Ve O’nun Tevazuu

O’nun mahviyet ve tevazuu da, fetanetinin ayrı bir buudu olarak yıldız gibi parlamaktadır. O, şöhreti artıp herkes tarafından kabul edildikçe, mahviyeti daha da derinleşmiştir. Tevazu ve mahviyet âdetâ O’nunla beraber doğmuş gibiydi.. ömrünün sonuna kadar da gelişerek devam etti. “Kim tevazu ederse Allah onu yüceltir” 432 diyen ve dediğini en iyi şekilde tatbik ve temsil eden Hz. Muhammed Aleyhisselam’dır.

O, her zaman kendisini insanlardan herhangi bir insan olarak görmüş ve hiçbir zaman, kendini onlardan ayrı tutmamıştır. şeklinde Hz. Ali’ye isnat edilen hoş bir söz vardır ki, O, hayatını hep o çizgide sürdürmüş ve insanlardan bir insan olarak kalmaya fevkalâde özen göstermiştir.

Evet, dünyevî makam ve mansıplar insanı şımartmamalı ve ona kendini unutturmamalıdır. İnsan, kral da olabilir kır bekçisi de. Bunlar, insan olmakta müşterektir. Öyleyse bir insanın üzerine aldığı mükellefiyetin ***fiyeti, onu bir başka varlık haline getiremez. Dolayısıyla da insan, her zaman ve zeminde kendisini insanlardan bir insan olarak kabul etmelidir.

Eğer demokrasi denilen sistem, bazılarının kabul ettiği gibi, yeryüzünde en zirve bir sistem ise, İslâm bu zirveyi hem de asırlar önce yakalamıştır. Fakat biz, İslâm’ın demokratik bir sistem olduğu düşüncesine karşıyız.

İşte sistemin mükemmeliyetini gösteren içtimaîde bazı kesitler:

Hz. Ali, bir zimmî ile muhakeme olmak için mahkemeye geldiğinde Kadı Şüreyh, oturması için ona yer gösterir. Hz. Ali kaşlarını çatarak bu teklifi reddeder. Zira hasmı ayakta beklerken o oturamaz. Düşünün ki, o gün Hz. Ali, büyük bir devletin halifesi, yani, devlet reisidir.433

Allah Rasûlü hayatla kaynaşmış, bir fıtrat insanı olmuştu. Çok kere O’nun meclisine ilk gelenler, Peygamberin kim olduğunu bilemezler; ancak sahabinin tavırlarıyla veya O konuşmaya başlayınca, Allah Rasulü olduğunu fark edebilirlerdi. Hicret esnasında, Medinelilerden o güne kadar Allah Rasulünü görmemiş olanların pek çoğu o gün, Ebu Bekir’in elini öpmeye koşmuşlardı. Yani, onu Allah Rasulü sanmışlardı. Ancak o, eline bir yelpaze alıp Efendimizi serinletmeye başlayınca, Allah Rasulü’nün kim olduğu anlaşılmıştı. Böyle olmuştu. Zira Allah Rasulü kendisini Ebu Bekir’den ayıran herhangi bir davranışta bulunmuyordu.434

Mekke’yi fethedip şehre girerken nasıl bir mahviyete büründüğü dillere destan. Biniti üzerinde o denli iki büklüm idi ki, neredeyse başı bindiği hayvanın eğer kaşına değecekti. O şanlı Nebi, o şanlı beldeye işte böyle bir mahviyet ruhuyla girmişti.435

Hz. Aişe Validemiz’den rivayet edilen bir hadis bize şunları anlatır: “Allah Rasulü evinde, herhangi bir insan gibi davranırdı. Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu”436. O, bunları yaptığı sırada, O’nun adı cihanın dört bir yanında anılıyor; herkes O’ndan ve getirdiği dinden bahsediyordu. O zamanını öyle ayarlamıştı ki, bu kadar mühim sorumlulukları arasında, bu gibi işlere de fırsat bulabiliyordu. O, her güzel hasletin zirvesinde oturmaya layıktı, ve öyle de oldu...

