REKLAM

Teşekkur Teşekkur:  0
Beğeni Beğeni:  0
8 sonuçtan 1 ile 8 arası

Konu: Bilim Adamlarının Biyografileri...

  1. #1

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Icon2 Bilim Adamlarının Biyografileri...

    Robert Edwin PEARY (1856-1920)


    Kuzey Kutbu'na ilk kez ayak basan kâşif olarak kabul edilen Robert Edwin Peary ABD'nin Pennsylvania eyaletindeki Cresson kentinde doğdu. Brunswick'teki Bowdoin College'i bi­tirdikten sonra ABD donanmasına katıldı. 1886'da Grönland'a yaptığı bir yolculuktan sonra Kuzey Kutup Bölgesi'nde keşifler yap­maya karar verdi. 1891–1908 arasında Grön­land'a yapılan beş seferi yönetti.
    Peary Kuzey Kutup Bölgesi'ndeki gezile­rinde edinmiş olduğu deneyimlerden Grönland'dan Kuzey Kutbu'na yaptığı kesil gezi sinde yararlandı. Peary'nin gemisi Roosevelt Kuzey Kutup Bölgesi'ndeki keşif gezileri için özel olarak yapılmıştı. İlk iki gezisinde Kuzey Kutbu'na ulaşamayan Peary Kuzey Kutbuna ulaşmak için yaptığı üçüncü ve son seferinde Grant Arazisi'ndeki Columbia Burnu'ndan büyük bir grupla ve taşınabilecek en fazla araç gereçle yola çıktı. Kâşifler küçük bir öncü kolunun seçip işaretlediği yolu izliyordu. Belirli aralıklarla ana gruptan ayrılan küçük gruplar ancak geri dönmelerine yetecek ka­dar erzak alıp geri kalanını yola devam edenlere bırakarak hareket üslerine dönüyordu. Yol­culuğun 255 kilometrelik son bölümü başlar­ken grupta yalnızca Peary Matthew Henson ve dört Eskimo kalmıştı. Kâşifler kutup nok­tasına ulaştıklarına karar verince orada 30 saat kadar kalarak gözlemlerde bulundular ve bilimsel veriler topladılar. Peary yaptığı keşif gezileriyle Grönland'ın bir ada olduğunu ka­nıtladı ve Eskimolar'a ilişkin araştırmalar yürüttü. Kuzey Kutup Bölgesi'ndeki denizler gelgit olayı ve rüzgârlarla ilgili bilgiler topla­dı. Ne var ki Peary'nin olayları kaydetmekte titizlik göstermemiş olması ve bazı bilgilerin eksikliği uzmanlar arasında kuşkulara yol açtı ve Peary'nin Kuzey Kutbu'na ulaşıp ulaşma­dığı tartışma konusu oldu. Peary kutup nokta­sının 8 kilometrelik çevresinde derinlik öl­çümleri yapmış ve 2.700 metrede bile deniz dibine ulaşamamıştı. Böylece Kuzey Kutbu' nun buzla kaplı büyük bir denizin ortasında olduğunu kanıtlamış oldu.

  2. #2

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Uppsala da Doğan ve calısmalarını bu kentte gerceklestiren isveçli fizikçi ve astronom anders celsius 1730 da uppsala universitesinde astronomi profösoru oldu.

    Yapımi 1740 ta tamamlanan uppsala gozlemevini kurarak yasamının son 4 yılında orada çalıstı.biri dünyanın gunese uzaklıgının hesaplamasına yarayan yeni bir yonteme öburu dünyanın biçimini saptamaya yonelik iki astronomi kitabı yazdı.dünyanın kutuplarda hafifce basık olduğunu gözem yoluyla bulan ilk bilimadamlarından biri oldu.

    Celsius günümüzde kendi adını tasıyan sıcaklık olceğinin bulucusu olarak tanınır.sanigrat olarakta adlandırılan bu ölçek dünyanın her yanında özellikle bilimsel olcümlerde kullanılır.daha once kullanılan sıcaklık olceğini Danzigli bir alman fizikçi olan daniel fahrenheit 1714 te geliştirmişti.

    Çalısmalarını daha cok hollandada yürüten fahrenheit ın adıyla anılan bu olcek suyun donma noktasını 32F kaynama noktasını 212F olarak gosterir.Celcius 1742 de farklı bir sıcaklık olceği geliştirdi.sıcaklık aralığını 10 esit parcaya boldu.aslında celcius buzun erime noktasını 100 suyun kaynama noktasını 0 olarak kabul etmişti.

    Daha sonra 0 ile 100 u yer değiştirdi.baslangıcta bu olceğe yüz adım anlamındaki latince centum gradus tan gelen santigrat ölçeği demişti.ama 1948 de toplanan uluslararası konfreansta adını bulucusunun adı olan celsius la değiştirdiler.celsius derecesi C olarak adlandırılır.

  3. #3

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Öklid (Euclides) (Öklid (Euclides) Kimdir? - Öklid (Euclides) Hakkında)
    Rönesans sonrası Avrupa'da Kopernik'le başlayan Kepler Galileo ve Newton'la 17. yüzyılda doruğuna ulaşan bilimsel devrim kökleri Helenistik döneme uzanan bir olaydır. O dönemin seçkin bilginlerinden Aristarkus güneş-merkezli astronomi düşüncesinde Kopernik'i öncelemişti; Arşimet yaklaşık iki bin yıl sonra gelen Galileo'ya esin kaynağı olmuştu; Öklid çağlar boyu yalnız matematik dünyasının değil matematikle yakından ilgilenen hemen herkesin gözünde özenilen yetkin bir örnekti.

    Öklid M.Ö. 300 sıralarında yazdığı 13 ciltlik yapıtıyla ünlüdür. Bu yapıt geometriyi (dolayısıyla matematiği) ispat bağlamında aksiyomatik bir dizge olarak işleyen ilk kapsamlı çalışmadır. 19. yüzyıl sonlarına gelinceye kadar alanında tek ders kitabı olarak akademik çevrelerde okunan okutulan Elementler'in kimi yetersizliklerine karşın değerini bugün de sürdürdüğü söylenebilir.

    Egeli matematikçi Öklid'in kişisel yaşamı aile çevresi matematik dışı uğraş veya meraklarına ilişkin hemen hiçbir şey bilinmemektedir. Bilinen tek şey; İskenderiye Kraliyet Enstitüsü'nde dönemin en saygın öğretmeni; alanında yüzyıllar boyu eşsiz kalan bir ders kitabının yazan olmasıdır. Eğitimini Atina'da Platon'un ünlü akademisinde tamamladığı sanılmaktadır. O akademi ki giriş kapısında "Geometriyi bilmeyen hiç kimse bu kapıdan içeri alınmaz!" levhası asılıydı.

    Öklid'in bilimsel kişiliği unutulmayan iki sözünde yansımaktadır: Dönemin kralı I. Ptolemy okumada güçlük çektiği Elementler'in yazarına "Geometriyi kestirmeden öğrenmenin yolu yok mu?" diye sorduğunda Öklid "Özür dilerim ama geometriye giden bir kral yolu yoktur" der. Bir gün dersini bitirdiğinde öğrencilerinden biri yaklaşır "Hocam verdiğiniz ispatlar çok güzel; ama pratikte bunlar neye yarar?" diye sorduğunda Öklid kapıda bekleyen kölesini çağırır "Bu delikanlıya 5-10 kuruş ver vaktinin boşa gitmediğini görsün!" demekle yetinir.

