâmiri dolayısıyla herkeste olduğu gibi Hz. Muhammed'de de dinî duygu ve heyecanlar şüphesiz harekete geçmiştir. Bu sebeple O'nda bu yıllardan itibâren Rabbi ile başbaşa kalma arzusu görülür. Bir de buna toplum içinde işlenen haksızlıklar, zulümler, ahlâksızlıklar, din adına icrâ edilen sapıklık ve akılsızlıklar eklenecek olursa, Hz. Muhammed'in böylesi câhilî bir toplumdan kendisini uzak tutarak yalnız, sessiz, sakin bir mağarada bir süre uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi anlaşılır. Artık otuz beş yaşından itibâren Hz. Peygamber, belli zamanlarda özellikle Ramazan ayı boyunca Mekke'den uzaklaşıyor, uzlet yeri olarak kendisine seçtiği Hıra dağındaki bir mağarada günlerini geçirerek Cenâb-ı Hakk'ın varlığını, birliğini, kudret ve azametini, O'nun gücü karşısında mahlûkatın aczini ve zayıflığını düşünüyor; Rab Teâlâ'nın insanlara sonsuz nimetlerini, buna karşı insanoğlunun nankörlüğünü, onların dinî, siyasî, ictimâı, ahlâkî vs. yönlerden içerisine düştükleri kötü durumları hatırlıyordu. İşte bu uzlet,günleri Hz. Peygamber'i rûhi, ahlâkî bir olgunluğa götürdüğü gibi tefekkür ve istidlâl melekelerini geliştirerek aklî ve ilmî bir yüceliğe de eriştirdi.

    Peygamberliği ve Mekke Dönemi:

    Böylece kendisine verilecek ilâhî risâlet görevini üstlenebilecek bir seviye ve vasata geldiği bir sırada, kırk yaşında iken yine böyle bir uzlet anında Hıra mağarasında, Cenâb-ı Hakk'ın peygamberlere vahiy getirmekle görevli meleği Cebrâil (a.s), O'na ilk vahyi, Alak Sûresi'nin ilk beş âyetini getirdi. Artık Allah'ın Rasûlü, insanları hak din olan İslâm'a çağırmakla görevli idi. O, bu görevine ailesi halkından ve hak davaya gönül verebilecek yakın arkadaşlarından, gerçeği kabul edebilecek kabiliyetde olan, fıtratı bozulmamış, düşünme istidadı körelmemiş kişilerden başladı. İlk önce O'nu sevgili eşi Hz. Hatice tasdik etti. Erkeklerden Hz. Ebûbekir, çocuklardan Hz. Afi, âzadlı kölelerden Zeyd b. Hârise kendisine ilk iman eden kimselerdi. Ardından Hz. Ebûbekir'in de aracılığıyla Hz. Osman, Abdurralıman b. Avf, Zübeyr b. el-Avvâm, Talha b. Ubeydullah, Sa'd b. Ebî Vakkâs, Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, Sa'id b. Zeyd, Abdullah b. Mes'ûd gibi şahsiyetler müslüman oldular. Hz. Peygamber ilk üç yıl davetini gizli sürdürdü. Yalnız bu gizlilik, İslâm'ın esasları ve prensipleri açısından değildi. İslâm, sır perdeleri arkasında, gizli saklı, esrarengiz ve gizemli, anlaşılmaz bir takım düşünceler ve doktrinler ihtiva eden bir din değildi. Onun esasları gayet açık, net, anlaşılır, sâde, arı duru olup akıl ve mantığa da uygun idi. Aynı şekilde bu gizlilik, İslâm'ın sadece belli bir zümreye has bir grup dini oluşundan da değildi. Aksine İslâmiyet cihanşümûl bir din olup bütün bir beşeriyetin hidayet ve saâdetini hedeflemişti. Ancak Hz. Peygamber'in ilk üç yıl davetini gizli sürdürmesi, çevredeki insanların İslâm'a karşı takındıkları düşmanca tavırdan, inanç ve ibadet hürriyeti tanımayacak kadar insafsız ve bağnaz oluşlarından kaynaklanıyordu. Müslüman olanların mallarına ve canlarına bir zarar gelmemesi, filizlenmekte olan İslâm davâsına acımasız bir balta vurulmaması açısından gizli davete gerek duyulmuştu. Bu safhada Hz. Peygamber faâliyetini genellikle davet merkezi edindiği Dâru'l-Erkam'dan yürütmüştür. Burası ilk iman edenlerden el-Erkam b. Ebi'l-Erkam'ın* Kâbe karşısında Safâ tepesi yamaçlarındaki evi idi. İlk müslümanlardan bir çoğu İslâm'ı burada kabul etmişler, Hz. Peygamber'in eğitimine burada mazhar olarak İslâm'ın eşsiz esaslarını ruhlarına ve hayatlarına burada nakşetmişlerdi. Hz. Peygamber burada İslâm davâsına gönül bağla***** mallarını ve canlarını bu hak davâ uğrunda fedâdan çekinmeyen sâdık, vefâlı ve ihlâslı bir kadroyu oluşturmakla meşgûldü. O, biliyordu ki böyle bir kadro olmaksızın İslâm davâsının ortaya çıkıp yayılması mümkün değildir. Bu bakımdan Hz. Peygamber'in bu devredeki icraatı ashabını birbirine kenetlendirmiş ve aralarında mükemmel bir bağlılık oluşturmuştu.

