SABIR
DİĞER KAYNAKLAR:
1- Hayatü’s-Sahabe, 1/335,424; 3/186,214. (Meylânî Tercemesi, 1990-ANK.)
2- Bünyamin Ateş’in ‘Peygamberler Tarihi’ adlı kitabından ‘Hz. Eyyub ve Sabrı’ bölümü. (Yeni Asya Yayınları).
3- Sahabe’den Habbab bin Erett’in hayatı.
AYETLER:[/b]
Bakara, 153
Ey iman şerefi ile yükselmiş olan tüm iman ehli! Siz herhalde,{*} Size vaad edilmiş olan olgunluk gayesine ermek için her şeyden önce sabır ve namazla yardım isteyiniz.
Önce sabır ve kararlılığa alışınız, nimetlerin kendilerine göre zahmetleri de vardır. Allah'ın bütün nimetlerine, hele sonsuz nimetlerin tamamına anahtar olan iman ve İslâm nimetine şükretmek ve özellikle bunu "ihsan" mertebesinde eda edebilmek elbette kolay değildir. Siz bu girip yüreyeceğiniz yolda ebedi bir
gayeye yürüyeceksiniz. Yürürken imtihanlar geçirecek, biri içte, diğeri dışta iki büyük düşmanla çarpışacaksınız.
Bir taraftan nefislerinizin heves ve arzusu, diğer taraftan kâfirlerin, hak düşmanlarının hücum ve eziyetleri ile uğraşacaksınız. Bunlara karşılık vermek ve kendinizi savunmak için cihada ve savaşa mecbur olacaksınız. Bazı zahmetler ve meşakkatler göreceksiniz.
Ruhen ve bedenen nefsinizi terbiye etmezseniz, sabır ve tahammüle, kararlı ve metin olmaya alışamazsınız, Allah'ın yardımının ilk sebeplerinden birini kaybetmiş olursunuz, tehli***e uğrarsınız. En ufak bir sıkıntı, bir acı karşısında korkmaya, sızlanmaya başlarsınız. Ümitsizliğe ve gevşekliğe düşersiniz. Şunu biliniz ki sabır, her başarının başıdır.
İmandan sonra takip edilecek yolun başı sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin başı sabır, amelin başı sabır, kısaca varlık âlemini tanımanın başı sabırdır.
Sabırsızlık; ivmek ve bir anda her şeyi istemektir. Halbuki yaratıklar, zamana bağlı olup, terbiye kanununa tâbidirler. Zaman ise peşpeşe gitmek, yavaş yavaş olmak demektir. Bunun için yaratıkların tam başarıya ulaşmaları derece derece bir silsile takip eder. Bu da sabra bağlıdır. Her şeyi bir anda istemek, hiçbir şey istememektir. Hatta yaşamak, sabretmektir. Âlimler sabrı iki kısma ayırırlar:
1- Kötü şeylerin acısına sabır ve tahammül ile güzel sonuçlarını beklemek,
2- Çabucak gelecek olan lezzetten ve şehvetten uzak durmada sabırla, onların kötü sonuçlarından sakınmaktır.
Bunların biri olumlu, diğeri olumsuz şekilde bir sabırdır. Birincisi, acı ilaçlarla tedavi gibi vazifeye atılmak; ikincisi, zehirli tatlılardan sakınmak gibi zararlı şeylerden kaçınmaktır.
Bununla beraber bazı durumlar vardır ki, orada sabır kötüdür, meşrû değildir. Öyle durumlarda hızla savunmak için hayatı feda etmek daha çok tercih edilir ve belki de vâcib olur.
Bu âyetteki {*} kelimesinin "elif lâmı"ahd-i hâricî olmak üzere burada sabrın çeşitlerinden oruc veya cihadın kastedildiği nakledilmektedir. Fakat muhakkik (araştırmacı) âlimlerin tercihine göre "lâm" cins içindir. Oruç ve cihad ile beraber diğer sabır çeşitlerini de içine alır. Kısaca ahlâkta, imandan sonra sabır, ilâhî yardımın ilk celbedilme yoludur.
Namaz da böyledir. Ruhun düzelmesinin, bedenin intizama girmesinin, sabır ve vakarın, ruhî ve bedenî her vazifenin, dünya ve ahiretle ilgili her olgunluğun düzenleyicisi olan, gerek kişisel ve gerekse sosyal her özelliği içine alan ve ümmet teşkilatının en birinci ve en esaslı belirtisi bulunan namaz, imanın en büyük güçlendiricisi, bütün ibadetlerin ve amellerin başıdır. Müminlerin miracı, âlemlerin Rabbine beden ve candan durumlarını arz etmek suretiyle niyazları, kısaca zikir ve şükrü içine alan bir ibadet olduğu için, ilâhî yardımın en önde gelen ve en yakın celbedilme yoludur.
Kıblenin taşıdığı önem de ilk önce bunun içindir. Bu sebeple namaz, sabır gibi sade bir vasıta değil, aynı zamanda Allah'a bir kavuşma olmak üzere en büyük bir zevk gayesidir. Bu sayede Allah'tan başka tüm mâsiva (varlık âlemi)dan çıkılır, acılar, kederler silinir. Kul ile mabud buluşma meclisinde beraber olur.
Bunun içindir ki Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: {*} "Namaz göz aydınlığım kılındı." buyurmuş, en büyük zevk ve sevincin namazda hasıl olduğunu göstermiştir.
Yukarıda kıblenin önemi hakkında gelmiş olan âyet-i kerimeler, onun konusu olan namazın Allah katında taşıdığı kutsal kıymeti anlatmış bulunduğundan burada yalnız sabrın kıymetini bildirmek için buyuruluyor ki: {*} Şüphe yok ki Allah, sabredenlerle beraberdir. O'nun en güzel isimlerinden biri de "Sabûr" ism-i şerifidir. Her kimde sabır varsa onda Allah'ın kudretinden bir tecelli kokusu vardır. Hele bu sabırlı kimseler bir araya gelip bir cemaat olurlarsa her halde Allah'ın yardımına ererler. Allah onların daima dostu ve velisidir. Dualarına, isteklerine cevap vermek için Allah'ın yardımı daima onların yanlarında dolaşır. Bu beraberliği göstermeyen, gizleyen şey ise o sabırlı kimselerin dağınık bulunmalarıdır.
Yakınlık ve beraberlik ifade eden {*} "ma'a" kelimesi çoğunlukla kendisine tabi olunanın başına gelir. Buna göre; "Allah sabredenlerin beraberindedir." buyurulmasında Allah'ın, kullarına şeref bahşetmesindeki yüceliği gösteren büyük bir incelik vardır.