    Öklid haklı olarak "geometrinin babası" diye bilinir; ama geometri onunla başlamış değildir. Tarihçi Herodotus (M.Ö. 500) geometrinin başlangıcını Nil vadisinde yıllık su taşmalarından sonra arazi sınırlarını belirlemekle görevli kadastrocuların çalışmalarında bulmuştu. Geometri "yer" ve "ölçme" anlamına gelen "geo" ve "metrein" sözcüklerinden oluşan bir terimdir. Mısır'ın yanı sıra Babil Hint ve Çin gibi eski uygarlıklarda da gelişen geometri o dönemlerde büyük ölçüde el yordamı ölçme analoji ve sezgiye dayanan bir yığın işlem ve bulgudan ibaret çalışmalardı. Üstelik ortaya konan bilgiler çoğunlukla kesin olmaktan uzak tahmin çerçevesinde kalan sonuçlardı.

    Örneğin Babilliler dairenin çemberini çapının üç katı olarak biliyorlardı. Bu öylesine yerleşik bir bilgiydi ki; pi'nin değerinin 3 değil 22/7 olarak ileri sürenlere bir tür şarlatan gözüyle bakılıyordu. Mısırlılar bu konuda daha duyarlıydılar: M.Ö. 1800 yıllarına ait Rhind papürüslerinde onların pi'yi yaklaşık 3.1604 olarak belirledikleri görülmektedir; ama Mısırlıların bile her zaman doğru sonuçlar ortaya koyduğu söylenemez. Nitekim kesik kare piramidin oylumunu (hacmini) hesaplamada doğru formülü bulan Mısırlılar dikdörtgen için doğru olan bir alan formülünün tüm dörtgenler için geçerli olduğunu sanıyorlardı.

    Aritmetik ve cebir alanında Babilliler Mısırlılardan daha ilerde idiler. Geometride de önemli buluşları vardı. Örneğin "Pythagoras Teoremi" dediğimiz bir dik açılı üçgende dik kenarlarla hipotenüs arasındaki bağıntıya ilişkin önerme "bir dik üçgenin dik kenar karelerinin toplamı hipotenüsün karesine eşittir" buluşlarından biriydi. Ne var ki doğru da olsa bu bilgiler ampirik nitelikteydi; mantıksal ispat aşamasına geçilememişti henüz.

    Ege'li Filozof Thales'in (M.Ö. 624-546) geometrik önermelerin dedüktif yöntemle ispatı gereğini ısrarla vurguladığı bu yolda ilk adımları attığı bilinmektedir. Mısır gezisinde tanıştığı geometriyi dağınıklıktan kurtarıp tutarlı sağlam bir temele oturtmak istiyordu. İspatladığı önermeler arasında; ikizkenar üçgenlerde taban açılarının eşitliği; kesişen iki doğrunun oluşturduğu karşıt açıların biribirine eşitliği vb. ilişkiler vardı.

    Klasik çağın "Yedi Bilgesi"nden biri olan Thales'in açtığı bu yolda Pythagoras ve onu izleyenlerin elinde matematik büyük ilerlemeler kaydetti sonuçta Elementler'de işlenildiği gibi oldukça soyut mantıksal bir dizgeye ulaştı. Pythagoras matematikçiliğinin yanı sıra sayı mistisizmini içeren gizliliğe bağlı bir tarikatın önderiydi. Buna göre; sayısallık evrensel uyum ve düzenin asal niteliğiydi; ruhun yücelip tanrısal kata erişmesi ancak müzik ve matematikle olasıydı.

    Buluş ve ispatlarıyla matematiğe önemli katkılar yapan Pythagorasçılar sonunda inançlarıyla ters düşen bir buluşla açmaza düştüler. Bu buluş karenin kenarı ile köşegenin ölçüştürülemeyeceğine ilişkindi. gibi bayağı kesir şeklinde yazılamayan sayılar onların gözünde gizli tutulması gereken bir skandaldi. Rasyonel olmayan sayılarla temsile elveren büyüklükler nasıl olabilirdi? (Pythagorasçıların tüm çabalarına karşın üstesinden gelemedikleri bu sıkıntıyı daha sonra tanınmış bilgin Eudoxus oluşturduğu irrasyonel büyüklükler için de geçerli olan Orantılar Kuramı'yla giderir).

    Öklid Pythagoras geleneğine bağlı bir ortamda yetişmişti. Platon gibi onun için de önemli olan soyut düşünceler düşünceler arasındaki mantıksal bağıntılardı. Duyumlarımızla içine düştüğümüz yanlışlıklardan ancak matematiğin sağladığı evrensel ilkeler ve salt ussal yöntemlerle kurtulabilirdik. Kaleme aldığı Elementler kendisini önceleyen Thales Pythagoras Eudoxus gibi bilgin-matematikçilerin çalışmaları üstüne kurulmuştu. Geometri bir önermeler koleksiyonu olmaktan çıkmış sıkı mantıksal çıkarım ve bağıntılara dayanan bir dizgeye dönüşmüştü. Artık önermelerin doğruluk değeri gözlem veya ölçme verileriyle değil ussal ölçütlerle denetlenmekteydi. Bu yaklaşımda pratik kaygılar ve uygulamalar arka plana itilmişti.

    Kuşkusuz bu Öklid geometrisinin pratik problem çözümüne elvermediği demek değildi. Tam tersine değişik mühendislik alanlarında pek çok problemin bu geometrinin yöntemiyle çözümlendiği; ama Elementler'in eğreti olarak değindiği bazı örnekler dışında uygulamalara yer vermediği de bilinmektedir.Öklid'in pratik kaygılardan uzak olan bu tutumunun matematik dünyasındaki izleri bugün de rastladığımız bir geleneğe dönüşmüştür.

    Gerçekten özellikle seçkin matematikçilerin gözünde matematik şu ya da bu işe yaradığı için değil yalın gerçeğe yönelik sanat gibi güzelliği ve değeri kendi içinde soyut bir düşün uğraşı olduğu için önemlidir.

    Matematiğin tümüyle ussal bir etkinlik olduğu doğru değildir. Buluş bağlamında tüm diğer bilimler gibi matematik de sınama-yanılma tahmin sezgi içedoğuş türünden öğeler içermektedir. Yeni bir bağıntıyı sezinleme değişik bir kavram veya yöntemi ortaya koyma temelde mantıksal olmaktan çok psikolojik bir olaydır. Matematiğin ussallığı doğrulama bağlamında belirgindir. Teoremlerin ispatı büyük ölçüde kuralları belli ussal bir işlemdir; ama sorulabilir: Öklid neden geometrinin ölçme sonuçlarıyla doğrulanmış önermeleriyle yetinmemiş bunları ispatlayarak mantıksal bir dizgede toplama yoluna gitmiştir?

    Öklid'i bu girişiminde güdümleyen motiflerin ne olduğunu söylemeye olanak yoktur; ancak Helenistik çağın düşün ortamı göz önüne alındığında başlıca dört noktanın öngörüldüğü söylenebilir:

    1) İşlenen konuda çoğu kez belirsiz kalan anlam ve ilişkilere açıklık getirmek;

    2) İspatta başvurulan öncülleri (varsayım aksiyom veya postulatları) ve çıkarım kurallarım belirtik kılmak;

    3) Ulaşılan sonuçların doğruluğuna mantıksal geçerlik kazandırmak (Başka bir deyişle teoremlerin öncüllere görecel zorunluluğunu yani öncülleri doğru kabul ettiğimizde teoremi yanlış sayamayacağımızı göstermek);

    4) Geometriyi ampirik genellemeler düzeyim aşan soyut-simgesel bir dizge düzeyine çıkarmak (Bir örnekle açıklayalım: Mısırlılar ile Babilliler kenarları 3 4 5 birim uzunluğunda olan bir üçgenin dik üçgen olduğunu deneysel olarak biliyorlardı; ama bu ilişkinin 3 4 5 uzunluklarına özgü olmadığını başka uzunluklar için de geçerli olabileceğini gösteren veriler ortaya çıkıncaya dek kestirmeleri güçtü; buna ihtiyaçları da yoktu. Öyle kuramsal bir açılma için pratik kaygılar ötesinde salt entellektüel motifli bir arayış içinde olmak gerekir. Nitekim Egeli bilginler somut örnekler üzerinde ölçmeye dayanan belirlemeler yerine bilinen ve bilinmeyen tüm örnekler için geçerli soyut genellemeler arayışındaydılar. Onlar kenar uzunlukları a b c diye belirlenen üçgeni ele almakta üçgenin ancak eşitliği gerçekleştiğinde dik üçgen olabileceği genellemesine gitmektedirler).