    İşte Hz. Peygamber İslâm davâsı etrafında böyle bir kadro oluşturduktan sonra peygamberliğin dördüncü yılından itibâren İslâm'ı açık açık tebliğ etmeye başladı. Kureyş müşriklerinin İslâm'ı engellemek için başvurdukları çok çeşitli çareler, Hz. Peygamber'e ve İslâma samimiyetle bağlı kadro elemanlarına engel olamıyordu. Bu arada Mekke müşrikleri özellikle korunmasız müslümanlara insaf ve vicdana sığmayan eziyet ve işkencelerde bulundular. Bu işkenceler karşısında Hz. Peygamber, isteyen müslümanların Habeşistan'a gidebileceklerini belirtip hicret izni verince, nübüvvetin beş ve altıncı yıllarında müslümanlardan birer grup I. ve II. Habeş hicretlerini gerçekleştirdiler. Mekkeli müslümanların böylece Mekke hâricine İslâm'ı taşımaları, müşriklerin hınç ve kinini artırmıştı. Ama Cenâb-ı Hakk'ın yardım ve inâyeti sebebiyledir ki İslâm'a gösterilen bu düşmanlıklar bile hak dinin yayılmasına yardımcı oluyordu. Meselâ azılı müşriklerden Ebû Cehil'in bizzat Hz. Peygamber'e yaptığı sözlü ve fiili bir sataşma, Kureyş arasında şahsiyeti ve kuvvetiyle büyük bir itibâra sahip olan Hz. Hamza'nın müslüman olmasını sağladı. Ardından Mekke idare meclisi Dâru'n-Nedve'de alınan Hz. Peygamber'i öldürme kararını uygulamak için harekete geçen güçlü şahsiyet Ömer b. el-Hattâb, Hz. Peygamber'i öldürmek üzere O'nu ararken aslında ayakları onu hidâyete sevkediyor ve Ömer'in gücü İslâm saflarına yeni bir heyecan ve şevk katıyordu. Arka arkaya Hz. Hamza'nın ve Hz. Ömer'in müslüman olmaları, Kureyş müşriklerinin gözünü bir süre yıldırmış, artık müstümanlara dokunamaz olmuşlardı. İşte bunu izleyen günlerde Habeş muhâcirlerinden bir kısmı Mekke'ye geri döndü. Ancak bu sırada müşrikler yeniden şiddete başlayıp, cehâlet ve bağnazlıkla bağlandıkları ata dinlerini, zulme dayalı olduğu için İslâm'ın ortadan kaldıracağı şahsî çıkar ve menfaatlerini, bâtıl tahakküm ve zorbalıklarını kurtarabilmek için akıl almaz çarelere başvurmuşlardı. Bu türden olmak üzere hem müslümanlar, hem de müslümanları koruyan Hâşimoğulları, peygamberliğin yedinci senesi ile onuncu senesi arasında tam üç yıl devam eden bir boykot ve muhâsaraya marûz kaldılar. Mekkeliler ne müslümanlarla, ne de onları koruyan Hâşimoğulları ile hiç bir münâsebette bulunmayacaklarına, her türlü ilişkiyi keseceklerine, onlarla hiç bir şekilde alış-verişte bulunmayacaklarına, oturup kalkmayacaklarına, kız alıp vermeyeceklerine dair bir karar almış, bu karan yazdıklan sahifeyi Kâbe'nin iç duvarına asarak dinî bir hüviyet de vermişlerdi. Bu karara muhâlefet eden, hem vatana, hem de dine ihânet etmiş sayılacak ve en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Mekkeliler tarafından üç yıl süreyle ve titizlikle uygulanan bu karar, elbette müslümanlara sıkıntılı, güç günler yaşatmıştır. Peygamberliğin onuncu yılında bu karar iptal edilip boykot ve muhâsara kaldırıldığı vakit müslümanlar pek ziyade sevinme imkânı bulamadılar. Çünkü çok geçmeden Hz. Peygamber iki büyük yakınını, amcası Ebû Tâlib'i ve eşi Hz. Hatice'yi üç gün arayla ardı ardına kaybetti. Rasulullâh'ın üiüntüsüne müslümanlar da katıldılar ve bu seneye Hüzün yılı* adını verdiler. Özellikle Ebû Talib'in vefatı, Hz. Peygamber'in Mekke'de İslâm'ı tebliğ etmesini bir hayli güçleştirdi. Çünkü Ebû Tâlib'in sağlığında Mekkeliler Ona hürmet duydukları için himayesine aldığı yeğenine dokunmuyorlardı. Şimdi bu himaye ortadan kalktığı için Hz. Peygamber her yerde sataşma ve engellemelerle karşılaşıyordu. Böyle bir ortamda İslâm'ı tebliğ etmek âdeta imkânsız hâle geldiğinden Hz. Peygamber, İslâm'ı kabullenecek yeni bir kitle aramaya başladı. Bu sebeple de azadlı kölesi Zeyd b. Hârise ile birlikte bir gün gizlice Tâif'e gitti. Ancak dolaylı akrabalarından olan reislerinden gördüğü alaylı ve acımasız muâmele Hz. Muhammed'in derhal Mekke'ye geri dönmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber şehirden gizlice çıkmıştı. Şayet bu durum Mekkelilerce öğrenilmişse onun gidişi ülke dışına kaçma olarak değerlendirilebilir ve kendisi siyâsi suçlu sayılabilirdi. Bu düşüncelerle Hz. Peygamber şehre ancak bir emân ve himâye altında girmek gerektiğine kanâat getirerek müşriklerin ileri gelenlerinden Mut'ım b. Adî'nin himâyesini sağladı ve onun koruması altında şehre girdi.

    Yıllar boyu Mekkelilerin İslâm'a karşı gösterdiği kin; düşmanlık ve engellemeler, üç yıl süreyle devam eden ve insafsızca uygulanan toplumdan dışlanma ve muhâsara olayı, ardından Ebû Tâlib'in ve Hz. Hatice'nin vefatları dolayısıyla Hz. Peygamber'in himayesiz kalması ve Mekkelilerin sataşmalarına mâruz kalması, bunu tâkiben de Tâif halkının horlayıcı tavn, her ne kadar Allah Rasûlünün ümit ve azmini kıramamış, davet şevk ve iştiyakını azaltamamış ise de, şüphesiz bir beşer olarak O'nu üzmüş ve rencide etmişti. İşte böyle bir durumda Hz. Peygamber'i sevindirecek ve Kur'an'dan sonra en büyük mûcizelerinden biri olan bir mucize meydana geldi. Cenâb-ı Hak, Rasûlünü teselli etmek, bunca gördüğü düşmanlıklara rağmen gösterdiği sabır ve sebat dolayısıyla O'nu taltif edip lütuf ve ikramda bulunmak üzere katına çağırdı ve Hz. Peygamber'in İsrâ ve Mirâc mûcizesi gerçekleşti. Bir gece vakti Hz. Peygamber, bir an ifade edilebilecek çok kısa bir zaman dilimi içinde önce Mekke'den Kudüs'e gitti. Oradan da göklere yükselerek Rabbinin huzuruna çıktı; dünya ötesi âlemi, Cennet ve Cehennem'i müşahede etti. Böylece rûhen takviye görmüş, Rabbi tarafından mükâfaatlandırılmış olarak tekrar aynı anda Mekke'ye döndü.

    Bu olaydan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) İslâmî tebliğine yine devam ediyordu. Fakat İslâm'ın kitlesi olacak zümreyi arayışı genellikle Mekke'ye dış kabilelerden hac, umre veya ticaret gibi maksatlarla gelen yabancılar arasında oluyordu. Önceleri bu teşebbüsü bazen olaylı, bazen sert, nâzik, veya mütereddit, ama hep menfi bir tavırla karşılanıyordu. Ancak nübüvvetin onbirinci senesinde Medine'nin Hazrec kabilesinden altı kişi Akabe adı verilen yerde Hz. Peygamber'le karşılaşıp kısa bir görüşmeden sonra O'na iman ettiler. Bu altı Medineli, şehirlerine dönüşte Hazrec ve Evs kabileleri arasında İslâm'ı yaydılar. Ertesi senenin hac mevsiminde ikisi Evsli, onu Hazrecli oniki kişilik bir heyet yine Akabe'de Hz. Peygamber'le buluşup O'na bey'at ettiler. I. Akabe bey'atı olarak tarihlere geçen bu görüşmenin akabinde Hz. Peygamber, İslâm kadrosunun ilk elemanlarından Mus'ab b. Umeyr'i davetçi olarak Medine'ye gönderiyordu. Mus'ab'ın Medine'de bir yıl süreyle yaptığı faâliyet öylesine verimli olmuştu ki İslâm'ın bahsedilmediği ve girmediği bir ev hemen hemen kalmamıştı ve Medineliler, Allah Rasûlünü şehirlerine buyur edip O'nu koruma konusunda her tehliaaai göze alacak bir kıvâma erişmişlerdi. Peygamberliğin onüçüncü yılında Medine'den gelen daha kalabalık bir heyet Akabe'de Hz. Peygamber'le bir gece vakti gizlice buluşup II. Akabe Bey'atı'nı gerçekleştiriyor ve şehirlerine göç ettiği takdirde Hz. Peygaber'i ve Mekkeli müslümanları malları ve canlarını korudukları gibi koruyacaklarına and içiyorlardı. İşte bu and ve karşılıklı söz vermelere İslâm tarihinde "Akabe bey'atları * " adı verilmiştir.