Ebussuud, bu inceliğin açıklamasında demiştir ki: "Çünkü, sabırlı olmaya gerçekten girişenler, sabırlı kimselerin cemaatidir. Bu bakımdan bunlar, kendilerine uyulan kimseler olarak gösterilmiş oluyorlar..."Yani bu beraberlik, çalışıp elde edilecek şeylerde Allah'ın iradesinin, kulların iradesinin arkasından geldiğini ifade etmektedir. Böyle olunca Allah'ın "Rahîm" (çok merhamet edici) sıfatının hükmü olan bu ilâhî şerefi bahşetmenin, kullar hakkında ne büyük bir lütuf olduğunu inceden inceye düşünmek gerekir. Sabır anahtarı bu noktadadır. Şunda da şüphe edilmemelidir ki, Allah'ın kullarına bu şerefi bahş etmesi, Onun iradesine bağlı bir lütuftur.
İşte ey müminler! Bunu bilerek zikir ve şükür yolunda sabırla yardım dileyiniz. Bu konuda Allah'ın düşmanlarıyla, malla canla cihada ihtiyaç duyarsanız onu da yapınız. Bu uğurda kaybınız bulunursa onların acılarına, ayrılıklarına da
katlanınız.
Bakara 155
Kısaca, ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım isteyiniz. Çünkü {*} Biz, peygambere tabi olup, olmayanı seçmek ve o nimeti tamamlamak üzere sizi korkudan, açlıktan, mallar, canlar ve ürünlerin eksikliğinden az bir şeye uğratacağız ve böyle bazı sıkıntılarla imtihan edeceğiz.
Ahirette: {*} "Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Âl-i İmrân, 3/170) sırrına ermeniz için dünyada biraz bu sıkıntıları tadacaksınız. Düşmanların hücumu korkusu, kıtlık ve darlıktan dolayı açlık, savaş ve savaş masrafları dolayısıyla mal ve can eksikliği, kazanç ve evlat eksikliği cinsinden herhalde biraz birşey ile imtihan edileceksiniz.
Bu mutlak ifade içinde bu âyet, İslâm dininde farz kılınacak olan bazı hükümlere ve sorumluluklara bile işaret etmektedir. Korku Allah korkusuna, açlık Ramazan orucuna, mal eksikliği zekata, can eksikliği cihada, şehitliğe ve hastalığa; ürün eksikliği, evlat eksikliği kazanç zayiine işarettir.
Al-i İmran, 3/200
Sözün kısası {*} ey iman edenler, siz telaş etmeyiniz, sabırlı olunuz, (haberde geldiğine göre sabır üç derecedir: Musibet (ansızın gelen bela)e sabır, itaat etmekte sabır, isyandan sabır), {*} ve sabırda Allah düşmanlarıyla yarışıp onların üstüne çıkınız, yani imtihan ve mücahede mevkilerinde düşmanların sabrının üstüne çıkmaya ve nefsinizin arzularını yenmeğe çalışınız ki, sabırlı olmaya alışırsanız bunu yapabilirsiniz. Ve murabata edi (nöbetleşi)niz, ribat yapı (sağlam yürekli olu)nız, imam ardında cemaatle namaz gibi birbirinize bağlanıp vazifeye dikkatli olunuz ve özellikle savaşa düşmanlarınızdan çok hazırlıklı bulunarak atlarınızı bağlayıp hududlarda ve mevzilerde karakol bekleyiniz. "Ribat", Allah yolunda devam etmektir. Bu aslında "rabt-ı hayl" yani at bağlamaktan alınmıştır ki, düşmana karşı atını bağlayıp gözetlemek ve beklemek demektir. Sonra İslâm hudud (sınır) şehirlerinden birinde bekleyenlere, gerek süvari ve gerekse piyade olsun, genelde murabıt (nöbet bekleyen, nöbetçi) adı verilmiştir. Fakihlerin ıstılahlarında murabıt, hudud şehirlerinden birine bir müddet beklemek için gidendir. Aile ve efradıyla beraber oralarda oturan ve hayatını kazanarak yaşayan hudud sakinlerine murabıt denilmez. Zamanımız terimine göre murabıt, Allah yolunda silah altında bulunan, kışla ve karakollarda duran ve nöbet bekleyen askerler demek olur. Buhârî ve Müslim'de Sehl b. Sa'd'den rivayet olunduğu üzere Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki, "Allah yolunda bir gün karakol beklemek, dünya ve mafiha (onda olanlar)dan hayırlıdır". İbnü Mâce sahih senedle Ebü Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte de Resulullah
buyurmuştur ki: "Her kim Allah yolunda murabıt olarak, yani karakol beklerken ölürse, işleyegeldiği iyi amel üzerine icra edilir, rızkı da üzerine gönderilir durur, fitnecilerden emin olur ve Allah Teâlâ onu korkudan emin olarak diriltir." Ebu'ş-Şeyh'ın Hazreti Enes'den merfû olarak tahric ettiği bir hadiste: "Karakol yerinde namaz, iki milyon namaza eşittir". Abdullah b. Ömer (r.a.)den rivayet edilmiştir ki: "Ribat (nöbet bekleme), cihaddan daha faziletlidir. Zira ribat, müslümanların kanını muhafazadır. Cihat ise müşriklerin kanını dökmektir".
Bunları yapınız Allah'dan gereği gibi korkunuz, mutlak olarak emirlerine karşı gelmekten sakınınız, korumasına koşunuz ki, {*} felah bulasınız (kurtulasınız), isteklerinize nail, temennilerinizde başarılı olasınız, dualarınızın kabul olduğunu göresiniz. İşte Bakara Sûresinin sonundaki "kâfirler toplumuna karşı bize yardım eyle!" duasının da tam cevabı.
