Güzel ve Güzellik

Hakikî güzellik Hakk’a ait, kusursuz kemâl de O’na “özgü” ve O’nun lâzımıdır. Topyekün varlık, O’nun değişik tecellîlerinin birer farklı aynası, her nesne ve her hâdisenin çehresinde izlediğimiz mânâ, içerik, parlaklık ve câzibe de -aynaların kabiliyetine göre- O’nun güzelliğinin küçük bir parıltısı ve varlığının zayıf bir ışığıdır.

Her gece ışıktan söz ve beyanlarla hutbelerini dinlediğimiz yıldızlar, O’nun öyle nurdan nâmeleridirler ki, sürekli bize göz kırpar ve O’na göndermelerde bulunurlar. Pırıl pırıl mevcudiyetleri, aralarında ışık alış verişi ve ışık oyunları, o koskoca kütlelerine rağmen fevkalâde uyumları, ahenkleri ve o engin boşlukta sergiledikleri farklı şekilleriyle her zaman bize bin bir zevki birden yaşatırken, gözlerimize-gönüllerimize iç içe renk, desen, şive ve güzellikten ne kevserler, ne kevserler içirirler!

Mehtap, o semâvî büyüleyiciliğiyle kendine ayrılan belli zaman dilimlerinde, hemen her defasında, ufukta tıpkı bir gelin gibi belirir.. yasemenlikte reftare yürüyor gibi yumuşak yumuşak yürür.. bütün bir gece boyu nazlı nazlı halesine oturur ve ışıklarıyla hislerimize oltalar salar.. çehresini tam gösterebildiği hemen her gece, sürekli hayranlarına gamzeler çakar ve hassas ruhların yüreklerini ağızlarına getirir...

Güneş, fecirle başlayan beklentilerimize her saniye ayrı bir ışık huzmesi ve morun, kırmızının, pembenin, değişik tonlarıyla cevaplar verir; verir ve başlarımızı döndüren bir ihtişamla ortaya çıkar. Yürüyüp gökyüzüne otağını kurunca da, gözlerimizi kamaştırır, topyekûn eşyayı o ışıktan, renkten kollarıyla kucaklar, kendine yönelenlerin başlarını okşar.. ve bütün bir gün boyu çevresindeki kürelerden, yıldızlardan, yeryüzündeki denizlere, göllere, ırmaklara, ovalara, obalara; dağlara, ormanlara, bahçelere-bağlara; güllere, çiçeklere ve insanlara kadar her şeye ve herkese kadeh kadeh renk ve ışık içirir, sonra da tül tül renk armonileri içinde gidip guruba kapanır.

Denizler, dalga dalga köpürür, yıldızlarla selâmlaşır.. ayla hasbıhâle geçer, gel-gitler yaşar.. güneşten gelen ışık dalgalarını bir ninni gibi algılar ve beşik gibi sallanırlar.. yer yer kendi sınırlarını aşarak sahillerle koklaşır ve mağrur kayalara çarpıp homurdanırlar.. aşılmaz tepelerle çarpışmalar yaşayıp köpürdüğü aynı zamanda, bağrında beslediği binlerce canlıyı bir anne gibi kucaklar, onlara yumuşak yumuşak ninniler söyler ve onların yaşama arzularını coştururlar.

Dağlar, o heybetli edalarıyla her zaman ürperten bir görüntü sergiler ve yüreklerimizi hoplatırlar. Ufuktaki hâlleriyle her zaman bizde, göklere bir şeyler fısıldıyor hissini uyarır, sonra döner bulutlarla evcilik oynarlar.. durur havayı taraklar, yağmura bağrını açar ve suları konuk ederler.. bakarsın kalkar denizlere “dur” der, toprağı kucaklar, arkadan da o gururlu görünümlerine rağmen toz-toprak olur, ayaklara yüz sürer ve toprak tabakasına koruyuculuk yaparlar.

Çaylar-ırmaklar menfezlerinden her zaman bir sevdayla fışkırır, heybetle çağlar ve sinelerimizde kavuşma duygularını uyararak deryalara koşarlar, gidip denizlere ulaşınca da, bu son durağı bir rampa ve rıhtım gibi kullanarak döner yeniden yukarılara doğru yürür ve derken atılmış pamuk gibi atmosferde, beyaz, siyah, gri renklere bürünerek koca koca kitleler hâlinde seyahat eder dururlar; bazen de başlarımızın üzerinde kuşlar gibi kanat gerer, gönüllerimize serinlik serperler. Bazen de sağanak sağanak boşalır ovaya obaya; herkesin ve her şeyin ateşini söndürürler...