    Öklid oluşturduğu dizgede birtakım tanımların yanı sıra beşi "aksiyom" dediği genel ilkeden beşi de "postulat" dediği geometriye özgü ilkeden oluşan on öncüle yer vermiştir (Öncüller teoremlerin tersine ispatlanmaksızın doğru sayılan önermelerdir). Dizge tüm yetkin görünümüne karşın aslında çeşitli yönlerden birtakım yetersizlikler içermekteydi. Bir kez verilen tanımların bir bölümü (özellikle "nokta" "doğru" vb. ilkel terimlere ilişkin tanımlar) gereksizdi. Sonra daha önemlisi belirlenen öncüller dışında bazı varsayımların belki de farkında olmaksızın kullanılmış olması dizgenin tutarlılığı açısından önemli bir kusurdu.

    Ne var ki matematiksel yöntemin oluşma içinde olduğu başlangıç döneminde bir bakıma kaçınılmaz olan bu tür yetersizlikler giderilemeyecek şeyler değildi. Nitekim 18. yüzyılda başlayan eleştirel çalışmaların dizgeye daha açık ve tutarlı bir bütünlük sağladığı söylenebilir. Üstelik dizgenin irdelenmesi beklenmedik bir gelişmeye de yol açmıştır: Öncüllerde bazı değişikliklerle yeni geometrilerin ortaya konması. "Öklid-dışı" diye bilinen bu geometriler sağduyumuza aykırı da düşseler kendi içinde tutarlı birer dizgedir. Öklid geometrisi artık var olan tek geometri değildir. Öyle de olsa Öklid'in düşünce tarihinde tuttuğu yerin değiştiği söylenemez.

    Çağımızın seçkin filozofu Bertrand Russell'ın şu sözlerinde Öklid'in özlü bir değerlendirmesini bulmaktayız: "Elementler'e bugüne değin yazılmış en büyük kitap gözüyle bakılsa yeridir. Bu kitap gerçekten Grek zekâsının en yetkin anıtlarından biridir. Kitabın Greklere özgü kimi yetersizlikleri yok değildir kuşkusuz: dayandığı yöntem salt dedüktif niteliktedir; üstelik öncüllerini oluşturan varsayımları yoklama olanağı yoktur. Bunlar kuşku götürmez apaçık doğrular olarak konmuştur. Oysa 19. yüzyılda ortaya çıkan Öklid-dışı geometriler bunların hiç değilse bir bölümünün yanlış olabileceğini bunun da ancak gözleme başvurularak belirlenebileceğini göstermiştir."

    Gene Genel Rölativite Kuramı'nda Öklid geometrisini değil Riemann geometrisini kullanan Einstein'ın Elementler'e ilişkin yargısı son derece çarpıcıdır: "Gençliğinde bu kitabın büyüsüne kapılmamış bir kimse kuramsal bilimde önemli bir atılım yapabileceği hayaline boşuna kapılmasın!"

  4. #4

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Einstein Galilei ve Newton ile birlikte üç büyük bilim dehasından biridir. Üçü için de efsane gerçeği gölgede bırakmıştır. Özellikle Einstein'ın yaşamı efsanelerle doldurulmuş ve bunlar onun yalnız bilgin ve kamuya mal olmuş adam ünüyle beslenmiştir. Resimleri ünlü tablo La Gioconda'da olduğu gibi yerli yersiz basılmış; haksız olarak atom bombasının babası sayılmış ve ünlü E = mc2 formülü her hususta gerekli gereksiz kullanılmıştır. Gerçekte Einstein asıl alanı olan kuramsal fizikte yaptığı çalışmalarıyla XX. yy fiziğine ışık tutmuştur.
    Albert Einstein 14 mart 1879'da Almanya'nın güneyindeki Ulm kentinde dünyaya geldi. Ailesi Musevi'ydi ama pek dindar değildi. Çocukluğu babasının elektrik tesisatı yaptığı Münih'te geçti. Babası hiç bir zaman işinde başarılı olamamıştı onun işiyle ve ailesinin geçimiyle ilgili yaşadığı sorunlar genç Einstein'ı çok etkilemiştir.

    YETİŞME YILLARI
    Einstein Münih'te Luitpold Lisesi'ne devam etti. Burada başarılı bir öğrenci sayılırdı ama aslında çok mutsuzdu; o dönem her türlü askeri disipline ve dayanıksız otoriteye karşı olumsuz duygularının ortaya çıktığı yıllardı. On beş yaşında lisedeki yönetime daha fazla dayanamayarak kendi iradesiyle okulu terk etti ve lise öğreniminin sona ermesini beklemeyerek ailesinin bulunduğu Pavia'ya İtalya'ya gitti. Babası burada yeniden bir servet edinmenin peşindeydi. Einstein aylarca tek başına çalıştıktan sonra ünlü Zürich Politeknik Enstitüsü'nün giriş sınavlarına katıldı. Bu sınavda başarılı olamadı ama öğretim yöntemlerinin son derece liberal olduğu bir İsviçre okulunda sınavlara hazırlanabilme olanağını elde etti. 1896'da Politeknik Yüksek Okulu'na kabul edildi ve burada 1900'e kadar dönemin en iyi profesörlerinin yanında çok iyi bir öğrenim gördü. Bu dönemde Alman biliminin tüm klasik yapıtlarını keşfetti. Bu arada Politekniğe kabul edilen ender kız öğrencilerden biri olan Sırp-Hırvat kökenli Mileva Maric ile tanıştı. Onun Musevi olmayan bir kızla evlenmesine karşı çıkan babasının ölümünden sonra 1903'te evlendiler.
    Einstein okulu bitirdikten sonra sahip olduğu saygın diplomaya karşın kendine uygun bir iş bulamadı. Çeşitli üniversitelerde araştırma görevlisi kadrosu elde etmek için yaptığı birçok başvuru sonuçsuz kaldı. Sonunda babasının araştırma görevlisi bir dostunun araya girmesiyle Bern'deki patent dairesinde bir teknik uzmanlık görevi bulmasaydı durumu hiç de iyi olmayacaktı. Einstein için fizik çalışmalarına olanak vermesi bakımından bundan daha uygun iş olamazdı. 1955'te ölümünden birkaç hafta önce kaleme aldığı Öz yaşam öyküsü Taslağı'nda "Patent belgelerinin yazılması işi benim için gerçek bir kazançtı; bu iş fizik üzerinde düşünmek için bol zaman bulmama olanak veriyordu" diye yazacaktı.