İnsanlar Arasındaydı

Büyüklerde büyüklüğün alâmeti tevazu ve mahviyettir. Küçüklüğün emaresi ise tekebbürdür. Allah Rasûlü insanlar içinde en büyük insandır. Öyle ise tevazuu da öyle olmalıydı...

Mescid yapımında, herkes bir kerpiç taşırken iki kerpiç taşıyan437, hendek kazımında herkes karnına bir taş bağlarken iki taş bağlayan438, karşısına gelen ve mehabetinden dolayı sıtmalı gibi titreyen bir adama: “Kardeşim, korkma, ben de senin gibi, anası kuru ekmek yiyen bir insanım”439 diyen Allah Rasûlü hiç şüphesiz insanların en mütevazisiydi.

Meclislerde otururken, büyüklük alâmeti olarak, ayak ayak üstüne atıp öyle oturanlar, psikiyatrinin hangi dalında cinnetle bütünleşirler bilemem ama; onların ruhî yönlerinde ciddi bir eksiklik olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. Allah Rasûlü herkes gibi oturur ve herkes gibi davranırdı. Evet, O’nun her hareketi belli bir edep dairesi içinde cereyan ederdi. O, büyüklüğünü, her zaman yüzünü yere koymak ve seccadede gerilmek suretiyle gösterirdi.

“Kim tevazu gösterirse Allah onu yüceltir. Kim kibirlenirse Allah onun burnunu yere sürter.” 440

Tevazu ve mahviyet insana iki kanat gibidir; onu yüceler yücesi bir âleme doğru pervaz ettirirler. Allah Rasûlü, tevazuu sayesinde aşılmazları aşmış ve ebedlere kadar insanlığın lideri olmuştur. Zaman ve mekanın dar buudlarını aşan bu mümtaz ve seçkin Lider’in karşısına insanlar, çok rahatlıkla çıkar ve söyleyeceklerini de rahatlıkla söylerlerdi. Çünkü kendisi de çok rahat bir insandı.

Kâdı Iyâz naklediyor: “Bir gün aklından zoru olan bir kadın geldi, Allah Rasûlü’nün elinden tutarak çekti ve O’na: Gel benim evimdeki şu işimi gör, dedi. Kadın Allah Rasûlü’nün kolundan çekiyor, O da arkasına takılıp gidiyor.. derken Sahabe de onların arkasına düşüyor.. ve Allah Rasûlü gayet rahat bir şekilde kadının dediği işi görüyor sonra geri dönüyor”441. Bu iş, belki bir ev süpürmek, belki de yıkanmış çamaşırları sıkmaktı. İşin ***fiyeti ne olursa olsun, Allah Rasûlü bu işi yapmıştı. Zira O bir fıtrat insanıydı ve O’nun bu hareketi asla zillet de değildi. Zillet, O’nun rüyalarına bile girememişdi. Nasıl girer ki, O, küfür ve isyan karşısında kükremiş bir aslan gibiydi. Ve yukarıda da söylediğimiz gibi, O, insanların en şecaatlısıydı. Hz. Ali der ki: “Biz muharebe meydanında korktuğumuz zaman Allah Rasûlü’nün arkasına sığınır ve O’nunla korunurduk” .442 Hatta O’nun atmosferi, çevresindekilere emniyet ve güven verirdi. Öyle ise böyle bir insan, bu şekilde bir mahviyet gösteriyorsa, bu sadece O’nun tevazuundandır.

Fıtrîliği

Tevazu zillet olmadığı gibi, kibir de vakar değildir. Allah Rasûlü, tevazuunda da mutlak bir ölçü ve denge içindeydi. Evet O’nun bu sıfatı da bizlere “Muhammedü’r-Rasûlullah” dedirtir.

Bir hâkim, mahkemede ciddi olmalıdır. Bu vakardır. Ancak, aynı tavır evinde çocuklarına karşı kibir olur. Zira insan, hanesinde, hane halkından biri gibi davranmalıdır. Bunlar birer Kur’ânî düsturdur ve en güzel tatbikçisi de Allah Rasûlü’dür. Daha sonrakilerinki O’na imtisal ve O’nu taklittir.