    Hicret ve İslâm Devleti:

    Mekkeliler bu görüşmeleri haber aldıkları zaman başlatılan yeni baskılar, müslümanlara hicret kapılarını açtı. Hz. Peygamber'in izni ile Ashâb-ı kirâm gruplar halinde ve çoğunlukla gizlice şehri terkedip Medine yolunu tuttular. Artık şehirde Hz. Peygamber ve ailesi, Hz. Ali, Hz. Ebûbekir ve ailesi ile hicrete imkân bulamamış olanlarla yakınları veya akrabaları tarafından hicretleri engellenmiş kimseler kalmıştı. Müslümanların Medine'de toplanarak zinde bir güç oluşturmaları, Mekkelileri ürküten ve korkutan bir husus olmuştu. Bu günlerde sık sık olağanüstü toplantılar yapan müşrikler, gizli bir celsede, karşılaşılan bu zor problemi çözme yollarını aradılar. Yegâne kurtuluş yolu olarak Hz. Muhammed'in öldürülmesi görüldü. Kararlaştırılan komplonun icrâsı için hazırlıklar yapılırken Cebrâil (a.s) vâsıtasıyla durumdan haberdâr olan Hz. Peygamber de hicret için hazırlığa koyuldu ve hicrette kendisine yol arkadaşlığı yapacak Hz. Ebûbekir'le önceden hazırladığı plân gereğince geceleyin Mekke'yi terketti. Uzun ve zaman zaman tehlikeli geçen yorucu bir yolculuktan sonra 8 Rebiulevvel pazartesi günü Medine'nin banliyösü Kubâ köyüne geldiği zaman Ensâr ve Muhâcirûn'un O'nu karşılaması son derece heyecanlı ve içten olmuştu. Hz. Peygamber bu köy halkının ricası üzerine burada beş gün istirahat etti ve bu kısa istirahatı sırasında bilfiil kendisi de çalışarak bir mescid inşâ ettirdi. Kubâ'ya gelişinin beşinci günü sabahleyin buradan ayrılarak Medine şehrine yöneldi. Günlerden cuma idi. Öğle vakti Rânunâ adlı mevkiye gelindiği vakit Hz. Peygamber burada durdu; ilk cuma hutbesini îrad etti ve ardından ilk cuma namazını kıldırdı. Sonra yoluna devam etti. Şehirde bir bayram havası vardı. Büyük küçük herkes yollara dökülmüş, coşkun bir aaaâhürât, sevgi ve saygıyla Hz. peygamber'i karşılıyor, şehirlerine ve evlerine buyur ediyordu. Hz. Peygamber hiç kimsenin davetini reddetmiş olmamak ve hiç kimseyi kırmamak için uygun bir çare buldu ve üzerinde hicret ettiği devesi Kasvâ kendi hâline bırakıldı; devenin çöktüğü yere en yakın evde Hz. Peygamber misafir olacaktı. Deve, şehrin orta tarafında iki yetim çocuğa ait boş bir arsada çöktü ve Hz. Peygamber kendisine ait hâne-i saâdetleri inşâ edilinceye kadar buraya evi en yakın olan Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el-Ensârî Hazretlerinin evinde misafir kaldı.

    Böylece Hz. Peygamber'in hayatında ve davet faâliyetinde yeni bir dönem, Medine dönemi başlamış oluyordu. Medine'de Hz. Peygamber, İslâm'a kucak açmış büyük bir kitleye kavuşmuştu; İslâm'ın bağımsızlığı ve hâkimiyetini ilân edeceği bir vatana da sahipti. Artık yapılacak şey, bu vatan sathında İslâm cemâatını teşkilatlandırmak, insanların birbirleri ile olan münâsebetlerini hak ölçüleri içerisinde düzenlemek ve hakkın hâkimiyetini sağla***** etrafa yaymaktı. Bunun için de bir devlete ihtiyaç vardı. Peygamber Efendimiz bu ihtiyacı gayet iyi bildiğinden, artık Medine'ye hicretin ilk günlerinden itibâren O'nun davet merhaleleri arasında "devletleşme diye adlandırdığımız safhayı gerçekleştirmek üzere çaba sarfetti. Kuruluş günlerini yaşayan İslâm devletı'nin idâre merkesi, htikümet binası, harp karargâhı vs. gibi çok önemli hizmetler verecek olan Mescid'i inşâ etti. Mescide bitişik olarak bina edilen suffa, İslâm cemâatının bütün İslâmî meselelerde eğitildiği ve gerekli bilgilerin öğretildiği önemli bir eğitim-öğretim müessesesi oldu. Bu sıralarda okunmaya başlanan ezan, sadece namaz vaktinin geldiğini bildiren bir ilân değil, aynı zamanda İslâm hâkimiyetini âleme haykıran bir sembol ve şiâr idi. Komşu devletlerle münâsebetlerin tanzimi için henüz hicri birinci senede ilk sınır tespiti gerçekleştirilmiş ve bu sınırlar içerisindeki müslümanların gücünü belirleme açısından Hz. Peygamber'in emri üzerine nüfus sayımı yapılmıştı. Ensâr'dan bir kişi ile muhâcirûn'dan bir kişinin bir araya getirilerek İslâm topluluğunun ikişer ikişer kardeşleştirilmesi ameliyesi demek olan muâhât *, başka bir çok faydaları yanısıra İslâm devleti'nin asıl unsurunu oluşturan müslümanlar arasında tam bir kaynaşma ve dayanışma sağlıyordu. Yine aynı senede hazırlanan anayasa, müslümanları olduğu kadar Medine'de bulunan müşrikleri ve Yahudileri de kapsamına alarak Hz. Peygamber'in devlet başkanlığını bu gayri müslim azınlıklara da kabul ettiriyor ve aynı ülkede yaşayan vatandaşlar olarak bu insanlar İslâm'ın hakimiyet ve koruması altına alınarak devlet açısından güvenliğin sağlanması hedefleniyordu.

  6. #26

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    paylaşımın için teşekkürler.

  7. #27

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Hz. ÜZEYR (a.s)


    İsrailoğullarına (Yahudilere) göre meşhur bir peygamber olan Üzeyr (a.s)'ın adı Kur'an-ı Kerîm'de geçmektedir. Fakat İslâm'a göre onun peygamber olup olmadığı hususunda ihtilaf vardır.
    Üzeyr (a.s)'ın adı hakkında da alimlerin farklı yorumları vardır. Bazı alimlere göre onun adı Arapça bir isimdir. Diğer bazı alimlere göre ise, Üzeyr kelimesi Arapça değil, İbranicedir (el-Ukberî, İmlau ma menne bihi'r Rahman, Mısır, 1961, II, 7).