Burada Âli İmran Sûresi son bularak Zehraveyn (iki zehra) bir kavuşma noktasında buluşmuş ve bunun özel bir inkişafı olmak üzere rabbânî terbiye, insan yaratılışı ve kardeşliğinden tutarak, sosyal hayata ait oluşum ve ilişkilerin bir aslı olan aile hayatıyla ilgili haklar ve vazifelerin açıklanması ve din eğitiminin tamamlanması yolunda, aşağıda geleceği şekilde, Nisâ Sûresi başlamıştır:
Zümer, 39/10
Şura, 42/43;
{*} Ve elbette sabredip örten kimseye (gelince, onun yaptığı şey var ya), {*} şüphesiz ki o azmolunacak işlerdendir. Buradaki bağışlama yukarıda zikrolunan bağışlama; sabır da ıslahtır yani düzeltmektir. Buna sabır denmesi bağışlama ve mağfiretin sabra bağlı ve bunun azim ve karar sahibi olan büyük kimselerin şanından bulunduğunu ve dolayısıyla bağışlama ve kusurları örtmenin acizlerden değil, gücü yetenlerden olmak şartı ile övülmeye değer olduğunu anlatır
Muhammed, 46/31
Asr, 103/3
-
Ve sabra vasiyetleşmişler. Yani Hak ve hayır yolunda sabra vasiyetleşmişlerdir. Çünkü zamanın acayipliği, dünyanın aldatması, nefislerin eğilimleri, ziyana gidenlerin çokluğu karşısında hayır yapmak, doğru söylemek, Hak yolunda gitmek bir çok acılar çekmeye, zorluklara katlanmaya, mücadele etmeye, batıl iflas geçitlerini atlamaya, bunlar da sabra dayanmaktadır. Onun için Lokman Sûresi'nde iyiliği emir ve kötülüğü yasaklayanlara "Namazı kıl, iyiliği emret, kötülüğü yasakla, sana isabet edene sabret, kuşkusuz bunlar (Allah'ın yapmanı emrettiği) kesin işlerdendir." (Lokman, 31/17) diye isabet edecek musibetlere sabır tavsiye edilerek, onun azme dayanan büyük işlerden olduğu anlatılmıştı. Burada da bunların birbirlerine doğruyu tavsiye ederken, aynı zamanda sabır da tavsiye ettikleri özellikle anlatılmıştır. Nitekim Beled Sûresi'nde akabe (sarp yokuş)yi geçen ve iman edip de birbirlerine hem merhamet, hem sabrı tavsiye edenlerin meymenet sahibi oldukları anlatılmıştı. Hak yolunda can veren şehitlerin Allah katında ebedî hayata ulaşmaları da sabır sayesindedir. Ölüm nasıl olsa takdir edilmiş olan bu âlemde böyle Hak yolunda güzel iş görmek için can vermek ve öyle Hakk'a kavuşmaktan daha büyük ne saadet olabilir? Fakat öyle bir azim, öyle bir sarp yokuşu aşmak kolay değildir.
İşte bu müstesnalar, öyle birer sarp yokuş olan müşkül, zor durum ve hallerde caymamayı, yılmamayı bırakmamayı, dermansızlık göstermemeyi ve böylelikle birbirlerini yardımsız, tesellisiz bırakmayıp gerek itaat ve amel, gerek elem ve musibetler ve gerek nefsin arzularına karşı sabır ve ****net tavsiye etmeyi kendilerine şiar edinmişlerdir.
Bilinmektedir ki sabır, nefsin iyi bir şey yapmak veya kötülüklerden kaçınmak için acıya, meşakkate tahammül kuvvetidir. Başlıca iki çeşit olarak düşünülür:
Birisi, elem ve külfete sabırdır ki bununla taat ve mücahedenin ve güzel amellerin meşakkatlerine katlanılarak yüksek himmet ve gayret sahiplerinin ulaştıkları başarılara erilir.
Birisi de lezzet ve şehevî isteklere karşı sabırdır ki, bununla da haramdan, yasaklardan ve hoş görünüp de sonu fena olan aldatıcı, tehlikeli, maddî veya manevî zarar verici şeylerin zararlarından sakınılır, korunulur. "Cennet zorluklarla çevrilmiş; cehennem de aşırı arzularla çevrilmiştir." hadis-i şerifinde iki yöne de işaret vardır. Sabrın derecesi hususunda fıtrî (doğuştan) kabiliyetin bir hükmü bulunduğu inkâr edilmemekle beraber, terbiyenin, alışkanlığın ve bundan dolayı azim ve iradenin ve onun için de imanın önemi çok büyüktür. Bu yönden sabır, ihtiyarî fiillerden olarak ef'al-i mükellefîn (görevlilerin fiilleri) arasında tavsiye olunduğu gibi "Ey inananlar, sabredin, direnin, cihada hazırlıklı, uyanık olun ve Allah'tan korkun ki, başarıya eresiniz." (Âl-i İmran, 3/200) diye emrolunmuştur. Çünkü "Kuşkusuz Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153) ve "Ancak sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir." (Zümer, 39/10). "Sabredenleri müjdele ki, onlara bir bela eriştiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve biz ona döneceğiz' derler. İşte Rab'lerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da onlardır." (Bakara, 2/155-157). Onun için hadislerde de, "Sabır, genişliğin anahtarıdır." "Sabreden zafer
bulur." diye varid olduğu gibi, dilimizde de "İlmin başı sabırdır", "Sabrın sonu selamettir." diye darb-ı mesel olmuştur.
Bu açıklamadan ve sözün gelişinden anlaşılır ki övülen ve tavsiye edilen sabır, iman ve güzel amel ile Hak ve hayır yolunda sabırdır ki bu şecaat, sadakat ve mertlik şiarıdır. Yoksa her kötülüğe katlanmak, her aşağılığa boyun eğmek, pislikler içine düşüp de, her ne pahasına olursa olsun, ondan çıkmaya, kurtulmaya çalışmamak, çabalamamak, ilişik etmemek, batılda, fenalıkta -ne olursa olsun- saplanıp kalmak ve şerre rıza göstermek demek olan tembellik, zillet ve miskinlik ile düşüklükten ibaret bulunan duygusuzluk değildir. Çünkü "Üstünlük, ancak Allah'a, O'nun elçisine ve müminlere mahsustur." (Münafikun, 63/8) ve Allah "Acizlikten ötürü bir yardımcısı bulunmayan." (İsra, 17/111) dır. Ve çünkü şerre rıza şer, küfre rıza küfürdür. Ve eşeğe mahsus yumuşaklık kötülenmiştir. Onun için temizliğini bulanmaktan koruyacak sıkıntıları, çakışları olmayan, yani "Hiç kızma eseri göstermeyen yumuşaklıkta hayır yoktur." diyen şairin şu beytini -yukarılarda da geçtiği üzere Resulullah beğenmişti:
"Berraklığını bulanmaktan koruyacak kızgınlık eseri bulunmayan yumuşaklıkta hayır yoktur."
Ve sahih hadiste "Sizden her kim bir kötülük, bir biçimsizlik görürse onu eliyle değiştirsin, ona gücü yetmeyen diliyle, ona da gücü yetmeyen kalbiyle (değiştirsin) ki bu imanın en zayıfıdır." buyurulmuştur.
"Âyetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Eğer şeytan sana (bunu) unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), o zalimler topluluğuyla oturma."(En'am, 6/68) âyeti de bu mânâyı ifade eder. Bununla beraber bu gibi sabredilmemesi gereken hallerde de telaş ve hiddetle hareket etmeyip, "De ki: İşte benim yolum budur. Allah'a basiretle davet ederim, ben ve bana uyanlar." buyurulduğu üzere basiret ile hareket etmelidir.