Herkes O’nu büyüklerden daha büyük görebilir; fakat, O, şöyle demektedir: “Hiç kimse kendi ameliyle cennete giremez.” “Sen de mi?” diyenlere de: “Evet, Ben de. Eğer Allah (cc) rahmetiyle sarıp sarmalamazsa.” 443

Evet işte O, bu sözü söyleyecek kadar, tabiî ve fıtrî bir insandı. Kendisini insanlar arasında bir fert, ve bir parça olarak görüyor, sonra da davranışlarını bu anlayışa göre ayarlıyordu.

Birgün Hz. Ömer gelip, Allah Rasulü’nden Umre için izin istemişti. Umre için de O’ndan izin alınıyordu. Zira onlar, disiplin insanıydılar. Her işlerinde, her müşkillerinde Allah Rasulü’nün yanına koşar, iş ve müşkillerini hep O’na arzederlerdi. Evinde gelinlik kızı olan O’na gelir: “Ya Rasulallah, evimde gelinlik kızım var. Evlendirmek istediğin biri varsa emir buyur” der... Bir başkası, bahçesini vakfetmek istiyorsa gelir durumu evvela Allah Rasulü’ne arzeder. İtikafa girmek isteyen, sefere çıkmak murat eden hep Allah Rasulü’ne gelir ve O’ndan izin alırdı. İşte şimdi, Hz. Ömer de gelmiş, umre için izin istiyordu. Allah Rasulü, onun bu talebini geri çevirmediği gibi, Hz. Ömer’i hayatının sonuna kadar heyecanlandırıp coşduracak bir talepte de bulunacaktı: “Kardeşim, duana bizi de ortak et.” Bu münasebetle Hz. Ömer birgün şöyle diyecektir: “O gün dünyalar benim olsaydı, o kadar sevinmezdim.”444

Tevazu ve Kulluk Buudu

O’ndaki bu tevazu ve mahviyet, fethettiği gönülleri bir daha fethediyordu. Bu fetihlerle O, ümmetinin elinden tutup, onları nurdan helezonlarla ma’nanın zirvelerine çıkarıyordu. Ömer, ilk hamlesiyle zaten alacağı mesafeyi almıştı. Ama Allah Rasûlü onları yukarılara ve daha yukarılara çıkarmak istiyordu. Ve öyle de yaptı.. bedevî bir toplumdan muallim ve mürşit bir cemaat meydana getirdi. O insanları zirvelere doğru yükseltirken, kendisi de amudî olarak yükseliyordu. Ne var ki O, katettiği merhalelerle doğru orantılı olarak sadece tevazu ve mahviyeti artıyor; nefsine bakan yönüyle ise, kendini kullardan bir kul görme hissiyle dolup taşıyordu.

Ahmed b. Hanbel, Ebu Hureyre’den rivayet ediyor:

“Allah Rasûlü, Cibril’le oturmuş sohbet ediyordu.. ve kimbilir kaç günden beri ağzına birşey koymamıştı. Cibril O’nun en sadık dostuydu. Zayıf bir rivayette Allah Rasulü’ne şöyle demişti: “Ben, Sen’den sonra, yeryüzüne ancak birkaç defa ineceğim” . Çünkü, Hz. Muhammed Aleyhisselam’sız bir dünya Cibril’e de hicran olur. (Nitekim, seneler var ki bu dünya bize de hicran olmuştur.) Ve, Cibril’e bu durumunu söyledi: “Günlerdir ağzıma birşey koymadım.” Birden gök gürültüsü gibi ses duyuldu. Bir melek iniyordu. (Taberanî onun İsrafil Aleyhisselam olduğunu söyler). Cibril, Efendimiz’e bu meleğin, dünyaya ilk defa indiğini haber verir. Melek Cenâb-ı Hakk’dan selam getirmiştir.. ve Allah (cc) sormaktadır: “Melik bir peygamber mi, yoksa kul bir peygamber mi olmak istersin?” Allah Rasulü, Cenâb-ı Hakk’dan gelen bu teklif karşısında tahayyürle Cibril’e bakar. (O, belli bir noktaya kadar Cibril’den marifet dersi alırdı. Hatta Miraçta, Efendimiz Cibril’in Cenâb-ı Hakk’a karşı olan kurbiyet tavrına hayran kalmıştı.. ve bunu bir münasebetle de zikrederler. Evet, Cenâb-ı Hakk’ı, Cibril gibi bir meleğin bilmesi ölçüsünde bilmek mümkün değildir.) Cibril Allah Rasulü’ne işaret eder ve şöyle der: “Ey Allah’ın Rasulü! Rabbine karşı mütevazi ol!”445