    1905 OLAĞANÜSTÜ BİR YIL
    Einstein'ın 1905'te yayımladığı ve fizik tarihinin seyrinde değişikliğe yol. açan beş makalesi 1900 ile 1905 arasında olgunlaştı. Isaac Newton'a başarısının sebebi sorulduğunda söylediği şu sözler kadar Einstein'a uygun olan bir başkası yoktur: Tüm zamanım uğraştığım sorunlar üzerinde düşünmekle geçer. Einstein on yıldan beri sürekli olarak fizikteki derin bir ayrılık üzerinde düşünmekteydi; bu ayrılık fiziği kuramsal düzeyde birbiriyle bağdaşamaz bir biçimde ikiye bölüyordu: bir yanda ışığın denizin yüzeyindeki dalgalar gibi tüm uzaya ya yılmış ve süreklilik arz eden dalgalar dan oluştuğunu ileri süren dalga kuramı (James C. Maxwell'in ışığın elektromanyetik doğasını göstermiştir); öte yanda ışığı parçacıklardan oluşan tümüyle yerel ve süreksiz bir mekanik olgu olarak kabul eden Newtoncu kuram. Sürekli olan ile süreksiz olanın fizik kuramında birlikte yer almasına oldukça şaşıran ve fiziğin ancak tekli yapıda olabileceği fikrine sıkı sıkıya bağlanan Einstein kararlı bir biçimde bu ayrılığı ortadan kaldırmanın yollarını aramaya girişti. Bu konu tüm yaşamının en önemli amacını ve bütün araştırmalarının arkasındaki gerçek itici gücü oluşturacaktı.
    Einstein'ın en önemli üstünlüğü ışık kuramının fizikteki en derin çelişkiyi içe ren alan olduğunu kavramasıydı. Deha sının diğer bir yönü geçerli olan ışık kuramının temel kavramlarından biri olan esirin fizikteki tekliğin önündeki engellerden biri olduğunu anlamasıydı. Ger çekte ışık bir dalga gibi düşünülmüştü; bu dalga kavramı suyun yüzeyinde olu- şan dalgalanma olayına benzer biçimde geliştirilen kuramsal bir kavramdı. Eğer bu benzerlik sonuna kadar sürseydi olay son derece açık olacaktı; oysa sudaki dalgalanmayı olanaklı kılan maddi ortam ışık için çok kolayca belirlenebilir değildi. Birçok fizikçi kuşağının önünde duran engel buydu: ışık enerjisinin yayıl masını sağlayan ortam nedir? Bu ortam için düşünülen esirin birçok fiziki özelliğinin ele geçmez olmasına karşın (yoğunluğunun ve esnekliğinin hesaplan- ması ya da ölçülmesi olanaksız gözüküyordu) onun hareketsiz olduğunu var saymak kuramının içsel nedenlerinden ötürü zorunlu gözüküyordu.
    Bu tarihi hatırlatma Einstein'ın 1905'te henüz yirmi altı yaşındayken ortaya koyduğu entelektüel cesaretin önemini değerlendirmeye olanak verir. Gerçekten de Einstein'a göre esirin fiziki özelliklerinin saptanmasının bu denli güç olmasının nedeni onun hiçbir fiziki gerçekliğe sahip olmamasından onun yalnızca bir uydurma olmasındandı; bu kavram kolaylıkla bir kenara bırakılabilecek bir yakıştırmadan başka bir şey değildi. Einstein'ın özel görelilik kuramını anlattığı ünlü makalesi bu temele dayanıyordu: Esir yoktur.
    Bu makalesinde Einstein zaman ve uzayla ilgili « doğal » fikirlerin çok derin bir eleştirisi pahasına esiri kalan tek maddi özelliği olan hareketsizlikten de arındırmayı başardı. Böylece fizikte tek liği gerçekleştirdi. Aslında o döneme değin ışığın dalga kuramında kabul edil diği gibi hareketsiz bir esirin varlığını öngörmek tüm mekaniğin (Galilei'den beri) tüm parçacık hareketi kuramının üzerine kurulduğu görelilik düşüncesi ve ilkesine açıkça aykırıydı ve bu neden le hareketsizliğin olmadığı bunun fiziki bir anlamının olmadığı öne sürülebilir di. Böylece ilkeler düzleminde ışık kuramı derhal mekanikle bağdaşık homojen bir duruma gelecekti. Einstein esirin sonunu ilan etmekle bu ayrılığı heterojenliği ortadan kaldırdı ışığın görelilik kuramını ortaya koydu ve onu mekanikle birleştirdi.
    Einstein gene 1905'te ışığın ısıl özelliklerini yani ısıtılmış bir cismin yaydığı ışığın rengini inceleyerek ışığı aynı zamanda parçacıklardan oluşan bir olgu olarak da kabul etmek gerektiğini kanıtladı. Bu sonuç da fiziğin tekliği yolunda ilerleme olanağı sağladı; daha önce inanıldığı gibi ışığın mekaniğin incelediği parçacıklardan tümüyle farklı bir doğaya sahip olduğu yolundaki görüşün tümüyle doğru olmadığı ışığın aynı zamanda maddi özelliklere parçacık özelliğine de sahip olduğunu ortaya çıkardı. Dolayısıyla evrende bulunan tüm nesnelerin ortak bir doğası olduğu fikri ufukta beliriyordu.
    Böylece Einstein daha sonraki elli yıl boyunca araştırmalarını 1905'te açtığı iki yolda çeşitli başarılarla sürdürerek birleşik bir fizik kuramı kurmaya çalıştı. Bu yollardan biri fiziğin farklı dallarının dayandığı ilkelerin birleştirilmesiydi. (Einstein buna «bir ilkeler kuramının araştırılması » diyordu); İkinci yol ise fiziğin ele aldığı ve evrendeki şeylerin yapıldığı nesnelerin birliğini kurmaktı (Einstein bu yolu «bir inşa kuramının araştırılması » olarak tanımlıyordu).