İşte ancak böyle iman, güzel ameller, hakkı tavsiyeler, sabrı tavsiyeler ile, bu dört vasıf ile vasıflanan kimseler ziyanda değil, müstesnadırlar. Bu müstesnalardan başkası mutlak bir ziyandadırlar. Bunun dördü de Hakk'a tam imanın belirtisi demektir. Hak, gerçekte sabit ve tahakkuk edici olduğu ve imanın hükmü de inanılana tabi bulunduğu için Hakk'a iman hiçbir zaman yanlış çıkmayacak ve bütün mekan ve zamanın üstünde Hak, hayat ile yaşayacak olan ebedî bir nimet ve saadet olduğundan, dünyada o Hakk'a tam imanın bir tezahüründen ibaret olup da onun yolunda güzel işlere sarfedilmiş bulunan bir hayat, bir ömür, hiçbir zaman boşa gitmez, hüsrana düşmez. Böyle bir imana erişmeyen nefisler de ziyandan kurtulmaz. Hiç imanı olmayanların kurtulamayacağı açık olduğu gibi, batıla iman etmiş olanların da imanın
meyvesi olan amelleri, o bâtılın bâtıllığıyla yok olup gideceği de şüphesizdir. Fakat bu âyet şunu gerektiriyor ki, Hakk'a iman etmekle beraber güzel işler yapmayan, Hakk'ı ve sabrı tavsiye etmeyen kimseler de bir çeşit ziyandan hariç kalmamış olurlar. Demek olur ki, iman olunca amelsizlik ziyan etmez diyen Mürcie mezhebi sahiplerinin görüşleri doğru değildir. Doğrusu Sünnet Ehli'nin dedikleri gibi imanı olup da, imanına göre amel etmeyen fasıklar, asiler için de bir çeşit ziyan vardır. Zira ebedî olmamakla beraber mümin isyankarlar için de cehennem vardır. İman en sonunda onları da kurtarırsa da, kötülükleri
iyiliklerinden ağır gelen müminler de günahları temizleninceye kadar cehennem azabı olan hüsranı göreceklerdir.
Başta beyan olunduğu üzere bu sûrenin geniş bir şekilde açıklanması bütün Kur'ân demek olduğundan, daha ne kadar açıklaması yapılsa tükenmez. Taberânî "Evsat"da ve Beyhakî "Şuab"da Ebu Huzeyfe'den -ki sohbeti vardır- şöyle dediğini rivayet etmişlerdir. "Resulullah'ın ashabından iki kişi birbiriyle karşılaştıklarında biri diğerine Ve'l-Asrı Sûresi'ni okumadan, sonra da biri diğerine selam vermeden ayrılmazlardı."
Bizlerin de asrımızın gidişini ve ömürlerimizin geçişini anlayıp düşünerek birbirlerimize Hak ve sabır tavsiye etmeye ve Hak Teâlâ'ya tam iman ile güzel amellere başarı dilemeye ihtiyacımız ne kadar çok! Ne kadar çok! Buna karşılık böyle Hak ve hayır tavsiye eden müstesna kişilerle alay ederek, onları türlü türlü
ayıplayıp çirkin bulanların da hesabı yok. Fakat bunun üzerine öylelerinin ziyanındaki şiddeti açıklamak için de Hümeze Sûresi geliyor.
Yûsuf, 12/90
Bu söz onların gönlünde ve zihninde şimşek gibi çakmıştı, derhal onun Yusuf olduğunu anlayarak zirvedeki bir hayret ve heyecanla ve adeta kekeleyerek, a...a...Sen misin, sahi sen Yusuf musun? dediler. O da kendisini ve kardeşini takdim ederek: ben Yusuf'um, bu da,(yani, yanımda ikbal mevkiinde bulunan ve dikkatinizden kaçmış gibi görünen zat da) kardeşim, dedi. Bundan bir gurur ve övünme duyduğu anlaşılmaması için Allah'a şükür ve nimetini övgüyle dile getirmek ve bir de kardeşlerine öğüt vermek maksadıyla şunu ekledi. Doğrusu Allah bize lutfetti, bize nimetini ihsan etti. Şuna hiç şüphe yok ki, her kim takva yolunda yürür ve sabırlı olursa, yani fenalıklardan sakınır, mihnete ve zahmete katlanırsa kesinlikle Allah muhsinlerin ecrini zayi etmez.
İyilik yapanların sevaplarını kaybettirmez.
Al-i İmran 200
Zümer 10
Şura 43
Muhammed 31
HADİSLER
ó¡j £äÛa £Š ß 4b Ó ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡™ ‰ §Ù¡Ûb ß ¡å¤2 ¡ ã ªa ¤å Ç g
4b Ô Ï §Š¤j Ó †¤ä¡Ç 󩨤j m §ñ ªa Фßb¡2 á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü •
¤k –¢m ¤á Û Ù £ã¡«b Ï ó¡£ä Ç Ù¤î Û¡«a ¤o Ûb Ô Ï ô©Š¡j¤•a ë 騣ÜÛa ó¡Ô £ma
ó £Ü • ¢£ó¡j £äÛa ¢é £ã¡«a b è Û 3î©Ô Ï ¢é¤Ï¡Š¤È m ¤á Û ë ó©n jî©–¢à¡2
¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡£ó¡j £äÛa lb 2 ¤o m ªb Ï á £Ü ë ¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa
Ù¤Ï¡Š¤Ç ªa ¤á Û ¤o Ûb Ô Ï åî©2a £ì 2 ¢ê †¤ä¡Ç ¤†¡v m ¤á Ü Ï á £Ü ë
P ó Û뢪üa ¡ò ߤ† £–Ûa †¤ä¡Ç ¢Š¤j £–Ûa b à £ã¡«a 4b Ô Ï
Enes İbn-i Mâlik radiya'llâhu anh'den şöyle rivâyet edilmiştir:
Hazret-i Enes demiştir ki: Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem, (çocuğunun) kabri yanında (avaz avaz) ağlamakta olan bir kadının yanından geçmişti de o kadına:
- (Ey emetu'llâh! Ey Allâhım mahlûku kadıncağız!) Allâh'ın gadabından kork! ve sabreyle, (çığlık koparma!) buyurdu. Kadın:
- Haydi benden uzaklaş, sen benim musîbetim ile müsâb değilsin ki, demişti. Halbuki kadın, Resûlullâh sallah'llâhu aleyhi ve sellem'i tanımıyordu. Kadına denildi ki:
- Bu zât, Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'dir. Bunun üzerine kadın, Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem'in (hâne-i Saâdetleri) kapısına geldi. Kadın, (saray kapıları gibi) Peygamber'in kapısı yanında kapıcılar, gözcüler bulmadı. (hemen huzûra girdi.) Ve:
- Yâ Resûlullâh! Seni bilemedim, (beni affediniz) dedi. Resûlullâh:
- Sabrın kemâli, musîbetin birinci darbesi sırasında (tahammül edebilmek) dir, buyurdu.