Zaten, bizzat Cenâb-ı Hakk da Kur’ân diliyle, Rasûlü’ne tevazuu emretmiyor mu: “Sana tâbi olan mü’minlere tevazu kanatlarını indirebildiğin kadar indir” (Şuara 26/215). gibi nice âyetler var Kur’ân’da.

Ve, Allah Rasûlü de aynı şeyi talep etti. “Kul bir peygamber olmayı isterim”

O kulluğu tercih edince, Allah (cc) da O’nun kulluğunu O’na baş tacı yaptı. Kur’ân O’nu birçok yerde hep kulluğu ile anlatır. Müslümanlar da şahadet getirirken, O’nun, Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğuna şahidlik ederler. Evet O, evvela Allah’ın kulu sonra da Rasûlü’dür. Kulluk risaletten önce gelir.

Herkes birilerinin kulu olabilir ve onlara ait bir tasmayı boynunda taşıyabilir. Hz. Muhammed (sav) ise evvel-ahir hep Allah’ın kulu ve kölesi olmuştur. O hayatının hiçbir devresinde, hiçbir safhasında başkasına boyun büküp bel kırmamıştır. Ubudiyet O’nun aslî vasıflarındandır.

O’nun bu mazhariyetine bir işaret olarak, minarelerde günde beş defa O’nun kulluğu dile getirilmekte ve bütün cihana karşı, risaletinin yanında kulluğu da ilan edilmektedir. Zira, yukarıda da arzettiğimiz gibi, O’nun kulluğu risaletinden evvel gelir.

O kuldur. Cenâb-ı Hakk, Kur’ân-ı Kerîm’de O’nun kulluğunu nazara vererek: “Allah’ın kulu ve Rasûlü namaz kılmak için kalktığında, cinler O’nun ibadetini görmek için birbirine girercesine etrafında toplanıverdiler” (Cin, 72/19) der.

İster bu Allah Rasûlü’nün başına üşüşme işi cinlere, ister Mekke müşriklerine izafe edilmiş olsun, bizim için mühim olan, O’nun Kur’ân’da “Abdullah” ünvan-ı âlisiyle zikredilmiş olmasıdır.

Kur’ân’ın Allah kelamı olduğunu anlatan ve bu mevzuda şüphesi olanları muarazaya davet eden şu âyetinde de O’na yine “kul” denilmektedir:

“ Kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin. Eğer doğru sözlü iseniz, Allah’tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırınız. Yapamazsanız -ki yapamayacaksınız- o takdirde, inkâr edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taşlar olan ateşten sakının” (Bakara, 2/23-24).

Yine Kur’ân-ı Kerîm, O’nu en çok yükseldiği nokta itibariyle ele alırken kulluğuyla ele alır:

“Kulu Muhammed’i bir gece Mescid-i Haram’dan, kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için, Mescid-i Aksa’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Doğrusu O, Semî’dir, Basîr’dir.” (İşitir ve görür) (İsra, 17/1).

Boykot hadisesi, sonra Hz. Hatice ve Ebu Talib’in vefatları, âdeta Allah Rasûlü’nü insanlar arasında hâmisiz hale getirmişti. Sebepler bütünüyle sükût edip ve O’na destek olan payandalar bir bir kırılınca, kırılıp da, tutunacak dal kalmayınca, Müsebbibü’l-esbab (sebepleri elinde tutan Allah) Ehadiyet burcunda, kemal-i rahmetle tecelli etti. Çağın büyük mütefekkirinin beyanı içinde; Tevhid Nuru, ehadiyet burcunda göründü.. Ve Allah Rasûlü, Rabbini, Mâlikini ve Hâlikını bizzat görmek üzere semalar ötesine davet edildi.. ve oralarda en şerefli bir misafir olarak ağırlandı.