Kuşlar, kuşçuklar, koyunlar, kuzular aramızdaki munis sesler, ormanlar ve dağlardaki vahşî uğultular hemen hepsi bu iç içe armoniye ayrı bir ses ve görüntü katar, ruhlarımıza tabiatın natürel nağmelerinin en nefislerini duyurur ve farklı bir şive ile bizlere demet demet besteler sunarlar.

Evet semaların, her yana tebessümler yağdıran pırıl pırıl çehrelerinden, arzın bin bir nakış, renk, desen ve işvesiyle gözlerimize gülen, gönüllerimize akan sırlı sîmasına kadar her şey o kadar güzeldir ki, ötelere açık ruhlar, gördükleri her nesnede âdeta âhiretin büyüleyen manzaralarından akisler müşahede ediyor gibi coşar, “Daha güzeli olmaz.” sözleriyle hayranlıklarını ifade eder ve bu iç içe güzellikler karşısında hep âşıkane duygularla dolup boşalırlar.

İnsanın kendisi ise, bütün bu güzelliklerde âdeta son nokta gibidir; evet heykeli-hendesesi, maddesi-mânâsı, fiziği-****fiziği, düşüncesi-aksiyonu, aklı-imanı itibarıyla insan, -eskilerin ifadesiyle- tam bir nüsha-i kübrâdır (yani en büyük fihristtir). Hz. Ali’nin dediği gibi, “Avâlim onda pinhandır, (alemler onda gizlidir) cihanlar onda matvîdir (dürülmüştür) ve onun mahiyeti meleklerden de ulvîdir.” Zerrede güneşi göstermek, damlada deryayı duyurmak, çamurdan, balçıktan yaratılmış bir varlığı meleklerin mihrabı hâline getirmek hangi hikmete bağlanırsa bağlansın, insanın, ilâhî sırları çözmek üzere bir şifre, bir anahtar olarak yaratıldığı açıktır.

İşte biz, imanımız sayesinde, serapa bir güzellikler galerisi olarak topyekûn varlık ve hâdiseleri böyle bir mülâhaza ile değerlendirir ve her nesnenin, her hâdisenin gülen yüzünde, dünyayı daha bir farklı duyar ve daha farklı zevk ederiz. Hattâ bazılarımız itibarıyla, bütün varlığı muhabbet çekirdeği etrafında cazibeye kapılmış olarak dönen elektronlar şeklinde algılar, feleği, meleği, yıldızları, Ay’ı-Güneş’i, yerküreyi, taşı-toprağı, otu-ağacı, hayvanı-insanı mest ü mahmur görme hissiyle, kendimizi âdeta kâinat çapındaki bir zikir halkası içinde ve onun serzâkiri (yani zikredenlerin başı) olarak temâşâ ederiz. Ne var ki, bütün bu güzelliklerden duyup hissettiğimiz zevklerin, lezzetlerin, heyecanların, takdirlerin kesilmeden devam etmesi ve bu rûhânî hazların da yeniden elemlere dönüşmemesi, bizde bu hisleri uyaran unsurların hakikî sahipleriyle irtibatlandırılmalarına bağlıdır. Yoksa, hiç beklenmedik bir anda her şey biter, bütün dünyamız yıkılır gider.. güneş batar, ay gurûb eder.. yıldızlar karanlıkların bağrına dökülür ve her yanı karanlıklar basar; basar da, ruh iç içe kıyametler yaşamaya başlar. Böyle bir zevk ve lezzetin, böyle bir heyecan ve takdirin ise hasret ve hicrana yenik düşeceği açıktır. Hasret ve hicranla yıkılmış ruhların, güzeli güzel görmeleri ve ondan heyecan duymaları da imkânsızdır. Bütün güzelliklerin her zaman duygularımızda solmadan taptaze kalmaları, zevk ve lezzetlerimizin acılaşmadan devam etmesi; evet, çiçeklerdeki renklerin, nağmelerdeki büyülerin, sanatkâr ellerin ortaya koyduğu sihirli eserlerdeki parlaklığın hep canlı kalması, onların gerçek kaynaklarının görülüp sezilmesine bağlıdır ki; o kaynağı bu ölçü içinde sezip bilenlerin, varlıkla alâkalı duydukları bütün zevkler, lezzetler, heyecanlar ve takdirler aslî olmadan çıkar, tebeî (takipçi) bir hâl alır ve artık bütün eşya ve hâdiselerdeki değişik tezahürler, kendilerinden dolayı değil de, sahiplerinden ötürü görülüp sevilme konumuna yükselirler. Evet, batıp giden şeyler, kalbin alâkasına değmedikleri gibi, sevilmezler de.