b¦b ã £æ ªa ¢é¤ä Ç ¢é¨£ÜÛa ó¡™ ‰ ¡£ô¡‰¤†¢‚¤Ûa §†î©È ó©2 ªa ¤å Ç g
¡é¤î Ü Ç ¢é¨£ÜÛa ó £Ü • ¡é¨£ÜÛa 4ì¢ ‰ aì¢Û ªb ¡‰b –¤ã ªüa å¡ß
¤á¢çb Ÿ ªb Ï ¢êì¢Û ªb £á¢q ¤á¢çb À¤Ç ªb Ï ¢êì¢Û ªb £á¢q ¤á¢çb À¤Ç ªb Ï á £Ü ë
§Š¤î ¤å¡ß ô©†¤ä¡Ç ¢æì¢Ø í b ß 4b Ô Ï ¢ê †¤ä¡Ç b ß †¡1 ã ó £n y
¤å ß ë ¢é¨£ÜÛa ¢é £1¡È¢í ¤Ñ¡1¤È n¤ í ¤å ß ë ¤á¢Ø¤ä Ç ¢ê Š¡ £… ªa ¤å Ü Ï
b ß ë ¢é¨£ÜÛa ¢ê¤Š¡£j –¢í ¤Š £j – n í ¤å ß ë ¢é¨£ÜÛa ¡é¡ä¤Ì¢í ¡å¤Ì n¤ í
¡Š¤j £–Ûa å¡ß É ¤ë ªa ë a¦Š¤î ¦õb À Ç ¥† y ªa ó¡À¤Ç¢ªa
Ebû Saîd-i Hudrî radiya'llâhu anh'den şöyle rivâyet edilmiştir.
Ensar'dan bâzı kimseler, Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'den (sadaka) istemişlerdi. Resûlullâh da bunlara vermişti. Sonra bunlar yine istediler. Resûlullâh yine verdi. Sonra (üçüncü) bir daha istediler. Resûlullâh (bu def'a) da verdi. Hattâ yanındaki mal tükendi. Sonra Resûlullâh buyurdu ki:
Sadaka malından yanımda bulunanı (verdim. Başkalarına vermek için) sizden kat'iyyen bir şey saklamadım. Kim ki, tese'ülden sakınmak isterse, Allah, o kimseyi afîf kılar. Kim ki, haktan istiğnâ ederse, onu da Allah ganî kılar. Kim ki, sabretmek isterse, Cenâb-ı Hak ona da sabr ihsân eder. Sabırdan daha hayırlı, sabırdan daha vâsi' bir nîmet kimseye verilmemiştir.
Übey b. Kâ'b radiya'llâhu anh'den:
Şöyle demiştir: Resûl-i Ekrem salla'llâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: Mûsâ Peygamber (salla'llâhu aleyhi ve sellem bir kere) Benî İsrâîl içinde hutbeye kalkmıştı. Kendisine: "En çok âlim olan kimdir?" diye soruldu. "En âlim benim." diye cevab verdi. (Bu husüsdaki) ilmi (Allâhu a'lem diyerek) Allâh'a havâle etmediğinden dolayı Allâh (u Azîmü'ş-Şân) ona ıtâb etti. Allâh (u Teâlâ): "İki denizin bitiştiği yerde kullarımdan biri var. O senden daha âlimdir." diye ona vahyetti. "Yâ Rab, ona nasıl yol bulayım?" dedi. Ona: "Bir zenbil içinde bir balık taşı. Onu nerede kaybedersen (o kulum) oradadır." denildi. (Mûsâ aleyhi's-selâm) gitti. Hâdimi Yûşa' b. Nûn (alehi's-selâm) ı da (birlikte) götürdü. Bir zenbil içine de bir balık koyup yüklendiler. (İki denizin bitiştiği yerdeki) kayanın yanına varınca başlarını (yere) koyup uyudular. (derken tuzlanmış ölü) balık zenbilden sıyrı(lıp kurtu)ldı. Ve deniz içinde kendine su küngü gibi (bir boşluk bırakarak) yol açtı. (Deniz içinde böyle bir yolun açılması) Mûsâ ile hâdimince (aleyhime's-selâm) şâyân-ı teaccüb bir şey olmuştu. (Uyandıktan sonra o gecenin bakiyyesi ile bütün gün gittiler. Sabah olunca Mûsâ (aleyhi's-selâm) Hâdimine: "Kuşluk yemeğimizi ver. Bu seferimizden yorgunluk duy(mağa başla)duk." dedi. (Halbuki) Mûsâ (aleyhi's-selâm) emrolunduğu o yerin ötesine geçmedikçe yorgunluk duy(mağa başla) duk." dedi. (Halbuki) Mûsâ (aleyhi's-selâm) emrolunduğu o yerin ötesine geçmedikçe yorgunluk duymamıştı. Hâdimi: "Bak hele, taşın dibinde barındığımız zaman balı (ğın gittiğini haber verme) ğı unutmuşum." dedi Mûsâ (aleyhi's-selâm): "Zâten istediğimiz de bu idi." dedi. Bunun üzerine kendi izlerine baka baka geriye döndüler. Taşın yanına varınca bir de baktılar ki esvâbına bürünmüş bir zât (duruyor) Mûsâ (aleyhi's-selâm) selâm verdi. Hızır (aleyhi's-selâm): "Acâyib! Bu (senin bulunduğun yerde) selâm ne gezer?" dedi. "Ben Mûsâ'yım." dedi. O: "Benî İsrâîl Mûsâ'sı mı?" diye sordu. "Evet." dedi. Mûsâ (aleyhi's-selâm sonra yine söze başlayıp): "Sana ta'lîm olunan rüşd (ve hidâyet) den bana (bir şey) ta'lîm etmek üzere sana tebaiyyet edeyim mi?" dedi. Hızır (aleyhi's-selâm): "Sen, benimle hiç mi hiç edemezsin yâ Mûsâ! Bende Allâh'ın kendi ilminden bana verdiği öyle bir ilim vardır ki sen onu bilemezsin. Sende de Allâh'ın verdiği öyle bir ilim vardır ki onu da ben bilemem." cevâbını verdi. (Mûsâ aleyhi's-selâm): "Beni inşâ-Allah sabırlı bulursun. Sana hiçbir işinde de karşı gelmiyeceğim." dedi. Gemileri olmadığı için deniz kıyısında yürüyerek gittiler. Bir gemi geçti. Alsınlar diye (gemicilerle) söyleştiler. Hızır (aleyhi's-selâm) ı (gemiciler) tanıdılar. Ve onları navulsuz (gemiye) aldılar. (O sırada) bir serçe, geminin kenarına konup denizden bir iki yudum (su) aldı. Hızır (aleyhi's-selâm): "Yâ Mûsâ, benim ilmimle senin ilmin, İlmu'llâhı bu