Burada asıl gayemiz Mirac’ı anlatmak değildir. Bu itibarla o fasla hiç girmeyeceğim. Ne var ki bir hususa dikkatinizi çekmek için bu girizgaha girme mecburiyetinde kaldım. O da şudur: Allah (cc), böyle mühim bir mucizeyi anlatma sadedinde, Efendimiz’i, ne Kur’ân’daki, ne İncil’deki, ne de Tevrat’taki isimleriyle, yani, Muhammed, Ahmed ve Ahyed’le anmıyor da, O’nun kulluğundan bahisle “Abdihi” diyor. Sanki O: “Ben kul oldum” deyince, Allah (cc) da O’na diyor ki: “Madem sen kul oldun; Ben de kulluğu en büyük bir değer ve kıymet haline getirdim.. ve yeryüzünde en büyük değer olarak kulluğu kabul ediyorum. Onun için, nerede senin değer ve kıymetinden bahsetmek istersem, orada senin kulluğunu nazara vereceğim. Hem öyle bir nazara vereceğim ki, her müslüman şahadetinde senin risaletinden evvel kulluğunu ifade edecek ve dünyanın dört bir yanı onların bu âvazlarıyla lerzeye gelecek...” Evet, dünyanın her tarafı senin kul olduğunu haykıracak.

Ve Bir Hülâsa

Şemail kitaplarında Allah Rasulü bütün yönleriyle anlatılır. Fizikî yönüyle O nasıl mükemmel bir insandır, ruh ve karakter yönüyle de öyle mükemmeldir. Bunlardan Hz. Ali’ye dayanan bir sözde, Allah Rasulü bize şöyle anlatılır:

“Allah Rasulü, elibollukta ve cömertlikte insanların en cömerdidir. Sinesi, hilm u silmi geniş olma bakımından insanların en geniş sinelisidir. (Dünya kadar ağır yükleri) yüklenmiş ve “Of” demeden kaldırıp taşımış.. akla hayale gelmedik tahammül-fersa işleri göğüslemiş ve her türlü cefa, işkence ve mürüvvetsizliğe karşı hep mürüvvetle muamele etmişti. O, lehçe yönüyle insanların en isabetlisidir”; (yani sözü en doğru olandır. Şaka yaparken bile bir kelimenin kırkta biri kadar hilaf-ı vâki’ bir beyan sadır olmamıştır. Rüyasında dahi, ağzından yalan çıkmamıştır. Doğru oturmuş, doğru kalkmış, doğru konuşmuş, doğru düşünmüş, doğru söylemiş ve doğruluğa davet etmiştir.) O, fevkalade tabii bir insandı. (Yanında otursaydınız hiç rahatsız olmazdınız. Bir arkadaşınızla oturuyor gibi, sizi rahat ettirirdi. Öyle bir tabiatı, öyle yüksek bir ruhu vardı ki, hiçbir insan O’nun seviyesine çıkamaz, O’nun gibi oturamaz, O’nun gibi düşünemez, ve O’nun gibi olamazdı. O, tenezzülen meclistekilerin seviyesine iner, yanındakileri hiçbir zaman, aradaki farkla ezmez ve rahatsız etmezdi446. Bir yerde O’nun gibi yürüyemeyen bir insan görse en zayıfın yürüyüşüyle yürürdü. Zaten, böyle yapılmasını da emreden yine O idi. Hayatın bütün ünitelerine şamil bu prensip O’nda her zaman ve zeminde tatbik bulurdu.

Aşiret itibariyle insanların en soylusuydu. O’nu gören herkes severdi. Hele yakınında bulunanlar, O’nu herkesten daha fazla severlerdi. (Hz. Ebu Bekir O’na herkesten yakındı ve O’nu herkesten çok seviyordu.)

Ne O’ndan evvel ne de sonra O’nun gibi sevilen bir ikinci insan göstermek mümkün değildir. Kimisi diliyle kimisi de haliyle; ama bütün inananlar bütün içtenlikleriyle durmadan şöyle demişlerdir ve diyeceklerdir de:

“Sana cânân gönül hayran nedendir?

Cemalin gün gibi rahşân nedendir?”

Evet, öyledir. Çünkü O, Âlemlerin Rabbi’nin sevgilisidir...