    İbranice'de Üzeyr kelimesinin karşılığı "Azra"dır. Tevrat'ın bu dildeki nüshasında böyle geçmektedir (Biblio Hobraica, nşr. Rud. Kittel, Stuttgart,1952; Esra, VII,1; Nehemio, VIII,13).

    Üzeyr (a.s), Harun Peygamber'in neslinden gelmektedir (es-Sa'lebî, el-Arais, Mısır, 1951, 344).

    Üzeyr (a.s)'ın adı, Kur'an-ı Kerîm'de bir yerde geçmektedir: "Yahudiler. 'Üzeyr, Allah'ın oğludur; dediler. Hristiyanlar da: Mesih Allah'ın oğludur', dediler. Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini), önceden inkâr etmiş(olan müşrik)lerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da (haktan batıla) çevriliyorlar!.. Hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan ayrı rehber edindiler, Meryem oğlu Mesîh'i de. Oysa kendilerine yalnız tek Tanrı olan Allah'a ibâdet etmeleri emredilmişti. Ondan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir" (et-Tevbe, 9/30, 31).

    Burada söz konusu olan Üzeyr (a.s) hakkında çeşitli rivâyetler vardır. En meşhuru İbn Abbas'ın rivâyetidir. Buna göre, Yüce Allah İsrâil oğullarının elinde bulunan Tevrat'ı onlardan aldı. Tevratın içinde bulunduğu sandığı kaybettiler. Aynı zamanda Tevrat zihinlerinden de silindi. İsrail oğulları buna çok üzüldüler. Bilhassa Üzeyr (a.s) Allah'a çok ibâdet etti; O'na yalvarıp yakardı. Allah'tan inen bir nur, onun kalbine girdi. Unutmuş olduğu Tevrat'ı hatırladı. Ondan sonra Tevrat'ı yeniden İsrail oğullarına öğretti. Daha sonra Tevrat'ın içinde bulunduğu sandık bulundu. Bunun üzerine Üzeyr (a.s)'ın öğrettiğinin aslına uygun olduğunu gördüler. Bunun üzerine Üzeyr (a.s)'ı çok sevdiler. Fakat bu hususta aşırı gittiler. "O, olsa olsa Allah'ın oğludur" dediler (İbn Cerir et-Taberî, Camiu'l-Beyân, Mısır,1951, X,111). Bu âyetler, onların bu hususta aşırı gitmelerini ve Hristiyanların da, İsâ (a.s) Allah'ın oğludur diye söylemelerini reddetme mahiyetinde nazil olmuştur. Onların bu sözlerinin batıl olduğu anlatılmış ve Yüce Allah'ın, onların bu iddialarından münezzeh olduğu ifâde edilmiştir (el-Beydâvî, Envaru't-Tenzîl ve Esraru't Te'vîl, Mısır, 1955, I, 196).

    Yahudilerin bu hususta aşırı gitmeleri, Kur'an'ın başka yerlerinde de tenkid edilmiştir. "Vay haline o kimselerin ki, Kitabı elleriyle yazıp, az bir paraya satmak için, "Bu Allah'ın katındandır. " derler. Ellerinin yazarlığından ötürü vay haline onların! Kazandıklarından ötürü vay haline onların!" (el-Bakara, 2/79) mealindeki âyette Yahudiler kasdedilmektedir. Onların Tevrat'ı tahrif ettikleri, ondan sonra kendileri tarafından yazılan bir kitabı Allah'ın kitabı diye tanıtmaları söz konusudur. Onlar bu şekilde kitab yazmışlar, Allah'ın kelâmı olarak ileri sürmüşler ve bununla menfaat ile nüfûz sağlamaya çalışmışlardır. Bu âyette, onların bu yaptıkları tenkid edilmektedir (Muhammed Ali es-Sâbûnî, Safvetu't-Tefâsir, İstanbul, 1987, I, 71 vd).

    Aşağıdaki âyette de, Yahudilerin bu durumu tenkid edilmiştir:

    "Onlardan bir grup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken, dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları, kitaptan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde, "Bu, Allah katındandır. " derler. Onlar bile bile Allah'a iftira ediyorlar" (Âlu İmran, 3/78).

    İbn Abbas (r.a)'dan nakledildiğine göre, bu ayette de Yahudiler kasdedilmektedir. Buna göre, onlar Allah'ın kelâmını kaybetmişler. Kendi uydurduklarını Allah'ın kelamı olarak tanıtmaya çalışmışlar. Onların bu yaptıkları yalan ve uydurmadır (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire,1977, I, 182 vd.).

    Üzeyr (a.s) ile ilgili bulunduğu söylenen diğer bir ayet de şöyledir;

    "Yahut görmedin mi o kimseyi ki, evlerinin çatıları duvarları üzerine çökmüş (yıkık dökük olmuş) ıssız bir kasabaya uğradı. "Ölümünden sonra Allah bunları nasıl diriltir acaba!" dedi. Hemen Allah onu öldürdü, yüz sene sonra tekrar diriltti. "Ne kadar kaldın burada?" dedi. "Bir gün yahut bir kaç saat" dedi. Allah ona: "Bilakis yüz sene kaldın. Yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamıştır. Bir de eşeğine bak. Seni insanlar için bir âyet (ibret işâreti) kılalım diye (yüz sene ölü tuttuk sonra tekrar dirilttik). Şimdi sen kemiklere bak, onları nasıl birbiri üstüne koyuyor, sonra ona nasıl et giydiriyoruz. " dedi. Durum kendisince anlaşılınca, "Şüphesiz Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmeliyim" dedi (el-Bakara, 2/259).

    Bu ayette söz konusu olan zatın kim olduğu hususunda çeşitli rivâyetler vardır. Fakat alimlerin ekseriyetine göre bu zat, Üzeyr (a.s)'dır (el-Beydâvî, Envaru't-Tenzîl, I, 57).

    Hz. Muhammed (s.a.s), Üzeyr (a.s)'ın peygamber olup olmadığı hususunda şöyle buyurmuştur: "Bilmiyorum, Üzeyr peygamber midir, değil midir?" (Ali Nasıf et-Tâc, III, 302). Bundan dolayı İslâm inancında Üzeyr (a.s)'ın peygamberliği ihtilaflı kabul edilmiştir.

    Peygamber olsun veya olmasın, Üzeyr (a.s) Allah'a tam manasıyla inanmış, kamil imân sahibi olan bir zattı. Hayatı boyunca, Allah'ın rızasını kazanmak için şerden kaçmış, hayra koşmuştur. Çevresindeki insanları da bu şekilde inanmaya ve Allah'ın emir ile yasaklarına riâyet etmeye davet etmiştir

  8. #28

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    LOKMAN (LUKMAN)


    Bir nebî veya velî olduğu ihtilâflı; ancak çoğunluğun tercihine göre hakim bir şahsiyet.
    Kur'ân-ı Kerîm'de Lokman adı iki yerde geçer (Lokman, 31/12,13). Kelime, aynı zamanda Mekkî bir surenin adıdır. Bu sûrenin nüzul sebebi Kureyşlilerin Lokman'ı Hz. Peygamber (s.a.s)'e sormalarıdır.