serçenin denizden aldığı bir yudum kadar bile eksiltmez." dedi. Ve (ondan sonra) gemi tahtalarından birine el atıp söktü. Mûsâ (aleyhi's-selâm). "Adamcağızlar bizi (gemilerine) navulsuz almışlarken sen, gemilerine kasdedip içindekileri batırmak için mi deliyorsun." dedi Hızır aleyhi's-selâm: "Sen, benimle hiç edemezsin demedim mi?" dedi. (Mûsâ aleyhi's-selâm): "(Şu) dalgınlığımdan dolayı beni muâheze edip de bana güçlük gösterme." cevâbını verdi. (vâkıâ da) Mûsâ (aleyhi's-selâm'ın) bu ilk muhâlefeti dalgınlık (eseri) idi. Yine gittiler. Bir de baktılar ki bir çocuk (diğer) çocuklarla oynuyor. Hızır (aleyhi's-selâm) çocuğun başını eliyle kopardı. Mûsâ (aleyhi's-selâm): "Aman, hiç bir nefse bedel olmaksızın (günâhsız) pâk bir canı telef mi ediyorsun?" dedi. (Hızır aleyhi's-selâm yine): "Ben, sana benimle edemezsin demedim mi?" cevâbını verdi. Yine gittiler. Nihâyet bir karyeye gelince ahâlîsinden yemek istediler. Ahâlî onları misâfir etmekten ibâ ettiler. Orada yıkılmağa yüz tutmuş bir duvar buldular. Hızır (aleyhi's-selâm) eliyle (işâret ederek) doğrulttu. Mûsâ (aleyhi's-selâm): "İsteseydin (hiç olmazsa) bunun için bir ücret alabilirdin." deyince Hızır (aleyhi's-selâm): "Bu (andan itibâren) artık ayrılalım." dedi. Nebiyy-i Mükerrem salla'llâhu aleyhi ve sellem (kıssayı buraya kadar hikâye buyurduktan sonra): "Allâhu Teâlâ Mûsâ'ya rahmet etsin. Ne olurdu sabredeydi de aralarında geçen mâcerâlar (taraf-ı Haktan) bize hikâye olunaydı." buyurdu.
Amr b. Tağlib radiya'llâhu anh'den:
Şöyle demiştir: (bir def'a) Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'e (Bahreyn'den) bir (çok) mal, yahut bir (çok) seby (üserâ) gönderilmişti. Onu taksim buyurdu. (Taksim ederken) birtakım kimselere atıyye verdi de bir takımlarına (hiç) aldırmadı. (Sonra) haber aldı ki (atıyyesiz) bıraktığı kimseler itâb ediyorlar. Bunun üzerine (hutbeye çıkıp) Allâhu Teâlâ'ya hamd, sonra senâ etti. Ondan sonra (da)
Emma Ba’du diyerek şöyle buyurdu: Vallâhi ben aldırmadığım kimseyi atıyye verdiğim kimseden ziyâde sevip dururken (yine) birine atıyye verip (sevdiğime hiç) aldırmadığım olur. Lâkin (şu var ki) bir takım kimselere, kalplerinde ceza' ve helâ' (yâni sabırsızlık ile hırs ve tama') gördüğüm için (kendilerine mal) verdim. Bâzı kimseleri de Allâhu Teâlâ'nın, kalblerinde yarattığı gınâ (-yi nefsî) ve hayr (-ı cibillî) ye havâle eder (ek mahrum bırakır)ım. Amr İbn-i Tağlib de bunlardan biridir.
Râvî Amr İbn-i Tağlib (radiya'llâhu anh) der ki: Vallâhi o kadar (sevindim ki) Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in bu (taltifkârâne) sözüne bedel bütün dünyâya mâlik olmayı gönlüm istemez.
Yine Enes İbn-i Mâlik radiya'llâhu anh'den şöyle rivâyet edilmiştir: Hazret-i Enes demiştir ki: (Bir kere) Nebî salla'llâhu aleyhi ve sellem ile Haddâd bir san'atkâr olan Ebû Seyf (Berâ' İbn-i Evs) in evine gitmiştik. Ebû Seyf'in zevcesi Ümm-i Bürde Peygamber'in mahdûmu Hazret-i) İbrâhîm'in murdıası, süt ninesi idi. Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem İbrâhîm'i (kucağına) aldı. İbrâhîm'i öptü, kokladı. Bundan sonra bir kerre daha Ebû Seyf'in evine gittik. (Bu def'a) İbrâhîm can veriyordu. Resûlullâh salla'llâhu aleyhi ve sellem'in iki gözü yaş dökmeğe başladı. Bunun üzerine (Abdurrahmân) İbn-i Avf:
- Yâ Resûlullâh! Halk musîbet zamânında sabretmeyebilir, fakat sen de mi? diye taaccüp ve istiğrâb eyledi. Resûlullâh:
- Ey İbn-i Avf! Bu hal, (babanın çocuğuna karşı beslediği) rikkat ve şefkattir. (Yoksa sabır ve tevekküle münâfî bir nevha değildir) duyurdu. Sonra bu göz yaşını bir diğeri takip eyledi. Bu def'a da Resûl aleyhi's-selâm:
- Göz ağlar ve kalb mahzûn olur. Biz, Rabbimiz'in râzı olacağı sözden başka bir kelime ile izhâr-ı hüzn etmeyiz. Ey İbrâhîm! Biz, senin ayrılığınla pek ziyâde mahzûn ve mükedderiz, buyurdu.
Enes İbn-i Mâlik radiya'llâhu anh'den Nebî Salla'llâhu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğunu işittim, dediği rivâyet olunmuştur:
Allâhu Teâlâ buyurur ki: Kulumu iki sevgilisiyle ibtilâ (ve göz nurlarından mahrûm) edip de kulum (şikâyet etmeyip) sabır ederse iki gözüne bedel olarak ona Cenneti veririm.