    BİRLEŞTİRİCİ İLKE ARAYIŞI
    Einstein 1905'ten sonra elektromanyetik kuvvetler ile çekim kuvvetlerini aynı biçimde ele almayı olanaklı kılacak temel ilkeleri bulmaya yöneldi. Bu sonuca kısmen 1907 ile 1916 arasında uğraştığı Genel Görelilik Kuramı ile ulaştı. Genel Görelilik Kuramı bir çekim kuramıdır; yani iki cismin bir- birine uyguladığı çekimle ilgilidir. Newton'un açıklamadan öne sürdüğü bu etkileşim kuramının yerine Einstein bir başka kuram geçirdi. Einstein'ın çalışmalarıyla bu etkileşimin o bölgede bulunan cisimlerin yol açtığı bir uzay-zaman eğriliği olduğu ortaya çıkmıştı. Bugün yetmiş beş yaşını aşmış olan bu kuram henüz «olgular»ca yalanlanmış değildir. 1930'lar ile 1950'ler arasında son derece popüler olan (ki o dönemde bu kuramı gazete ve dergilerin «matematik» köşelerinde sıkça görmek mümkündü) Genel Görelilik Kuramı bugün astrofiziğin temel çerçevesini oluşturur. Bu kuram aynı zamanda kozmolojiyi tümden yenilemiştir.
    Einstein kuramının evrenin genel yapısını betimleme olanağını verdiğini fark etmiş ve büyük bir şaşkınlıkla evrenin hem sınırsız hem de sonlu olduğunu keşfetmiştir.
    Bugün kozmoloji Genel Görelilik Kuramı üzerinde yükselmektedir. Kara delikler büyük patlama (big bang) ya da çekimsel dalgalarla ilgili araştırmalar Einstein'ın 1907 ile 1916 arasında yaptığı çalışmalar sonucunda açtığı yolda ilerlemektedir. Einstein tüm yaşamı boyunca Genel Görelilik Kuramını «sevgili çocuğu» olarak nitelendirmiştir; bunun nedeni herhalde onun Özel Görelilik Kuramı gibi kolay doğmamış olmasıydı: Einstein 1911 ile 1916 arasında matematik öğrenmenin yanı sıra bu dönemde daha önce hiçbir bilgisinin olmadığı tansör çözümlemesini ve Eukleidesci olmayan geometriyi öğrenmişti. Ayrıca yalnız çalışmayı sevmesine karşın çalışma arkadaşlarından Marcel Grossmann'a başvurmak zorunda kalmıştır. Einstein bu büyük matematikçiden geliştikçe daha çok karmaşıklaşan kuramının biçimselleştirilmesi labirentinde kendisine yardım etmesini istemiştir.
    Aslında Genel Görelilik Kuramı hem yapısıyla hem de evreni betimleme biçimiyle Einstein için ideal bir biçimi temsil ediyordu. Bu kuram esasen bir alan kuramı kavramına dayanıyordu; yani uzayın belirli bir noktasında bulunan bir cismin çevresindeki uzay bölgesinde bir değişiklik meydana getirmesi fikrini temel alıyordu. Bu cisim bir «alan» yaratıyordu; bu alan ise onu yaratan cisim tarafından uzayın bir bölgesinde oluşturulan bir değişiklikten başka bir şey değildi. Bu muhakemenin temeli şu ilkedir: daha önceleri düşünüldüğünün tersine uzay içindeki cisimlere karşı duyarsız değildir yani bir cismin varlığında ya da yokluğunda uzay aynı değildir.
    Görelilik anlayışına göre iki cisim arasındaki etkileşim cisimlerden birinin diğeri üzerinde yarattığı alan etkisiyle betimlenir: birinci cisim ikincinin bulunduğu yerde onun duyarlı olacağı bir alan yani uzayda bir değişim yaratır; ikinci de bu etkiye karşılık verir. Bu süreç karşılıklı olduğundan (birinci ve ikinci cismin yerleri değiştirilebilir) burada betimlenen bir karşılıklı etkidir yani uzayın aracı olduğu bir tür etkileşimdir.
    Böylelikle alan kavramı bir sürekli değişkenlik (kontinium) fikrine dayanır: uzay her noktasında değişikliğe uğramaktadır. Bu sürekli değişkenlik kavramı alan kavramını hem güçlendirir hem zayıflatır. Güçlendirir çünkü uzayın sürekli yapıda olmasıyla uzayda (uzay-zaman) olup biten tüm fiziki süreçlerin betimlenmesi bir alan kuramıyla uyumlu görünür. Zayıflatır çünkü bir sürekli değişkenlik kuramına tekabül eden «serbestlik dereceleri»nin sayısı (yani değişkenliklerin olanaklılığı) dünyayı temsil etmek için çok fazladır; herhangi bir anda alanın yerelleşmiş bir cisim olarak «kristalleşme- si» gerekir.
    Einstein kırk yıl boyunca -ölümü- ne dek- bu sorun üzerinde kendi ifadesiyle kafa patlatmaktan vazgeçmedi. Tüm fizik kuramlarını birleştirecek bir kuram tutkusunu terk etmedi ve sürekli olarak 1905'te ortaya koyduğu görelilik il- kesine veya Genel Görelilik Kuramının temelindeki eşdeğerlik ilkesine benzer bir biçimde tüm etkileşimler için geçerli olacak bir alan kuramı oluşturmaya çalıştı. İşte sık sık girişilip daha sonra vazgeçilen «birleşik kuram» geliştirme çabalarının temelinde bu yatar. Modern fizik bu tutkuyu biraz farklı bir yönden yeniden ele almıştır; çünkü Einstein'ın birleşik kuram üzerinde çalıştığı yıllarda bilinmeyen yeni etkileşimler bulunmuştur (atom çekirdeğindeki zayıf ve kuvvetli etkileşimler).

    BİR YALNIZ ADAMIN KOŞUSU
    İlkeler doğrultusunda izlenen yol arzulanan birleşmeye olanak vermese bile Einstein en azından «inşa edilmiş» kuramı geliştirmeyi umuyordu bu kuramla evreni oluşturan yapıtaşlarını ortaya koymak daha ulaşılır gözüküyordu. ışığın sürekli ortamda yayılma olanağını ortaya koyan 1905 makalesinin aynı zamanda ışığın süreksizlik özelliğine sahip olduğunu içermesi bu anlamdaki bir adımı oluşturuyordu. Aslında bu makale bugün fiziğin temel kuramı olan kuantum kuramının kurucu belgesi olarak da kabul edilebilir. Bu kuram 1905 makalesinde ifade edilenlerle uyumlu olarak evrenin temel yapıtaşlarının ya parçacıklardan ya da dalgalardan oluşabileceği düşüncesinin bir kenara bırakılmasını zorunlu kılar; ayrıca bir ölçümün sonuçlarının ancak istatistik olabileceğini öne sürer. Kuantum kuramı yalnızca olasılıkların hesaplanmasına olanak verir.
    1905 ile 1927 arasında Niels Bohr Erwin Schrödinger Paul Dirac ve kuramın diğer « kurucu öncüleri» ta- rafından geliştirilen (bu kurucular arasında Einstein'ın adı genelde anılmaz) kuantum mekaniğinin ilkeleri özetle bunlardır. Ama Einstein'ın kuantum kuramına katkısının 1905'te yayımlanan ışığın kuantaları üzerine makalesiyle (veya 1901'de yayımlanan ve katılardaki fononlar kuramının kökeninde yer alan özgül ısı üzerine yazdığı makalesiyle) sona erdiğini düşünmek yanlış olur. Einstein 1905'te «bulgusal» olarak öne sürdüğü ışık kuantaları varsayımını (yani Einstein bu varsayımı kesin kanıtlanmış olduğundan değil ama kuramı iç tutarlılık nedenleriyle doğrulandığı için öne sürmüştü) daha sonraki yıllar- da tekrar ele alarak onu «bulgusal»
    olmaktan kurtarıp «gerçek»liğini kanıtlamaya çalıştı. 1909'da ışımadaki dalgalanma özelliğini inceledikten sonra ışığın doğasında bulunan bir «ikilikle» hem parçacık hem de dalga özellikleriyle nitelendirile- bileceği fikrini geliştirdi. 1916'da kuantaların yalnız enerjileriyle değil aynı zamanda (proton ve nötron gibi tüm «gerçek» parçacıklarda olduğu gibi) hareketlerindeki nicelikle de nitelendirilebileceğini gösterdi ve böylece kuantaların gerçekliğinin kabulünde önemli bir adım attığını düşündü. Ama ışığın bu parçacık niteliğinin kanıtlanmasına yönelik deneylerde uğranan düş kınklıkları Einstein'ı ulaştığı sonuçları yeniden gözden geçirmek zorunda bırakacaktı. 1905 makalesinin temeli olan madde-ışıma benzeşimine geri dönerek 1924'te ışık kuantalarının klasik «gerçek» parçacıklarla aynı istatistiğe boyun eğmediklerini gösterdi; ışık kuantaları çeşitli olanaklı durumlarda düzenli bir dağılım göstereceklerine onları gruplaşmaya iten bir kuvvet varmış gibi birbirleri üzerinde birikme eğilimine sahiptiler bu da onların genelde bir dalga izlenimi vermesinin sebebiydi. Bu keşfin önemi göz ardı edilemezdi; lazerin ve aşın iletkenliğin bulunması fotonlara özgü bu istatistiksel kuanta (Bose-Einstein istatistiği olarak bilinir) bilgisine dayanır. Bununla birlikte Einstein'ın bu alandaki çeşitli çalışmalarına rağmen Bohr Heisenberg Dirac ve diğerleri tarafından temsil edilen kuvantum kuramının geliştirilmesindeki ana akımın dışında kaldığı doğrudur. Aslında Einstein kuantum kuramının istatistiğe bağlı niteliğini kabul etmeyi her zaman yadsımıştır; bir ölçümün kuram tarafından yetkin bir biçimde öngörülemeyeceğini ya da şakayla karışık söylediği gibi «Tanrının zar atmasını» anlayamamıştır. Kuantum kuramının kurulma yılları olan 1913 ile 1927 arasında Einstein onun onayını almaya çalışan genç araştırmacıların umutsuz çabalarına rağmen kuantum kuramına karşı eleştirel bir tavır takındı. Daha sonraları kuramın mantıksal tutarsızlığını tartışmayı bir kenara bırakacak ve karşı çıkmalarının konusu biraz farklı bir alana kayacaktır: Einstein'a göre kuantum kuramı henüz «eksiktir» (bu nedenle de «tamamlanması» için daha da derinleştirilmelidir) çünkü kesin deney koşullarında sistemin sonraki halini aynı kesinlikte verememektedir. 1927'de dönemin tüm seçkin kuantum fizikçilerini bir araya getiren Solvay Kongresi Einstein ile Bohr arasındaki kuramsal tartışmayla fizik tarihindeki yerini alacaktır.
    Einsetin'ın Nazizmden kaçarak 1935'te Amerika Birleşik Devletleri'ne iltica etmesiyle bu tartışma yeniden alevlendi. Tartışma bu kez Kuantum kuramında «yerel olmama» (yerel olmayan etkileşim) denen bir sorun üzerindeydi. Yerel olmayan etkileşime göre geçmişte karşılıklı etkide bulunan iki sistem üzerinde yapılan ölçümler birbirlerinden bağımsız değildir; sistemlerden biri üzerinde yapılan ölçümler bu iki sistem birbirinden ayrı da olsa sanki birbirleriyle anında bağlantı kuruyorlarmış gibi ya da «haberleşiyorlarmış» gibi bir diğeri üzerinde yapılan ölçümleri de belirlemektedir. Bu nokta kuantum kuramının kurucuları tarafından daha önce farkedilmemişti.
    1935'te yayımlanan ünlü bir makaleyle (bu makalede geliştirilen düşünceler «EPR paradoksu» olarak bilinir; EPR makale yazarlarının baş harfleridir: Einstein Podolsky ve Ro sen) fizikçiler topluluğunun dikkatini kuantum kuramındaki bu şaşırtıcı duruma yönelten Einstein'dır. O zamandan beri bu konu üzerindeki çalışmalar sürmektedir özellikle Alain Aspect tarafından 1982'de gerçekleştirilen ünlü deneylerde belirlendiği gibi birbirine etkide bulunmuş iki fotonun durumları gerçekten de bu etkileşimin izlerini taşımaktadır ve bunlar sonsuza dek birbirleriyle bağlantılı kalacaklardır.
    Einstein tarafından kuantum kuramına yöneltilen eleştiriler genelde onu tercihinin alan kuramları yönünde olmasıyla ilişkilendirildi. Sorunun kökeninde süreksizin sürekliye olan baskınlığının söz konusu olmasına rağmen Einstein'ın kafasını kurcalayan sorun bu değildi. Einstein'a göre kuantum kuramındaki asıl kusur parçacıkların varlığını açıklayamamak ve kuantaların varlığını onları doğrulamadan ortaya koymaktır. Einstein'ın yaşamının yalnızlık içinde sona erdiğini ifade etmek pek de abartma olmayacaktır. Einstein kendisinin 1905'te ortaya koyduğu ışık kuantalarının varlığından kuşkulanan birkaç meslektaşıyla yalnızlığını paylaşmıştır. 12 Aralık 1951 tarihli bir mektubunda şöyle yazıyordu: «Elli yıldır bilinçli olarak kafa yorduğum şu soruna bir yanıt bulabilmiş değilim: Işık kuantaları nedir? Bugün çıkagelen ilk aklı evvel onun ne olduğunu bildiğine inanıyor ama kendini aldatıyor.»