    Lokman'ın adı geçen iki ayetin meâli şöyledir: "Andolsun Biz Lokman'a Allah'a şükretmesi için hikmet verdik. Şükreden kimse ancak kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden ise, bilsin ki Allah her şeyden müstağnîdir, övülmeye lâyık olandır. Lokman, oğluna öğüt vererek. "Yavrum, Allah'a eş koşma, doğrusu eş koşmak büyük zulümdür" demişti " (Lokman, 31/12,13). Lokman'ın adı içinde geçmese de onun oğluna öğütleri devam etmektedir. Ancak arada iki ayet içinde Yüce Allah, Lokman'ın öğüdündeki eş koşmayı(şirk) tekit için ana-babaya iyi davranmak; yaradana şükür, ana-babaya teşekkür etmesini bilmekle beraber; eğer ana-baba Allah'a eş koşmak üzere çocuğunu körü körüne zorlarlarsa o çocuğun onlara itaat etmemesi, dünya işlerinde onlarla güzelce geçinip Allah'a yönelen kimselerin yoluna uyması gerektiğini bildirmektedir (Lokman, 31/14,15). Lokman'ın öğütleri şöyle devam etmektedir: "Yavrum, işlediğin şey bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da, bir kayanın içinde, göklerde veya yerde bulunsa da, Allah onu getirip meydana kor. Doğrusu Allah Lâtif'dir, haberdar'dır. Yavrum, namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçir ve başına gelene sabret; doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdir. İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Allah, kendini beğenip böbürlenen kimseyi hiç şüphesiz ki sevmez. Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini de kıs! Seslerin en çirkini şüphesiz merkeplerin sesidir" (Lokman, 31/16-19).

    Lokman suresinde geçen meâli verilen ayetlerden anlaşılmaktadır ki, bu zat bir hakimdir. Çünkü ona hikmet verilmiştir. Böyle bir hikmete ulaşan kimseye gereken, o hikmete şükürdür. Aslında Yüce Allah'ın, şükür de dahil hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. Ancak şükre ihtiyacı olan insandır. Çünkü Allah, şükredince nimetleri artırma vadinde bulunmuştur (İbrâhim, 14/7). Lokman, üç kere "yavrum" veya "oğlum" diye hitap ederek oğluna öğüt vermiştir. Bunlardan ilkinde Allah'a eş, ortak koşmamasını öğütlemiştir. Çünkü bu, Allah'ın hakkını başkasına vermek, kulların ve bütün varlıkların yaratanına olan bu haksızlıkla onların haklarını çiğnemek, başta Yüce Allah'ın ikram ettiği, şerefli kıldığı insan olmak üzere bu varlıkları esas yaratanından başka fâni, âciz, güçsüz şeylere yönelterek onları tahkîr etmektir. Lokman, ikinci "yavrum" hitabiyle başlayan öğüdünde, Yüce Allah'ın hardal tanesi kadar da olsa yapılan bütün iyilik ve kötülükleri gördüğünü, bildiğini ve onları ahirette değerlendireceğini anlatmıştır. Nitekim Yüce Allah, zerre miktar hayır-şer işleyenin karşılığını göreceğini bildirmektedir (ez-Zilzâl, 99/7-8). Lokman, yine oğluna hitaben üçüncü öğüdünde onun namazı kılmasını, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmesini, başına gelene sabretmesini, insanlara böbürlenip kibirlenmemesini, çalım satıp öğünmemesini, yürümesinde, konuşurken sesinde ölçülü olmasını tavsiye etmiştir.

    Lokman hakkında hadislerde de bazı bilgiler bulunmaktadır. En'âm suresi'nin 82. ayetinin nüzulünde sahabeler: "Ey Allah'ın Resulü! Bizim hangimiz nefsine zulmetmez ki...?" dediklerinde, Peygamberimiz. Bu ayetteki zulüm sizin sandığınız gibi değildir. O zulüm, şirk demektir. Lokman'ın oğluna nasihat ederken, yavrum, Allah'a şirk koşma. Zira şirk en büyük zulümdür dediğini işitmediniz mi?" cevabını vermiştir (Sahîh-i Buhârî, Tecrîd-i Sarîh, Tercemesi, IX, 163). Lokman şöyle derdi: "Yavrum, ilmi âlimlere karşı böbürlenmek, sefihlerle münazarada bulunmak ve meclislerde gösteriş yapmak için öğrenme!" (Ahmed b. Hanbel, I,190). Bu anlatım ve devamı başka bir rivayette şöyle yer almaktadır: "...Gınâ göstererek ve cehalete düşerek ilmi terketme! Yavrum, meclisleri ihmal etme! Allah'ı anan bir topluluk gördüğünde onlarla otur. Eğer âlimsen ilmin işine yarar; cahilsen onlar sana öğretirler. Umulur ki Allah onlara rahmetini lütfeder, onlarla beraber sana da ulaşır. Allah'ı anmayan bir lopluluk gördüğünde onlarla oturma. Eğer âlimsen ilminin sana bir yararı olmaz; cahilsen onlar seni saptırırlar. Allah onları azabına düçar kılar, sana da onlarla beraber isabet eder" (Dârimî, Mukaddime, 34). Yine bir hadis-i şerifde ilim-hikmet hakkında şöyle denilmektedir: "Hakîm Lokman oğluna şu tavsiyede bulunmuştur. Yavrum âlimlerin yanında otur ve dizlerinle onlara çok yaklaş. Çünkü Allah, gökten indirdiği yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, kalbleri hikmet nûruyla diriltir"(Muvatta, İlim, 1). Lokman hakkında başka bir hadis de şöyledir: "Hakim Lokman, şöyle derdi: Şüphesiz Allah bir şeyi emânet aldığı zaman onu korur" (Ahmed b. Hanbel, II, 87).

    Bu hadislerin, meselâ zulüm, hikmet, ilim gibi konularda Kur'ân-ı Kerîm'deki Lokman ile ilgili ayetlerle rabıtalı olduğu görülmektedir.

    Lokman'ın kim olduğu konusunda çeşitli görüşler vardır. İbn İshak'a göre Lokman'ın nesebi [Lokman b. Bâur b. Nahor b. Tarih (Terah: Âzer)] Dördüncü. Kuşakda Hz İbrahim (a.s)'in babası Âzer'e ulaşır. Vâkıdî, Lokman'ın İsrâiloğulları kadısı, Eyle ve Medyen taraflarında yaşayan, Eyle'de ölen bir kimse olduğunu zikreder. İkrime'ye göre Lokman bir nebîdir. Ancak onun bir hakim olduğunda âlimlerin ittifakı vardır (Sahih-i Buharî Tecrid-i Sarih Tercemesi, IX, 163). Vehb b. Münebbih'e göre; Lokman İbn Bâûra, Âzer neslindendir. Mukâtil'e göre ise, Hz. Eyyub (a.s)'in kızkardeşinin veya teyzesinin oğlu idi. Uzun müddet yaşadı. Hz. Davud'a yetişti ve ondan ilim aldı. Sanat sahibi idi. Bir nebî olduğunu söyleyenler de oldu. İbn Rüşd, Tehâfüt'ünde söylediği gibi, her nebî hakîmdir, fakat her hakim nebî değildir. Bakara sûresi'nin 269. ayetine göre Yüce Allah hikmeti istediğine verir. Kime de hikmet verilmişse ona büyük hayır lütfedilmiştir. Dolayısıyle o kimsenin ilmen, amelen bunun şükrünü yerine getirmesi gerekir. Lokman için de Kur'ân'da böyle söylenmiştir (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IX, 3842-3843).