Enes İbn-i Mâlik der ki: (İki sevgilisi) sözü ile Resûlu'llâh kulun iki gözünü murâd etmiştir.
Ebû Mûsâ (el-Eş'arî) radiya'llahu anh'den rivâyete göre, Nebî Salla'llahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: Allahu Teâlâ'dan çok sabırlı ve aleyhinde işittiği (bâtıl iddiâların verdiği) ezâya (daha halîm) hiç bir ferd, yahut hiç bir şey yoktur. (Bak) Hıristiyanlar Allah'a oğul isnat ve iddiâ ediyorlar da Allahu Teâlâ yine onları affediyor, türlü nimetlere onları rızıklandırıyor.
Yahya b. Suhayb b. Sinan’dan Efendimiz (s.a.v.)' den şöyle rivayet edilmiştir
Müminin işine hayret ederim. Onun bütün işi hayırdır. Bu ancak müminler için vardır. Onu sevindirecek bir şey olduğu zaman şükreder bu onun için hayır olur. Ona zarar verecek bir şey isabet ettiği zaman sabreder, bu da onun için hayırlı olur. Müslim rivayet etmiştir.
Efendimiz şöyle buyurmuştur:
Sizden önce bir melik vardı. Onu bir sihirbazı vardı. İhtiyarlayınca krala “!Ben ihtiyarladım, bana bir sihrimi öğretebileceğim bir çocuk ver” dedi. ..........................
Bir kudsi hadiste Allah (c.c.) şöyle buyurur:
Ben bir kulumun dünyada çok sevdiği birisini (bazı rivayetlerde iki olarak geçer) yanıma aldığım zaman o mükafatını benden beklerse ona cenneti veririm. Buhari rivayet etmiştir.
Abdullah b. Mesud Efendimiz (s.a.v.)' den şöyle rivayet etmiştir:
Ben Efendimiz (s.a.v.) bir peygamberi anlatırken ona bakıyordum. Efendimiz (s.a.v.) “Kavmi ona eziyet edip kan-revan içinde bıraktılar. Yüzündeki kanları silerken şöyle diyordu: “Allahım onlara mağfiret et. Zira onlar bilmiyorlar.”
Ebu hurayre’den rivayet edilmiştir.
Bir müslümana yorgunluk, sıkıntı, onu üzecek bir şey, ona eziyet verecek bir şey, onu gamlandıracak bir şey isabet ederse, Allah’u Teala bunları onun günahlarına keffaret yapar. Müttefekun aleyh
Efendimize sordular: Ya Rasulalah! Size ağır bir eza vasıl olabilir mi? Efendimiz evet dedi. Karşılığında iki kat mı sevap alırsınız? Dediler. Efendimiz “evet” dedi. Sonra şöyle devam etti. “Sizden birisine bir eziyet verice şey isabet ettiği zaman –bu diken veya daha büyük bir şey olabilir- Allah (c.c.) bunları günahlarına keffaret sayar. Ağaçların yapraklarını düşürdüğü gibi günahları da onun üzerinden düşer gider.” Müttefekun aleyh.
Efendimiz şöyle buyurmuştur:
Allah (c.c.) birisi için hayır dilerse, o kişiye bir musibet verir.
Habbab . Eratt (r.a.)’dan şöyle rivayet edilmiştir.
Biz Efendimiz (s.a.v.) Kabe’de iken ona şikayette bulunduk. Bizim için nusret talep etmez misin, bizim için dua etmez misin? Dedik. Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“ Sizden önce öyle kavimler vardı ki, insanlar için kuyular kazılır, içine atılırlardı. Sonra testere ile başları ikiye ayrılırdı. Demir taraklarla eti kemiklerinden ayrılırdı. Ama dininden asla rucu etmezdi. Allaha kasem olsun ki, Allah bu işi tamamlayacak. Ta ki, bir binek, sana’dan hadramevte kadar sadece Allah ve sürüsüne bir kurdun ilişmesinden korkacak bir şekilde seyahat edebilecek. Fakat siz acele ediyorsunuz.
İbn-i Mesud (r.a.) şöyle rivayet etmiştir.
Huneyn harbinden sonra Efendimiz (s.a.v.) Arapların soylu kişilerine daha fazla ganimetten pay vermişti. Bir adam bu taksimatta adalet gözetilmedi, Allah’ın rızası bu taksimatta yok dedi. Ben de bunu Efendimiz (s.a.v.)' e söyledim. Yüzünün rengi değişti. Yüzü kıpkırmızı kesildi. Sonra “Allah ve Rasulü de adil olmazsa kim adil olabilir ki” dedi. Sonra şöyle buyurdu. “ Allah Musa’ya rahmet etsin. Bundan daha fazla eziyet gördü, sabretti.” Ben bundan sonra Efendimiz (s.a.v.)' e böyle şeyler iletmeyeceğim dedim.
Ebu Hurayre’den şöyle rivayet edilmiştir.
Kuvvet güreşte belli olmaz. Asıl kuvvetli kimse sinirlendiği zaman kendisine hakim olabilen kimsedir. Müttefekun aleyh.
Süleymen b. Surad (r.a.) rivayet etmiştir:
Efendimiz (s.a.v.)' le beraber oturuyor idim. İki adam birbirlerine sövmeye başladılar. Onlardan birisinin yüzü kıpkırmızı oldu, sinirinden boyun damarları kabardı. Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu. Ben öyle bir kelime biliyorum ki, kim onu söylerse gadabı gider. Eğer derse “euzu besmele” ondaki gazab gider. O adama Efendimiz (s.a.v.)' in euzu besmele getirmen gerekli olduğunu söylediler.
Muaz b. Enes şöyle rivayet etmişlerdir:
“Kim yerine getirmeye muktedir olduğu halde sinirini yutarsa, Allah (c.c.) onu kıyamet günü mahlukatın başında istediği huriyi seçme lütfunda bulunur.
Ebu hurayre (r.a.) şöyle rivayet etmiştir.
Adamın birisi Efendimiz (s.a.v.)' den kendisi için tavsiyede bulunmasını istedi. Efendimiz (s.a.v.) ona defalarca “kızma” buyurdular.
Bela,imtihan mümin erkek, kadının; kendilerindeki hatalar temizleninceye kadar, kendisi, çocuğu, malı üzerinde daim olur.