    YAŞADlĞI YÜZYILDAN KENDİNİ SORUMLU GÖREN BİR ADAM
    19l9'da Kraliyet Astronomi Derneği'nin üyelerinden biri olan Arthur Eddington'un telgrafı Londra'ya ulaştığı gün Einstein döneminin en ünlü bilim adamı haline gelmişti. Arthur Eddington o günlerdeki bir tam güneş tutulmasıyla ilgili bir araştırma kurulunun başı olarak güney yarıküreye gitmişti ve bu araştırmanın aynı zamanda Genel Görelilik Kuramının sonuçlarından biri olan ışık ışınlarının güneş çevresinde eğilmesi iddiasının doğrulanıp doğrulanmayacağının belirlenmesini de sağlayacağı umuluyordu. O dönemde bir İngiliz araştırma kurulunun bir Almanın kuramı sayılabilecek (Einstein aslında İsviçrelidir ama Berlin'de çalışmaktadır) bir kuramı doğrulaması ülkeler arasında bir yumuşama umudu olarak görünüyordu. Böylece Einstein gün geçtikçe güncel bir konuma geliyordu.
    Einstein bu apansız gelen ünü yürekten desteklediği bazı konuların hizmetinde bilerek kullandı; bunlar barış için mücadele etmek ve Avrupa'da giderek çoğalan Yahudi düşmanlığına karşı MuseviIerin yerleşebileceği bir toprak parçasının bulunması çabasıydı.
    Einstein'ın siyasetle ilişkisi 1914'te Doksan Üçler denilen ve uygarlığın değerlerini (burada örtük olarak kastedilen Alman değerleridir) barbarlara karşı korumayı içeren bir bildiriyi imzalamayı reddetmesiyle başlar; bu bildiri Alman entelijansiyasının büyük bir kesimi tarafından onaylanmıştı. Genel Görelilik Kuramı 'nın tamamlanmasıyla çakışan Birinci Dünya Savaşı'nın sonu Einstein için yoğun bir siyası etkinlik fırsatı oldu; özellikle barış ve ülkeler arası uzlaşma yönünde. Milletler Cemiyeti'nin yönetiminde bazı örgütlerin üyesi olarak diğer ülkelerin Alman bilim adamlarına uyguladıkları boykota karşı mücadele verdi; bu ülkeler daha uygar olduklarını düşünüyorlardı. Tüm ülkelerdeki inancı uğruna askerlik yapmayı reddedenlerin haklarını etkinlikle savundu ve Fransız-Alman uzlaşmasının ateşli bir militanı olarak mücadele verdi (1922'de Paris'e yaptığı yolculuğun başka bir nedeni yoktur). Einstein Hitler'in 1933'te iktidara gelmesiyle tavrını tümden değiştirdi; elindeki tüm güçleri Nazizmle mücadele yolunda seferber etti. Einstein'a göre eldeki her araçla askeri olan da buna dahil- Nazizmle mücadele etmek gerekmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'ne yapmakta olduğu bir gezi sırasında Einstein'ın evi Naziler tarafından yağmalandı. Einstein Almanya'ya dönmemeye ve Princeton Yüksek Araştırma Enstitüsü'nün kendisine önerdiği kürsüyü kabul etmeye karar verdi; 1933 yılının sonbaharında Princeton'a yerleşti.
    1939'da Başkan Roosevelt'e yazdığı ünlü mektubuyla ilk atom bombalarının gerçekleşmesine yol açacak araştırmalarda çalışmak istediğini bildirdi. Bunun savaşın bitiminde Maccarthyciliğin ve soğuk savaşın gelişmesine yol açtığına üzüntüyle tanık olacak ve son yıllarını savaş çılgınlığıyla mücadele etmeye adayacaktı. Einstein'a göre barışın korunabilmesi için bir dünya devletinin kurulması gerekiyordu; bu devlet Birleşmiş Milletler Örgütü'nden daha geniş bir güce sahip uluslarüstü bir federasyon ve silahlı kuvvetlerden sorumlu tek güç olacaktı.
    Einstein barış yanlısı etkinliklerinin yanı sıra zamanının büyük bir kısmını Filistin'de bir Yahudi merkezi kurma fikrine ayırdı. 1921'den itibaren Hayyim Weizmann'la birlikte Kudüs İbranı Üniversitesi'nin kurulmasına katkı sağlamak üzere Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Musevi topluluklarından yardım sağlamak amacıyla bu ülaaae gitti. Einstein bu üniversite tasarısının gerçekleşmesi için çok çaba harcadı hatta yüksek düzeyli bir eğitimde verilecek farklı dersleri bizzat kendi saptadı. Ayrıca Filistin konusundaki Siyonist hareketin iç tartışmalarında etkin bir rol üstlendi; bu konuda aldığı tavırlar ne kadar gerçekçi olduğunu göstermektedir: Einstein her zaman İsrail'in temellerinin atılmasının o topraklar Araplara ait olduğu sürece sorunsuz olamayacağına işaret etmişt tir. İngilizlerin manda yönetiminin çeşitli sorunları çözüme ulaştıracağına aşın bir güven duymuştur.
    Einstein 18 Nisan 1955'te öldü; son yazısı Bertrand Russell ile birlikte kalerne aldıkları bir barış çağrısıydı.