    Lokman, İslâm'dan önceki Araplarda kendisinden çok bahsedilen bir şahsiyet idi. Yahudi ve Hristiyan kutsal kitaplarında adı geçmez. Onun Âd kabilesinden veya Habeşli bir köle olduğu da belirtilmiştir (S.G.F. Brandon, A Dictionary of Comparative Religion, London 1970, s. 414).

    Eski Arap geleneğinde cahiliyye devri insanları bu zata Lukmânü'l-Muammer diyorlardı. Onun yedi kartalın ömrü kadar uzun yaşadığına inanılırdı. Ebû Hâtim es-Sicistâni'nin "Kitâbül-Muammarîn" adlı eserinde Lokman, Hızır'dan sonra uzun yaşayan ikinci şahsiyet olarak yer alır. Yedi kartal ömrü beş yüz altmış yıl yapsa da çeşitli rivayetlerde onun bin, hatta üç bin-üç bin beş yüz yıl yaşadığı bile ileri sürülmüştür. Lokman'a, Nâbiga'nın şiirlerinde bile rastlanır. Cahiliyye geleneğinde Lokman aynı zamanda bir kahraman ve hakim bir kimse olarak da görülürdü. Bir çok macera ona isnat edilmişti. Bütün bunlar arasında Lokman, Âd kabilesinden olmakla bu kabîleye Sodom gibi günahkârlığı dolayısıyla kuraklık cezası verildiğinde, onun da dahil olduğu bazı kimseler yağmur için dua etmek üzere Mekke'ye giderler. Ancak Âdlılar orada zevk ve safâya dalıp esas vazifelerini unuturlar. Hatırlatıldığında da birisi siyah bir bulut isteyiverir. Âd kabilesinin mahvı bu bulutla olur. Aslında onların cezalandırılmaları Hz. Hûd'a itaatsizlikleri dolayısıyladır. Âd kavmi ile ilgili ayetlerde ve Hûd suresinde Lokman'ın adı geçmez (Bernhard Heller, İA., "Lokman ", maddesi).

    Lokman, Kur'ân-ı Kerîm'de yer aldıktan sonra, Arapça darb-ı mesel ve hikmet kitaplarından Kasasul-Enbiyalara kadar bir çok eserlerde yer aldı. Sa'lebî (ö. 427/1035) Ârâisul-Mecâlis"inde ondan bahsederken Kur'ân'daki anlatımı başka rivayetlerle genişletir. O, Lokman'ın kim olduğu konusunda yukarıdaki bütün bilgileri verdikten sonra Mücâhid'in onun uzun dudaklı siyahî bir köle olduğu yolundaki rivayetlerini de bunlara ekler. Ancak bu rivayeti takviye sadedinde insanlardan Sudan'dan çıkmış üç hayırlı kimse arasında, Bilâl (Habeşli ?), Hz. Ömer (r.a)'ın kölesi Mühecca' ve Lokman'a (Sudan'ın Mısır'a yakın Nubya tarafından) yer veren rivayeti de almaktadır. O, Lokman'ın Habeş'li bir marangoz, bir terzi olduğu konusundaki iddiaları da aktardıktan sonra, âlimlerin onun hakim olup nebî olmadığında ittifak ettiklerini, bu konuda İkrime'nin farklı görüşe sahip olduğunu (bazılarına göre Lokman'ın nebîlik ile hakimlikten birini tercihte serbest bırakıldığı, onun hikmeti seçtiğini) belirtmektedir. O, ayrıca Lokman'ın nebî olmadığı; Allah'ın çok tefekkür, iyi yakın ile takvâ ehli kıldığı bir kul olduğu; onun Allah'ı, Allah'ın da onu sevdiği, ona hikmet lütfettiğini açıklayan bir hadis de nakleder (Sa'lebi, Arâisul-Mecâlis, 312).

    Sa'lebî, Lokman'ın, dünyada sıkıntı çekenin refahtakinden hayırlı olduğunu; dünyayı ahirete tercih edenin dünyada da, ahirette de kaybedeceğini; malın sıhhat, nimetin nefis temizliği gibi olmadığını; doğru söz, emaneti yerine teslim ve boş yere konuşmayı terkin hikmeti doğurduğunu söylediğini nakleder. Yine onun nakline göre Lokman oğluna şöyle dedi:

    "Dünya derin bir denizdir. Çokları onda boğulmuştur. O denizde senin gemin Allah'dan takvâ olsun. Bineğin Allah'a imanın ve yolun Allah'a tevekkül olsun. Umulur ki kurtulursun; tamamen kurtulacağını da sanmam. Yavrum, insanlar ibadet ve taatte her gün noksanlaştıkları halde nasıl olur da vadolunduklarından korkmazlar! Yavrum! Dünyadan yetecek kadar al, ona kapılma, bu ahiretine zarar verir. Dünyadan el etek de çekme, yoksa insanlara yük olursun. Oruç tut, bu şehvetini keser. Seni namazdan alıkoyan orucu tutma, çünkü Allah'ın katında namaz oruçtan daha büyüktür... Yavrum! İyiliği ondan anlayana yap. Nitekim koç ile kurt arasında dostluk olmadığı gibi; iyi ile kötü arasında da dostluk olmaz. Çekişmeyi seven hakarete uğrar, kötülük olan yerlere giden töhmet altında kalır, kötülüğe yaklaşan kendini kurtaramaz ve dilini tutmayan pişman olur. Yavrum! iyilerin hizmetinde bulun; fakat kötülerle dostluk kurma. Yavrum! Güvenilir kimse ol ki zengin olasın. Kalbin günah lekeleriyle dolu olduğu halde insanlara, Allah'dan korkuyormuşsun gibi görünme. Yavrum, âlimlerle bir arada bulun ve onların dizinin dibinden ayrılma; fakat onlarla tartışmaya da girme, yoksa sohbetlerinden seni mahrum ederler. Onlara bir şey sorarken nazik davran. Seni ihmal ettiklerinde onlara bıkkınlık verme, yoksa senden usanırlar. Yavrum! her şeyi arkanı dönerek isteme ve yüzün dönük olarak da ondan uzaklaşma! Zira bu, basîreti azaltır ve aklı zayıflatır. Yavrum, küçükken edepli olursan, büyüdüğünde faydasını görürsün! Yavrum, yolculuğa çıktığında, onu çekip götürebileceğin bir yerde olmadıkça, hayvanından emin olma; çünkü onun sırtı çabuk yağır olur ve bu hakimlerin işlerinden değildir. Gideceğin yere yaklaştığında da hayvanından in ve yürü; kendinden önce onu doyur. Gecenin ilk saatlerinde yolculuğa çıkmaktan sakın! Sana gecenin yarısına kadar dinlenip gece yarısından sonra yola çıkmanı tavsiye ederim. Sefere çıkarken yanına kılıcını, mest'ini, sarığını, elbiseni, su kabını, iğne ve ipliğini, biz'ini (saraç iğnesi) al! Ayrıca yanında sana ve beraberindekilere yetecek kadar ilâç bulundur. Arkadaşlarınla, Allah'a isyanın dışındaki hususlarda uyum sağla ve onlara vefâ göster! Yavrum, kanaatkâr görünmekten sakın, zira bu tavrın sana gündüzleri şöhret, geceleri ise şüphe getirir. Yavrum, kendini unutup da insanlara iyiliği emretme! Yoksa senin durumun, insanlara ışık verdiği halde kendisi yanarak tükenen kandile benzer! Yavrum, küçük işleri umursamazlık etme! Çünkü küçük, yarın büyüğe dönüşür. Yavrum, yalan söylemekten sakın! Çünkü yalan, dînini ifsat eder, insanların yanında mürüvvetini noksanlaştırır ve bu durumda da utanma duygun yok olur; değerin düşer, makam ve mevkiin elden gider; küçümsenirsin, konuştuğun zaman sözün dinlenmez, söylediğine itibar edilemez. Bu duruma düşüldüğünde de yaşamanın zevki kalmaz! Yavrum, kötü huydan, sıkıntı vermekten, sabırsızlıktan sakın! Bu hasletler karşısında hiç bir arkadaşın sana dürüst davranmaz ve seninle aralarında dâima bir mesafe bırakırlar. İşini sev; sık sık karşılaştığın olaylar karşısında sabret! İnsanlara karşı güzel huylu ol! Zira huyu güzel olan, herkese güler yüz gösteren ve bunu yaygınlaştıran, iyiler yanında nasîbini alır; ona karşı iyi kimseler sevgi besler, kötüler de ondan uzaklaşır. Yavrum, gönlünü kederlerle ve kalbini üzüntülerle meşgul etme. Aç gözlülükten sakın. Takdire rıza göster. Allah tarafından sana verilene kanaat et ki hayatın güzelleşsin, gönlün sürurla dolsun ve hayattan zevk alasın. Eğer dünya zenginliklerinin senin için bir araya getirilmesini istersen, insanların ellerinde olanlara göz dikme! Zira peygamberleri bulundukları mertebeye ulaştıran şey insanların ellerinde bulunanlara göz dikmemeleridir. Yavrum, dünya hayatı kısadır. Senin oradaki ömrün ise daha da kısadır. Bu kısa ömrün de daha az bir kısmı geride kalmıştır. Yavrum, iyiliği ehline yap, ehil olmayana iyilik yapma; yoksa o, dünyada boşa gider, ahirette de sevabından mahrum olursun. İktisatlı ol, savurgan olma; cimrilik derecesinde mala sarılma, israfa varacak şekilde de onu dağıtma! Yavrum, hikmete sarıl ki onunla ikram göresin, onu yücelt ki sen de üstün tutulasın. Hikmet ahlâkının en üstünü Allah (c.c)'ın dinidir. Yavrum, hasedçinin üç belirgin özelliği vardır: Gıyabında dostunu çekiştirir, yanında olduğu zaman ona yaltaklanır, o bir musibete duçar olduğunda da ona sevinir" (Sa'lebî, a.g.e., 313-315).

    Lokman'la ilgili olarak sadece oğluna öğütler, hikmetli sözler, atasözleri (emsâl, durub-ı emsâl) değil, kıssalar da nakledildi. Bunlardan Lokman'ın bir köle olarak birisine takdim edildiğinde. o, diğer kölelerin incirleri onun yediğini ileri sürerek efendilerini kandırmak istedikleri zaman, hep beraber sıcak su içmelerini tavsiye eder. Efendileri öyle yapar, sonunda Lokman yalnız su kusarken, diğerleri incir artıklarını su ile çıkarmaya başlarlar. Bir gün efendisi, gelen misafiri için, Lokman'a en iyi ne varsa onu ikram etmesini söyler. O da koyun dili ve yüreği getirir. Bir başka gün yine misafir için bu defa en kötü ne varsa onu çıkarmasını söylediğinde aynı şeyleri verdiğini görünce, sebebini sorar. Lokman, iyi bir dil ve yürekten daha iyi bir şey olmadığı gibi, kötü bir dil ve yürekten de daha kötü bir şey bulunmadığı cevabını verir (Sa'lebî, aynı yer).

    Lokman'a bu kıssalar dolayısıyla Araplar'ın Ezop'u (Aesopos) denilmiş, Avrupa'da Ezop'a atfedilen bir çok nükteler Lokman'a isnat olunmuştur. Batılı yazarlar Lokman'la ilgili kıssaların sonraki devirlerde Ezop'unkilerden kopya edildiğini ileri sürerler. Bu konuda karşılaştırmalar ve örneklere de yer verip eski gelenekte Lokman, hakîm, hatta peygamber bir kimse olarak tanınırken; sonraki devrede artık köle, marangoz haline sokulduğunu eklerler. Onlara göre Lokman; Bileam, Ahikar, Ezopla aynı görülmüştür. Bileam, Kitab-ı Mukaddes'te geçer. Müfessirler, seceresi Lokman b. Bâûr b. Nahor b. Tarih şeklinde geçen bu zatın İbrani dilinde "bala", Arapça "Lakama" kökleri aynı yutmak anlamına geldiği için, Kitab-ı Mukaddes'teki karşılığının Bileam olduğu kanaatine ulaşmışlardır (Bileam için bk. Sa'lebî, 209 vd.). Lokman, Bileam mıdır tartışmasında buna olumlu bakanlar yanında karşı çıkanlar; Lokman, Kur'ân ve önceki gelenekte saygı duyulan; Bileâm, Kitab-ı Mukaddes ve Aggada'da nefret edilen bir kimsedir, demektedirler (bk. Belâm). Lokman'ı, Roma'lı Ahikar veya Yunan'ın Ezop'una benzetenler, onların sözlerinin veya onlarla ilgili anlatımların benzerliklerine dayanmaktadırlar (Bernhard-N.A. Stillman,"Lokman", Encyclopedia of İslam, Leiden 1978, IV, 813).

  9. #29

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    ZÜLKARNEYN


    Adı Kur'ân'da geçer. Allah ondan övgü ile bahsetmiştir. Peygamber mi, yoksa veli mi olduğu ihtilâf konusu olmuştur.
    Zülkarneyn kelimesi Arapçadır. Zü ve karneyn kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir. Zü, sahip ve malik demektir. Karn ise, boynuz, perçem, tepe, zaman, güneş anlamlarına gelir. Karneyn, karn'ın tesniyesi yani iki tanesi demektir. Buna göre Zülkarneyn kelimesi iki boynuz sahibi şeklinde tercüme edilir (el-Firuzabadî, el-Kamusu'l-Muhît, Kahire 1332, IV, 257 vd).