İbni Abbas (r.a.) şöyle rivayet etmişlerdir:
Uyeyne b. Hısn kardeşinin oğlu olan Hurr b. Kays’ın yanına geldi. Ondan Hz. Ömer ile görüşmek istediğini, onunla kendisini görüştürmesini söyledi. Hz. Ömer -yaşlı olsun genç olsun- daima (r.a.) kurra ile beraber olur, onlarla istişarede bulunurdu. Hurr (r.a.) Hz. Ömer’den izin istedi, kendisine izin verildi. Uyeyne “İbn-i Hattab! Sen bize bolca vermiyor, adaletle hükmetmiyorsun” dedi. Hz. Ömer kızdı. Neredeyse ona bir şeyler yapacaktı. Hurr Hz. Ömer’e “müminlerin emiri! Allah (c.c.) Kuran' da “Hüzil affe, ve’mur bi’l-urfi, ve e’rid ani’l-Cahilin” buyurur. Bu adan cahillerdendir. Bu ayeti okuduktan sonra Hz. Ömer ona karşı hiçbir şey yapmadı. Zira o Rabbinin kitabından kendisine bir şeyler okunduğu zaman anında durmasını bilirdi. Buhari.
İbni Mesud (r.a.) şöyle rivayet etmişlerdir.
“Benden sonra torpil ve hoşunuza gitmeyen şeylerle karşılaşacaksınız” ashab efendilerimiz “bize ne tavsiye edersin Ya Rasulüllah!” dediler. Efendimiz (s.a.v.) .................................................. ..
Üseyd b. Hudayr (r.a.) şöyle rivayet etmişlerdir.
Ensardan bir adam Efendimiz (s.a.v.)' e şöyle dedi. “Ya rasulallah! Filan kişiye görev verdiğin gibi bana da versen”. Efendimiz “Benden sonra torpil olacak. Benimle havzda karşılaşıncaya kadar sabredin” buyurdular.
Zikredenlere 100 kat sevap verilir. Sabredenler bigayri hisab verilir. Mahşerde melekler eyne’s-sâbirûn derler. Bazıları başını uzatırlar giderler. Diğerleri siz kimsiniz derler. Nahnussabirun derler. Onlar neye sabrettiniz. Derler. İbadete, masiyete derler. Melekler fenime ecru’l-amilin udhulû cennete ..... derler.
RİSALELER:[/b]
2. lema, 3. nükte SABIR
ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Bir-iki Söz'de beyan ettiğimiz gibi: Her insan geçmiş hayatını düşünse, kalbine ve lisanına ya "ah" veya "oh" gelir. Yani ya teessüf eder, ya "Elhamdülillah" der. Teessüfü dedirten, eski zamanın lezaizinin zeval ve firakından neşet eden manevî elemlerdir. Çünkü zeval-i lezzet elemdir. Bazan muvakkat bir lezzet, daimî elem verir. Düşünmek ise o elemi deşiyor, teessüf akıtıyor. Eski hayatında geçirdiği muvakkat âlâmın zevalinden neşet eden manevî ve daimî lezzet, "Elhamdülillah" dedirtir. Bu fıtrî haletle beraber, musibetlerin neticesi olan sevab ve mükâfat-ı uhreviye ve kısa ömrü, musibet vasıtasıyla uzun bir ömür hükmüne geçmesini düşünse sabırdan ziyade, şükreder. "Elhamdülillahi alâküllihal sive-l küfri ve-d dalal" demesi iktiza eder. Meşhur bir söz var ki: "Musibet zamanı uzundur." Evet musibet zamanı uzundur. Fakat örf-ü nâsta zannedildiği gibi sıkıntılı olduğundan uzun değil, belki uzun bir ömür gibi hayatî neticeler verdiği için uzundur.
1- Sözler, 21. Söz, 262-266. (Sözler Yayınevi, 1996-İST.)
Üçüncü ikaz: Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini, bugün düşünüp muzdarib olmak, hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini, bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır? Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde; o tutar mühim bir kuvvetini sağ cenaha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, "Ateş et!" emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder; tar ü mar eder. Evet buna benzersin. Çünki geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş; elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete iltihak ve meşakkati, sevaba inkılab etmiş. Öyle ise ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzımgelir. Gelecek günler ise madem gelmemişler. Şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek; aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir. Madem hakikat böyledir. Âkıl isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün ve onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarfediyorum, de. O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılab eder.
İşte ey sabırsız nefsim! Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikatı rehber tut. Merdane "Ya Sabur" de, üç sabrı omuzuna al. Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir ve o kuvvetle dayan.
2 Tarihçe-i Hayat; Sıkıntılara sabır, sh. 587-588.
Aziz Sıddık Kardeşlerim,
Evvelâ: Hiç telâş ve merak etmeyiniz. Hakkımızdaki her hâdisede; hem perde altında, hem neticeler itibariyle, hem rahmet ve inayetin iltifatları ve tebessümleri, hem kader ve kısmetin ve adalet ve şefkatin terbiyeleri var olduğu kat'î ve mükerrer tecrübelerle tahakkuk ettiğinden; biz, en acı vaziyet ve sıkıntılara karşı, kemal-i sabır içinde şükür etmekle mükellefiz. Ve cildleri ve derileri soyulan "Cercis Aleyhisselâm" gibi, binler, milyonlar hakikat mücahidlerinin hakaik-i imaniyenin kudsî hizmetinin bir nümunesine mazhar olan Nur Şâkirdlerinin çektikleri zahmetler o eski zâtların zahmetlerine nisbeten binde bir olmaz. Ve ücret ve kazanç cihetinde İnşâallah birdirler ve beraberdirler.
Evvelâ: *yÁV7!ö*˜«*@«B²'!ö@«8ö]¬4ö*h²[«F²7«!ösırriyle, İnşâallah, mahkememizin te'hirinde ve tahliye olan kardeşlerimizin yine mahkeme gününde burada bulunmalarında büyük hayırlar var. Evet, Risale-i Nur'un mes'elesi, âlem-i İslâmda, hususan bu memlekette küllî bir ehemmiyeti bulunduğundan, böyle heyecanlı toplamalar ile umumun nazar-ı dikkatini, nur hakikatlarına celbetmek lâzımdır ki; ümidimizin ve ihtiyatımızın ve gizlememizin ve muarızların küçültmelerinin fevkınde ve ihtiyarımızın haricinde, böyle şa'şaa ile, Risale-i Nur kendi derslerini dost ve düşmana âşikâren veriyor. En mahrem sırlarını, en namahremlere çekinmeyerek gösteriyor. Mâdem hakikat budur, biz küçücük sıkıntılarımızı, kinin gibi bir acı ilâç bilip sabır ve şükretmeliyiz. Yâhu bu da geçer demeliyiz.
2- Mektubat; 23. Mektup, 4. Sual, sh. 259, (Sabır üçtür).
Dördüncü Sualiniz:«w


Teşekkur:
Beğeni: 


Alıntı

Yer imleri