    KLASİK FİZİKÇİLERIN SONUNCUSU
    Einstein bugün efsane haline gelmiş bir şahsiyettir; onun imgesi ister reklam için olsun isterse yaşama karşı bir tavrı belirtmek için olsun çok kullanılmıştır. Bu efsanelerin dışında yaptığı katkının ölçüsünü kendi etkinlik alanında aramak önemlidir: fizik alanı. Einstein ışık kuantaları üzerine 1905'te yayımladığı makalesiyle kuantum kuramının kurucusudur. Kuşkusuz kısa süre içinde kuantum kuramına belli bir mesafeyle yaklaşır olmuştur ama böyle bir eleştirel tavrın bilim topluluğu bünyesinde büyük kazançlar sağladığını da göz ardı etmemek gerekir; eğer Einstein bu sorunlarla uğraşmamış olsaydı örneğin yerel olmayan etkileşim gibi sorunlar daha uzun süre fark edilmeyebilirdi. Einstein'ın kuantum kuramını bu haliyle kabul etmeyi yadsıması aynı zamanda fizik tarihinin onunla sona eren bir evresine de ait olduğu anlamına gelmektedir; bu- gün fizik artık temelini oluşturan kuantum kuramı olmadan düşü-nülemiyor.
    Einstein'ın bir diğer alanda da katkısı olmuştur ki ondan sonra fizik daha önce olduğundan farklıdır; bu alan temel ilkelerin araştırılması alanıdır. Bugün fizik tümüyle belli sayıdaki ilkelerin kabulüne dayanmaktadır; bu ilkeler değişmezlik ya da simetri ilkeleridir. Bunlar fizik yasalarının dayandığı «üstün yasa»lardır. Bugünkü kuramsal fizikçilerin temel etkinlik alanını
    oluşturan bu ilkeler Einstein'la ortaya çıkmıştır.
    Gerçi Einstein'dan önceki fizik de bu ilkeleri uyguluyordu ama deneyci yoldan yani şu ya da bu yasanın şu değişmezlik ilkesine uyduğunun doğrulandığını öne sürerek uyguluyordu.
    Einstein'dan itibaren buna karşıt bir yoldan gidilmektedir; önce değişmezlik ilkelerinin ne olacağı daha sonra da onlardan çıkacak yasalar belirlenir. Bu anlamda bugünkü fizikçiler Einstein'ın bıraktığı mirası kullanmaktadırlar.

  5. #5

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Daniel Rutherford (Daniel Rutherford Kimdir? - Daniel Rutherford Hakkında) Daniel Rutherford
    Vikipedi özgür ansiklopedi Daniel Rutherford (d. 3 Kasım 1749 - ö. 15 Kasım 1819) İskoç kimyacı ve doktordur. 1772 yılında azot diğer bir adıyla nitrogen'in (Latince nitrum Yunanca "doğal soda" "genler" "şekillenmek" anlamında olan Nitron kelimesinden gelmektedir) izolasyonunda ün kazanmıştır.
    Edinburgh'ta doğan bilim adamı babası John Rutherford (1695–1779)'un tıp alanında profesör olduğu Edinburgh Üniversitesi'nde eğitim görmüştür. Öğrenci gibi 1772'de Azot izolasyonunu ve 1778'de oksijeni hayati hava olarak tanımlamıştır.
    Daniel Rutherford 1772'de azotu keşfettiğinde onu zararlı hava veya sabit hava olarak adlandırmıştır. Havanın belli bir oranının yanma olayında yer almadığı 18. yüzyıl kimyacıları tarafından iyi bilinmekteydi. Azot yaklaşık aynı tarihlerde Carl Wilhelm Scheele Henry Cavendish ve Joseph Priestley tarafından da araştırılmaktaydı.

  6. #6

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Felix Bloch (1905 - 1983)



    23 Ekim 1905 yılında Zürih İsviçre'de doğmuştur. Burada ve Eidgenössische Technische Hochschule de eğitim görmüştür.


    1927 de fizik mühendisliği eğitimini tamamlamasının ardından University of Leipzig'e geçerek doktorasını vermiştir. Alman akademilerinde Werner Heisenberg Wolfgang Pauli Niels Bohr ve Enrico Fermi gibi bilim adamları ile çalışmıştır.


    1933 yılında Almanyayı terk ederek Stanford Üniversitesine geçmiştir. 1939 yılında Amnerikan vatandaşlığına geçmiştir. 2. Dünya Savaşı yıllarında Los Alamos National Laboratuarında atom enerjisi üzerinde çalışmıştır.


    Savaş sonrası dönemde nükleer indüksiyon ve manyetik nükleer rezonans konularına yoğunlaşmıştır. MRI (Manyetik Rezonans Görüntüleme) olayının temellerini atmıştır. O ve Edward Mills Purcell 1952 Nobel Fizik Ödülü'nü nükleer manyetik alanındaki çalışmalarından dolayı almışlardır.

  7. #7

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart

    Yuri Alekseyeviç Gagarin (1934 - 1968)



