Atatürk’ün, Türk Aydınlanma Devrimi sırasında çoksesli müziğin üzerinde önemle durmuş olması bir rastlantı değildir. O, “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür” derken içi boş bir söz söylemiyordu. Atatürk sanatın, özellikle müziğin, bir ulusun ekinini (kültürünü) oluşturan toplumsal kurumlardan biri olduğunu, bu kurumun bütün öteki kurumlarla ilişkileri, etkileşimleri olduğunu pek iyi biliyordu.
Aile, eğitim, gelenekler, bilim/teknik, devlet/din gibi toplumsal kurumlar arasında sanat, özellikle müzik, toplum içindeki bireyin kendini bütün öteki kurumlara göre daha özgür bir biçimde anlatabildiği, bir bakıma toplumun geleceğe yönelişiyle ilgili yeniliklere de izin veren bir çıkış yoludur; bireysel bir karşı çıkıştır, bir özgürleşme eylemidir.
Aile içinde, örneğin iki çocuğun ana-babalarıyla birlikte Mozart’ın bir yaylı çalgılar dörtlüsünü bir Pazar günü kendi aralarında amatörce seslendirmeye çalıştıklarını düşünün. Büyük küçük her üyesinin, kendi kimliğini değişik seslerle, uyum içinde hep birlikte dile getirebildiği böyle bir ailede uyumsuzluk, anlaşmazlık, mutsuzluk yaşanır mı? Lise öğrencilerinin, okulda müzik dersinde ya da dışarıda kendi aralarında oluşturdukları küçük bir oda orkestrasında, Tomaso Albinoni’nin Adagio’sundaki uyumu, her biri kendi katkısını verebilmek için çaba göstererek, amatörce seslendirmeye çalıştıklarını düşünün. Bu çocukların, ileride birer mühendis, hekim, öğretmen ya da yöneticisi olarak üstlenecekleri görevlerde, içinde yaşadıkları toplumla, çevreyle iletişim sorunları, uyum sorunları olur mu? Toplumun, ulusun, insanlığın oluşturduğu orkestranın “uygarlık” denilen uyumunu bozan aykırı davranışlar onlardan beklenebilir mi?
Benim babam mühendisti, ama iyi keman çalardı. Çocukluğum, her gün onun kemanından dinlediğim Türk müziğiyle geçti. Bu müziğin duygusal güzelliği içime işledi. Öte yandan, radyodan dinlediğim müziğin çoksesliliğinden düpedüz büyülendim.
Aydınlanmanın bir ürünü olan çoksesli müzik her zaman, dünkü teksesli, baskıcı geleneksel toplumdan, yarınki çoksesli, uyumlu demokratik topluma geçişin, davranışlarımıza ruhlarımıza yansıyan değişimin duygusal, kararlı, gür sesi gibi gelmiştir bana.
Picasso’nun Müzisyenler’inde, Ortaçağ İtalyan Tiyatrosu Commedia dell’Arte’nin, sahnede hep yer alan üç baş kişisi gösterilir: Elinde çalınacak notayı (anayasayı) tutarak Devlet’i temsil eden Papaz ile Halk’ı temsil etmek üzere elinde kavalıyla duran çobanın arasında, gitarını çalmakta olan “sanatçı” oturur.
Sanatçı müzisyendir, şarkılar, şiirler söyler; ama o, egemen güçleri eleştirmek üzere oradadır; ne Devlet’e, ne Kilise’ye, ne de geleneklerinden kopmak istemeyen halka yaranmak zorunda değildir. Sanatçı dalkavukluk yapmaz. O müzisyendir, ozandır, bireylerin ruhlarına seslenir, onları etkiler; kimileyin de ip üzerinde yürüyen cambaz ya da uçurtmasının ipine sarılıp kendi de uçan palyaço olarak şaşırtır. Onun herkesi alaya alışı, geleneklere karşı çıkışı hoşgörülür. O dünü, bugünü değil, insanlığın yarınını, olması gerekeni anlatandır, geleceğe ışık tutan.
İnsanbilimde tanımlanan ekin (ya da kültür) kuramına göre, bütün toplumsal kurumlar birbirlerini etkiler, toplum bu etkileşimler ağı ile sarılır, bu etkileşimlerle evrilir, gelişir.
*
Müzikte çokseslilik arayışları Yenidendoğuş (Rönesans) ile başladı, Aydınlanma ile gelişti.