Bu mülâhazayı Mevlânâ, şu sözleriyle dile getirir: “Allah’ım, Sen’i görüp, Sen’i tanıdıktan sonra, gözüm artık dünya güzellerini görmez oldu.”

Evet, maddî ve cismanî güzellikler, nazarları Güzeller Güzeli’ne yönlendirmek için sadece birer vesiledirler. Vesilelere takılıp kalmak ise, hedef körlüğüne düşmek, varılacak noktayı unutmak, ömrü mecazî muhabbet ve alâkalarla tüketip, hakikate karşı kapalı kalmak demektir. Aslında böyle bir tıkanmanın yaşanmaması için Yüce Yaratıcı, bizi Kendisi’ne götüren yolların sağına-soluna güzelliğinden ışıklar, renkler, sesler, soluklar, nağmeler serpiştirmiştir ki, yoldakiler hem yol yorgunluğunu duymasın, hem de asıl hedefi unutmasınlar. Yol boyu göz ve gönüllerimize ilişen bütün müjde renkli bu işaretler, Hûda’nın ışıklarla, renklerle şekillendirip gözlerimizin önüne serdiği O’nun âyetleri ve apaçık şahitleridir ama, bakış zaviyesini yakalayamamış ya da inkâra kilitli ruhlar için bunlar birer fitne, birer bela, emanet güzellikleriyle birer mecazî sevgilidirler ve maalesef kavuşma vesilesi olarak yaratılmışken, birer hasret ve hicran vesilesine dönüşmüşlerdir.

Oysaki, düşünebilenler için sevmenin de, aşkın da, iştiyakın da, kalbî alâka ve irtibatın da esası, bizim güzellik diye değişik şekil ve suretlerde gördüğümüz her şey, çok perdelerden geçmiş ve biraz da aynaların kabiliyetlerine göre farklı mahiyetler almış Hakk’ın güzelliğinin gölgesinin gölgesidir. Her güzelliğe karşı duyulan hayranlık hissi de, aslın büyüsünün gölgeye aksetmesi gibi bir şeydir. Asıl-gölge, esas-tâbî fark edilebildikten sonra, bütün hâlinde veya parça parça varlığa karşı hissettiğimiz alâka da mahzursuz sayılır. Bu açıdan da, hem gölgeye hem de tâbî olana güzel nazarıyla bakabiliriz. Zira, güzellere tâbî olanlar da güzeldir ve her güzellik, onu duyan âşıkları, sevgiliye ulaşma arzusuyla coşturan bir nâme, bir mesaj, bir fısıltı, bir sinyal ve bir çağrıdır.

Göğsü her zaman aşk u iştiyakla inip kalkan, nabzı da sürekli kavuşma arzusuyla atan müştak bir sîne, yürüdüğü yolun her menzilinde Sevgili’den değişik işaretlerle karşılaşır. Evet o, doğan Ay’dan, batan Güneş’ten, göz kırpan yıldızlardan, rengârenk tabiat sergilerinden, esen yelden, yağan kardan, başımızdan aşağı dökülen yağmurdan ve melekler gibi süzülüp göklere yürüyen buhardan aldığı mesajlarla, hemen her adımda, kavuşma koyuna gireceği heyecanını duyar; duyar ve göz-gönül birliğine ulaşmış bir sevdalının duygularıyla, “Her yerden herkes, Sen’in güzelliğini izlemek için koşup geliyorlar ve o eşsiz Cemâlinle naz naz üstüne cilvelerle salınıyorlar. Aşağıdan, yukarıdan her varlık, tellallar gibi avaz avaz Sen’i haykırıyor ve Sen’in nakış nakış güzelliklerinin akisleri olarak ***iflenip oynuyorlar.” der, eşya ve tabiata bakar ama, hep öteleri temâşâ eder. İşte bu nokta, hem bir aşk, iştiyak, hem de bir alâka noktasıdır. Ama, böyle derin bir mülâhaza, bu yazının hacmini aşacağı da açıktır.