    Yuri Alekseyeviç Gagarin 9 Mart 1934 yılında doğdu. Sovyet kozmonot 1961 yılında uzaya çıkan ve dünyanın çevresini turlayan ilk insan.
    Yuri Gagarin Gzhatsk yakınlarındaki Kluşino`da 9 Mart 1934 tarihinde dünyaya geldi (bu kasabanın adı 1968`de Gagarin olarak değiştirildi). Annesi ve babası kolektif bir çiftlikte çalışıyordu. Yuri dört çocuktan üçüncüsüydü özellikle ablası Yuri`yle yakından ilgilendi. Sovyetler Birliği`ndeki milyonlarca aile gibi Gagarin ailesi de İkinci Dünya Savaşı`ndan kötü biçimde etkilendi. İki abisi 1943`te Almanya`ya götürüldü ve savaş bitene kadar geri dönemediler. Hocaları Gagarin`i zeki ve çalışkan fakat biraz da yaramaz bir çocuk olarak tanımlardı. Matematik hocası savaş esnasında Kızıl Ordu Hava Kuvvetleri`nde uçmuştu bunun da Gagarin üstünde büyük bir etki bıraktığı söylenir.
    Bir dökümhanede çıraklığa başlayan Gagarin daha sonra Saratov`da bulunan yüksek teknik okuluna seçildi. Oradayken "Hava Kulübü"`ne girdi ve küçük uçaklarla uçmayı öğrendi. Bir hobi olarak başladığı bu iş zamanla hayatının önemli bir bölümünü kaplamaya başladı. 1955`de okulunu tamamladı ve bir pilot okulunda savaş uçağı eğitimi almaya başladı. Orada 1957 yılında evleneceği Valentina Goryacheva ile tanıştı. Eğitimden sonra hava şartlarının kötü olduğu Norveç sınırında bir bölgeye atandı. Yetişkin biri olduğunda boyu 1575 cm civarındaydı.
    Uzay Yarışının başlangıç döneminde Sovyetler kozmonot adaylarını belirlemek için geniş bir tarama programı başlatmışlardı. 20 kozmonot ile Sovyet uzay programına seçilen Gagarin bütün testleri başarıyla atlattı. En sonunda gene yetenekli ve başarılı bir kozmonot olan German Titov ile Yuri Gagarin arasında bir tercih yapılacaktı Yuri Gagarin seçildi. Bu seçimde soğuk Titov`un aksine Yuri`nin güler yüzlü ve cana yakın bir karakterinin olması ve sade bir çocukluk sürmesinin önemli olduğu söylenir.
    12 Nisan 1961 tarihinde Gagarin uzaya çıkan ilk insan oldu. Uzaygemisinin adı Vostok 1 idi. Uluslarası medyaya göre Gagarin uzayda "Burada Tanrı falan göremiyorum." demişti. Ancak uzay uçuşu sırasında dünya ile yaptığı konuşmaların yayımlanan metninde böyle bir cümle yer almaz. Gagarin daha yörüngedeyken rütbesi TASS tarafından yükseltildi. Sovyet otoritelerine göre rütbe değişimin hemen yapılmasının sebebi Gagarin`in iniş sırasında ölebileceğini düşünmeleriydi. Ama bu gerçekleşmedi ve Gagarin dünyaya çok ünlü biri olarak döndü. Sovyetler Birliği Komünist Partisi`ni "bütün başarılarımızın düzenleyicisi" olarak övdü. Dönemin lideri Nikita Kruşçev de Gagarin`in ününden ve başarısından korkarak onu kendine politik bir rakip olarak düşünmeye başladı.
    Gagarin dünya çapında ün kazanmış biri ve Sovyet başarısının sembolü olarak dünyayı dolaşmaya başladı popülaritesini de kontrol edebiliyordu. Fakat kısa bir süre sonra alkol bağımlısı oldu 1961`de Kırım`da genç bir hemşireyle maceraya atıldı. 1962`de kendini toparlayarak kozmonot yetiştirme merkezinde çalışmaya başladı.
    Kurumun antrenör vekili olma sürecinde Gagarin savaş uçağı pilotu olmayı yeniden hak kazanması gerekti. 27 Mart 1968`de MiG-15 model uçağıyla rutin bir deneme sürüşü sırasında eğitmeniyle birlikte hayatını kaybetti. Kazaya neyin sebep olduğu bilinemedi 1986 yılında bir soruşturmada Su-11 model bir uçağın yol açtığı türbülansın kazaya yol açtığı söylendi. Aynı zamanda hava koşulları da kötüydü. Başka bir söylenti de Gagarin`in sarhoş olduğudur oysa ki bu doğru değildir çünkü uçuştan önce iki testten geçmiştir ve yapılan araştırmalarda alkol veya uyuşturucu izine rastlanmamıştır. Yeni bir teori de pilot kabininin yanlışlıkla açıldığı ve bir anda güçlenen hava dolaşımı yüzünden uçağın kontrolünü Gagarin`in kaybettiğidir.

  8. #8

    Kullanıcı Bilgi Menüsü

    Standart


    Luis Victor Broglie (1892-1987)
    Broglie bir Fransız soylusunun ikinci oğluydu. Adını Normandiya'nın küçük bir kasabasından alan Broglie ailesinden 17. yüzyıldan beri yüksek rütbeli subaylar politikacılar ve diplomatlar yetişmiştir. Louis de Broglie ağabeyi Maurice gibi bilim adamlığını meslek seçerek ailesinin bu geleneğini bozdu. Paris'deki aile malikhanesinde iyi donatılmış bir laboratuvar kuran Maurice de bir fizikçiydi.
    Ve atom çekirdeği üzerindeki deneysel çalışmalara önemli katkıları oldu. Louis fırsat buldukça ağabeyinin çalışmalarına katılıyordu ama ona çekici gelen yalnızca fiziğin kavramsal yönü idi. Kendisini bir deneyciden yada mühendisten çok salt kuramcı genel ve felsefi görüşleri özellikle çok seven biri diye tanımlar. I. Dünya savaşı sırasında fiziğin pek az ilgilendiği teknik yönleriyle ilgili bir göreve getirildi.
    Broglie'nin atom fiziğinin sırları yani bilimin çözülmemiş kavramsal problemleri diye adlandırdığı konuya ilgisi Alman fizikcileri Max Planck Albert Einstein 'in çalışmalarına ilşkin olarak ağabeyinden öğrendiği bilgilerden doğdu ama fiziği meslek olarak seçmesi uzun zaman sonra oldu. 1909'da Sorbonne'da tarih öğrenimini tamaladıktan sonra başladığı kuramsal fizik öğrenimini 1913'te bitirdi. Görevlendirildiği Fransız tarihini araştırma projesinden şiddetli bir fikir ayrılığından sonra çekildi. Ve doktora aaai için fiziğe ilişkin bir konu seçti.
    1924'te sunduğu doktora aaainde Broglie bilim dergilerinde daha önce yayınlanmış olan çığır açıcı elektron dalgaları kuramını geliştirdi. Atom boyutlarındaki maddenin dalga özelliklerine sahip olabileceği düşüncesinin temeli Albert Einstein'in 20 yıl önce yapmış olduğu bir öneride yatıyordu. Einstein burada kısa dalga boylu ışığın kimi koşullar altında sanki parçacıklardan oluşmuş gibi davrandığının gözlenebileceğini öne sürmüştü. Bu düşünce 1923 'te doğrulandı. Ama ışığın ikili niteliği Broglie'nin maddeye böyle bir ikilik düşüncesi yüklemesiyle birlikte bilim çevrelerinin onayını kazanmaya başlamıştı.
    Broglie'nin bu önerisi atomdaki elektronların devinimine ilişkin hesapların ortaya çıkardığı bir soruya yanıt getirdi. Deneyler elektronlerın çekirdek çevresinde devinmekte olması gerektiğini ama belirlenemeyen nedenlerden ötürü bu devinimde kimi kısıtlamaların bulunduğunu gösteriyordu. Broglie'nin dalga özellikli elektron düşüncesi bu kısıtlamaların açıklanabilmesine olanak sağladı. Çekirdekteki yükün belirlediği sınırlar içinde kalmak durumunda olan bir dalganın sahip olabileceği biçimde belirlenmiş olacak ve atom sınırlarına uyamayan biçimdeki bir dalga kendi kendisiyle girişime uğrayarak yok olacaktı. 1923'te Broglie bu görüşü ortaya attığında parçacık özellikleri iyice belirlenmiş olan elektronun kimi koşullar altında dalga gibi davranabileceğini gösteren hiçbir kanıt yoktu.
    Doktora aaainin bir kopyası raslantı sonucu Albert Einstein'in eline geçti. aaai çoşkuyla karşılayan Einstein Broglie 'nin çalışmasının önemini açıkca vurguladı ayrıca bu çalışmayı daha da geliştirdi. Böylece Avusturya'lı fizikçi Erwin Schrödinger bir varsayım olarak ileri sürülen bu dalgalardan haberdar oldu ve bu temeller üzerinde bir matematiksel sistemi ileride fiziğin temel araçlarından birini oluşturacak olan dalga mekaniğini kurdu.

Konu Bilgileri

Users Browsing this Thread

Şu an Bu Konuyu Gorunteleyen 1 Kullanıcı var. (0 Uye ve 1 Misafir)

Bu Konudaki Etiketler

Yer imleri

Yetkileriniz

  • Konu Acma Yetkiniz Yok
  • Cevap Yazma Yetkiniz Yok
  • Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
  • Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok
  •