    Zülkarneyn'in kim oluğu ve neden kendisine bu lakabın takıldığı konusu, eskiden beri tartışmalı bir husus olarak devam etmiştir. Kendisine Zülkarneyn denilmesi, alimler tarafından, başının iki yanında iki boynuza benzer çıkıntıların bulunması, dünyanın şark ve garbını dolaşması, başının iki yanının bakırdan olması, örülmüş iki deste saçı olması, Allah'ın kendisine nur ve zulmeti musahhar kılması (emrine vermesi), yürürken nurun önünden, zulmetin ise arkasından gelmesi, şecaatı dolayısıyle bu lakabı almış bulunması, rüyasında gökyüzüne çıktığını ve güneşin iki tarafına asıldığını görmesi anlamlarında yorumlanmıştır.

    Zülkarneyn'in kim olduğu hususu da, çok farklı şekillerde yorumlanmıştır. Bilindiği gibi Zülkarneyn kelimesi onun esas adı değil, lakabıdır. Onun esas adı hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür. Birçok kişi, onun Büyük İskender (M.Ö 356-323) olduğunu iddia etmiştir. Fakat Kur'ân'da söz konusu olan Zülkarneyn ile Büyük İskender'in vasıfları birbirini tutmamaktadır. Zülkarneyn, Allah'a inanan, dürüst bir hayat süren ve peygamber olduğu bile ileri sürülen bir kişidir. Büyük İskender ise, tek tanrı inancından uzak, girdiği şehirleri yerle bir edecek kadar zalimve barbar bir insandı.

    Bilhassa son devrin alimlerinin ekseriyeti ise, Zülkarneyn'in İran kralı Kisra (Hüsrev) olduğunu kabul etmişlerdir. M.Ö altıncı asırda imparatorluk kuran Kisra'nın vasıflan, Kur'ân'da adı geçen Zülkarneyn'in vasıflarına daha uygun düşmektedir. Nitekim Araplar Kisra'ya, Nûşirevan-ı Âdil demektedirler. Yine de Zülkarneyn'in gerçek adını Allah bilir. Onun peygamber olup olmadığını ihtilaflıdır. (er-Razî, Mefâtihu'l-Gayb, Mısır 1937, XXI,163, vd.; İbn Kuteybe, el-Maarif, Beyrut 1970, 25).

    Zülkarneyn'in adı Kur'ân'da üç âyette geçmektedir:

    "(Ey Muhammed), sana Zülkar neyn'den soruyorlar. De ki: Size ondan bir hatıra okuyacağım. Biz yer yüzünde onun için sağlam bir mekan ve orada istediği gibi hareket edeceği yönetim hürriyeti hazırladık ve kendisine (muhtaç olduğu) her şeyden bir sebep verdik (ulaşmak istediği herşeye ulaşmanın yolunu, aracını verdik). O da (kendisini batı ülkelerine ulaştıracak) bir yol tuttu. Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca, onu, kara balçıklı bir gözede batar buldu. Onun yanında bir kavim buldu. Dedik ki: Ey Zülkarneyn, (onlara) ya azab edersin veya kendilerine güzel davranırsın (onları güzellikle yola getirirsin. Nasıl istersen öyle yaparsın). Dedi: Kim haksızlık ederse, ona azap edeceğiz) sonra o, Rabb'ine döndürülecektir. O da ona görülmemiş bir azab edecektir. Fakat inanıp iyi iş yapan kimseye de en güzel mükâfat vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanı söyleriz (kolay işler yapmasını emrederiz, zor işlere koşmayız onu). Sonra yine bir yol tuttu. Nihayet güneşin doğduğu yere ulaşınca, onu, öyle bir kavim üzerine doğar buldu ki, onlara güneşin önünden (korunacak) bir siper yapmamıştık. İşte (Zülkarneyn) böyle (yüksek bir mevkie ve hükümranlığa sahip) idi. Onun yanında (daha) nice (hükümranlık) bilgisi (tecrübesi ve vasıtası) bulunduğu biz biliyorduk. Sonra yine bir yol tuttu. Nihâyet iki sed arasına ulaşınca, onların önünde hemen hiç söz anlamayan bir kavim buldu. Dediler ki: Ey Zülkarneyn, Ye'cuc ve Me'cuc bu yerde bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasında bir sed yapman için sana bir vergi verelim mi? Dedi ki: Rabb'imin beni içinde bulundurduğu (mal ve mülk, sizin vereceğinizden) daha hayırlıdır. Siz bana insan gücüyle yardım edin de, sizinle onlar arasına sağlam bir engel yapayım. Bana demir kütleleri getirin. (Zülkarneyn) iki dağın arasını (demir kütleleriyle doldurup dağlarla) aynı seviyeye getirince, üfleyin dedi. Nihâyet o demir kütlelerini bir ateş haline koyduğu zaman; getirin bana, üzerine erimiş bakır döaaaim, dedi. Artık (Ye'cuc ve Me'cuc) onu ne aşabildiler ne de delebildiler. (Zülkarneyn) dedi: Bu, Rabb'imden (kullarına) bir rahmettir. Rabb'imin va'di ge(lip Ye'cuc ve Me'cuc'un çıkması, yahut kıyametin kopması gerek)diği zaman, onu yerle bir eder. Şüphesiz, Rabb'imin va'di gerçektir" (el-Kehf, 18/83-98).

    Bazı alimlerin rivayetine göre, Yahudilerden birkaç kişi, Hz. Muhammed (s.a.s)'e gelerek Zülkarneyn'in kim olduğunu sormuşlar. Bunun üzerine bu âyetler nazil olmuştur (en-Nisâburî, Esbâbu'n-Nuzûl, Mısır 1968, 75).

    Diğer bir rivayette ise, Mekkeliler kitap ehli olan Yahudilere adam gönderip Hz. Muhammed (s.a.s)'i çetin bir sınavdan geçirmek için, birkaç soru hazırlayıp göndermelerini istemişlerdi. Onlarda şu üç şeyden sormalarını tavsiye etmişler: Ruh, Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn Bunun üzerine ilgili âyetler inmiştir (et-Taberî, Camiu'l-Beyân, Mısır 1373, XVI, 7).

    Yukarıda meâli sunulan âyetlere göre, Zülkarneyn'in bazı özelliklerini şöyle sıralamak mümkündür. Zülkarneyn, üstün yeteneklere, geniş kudret ve imkanlara sahipti. Bilgili, kültürlü, dünya coğrafyasının önemli bir kısmını bilen ve ilâhî yardıma mazhar olan bir kişiydi. Zalimlere hadlerini bildiren, onları cezalandıran, ahiret gününe kesin bir şekilde imân eden, ona göre hareket eden ve iyi ahlaklı dindar toplumları himâye eden bir zattı.

    Zülkarneyn, Hakk'a karşı teslimiyet gösterir, her şeyi ilâhî emrin istikâmetine çevirmeye çalışırdı.

    Hz. Ali'ye göre Zülkarneyn ne bir nebi, ne dg bir kraldı. Fakat Allah'ın salih bir kulu idi. Allah onu sevmiş ve o da Allah'ı sevmişti (İbn İshâk, Kitabu'l-Mübtedâ ve'l-Meb'as ve'l-Meğazî, thk. Muhammed Hamidullah, Mağrib 1976, 185).

Sayfa 3/3 İlkİlk 123

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanıcı var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •